Sekans AYLIK SİNEMA DERGİSİ
Bozkır’ın Ardında, Bana Masal Anlatma, Cennetin Çocukları 2000’lerde Festivaller ve Sansür John Forbes Nash, Muhammed Beyazdağ, Bütün O Jazz:“Whiplash” Yine Yeni Yeniden, Ünlü Kötü Çocuk
Mayıs 2015 SÖYLEŞİ
BOZKIR’IN AYAZINDA
ELEŞTİRİ
CENNETİN ÇOCUKLARI
İNCELEME
BANA MASAL ANLATMA
İNCELEME
2000’lerde Festivaller ve Sansür
2
RÖPORTAJ
MUHAMMED BAYAZDAĞ
DENEME
Bütün O Jazz: “Whiplash”
KÖŞE YAZISI
YİNE YENİ YENİDEN!
GÜNDEM
John Forbes Nash
3
Sekans’tan
D
eğerli Sekans okuyucuları. Dergimizin ilk sayısını sizlerle paylaşmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Dergimiz Sekans hakkında siz değerli okuyucularımızı bilgilendirmek gerekirse; Sekans Dergisi aylık yayınlanacak bir sinema dergisidir. Beyaz perdede olan gelişmeler, film gösterimleri, film eleştirileri, röportajlar , Antalya bazından sinema haberleri ve sinemaya dair birçok şeyi dergimiz Sekans da siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz. “Sekans “ olarak sinemaya dair her kesimden sesler bulmanız mümkün. Amatör sinemadan-profesyonel sinemaya, kısa filmlerden-uzun metrajlı filmlere, kent sinemasından , film gösterimlerine… Sekans yayın hayatı boyunca ; Siz değerli okurlarımıza çok daha iyi bir dergi sunmanın gayreti içerisinde olacağız. Bize sekans.businesscatalyst.com adresinden ulaşabilirsiniz. Sekans Dergi’sin de görmek istediklerinizi, fikirlerinizi, eleştirilerinizi, önerilerinizi bizlere yazabilirsiniz. Ayrıca sosyal medyada Twitter, Facebook ve Instagram’da bizimle iletişime geçebilirsiniz. Böylece; Sekans’ı hayatınıza dail edin, sinemasız kalmayın. Furkan Yazıcı
İMTİYAZ SAHİBİ Emel Arık GENEL YAYIN YÖNETMENİ Oğulcan Suner YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Servet Tunç EDİTÖR Furkan Yazıcı YAYIN KURULU Selin Maden Seyran Babatutmaz İNTERNET EDİTÖRÜ Özkan Öztürk GRAFİK TASARIM Mehmet Göçer KATKIDA BULUNANLAR Bülent Ecevit Kültür Evi Antalya Sinema Derneği Nazım Kültür Evi Ali Tiral Melis Behlil İsmail Yurtsevenkardeş ABONELİK Abonelik Merkezi, Dergi Abonelikleri ve Satışları Tel: 0 (242) 332 19 07 Fax: 0( 242) 334 19 07 DAĞITIM Doğan Dağıtım ve Pazarlama
4
Gündem
John Forbes Nash (1928-2015) Hayatı Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) filmiyle beyaz perdeye aktarılan, ünlü matematikçi John Nash ve eşi Alicia trafik kazasında hayatını kaybetti.86 yaşında olan John Nash ve 81 yaşında olan eşi Alicia Nash’in bindikleri taksi, kontrolden çıkarak bariyerlere çarptı. Nash çifti olay yerinde hayatını kaybetti. New Jersey polisi, emniyet kemerleri takılı olmadığı sanılan Nash ve eşinin çarpışmanın etkisiyle aracın dışına fırladığını açıkladı.Nash, 1994'te Oyun Teorisi'yle Nobel Ekonomi Ödülü'nü kazanmıştı. John Nash Kimdir? John Forbes Nash Jr, 13 Haziran 1928 yılında Batı Virginia’da doğdu. Üniversiteye sanayi şehri Pittsburg’ da gitti. Üniversiteye başladığında kimya mühendisi olmak istiyordu, aslında bu babasının tercihiydi. Ama kısa bir süre sonra bundan vazgeçti. Bir süre fizikle oyalandıktan sonra, matematiğe geçti. Çocukluğu ve üniversite hayatı boyunca genelde yalnızdı. Asosyal olarak tanınan Nash, görünüşte hiç ders çalışmıyordu. Aynı zamanda homoseksüel eğilimlere sahip olduğu yönünde söylentiler de vardı ve bu yüzden kimse onunla görüşmüyordu. Ancak o oldukça zeki, akıllı ve hırslı
birisiydi. Kitap okumadığı, dersleri takip etmediği için tüm matematik teorilerini kendi kendine keşfediyordu. Üniversiteyi bitirdiğinde master ve doktora yapmak için Harvard ve Princeton Üniversiteleri tarafından kabul edildi. Daha fazla para verdiği ve bilimin bütün devleri orada olduğu için Princeton’u tercih etti. Princeton’daki doktora tezi “Oyun Teorisi” üzerineydi. Ünlü matematikçi John von Neumann ile Oscar Morgenstern’ in 1944 yılında ortaya attıkları oyun teorisi, sonucu sıfır olan oyunlar dışarında kalan oyunlar için tatmin edici bir matematiksel modelleme getirmiyordu. John Nash bunu tamamladı. Ancak sonrası… 1959 yılında bir gün Nash, elinde gazetesiyle fakültenin çay salonuna geldi. Gazetenin birinci sayfasının sol üst köşesindeki haberi göstererek “uzaylıların gizli bir mesajı ve onu sadece ben çözebilirim” dedi. Bu Nash’in akli dengesini yitirmekte olduğunun ilk belirtisiydi. Bir süre sonra şizofreni teşhisiyle özel bir kliniğe yatırıldı. 1970 yılına kadar pek çok hastaneye yatırılan Nash, hastalığını kabul etmiyordu. Ancak daha sonra sürekli gördüğü kız çocuğunun hiç büyümediğini farketmesiyle, hastalığını kabullendi ve ilaç tedavisini kesmeye karar verdi. Bu süreçte eşi
ona büyük destek verdi. Nash, yavaş yavaş yine kendi zekasıyla iyileşmeye başladı ve bu müthiş deha, gösterdiği sıradışı mücadele sayesinde şizofreni ile birlikte yaşamına devam etti. Yeniden akademik çalışmalarına hız vererek, üniversiteye döndü. Nash çalışmalarının karşılığını 1978 yılında almaya başladı. Tarih 1978 yılında Jon Von Neumman Teori Ödülü’nü, 1994 yılında ise ekonomi dalında Nobel Ödülü, 1999 yılında ise Leroy P. Steele Ödülü’nü aldı. Akıl Oyunları 2001 yapımı, A Beautifull Mind, Türkçe adıyla Akıl Oyunları adlı film John Nash’in hayatından esinlenerek yapıldı ve film 4 akademi ödülü kazandı. Ron Howard’ın perdeye yansıttığı öyküde dünü ve bugünüyle bir matematik dâhisini izliyoruz. Dehanın sınırlarını zorlamış, en uçlarına gitmiş ve sonra yine kendi dehasıyla geri dönmüş bir adamın ve her zaman yanında olmaya çalışan eşinin öyküsünü. “Delilikle dahilik arasındaki ince çizginin her iki yanını da yaşayan John’un aslında en büyük başarısı şizofreniyi yenmesi değil, çünkü zaten yenemiyor” diyor yapımcı Graser, “Zafer, Nobel kazanması da değil. Asıl zafer, aklının, ruhunun ve zekasının, şizofreninin karşısında ayakta kalabilmesi” diyor.
5
Mayıs Filmleri 1 MAYIS
Aşkı Bulunca Ezan Tehlikeyle Flört Toprağın Tuzu Toz Ruhu Yenilmezler: Ultron Çağı Yolunda A.Ş. Çinçin Bağları
8 MAYIS
44. Çocuk Burgonya Dükü Gizli Kusur Koro Niyazi Gül Dört Nala Peşimdeki Şeytan Şeytani Ruhlar Yugo ve Lala
15 MAYIS
Aşk Uğruna Azem 2: Cin Garezi Cennet Çılgın Kalabalıktan Uzak Kırmızı Mad Max: Fury Road Siyahlı Kadın 2: Ölüm Meleği Soma 301 Terkedilmiş TinkerBell ve Canavar Efsanesi
22 MAYIS
Aşk Vizesi Gece Takibi Helak: Kayıp Köy Kayıp Nehir OHA: Oflu Hoca'yı Aramak Poltergeist: Kötü Ruh Sibirya Mafyası Sihirbazlık Okulunda Bir Türk Tepecik Hayal Okulu Yarının Dünyası Zilin Sesi
29 MAYIS
Asasız Musa Hayalet Dayı İyi Bir Yalan Ölüm Fısıltısı Paramparça Pişt San Andreas Fayı Savaşçı Seninle Bir Ömür Yak: Sevimli Dev
6
Yenilmezler: Ultron Çağı İlk filmin başarısının ardından ikinci film için kolları sıvayan Avengers ekibi bu filme bütün kahramanları dahil ediyor; bu kez Thor, Iron Man, Kaptan Amerika ve Hulk'ın yanısıra Hawkeye, Nick Fury ve Black Widow da maceraya katılıp sürprizini koruyan beklenmeyen düşmanlara karşı savaşıyor. Bu kez hiç olmadığı kadar aksiyonlu bir macerayı vadeden film, her bir kahramanın kişisel yaşamına ve aralarındaki ilişkilere vurgu yapmayı hedefliyor. Iron Man, barışın sağlanması için bekletilen bir sistemi yeniden başlatmak ister fakat işler hiç de umduğu gibi gitmez. Bunun üzerine Thor, Kaptan Amerika, Hulk, Nick Fury, Black Widow ve Hawkeye yeniden bir araya gelir. Ultron adıyla bilinen James Spader ise bütün acımasızlığıyla ilerlemekte ve insanoğlunun soyunu tüketmek için korkunç planlar peşindedir. Yenilmezler bir araya gelip savaş başladığında, yeni gizemli karakterler ve gizli ittifaklarla gerilimin dozu iyice artar. Yönetmen koltuğunda tekrar Joss Whedon bulunurken, merakla beklenen filmin başrollerinde Robert Downey Jr.,Chris Evans, Mark Ruffalo, Jeremy Renner, Scarlett Johansson ve Samuel L. Jackson gibi oyuncular yer alıyor.
Sibirya Mafyası Sibirya Mafyası, Transnistria'da Urka cemiyeti içerisinde yaşayan insanların dramını anlatıyor. Sovyetler Birliği zamanında Güneybatı Rusya'ya izleyici götüren film, zulme uğramış topluluklardan oluşan suçluların aralarında yaşanan sorunları ele alıyor. Bu grubun en vahşileri şüphesiz Sibiryalılardır. Yönetmen koltuğunda Gabriele Salvatores'un oturduğu Sibirya Mafyası'nda başrolleri John Malkovich, Peter Stormare, Eleanor Tomlinson paylaşıyor. Film, Nikolai Lilin’in Siberian Education romanından esinlenerek yazılmıştır.
Ali asi ve asabi bir gençtir ve bu sebeple de hç bir işte tutunamamaktadır. Genç adamın bu asabiyeti, daha önce olduğu gibi yeni işinden de kovulmasına sebep olmuştur. Ali işten kovulduğu akşam, aşırı alkol almıştır. Bardan çıkışta çiçek satan küçük bir kız çocuğuna çarpar ve kızın öldüğünü düşünerek olay yerinden kaçar. Ne var ki bu kaza genç adamın yakasını kolay kolay bırakmayacaktır. Olay yerinde düşürdüğü yüzük kullanılarak geç adama büyü yapılır. Kendisine yapılan büyü sonrasında annesini kaybeden Ali, köyüne geri dönmeye karar verir. Amcasının oğlu Mehmet’in define vaadi cinler tarafından kaçırılmaları ile son bulunca en yakın arkadaşı Cengiz ve eşi Zeynep; Ali’yi aramak için köye gelirler. Köyün gizemli hocasının katılımı ile korku ve gerilim dolu bir maceraya atılırlar. Yerli gerilim sinemasının taze örneklerinden biri olan Ezan filminin yönetmenliğini ve senaryosunu Fuat Yılmaz üstleniyor.
Yugo ve Lala
EZAN
Yönetmenliğini ve senarsistliğini Wang Yunfei'nin üstlendiği animasyon türündeki film, cesur küçük bir kızın hayvanlar dünyasındaki fantastik maceralarını konu alıyor. Film 2012'de Çin'de vizyona girdiğinde çok ilgi görmüştü. Seslendirmesinde Lu Kui, Liu Lu, Quanlin Meng Filmin müzikleri ise Sebastien Pan'a ait.
Niyazi Gül
Profesör Veteriner Niyazi Gül, çocukluğundan bu yana hayvanlarla arası hep iyi olan, büyük-küçük baş fark etmez tüm hayvanların dilinden anlayan biraz sıradışı bir bilimadamıdır. İnsanların zevki için hayvanlara eziyet edilmesine, avcılığa, gerçek kürk tüketimine sonuna kadar karşıdır. Üniversitede dersleri hep eğlenceli geçen Niyazi Gül'ün bir de Hediye adında bir çalışanı vardır. Hediye hem Niyazi Gül'ün tüm işlerine koşturur hem de yıllarını verdiği gizli formülü bulması için deneylerine yardım eder. İzmir'de kendi halinde yaşayan Niyazi
Dört
Nala
Gül'ün mütevazi hayatı Sultan Şahmerdan ve Rıza Kabakoz'un atlarını yarıştırma iddiası ile allak bullak olacaktır! Sevilen oyuncu Ata Demirer'in 15 yıl önce Korsan TV'de skeçler halinde televizyon ekranlarında sergilediği ilk yerleşik tiplemelerinden biri olan Veteriner Niyazi Gül karakterinin beyazperdedeki maceralarını konu alan filmin yönetmenliğini ise Ata Demirer'in projelerinden aşinası olduğumuz Hakan Algül üstleniyor. Filmde Ata Demirer ve Demet Akbağ dışında Şebnem Bozoklu, Ayşenil Şamlıoğlu, Levent Ülgen, Ferit Kaya da rol alıyor.
7
PİŞT
OHA: Oflu Hoca’yı Aramak Karadenizli işadamlarından Ali Baltaoğlu, Doğu Karadeniz'in potansiyelini kullanarak dağ turizmine açmak ister. Bunun için de dev bir inşaat projesini hayata geçirecektir. Bölgenin, hatta tüm ülkenin akciğerleri olan Kaçkar Dağları milli parkında bu proje kapsamında dağ otelleri, yayla tesisleri, kır siteleri dikelecektir. İşadamı bu mega projeyle Doğu Karadeniz'i ‘Orta Doğu'nun Alpleri’ne dönüştürmeyi vaat etmektedir. Tabii projeye engel olan birtakım kanunlar kitabına uydurulurken, Ali Bey kendisine reklam açısından işe yarayacak bir belgesele sponsor olur. Bu bağlamda belgesel ekibi, Karadeniz'in şehir efsanelerini araştırmak üzere bölgeye gider. Araştırmalarına bant kayıtlarıyla 90'lı yıllara damgasını vuran 'Oflu Hoca' efsanesinden başlarlar ve bant kayıtlarının kaynağına ulaşılır. Ancak araştırmaları derinleştikçe hiç beklenmedik gerçekler ortaya çıkar ve ekip kendisini büyük bir belanın içinde bulur. Harikalar diyarında madde ile mananın savaşı başlamıştır. Yönetmenliğini ve senaristliğini Levent Soyarslan’ın üstlendiği "politik mizah" türündeki filmin oyuncu kadrosundaYaşar Kalyoncu, Adem Yılmaz, Ergun Karamık, Murat Çelik, Tais Farzan, Burak Saraçoğlu, Uğur Akkuş ve Hakan Meriçliler yer alıyor.
İyi Bir Yalan 1983 yılında başlayan iç savaş yüzünden yetim kalan üç genç güvenli bir yer bulma amacıyla yürüyerek binlerce mil yol kat eder. İyi Bir Yalan, bu üç gencin hayatta kalma ve zafer hikayesinden yola çıkıyor. Bu "Kayıp Çocuklar" yaşadıkları kültür karmaşasında yabancılarla komik ve dramatik mücadeler vererek Amerika’da yaşamaya çalışacaklardır. Oscar ödüllü Reese Witherspoon’a, çocukluklarında filmde gösterilenden pek de farklı olmayan bir iç savaş geçirmiş Sudan’lı aktörler Arnold Oceng, Ger Duany, Emmanuel Jal ve Kuoth Wiel eşlik ediyor. Filmin yönetmeni Oscar adaylığı bulunan Philippe Falardeau.
8
Televizyondaki işinden kovulan Okan, evlenme teklif edeceği sırada sevgilisini başka bir adam ile yakalayan popstar Batuhan ve köpeğini kazara öldüren sosyal medya fenomeni Basri, içine düştükleri depresyondan kurtulabilmek adına, terapi niyetine adadaki eski bir konağa gelirler. Kısa tatillerinde onlar biraz eğlenip rahatlayacaklarını sanarlarken, ada halkının onlara çok arklı sürprizleri vardır. Korku-komedi türündeki filmin yönetmenliğini Can Sarcan üstlenirken, senaryoda ise yönetmenin yanı sıra başrol Oğuzhan Uğur'un ve Tahir Alper Çağlayan'ın da imzası var. Filmin başrollerini Oğuzhan Uğur'un yanı sıra Doğa Konakoğlu, Mustafa Ak paylaşırken kendikerine eşlik eden isimler ise; Zeki Yılmaz, Murat Serezli, Ali Güney, Betül Arım
Mad Max: Fury Road Post-apokaliptik türünün yaratıcısı ve efsanevi “Mad Max” filmlerinin ardındaki usta yönetmen George Miller'ın bir kez daha yönetmen koltuğunda oturduğu Mad Max: Fury Road geri dönüyor! Charlize Theron ve Tom Hardy'nin rol aldığı film, serinin dördüncü bölümü. Filmin diğer başrollerinde; Nicholas Hoult, Hugh Keays-Byrne, Nathan Jones, Josh Helman, Rosie Huntington-Whiteley, Riley Keough, Zoë Kravitz yer alıyor. Zorlu geçmişi Mad Max’i hayatta kalmak için en iyi yolun yalnız olmak gerektiğine inandırmıştır. Yine de bir şekilde kendini Furiosa adlı liderlerinin peşinde çorak topraklardaki savaş ortamından, sürekli kaçarak hayatta kalmaya çalışan bir grubun arasında bulur. Yaşadıkları ortamı zalimce yöneten Immortan Joe’dan kaçmaktadırlar ve Joe kendisinden çalınan ve yeri doldurulamayacak derecede önemli kaybının peşindedir. Yılın en çok beklenen filmlerinden olan Mad Max: Fury Road geleceğin dünyasında futuristik çizgisiyle dikkat çeken film özellikle set tasarımı ile göz doldurdu bile.
KÖŞE YAZISI YİNE YENİ YENİDEN!
H
ava yeni yeni ısınıyor Antalya’da. Soğuk kış günlerini yavaş yavaş geride bırakıyoruz. Bu sene kış olduğundan uzun sürdü, bitmek bilmedi. Durum böyle olunca da yağmurlu bir günde kendimizi sinemaya attık. Vizyona giren onlarca film var. Bana Adını Sor, Deliha, Grinin Elli Tonu, Kocan Kadar Konuş bunlardan sadece bir kaçı. İçlerinden birini seçmek zor olmuyor çünkü zaten aklımızda bir film var. Gişedeki uzun kuyruğun ardından sıra bize gelince Bana Adını Sor’a 3 bilet istiyoruz. Alıyoruz biletlerimizi, kuruluyoruz koltuklarımıza. Salon tıklım tıklım. Bir yanda merak bir yanda heyecan… Saat gelince reklamlar başlıyor, zaman geçiyor, film bitiyor. Kiminin gözü yaşlı, ellerindeki peçeteyle siliyor buğulanmış gözlerini. Kimiyse daha filmin müziği bitmeden ayrılıyor salondan. Benimse içimde bir sıkılmışlık. Neden diyeceksiniz şimdi, siz sormadan ben cevap vereyim hemen. Türk filmlerinde bitmek bilmeyen ölüm teması… Bir türlü modası geçmedi; hasta olan sevgili ve terk etmeyen
aşığı. Buna benzer konular sık sık karşımızı çıkıyor. Oyuncular ve yönetmen değişiyor, yeni isimlerle izleyici karşısına çıkarılıyor. Şikayetçiyim bu durumdan ve oldukça sıkıldım. Birinde hastalık AIDS oluyor, birinde
kanser. Sonunda da el mecbur ölüyor kahramanımız. Kiminde kendi eceliyle, kiminde sevdiğinin elleriyle. Peki neden böyle? Çünkü çok izleniyor. Koşa koşa gidiyoruz izlemek için. Hele “aşk filmi” damgası vurulmuşsa filme, gözümüz kapalı oturuyoruz o koltuklara. Oyuncular kim, yönetmen kim bakmıyoruz çoğu zaman. Gerçek hayatta bulamadığımız aşkı kurmacalarda arıyoruz. Bir güzel ağlıyoruz, “ne aşk ama!” diyoruz. Hiç tartışmıyoruz filmin kalitesini, başarısını. Bizi ne kadar ağlattıysa, kendimizi filmde ne kadar bulduysak o kadar güzel geliyor. Değişmeli diyorum artık bazı şeyler. Yeni fikirler, yeni projeler gerek bize. Aşk olsun tabii, ölümde. Buna itirazım yok; her biri hayatın gerçekleri. Ama artık birbirinden bağımsız olsun. Kahramanımız ölmesin, ölen sevgilinin ardından acılar çekilmesin. Senaryo yazmak benim işim değil, fikirler veremem birkaç satırda. Ama izleyici olarak isterim! Ne kadar mümkün olur bilemiyorum. Daha aynı temada kaç film izleyeceğimizi zaman gösterecek. Bir an önce yenilenmek dileğiyle…
9
Matine 68. CANNES FİLM FESTİVALİ Bu yıl 68.’si 13-24 Mayıs arasında düzenlenen ve Avrupa’nın üç büyük film festivallerinden biri olarak kabul edilen Cannes Film Festivali, bu yıl 27 yıl aradan sonra ilk kez bir kadın yönetmen olan Emmaneulla Bercot’un, sorunlu bir ergenin yetişkinliğe geçişini ve bu süreçte yaşadıklarını takip ettiği süreci anlattığı filmle kapılarını sinema severlere açtı. Filmde ayrıca “Karanlık Dans”, “Tiksinti” gibi filmlerdeki performanlarıyla tanınan ve son olarak ‘Elle s’en va/ Kadının Yolunda(2013) Bercot ile çalışan Catherine Denueve’nun yanı sıra Beniot Magimel, Sara Forestie gibi başarılı oyuncularda yer alıyor. Filmin başkarekteri Malony’yi ise ilk kez bir sinema filminde rol alan Rod Paradot canlandırıyor. Yönetmen Bercot , Diane Kuryus’un yönettiği “Aşık Bir Adam” adlı filmin açılış filmi olduğu 1987 yılından bu yana festivalin açılışını yapan ilk kadın yönetmen oldu. Festivalde ayrıca geçtiğimiz yıl Nuri Bilge Ceylan’a “Kış Uykusu” adlı filmiyle verilen Altın Palmiye ödülüne bu sene 19 filmin yarıştığı Cannes’da Fransız yönetmen Jacques Audiard’ın yönettiği ve Sri Lankalı Tamil savaşçısının öyküsünü anlatan Dheepan layık görüldü. Filmde işi gücü bırakıp Paris’in hamiliğini üstlenen ve adalet dağıtıcılığına ilginç bir karaktere ev sahipliğ yapan filmin başrollerini ise Vincent Rottiers ve Marc Zinga paylaşıyor. Bu sene yaşanan ilklerden birisi de ilk defa Onur Ödülü olan Palme d’oR’un usta bir kadın yönetmen olan Agnes Varda’ya verilmesiydi. Festivalin Jüri koltuğuna ise bu sene ünlü yönetmen kardeşler Joel
10
ve Ethan Coen başkanlık etti. Ayrıca festivalin jürisinde; Fransız oyuncu Sophie Marceau, Kanadlı sinemacı Xavier Dolan, İngiliz oyuncu Sienna Miller, Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, İspanyol oyuncu Rosy de Palma, Malili şarkıcı Rokia Traore ile Amerikalı aktör Jake Gyllenhaal yer aldı. Daha önce 1982 yılında Yılmaz Güney’in “Yol” filmi ve geçen sene Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” filmi ile kazandığı Altın Palmiye Ödülü ise Türkiye’nin Cannes’ taki şu ana kadar ki en önemli başarıları olarak görülüyor. Ayrıca Türkiye’den bu sene kısa metraj dalında yönetmen Ziya Demirel’in “Salı” filmi Altın Palmiye için yarıştı. Fakat ödülü “Wave 98” filmi ile Lübnan aldı. Cannes’ta yarışan bir diğer
Türk yapımı film ise “ Yönetmenlerin 15 Günü” adlı seçkide Deniz Gamze Ergüven’in yönetmenliğini yaptığı Mustang filmiydi. 11 günlük maratonun ardından bu sene ödülleri toplayan ülke ise ev sahibi Fransa oldu. Şimdi de festivalde ödül alan ve ödül almayan ama festivale damgasını vuran filmleri ele alalım; Nie Yinniang’ın hikayesinden uyarlanan film, Hou’nun senelerdir ortaya koyduğu en tartışmalı yapım. Hem gizemli, hem hipnotize edici. Film kaçırılan bir kızın sekiz sene sonra eve dönüş hikayesini anlatıyor. Görevi ise imparatorun politik rakibine bir suikast düzenlemek . Görsel bir şaheser olan film, Hou’ya bu senenin En İyİ Yönetmen ödülünü getirdi. Cannes’ın bir diğer ağır topu olan Carol, Başrolünde Cate Blanchett ile göz kamaştırıyor. Filmin Oscar yarışına göz kırptığı kesin. Patricia Highsmith’in romanından uyarlanan film, festivale gereken melankolik ve nostaljik havayı sundu. Mutsuzluğu
güzeleştirebilen bir yönetmen Haynes. 1950’lerin Amerika’sında birbirine aşık olan iki hikayesini anlatan Carol ile Blanchett’in karşısında oynayan Rooney Mara bu sene “En İyi Aktrist” ödülünü kaptı. Film uzun vadede bir klasik olmaya aday. Bu sene Jüri Özel Ödülü’nü kazanan “The Lobster Yunan yönetmen Lanthimos’un son sıra dışı arthouse filmi. “Dogtooth” ile akıllara kazınan yönetmen, modern aşkın trajikomik kaderini beyaz perdeye yansıtmak konusunda bir uzman. Film yüzyıllık bir soruya cevap arıyor. Bekarlık sultanlık mı yoksa çift olarak yaşamak mı daha iyi? Filmin Colin Farell, Rachel Weisz ve Lea Soydoux’u barındıran iddialı bir oyuncu kadrosu var. The Lobster’da bekar kişiler 45 gün içerisinde bir eş bulmak zorunda, yoksa bir hayvana dönüştürülüyor. Film günümüz sosyal gerçekliğine harika bir şekilde ayna tutuyor diyebiliriz. The March Of The Penguis belgesiyle ünlenen Jacquet’in yeni filmi “ La Glace et le Ciel” bu sene film fwstivalini kapama şerefini elde etti. Film buzulbilimci Claude Lorius’a odaklanıyor. 50’lerden beri buz örnekleri toplayan bu öncü bilim adamı sayesinde tüm dünya küresel ısınma konusuna vakıf oldu. “ Epeki içnde hiç penguen yok mu?” derseniz, var oda var…
Festivalde ödül almayan ama ses getiren filmlerden birkaçını inceleyecek olursak bunların başında ünlü aktris Natalie Portman’ın ilk yönetmenlik denemesi hafife alınacak gibi değil. Amos Oz’un biyogrofisinden uyarlanan film İsrail’in erken yıllarını konu alıyor. Portman’ın da Kudüs’te doğduğu varsayılırsa, filmim aynı zamanda bir gönül projesi olduğu muhakkak. İsrail’e farklı bir bakış açısı getiren film festivalde iyi eleştiriler topladı. Festivalde öne çıkan diğer bir film ise Justin Kurzel’in Macbeth filmi. Avustralyalı seri katil projesi Snowtown ile bütün izleyicilerini dağa taşa kaçırmıştı. Yönetmenin Macbeth versiyonu da oldukça dehşet verici. Görsel yönetmenliği ise mükemmel. Filmde Macbeth’i Michael Fassbender, Lady Macbeth’i ise Marion Cottilard canlandırıyor. İskoç ikilinin tüyler ürperten hikayesinde oyunculuk da Kurzel’in yönetmenliği kadar iddialı. Cannes’ın en çok ses getirecek olan filmler listesinin başında olacağı kesin. Festivalde belgesel niteliği taşıyan ve
herkesin merakla beklediği filmlerden birisi de olan Amy Winehouse’un hayatının anlatıldığı, yönetmenliğini Asif Kapadia’nın yaptığı Amy filmiydi. Kapadia’nın filmi Amy Winehouse’un babası tarafından karalansa da, Amy Winehouse’un dünyasına dalarken insanın kalbinin sızlamaması müm-
kün değil. Film, Amy’nin etrafındaki zararlı insanları konu alsa da, İpsiz sapsız teorilere kulak asmayacak kadar akıllıca kurgulanmış. Bu iç sızlatan belgeselde Amy’e dair pek çok video, fotoğraf ve video var.Sanatçı ancak bu kadar anlamlı bir şekilde anlatılabilirdi.
11
12
13
Eleştiriler BANA BİR MASAL ANLAT HİÇ BİTMESİN Leyla ile Mecnun dizisi ile tanıdığımız Burak Aksak ilk defa bir sinema filmi ile karşımıza çıkıyor. Leyla ile Mecnun dizisi ile yayınlandığı 3 yıl boyunca geniş kitlelere ulaşan Aksak, Gezi Parkı eylemlerindeki tutumlarından sonra ekrandan kaldırılan dizisinin ardından ‘Bana Masal Anlatma’ yı çekmeye başlıyor. Dizi ve sinema filmi arasında çekilmiş ve Burak Aksak’ın deyimi ile ‘acele olan bir iş’ olarak nitelenen ‘Ben de Özledim’ dizisini de unutmamak lazım. Dizi beklenen etkiyi yapamamış ve kısa bir süre yayınlandıktan sonra ekranlara veda etmişti. Burak Aksak son projesi olan Ben de Özledim dizisinde -diziyi takip edenler bilir- ‘Ayperi’ adında bir masal yazıyor. Filmin ana hikayesi buraya dayanmakta. Kendi çocukluk dönemini kendi hikayesini bu şekilde anlatmaya karar veriyor Aksak. Bir film çekmek ise hadi ben bir film çekeyim demekle olacak iş değil. Bununla ilgili olarak yaptığı bir röportajında : “ Bu sadece benim isteğimle olacak bir şey değil. Yapımcısı, oyuncusu ve birçok şey gerekiyordu.” Tüm sorunları aştıktan sonra ise kollarını sıvıyordu…. Yönetmen koltuğunda ise Burak Aksak. Film İstanbul’un Suriçi adı verilen ve kentsel dönüşüme kurban edilmeyen mahallesinde çekiliyor. Filmin içinde aşk konusu işlendiği kadar, kentsel dönüşüme de değiniliyor. Bu mahallenin seçilme nedeni ise Burak Aksak çocukluğunun belirli döneminde burada yaşamış ve Yedikule surlarının içinde çok top oynamışlığı olduğunu belirtiyordu. Hayali ise Suriçi gibi bir mahallede yaşamak… Burak Aksak Suriçi gibi bir mahallede yaşar mı bilmem ama filmi izledikten sonra herkeste “keşke şöyle bir mahallede yaşasaydık” isteği bırakıyor. Filmde sinemada görmeye alışkın olduğumuz çok büyük isimler yok. İlk başta konuk oyuncu olarak Yılmaz Erdoğan bir masal anlatıyor. Yılmaz
14
Erdoğan eve geç gelmiş,içkili,karısı tarafından yatağa alınmamış çareyi oğlunun yanında almış ve başlıyor anlatmaya. Masal hepimizin küçükken dinlediği gibi sıradan bir masal aslında. Prensesin ailesi katlediliyor ve bir inci kadar saf, güneşin batarken gökyüzünde bıraktığı zariflik kadar güzel bir hanımefendi kurtarıcısını aramak üzere Suriçine kaçıyor.Filmdeki olaylar da buradan başlıyor. Aşkına çare bulamayan Rıza kendisini surlara ve yalnızlığa bıraktığı bir gece ansızın karşısına Ayperi çıkıyor. Ne yapacağını bilemez bir halde olan Rıza duruma bir çözüm bulmak üzere Ayperi’yi aldığı gibi evine götürüyor.Babası öldükten sonra annesi ile beraber yaşamayan başlayan Rıza, en önemli detayı işte tam da burada atlamaktadır, Annesi. Rıza karakterine Fatih Artman hayat vermektedir. Behzat Ç. dizi ile tanıdığımız oyuncu, oynadığı rol için tam isabet olmuş. Ayperi karakterini kimin oynayacağı ise uzun süre belirlenememiş. Kimin oynayacağı üzerinde çok durulmuş ve son olarak Güneşi Gördüm dizisi ile hayran kitlesini artıran Hande Doğandemir ismi üzerinde mutabık kalınmıştır. Hayatımızın bir parçası olan dedikodu, filmde de yer alıyor. Hatta bolca kullanılıyor. Rızanın eve Ayperi’yi getirmesi bir anda bütün Suriçi esnafının kulağına gidiyor. Her şeyden habersiz olan Rıza ise kendisini bir anda kahvehanede bulur. Burada bizi tanıdık isimler karşılamakta. Leyla İle Mecnun’un Erdal Bakkalı, Cengiz
Bozkurt. Dizide oynadığı role yakın bir karakteri canlandırdığına dair bolça eleştiri alıyordu, Bozkurt. Bunun üzerine ise Aksak, oyuncusuna sahip çıkıyor ve iki karakter arasında benzerlik olmadığını beliritiyordu. Filmdeki Naif karakteri adam satmayan bir tip. Kavga edeni, hakkını arayan. Zora geldiği anda karşısındakine tekme atacak yürekli bir karakter. Erdal Bakkal ise tam tersi, korkak, kaçmaya meyilli, nerede ne zaman ne yapacağını bilemeyen bir adamdı. Ve Erdal Tosun. Aslında beyazperde dediğimiz de ve BKM ismi geçtiği zaman akla 3 isimden birisidir. Her zaman olduğu gibi rolü ile bütünleşmiş, oynamadan oynamıştır. Film aslında günümüzdeki komedi filmlerinden ayrı bir tat veriyor. Komedi filmi dediğimiz zaman akla gelen “küfür” algısı bu filmde yer almıyor. Absürt komedinin sıklıkla kullanıldığı, dünya sinemasından alıntı sahnelerin hayatımıza uygulandığı film ilk sahnesinden son sahnesine kadar seyircisini güldürüyor. Her filmde olduğu gibi Bana Masal Anlatma filminde de kötü adamlar
bulunmaktadır. İstanbul’un kentsel dönüşüm sorununu filmine konu alan Aksak, bu sayede kapitalizmin yok ettiği mahalle hayatını gözler önüne seriyor. Kentsel dönüşüm adı altında Suriçi’nin yok olmasına yönelik anlaşmalar yapılıyor. Suriçi yıkılacak ve yerine Apartman, AVM yapılacaktır. Tüm olanlardan habersiz olan Suriçi esnafı ise Ayperi ve Rızanın arasını yapmaya çalışmaktadır. Kadınlar günlerde, erkekler kahvelerde ikili arasında bir aşk başlamasına el ayak olurlar. Her ne kadar birbirilerine aşık olmaya başlasalarda bir türlü birbirilerine açılma cesareti gösteremeyen ikili bir anda ayrı düşerler. Her sahnesi ile sıcaklığı yakalamayı, seyircinin yüreğine dokunmayı başarmış bir filmdir, Bana Masal Anlatma. Öyle sahneleri vardırki gülmekten ağlarsınız ama öyle sahneleri vardırki bir anda sizi ağlatır. O sahnelerden birisine “Yetenek Sizsiniz Türkiye” yarışmasında ünlenen İbrahim Kendirici imza atıyor. Rıza, Ayperi’e aşkını ilan etmeye karar verir. Aklına gelen ilk şek Ayperi’i yemeğe çıkarmak olmuştur. Fakat bazı eksiklikleri vardır. Takım elbisesi olmadığı için arkadaşından ödünç alır ama atladıkları şey 2 metre boyu olan Rızanın kendisinden 20 cm kısa olan kişinin takım elbisesini giymesidir. Elbise işini hallettikten sonra bir tane yüzük alarak doğruca Ayperi’ye koşar fakat o an Ayperi başka birisi ile gitmektedir. Rıza işte burada yıkılır. Evin arkasından Ayperi’ye doğru bakakalır. İşte tam bu sahnede İbrahim girer ve “Kul Hatasız Olmaz” şarkısını söyler. Youtube’da bile filmin en çok izlenen sahnelerinden birisi arasına girmiştir. Sevenlerin sonunda kavuştuğu, eğlencenin hiçbir zaman eksik olmadığı insanların beraber oldukları zaman her şeyi başarabildikleri bir filmdir, Bana Masal Anlatma. Kavga sahnelerinin bile komiklik dolu olduğu, ağlatmayı bile iyi bilen bir film. İşte bu yüzden çok sevildi belki de. Bir milyon beş yüz otuz beş kişi tarafından izlenen film şarkı ile internet üzerinden çok fazla takip edilmiştir. Özellikle “Dillere Düşeceğiz” şarkısı çok fazla ilgi görmüştür. Bu film bize çocukluğumuzda anlatan bir masalın gözler önüne serilmiş hali gibi. Engel olunması zor olan gökdelenlerin mahallelerimize dikilen gökdelenlere bir başkaldırıdır. Herkesin kendisine bu masalda yer bulduğu bir filmdir.
CENNETİN ÇOCUKLARI “Hayallerin değil, mücadelenin öyküsü” Sade, yalın, samimi bir öykü… Masumiyetin, umutla ve hüzünle harmanlandırıldığı gerçekçi bir hikaye; Yoksul bir aile, iki küçük kardeş ve bir çift bez ayakkabı… İranlı Yönetmen Majid Majidi’nin 1997 yapımı, yürek ısıtan masalsı filmi. Özgün adı Bacheha-ye Aseman (Göğün Çocukları), uluslararası gösterime girdiği adıyla Children Of Heaven yani Cennetin Çocukları, İranlı yönetmen Majid Majidi’ nin 1997 tarihli üçüncü uzun metrajlı filmi. 1997 yılında “Yabancı Dilde En İyi Film” Akademi ödülüne aday gösterilen film, bu ödüle aday gösterilen ilk İran filmidir. Ancak ödülü, Ro-
berto Benigni’nin yönettiği İtalyan filmi Hayat Güzeldir(Life is Beautiful) kazanmıştır. Çeşitli film ve festivallerden toplamda 13 ödüle ve 2 adaylığa sahiptir. Yoksulluğun, bir çift ayakkabı ve iki kardeş üzerinden hiçbir ajitasyona başvurulmadan anlatıldığın Cennetin Çocukları, eleştirmen Roger Ebert tarafından, “Kötü niyet barındırmayan ve çok bilmişlik taslamayan mükemmele yakın, iyi bir film” olarak tanımlanmıştır. Bu film Majidi sinemasının köşe taşlarından biridir. Çekimleri İran’ın başkenti Tahran’da gerçekleştirilen bu düşük bütçeli filmin maliyeti yalnızca 180.000 dolar olmuştur. Majid Majidi’nin ABD’ de
15
gişe rekorları kırmış olan Cennetin Rengi (Rang-e Khoda) filminden bir önceki filmidir. Bir çocuk filmi ama kesinlikle yetişkinler için. Ali ve Zehra, yaşları birbirine yakın iki kardeş. Yoksul bir aileleri var, anneleri hasta ve babaları evin geçimini zar zor sağlıyor. Ali, Zehra’nın ayakkabılarını kaybediyor ve bunu hem korktukları hem de durumunu bildikleri için babalarına anlatamıyorlar. Bu yüzden, iki kardeş günlerini tek bir ayakkabıyı paylaşarak geçirmeye çalışıyorlar. Sabahları okula giderken Zehra giyiyor ayakkabıları, öğleden sonra ise Ali. Derken okulda bir koşu yarışması düzenleniyor ve 3. olana verilecek ödül bir çift ayakkabı. Ali bunu öğrenince yarışmaya başvuruyor ve 3. olmak için çok uğraşıyor ama… Bir çift ayakkabıdan çıkarılabilecek en hüzünlü hikaye… Film, ayakkabıların tamir sahnesiyle açılışını yapıyor. Tamiri yapılan bir çift pembe ayakkabı. Aslında pek giyilebilecek bir durumda değil. Ancak, Zehra’nın tek ayakkabısı ve abisi Ali’ye emanet edilmiş. Ayakkabıları tamirciden alan Ali(Amir Farrokh), eve dönerken manava uğruyor. Sebze seçerken ayakkabıları yere koyuyor ve işi bittikten sonra onların koyduğu yerde olmadığını fark ediyor. Ordaki her yere bakıyor büyük bir telaşla, sebzeleri döküp, satıcıdan azar işitip kovulana kadar arıyor ama ayakkabılar yok... Eve gidiyor ve Zehra(Bahare Seddiqi), ayakkabılarını soruyor abisine. Ali’nin yerine koyuyorsunuz kendinizi o anda. Hasta bir anneniz var ve eve zar zor para getiren bir babanız. Kendinizden birkaç yaş küçük bir kız kardeşiniz var ve onun sahip olduğu tek ayakkabılar size emanet. Üstelik yenisinin kolay kolay alınamayacağını da biliyorsunuz ama onları kaybettiniz… Hiçbir ajitasyon unsuru yok bu filmde, Zehra ayakkabılarını sorduğunda fonda çalan dramatik bir müzik de yok. Yalnızca oyuncular var ve bir de hikaye. Filmi bu kadar güçlü kılan da belki bu. Çocuk oyuncular, yaşlarının çok üzerinde bir performans sergiliyorlar. Ali’nin ayakkabıları kaybettiğinde dolan gözleri, Zehra’nın bunu öğrendiğinde ne diyeceğini bilmeyen ifadesi, size izlediğinizin bir film olduğunu
16
unutturacak türden. Küçük bir sır, büyük bir serüven… İki kardeş aralarında anlaşarak, durumu babalarına anlatmama kararı alırlar. Bu sır, onların en büyük serüveni olacaktır. Ayakkabıları sabah okula giderken Zehra giyer ve öğlen olur olmaz koşarak abisine yetiştirmeye çalışır. Bu yüzden derslerden erken çıkar, elinden geldiğince hızla koşar… Ali ise, Zehra ne kadar hızlı koşsa da hep bir şekilde geç kalır okuluna. İyi bir öğrenci olmasına rağmen bu yüzden, okul müdüründen sürekli azar işitir. Ancak bir gün, okullar arası bir koşu yarışmasının duyurusu yapılır. 3. olana ayakkabı verileceğini öğrenen Ali, bunu Zehra’ya anlatır ve ona yarışa katılıp 3. olacağına dair söz verir. İçimizdeki çocuklar… Majid Majidi’nin vazgeçilmez oyuncularından, Büyükayı ödüllü oyuncu Rıza Naci, bu filmde baba rolünde. Üstelik bu onun ilk filmi. Ailesine ve inançlarına sonuna kadar bağlı ve elinden geleni doğrudan sapmadan yapmaya çalışan yoksul ama onurlu bir baba profili çizmekte. Azeri aksanlı bir baba için, 2500 aday arasından seçilen Rıza Naci, hem öfkeli hem sevecen yani geleneksel bir baba figürü. Ek gelir için bahçıvanlık yaptıktan sonra, umduğundan daha iyi bir para kazanınca çocuklar gibi hayaller kurması, baba karakterinin iç dünyasında çocukları gibi saf ve masum olduğunu gösteriyor. Büyük gün… Zar zor yarışa girmeye hak kazanan Ali, yarış alanına vardıklarında o büyük kalabalığı görür. Onlarca çocuk koşmak için ordadır. Çoğunun ailesi yanındadır çocukların, hatta kimilerinin kameraları vardır. Kıyafetleri oldukça güzel, ayakkabıları yenidir. Büyük bir şaşkınlıkla izler Ali onları, ne düşündüğünü anlayabilirsiniz. Kendisi ayakkabılar için ordadır, peki diğerleri, bu pek çok şeye sahip görünen akranları niye bu yarışa katılmışlardır? Tüm bu şaşkınlığın arasında yarış başlar ve Ali koşar 3. olmak için. Canla başla koşar…
Söyleşi
BOZKIR’IN AYAZINDA Ömer Ferdi Kart,Akdeniz Üniversitesi İletişim fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde eğitim hayatını sürdürmekte.Ortaokulda başlayan tiyatro merakı lise yıllarında oyunlarda sahne almaya başlamasıyla devam etti.Ankara Devlet Tiyatrosunda kendi oyunlarını sergilediler ve tiyatro üzerine eğitim aldı.Oynamanın haricinde yazmaya da tutkusu vardı.Radyo Televizyon ve Sinema bölümünü kazanmasıyla beraber tiyatroya olan ilgisi yerini sinemaya bıraktı. Neden Sinema? Okuduğum bölümün getirdiği sorumluluklar vardı.Tiyatro dönemimde oynamanın yanısıra yazmayı da seviyordum.Oyunculuk ve senaryo anlamında da kendime bişeyler katmak istiyordum.Sinemada bunları daha rahat yapabileceğimi düşündüm. Okul beni bunlarla tanıştırdı.Deneme amaçlı neyin ne olduğunu öğrenmek için ik deneyim olarak arkadaşlarla kısa bir film çektik.Kendi filmimi çek-
meden önce arkadaşlarımın çektikleri filmlerde yardımcı oldum deneyim kazandım.Ses kısmında, görüntü kısmında görev aldım.Kendi filmimi çekebilmek için bu tecrübeleri yaşamam gerektiğini düşünüyordum.Birkaç kısa film ve çeşitli projeler gerçekleştirdik. En büyük şansım Aytekin Çakmakçı’nın fakültemize gelmesi oldu.Onun bize verdiği eğitim sahne bilgisi,görüntü bilgisi,ses bilgisi ve birçok şey bana önemli tecrübeler kazandırdı.
Daha profesyonel işler düşünmeye başladım.Kendi filmimi çekebilecek seviyeye ulaştığımı düşündüm. İlk Tecrübe ‘’BOZKIR’’ Bize Neyden Bahsediyor? Bir söz var:’’Neşet ERTAŞ bozkırda yaşayanlar için bir umut kaynağı’’. Kendim de bozkırda yaşayıp büyüdüğüm için filmin isminin BOZKIR olmasına karar verdim.BOZKIR,Neşet ERTAŞ’tan izler taşıyor.Neşet ERTAŞ’ın türkülerinde birleştirici bir unsur var.
17
Onun türküleri pakette kalan son sigara gibi.Birşey işlemem gerekiyorsa kendimizi, kendi dertlerimizi işlemem gerektiğini düşündüm.Bende bozkırın ayazında doğup büyüdüm.Dertlerimiz var.Toplanamama ve birleşememe gibi…Siyasi düzleme inecek olursak sağ-sol olsun her kesimi birleştirici bir unsur olarak Neşet ERTAŞ nadir insanlardan biri.Tüm bunları göz önüne alarak filme nasıl yansıtabileceğimi düşündüm.Klasik film tarzı dışına çıkmak istedim.Sinema dilinde deneysel film olarak nitelendirilen bir şey yaptım.Kısa film olduğu için diyaloğa yer vermedim.Film 5:47 dakikalık bir film. Farklı bir şey yapmak istiyordum.Filmde karakterlerin yüzleri görünmüyor. Anlatmak istediğim şeyleri sembollerle ve metaforlarla dile getirdim. Filmde anne,baba ve çocuk karakterleri var.Bunlar aynı zamanda toplumu temsil ediyor.Bunları izleyiceye anlatabilmek için objeler kullandım. Baba karakteri bozkırda kendine bakmaya çalışan ama tam bakamayan bir kişiyi temsil ediyor.Bunu da yarı ütülü gömlekle ya da çamurlu bir elle temsil etmeye çalıştım.Anne karakterini çay ile temsil ettim.Çünkü Anadolu’da alkole karşı bi önyargı var.O yüzden bu şekilde temsil ettim.Çocuk karakteri ise dövmeli,rastalı bir tip olarak karşımıza çıkıyor.Bunun nedeni ise senaryo yazım aşamasındayken oturduğum bir kafede böyle bir genç görmem oldu.Mekanda Neşet ERTAŞ çalmasına rağmen bunu hiç yadırgamadı. Filmin konusunun bu çerçevede ilerlemesinin nedeni biraraya gelemeyen bir toplum,aile yapısını Neşet ERTAŞ gibi bir kişiliğin ancak biraraya getirebileceği düşüncesiydi. Farklı Bir Tarzda Film Olması Nedeni İle Anlaşılamama Kaygısı Oldu Mu? Filmde kişilerin yüzleri görünmüyor,-
18
diyalog yok,ses yok,imgeler ve metaforlar var. Tüm bunları yaparken her izleyicinin anlayabileceği düzeye indirmeye çalıştım.Filmde herşeyin bir anlamı var Atılan bir adım bile bir şey ifade ediyor. Tüm bunları kurgularken düşündüğüm şey konuşarak herkes bir şeyleranlatır.Büyük bir risk aldım.Hiçbirşey de anlaşılmayabilirdi de.Sonuçta filmde Neşet ERTAŞ gibi bir kişi temsil ediliyor ve böyle bir kişiyi sıradan bir şekilde anlatmak hadsizlik olurdu.Bu yüzden farklı bir şekilde anlattığımı düşünüyorum. Film Hakkında Çevrenden Ne Gibi Tepkiler Aldın? Film bittikten sonra çevremdeki kişilere izlettim.Evet filmin farklı bir tarzda olduğunu söylediler.Beni motive eden olumlu eleştiriler aldım. Genelde olumlu tepkiler aldığım için yaptığım işin doğru olduğunu düşündüm.En önemlisi fakültemize gelen Ercan KESAL ‘ın görüşleri oldu.Fiilmi kendisine izletme fırsatım oldu.Filmi farklı bulduğunu ve beğendiğini dile getirdi.Eleştirdiği yön ise semboller ve metaforlar ayrımını daha iyi yapmam gerektğini söyledi.Ercan KESAL’ın ‘’ortak dertlerimiz var’’ vurgusu beni çok etkiledi. Film fakülte hocalarım tarafından da değenildi ve devamının gelmesini istediler. İlk Filmin Farklı Bir Tarzdaydı.Bundan Sonraki Projelerinde de Farklılıklar Görecek Miyiz? Evet,henüz yolun başındayım. Bundan sonra yapacağım projeler ve eserler olacak.Amacım farklılık yarat-
maktan ziyade toplumsal sorunları da yansıtmak.Şuan üzerinde çalıştığım projede toplumun din algısı,haksızlık ve aşk üzerine olacak. Filmin Yarışmalara Katılmasını Ve Başarı Elde Etmesini İster Misin? Ben filmi yarışmalara endeksli yapmadım.Sadece yarışmaya girsin başarılar elde edeyim diye çekmedim. Benim bir derdim vardı.Bu derdimi anlatmak adına bir soruna parmak bastım.Filme başlamadan önce amcamı kaybettim.Maneviyat adına amcam için de çektim diyebilirim.Onun içindi. Kaygılarım olmadı.Dışardan aldığım tavsiyeler ve öngörülerde filmi festivallere yollamalısın şeklindeydi.Üzerinde biraz daha çalışarak yarışmalara göndermek istiyorum.Fakültemin ve okulumun ismini yarışmalarda olası bir başarıyla temsil etmek isterim. İleriye Dönük Hedeflerin Neler ve Sinemada Ulaşmak İstediğin Nokta ? Baştada söylediğim gibi yolun daha çok başındayım.Bir ya da birkaç filmle olacak işler değil bunlar.Bunlar henüz başlangıç.Ben sinemayı seviyorum.Ve seviyorsam bu işin eğitim,donanımını tüm hatlarıyla öğrenmem gerek.İşin kamera önünü kamera arkasını kısacası teknik olarak herşeyini tam anlamıyla kavramak öncelikli hedefim.Bu sektörde kendime örnek aldığım ve hayranlık duyduğum kişiler var.Bunlar Onur Ünlü,Tolga Çevik,Ercan Kesal gibi.Olaydan çok durumu yani toplumsal sorunları ele almak istiyorum. Sinemada ulaşmak istediğim nokta bu sektörde tutunmak ve ses getirecek eserler ortaya koyabilmek.
FESTİVAL
Suriye Savaşı’nın Realist Yüzü “Ruh İşgali”
Liwaa Yazji’nin ilk filmi özelliği olan Ruh İşgali, burnumuzun dibinde cereyan eden Suriye Savaşı’nın gerçek yüzünü duygusal girdaplara girmeden anlatan bir yapım. Yazji’nin ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu filmde senaryo ve yapım da aynı isme ait. Belgesel sinemasının seçkin örneklerinden diye bahsedebileceğimiz Ruh İşgali, Türkiye’de ilk kez !f İstanbul’da seyircisi karşısına geçti. Filmi !f İstanbul’un İzmir ayağında izleme şansını elde ettim. Festivalin buradaki versiyonunun açılış filmi olarak belirlenen çarpıcı eser, günümüz insanlarına keskin politik eleştiriler sunuyor. 2012 yılına gidiyoruz Ruh İşgali’nde. Beşar Esad’a karşı savaşan ‘Özgür Suriye Ordusu’ ile yaşanılan iç savaş Suriye’yi kana bularken kaosun içinde kalan insanlar çıkıyor karşımıza. Yazji, savaşta mağdur olan insanların ‘özgür yaşam’ için nerelere sürüklendiklerini anlatıp ortaya ‘şu haklı’, ‘bu haklı’ gibi yargılar koymamış. Ama kapitalizmin Suriye’de oynadığı oyunu cesurca anlatmaktan da kaçınmamış. Bir adam ailesiyle savaştan kaçıp çadır hayatının içinde hayatta kalma
mücadelesi veriyor. Her yer pislik içinde ve toz duman! Diğer karede ‘skype’ üzerinden yakınlarıyla görüşen bir karı-koca ekranda. Bulundukları şehir iç savaşın en yoğun yaşandığı yer. Bu iki insan evlerini inatla terk etmiyor. Ama bulundukları mahalle uçaklardan atılan bombalar yüzünden yerle bir olmuş, her yer toz duman! Şam’dan kaçıp Lübnan’da sokaklarda kalan Suriyelileri görüyoruz. Tozun toprağın içinde süren hayatlara tanık oluyoruz. Suriye’den savaş mağduru olarak göç eden insanların Lübnan’da köle gibi inşaat işlerinde çalıştırılmaları, yine tozun içinde nefes almaya çalışanları karşımıza dikmiş. Yönetmen 117 dakika süren belgeselinde duygusal çatışmalara girmekten inatla kaçınıyor. Didaktik hiçbir ögenin bulunmadığı konu, birbirinden bağımsız gibi görünen görüntülerin ortak amacına yönelmiş. Bazen ‘Özgür Suriye Ordusu’nu haklı bulanlar konuşurken bazen rejim yanlılarının savunmalarını dinliyoruz. Her iki tarafı haklı görmeyip, sadece insan gibi yaşamak isteyen genç bir ismin haykırışı kulaklarımızı delip geçiyor. Ortada
uzun uzun olanı anlatıp bir yargı peşine düşmeyen yönetmen var. Ruh İşgali olaylarının anlatımına bakarak, konunun IŞİD terörünün henüz Suriye’de güçlü olmadığı döneme denk geldiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında iç savaşın sonucunda insanların sadece evlerini terk etmediklerini, bir dünyayı sonlandırıp yeni bir dünyaya doğru amaçsız şekilde yelken açtıklarını anlıyoruz. Belgesel boyunca ister rejim yanlısı olsun ister karşıtı, hiç kimse bulunduğu hayatı terk edip gitmek istemiyor. Küresel güçlerin Ortadoğu coğrafyasında yarattığı trajedi hep batılı güçlerin gözünden bizlere aktarıldı. Fransa, Suriye, Lübnan ortak yapımı Ruh İşgali ise Liwaa Yazji sayesinde savaşın gerçeklerini, gerçekten o bölgede yaşayan insanların gözünden aktarıyor. Realist yapısıyla film günümüz dünyasını acımasızca eleştirmiş. Görüntü kalitesinin arka plana itildiği, daha çok olay örgüsü üzerinden işlenen konu yapısı filmin önemli ayrıcalığı! Ayrıca filmi izlerken insanların tek damla gözyaşı dökmediklerini görüp şaşıracaksınız.
19
İNCELEME
2000’lerde Festivaller ve Sansür Türkiye’de düzenlenen film festivalleri, büyük heyecanla beklenen film takvimleri açıklandığı sırada sansür kelimesi ile anılmazken, mesele filmlerin gösterime girdiği andan itibaren alevlenir. Bakanlık eliyle yapılan ankette sinema tarihimizin En İyi Filmi seçilen Susuz Yaz filmi seyircisi ile buluştuğu 1964’te “ahlaksız” bulunarak yasaklanmıştı. Türkiye’de o yıllarda başarı yakalamayacağını anlayan yönetmen filmi Berlin Film Festivali’ne gizlice götürerek en itibarlı ödüllerden biri olan Altın Ayı ödülüne kazanarak dünya çapında yankı uyandırdı. Fakat ülkesinde yıllar sonra düzenlenen festivallerde gösterilmiştir. Oysa bugüne baktığımızda Türkiye’de düzenlenen festivaller daha özerk bir kimlik kazandılar. Asıl soru festivallerin bu kimliklerini koruyup koruyamayacakları. Ülkemizde birçok film bu festivallerde veya çeşitli organizasyonlarda yapılan bağımsız gösterimlerde fark ediliyor. Ta ki valilik ve yerel yönetimler keyfi sansür uygulamalarıyla karşılarına çıkmaz ise. Zaten bağımsız filmlerin gösterilebilecekleri başka bir faaliyet ortamı bulunmuyor. Ne televizyon kanalları tarafından satın alıyorlar ne de ticari anlamda gösterim şansı bulabiliyorlar. Ayrıca festivallerde yer alan belgesel yönetmenlerinin, ötekileştirildiklerini beyan eden açıklamaları bu konuya ışık tutar ve doğrular nitelikte. 47.Altın Portakal’da Festus Okey’in gözaltında öldürülmesini anlatan
20
Ofsayt filmiyle En İyi İlk Belgesel ödülünü alan Reyan Tuvi’nin geçen yıl aynı festivalde başına gelenler bu bağlamda göz ardı edilemez. Meydana gelen olumsuzluklara rağmen festivaller, belgeselcilik için önemli bir araç niteliğinde. Öte yandan, 2014’te Lars von Trier’in filmi Nymphomaniac, yasaklanmadan önce !f İstanbul Bağımsız Film Festivali’nde, yasaklandıktan sonra ise 33. İstanbul Film Festivali’nde sansürden sıyrıldı. Ocak, 2014’e kadar herhangi bir devlet kurumundan engelleme ve açık bir müdahale görünmüyordu. Altın Portakal Festivali, Yeryüzü’nü devletin bile başvurmadığı bir şekilde, TCK’yı ileri sürerek yarış dışı bırakıyor. Aynı zamanda kendini devletin yasama organı yerine koyarak asıl görevinin dışına çıkıyordu. Sanatçıdan yana olmak, serbestçe ifade ortamı oluşturmak yerine baskıcı hareketlerle özgürlüğü kısıtlamakla görevlendirilmiş bir kurum gibi hareket ediyordu. Daha sonrasında Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü ulusal film festivallerinde gösterilecek filmlere bakanlık denetiminden geçme zorunluluğu getirerek 1988 yılında sansür kurulunun beş filme sansür istemesi üzerine Elia Kazan önderliğinde yapılan protestolarla kaldırılan bu uygulamayı tekrar hayata geçirdi. Altın Portakal’ın 51 yılı geride bıraktığı 2014 yılında, Reyan Tuvi’nin “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek”
adını taşıyan filmin sansürü ile ilgili SİYAD üyeleri arasında fikir ayrılığı oluştu. 70 SİYAD üyesi sansür ile ilgili yapılan resmi açıklamayı yetersiz bularak yeni bir açıklama yapma gereği duydu. Bu olayın ardından SİYAD – Sinema Yazarları Derneği 10. Dönem yönetim kurulunda başkanlık görevinde bulunan Alin Taşçıyan ve asil üye Elif Tunca, dernek yönetim kurulu üyeliğinden istifa ettiğini bildiren dilekçesini yönetim kuruluna sunarak görevinden ayrıldı. İstifasında danışma komitesinde yer aldığı Altın Portakal Film Festivali’nde patlak veren sansür skandalının ardından sinema yazarlarına aldığı karşı tavrın etkili olduğu söylendi. Gelen sansür karşısında tepkiler büyüyerek festival komitesini endişelendirdi. Komitenin uzlaşma çağrısı tepkileri dindirmedi. 10 jüri üyesinin ardından yarışmadaki 15 belgeselden 13'ü de “Sanatsal özgürlüğün güvence altına alınmasını her şeyden daha çok önemsiyoruz” diyen ortak açıklamayla festivalden çekilince, Ulusal Belgesel Yarışması iptal edildi. “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” filminin özeti: Türkiye, tarihinin en görkemli sivil ayaklanmalarından birine 2013 Mayıs’ının son günlerinde İstanbul’un kalbi Taksim Meydanı’nda şahit oldu. Şehrin merkezinde son yeşil alan olan Gezi Parkı’nın bulunduğu yere tarihi bir kışla ve alışveriş merkezi yapılması
filmlere de yönetmeliğin yurtdışı filmlere tanıdığı istisnanın uygulanması için görüşmelerde bulunuyordu ve bulunmaya devam edecek. Ancak hâlihazırda bu yönetmelik gereği festivale seçilen filmlerin gösterilebilmesi için kayıt tescil belgesi almaları zorunluluğu devam ettiğinden festival kapsamında gösterilecek diğer yerli filmlerin de bu belgeyi alması gerekmektedir.”
için ağaçların dozerlerle sökülmesiyle başlatılan yıkım, milyonlarca insanı sokağa döktü. Film, bu toprakların mozaiğini oluşturan ve Gezi’de yerini alan farklı yaşam tarzlarına ve ideolojilere sahip karakterlerin, kaderlerini değiştirme içgüdüsüyle, yeryüzünü nasıl hayal ediyorlarsa Gezi’de de öyle bir dünya kurmak için verdikleri mücadeleyi anlatıyor.
macılar ve festivaller Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın uyguladığı sansürden zarar görmektedir. Sonuç olarak, Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu (FIPRESCI) jürisi, 34. İstanbul Film Festivali’nden çekilme kararı almıştır. İnanıyoruz ki İstanbul Film Festivali, Türkiye’de bağımsız sinemayı desteklemeye devam edecektir.”
“Bakur” sansürüne kolektif tepki Türkiye’de ve uluslararası arenada önemli yeri olan ve İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen 34. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından uygulanan sansür nedeniyle sinema meslek birliklerini, sinema emekçilerini, sinema yazarlarını ve tüm sinemaseverler dayanışmaya çağırıldı. Bağımsız yapımlar için seyircisi ile buluşabildiği tek platform olan İstanbul Film Festivali, uluslararası alanda da tepkilere neden oldu. Uluslararası Sinema Yazarları Federasyonu (FIPRISCI) jürisi üyeleri, yaptıkları açıklamayla festivale tam destek verdi.
Ertuğrul Mavioğlu ve Çayan Demirel’in yönettiği Bir Gerilla Belgeseli: Bakur(Kuzey) filminin tescil belgesinin olmadığı nedeniyle gösterime saatler kala son dakikada iptali sonucu tepki olarak 22 film festivalden çekilirken, bu sinemacılar aralarında imza listesi oluşturdular. Bu koşullar altında İstanbul Film Festivali’nin tüm gösterimlerini durdurmasını talep ederek sansüre karşı toplu bir direniş göstermenin yararına değindiler. Ayrıca bu meselede ayrımcılık olduğuna değinen İKSV’den konuya ilişkin şöyle bir açıklama yapıldı: “Yabancı filmler bu yönetmelik kapsamında değerlendirilmemektedir. İstanbul Film Festivali olarak yabancı filmler için tanınan muafiyetin yerli yapımlar için de uygulanması gerektiğini düşünüyoruz. İstanbul Film Festivali, şimdiye kadar programında gösterilecek yerli
FIPRISCI’in açıklaması şöyle: “34. İstanbul Film Festivali FIPRESCI jürisi olarak, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından uygulanan sansüre maruz kalmış olan Türkiye sinema camiasıyla ve 30 yıldan fazladır hem ulusal hem uluslararası bağımsız yapımlar için etkin bir gösterim platformu olan, Türkiye’nin en önemli sinema etkinliği İstanbul Film Festivali ile dayanışma içinde olduğumuzu duyururuz. Ulusal festivallerde gösterilen yerli filmlerin resmi bir belge almasını zorunlu kılan ve istendiğinde sansür ya da politik baskı aracı olarak kullanılabilen yasal düzenlemeye kuvvetle karşı çıkıyoruz. Türkiye’deki sine-
Son olarak Ankara Uluslararası Film Festivali’nde ulusal dalda belgesel ve kısa film kategorilerini iptal etmek zorunda kaldıklarını açıklayarak, 5224 sayılı kanunun ilk kez kullanıldığını belirterek festivallerin film gösteremez duruma geldiğini açıkladı. “Yarışma filmlerinden birinin bile belgesini getiremediği durumda, adil yarışma koşulları ortadan kalkacaktır" açıklamasında bulunan festival yönetimi iptal kararını basına duyurmuş oldu. Ticari gösterimler dışındaki gösterimleri de etkileyen bu yasanın değişimi için tüm festivaller ve meslek örgütlerini dayanışmaya çağırıldı. Tüm bu yaşananlar, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu kültür-sanat ortamına derin yaralar açarak günümüzde de çağdışı yöntemlerin uygulanabilirliğini göstermektedir. Festivaller yeni sinemacıların parladığı bir ortam olmalı ve sinemamızın uluslararası başarısının dayanağının festivallerde yaratılan özgür ortam olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Festivallerin kazandıkları prestijlerini kaybetmesi Türkiye sinemasının gelişmesine engel teşkil eder. Bu sansürlerin devamı ise diğer sanat dallarına da etki ederek toplumun yaratıcılık ve hayal gücünü kullanmasını önler. Çağdaş demokrasilerde yasaklar ve baskılar, kişisel hak ve temel özgürlüklerin önüne geçtiği anda demokratik işleyişi kesintiye uğratarak toplumu hukuksuz ve anti demokratik yöntemlere sürükler.
21
RÖPORTAJ
UMUTLARA YÜRÜYEN ADAM 22
Akdeniz Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü'nü bitirdikten sonra şimdi aynı bölümde yüksek lisansına devam eden Muhammed Beyazdağ (25), türlü zorluklarla çektiği Zarok ve Çirok belgeselleriyle sinema dalında adından söz ettirmeyi başardı. Zarok ve Çirok belgesellerinden Uluslararası İstanbul Kısa Film Yarışmasından aldığı En İyi Belgesel ödülü dahil, aldığı onlarca ödüllerle de bunu kanıtlayan Beyazdağ, son belgesel filmi Minibüsle’de “El Üçlemesi” adını verdiği bu başarı serisine devam etmek istiyor. Bazı insanlar vardır geleceğe kısa ama emin adımlarla yürüyen. Bu insanlardır ki geleceğe yön veren ve geleceği şekillendiren. İşte Muhammed Beyazdağ’da tam böyle bir insan. Çektiği belgesel filmleride bunun en iyi göstergesi. Bölümünü bitirme proje olarak çektiği Zarok, yani genç yaşta evlendirilen kadınları anlattığı belgeseliyle ön plana çıkmaya başlayan Muhammed Beyazadağ, mezun olduktan sonra çektiği Çirok’la, yani küçük damatları anlattığı belgeselle de adından söz ettirmeyi başardı ve birçok ödül aldı. Zarok’u bitirme projesi olarak çektim….. Ve bu belgeseli çekmeme etrafımdaki insanlar sebep oldu… Zaruk’u çekmeye karar verdiğimde son sınıfa geliyordum ve önümde bir bitirme projesi vardı. Bu projeyi hayata geçirmemde etrafımda gördüğüm insanlar ilham kaynağım oldu diyebilirim. Çünkü çevremdeki bir sürü kadın ki bunlara bazı akrabalarım da dahil birçok kadın çocuk yaşta evlenip anne olduklarını söylüyorlardı. Bende bu durumun üzerine gitmek için hayal gücümün verdiği heyecanla o kadınların karanlık gecelerini aydınlatmak istedim. Çekimler için Muş’a gitmem gerekiyordu. Bunca yıllık hayatımda doğduğum yer olan Muş’a ilk defa o zaman gittim. Çünkü değişik nedenlerden dolayı ailem, ben daha küçükken İstanbul’a taşındı.
Bende hayalini kurduğum ve bitirme projem olan bu belgeseli çekmek için Muş’a gittim. Hayallerinin peşinde koşan Beyazdağ, Muş’a gittiğinde çeşitli sorunlarla karşılaştı ama bunlardan yılmayıp geleceği karanlığa börünen insanların geleceğini parlatmak için onları kamera karşısına aldı. Çekimleri eşleri evde yokken çekiyorduk... Çok zorlandığım zamanlar oldu ama “Eller Üçlemesi” bu yolla aklıma geldi… Doğu kadınları yaşadıklarını kimseye anlatmazlar. Yaşadıkları
genelde kendileriyle mezara girer. Oysa Beyazdağ bölgede etkili olan bir kadın derneği ve akrabalarının vasıtasıyla o insanlara hatta bütün insanlığa kapanmış olan kadınların o gizli dünyalarını kameralara açmayı başardı… Muş’un havası İstanbul’un havasına benzemez ve orada yağmurun ne zaman yağacağı belli olmaz tıpkı ülkenin en ücra köşesindeki kaderleri ve kederleri anne-babalarının ellerine bırakılan küçük yaştaki kızlar gibi. Bende bu kızların kader ve kederlerini çekmek için okuldan aldığım
kamera v.b. araç-gereçle çekimlere başladım. Kadınlar eşleri evdeyken konuşmayı istemedikleri için çekimler için sadece gündüzleri uygundu, buna yağmurlu günleri de eklersek bu da çekimlerin uzamasına sebep oldu. Kadınlar genelde yüzlerini çekmeme izin vermedikleri için bende ellerini kullanmayı düşündüm ve “Eller Üçlemesi” o ara aklıma geldi diyebilirim. Bu o kadınların alınlarına yazılmış iyi bir yazgımı yoksa benim şansım mıydı bilemedim. Kadınların yaşadıklarını anlatırken ellerini sıkı sıkıya tutması, sanki o korkunç anları tekrar yaşıyor olmaları da benim seçimimde ne kadar isabetli bir karar aldığımın göstergesi oldu. Çirok’ta çocuk damatları anlattım. Daha önce hiç kimse çocuk damatlar konusuna değinmedi. Bunu ilk kez ben yaptım… Tıpkı çocuk yaşta evlendirilen kızlar gibi çocuk yaşta evlendirilen oğlanlarda vardır. Ataerkil toplumun onlara yüklediği bu erkek rolünü küçük yaşta omuzlayan bu çocuklar, hayatın daha doğrusu ebeveynlerinin kendilerine yüklediği bu evlilik yükünü hayatları boyunca taşırlar tıpkı uçmayı öğrenmeden yuvalarından kaçmak isteyen küçük kuşlar gibi… Beyazdağ’da bu soruna Çirok’la değindi. Zarok’u çekerken aklıma aslında herkes tarafından görülen fakat kimse tarafından pek irdelenmeyen çocuk damatlar geldi. Bunun içinde tıpkı kız çocuklar gibi çocuk yaşta evlendirilen damatlarla kamera karşısına geçtik. Burada da Zarok’tan farklı olarak erkek damatların elleriyle beraber göğüs kısımlarını da çektik. Ama neticede herkesi rahatsız eden bu toplumsal olayı gündeme getirmeye çalıştık. Erkekler sırtlarına yüklenen bu yükü zorlukla taşıyıp bugünün anne ve babaları oldular. Tabi yaşadıkları bu acımasız hayatın bütün zorluklarına karşı ayakta durabilen bu çocuk damatlar, çocuklarının da tıpkı kendileri gibi küçük yaşta evlendiril-
23
melerini engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Alınlarına yazılan bu kara yazıyı değiştirmek için adeta çocukarının üzerine titriyorlar. Belgeseli izlerken seyirci bunu en iyi şekilde görecektir. Minibüs’ün çekimleri bitti. Teknik açıdan kendimi biraz daha geliştirdim diyebilirim… Bu toplumsal olayda çocuk gelinler, çocuk damatlar kadar anne ve babalarda bu üçlemenin olmazsa olmazıdır. Çünkü babaları ve anneleridir bu küçük yaşta hayata türlü zorluklarla başlayan bu hayatların sorumlusu. Neticede gelenek ve göreneklerinden gelen bu erken yaştaki evlenme alışkanlığına son vermek onlara nasip olmadı. Çünkü onlarda daha yeni yeni tanımaya başladıkları bu hayata gözlerini açmaya başladıkları andan itibaren anne ve babaları tarafından tepe taklak evlendirilip birer anne ve baba oldular, tıpkı geçmişteki ataları gibi. Bunu değiştirmek evlatlarına nasip olsada bunun alt yapısını,
24
cehaletin tozlarını aslında üzerlerinden atan ilk onlardı. Tıpkı kelebeğin uçmak için içinden çıktığı tırtıl gibilerdi onlarda… Bende üçlemenin son ayağı olan Minibüs’ün yani bu acılı hayatlara neden olan anne ve babalarla kameraların karşısına geçtim ve neticede çekimleri bitirdim. Anne ve babaları çekerken şunun farkına vardım. Aslında çocuklarından önce doğudaki ve tüm Türkiye’deki cehalet engelini ilk aşmaya çalışanların o dönemdeki anne ve babaların olduğunu öğrendim. Çevrelerinde yeterince az olmalarından dolayı kara yazılarını değiştiremediler o dönemde ve kara kaderlerini yaşamaya mahkum bırakıldılar. Daha doğrusu daha kendini bile tanımadan evlenen ve onları evlenmek zorunda bırakan bir zihniyetin ürünü oldular diyebiliriz. İşte daha hayatının yirmi beşinde olan Beyazdağ’ın çektiği bu belgesel filmler, Türkiye’nin en ücra köşelerinde yaşamanın ne kadar zorlu olduğunun bir göstergesi ve aslında Beyazdağ’ın gerçeği ne kadar iyi yakaladığının bir belgesi….
RUTİN
Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin hazırladığı kısa metrajlı kurmaca film “Mitomani” iki yarışmadan ödülle döndü. Ekibinde Mahmut Atılgan, Bulut Gümüşboğa, Sultan Turan ve Furkan Özdemir’in yer aldığı kısa film, 8. İnönü Kısa Film Yarışması’nda Birincilik Ödülüne, Çukurova Kısa Film Yarışması’nda ise Jüri Özel Ödülüne layık görüldü.
Akdeniz Lara ve Falez Rotary Kulüpleri ile Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi iş birliğince düzenlenen 7. Rotary Kısa Film Festivali kapsamında yapılan söyleşi, Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Konferans Salonu’nda gerçekleştirildi. Moderatörlüğünü Kutsal Kaynak’ın yaptığı ‘Yönetmen ve Senarist Gözüyle Türk Sineması’ adlı söyleşiye yönetmen Serdar Temizcan ve senarist Uğur Sencer Aydın katıldı. Söyleşiye, ‘Kutsal Bir Gün’ filminin senaristi Uğur Sencer Aydın; “film süreci kaba tabirle senarist, yapımcı ve yönetmen bileşenlerinden oluşan bir süreçtir. Asıl yaratıcılığı belirleyen ise senarist ve yönetmendir. Okuduğumuz roman ve filmleri bazen beğeniriz bazen beğenmeyiz herkes orada kendi imgesini yaratır. Birçok senarist yazdığı filmin bitmiş halini görünce reddedebilir.
Ankara Uluslar arası Film Festivalinde Finale kalan Belgeseller ve Filmler açıklandı. Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından bu yıl 26.’cısı düzenlenen Ankara Uluslararası Film Festivalinde Belgesel Kategorisinde Muhammet Beyazdağ “Çirok” belgeseli ile Kısa Film kategorisinde Resul Sakınmaz "Suyun Öte Yanı / Tzkaişi Ekole” filmi ile finale kaldılar.
Akdeniz Lara ve Falez Rotary Kulüpleri ile Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi iş birliğince düzenlenen 7. Rotary Kısa Film Festivali kapsamında yapılan "Dünden Bugüne Türk Sineması" adlı söyleşi, Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Konferans Salonu’nda gerçekleştirildi. ‘Dünden Bugüne Türk Sineması’ konulu söyleşiye konuk olarak Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu’da gibi filmlerde senaristlik ve oyunculuk yapan Ercan Kesal katıldı. Moderatörlüğünü Doç. Dr. Emine Uçar İlboğa’nın yaptığı söyleşi Kesal’ın, ‘Sinema nedir?’ sorusunu cevaplaması ile başladı ve sözlerine ”Edebiyat, sanat, sinema size hayatın dayattığı ve hiç-
bir işe yaramayan kendi bulduğumuz bir başkaldırıdır. Sanat, sinema bu işe yarar, size dayatılanları reddeder ve o hayatı yaşanır hale getirir.Sinema ile öz saygınızı yakalarsınız” şeklinde devam etti. Bellek konusuna da değinen senarist belleğin önemini “bellek bir insanın vicdanıdır. Bellek geçmiş bir zaman parçası değil.Geçmiş şu andan daha önemli.Şuan yaşanılanlar yarın yada birkaç saat sonra değerli olacak. Benim geçmişim şu anda buraya gelmemi sağlayan, ben geçmişimle buradayım. Geçmişi ve bu günü bilirsem geleceği bilirim.Bellek benim vicdanım bu yüzden unutmak ihanettir” sözleriyle vurguladı. Katılımcıların sorularının cevaplandırılmasının ardından söyleşiye son verildi.
25
26
Deneme
Bütün O Jazz: “Whiplash” Her insan hayatı boyunca kendisinden daha yüksek otoriteye sahip çeşitli figürlerle karşılaşır. Michel Foucault’nun çalışmalarının gösterdiği üzere bu figürler ebeveynlerden öğretmenlere, patronlardan hapishane gardiyanlarına, doktorlardan hükumet yetkililerine kadar farklılaşabilir. Fakat bu figürün iktidarı onun elini boğazımıza doladığı anda değil, onun yokluğunda bizim herhangi bir somut zorunluluk olmadan boğmaya başlamamız ile kendini gösterir. Damien Chazelle’in 3 dalda Oscar ödüllü (kurgu, ses miksajı ve yardımcı erkek oyuncu) filmi Whiplash’de otorite figürü olarak elimizde, J.K. Simmons’ın harika bir performansla oynadığı, bir öğretmen; ülkenin en prestijli ve namı duyulmuş okullarından birinde (uydurma bir okul olan “Shaffer”) çalışan bir müzik öğretmeni var. Genç bir jazz davulcusunun bu öğretmenin okuldaki başka öğrencilerle oluşturduğu grubuna katılmasını ve onun katı kurallarının, fiziksel şiddet içeren yöntemlerinin altında kendini eğitip “dünyanın en iyi davulcusu” olmaya çalışmasını anlatıyor Whiplash. Bu yaklaşımından dolayı filme birçok eleştirmen tarafından “faşist” damgası vuruldu. Burada filmi bu tarz eleştirilere karşı savunmaya çalışacağım. Sinemaya çok yabancı değil otoriteyle birey arasındaki ilişkinin incelenmesi. Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket’ından (1987) Milos Forman’ın One Flew Over Cuckoo’s Nest’ine (Guguk Kuşu, 1975) iktidar teknolojilerinin nasıl işlediğine dair bir hayli film kafa yormuş, toplumda sıradan olarak karşıladığımız Çürük/ Sağlam, Hasta/Sağlıklı, Suçlu/Masum, Deli/Normal türünden ikilikleri yadırgatmayı amaçlamıştı. İktidar ile neyi kastettiğimizi biraz açmak için sözü Foucault’ya bırakalım: “İktidar mekanizmasını düşünürken onun kılcal damarları andıran varoluş biçimini düşünüyorum; iktidarın bireylerin en ufak tanelerine kadar iş-
lediği, onların bedenlerine dokunduğu ve kendini onların eylem ile tavırlarına, söylemlerine, öğrenim süreçlerine, gündelik hayatlarına yerleştirdiği noktayı düşünüyorum.” Whiplash gibi filmler ise Foucault’nun çalışmalarında kendini göstermeyen, daha doğrusu gösteren ama soykütüğü çıkarılmayan, başka bir ikilik üzerine kafa yorarlar: Mükemmel/ Mükemmel olmayan. Nasıl önceki ikilikler kendilerini kışla, klinik , hapishane, tımarhane gibi kurumlarda gösteriyor ise bu ikilik kendini sanat eğitimi veren konservatuar tarzındaki kurumlarda gösterir. Buradaki eğitmen mükemmel olmanın bilgisini, gizli formulünü taşımaktadır. Dolayısıyla bilgi ve iktidarın sarmaş dolaş yapısı bir kez daha kendisini gösterir filmde:“…[b]ilgi alanının oluşumuyla bağlantılı olmayan hiçbir iktidar ilişkisi yoktur; benzer bir şekilde iktidar ilişkilerini gerektiren ve aynı anda onları oluşturan bilgi de yoktur.” Bu sebeple, ilk kertede öyle gözükse de, Whiplash’i bir “müzik filmi” yahut “müzik hakkında bir film” olarak değerlendirmemek gerekir. Nasıl ki Daron Aronofsky’nin 2010 tarihli Black Swan’ı (Siyah Kuğu) “bale” yahut “kuğu gölü” hakkında değil ise veya Rocky basit bir “güreş filmi” değilse Whiplash de aynı sebeplerden bir “müzik filmi” değildir. Bu üç filmin (benzer örnekler elbette çoğaltılabilir) ortak özelliği “başarı”ya giden yolu anlatmalarıdır; başka bir deyişle, toplumsal ilişkilerin etki alanına giremeyen “asosyal” kişilerin buraya zorlu bir eğitim süreciyle sokuşturulmasını anlatır bu üç film: Bireylerin özneleşmelerini ve bu özneleşme sürecinin çeşitli iktidar mekanizmaları tarafından nasıl gerçekleştirildiğini. Fakat daha önemli bir ortak noktaları şudur ki üç filmi de sıradan bir müzik, bale ya da spor filmi olmaktan çıkaran bu eğitim sürecinin odak noktasında bedenlerin olduğunu göstermeleridir.
27
Black Swan’ın en çarpıcı sahnelerinden biri Nina’nın eti ile tırnağı arasındaki bağın koptuğu sahneyken Rocky de filmin etkisi onun bedeninin aldığı hasarlarla doğru orantılıdır; Whiplash’de eğitmenin beden üzerine yaptığı baskı ötekilerden daha belirgindir hatta: Öbürlerinde kişiler bedenlerini kendileri zor duruma sokmuşken ve eğitmenin doğrudan bir etkisi yokken Whiplash’in eğitmen figürü bedene doğrudan ve apaçık bir baskı uygulamaktan çekinmez. Eğittiği kişiye tokat da atabilir, kafasına bir sandalye de fırlatabilir; onun istekleri kişileri hastanelik bile edebilir. Bu açıdan üç film de lise ve ilkokullardakini andıran türden bir “beden eğitimi dersi”ne benzemektedir. Gösteri, maç, konser kimsenin umrunda değildir; önemli olan topluma ayak uyduramadığı için müzikle, baleyle, boksla ilgilenen bireylerin bunların öğretildiği kurumlar aracılığıyla bedenlerinin terbiye edilmesi ve artık asosyal olmayacak bir şekilde “iyileştirilmeleri” ve disipline edilmeleridir: “Hükümranlık bir toprak parçasının sınırları içerisinde uygulanır, disiplin ise bireylerin bedenlerinin üzerinde.” Bu sebeple bu eğitim kurumları beden eğitimi derslerini andırdıkları kadar hapishaneleri, kışlaları, tımarhaneleri, fabrikaları, hastahaneleri de andırırlar ki Foucault’ya göre zaten bu kurumlar da okulları andırmaktadır. Whiplash, Black Swan ve Rocky aynı meseleyi irdeleler ancak farklı sonuçlara varırlar. Rocky de beden üzerine kurulan iktidar filmin finalinde bir zafere dönüşür. İnsanlık dışı bir süreçten geçilmiştir ama filmin bağlamı içerisinde “buna değmiştir.” Zafere ulaşmak, maçın sonunda hakemin senin elini kaldırması için her yol mübahtır Rocky’de. Black Swan ise tam da bu zorlu sürecin bir zafere dönüşmesini sorunsallaştırır. Nina “Yalnızca mükemmel olmak istiyordum” diyerek performansı zirve noktasına çıkardığında – maçı kazandığında- aslında çoktan kaybetmiş olduğunun, iktidarın iliklerine kadar işlediğinin farkındadır. Mükemmel olmak, maçı kazanmak, konserde düzgün çalmak imkansızdır Black Swan için; mükemmel olmanın kendisi mükemmel olmayan bir şeydir. Whiplash ise bu iki filmden de farklı bir noktada durur. Ne hakiki bir sorunsallaştırma vardır ne de görkemli bir zafer. Bir mükemmelik arayışı yine mevcuttur filmde: Bu sefer “konserde kusursuz, her şeyi doğru tempoda çalmak” suretine bürünmüştür. Fakat bu defasında filmin tavrını net olarak kestiremeyiz. Filmin ikircikli finali sanki bunu tam olarak kestirebilemeyelim diye konulmuştur. Rocky’deki gibi bir kutlama veya Black Swan’ın karamsamlığın olmadığı kesin gibidir Whiplash’de. Ancak Whiplash, Black Swan ve Rocky’de bulunmayan bir takım başka dinamikleri de işin içine katarak kesin bir “kutlama/kınama” ikiliğinde taraf olmamıza izin vermez. Örneğin Black Swan’daki anne-kız ilişkisi Whiplash’de ana karakterin erkek olmasından dolayı bir baba-oğul ilişkisine evrilir ve bununla beraber filme Black Swan’da olmayan Ödipal bir katman eklenir. Böylece filmin finalinden önceki sahne iktidara bütünüyle teslim olmak, onun insanlık dışı yöntemlerinin geçerli olduğunu onaylamak anlamına geldiği gibi aynı zamanda daha temel bir baskı aracı olan Ödipalizasyondan kaçmak anlamına da gelir. Andrew, “babası ve daha kötüsü” arasında tercih yapmaya bırakılır bu sahnede. Jacques Lacan bunu “zorunlu seçim” olarak tanımlar ve bir hırsızın ıssız bir sokakta önünüzü kesip sorduğu “Ya paran ya canın!” sorusu üzerinden açıklar. Lacan’a göre burada sunulan bir “yalancı dikotomi”dir. Aslında ortada bir “seçim” yoktur, zira parayı seçmek gibi bir lüksümüz yoktur. Parayı kaybettiğimizde canı da kaybederiz; canı seçtiğimizde ise o an mevcut haliyle orada bulunan hayatımızı değil onun özgür semiçden ve özgürlük mefhumundan arındırılmış halini seçeceğimiz için ikinci seçenek de sorunludur. Parayı seçmek gibi bir lüksümüzün olmadığı bildiğimizden parayı seçeriz; ancak bunu yaparak özgür tercih diye bir şeyin olmadığını olumlamış oluruz. Bu sebeple eğer parayı tercih etmek gibi bir seçimin ihtimaller dahilinde bile olmamasından dolayı hayatımızı seçersek özgürlükten yoksun bir hayat yaşamaya mahkum oluruz. İki ihtimal de bize şunu gösterir ki; burada özgürce seçim yapma şansımız yoktur. Mitolojide (ve tabii edebiyatta) karşımıza çıkan bir örneği Antigone’dir. Antigone, Lacan’ın okumasında Kreon’un katı devlet yasası ile canı arasında bir tercih yapmak zorundadır; o da ünlü final sahnesinde olduğu üzere canını vermeyi seçer. Lacan’a göre bu hakiki bir etik eylemdir. Eylemin kendisi “zorunlu seçim yapma özgürlüğünü” redderek bu seçimi yaptırmak zorunda bırakan büyük Öteki’nin altını oyar. Whiplash’in son sahnesine geçmeden önceki sekansda hatırlanması gereken işte bu hakiki bir özgür tercih yapmanın koşuludur. Gerçekten özgür bir seçim önceden verilmiş şıklar arasında bir tercih yaparak değil ancak bizzat bu şıkları sorgulayarak yapılabilir. Fakat bir özne olduğumuzu kanıtlamamız için bilinçli seçimler yapmamız
28
da gerekmektedir. Bundan dolayı yapacağımız tercihle tercih oyununu bozmamız, seçme özgürlüğünün bir illüzyon ibaret olduğunu göstermemiz gerekir. Amansız bir anti-Lacancı olmasına rağmen Gilles Deleuze bu durumu Lacan’ın tercih üzerine söylediklerine benzer bir biçimde sorunsallaştırır: “Pascal’dan Kierkegaard’a büyüleyici bir fikir inşa edilmiştir: Tercih, terimler arasında değil ancak varoluş biçimleri arasında yapılır. Bazı tercihler yalnızca kişinin ortada bir tercih olmadığına ikna etmesiyle mümkün olabilir: Bazen ahlaki bir zorunluluk (iyi,kötü), bazen fiziksel zorunluluklar (şeylerin oluş biçimi, durum), bazense psikolojik zorunluluklardan (birinin bir şeye arzusu) olabilir bu. Ruhani tercih, bilmemek şartıyla seçilen varoluş biçimi ile meselenin tam da bir “seçme” meselesi olduğu bilen varoluş biçimi arasında yapılır. Sanki ortada bir “tercihin tercihi” ya da olmayan-tercih vardır. Eğer bir seçim yapma bilincine sahipsem, öyleyse artık çoktan seçme şansımın olmadığı tercihler ve takip etme ihtimalimin kalmadığı varoluş biçimleri vardır – takip ettiklerimi ise kendimi ortada tercih diye bir şeyin olmadığı ilkesine inandırarak takip edebilmişimdir.” Deleuze, Kierkegaard’ın Korku ve Titreme’sine referans vererek devam eder: “Kierkegaard diyordu ki gerçek tercih gelini terk ederek yapılır; bu eylem sayesinde gelin bizim için yenilenir. İbrahim oğlunu feda etme eylemi sayesinde onu tekrardan keşfeder. Agememmnon kızı Iphegenia’yı sadece ama sadece görevi öyle gerektirdiği için feda eder ve tercih yapmamayı seçer. İbrahim ise, tam tersine, kendinden bile daha çok sevdiği oğlunu yalnızca tercihten dolayı feda eder ve bu tercihin bilinçliliği onu Tanrı’yla, iyi ve kötünün ötesiyle, birleştirir.” Andrew, babası ve Fletcher arasında bir tercih yapması gerektiğinde Fletcher’ı seçer çünkü tam da onu seçmemesi gerektiğinden gerçek bir tercih yapmıştır. Özne kendi varoluşunu tehdit edecek, onu risk altına alacak tercihi yaparak
varoluşunu onaylar ve bu sayede, Deleuze’ün deyişiyle, “iyi ve kötünün ötesine” geçer. Dolayısıyla burada söz konusu olan Fletcher’ın “faşizan” tekniklerinin doğrudan onaylanması değildir: Bu tekniklerin yalnızca onaylanarak ne kadar insan dışı oldukları vurgulanabilir. Whiplash’dekini andıran türden bir başka örnek verelim: Charles Dickens’ın klasik romanı Büyük Umutlar. Romanın üzerine “büyük umutlar” beslenen kahramanı Pip, adını vermeyen bir hayırseverden gelen paralarla Londra’ya gider ve burada herkesin üzerine düştüğü bir centilmen olur. Pip üzerine beslenen “büyük umutlar” onun herkesin hayran olacağı bir centilmen, bir “büyük adam” olmasının umutları değildir fakat bu centilmenliği, Londra’da yaşadığı görkemli hayatını terk edip kendi küçük kasabasına bir gün geri döneceğinin umutlarıdır. Londra’nın cazip hayatı ile kasabasının sakinliği arasında yaptığı tercihte belirlenir Pip’in “büyük umutları” yerine getirip getiremeyeceği. Başka bir deyişle, ortada yine otantik bir tercih, alternatif bir varoluş biçimi yoktur. Pip, üzerinde büyük umutlar beslenen kişi olmak zorunda olduğundan zaten masum kasaba hayatını tercih etmeye mecburdur. Whiplash’de Andrew’ın “dünyanın en iyi davulcusu” olması (üzerine beslenen büyük umutları yerine getirmesi) da benzer koşullarda gerçekleşir. Ancak zorunlu bir kendini-denetimden geçerek gerçek bir tercih yapabileceği noktaya gelir. Böylece Andrew gerçekten özgürlüğünü kazanmış ve Fletcher’ın tahakkümünden kurtulmuş olur: “Özgürlük “verilen” bir şey değildir, her şeyini kaybetmeye hazır insanların zorlu mücadeleler sonucunda kazandığı bir şeydir… Akıl’ın özgür
29
öznesi sadece sıkı bir öz-denetimden (self-discipline) geçtikten sonra ortaya çıkabilir. Gerçek özgürlük güvenli bir mesafeden yapılan bir tercih değildir, sözgelimi çilekli ve çikolatalı pasta arasında yapılan bir tercih değildir: Gerçek özgürlük, zorunluluktan doğar. İnsan kendi biricik varoluşunu tehlikeye atacak bir karar verdiğinde gerçekten özgür bir karar vermiş olur. Bu kararı da basitçe “başka türlü yapamayacağı” için verir. Eğer bir ülke işgal altındaysa ve bu ülkede yaşayan biri direnişin lideri tarafından işgalcilere karşı savaşmak için çağrılırsa ona direnişe katılması için “Seçmekte özgürsün” gibi bir sebep sunulmaz, daha ziyade “Onurunu, haysiyetini korumak için tek şansının bu olduğunu görmüyor musun?”dur söylenen. Rousseau’dan Jakobenlere, neredeyse bütün erken eşitlikçi köktencilerin Sparta hayranı olmasına ve cumhuriyetçi Fransa’yı yeni bir Sparta olarak
30
görmelerine şaşırmamak gerek. Spartalıların militarist düzenlerinde özgürleştirici bir yan vardır ve bu, kölelere yaptıkları dehşet dolu eylemlere, acımasız yönetimlerine rağmen ayakta kalmayı başarır.” Whiplash, bedenlerin insanlık dışı yöntemlerle disipline etmenin faydalı olduğunu söyler fakat tam da bu disipline etmenin barındırdığı özgürleştirici potansiyeli göz önünde barındırarak yapar bunu. Filmin ona karşı yapılan bütün “faşizm övgüsü,” “neoliberal Y kuşağı için yapılmış” şeklindeki suçlamalara karşı savunusu bu açıdan yapılmalıdır: Hedonist liberalliğin hâkim ideoloji olduğu günümüzde Sol’un bağlılık ve fedakârlık ruhunu (tekrar) kendine mal etmesi gereken vakitler yaklaşıyor; bu değerlerle ilgili kendiliğinden “faşist” olan hiçbir şey yoktur. Tıpkı bu değerlerle ilgili kendiğilinden faşist bir şey olmaması gibi Fletcher’ın
yönteminde de faşist bir yan yoktur. Zira o basitçe Black Swan’da veya Rocky’de olduğu gibi öğrencisini “mükemmel” yapmaya uğraşmaz; amacı onu “sıradaki Charlie Parker,” yani herhangi bir insanın zorlu bir çalışma süreci sonucu ulaşabileceği, hiçbir partisyonu yanlış çalmayan, hiç nota kaçırmayan mükemmel bir müzisyen değil, hatalar yaparak bu mükemmel statüsüne ulaştırmak olduğundan onu mükemmel yapmamaya çalışır. Whiplash için mükemmel ve kusursuz farklı kavramlardır ve tam da bu sebepten filme “faşist” denmesi bir laf kalabalağına işaret eder. “Mükemmel olmak” Andrew’un elindeki tek hakiki şeydir. Alain Badiou’den alıntılarsak: “Herkese uygun bağlılıklara ihtiyacımız var. Hatta diyebilirim ki hiçbir şeye sahip olmayanların tek sahip oldukları şey düzenlerine bağlılıktır. Fakirlerin, güçsüzlerin, iktisadi ve askeri araçlara sahip olmayanların ellerindeki tek şey
düzenlerine bağlı olmaktır, birlikte hareket edebilme kabiliyetidir. Disiplin bir organizasyon biçimidir.” Whiplash bu açıdan disiplinin devrimci bir araç olarak nasıl aktif olabileceğini gösterir. Filmdeki bu organizasyon ve fikirlere bağlılığa karşı bu kadar yoğun eleştirilerin gelmesi ise günümüzde bir fikre bağlı olmanın ne kadar tehlikeli ve etkili olduğunu görmemizi sağlar. “Fikirsiz yaşa” diyorlar şimdilerde, herhangi bir fikre bağlılık ancak koyu bir fundamentalizm ile sonuçlanabilir çünkü onlara göre. Günümüzün bu “postmodern” konformist ideolojisi ile mücadele etmek; Whiplash’in yegane amacı budur. Bu sayede ancak kılık değiştirmiş totalitarizm ile mücadele edilebilir. Artık otorite figürleri katı,
kesinlikle uyulması gereken yasaklar koymuyorlar. Sözgelimi bir baba artık oğluna “Babaanneni ziyarete gidiyoruz, istesen de istemesen de geleceksin!” şeklinde emirler yağdırmıyor. İktidar çok daha etkili ve daha az masraflı -bağırmak zorunda kalmıyorsunuz- bu yeni biçiminde. Sadece “Babaanneni ziyarete gideceğiz, istersen gel istersen gelme ama onun seni görmekten çok mutlu olacağını bilmeni isterim.” diyor ve bu sayede öncekinden çok daha totaliter, kılcal damarlara kadar işleyebilen bir iktidar mekanizmasını aktifleştirmiş oluyor. Yalnızca seni zorla oraya götürmek istemiyor, senin oraya kendi isteğinle gelmeni sağlamaya çalışıyor. İktidarın yalnız nesnesi değil, öznesi haline de getiriyor. Bunun işlemesi içinse bir
tercih sunuyor. Tercih ve seçimler gibi daha “yumuşak” denilebilecek platformlar üzerinden işliyor günümüzün iktidar mekanizması. Whiplash’i bu “yumuşak” yanları – tercih, hoşgörü, empati, tolerans vb.-tamamen dışladığı için faşizan olmakla eleştirenler bu yüzden farkında değiller ki yalnızca insan yüzüne sahip, günümüz şartlarına ayak uydurmuş otoriterliğin propagandasını yapıyorlar. Filmin neden içerik bakımından bu kadar çok kişiyi rahatsız ettiğine şaşırmamalı: Bir şeyi “totaliter” yahut “faşist” atfetmemize sebebiyet veren liberal-demokratik paradigmayı paramparça ediyor Whiplash; gerçek totalitarizmin detaylarda değil de bu liberal paradigmada yattığını gösteriyor.
31
PORTRE ÜNLÜ KÖTÜ ÇOCUK Fatih Akın’ın en büyük yankı getiren filmi sözde 1915 olaylarını anlatan ‘’ The Cut ‘’ filmi başta Türkçü Turancılar olmak üzere birçok Türk tarafından tepki gösterilip açıkça vatan haini olarak hedef gösterildi. Türkiye’deki bütün sinemalarda bu filmin gösterimi yasaklandı. Fatih Akın ‘’ The Cut ‘’yasaklanmasıyla ilgili olarak :‘’Filmlerden korkan varsa onlara bu yalnızca bir film diyorum. Ayrıca şundan da eminim ki benim de bir parçası olduğum bu toplum bu ülke artık bu filme hazır. ‘’ Türkiye’nin bu filme hazır olmayışının cevabı ise Türkçü Turancılar Derneğine Bağlı Ötüken dergisinden gelen açıklamayla beraber oldu. Yapılan açıklamada hem Fatih Akın ’a hem de onun destekçisi olarak görülen Agos gazetesini hedef alan açıklamalar vardı. Açıklama derginin twitter hesabında şu şekildeydi: ‘’ O film Türkiye’de hiçbir sinemada yayınlanmayacak. PKK’ya olan yakınlığıyla bilinen Kürt yönetmen sözde Ermeni soykırımın anlattığı filmin Türkiye’de gösterilmesi için açıkça Agos gazetesi önderliğinde planlar yapılıyor. Biz Türk Turancı Derneği , Genç Atsızlar ve Ötüken dergisinin tüm teşkilatları olarak filmin Türkiye’de gösterimine hiçbir şekilde izin vermeyeceğiz. Ermeni faşistlerini , Agos gazetesini ve sözde destekçilerini açıkça tehdit ediyoruz. Beyaz berelerimiz ve Azerbaycan bayraklı planörümüzle gelişmeleri takipteyiz . Hodri meydan . ‘’ Bu film de Akın'ın en büyük hatası filmi yapacağı zaman hikayeyi olabildiğince her iki tarafın bakış açısıyla vermemiş olması. Russell Crowe Çanakkale hakkında film çekeceği zaman her iki tarafın bakış açısıyla yansıtmayı her zaman ön planda tutmuş bir yönetmendi. Akın'ın bu konuda Crowe 'a benzer bir tutum sergileyebilirdi . Ayrıca hem de Ermeni olaylarıyla ilgili bir film yapıyorsan ve tek bir bakış açısı filme hakim oluyorsa burada insanların
32
bunun altında art niyet araması çok normal .Batının gözüne girmek için kendi halkını kendi ceddini sattığı için '' Head On'' gibi bir zirve filmi ancak bu şekilde geride bırakabilirdi aslında. 100 yıllık bir dezenformasyon savaşında kendisine bir taraf seçerek Nuri Bilge Ceylan'ın ‘’Benin Güzel Ve Yalnız Ülkem ‘’ derken ne demek istediğini gözümüze sokmuştur aslında .Akın'ı en son olarak nasıl hatırlayacağım cümle ise şudur; Türk düşmanlarını sırıttıracak bizimse utanç duyacağımız sahnelerin kurgucusu. 1973 yılında Almanya’da doğan Fatih Akın Avrupa’da şu sıralar en iyi yönetmenler arasında gösterilmektedir. Annesinin onu 14 yaşındayken folklor öğrensin diye gönderdiği halk evinden mısır satarak başlayan Hamburg Güzel Sanatlar Akademisi Görsel İletişim bölümünden mezun olmasıyla ilk adımdı aslında. Ötükenciler tarafından Kürt ilan edilen Fatih Akın ‘’ Sinema Benim Memleketim ‘’kitabında ‘’Sünni tutucu bir Müslüman olarak kendimi tamamıyla solcu olan Kürt , Alevi , Şii Müslümanların arasında buluverdim.’’ diye anlatıyordu:’’ Neyse ki biraz meraklı oluşum beni körü körüne inanmaya karşı koyuyordu.’’ Sinema kariyerine okuldaki sinema eğitimi devam ederken Almanya ‘da televizyonlarda oynamaya başladığı dizi oyunculuğuyla başlar. Kısan metrajlı ilk filmi ‘’Kısa Ve Acısız’’ filmiyle de bir çok önemli ödül aldı. Türkiye’de gösterilen ilk filmi 2003 senesinde gösterime giren ‘’Temmuz’’ du. Bu filmi takiben çok umutlu olup
sonu hüzünle biten ‘’Solino’’ izledi. Bu filmde beklediği ilgiyi yakalayamamıştı. Müziğe olan tutkusu da en az sinemaya kadar olan kadardı. Kötü Türkçesiyle ‘’Müzik ruhun yemeğidir ’’ diyordu. Bu süreçte ‘’ İstanbul Hatırası ‘’ belgeselini çekti. Fatih Akın her zaman filmlerinde Türk kültürüne değinen ve filmlerinde Türk oyunculara daima yer veren bir yönetmendi. Filmlerinde Türk kültürünün kokuşmuş taraflarını yüzümüze çok çarptığı oldu. O içtenliği kendi halkının önemli bir kitlesiyle paylaştı bunu yaparken. Çoğumuza tercüman oldu.2007 yılında ‘’Yaşamın Kıyısında ‘’adlı filmi gösterime girdi. Bu film ona Altın Portakal Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülüyle beraber 5 ödül kazandırdı. Yine aynı filmle Cannes Film Festivalinde’’ en iyi senaryo ‘’ödülüne layık görülmesini sağladı. Fatih Akın en özel belgesellerinden biri olan köy halkının beldelerine kurulan çöp depolama merkezine karşı vermiş olunan mücadeleyi ‘’Cennetteki Çöplük ‘’belgesiyle ortaya çıkarttı.2004 de çektiği ‘’Duvara Karşı’’ filmiyle çeşitli festivallerde 23 ödül alarak adını tüm dünyaya duyurdu. Berlin Film Festivalinde ‘’ Altın Ayı ‘’ ödülünü alırken oyuncular Sibel Kekilli ve Birol Ünel ‘de en iyi erkek ve kadın kategorilerinde ‘’Altın Ayı ‘’ ödülünü kazandı. Time Out New York ve Newsweek dergileri yılın en iyi filmi olarak bu filmi seçti. Dergiler tarafından ‘’Saf Mükemmellik olarak tanımlandı. Fatih Akın’ın hayatının dönüm noktası olarak bir filmdir.