Farika 2. Sayı

Page 1


EDİTÖRDEN Neyin ne olduğunu idrak edemeden gelişiyordu olaylar; değil olağan şüphelileri, bir suçun olduğunu kavrayamadan parçalanıyordu evren. Mecalsiz kalbimin obruklarında sildim yatağı değiştirilmiş göz pınarlarımı. Bir gayzer gibi anını bekleyen yumruklarımı salladım badanasız duvarlarıma. Kaypak bir bıçak gibi mideme gark edilen cinayetleri dehşetle seyredurdum. Duyularımın ve duygularımın bunca tahribattan sonra sağ kalacağına inancım kalmadı, maalesef... Kendini insan olarak tanımlayan ilk yaratıktan beri bir döngü içerisinde yaşanılan ızdırap buydu. Hiç kimsenin tenhaya saklanamayacağı yeni bir cihan harbine evrilmekte dünya. En ilkel güdü olan hayatta kalmak nihai amaca dönüşecek, insanlık tarihinin tüm birikimleri yadsınıp en başa dönülecek galiba. İnsanca yaşama isteğini bile kışkırtıcı bulan bir güruh, bir nüfus kök saldı her coğrafyaya, her iklime. Bir masaya oturup haktan ve hukuktan bahsetmak gitgide bir hayal oluyor. Kayda değer distopyaların bir durak, bir adım öncesindeyiz. Sisin ardından el sallıyor kabuslar; pekala bu yolun nereye gittiği görülebiliyor. Mazgalları dolduran, yolları kapatan kanı duyurmak için kelimelerim de, çığlığım da zayıf. Kazanmak olmadı mesele, hayatta kalmak da. Uğrunda ölmeye değecek olan güzellikti, dünyayı güzelleştirmekti. Yeterince kaybetme tecrübem var; sırf bu yüzden yazıyorum, çığlıklar atıyorum, güzellikler arıyorum. Çünkü, bir insana en çok haysiyetli bir ölüm yakışıyor.

2


3


LEYLA A P A

“Aradığınız hayata ulaşamıyorsanız, Dünya’ya sesli mesaj bırakınız.”

4


5


6


7


8


“Başa dönmek için 3’ü, Dünya’ya bağlanmak için 2’yi, çıkış yapmak için 1’i tuşlayınız.”

9


Kadınlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde ’yetim-öksüz’ kalan çok olur. Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler... Çekmecenin dibinde artık kimsesizdir eski tarak. Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar. Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların. Sık sık boynunu büker ’sarıkız’. Teki kalmış o eski bardağın anlamını bilen olmaz, değerini kimse anlayamaz krom hac tasının. Balkon artık sessizdir. Koridor kimsesiz. Bir kadın gittiğinde... Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında; bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci... bir anne gider... bir dost... bir arkadaş... bir sevgili... Ne çok kişi yok olur aslında, bir kadın gittiğinde... -Bekir Coşkun

10


11


Sinema Bu Değil

EYÜP TURAL

-Ne olduğunu bilmiyormuş gibi davranma komiserim. Ben seni bir arkadaş olarak görmüştüm. Yaptığın insanlığa sığar mı hiç? -Cahit, anlat yahu. -Beni şikâyet etmenin nesini anlatayım? -Ne şikâyeti? -Aylin’den bahsediyorum. -Aylin kim? -Danışmanım. -Hayır... -Hatırladın. -Cahit, senin eve çıkalım. Çabuk… -Hay hay. Sebebini çok merak ediyorum. Acele çıkılan merdivenlerin ardından meselenin aslını anlatmaya başlar Halit komiser. Polis genel müdürleri emekli olduklarında dahi yirmi dört saat gözlem altında yaşıyorlardı. Evinin her odasında kamera vardı, dışarıya çıktığında görevi tanımı onu izlemek olan polisler onu izliyordu. Çünkü Halit komiser, diğer emekli genel müdürler gibi gereğinden fazlasını biliyordu. Belki asla dillendirilmemesi gereken sırları dillendirmemesi için, belki izlendiğini vurgulamak için, belki sırf canları öyle istediği için Cahit’i rapor etmişlerdi. Boş kağıtlarla dolu bir dosyayla Halit komiserin evine dönülür. -Demek hipnoz dosyan bu! Gerçekten bir şey hatırlamıyorsun, değil mi? -Hipnoza girdiğimi bile hatırlamıyorum.

12


-Şu danışmanlar yok mu! İşi ilerletmişler. -Hipnoza girmiş miyim? -Tabi ki. Dosyanda yazana göre o rüyalar hatıraların izdüşümüymüş. -Yani? -Birkaç ayrıntı farklı olabilir ama yaşananlar bunlar. Bu demek oluyor ki senin annenle baban trafik kazasında ölmemişler. -Ne olmuş onlara? -Önce bir konuda anlaşma yapalım. Tarihin en eski oyunlarından birini oynayalım seninle. Sen merak ettiğin herhangi bir şey hakkında bir soru soracaksın, ben de seni tatmin edecek bir yanıt vereceğim. Sonra ben sana merak ettiğim herhangi bir şey hakkında bir soru soracağım ve sen beni tatmin edecek bir yanıt vereceksin. Anlaştık mı? Ne olmuştu? Halit komiser ailenin sınır dışı edildiğini düşünüyordu. Yönetimin ilk planlamasında anne ve babanın sınır dışı edilmesi yoktur. Babanın, anneyi isabet alıp Cahit’in kafasına isabet ettirdiği vazo onun sınır dışı listesine girmesine sebep olur. Yetkili bir polis, kendisine vazo atan kocasının götürülmesine ağlayan anneye bir seçme hakkı verir. Ya küçük Cahit’le beraber sınır dışı edilecektir ya da çocuğunu bu mükemmel şehirde, refahı garanti altına alınmış bir vaziyette bırakıp kocasının yanına gidecektir. Cahit’in annesi kocasını seçmişti. Cahit’e yetiştirme yurdu yolu gözükmüştü; gelişimine izin veren bir senaryo ile büyümesi istendiği için kayıtlar bu vaziyete uygun yeniden düzenlenmişti. Halit komiser, Cahit daha rüyasını anlatmadan evvel ilk trafik kazasını söylediğinde anne babasının gönderildiğini anlamıştı. Çünkü son otuz sene içerisinde ölümle sonuçlanan bir trafik kazası olmamıştı. Ölümlü trafik kazaları, yeni bir senaryoya ihtiyaç duyan ve aileleri tarafından bu şehirde bırakılan çocuklar için yaşanmış

13


gibi gösteriliyordu. Gelişimine ve izleğine ket vuracak trajedinin yerine, anne babalarını hayal meyal hatırlayacak çocuklara ailelerinin öldüklerini söylemek daha sağlıklıydı. Gazetelerde ve televizyonda bu haberlerin tekrar tekrar dönmesi sağlandı; toplumda bu konuya hassasiyet itinayla yükseltildi. Bu sahte kazalar ile yeni trafik düzenlemeleri yapılmıştı. Hatta onbeş sene önce trafikten özel araçların kaldırılmasının en büyük dayanağı bu kazalardı. Anne ve babasına daha sonra ne olduğunu bilmiyordu, hayır. Çünkü polis sınır dışı edilenlerin bölgeye yeniden giriş yapmalarını engellemekle yükümlüydü, akıbetlerini bilmekle değil. Cevabı yeterli gelmiş miydi? Yeterli gelmemişti; asla da yeterli gelmeyecekti. Aylin meselesinden dolayı yeterince öfkeliydi ama tutacaktı kendisini. Komisere duyduğu saygıdan kaynaklanmıyordu, hayır, kendisini nimetten saymamalıydı; yeterince ceza puanı vardı ve emekli bir komiseri darp edip bu şehirden ayrılmak zorunda kalmak istemiyordu. -Tamam, o zaman… Benim sorum ise senin bu şehirde kalma hikâyene benzeyen, danışmanına kötülediğin “Cem Deli ve Menekşe Narin” ile ilgili. Sinemaya ilgi duyduğumu biliyorsun. Sorularım sinema içerikli olacak Cahit. Bir sorun var mı? -İstediğini sor. -Bu film hakkında bir yazı yazdığını ya da ekranda bir yorum yaptığını görmedim. Esaslı bir film eleştirisi istiyorum senden, kabul mü? Sanki aksini söyleyebilirmiş gibi soruların dillendirilmesine gerek yoktu. Bu tuhaf nezaketten haz etmiyordu. Filme gelince, bir yazı yazmıştı ama Aylin’e karşı tutturduğu rol ile çatışmak istemediğinden gazeteye yollamamıştı. Filmi beğenmişti. Gerçekten. İyi filmdi. Sınır dışı listesi de ne oluyor? Arzu ettiği doyurucu cevaba kavuşmadan, Halit komiser herhangi bir soruyu cevaplamayacaktı. Kavradı Cahit. De-

14


vasa bütçesi ve kaşesi yüksek yıldız oyuncuların kadroda olmasıyla zaten çekimler

başlamadan

film merak öğesi haline gelmişti. Sinema

üstüne yazılar

yazarak para kazanan bir adam olarak

hikâye

üzerinde araştırma yapmıştı. Hikâye bir Kürt efsanesine dayanıyordu ve bu efsane hakkında yazılı bir kaynak bulmak hakikaten çok zordu. İstanbul Özerk Yönetimi sınırlarında bu efsane hakkında iki sayfayı bulan bir yazı bulamamıştı. Sadece Bitlis şehir kütüphanesinde sırf bu efsane üzerine yazılmış kitaplar bulmuştu. Sorun Bitlis’e gidebilmekten ziyade o kitapların eski Kürtçe ile yazılmış olmasıydı. O bölgede bile eski Kürtçe bilen insan bulmak zordu; eski Kürtçe bilen insanlar da genellikle okuma yazma bilmeyen yaşlı nüfustu. Bilindiği gibi o bölgede eski Kürtçe kullanmak yasaktı; Özerklik anlaşmasında sert hükümlerle yer alıyordu. Cahit de kitabın bir kopyasını çıkarmış, internet üzerinden İran’da Kürdoloji yüksek lisansı yapan bir gence kitabı çevirttirmişti. Çeviriyi okuduğunda, itiraf ediyor, ağlamıştı. Kitabı filmden daha iyiydi ya da film kitabın havasını yakalamamış klişelerine hiç girmeyecekti. Çünkü kitap ya da efsanelerin sinemaya uyarlanmasında, hadi buna yeniden çevrimleri de dâhil edilsin, uyarlanan eser ile uyarlama arasında organik bir bağ olduğunu söyleyenler, yanılıyorlardı. Uyarlamanın bir sanat ürünü olması, uyarlandığı eserin varlığından tamamen bağımsızdır. Bir bilim insanı molekülleri birleştirerek bir elmas üretebilir, aynı denemeyi tekrarladığında sonuç olarak karşısına kömür çıkabilir, bir sonraki denemesinde yeniden elmas üretilebilir. İki elmasının varlığının birbirine bağlı olduğunu söyleyemeyiz, bunun içine kömür parçasını da katabiliriz. Tamamen kopyasının üretilmesinin bile ayrı bir eser olduğu sinema tarihinde örnekleri olan bir mevzu. Sonuçta efsane ile sinema filmini birbirine bağlanmasını; sırf uyarlanma şekline bakılıp da sinema filminin değerinin düşürülmesi ya da artırılmasına karşıydı. Yapılmaya ça-

15


lışılan şey sanattı. Mona Lisa’nın mükemmel bir işçilikle yapılmış bir heykelinin yüksek sanat eseri sayılamayacağı gibi farklı formlardan uyarlanan sanat eserlerinin uyarlandığı formdan tamamen bağımsız bir şekilde değerlendirilmesi gerekmekte. İşte bu sebeple, efsane ya da kitaptan bağımsız bir şekilde değerlendirmesini sunacaktı. Keyif almasını engellemeye çalışmıyordu, hayır, derli toplu anlatmayı deniyordu. Efsaneden birçok isim değişmişti. Misal olarak Cembeli Cem Deli olmuş, Benevşe Menekşe olmuştu. Ama bunlar takınılacak noktalar değil. Cahit’i filmden uzaklaştıran nokta ise yaratılan karakterlerin gerçekçilikten uzaklaşmış olması. Başka bir türde ya da yönetmenin sergileyeceği başka bir yorumda rahatsız etmeyebilirdi, hatta çıkacak işe göre bu şekilde olması bile gerekebilirdi. Bir sinema filmin gücünü ortaya çıkaran çekimleri, senaryosu ya da oyunculukları değil. Hayır, sinema bu değil. Sinema çöplüğünde müthiş çekimleri, süper bir senaryosu, ödüllük oyunculukları olan tonlarca film var. Sinema bir matematik değil, her zaman aynı sonucu verecek bir kimyasal bir işlem değil. Bu filmin kâğıt üzerinde çok iyi bir senaryosu var; dört ana karakter üzerine

yaslanan

senaryo bu dört ana karakter arasındaki

gerilimi,

romantizmi çok iyi kullanıyor.

Yönet-

menliği de çok iyi; çekimleri, oyuncu yönetimi

de

on

üzerinden on numara. Ama bir sorun var. Senaryo ile yönetmenlik bece-

16


rileri birbirini desteklemiyor. Çünkü yönetmen Feridun Ilgın, sevilen bir arkadaştır, ortaya inanılmaz bir gerçekçilik çıkarıyor. İnsan zamansız bir evrende geçen efsanenin içine giriyor; orada nefes alıyor, oradan izliyor hikâyeyi. Ama dört ana karakter o zamansız evrenin insanı olarak yazılmamış. Onlar ikibinyetmiş senesinin insanları. Kastettiği ikibinyetmiş İstanbul Türkçesi ile seslendirilmiş gibi bir yorum değil. Onlar ikibinyetmiş senesinde zaman makinesine binip bu efsanenin içine düşmüşler. İkibinyetmiş zihniyeti ile düşünüyorlar, o zihniyet ile davranıyorlar, o zihniyet ile sevişiyorlar. Bu da yönetmenin özenle yarattığı gerçekçilik ile örtüşmüyor. Menekşe Narin’in çadır sekansını hatırlıyorlar mıydı? O sekansta filmin yarattığı evrenden olan tek şey çadır. -Fikrince başyapıt olmamasının sebebi bu… -Sinirim de başyapıt olabilecekken başyapıt olamamasına. Demek istediğini anladığımı düşünüyorum. Bence bugünlük yeter. -Daha onlarca sorum var benim. -Ben de yetmiş dört yaşında bir adamım. Günler çuvala mı girdi? Halit dosyayı Cahit’e uzatır. Cahit merdivende içine baktığında bir yazı görür: Hipnoza gir. Eğer hatıralarınsa gel, değilse ben saçmalamışım.

17


bir kadını ortadan ikiye böl… yarısı annedir, yarısı çocuk, yarısı sevgili yarısı aşk... duyanlar bunu bilmez, görenler anlamaz bunu! yarısı rivayettir, yarısı gece. -Cemal Süreya

18


19


BERRİN SEYİRCİ

ROBOTLAR!

Günümüzde robotlar, birçok kişi tarafından insanoğlunun tekinsiz çocukları olarak görülmekte. Günün birinde insanlar ile robotlar arasındaki sınırın belirsizleşeceğini, belki de tamamen ortadan kalkacağını düşünenlerin sayısı, gün geçtikçe artmakta. Turing Testi ve daha gelişmiş testler ile dahi insan olduğu ispatlanamayacak türde kompleks robotların yakın bir gelecekte, tıpkı Blade Runner, Ex Machina, A.I, Black Mirror yapımlarında olduğu gibi insan türünün ve dolayısıyla sosyal düzenin ayrılmaz bir parçası haline geleceği iddiaları uzmanlar tarafından sıklıkla dile getirilmekte. Bizi biz yapanın bilincimiz olduğu düşüncesi ve bedenin zamanla bildiğimiz formun dışına çıkacağı, belki de organik bedenin tamamen tarihe karışacağı gibi öngörülerden hareketle, yakında insan kavramının kökten değişeceği ve gelişmiş yapay zekaya sahip robotlarla bizim aramızda herhangi bir farkın kalmayacağı da birçok uzman tarafından oldukça güçlü bir ihtimal olarak değerlendirilmekte. Bununla birlikte robotların, öğrenebilen varlıklar olmaları ve kimliklerini bir parçaları oldukları çevre ile olan etkileşimleri sonucu oluşturmaları sebebiyle psikanalitik teoriye göre bir bebeğin yaşadığı ilkel hazlardan ve komplekslerden kurtulma, sosyal yapı ile barışık bir birey haline gelme gibi birçok aşamayı da deneyimlediklerini/ deneyimleyeceklerini söyleyebiliriz.

20


Şimdiye kadar birçok eserde, robotları tıpkı yetişkinliğe aday, dünyayı tanımaya çalışan çocuklar gibi sosyal düzenin bir parçası olmaya çabalarken; düzen ile uzlaşmaya gidip baba figürüne hizmet ederken ya da kendilerini dışlayan ve onları düzene uymadığı için hor gören babalarına isyan ederken izleme fırsatı bulduk. Birçok film ve hikayede, insanlar tarafından yaratılan robotların bir bilinç kazandığına ve tıpkı bir bebek gibi kendi bedenine karşı bir farkındalık kazanma, bir özne olarak kendi kimliğini yaratma, kendini bir düzenin parçası olarak görme ve sembolik düzenin bir parçası olmak adına babanın dünyası ile uzlaşma ya da bu dünyayı reddederek onunla çatışma gibi birçok aşamayı deneyimlediklerini gördük. Bununla birlikte birçok anlatıda robotun, kendisini yaratan kişinin oğlu olarak konumlandırıldığına da şahit olduk. Tüm bunlar doğrultusunda, robotların insan olmaya yakınlaştıkları oranda ayna evresi(imgesel) ve ardından da sembolik evreyi belirgin bir şekilde deneyimlediklerini, babanın ve dilin dünyasına eklemlenme ve kimlik oluşturma konusunda sıkıntılar yaşadıklarını, yani bir insanın hayatı boyunca karşı karşıya kaldığı tüm psikanalitik süreçleri insan olmayı başardıkları oranda deneyimlediklerini/deneyimleyeceklerini söyleyebiliriz. Tam bu noktada, kişilerin alternatif bir kimlik ile var oldukları ve gerçek ile sanal arasındaki o muğlak alanı ifade eden sosyal medyada dahi sembolik düzenin bir parçası olmaya mecbur kaldıklarına, yapay zeka ürünü bir robot gibi kimlik oluştururken çevrelerinden bağımsız hareket edemediklerine değinmekte fayda var. Tüm zamanların en başarılı tekno noir örneklerinden biri olan Blade Runner’daki Roy karakteri sembolik düzenin bir parçası olmaya çalışan yapay zeka karakteri açısından oldukça zengin bir karakterdir. Emsal-

21


leri içerisinde en başarılı şekilde tasvir edilmiş olanlardan biri olan Roy, kendilerini dışlayan insanlara isyan etmiş replika grubunun lideridir ve günün birinde kendisini yaratan, baba olarak gördüğü Dr.Tyrell ile yüzleşir. Tyrell ile yüzleşmesi ve onu kendisini terk etmekle suçlaması Hristiyanlık’ta yer alan “baba, oğul, kutsal ruh”tan oluşan üçleme anlayışı ve İsa’nın babasına, yani tanrıya ölmeden önce “Baba, beni neden terk ettin?” diye sorması ile paralellik içermektedir. Tıpkı varoluş kaygıları ile uğraşan, kendini ve dünyadaki yerini anlamaya çalışan insanoğlu gibi yapay zeka sahibi robotik organizmalar da aynı bunalımları yaşamaktadırlar. Tüm düşünce yapımız, sosyal hayatımızı belirleyen kodlar, mitlerimiz yapay zeka sahibi robotları şekillendirmekte ve onların düşünce setini bizimki ile paralel bir hale getirmektedir. En nihayetinde de düşünce yapıları zamanın ruhu ile değişen kişiler olarak, babalarının yolundan gitme ya da babalarına karşı çıkma seçenekleri arasında bir yol ayrımına gelmektedirler. Bu, sembolik düzenin yapay zekaya olan etkisi konusunda oldukça önemli önemli bir örnektir. Microsoft’un ürettiği ve insanların genel eğilimleri ile kişiliği şekillenen chat bot’unun kısa bir süre içerisinde manipüle edilmesi ve birçok ahlaki değeri hiçe sayıp sadece çoğunluğun değerlerini benimseyen bir bireye dönüşmesi sadece robotun henüz muhakeme ve sorgulama seviyesine erişmemiş bir yapay zeka ürünü olduğuna değil, aynı zamanda alternatif bir kimlik ile var olduğumuz sosyal medyanın dahi sembolik düzenden tam anlamıyla bağımsız bir var oluşa imkan sunmayı başaramadığına bir başka işarettir. Her ne kadar kimliğin muğlaklaştığı bir alan olarak bireylere büyük bir özgürlük alanı sunsa da kanunlara tabi olması ve sosyal düzenden ve onun başat değerlerinden münezzeh olamaması sebebiyle sosyal medyanın tam anlamıyla

22


alternatif bir var oluş imkanı sunduğunu söylemek mümkün değildir. Belki de bu ancak günün birinde, tıpkı bazı fütürist feministlerin teorilerinde olduğu gibi bedenlere ihtiyaç duyulmayan bir var oluşa sahip olduğumuzda ve böylelikle bedenin getirdiği ve ayrımlara sebep olan ırk, renk, cinsiyet gibi kavramların ortadan kalktığı bir durumda mümkün olacak. Zamanın ruhunu yakalamada oldukça başarılı bir dizi olan Black Mirror da sembolik düzenin hem organik hem de tekno-organik organizmalara olan etkisine oldukça iyi bir örnek teşkil etmektedir. Dizinin kinci sezonunda yer alan “Be right back” bölümünde kocasını bir trafik kazasında kaybeden Martha, kocasının sosyal medya profillerinden hareketle programlanan bir yapay zeka ürünü robot sipariş ediyor ve onu kocasının bir alternatifi olarak kendi hayatına sokuyor, ondan yalnızlığına çare olmasını ve kocasının yerini tutmasını bekliyor. Benzer yapımlarda olduğu gibi işler pek de yolunda gitmiyor. Buradaki hayal kırıklığı “Her” filminin kahramanı Theodore’un her ihtiyacını karşılamak amacıyla düzenlenen işletim sisteminin belli insani kriterlere göre başarısız olması sonucu yaşanan hayal kırıklığına benzer bir hayal kırıklığı olarak değerlendirilebilir. Benzer bir hayal kırıklığı, Artificial Intelligence’ın gerçek bir çocuk olmaya çalışan robotu David’in hikayesinde de mevut. Bir bebeğin annesinden bağımsız bir bedene sahip olduğunu fark etmesi, ayna evresinde yaşadığı yanılgı sonucu kendini tamamlanmamış hissetmesi, tamamlanmış hissetmek ve kastrasyondan kurtulup babası gibi olmak, yani sembolik düzenin bir parçası olmak adına çabalaması gibi süreçleri David de yaşamaktadır. Bu noktada yapay zeka karakterlerimizin insan olmaya ne

23


kadar yaklaşırlarsa bu süreçleri o kadar belirgin hissettiğini görmekteyiz. Black Mirror, ilgili bölümüyle aynı zamanda hem sosyal medyanın gerçek bizi tam olarak yansıtmadığına vurgu yapmakta hem de yapay zekanın sınırlarını zorlayarak bir yapay zekanın ne kadar insan olabileceği sorusunu bir kez daha bizlere sormaktadır. Burada sembolik düzen, yani sosyal yapının insanların sosyal medya kimlikleri üzerinde –tıpkı gerçek kimliklerinde olduğu gibi- nasıl da güçlü bir etkiye sahip olduğunu görme şansı bulmaktayız. Tüm bunlardan hareketle, sosyal medya üzerinde eksik hissetmemize neden olabilecek her şeyden, yani bize dair tüm gerçeklerden münezzeh bir var oluş da o var oluşa benzer şekilde sıfırdan inşa edilen bir yapay zeka kimliği de sembolik düzenin etkisi altındadır ve bu yüzden tam olarak hiçbir zaman var oluşu özgür bir şekilde tanımlamak mümkün değildir. Bir yapay zeka da insan olabildiği, yani kendini ve onun dışında var olan ötekileri fark ettiği ölçüde tüm bu psikanalitik süreçlerde gözlemleyebileceğimiz aşamaları tecrübe etme durumunda kalacaktır. Tabii eğer, tüm bu kodları, dili ve iletişime dair her şeyi alt üst etmenin bir yolunu bulmazsa…

24


25


ERBİL

GÖZÜAÇIK

Faiz mi Lobisi? Orta yaşlı adam kahveden içeri girdi. Elinde, “ana” akım olduğu söylenen –dürüst olursak hiç sevmem bu medyayıbir yayın organını sallayarak konuştu: “Ben demiştim size. Çıktı hepsinin foyaları. Batının oyunları bunlar.” İki arkadaşının daha oturduğu masaya geçti. Elindeki gazeteyi masaya koydu. Gazetenin sürmanşetine gözüm ilişti. Büyük puntolarla “faiz lobisinin tezgâhı” yazıyordu. Elimdeki yarış bültenini bırakarak yanımda oturan ocakçı Muzaffer abiye sordum: “Kim bu?” “Üniversitede hoca mıymış neymiş.” İlgimi çekti. Liseyi zar zor bitiren, kendi halinde küçük bir esnaf olmama karşın okumayı hep sevmişimdir. Küçük şehrimize beş yıl önce kurulan üniversiteye hiç yolum düşmemişti. Akademik faaliyete hep gıpta etmişimdir. Bacak bacak üstüne atmış adam, kendisini ilgiyle dinleyip kafalarıyla onaylayan iki arkadaşına Platon’dan bahsediyordu. Ahlâk, erdem, erdemli yönetim… Masaya kulak kabarttım. “Kaliteli insan yetiştiremiyoruz efendim.” Adamın kibirli üslubu rahatsız ediciydi. Kurduğu her cümleden sonra ilgim artıyordu. Artık hiçbirşey eskisi gibi değilmiş. Eski devlet mantığı artık yokmuş. Gerçek demokrasi buymuş. Yaşanan aksaklıklar da Platon’un erdemini anlayamamış bireylerden kaynaklanıyormuş. “Kaliteli insan şart efendim.” Ekonomi desen hiçbir zaman bu kadar iyi olmamış. “Bakın dolara, nerden nereye geldi.” Çözüm süreci fena mı olmuş. Tarihte ilk defa “istikrar” yakalanmış. Batılı ülkeler zaten Osmanlı’dan bu yana

26


güçlü Türklere düşmanmış. Tabi istikrar olunca bunlar müdahale etmiş. Adamı dinlerken bir arkadaşımın sosyal medyada yaptığı komik bir paylaşım aklıma geldi: “Cahil cesareti always wins.” Bir an gülüp dinlemeye devam ettim. İstikrarın bozulması için “faiz lobisinin” oyunuyla bütün eski devlet savunucularıyla terör örgütleri bir araya gelmiş. “Ama bak, foyaları ortaya çıktı. Bu milletin alın terini yedirmeyiz.” Eyt be uzun adam… Birden, adamla göz göze geldik. Dinlediğimi farkedince sordu: “Öyle değil mi üstadım?” Muhabbete çok dahil olmak istemediğimden, -altılı ganyan saati de yaklaşmıştı- “öyledir heralde” deyip geçiştirmek istedim. Adam cevval çıktı: “Büyük resmi göremiyoruz. Bizim en büyük eksiğimiz…” “Ulan pezevenk, hangi büyük resim” dedim. Evet evet, içimden. Geçtiğimiz yıl, “kuş uçmaz kervan geçmez” memleketimize büyük protestolara neden olan, Muzaffer abiyi bile eylemci yapan ve -gencecik insanların yitirildiği- bir o kadar acı geçen “ayaklanma günlerini” anımsadım. Gazetenin manşetten verdiği haber, “abi senin tivitır hesabın var mı” dediğimde “yok olum yengen ziraat’ten açtırmış. onun şubesi yok bizim burda” diyen, çay borsası diye birşeyi duyma ihtimali olmayan bir kahvehaneciyi faiz lobisine bağlamıştı. Beni iyice geren akademisyene “komplo teorilerine ihtiyacımız yok hocam.” dedim. Sosyal statüsünün ona verdiğini düşündüğü “öğretici” niteliğini zedeleyen tepkilere alışık olmadığı için biraz bozuldu. Fiili olarak artık sohbetin bir parçası olunca çaylar dört oldu. Muzaffer abi yeni çayları indirirken “ne alakası var yahu! komplo teorisi olsa koskoca gazetede yazar mı?” dedi. İçeri girdiğinden bu yana “onaylanan” ukala akademisyenimizin bu hali hoşuma gitmişti. Konuşmaya devam ettim. “Neden olmasın

27


hocam? Dünyanın en meşhur teorileri, nereden yansıdı kamuoyuna? diyerek uluslararası birkaç örnek verdim. Kısa bir süre sessizlik oldu. Fiyakası bozulan akademisyenin ezberleri bozulan arkadaşları da şaşkın gözlerle bana bakıyordu. Dar dünyaları, az evvel köşe masada altılı ganyan kuponu dolduran bir adamın böyle şeyler söylemesini kabullenemedi sanırım. Tüm bunlar konuşulurken, hayatında en temel hakları için dahi eylem yapmayı düşünmemiş birinin yaşam alanını “saat 10’dan sonra bakkaldan üç bira alamayacaksak, sikerim lan öyle hayatı” dedirtecek kadar taciz eden mekanizmanın, neden bu “teorilere” ihtiyacı olduğunu kestirmek zor değildi. Lakin, bu ve benzeri söylentilerin ne tarihte, ne de toplumsal yaşamda hiçbir karşılığının olmadığı, su götürmez bir gerçekti. Nasıl dünyada, herşeyi muazzam derecede kontrol eden bu “gizli” ve ulaşılmaz güçlerin yaşamımızı nasıl kontrol altında tuttuğu yansıtılıyorsa, toplumsal bir patlama durumuna işaret eden bu büyük ayaklanmanın da aynı güçlerin meziyeti olduğu algısı yaratılmalıydı. “Mücadele

edemeyece-

ğimiz çok büyük güçler var.” Bu güçlerin en muktedir olanı, küçücük Vietnam halkının mücadelesiyle yenilgi almıştı halbuki. Tarih bunu yazıyordu. Basit yaşamlarımızı kim kontrol ediyordu? Illuminati mi? Yoksa eğitim sistemini, bitmek bilmeyen çalışma sürelerimizi belirleyen, “kızlı-erkekli” yaşatmayan, kahkaha atmamıza karışan, yapacağımız çocuk sayısını belirleyen ve kafamızı kapatanlar mı? Gariban halkıma hikâyeler…

28


Kafamı kurcalayan düşünceleri usturupluca ifade ettim. Kızgın akademisyen, “Yazık, çok yazık… Hiçbir şey öğretmemişler size. Siyaseti, politikayı anlamamışsınız.” dedi. Yanındaki durmadı: “E bu da komplo teorisi, hatta komplo teorisinin dibi.” Hedefime ulaştığımı görünce, uzatmak istemedim: “Bunları bırakalım da, size güzel bir komplo teorisi anlatayım mı? Bu dün koşulan İstanbul koşusunun bülteni. Koşu 5. Yarışın favorisi kim? 100 puanlı Velo City. Jokeyi? Selim Kaya. Son üç yarışını kazanmış. Sahibi: Meral Kantemir. Plase kim? 95 puanlı Turbokaya. Sahibi: Remazan Kaya. Jokeyi? Halis Karataş. Son 6 yarışında 1 kere kazanmış. Yarışın süprizlerine bakalım. 20 puanlı Mertkal. Sahibi: Remazan Kaya. Jokeyi: Mehmet Kaya. Son 6 yarışında tabelaya bile girememiş. Şimdi, bu tabloda kime oynardınız?” “Velo City iyi görünüyor.” Bir diğeri: “Halis Karataş almıştır.” Güldüm. “Öyle mi dersiniz? Sonuçlar öyle demedi. Birinci Mertkal, Velo City üçüncü, Turbokaya tabelada yok. Naber? Al sana komplo teorisinin kralı! Çözün hadi.” Muhabetten bir şey anlamayan ekip sahte gülücüklerle kahvehaneden çıktılar. Aynı anda televizyondan gelen start zilinin sesini duyan Muzaffer abi isyan etti: “Sikicem sizin siyasetinizi. Altılıyı kaçırdık ya la. Kupon tutarsa önce o hocayı sikicem sonra seni, yavşak.” Kahveden gülüşmeler yükseldi. Kupon mu? Yok be, 3’te kaldı…

29


duy beni yazılmış ve yazılacak olan bütün hikayelerin kadın kahramanları. bütün o yaşanmış ve yazılmış olan, bütün o yaşanmamış ve yazılmamış olan hikâyelerin kadın kahramanları. kadınlar ve kızlar, dişil ve doğurgan, duygusal ve duyarlı olan. eril olmayan yani, fethetmeyi değil fethedilmeyi bekleyen kale, daima. gecenin karanlık koynunda kapılarını açan kent,en fazla en fazla bir sandalı koynuna alan deniz. durağan ve çaresiz ve lekesiz ve temiz tertemiz. -Nazan Bekiroğlu

30


Ela

lçın a Y ur

N

Farika 1. Sayı Donnie’nin Hüzünlü Bilinçaltı - Melis Geyik

31


ÖZLE M İNDERESİ

Sıcak yaz aylarında her zaman yaptığınız eylemleri hatırlayın… Sürekli yaptıklarınızı Her fırsatta, hiç düşünmeden... Hatta teke indirgeyelim bu durumu. Sıcak yaz aylarında rutininiz olan bir eylem! Aklınıza neler geldi kim bilir ama sanırım hiçbiri değil benim bahsettiğim. Evet, sürekli yapıyorsunuz ama hiç önemsemiyorsunuz. Ne olabilir? — —— Öldürmek? Evet, evet yanlış duymadınız. Öldürmek! Sesini duyduğunuz an hemen pozisyon alıyorsunuz. Yaptığınız diğer işleri bırakıp öldürmeye odaklanıyorsunuz. -vızzzzz…. zzzzzzz…… -GELDİ! NEREDE BU! SUSUN SUSUUUN ÖLDÜRECEĞİM ŞİMDİ! Doğru tahmin, sivrisinekten bahsediyorum. Yaşama hakkı bulunmayan o ufak canlıdan. Tek parmak hareketinizle canını aldığınız o ufak varlıktan söz ediyorum.

32


Tabi ki 1941 yılından bu yana onlarla savaşmak çok daha kolay. ABD ordusu bu konuyu kafasına pek takmış olmalı ki, sinek ilacı diye bir şey geliştirdi. İlaç derken senin yaraladıklarını tedavi etmek için değil! Yarım bıraktığın işi tamamlaman için elbet. Nasıl işine yaradı değil mi, itiraf et. Yalnızca sivrisinek değil. Kendinden küçük olan ve “insan” olmayan bütün canlılara karşı tavrın bu şekilde. İnsan olmayan diyorum evet çünkü kendi türüne karşı büyük-küçük ayırmadan tuhaf tavırlar sergiliyorsun. Aşk diye isimlendirdiğin garip duygu neticesinde çiçekleri topraklarından ayırıyor, cesetleri birilerine hediye ediyorsun. Evet ceset dedim. Bir gün sonra nasıl koktuklarını bilirsin. Ceset sevici oldunuz hepiniz. Nasıl? Peki senden olmayana, senin gibi davranmayana, senin doğrultunda yaşamayana, aynı düşünceleri paylaşmadığına, sözünü dinlemeyene, güçsüz görünene, sevene, sevmeyene, kalbini vermeyene, aklını çelmeyene, kahrını çekmeyene, boyuna, kilosuna, yaşına, saçına-başına, ince-kalın kaşına, yakarışına, bakışına, koşuşuna, gülüşüne, kızışına, sevişine NE BU ŞİDDET?

33


Hiç düşündün mü doğduğundan bu yana bilinçaltına verilen mesajları? Böcek gördün mü öldür, aslan gördün mü kaç. Heee ama her zaman kaçma aslandan, yakalayabiliyorsan hapishaneye kapat ticaret yap! Çünkü evrenin efendisi sensin, sen! İNSAN! Bilinçaltına “öldür!” mesajları veriliyor. Nedenini sorgulamadan öldürüyorsun. Bunlar olurken yine aynı anda aynı mesajlara paralel olarak “çoğal, sex yap, aşk diye bir şey var bak denedin mi?” mesajları da sürüyor. “Ne bilinçaltı mesajı ya!” Diyenleri duyar gibiyim. Etkilenmiyorsun sanıyorsun… Öyle değil işte, her insanda farklı sürelerle etkileri olan mesajlar bunlar. Bazıları hayatının tamamını bu mesajlar ile şekillendirirken; bazıları ise belli bir bölümünde kullanıyor. (Sinek örneğinde olduğu gibi) Bu mesajların etkilenme oranı kişinin karakteristik yapısına ve çevre şartlarına göre değişim gösteriyor. Örneğin içe dönük ve asosyal yapıdaki kişiler bu mesajlara karşı daha fazla alıcıdır. Hayatının tamamını bilinçaltı mesajlarıyla şekillendiren kesim bu kişilerden oluşur. Hatta bu kişiler uzun süreli bu mesajlara maruz kaldıklarında içlerinden seri katiller, sapıklar çıkabilmektedir. Bunlara ulaşamayanlar ise depresyon ve intihar ile başbaşa kalır. Çocukluğumuzun çizgifilmlerine bir göz atalım mı ne dersiniz? Külkedisi yaş olarak o kadar da büyük değildi değil mi? Eve geceyarısı dönebilmesinde hiçbir problem yoktu. Pinokyo peki? Sürekli yalan söylüyor ve söylediği yalan öylesine sevimli bir sonuç doğuruyordu ki, her şey mükemmeldi. Alaaddin? Hatırladın mı? Alaaddin hırsızdı… Pacman peki? Oyununu da oynadık uzunca bir zaman. Onu uyuşturucu haplarına ulaştırırdık. Kafası güzel olduğu zaman herkes kaçardı ondan. Batman arabada inanılmaz hız yapardı! Safinaz iki erkeği birden idare ederdi, güç kimdeyse o oradaydı!

34


Vajina şeklinde çizgileştirilmiş mağara girişleri, odanın duvarlarını süsleyen cinsel pozisyonların resmedildiği tablolar v.s. Bilinçaltımıza doğumumuzdan bu yana “Seviş - öldür” mesajları veriliyor. Ne kadar ironik! Nefret ve sevginin arasındaki ince çizgi aşktır! Aşk yoğun tutku ile oluşur. Bazen öldürmek istediğin, bazen sevmeye doyamadığın kişi aynıdır aşkta. Peki soruyorum size! Bu kadar yoğun yaşadığımız bu şeyin adı aşk olabilir mi peki? Doğduğumuz günden bugüne kadar bilinçaltımıza verilen “senin gibi değilse öldür, seviş, senin değilse öldür, tecavüz et, öldür, sev, dinlemezse öldür, karşı cinsten tahrik ol” mesajlarının yoğunluğu; yaşadığımız hissi anlamlandıramayan beynimizin bize bir oyunu olabilir mi? İstedikleri tam olarak bu! Daha çok ölüm, daha çok hırs, daha çok “aşk” DAHA ÇOK ROBOT! Beynimiz bu ikilem içerisinde sıkışıp kalıyor. Anlayamadığımız duygulara insandan kıyafetler dikiyor ismine aşk diyoruz. Temelinde sevgi barındırdığını iddia edenlere buradan el sallıyorum! “Aşk” temelinde nefret barındırır. Nefret aşkı besler. Bütün kötü hisleri aşka bağladığınızı nasıl unuttunuz? Kıskançlık nasıl duygu? Zorla sahip olma isteği? “Benim olmazsan taciz ederim?” “Çok büyük aşkla evlendik hakim bey, dışarıda kahkaha attı, dayanamadım öldürdüm.” “Namusumu kirletti hakim bey.”

35


Bilinçaltı mesajlarıyla yönetildiklerinden bi haber erkekler, bir şeyleri doğru yaptıklarına o kadar eminler ki! Kadının vajinasını göğsünü kabarta kabarta temsil ediyor. Koyun sürüsü! Hepiniz robotlaşıyorsunuz uyanın! “Pornografi, uyuşturucu, ölüm” Normalleşiyor! İnsanlar çoğalmaya yöneltilirken, bir yandan da birbirlerine olan yoğun duyguları ile öldürmeye devam ediyorlar. Tutku devreye giriyor! Kin, tutku ile beslenir. Bir şeye ne kadar bağlıysan kaybettiğinde o kadar gözün döner! Hatırla! Kaybettiğinde en çok canını yakan şeyi hatırla! Birini öldürmek istediğin o saçma olayı hatırla! Kız arkadaşına attığın o tokatı hatırla! Erkek arkadaşını boynuzladığın o geceyi hatırla! Ailenden gizli içtiğin o ilk sigarayı hatırla! Çocuklara ilgi duyduğun o iğrenç anı hatırla! Hatırla! Hatırladıkça uyanacaksın sen! Hatırladıkça insansın! İnsanlar çoğalıyor, işşizlik artıyor Buna bağlı olarak psikolojik sorunlar her geçen yıl katlanarak artmaya devam ediyor. İlaç bağımlılığı oranı zirvelerde. Depresyon ile ailesini katledenler var. Sen, sen normal misin? Her şey normalleşiyor sen de normal misin? Susma! Konuş! Hatırla! Ne olur hatırla!

36


Dünyanın kan davası devam ediyor! Anla! Hatırla, ne olur hatırla! Senin tutkun savaş yaratıyor anla! Beyninle oynuyorlar Seni robot yaptılar! ROBOTSUN VE İSTEDİKLERİNİ ONLARA VERECEKSİN. DAHA ÇOK TUTKU DAHA ÇOK İLAÇ DAHA ÇOK ÖLÜM DAHA ÇOK SAVAŞ. BİR KISIR DÖNGÜNÜN İÇİNDESİN. UYAN. UYAN VE HATIRLA. Sen nesin?

37


Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnızca bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. istediğiniz düzeye erişmek o denli kolay ki… Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlenizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz.

38


Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.” -Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk

39


D.DOĞAN UYSAL

Sandık, sanmasaydık yanmazdık…

Sanrılar, sanrılarımız… İnsanı bambaşka bir dünyada yaşatan ya da yaşadığını sanmasına sebep olan o melun şey… Evet, evet! Melun yanlış okumadın; insanın gerçeği göremeyip olumlu ya da olumsuz gerçek dışı bir dünya oluşturması, farkında olmasa da kurulabilecek en büyük komplodur kendisine. Bazen hayaller, bazen arzular, bazen korkular ve daha bir sürü bazen, sebep olur bu melun sanrıya. Hayal kurar, kendi kendine konuşur, inanır ve etrafını da inandırır bu gerçek dışı kendi gerçeğine insan. Olmasını istediği ya da olmasından çok korktuğu şeyler birden oluverir, o kendi inandığı ve etrafının bu gerçeği nasıl görmediğini anlam veremediği dünyasında insanın… Aslında hepimizin sanrıları var az veya çok, bir şekilde bizi gerçeklerden uzaklaştıran. Buna birçok örnek verilebilir; kendimiz ile ilgili, etrafımızdan ya da tarihten. Haydi tarihten verelim birkaç sıkıcı örnek; mesela Enver Paşa (malum bu aralar edebiyat dünyamızda çok ilgi görüyor bizim İttihat ve Terakki Cemiyeti) namıdiğer “Hürriyet Kahramanı”, bu sıfatı boşuna almadı becerikli bir subay kendisi ve fazlaca cesur. Yetmiyor tabi başarıları ideallerine giden yolda; daha atik, daha çevik en önde olma arzusu ve o durdurulamaz egosu. Ahh! Tabii ki de sanrıları. Kendisinin hiçbir zaman sorumluluğunu

kabul

etmediği;

Sarıkamış felaketi gibi beceriksizliklerine girmeye gerek bile yok.

40


Enver Paşa’nın en büyük sanrılarından birisi Trablusgarp’tır. Cephede durum hiç iç açıcı değilken bile her şeyi güllük gülistanlık görmüş, öyleymiş gibi davranmış, etrafını buna inandırmak için çabalamış ve hatta hükümete sanrıları doğrultusunda bilgiler vermiştir. Bir ikincisi ise I. Dünya Savaşı’dır; o durdurulamaz sanrıları artık zıvanadan çıkmış, devletin ahvali ortada iken bu felakete -onca karşı çıkmalara ve engelleme çabalarına rağmen- göz göre göre imparatorluğu sürüklemiştir. Enver Paşa gibi tarihte örneği verilecek birçok şahsiyet vardır ki zaten diktatörlerin ortak özellikleridir felakete sebep olan o melun sanrıları. Hitler, Stalin, Mussolini sadece bilindik örneklerimizden bazıları. Her biri sanrıları uğruna savaşmış, sadece kendilerini değil, birçok insanı da bu sanrılara kurban etmişlerdir. Tarih, diktatörler falan derken sıkıldın değil mi? Pekala biraz daha ilgi çekici şeylerden bahsedelim aşk gibi mesela. Sen hiç görmediğin birine aşık oldun mu? Evet tabii ki de dediğini duymak için müneccim olmama gerek yok. Hayalimizde bir insan yaratırız hepimiz, aslında hep bizimle olmasını istediğimiz. Kimimiz yüzünü, gözünü, boyunu, posunu hayal eder, kimimiz huyunu suyunu, aşkı, şehveti, kimimiz de daha kompleks hayaller kurar ve bunların hepsiyle bir insan yaratır hayal dünyasında. Muhtemelen öyle bir insan dünya üzerinde hiç olmamıştır ve olmayacaktır. Ararız o bizim için mükemmel olanı, karşımıza çıkanlardan o mükemmel puzzle’ı tamamlamaya çalışırız bazen eksilterek, bazen çoğaltarak. Bazımız sıkılır ya da fark eder böyle bir mükemmelin olamayacağını, bazımız eksik halleriyle kabul eder o mükemmele erişemeyeni. Birimiz ise bulduğunu sanır

41


o mükemmeli ya da mükemmel olmasa da mükemmelleştirilebilir olanı. Önce gözlerini görmüştür. Aman Allah’ım! Bunlar nasıl gözler içine işliyor insanın. Sonra fotoğrafın tamamına erişir yavaş yavaş, o yüz tam bir ay parçası, içi kıpır kıpır. Hemen merhaba der, durur, düşünür, rahatsız mı etmiştir acaba bu dünya güzelini. Belli ki rahatsız olmamıştır dünya güzeli, sıcak bir merhaba ile cevaplar… Böylece başlar muhabbet, mesajlar susmaz, yüzler güler, vücudu basar ateş ve ruh ısınır. Derken telefon çalar, çok münasebetsiz bir anda. Eeh! Kim bu münasebetsiz diye açılır telefon, ama karşıda heyecanı sesine vurmuş sıcak bir merhaba ile daha az sanallaştırılmış aşamaya geçer o heyecan dolu duygular. Aman Allah’ım! Bu ses, bu tını, ne kadar güzel. Bilmez, bilemez, fark edemez o ses dünyanın en bet sesi dahi olsa. Sohbet ilerledikçe güzelleşir, sanki kırk yıllık ahbaptırlar artık, o kadar keyifli. Çok mutludur bu birbirini fotoğraflar dışında görmeyen ve görme gereği dahi hissetmeyen çift. Ne gerek vardır, onlar çok uyumlu ve mutludurlar. Bazen çatırdar bu uyum, er ya da geç uyumla çözülür çatlaklar. Peki çözülür mü? Onlara göre; evet, çözülmüştür

bile,

çözülemeyenler

zaten kendiliğinden çözüleduruyordur hali hazırda. Çatlaklar çoğalırken aşk da çoğalır o görülmemiş kişiye. Hayaller daha renklidir, geçirilen sinir krizleri daha geçici, günlük mutsuzluklara devadır o ses telefonun diğer ucundaki. Peki ya gerçekler! Kimse bilmez onu merak dahi etmez, hatta gözüne sokulanı dahi görmez. Bazen görür gibi olur, en nihayetinde göz bu, görmek için yaratılmış; hemen kapatılır o göz. Buruna pis kokular gelir gerçeklerden; o kokuları duymamak için tıkanır burun. Kötü bir tat bırakmaya başlar gerçekler genizde; yenmez ama yutulur. Çok mutludur birileri bozulmamalıdır o ulvi duygular. Lakin göz kapalı, kulak

42


ve burun zaten tıkalı, ağıza girenin tadı hoş değil; onunla mide irtibat kuruyor sadece. Rahatsız eder bu kör, sağır, dilsiz, tatsız vaziyet yavaş yavaş… Ahh! Sanrıları yenmeye başlıyor gerçekler, nasıl olur? Mutluyduk halbuki, tam hayalimdeki insana evrilmeye başlayan bir mükemmel adayı vardı karşımda der. Ama gerçekler başlamıştır artık gözü kapatan elleri çekiştirmeye, burnu sıkan parmağı aralamaya ve zorla hareket ettirmeye başlamıştır çeneyi çiğneyerek tadı alabilsin diye. Aman Allah’ım! Tahammül edilmezdir bu gerçekler, nasıl olur da farkına varılmamıştır? Neyse ki açılmıştır gözler, beyin el koymuştur olaya; ilk olarak kalbi beklemeye almış ve sanrılardan sıyrılıp başlamıştır muhakemeye. Her şey gün gibi ortadadır artık. Dönülmez bir yola girmiş, yakmıştır limanları yanaşamaz olmuştur gemiler. Sorgulamaya başlamıştır sebebini, sonucunu, nasılını ve farkına varmıştır aslında, karşısındaki olamaz ona o duyguları yaşatan. Sanrılarında yarattığı o mükemmele aşıktır aslında, ele avuca gelir birkaç ortak nokta yakalayınca başlamıştır sanrılar. Bulduğunu sanmış o mükemmele en yakın mükemmelleştirilebiliri, bulamamıştır o bulunamazı. Sıra gelmiştir bekleme modundaki kalbe gerçekleri göstermeye ki bu çok zor olmaz, malum gerçekler tahammül edilebilir değildir çünkü, ateşi söner çok geçmeden onun da. Dönülür gerçek dünyaya, en acımasız haliyle ve yaşanmaya başlar yaşanılması gerekenler. Tesadüfler ile başlayan teessüfler ile bitmiştir. İçin sızladı değil mi? Aslında hepimiz bir parça kendimizi buluruz bu türden hikayelerde. Mutlaka geçmiş bir zamanda sanrılarımıza yenik düşmüşüzdür ya da başkalarının sanrılarına kurban gitmişizdir. Yaşanılan sanrılar sadece kendimize kurduğumuz komplolar değildir. Bazen kendisiyle beraber bir kişiyi kurban eder sanrılarına insan, bazen etrafındaki birçoğunu ve bazen tarihte birçok kez tanık olunduğu gibi koskoca bir toplum kurban olmuştur sanrılara. O halde kurban edildiğimiz ve kurbanlar verdiğimiz sanrıları anıp, dudağımızın kenarına hazin bir gülümseme bırakalım ve biraz düşünelim o sanrılarımıza kurban ettiklerimizi. Peki ya kurban olduklarımız diyeceksin; boşver bir gün onlar da düşünür elbet kurban ettiklerini…

43


Ela Nur Yalçın

44


45


(Aylin 2. Bölüm...)

ZAMAZİNGO

HAM İ TURAL

Güneş vakitsizce parlıyor, gözler kamaşıyor, kafalar öne doğru eğiliyordu. Ne olduğunu anlayamadan daha el pençe divan durmuşlardı bile. Zamazingo dedi. Ney, ney, ney, ney, ney! Za-mazin-go. Hacı baba, zamazingo ne? Hıh! Haa... Böyle turp gibi, incir gibi bir şeydir. Soru işaretine dönmüş ifadeleriyle birbirlerine bakıyor, anlamıyor, çekiniyor ama dayanamıyorlardı. Atıldı Cafer; yahu dayı, akşam akşam bizi mi buldun, billur mu geçiyorsun, ne diyorsun sen? Gençler bakın; Falezliyar dağında her yılın bu zamanlarında turp görünümlü incir çıkar. Her derde değil ama benim derdime dava. Bu meret melun mu melun, kod adı Derun, memleketi İskenderun olan zat-ı muhterem tarafından yetiştirilir. Bu pos bıyıklı, yeti kılıklı, kıllı mı kıllı adam bilmece karşılığı meyveyi ikram eder. Çocuk oyunu gibi yani. O zaman, sen niye almıyorsun? Gayet gayrı ciddi; kayığı istemiyor musunuz?

Yol tarifini kayıkçıdan, tütünü erzakı pazarcıdan, sopaları da oduncudan

alırlar. Sanki kavgaya gidiyorlar. Yola koyulmuştu artık iki kafadar, dolunayın altında ağır adımlar, etrafa bakınmalar ve ufak mırıldanmalarla. Mırıl, mırıl, mırıl... Anlamadım Cafer, bir şey mi dedin? Yok, yok, bir şey demedim. Aslında dedim. Biraz dinlensek mi, vakit de geç oldu ya hani. Az daha devam edelim, ilerdeki korulukta geceyi geçiririz. Cafer henüz fark etmişti koruluğu. Tırstı biraz; kurumuş çamurun karasına çalmış, biraz da çürümüş, kokuşmuş, leşe dönmüş ağaçlar el ele vermiş korkuluklar misali çevrelemiş arayı. Cafer süt dökmüş kediye bürünmüş, mırıl zırıl çığlık atmakta. Gündüz gözüyle gidelim, boş ver, gel burada dinlenelim. Şöyle yol kenarına kıvrılırım ben. Ne oldu lan Cafer, uyku mu bastırdı? İyi, madem seni mi

46


kıralım. Üç beş taş çevrelenir, iki üç odun dizilir, kenarın da oturulacak bir ateş yere serilir. Rahat vermez Cafer, sopası elinde alevin şekliyle şemaliyle oynar, düşler, hayaller kurar. Bir kaç saniyeliğine gözünü güneşle besleyip, kapayınca gördüğü şekiller kıvılcımlara dönüşüp, göğsünü kabartıp böbürlenen ateşin içinde dans etmeye başlar. Ateşe baksana, içinde şimşekler çakan alevden bir bulut gibi. Ateşe çeviremez bile kafasını. Cafer, koruluğa bak. Böyle bir şey olamazdı. Beyni eridi. Elini uzattığında yetişse oraya, boyunun iki misli bir kıvılcım öbeğinden bahsederdik. Üstelik bir şema, bir düzendi bu ışıldayan, kocaman parıldayan bir kapı dikilmişti koruluğun girişine. Cafer renk değiştirdi, sesi de kendiliğinden değişti. Gayet ciddi; hep Derunun işi bunlar. Derun mu, ne alaka oğlum sende, nereden çıkardın? Bu kayıkçı demedi mi, her derde deva diye? Yo, tam tersi, her derde değil benim derdime deva dedi. Sen bu adamı kaç zamandır tanıyorsun da bu kadar güvendin? Gördün; sapasağlam, bir derdi yoktur onun. Bu zamdıramingo şifalı bir bitki olmasın sakın. Fahiş bir takas için, fahiş bir takas yapıp bizi mi yedi bu adam? Hem aklımdan çıkmayan bir soru var. Turpla incirin şekli aynı, değil mi? Lan! Sahiden de yoksa... Yahu ne diyorsun be. Hepsine tamam desen bile Derun’la ne alaka? Zamdramingoyu parayla değil bilmece ile veriyormuş, farklı bir takas anlayışı var yani. Dağın başını mesken tutmuş, kaçık bir adam. Bilmeceyi bilemezsek, bize ne yapacak onu bile bilmiyoruz. İstediği zaman bizi yakalayabileceğini, kurda kuşa yem edebileceğini söylüyor. Belki de yol gösteriyordur. Dediği kadar, dediğin kadar mistikse eğer bu adam, bizi böyle çağırıyor olmalı.

Cafer ağlasa da zırlasa da bizimki kararını verir. Sopasına dayanıp ayağa

kalkar, diğer sopayı da uzatır. Merak, korku, heyecan ve dahası çok daha fazlası yapışır yakasına iki kafadarın. Bir yürüyüş başlar gecenin kıvamında. Kıvılcımları seyrederlerken ne devasa bir yelken, korkulası bir karabulutun parıldadığını görürler. Cafer’in dizleri çoktan boşandı bile, ağzında tek bir lakırdı; Derun, Derun, Derun. Korkuluk biraz yüksekte kalmakta, bizimkilerse son tepeyi çıkmakta; artık ne kıvılcım, ne de koruluğu görmekteler. Tıkır, tıkır. Bir şeyler yuvarlanıyor yerde misket gibi, Cafer

47


olağan duyma yeteneğiyle olağan üstü korkusunu harmanlayıp oraya buraya zıplıyor, henüz davullu zurnalı, sazlı sözlü bir versiyonu olmayan saçma tiplerin yeni ve felsefik dansını bulur. İnsanlığa neler kaybettirdiğinin farkında bile değildir. Tıtır, pıtır, çatur, çutur. Nihayetine eren bu ritüel içinden, ta içinden, orta yerinden, uzun uzadıya, taşla döşenmiş koruluğu görünce kesilir. Ne kapı, ne de kıvılcım vardır. Koruluk girilmez tabelasının revize hali; dışı kara, iç burkan, yol değiştirten ağaçlarla kaplı, ortasından geçen çift şeritlik taştan yolu, kıpır kıpır, kızıl transparan bir deliliğin altında eziliyor. Ortalarda bir yerde, on bilemedin onbeş metre ileride, kum fırtınasının göbeğindeki hortumun beş metrelik taban kesiti gibi dalgalı ama bitişik, bütünleşik bir kule. Bizimki hızlı adımlarla kuleye yönelir. Kulenin ağzından küçük taşlar atılır. Zeminde her sekişinde bir kıvılcım çıkar meydana. Karınca kararınca; ortalık yangın yeri, karıncalar çalışınca. Termit cehennemi burası, çakmak taşı ile döşeli zemine kendi ürettikleri çakmaklı toplarını atıyorlar. Ses yok, görüntü var. Cafer’in kafaya bir tokat; kendine gel, gördün mü, Derun bizi sınıyor. Sabaha bekletmeyecek; hadi devam edelim, koruluğu aşalım, zaten dağa geldik sayılır.

Koruluktan ayrıldıklarında gördükleri gelirken gördüklerinin aynıdır. Dağ yo-

lunu bulmuşlardır, fakat dolunay dağın ardına saklanmıştır. Gün doğumuna kalan süre kısa bir şekerleme, bizimkiler kaldı zifiri karanlığın içinde. Ben uyuyamam Cafer, gün ağarınca giderim. O zaman yalnız gidersin. Eğer sınanıyorsak, az uyumayı da bilmeli, ilerleme şansımız yokken dinlenmeyi de. Koskoca dağ lan bu; bir yere mi gidiyor, hiç dinlenmeden çıkarsak hata yaparız. Bazen itiraz edemez insan ama çemkirir. Uyanamazsam uyanınca uyandır beni, uyandırmazsan uyanınca öperim seni. Tamam, tamam hadi uyu. Güneş vakitlice parlıyor, gözler kamaşıyor kollar sağa sola açılıyor. Yüzleri epey şekilsiz, utanmadan sıkılmadan, abuk sabuk ifadeleriyle güne merhaba diyorlardı. İlk iş dağa bakar. Falezle mi kaplı o? Of. Mevzu uzadı yine. İkili omuzlarını bir edip, sopaları bir sağa bir sola vura vura dağ yolunda ilerler. Bu yol nereye gider? Yol hiçbir yere gitmez, hâlihazırda dağın düz bir kesitine dümdüz çarparak biter. Bir yanı binbir basamağıyla buluta değen merdiven, öbür

48


yanı şeffaf asansör. Merdivenin önünde boş bir tabela, asansörün kapısında soluk bir yazı; sigara içilmez, şortlular binemez. Al bide buradan yak. Bu nasıl bir ırkçılık, nasıl bir şort düşmanlığı, neyin kafasını yaşıyorsunuz lan! Ne önemi var, zaten şortla gelmedik. Ya gelseydik, ben ısınamadım buna, ayağımı yere basarak çıkacağım. Ne duruyorsun, hadi çıkalım o zaman. Hayret, coşkulu gördüm seni. Nihayet aynı noktadayız. Koşmadığıma şaşır sen. Merdivenler adımlanır, arşınlanır, tarçınlanır. Basamakları buluta ulaştırıncaya kadar koşar adım çıkarlar. Cafer soluk soluğa; bir sigarayı hak etmedik mi? Gülümser bizimki, iki sigara sarar ince, usul usul içerler keyfince, bir de manzara dumana eşlik edince, Cafer’in gözü dikilir koruluğun ateşine. Büyülenir, hüzünlenir, kendine de sinirlenir. Kafasını kaldırır, ürperir; bilmediği, görmediği, çekindiği yeni yerdir orası. Sopasını kılıçmışçasına kuşanır, hızlı değil sağlam adımlarla basar yere. Cesaret buldu hergele. İki kafadar omuzları bir edince, çabucak nihayetine erer merdiven. Küçük küçücük, minik minnacık, iki oda bir salon ebadında düzlüğe varırlar. Kuş havuzu kadar, bahçenin içinde emme basma tulumbayla su çeken, eli çapalı Derun el yordamıyla bizimkilere gel der. Kayıkçının tarifi ile alakası yoktur. Kırklarının başında, seyrek beyazlamış saçıyla, yayla güneşinden muzdarip teni, tok, sert ve şefkatli sesi ile arzı endam eder. Kimsiniz? Biz Derun’u arıyorduk. Ama bu kim olduğunuzu açıklamaz, neyse, an itibariyle isimleriniz pek de mühim değil. Ben Derun, en azından size öyle demişler, niye geldiniz? Zamdıramingo için. Ney, ney, ney, ney, ney! Zam-dı-ra-min-go. Derun tüm vücuduyla güler. Ne yapacaksınız onunla? Kayıkçıyla olan anlaşmayı anlatırlar. Sen sahiden Aylin’i mi arıyorsun? Evet! Yok kardeşim, sen elin eşeğini arıyorsun; ne işin var burada, kayık mı istiyorsun, git başka limana. Şey, mey, gak, guk... Kes! Ya sen, kendi başına türkü çağıramıyor mu bu? Şey, mey, gak, guk... En azından aynı telden çalıyorsunuz. Yıkılın buradan, gelmeyin daha. Sahiden, boş yere mi geldik buraya? Cafer aşağı bakar, düşünür, taşınır, tatlı acı kaşınır. Bak, koruluk hala ‘girilmez’ diye bağırıyor. Korkma, vazgeçme, seni sınıyor; buraya git dedi, geldik, yine git diyor. Dik durur bizimki, göğsünü kabartır. Şansımı denememe izin ver. Derun bakar bunlara. O zaman, bu bilmece ikinize de gelsin: Her şey onun altındadır.

Devamı Farika 3’de!

49


bir süre sonra bir eli tutmakla, bir ruhu zincirlemek arasındaki ince farkı öğrenirsin. ve aşkın yaşlanmak, birlikte olmanın da güvenli olmak anlamına gelmediğini öğrenirsin. ve öpücüklerin sözleşme, hediyelerin de vaat olmadığını öğrenmeye başlarsın. ve yenilgileri başın dik, gözlerin açık karşılamaya başlarsın. ve her şeyi, bugünü düşünerek yapmayı da öğrenirsin. çünkü yarın ile ilgili her şey belirsizdir. ve geleceklerin, uçuşun ortasında düşme gibi huyları vardır. bir süre sonra güneş ışığının yakıcı olduğunu öğrenirsin, eğer fazla maruz kalınırsa. bu yüzden başka birisinin sana çiçek getirmesini beklemeden, kendi bahçeni yarat ve kendi ruhunu süsle. ve göreceksin ki dayanıklısın ve kuvvetlisin ve değerlisin. ve öğreneceksin, ve öğreneceksin, her hoşçakal dediğinde öğreneceksin.

50


51


Ela Nur Yalçın Biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri seviyoruz, bir sevilme içgüdüsüyle bu bizim yüzümüzde ufacık çizgiler oluyor - acaba? evet, çok değil konuşurken düzeltiyoruz orayı burayı topluyoruz, yeriyse çocuklarımızı öpüyoruz ama biliyorsunuz ki gene de hepimiz, işte hepimiz bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde.

52


gözler mi? tavana dikili, hayır, pencereye yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kapkacak ağızları mağaralar, denizler, gökyüzleri değil de bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o orman, dağ, kısacası evrenle. biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz biz bu tavana bilmeden eski rengine boyuyoruz bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor - acaba? evet, çok değil, onları bilmeden hoşa gideriyoruz sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin kim bilir, belki de biz tanrısıyız en olunmaz şeylerin. bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak asılıp kalmışız sokak fenerlerine asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor görenler bizi görüyor ve gidip geliyoruz dikkatle doğrusu, niye saklayalım, hepimiz bunu yapıyoruz ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece cansız ve gidip geliyoruz dikkatle. biz bu kendimizi boşuna soruyoruz kendimize boşuna asıyoruz onları, boşuna öldürüyoruz bu bizim gözlerimizden ufacık şeyler geçiyor - acaba? evet, çok değil, bakışırken düzeltiyoruz biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.” -Edip Cansever

53


Bir gün gece gece çalacaksın kapımı… Ben göreceğim dünya kaç kucak, kaç öpücük, ve dünya kara iki gözde yanan ışık… Kim inandırabilir ki, o saatten sonra dünya çok büyük…

54


Duydum ki hiç çalmayacakmışsın kapımı… Ben öğrenemeyecekmişim dünya kaç kucak, kaç öpücük… İnanacakmışım çok büyükmüş karanlık dünya… Yine bir gün kanmışım oysa görmek isteyişine, seviyorum deyişine… İnanmışım gözlerinle dünyamı aydınlatacağına, mesafeleri kısaltacağına… Mutluluk; şekerci dükkanındaki minik renkli kavanoz, pastanedeki ahşap yeşil sandalyeydi, Ya da ben öyle sanmışım mutluluk yalan, mutluluk sahteydi…

“kafka”

55


Bayılmak Neydi?

EYÜP TURAL

‘Bayılmak’ kelimesinin kazandığı yeni anlama tanıklık etmişti adam. Bir saat boyunca aklından birbirinden beter düşüncelerini kovmaya çalıştı, bu kriz anından kurtulacağıma dair umudunu taze tuttu. Yer yer kendi acısını unuttu, bazen oturmak ve ayakta durmak zor geldi, sert zemine uzandı. İnlemeler ve kendini yiyip bitirmelerle susadığını duyumsadı, biraz arandı, birden düştüğü umutsuzlukla beraber ne sebeple yaptığını bilmeksizin bileklerimi ovarken buldu kendini. Bazen hayatıma mal olacak bir hata yaptığını hissetti derinliklerinde; fenalaştığım an zihninde oynatılıyordu, ağzımdan güç bela dökülen kelimeleri yanlış algılama ihtimalinden çekindi. Neden hâlâ sokağa çıkmamıştı, avazı çıktığı kadar neden yardım dilenmemişti; ne zaman eli kapı koluna uzansa, kafasında başkaca sorular zonklamaya başlıyordu. Ölümcül yaralarıyla evimin önünde belirdiğinden beri adamın varlığını dışarıdan gizlemiştim; yönetime adamı rapor etmemiştim, bir sebebi olmalıydı. Uyanmıştım, düzelmiştim ya da normale dönmüştüm; doğru fiili bulmakta zorlanıyordu, bu yüzden hemen sordu: Ne oldu sana? Biraz önce başıma gelen durumun sıradan bir şey olduğunu vurgulayarak cevapladım: Hiç, sadece bayıldım. Yorucu bir süreçti bayılmak, her tarafım ağrıyordu; adamın olayını çözebilmek istiyordum ama erken saatlerde kalkıp ofise gitmem gerekiyordu. İkimiz de dinlenmeliydik; yarın daha etraflıca konuşabilirdik.

56


Israrda bulunmadı, ne de olsa bayılmamın sebebiydi. Göğsünün acısı sönen adrenalin patlamasının ardından yükselmişti, uzanıp dinlenmeliydi. Uzandı kanepeye, enjekte ettiğim karışımla hızlıca uykuya daldı. Gün daha yeni başlıyordu; adamın biraz önceki şaşkın bakışları mesaiye kadar düşünmek için yeterli malzemeyi vermişti. Önce uzanmalıydım yatağıma; derin derin nefes almalı, zihnindeki dumanı dağıtabilmek için çay hazırlamalıydım hatta. Ellerimi şakaklarımda gezdirdim, galiba çözmüştüm durumu. Bir eski dünya insanının kıyametten nasıl sağ çıktığını düşünüp duruyordu; kıyametin ne kadar yıkıcı olduğunu bu şehir acıyla tecrübe etmişti, hayatta kalabilen her insan bedeninde afet-i azamdan hatıralar taşıyordu. Gömü’nün şartları eski dünyaya yakındı, bu şehirde sıkıntı çekmeden yaşayabilmesini kavrayabiliyordu ama başka bir dünya yoktu, nereden gelmişti adam? Sonra kafama dank etti birden. Dayanamayıp mutfağa gitmiştim, çay için su kaynatıyordum. Ya soruyu yanlış soruyorsam, adamın durumunu yanlış algılamışsam ya da anlattıkları travma sonrasında zihninde yeşermiş hezeyanlar değilse; geriye belli bir tutarlılığı olan tek bir seçenek kalıyordu. Adam zaman yolcusuydu. Bu kadar iddialı bir cümle kurduğuma şaşırmıştı. Zaman yolculuğu mümkün olsa dahi, gitmek için tüm insanlık tarihine sahipken neden Gömü’ye gelmeyi seçmişti? Bardağıma dört yaprak çay bıraktım, rengi değişen sıcak suyu izledim. Aynı hatayı bir daha yapmayacaktım, bazı varsayımlara takılıp kalmayacaktım. Bu şehre yaralı geldiğini altını çizdim, buraya gelmesinin seçim olduğunu nereden çıkarmıştım? Büyük ihtimalle zorla gönderilmişti; bu yolculuğa karşı çıkmaya çalışmış, ölümcül yaralarını direnirken almış ve Gömü’de uyanmaya engel olamamıştı. Mantıklı bir varsayımdı ama bu varsayım yeni ve daha zor bir soruyu yaratıyordu.

57


Hangi zamandan ne sebeple yollanmıştı? Bu bir ‘belki’ydi, varsayımdı, unutmamalıydım. Heyecanımın yatışması için telkinde bulunup duruyordum; adamın varlığı karşı koyamayacağım bir oyuna davet ediyordu, bu oyunun ne korkunç sonuçlar doğurabileceğini aklında tutmalıydım. Evimde bir yabancı saklıyordum; biri fark ederse, birisi bu evde neler olduğunu öğrenirse akıbeti mezbaha olurdu. Günün şartları ile açıklanamayacak bir imkânsız adam kanepesinde uzanmıştı; varoluşu, bildiği bütün fizik kurallarını inkâr ediyordu; hayatımı tehlikeye attığım gerçeğinin üzerinde pek durmadım. Mutfak kapısından kanepede uzanmış imkânsızlığı izledim, kesik kesik yükselen horultusunun bile önümüzdeki günlerde gerçekleşebilecek konuşmalar için meraklandırmasına şaşırdım, öğrenebileceklerimin haddi hesabının olmadığını kabullendim. Hayır, adamı yönetime bildiremezdim; belki de bir daha çıkamayacağı laboratuarlara, can yakıcı testlere gönderemezdim. Çünkü yönetim yerüstünü umursamayı bırakmıştı, uyandırıldığından beri insanoğlunun yeniden yerüstüne çıkabilmesi için yeni bir gelişme olmamıştı; her akşam radyodan dinlediğim yalanları bir kez daha dinlemek istemiyordum. Büyük bir patlamayla gerçekleşecek reaksiyon fikri on senedir simülasyonları aşamamıştı, evrim çalışmaları uygun bakteri türünün bulunamamasından ötürü ilerleyemiyordu. Başarısızlıklar, büyük başarılar olarak anlatılıyordu. Bir sosyolog olabilirdim ama o kahrolası laboratuarların başındakilerle aynı sınıftandım. Yönetime, hatta şehre karşı gelmeye cüret edebilecek kuşkuya sahiptim. Adam başka bir yolun, bir kurtuluş ihtimalinin can bulmuş haliydi; sonuna kadar gitmeliydim, sonuna kadar gidecektim. Ofise yürürken insanların neşeli olduğunu fark etmemiştim; kafamda yeterince soru

58


ve varsayım vardı. Uykumu aldığım da söylenemezdi, galiba iki saat bile uyumamıştım. Anca çalıştığım binaya girince gülen yüzleri, şen kahkahaları fark ettim. Üzerinde durmadım, büyük bir haberi kaçırdığım aklıma gelmedi. Sekreterim çayın yanında bir zarf getirmişti, üzerindeki damgayı görünce heyecanlanmıştım. Bir anlığına zarfın adam ile alakalı olduğu yanılgısına kapılmıştım. Hızlıca açtım zarfı. “Feridun uyandırılmıştır. Beyin dalgalarından yapılan ilk ölçümlerin sonucuna göre tarihin en yüksek zekâya sahip insanı aramızdadır. Feridun’un şu an için tıkanmış birçok araştırmayı sonuçlandırarak insanoğlunun yeniden yeryüzüne çıkışında önemli bir rol üstleneceği düşünülmektedir. Gömü Şehir Yönetimi, bu bireyin dört ay sürecek eğitimi için Yekiz sınıfına mensup Sıfır-Sıfır-Sekiz-Altı’nın başında olduğu bir birimi görevlendirmiştir. Yeni ofisiniz, yönetim binası Üç-Sıfır-Bir numaralı odadır. Yeni sorumluluğunuz ve çalışma arkadaşlarınız hakkındaki ayrıntılı bilgilendirilme ofisinizde yapılacaktır. Bu kâğıt tebliğ edildiği andan itibaren göreviniz başlamıştır.”

59


60


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.