Farika

Page 1

1


EDİTÖRDEN Zihin aktivitesinin büyük kısmını ayırıyor olmama rağmen kelimelerin ne denli yetersiz, meramımı anlatabilmekten ne kadar uzak olduğunu tecrübe edip duruyorum. Sık sık. Gaipten yükselen, asap bozucu bir tekno müzik eşliğinde. Daha gün ışımadan uyanmanın elzem olduğunda çabucak yer değiştirirdi saniyeler dakikalarla, dakikalar saatlerle. Gerçekler yerçekimine karşı koyamıyordur, yenice türetilen tüm motivasyonların köküne kibrit suyu dökme cüreti dolaşmaktadır damarlarda, kendimi hor görmeye meyilli buruk bir tat yerleşirdi genze. Aynanın karşısına geçebilmek divan harbi kadar korkunçtu belki; siluetimle her göz temasında bilincimin eridiği gerçeğini derimin altına itekledim. Ayıbı olmamalı uğraşımızın. Bu işin fıtratında kaybetmek var. Yer yer kaybetmenin güvenli sularına balıklama atladım, bir parça felç kalma arzusu keşfettim derinlerde. Zaman zaman rakı masalarında bir cep evrendeymişçesine umursamaz ve ukala tavırlarla bozlak okuma teşebbüslerine sığındım; beceremedikçe bağırdım, bağırdıkça daha da sustum. Gözlerimin hemen önünde manalarla vuslat anına icazet vermeyen kırmızı tuğlalı duvarlar olduğuna yemin edebilirdim; ellerimi uzatıyordum, nefesini bile duyuyordum, ulaşamıyordum. Vazgeçmeyi çok istedim. Vazgeçebilmek içindi her vukuat. Bizzat ellerimle güneşi doğurmaya gittiğim her seferinde, ayırt etmeksizin tüm hücrelerimi istila eden soğuğa sövdüm ilkin. Pek geçmeden okkalı küfürlerimin muhatabı oldum; güneş doğmaya direndikçe, bahçe makaslarıyla kesmeye giriştim benliğimi. Yine de vazgeçemedim.Gökyüzü mor olduğunda korkmalısın, derdi Bilge. Usanmadan. Gereksiz bir ciddiyetle vurgulayarak. Korkuyordum; yazdığım karakterler bile bana tavsiyeler verir olmuştu. Halit, üzerinde oynamalar yapılmış mitolojisinden çarpıcı örnekler bulup kaybetmek ve vazgeçmek üzerine ahkâm kesiyordu. Sanki yeterince zihnimi hırpalamıyormuşum gibi, sanki kuşluk vakitlerinde fikrimi zamanlaması manidar cinayetlere kurban etmiyormuşum gibi, sanki cismimi sağlıksız diyetlerle güçten düşürmemişim gibi susmadılar. Sallanan koltuğuna kurulup lise yıllarında gizlice aşırdığı fotoğrafa bakıyor, özenle sarılmış adıyaman tütününü ciğerlerinde gezdiriyordu Halit. Kaybetmek değildi korkusu; yine, yeniden, yeni baştan aynı izleği yaşamak da. Vuslata dair umudunun olmamasına rağmen vazgeçmemek, vahayı kurtarabilmek için vereceği canın bile yetersiz olacağının bilincinde denemek; kaybedecekti Halit, kabullenmişti bunu. Belki de kabullenmek için ziyadesiyle kaybettim. Her denememde daha yüksek bir katın penceresinden atlıyordum; bazı akşamüstlerinde sadece kalbim kırılıyordu, bazı uzun gecelerde gururumun parçalarını asfalttan kazımak zorunda kaldığımı anımsıyorum. Ardı ardına yakılan sigaralarım bile olduğum kişiye bir güven duygusu geliştiremeyeceğimden bahsediyordu. Pusuda bekleyen psikozlarıma ket vuramıyordum; algılarımın bile isteye yanlış veriler topladığını fark ediyordum. Tutunduğum tüm fikirlerin teker teker farklı bir gerçekliğe ait olduğu gerçeği ile sarsılıyordum; kuralların daha esnek ve şefkatli olduğu bir paralel evrene gidebilme fantezileri ile ancak dalabiliyordum uykuya. Hayallerimle aynı sıklette asla olamayacağım sanrısına daha da kapılıp, öfkemi en çok kıyametin bir çizik bile atmaktan çekindiği suretlere kustum.Yok mu o hayallere ulaşabilmeye duyulan adı batasıca inanç, lanetler okunası umut! Sıcacık yatakta yarı huzurlu bir uyku beklerken, neden her şeye muktedir olacakmış gibi hissettiren adrenalin pompalanır damarlarıma? Her gün yeniden doğmaktaydı

2


güneş; Bilge susmazdı hiç. Canımın ne kadar yandığı umursanmayacaktı; zihnimde, fikrimde ve hatta cismimde bırakılan tahribat hakkında kimseciklerin bir düşüncesi olmayacaktı. Yelkovan ilerlememek için ayak sürüyordu, kalbim açık havada sanki bir asansörde kapalı kalmışçasına kaburgalarımı kemiriyordu; anbean deliliğe, cinnete çok da uzak olmadığımı duyumsuyordum. Sakinleştirmesi planlanan bir ses tonuyla tekrarlıyordu Bilge; güneş yeniden doğmuyor muydu? Doğuyordu, evet. Pencereden her atladığımda, düştüğüm çukurlardan bir şekilde çıkabilmeyi başarıyordum. Zihnime daha ağır antrenman programı hazırlıyordum; güzel kitapların, filmlerin sayısı neden bu kadar fazlaydı ki... Fikrimin de gelişmesi lazımdı; asla tecrübe etmeyeceğim dediğin olaylar kazındı mitolojime. Daha güzel cümleler, daha güzel kurguların peşine düştüm; otogarda karşıma ilk çıkan çığırtkanın sattığı biletle işe koyuldum. Görülmeye değer hiçbir şeyin olmadığı köylerde, kasabalarda, şehirlerde içtim çayımı, yaktım sigaramı, dumanında derin hülyalarımı yakaladım. Bir daha ismini, cismini hatırlayamayacağım insanlarla tanıştım, ellerini sıktım, hikâyeleri dinledim, batak masasına dahi oturdum. Anlamaya çalıştım. Anlayabildikçe, gözlerimin hemen önündeki duvara uzun bir merdiven dayayacaktım; bir kâşif heyecanıyla manalardan oluşan denize hacim kazandıracaktım; gündelik hayatın temaşasında ıskalanan tüm cümleleri çıplak gözle görebilecektim, ellerimle dokunacaktım. Anlayamadım. Güneş yine doğdu ve ben pencereden atladım.Halit’in, çocukluğundan beri kendine hazırladığı izlek ile mevcut evrenin gereklilikleri uyuşmuyordur; Halit’in benden ne kadar çok beslendiğini kabullenmeliyim. Kaybetmek genellikle salıları sakallarıma sirayet ediyordu, perşembeleri gözaltı torbalarımı hedef alıyordu. Belki de hikâyenin hazinli noktası bu; pişmanlık yoktu. Bünyenin kaybetme toleransı yükselmiştir belki, var olmamı sağlayabilecek bir iş beceremeden orta yaşlara doğru hızla gitmekteydim, var olamama ihtimalim hiç de azımsanmayacak bir noktaya ilerlemektedir ama pişmanlık da yoktu. Aksine mutluyum da. Hayatımı idame ettirebilmek için altına girdiğim o yorucu iş yüküne rağmen, yazılara ve kurgulara vakit ayırabilmeyi başarıyordum. Bilge’ye pek de bilgece olmayan ama ciddi bir ses tonuyla okunacak replikler hazırlıyordum; Halit’e çarpık zihninden bir enstantane sunacak, fırından taze çıkmış cinayet senaryoları yazdırıyordum. Vazgeçmiyordum. Vazgeçmiyorum. Belki de gökyüzü mor olduğunda, kazanmaktan ve kazanmak için vereceğim ödünlerden korkuyordum.Hayatımda ilk kez, kaybetme tecrübesi olan bu denli insanla aynı masada oturuyorum. Yüzüme söylemeseler de biliyorum; ziyadesiyle kaybettiğim için editörüm, yazar koçuyum, yayın yönetmeniyim ya da nasıl isimlendirirlerse oyum. Daha güzel bir ifade peşinde dünyayı yadsımayı öğretebilmem için, ne kadar ciddiye alındığını umursamadan kendi cümlelerini gerekirse tüm iç organlarını parçalayarak oluşturmalarına cesaret verdiğim için, yazıdan alınacak hazzın kazanmanın tüm getirilerinden daha tatmin edici olduğunu fark ettirmem için, evet, ben buradayım. Farika, başarılı olmuş formüllerin tekrar ısıtılıp önünüze sunulacağı, hamasi söylemlerle tribünlere oynanılacağı, çeşitli aforizmalar ve sloganlarla beğen tuşuna odaklanılmayacağı bir dergi olacak. Sürekli yeni anlatımları, cümleleri, çizgileri deneyeceğiz. Tiraj kaygısından uzakta kulağa saçma gelecek fikirlerden ilginçlik, sahicilik ve güzellik rafine etmeye uğraşacağız. Melis’i Donnie Darko’nun evrenine tanrı parçacığı araması için tam da bu sebeple yolladım. Pınar’ı da bu sebeple Nazım’ın peşine bir hafiye gibi taktım. Keza Özlem’in gidip duran kafasının hangi sokaklarda takıldığını bu sebeple araştırdık. Hami Aylinleri şaşırıp durdu, bizle aynı sebeple Aylinler takvimi bile oluşturmuş olabilir; Sevkan Anlantis’te, Murat Termesos’da kaybetti sanırım. Doğan anlamadığım bir şekilde ayağımıza kadar geldi; emin değildim, kontrol ettim, hakikaten mimardı. Ela’ya, Alper’e, Özlem’e çok zor görevler verdik; en az bizim kadar kaybetmelilerdi. Yer yer, kesinlikle okunması gereken bir derginin örneklerini vereceğiz. Yeterince kaybedince, öyle bir dergi olacağız. Buna inancım tam. Sonuçta, kaybetmeyi sizden öğrenecek değiliz.

3


MELİS GEYİK

Tüketmek, tüketmeye değer bir şeyin kalmaması çünkü sorguladıkça anlamlandıramamak, korkutucu ve bir o kadar da haz dolu olan öteki benliğinden bilinçsizce kaçmaya çalıştıkça ona daha da yaklaşmak. Eskimiş, ifadesiz yüzlerden, yıpranmış yerlerden, yarınsız hatta bugünsüz yaşamdan kaçma isteği. Ama tamamen kaçmak bu. Uyuyup bilinçaltınla top oynayıp, ip atladıktan sonra aynı yerde uyanmak değil. Her seferinde evinden daha uzakta uyanmalısın. Uyandığın yer bir solucan deliği de olabilir. Donnie, düşünebilen, sorgulayan, kör olmayan ve saçma düzenin bir diğer parçası olan sabit fikirli insanlara katlanamayan bu yüzden de çevresiyle iletişim kopukluğu yaşayan sevgili protagonistimiz. İsmini babasından, dedesinden, dedesinin dedesinden alan Frank, bir Bay Goladkin, Tyler Durden hatta Kilgore Trout olmasa da Donnie’nin tüm benliğini bilinçaltından başlayarak yavaş yavaş ele geçirmeye çalışan alter egosu (yeni nesil antagonist). Donnie’nin karmaşık ve dalgalı ruh halinin köklerini de unutmamak gerek. Banliyö hayatına sıkışmış adamsendeci bir o kadar da destekleyici bir baba; Sessiz, sakin, melankolik bir anne, baskıcı, yasakçı sisteme direnen idealist bir öğretmen; aynı şekilde kısıtlayıcı eğitim sisteminin mağdurlarından biri daha olan Fen Bilgisi öğretmeni, Donnie’nin sadece ergenlik dönemindeki bir birey olmadığını gösteren, ruhsal bunalımını hipnoterapi yöntemiyle yüzüstüne çıkartmaya çalışan bir psikiyatr; kalpazan, sapkın, beyin yıkayıcı bir medya maymunu; faşist bir diktatörün pisliklerini göremeyen aptal bir halk gibi her şeyi sindirme yetisine sahip bir beden eğitimi öğretmeni ve kanında doğuştan trajedi olan, ‘mutlak gidişin’ nedeni güzeller güzeli Gretchen… Kaos için tüm bileşenler hazır. * Herkes yalnızken Donnie neden bu kadar yalnız? *Paranoid Şizofreninin semptomlarından biri kendini diğerlerinden üstün görme, egosunun çıktığı yüksek irtifa ile görüşlerine karşı çıkan kişilere karşı öfkelenmektir. Donnie dogmatik olgular başta olmak üzere, toplumsal değerler, insanların kimlik paradigmaları

4


ve kendi varoluşuyla ilgili birçok soruyla boğuşan, cevaplardan ziyade net kanıtlar göremedikçe azınlıkta olan düşünebilen öteki insanlar gibi gittikçe kaybolan, çevresindeki güruh tarafından ise tuhaf görünen bir karakter. Filmdeki Richard Adams’ın romanı olan Watership Tepesi’nin incelendiği, medya maymunun uydurduğu “love&hate hayat çizgisi’ anlayışını öğrencilerine dayatmaya çalışan beden eğitimi öğretmeninin yer aldığı sahnelerde Donnie’nin sosyal hayatında yer alan insanlara karşı olan eleştirel düşüncesini anlayabilir ve haklı tavrını görebiliriz. İnsan nihayetinde ‘biraz et, biraz kan, biraz toprak’ değil. Her birey kendi içinde oldukça karmaşık. Her saniyesinin bilinçli ya da bilinçsiz bir nedeni; etkilediği hayatlar etkilendiği hayatlar; çekmecede fotoğrafları, okuduğu kitapları, dans eden nöronları, eleştirel düşünmeyi gerçekleştirebildiği ön beyni; o kadar da basit olmayan yaşamlarında sevgi ve korku da dâhil hissedebileceği çok fazla yoğun duygu var. Var oğlu var. Bunlara rağmen, çoğu insan ayni Donnie’nin dediği gibi ‘kim olduğunu, ne diye hayatta olduğunu bile bilmez. Sadece ölmeden önce mümkün olduğu kadar seks yapmak ister. Ölümden korkmanın ne demek olduğunu bile bilmeyen sevimli bir tavşanın ardından ağlamanın’ nedeni ne olabilir ki? Donnie’nin yalnız olması ve bu tavşanlardan kendisini ustun görmesi sizce de kabul edilebilir değil mi? *Paranoid şizofreninin semptomlarından biri de, kendisinin özel güçleri olduğuna; dünyaya belli bir amaç için geldiğine inanmasıdır. Donnie, kontrolünü/kaderini kendi elinde tutmak ve kimseye bağlı kalmadan secimler yapmak istese de itaat etmesi gerektiğini, yalnız kalmak istemediğini ve tüm bunları her ne kadar eline kanıt geçmeyeceğinin farkında olsa da bunu itaat ederek anlayabileceğini düşünen ürkek bir çocuk. İşte bu noktada Frank alter ego olmaktan çıkıp ilahlaştırılmış bir figüre dönüşebiliyor. Dini anlatılarda önemli bir ağırlığa sahip olan Deccali tasvir etmek gerekiyor. Ahir zamanda ortaya çıkacak olan Deccal kıvırcık saçlıdır. Ahlak ve akıldan yoksun olduğu için sağ gözü siliktir. Frank’in tasvirini hatırlıyor musunuz?

5


-”Beni takip et Donnie.” -Beni takip et ki, Tanrı’nın yolundan gitmezsen; önceden şekillenmiş kaderini sona erdirebileceğini gör. Tüm bunların ne anlama geldiğini anla. -“Su borusunu patlat Donnie” -Okula su bassın ki Gretchen’la yakınlaş. Onu kurtarmak için her şeyi yapabileceğini biliyorum. -İstediğim her şeyi yapabilirim. Sen de öyle Donnie. Merak etme paçayı sıyıracaksın. Yakıp, yık Donnie. -Jim Cunningham’ın evini yak ki, ortalığı yakmanın, yıkmanın, altüst etmenin hazzını tat. Ne olacağını gör. Frank’in manipülasyonları kaosa, şiddete, yalana teşvik ediyor gibi görünüyor. Ama bu eylemlerin sonucu beklenilenin aksine iyi sonuçlar doğuruyor. Donnie Frank’i takip etmeseydi ölecekti; su borusunu patlatmasaydı Gretchen’le birlikte olamayacaktı; Cunningham’ın evini yakmasaydı, o sapkının evindeki çocuk pornosu kasetleri ortaya çıkmayacaktı. Sonuçta her dinin başlangıcında ne yazık ki fazlasıyla kan döküldü. Bu noktada Frank, Deccal olmaktan çıkıp Mesih’e dönüşüyor. (Şirinlerdeki Şirine gibi) Bu duruma ambivalans halinde olan Donnie’nin gözünden bakacak olursak, her ne kadar bunları manipüle edilerek yapmış olsa da başkaldırmanın hazzını tatmış durumda. Graham Greene’nin ‘The Distructer’s hikâyesine yaptığı yorumda bunu zaten istediğini görebiliriz. Aynı Donnie’nin söylediği gibi, ‘evi basıp tarumar ettikleri zaman; yıkımın oluşumun bir şekli olduğunu söylediler. Ortalığı altüst ettikleri zaman ne olacağını görmek istiyorlardı; bir şeyleri değiştirmek istiyorlardı.” Sizce de Frank’in Donnie’yi yönlendirebilmesi için zaten zemin hazır değil miydi? Donnie’nin hayatını kurtarması bunu daha da hızlandırdı o kadar. Bu sefer de sen tavşanı takip et Donnie. *Paranoid Şizofreninin semptomlarından biri de; kişinin bir düşünceye aşırı derecede bağlanmasıdır. Frank olağanüstü zamanlarda Donnie için Mesih olmuştur. Donnie illaki onun havarisi olmayı isteyecektir. Frank’in olağan zamanlarda Donnie’nin hayatında rol almaya devam edebilmesi için şekil değiştirmesi gerekir. Kurtarıcı kısa bir süre sonra rol değiştirip mentör olacaktır. Travmaya bağlı olarak ortaya çıkan boşluğun başka bir şeyle doldurulmaya çalışılması ve ona bağlanılması çok normal. Kurtarıcısı olarak gördüğü Frank, bu boşluğu yönlendirebilecek; yapa-

6


bileceklerinden korkmasına rağmen sığınabileceği tek yer. Psikiyatrına söylediği gibi, “ Ona itaat etmeliyim. O hayatımı kurtardı. Yoksa yalnız kalırım” Bu ilişkinin şiddetini Stockholm Sendromundan anlayabiliriz. Rehine kendisini kaçıran kişiye karşı fazlasıyla pozitif duygu besleyebiliyorsa (esir alan kişiyle kendini özdeşleştirme-hayatta kalma içgüdüsü, savunma mekanizması olarak benliğini kurtarma ), kurtarılan kişinin kurtarıcısına bağlanması kaçınılamaz. Bir Issız Adam Olarak Donnie Peki, Donnie’nin tavşana neden bu kadar bağlı olduğunu biliyoruz fakat bir gücü daha olsaydı neden Gretchen’i biblo olarak evde tutardı? Gretchen’le birlikte olmasına rağmen yalnızlıktan korkmasının sebebi ne? Donnie gibi adamların hayatını, kendisini değiştirmesi için olağanüstü bir durum olmalıdır. Aşka sıra gelene kadar çözmesi gereken bir sürü soru/sorun; üzerinde düşünmesi gereken değer yargıları; anlamaya çalıştığı çevresi vardır. O, bulutların üstüne okuduğu kitaptaki bir göndermeyi anlayarak ya da günlerce uğraştığı bir matematik problemini çözerek de çıkabilir. Kendisini sevgiye, aşka kaptırarak uğraşmaktan zevk aldığı şeylerden kopmak istemez. Kontrol onun elinde olmalıdır. Donnie’nin Colter Stevans, Marty McFly ya da Evan Trebon gibi istediği zaman, istediği zamana gidip; olayları değiştirebileceği çok fazla fırsatı yok. O solucan deliği sadece o zamana ait. Her zaman istediği gibi kontrolü eline almanın bir bedeli var. (it is a gift and a curse) Karar vermek zorunda. Kendisinin ve başkalarının kaderi ona bağlı. Gretchen bu dünyada kalmalı. Edebiyat öğretmeni o güzel kitapları okutmalı. Ablasının sevgilisi Frank yaşamalı. Annesi ve kız kardeşinin olduğu; düşen uçağın jet motorunun onu öldürdüğünü/öldüreceğini bilip bilmediğinden emin değilim ama kesin olarak bilseydi herkesten önce annesinin ve minik dansçı kız kardeşinin yaşamasını isterdi. Her türlü Donnie giderdi. Sonuç olarak; Donnie psikiyatrının tanı koyduğu gibi Paranoid Şizofren mi? Frank onun kafasında yarattığı öteki benliği mi? Deccal mi, Mesih mi, yoksa sadece ablasının sevgilisi mi? Delik açmak ve o geçitle boyut atlamak mümkün mü? Her ne kadar Richard Kelly’nin Donnie Darko’yu analiz edenler kadar film üstünde düşünmediğini varsaysam da Frank’in dini kitaplarda geçen Deccal Mesih tasviriyle birebir uyuşması rastlantı mı? Donnie paranoid şizofreni hastalarının özelliklerini göstermesine rağmen, dış faktörlerin etkisi bu semptomları kurgunun deux ex machinası haline getiriyor. Donnie’nin paranoid şizofreni olma ihtimali, hikâyedeki delikleri kapatacak bir çıkış noktası. Marx’ın da dediği gibi, ‘insan çözebileceği problemler yaratır’. Filmin bu kadar çok analiz edilebilmesinin nedeni de bu. Herkes olmasını istediği sonuca istediği veriyi kullanarak ulaşabilir.

7


ÖZLE M İNDERESİ

Yıllar boyunca insanlardan sıkça duyduğum cümle. Kafan Nereye Gitti? Sahi nereye gitmiş olabilir? Nasıl gitmiş olabilir? Yangına körükle gitti, burnunun dikine gitti. Bazen gücüne, bazen ileri gitti. Çoğunlukla içi gitti yahut başladığı yerden çorap söküğü gibi gitti. Aslında kesin olan şu ki güme gitti. Evet kesinlikle güme gitmiş olmalı. Yoksa neden rahatını bozar ki bir kafa? Bazen önümden geçip giden otobüsün tabelasına takılır, bazen de o otobüsün içerisindeyken dışarıda gördüğüm yamuk reklam afişlerine bakarken giderdi. Ya da tuvalet kağıdını koparırken kenarında kalan inatçı, minik, görevinden bir haber o parça ile beraber gitti. Onlarca insanla aynı caddede yürürken benimle aynı adımı atmadıklarında kitlenen bacaklarımla beraber gitti. Gitti. Evet. Kilitli kapıyı defalarca kontrol ederken, ocağın altında yan’mayan’ ateş ile ateşkes sağlamaya çalışırken. Tertemiz elleri su ile sabun ile tahriş ederken gitti. Gitti. Kafam dünya için küçük onun için oldukça büyük olan olayların, yaşanmışlıkların, detayların peşinden gitti. Zaten kararını gitmekten yana kullandıktan sonra tutmadım bir daha. Denedim ama… Elbette denedim. Çoğu insan gibi double espressomu yudumlarken, klavye delikanlılığı yapıp kafamı bir kafes içerisinde bekletebilirdim. Sanal tepkilerimi verip rahat kafa ile uyuyabilirdim; ki benim kafam uyumak için bile geri gelmedi. İçi kan ağlayan annelerin haberlerini gördükçe geldi, onların yanına gitti. Babasız bebekleri düşündükçe geldi, oraya gitti. Masum insanların paramparça cesetlerini görünce geldi, gördükçe gitti.

8


Sosyal medyada fiili olmayan eylemler yapmak için gelmedi ama. “Vicdanın rahatlasın! Al üç beş bir şey yaz sonuna hashtag ekle hoop paylaş gitsin!” de demedi. Detaylarda boğulurken acıların bütününü, zonklayarak! Kızarak! Ağrıyarak! Hissettirdiğinde anladım geldi. Acılarla beni başbaşa bırakmak için gitti. Kabuk bağlamasın diye yaralar, ağlamasın diye analar geldi bir ara. Dur, bekle diye değil! Harekete geç, adım at diye geldi. Sonra gitti. Her zaman olduğu gibi. Evet haklısınız “benim kafam gitti.” Ne detaylar bunlar değil mi? Üç beş günlük acılar… Nasıl bu kadar uzun gitti! ———————————————— Sanal ortamda yazdığınız 140 karakterlik yazılar, beğendiğiniz paylaşımlar, “haydi savaşa!” saçmalıklarınız. Klimalı odalarınızda, son model cep telefonlarınızla iki dakikanızı ayırıp bir satır cümle ile kalmasını sağladınız... Kafanız, Vicdanınıza su serpen retweetleriniz. Aman şu kadar kalp almış gönderileriniz. Popülerlik yolunda ilerlerken parlayan gözleriniz… Unutturdu elbet. Uyku düzeninize hayranım… Biraz da bana yalvarırım. Biraz da bana Biraz da Biraz Başınızı koyduğunuz yastığın taş kesilmeyişine şaşkınım, Hiç kımıldamayan, obur kafanızın yük gelmeyişine şaşkınım… Yosun bağlamış kalplerinizin iğrenç kokusunu bilmem kaç yüz liralık parfümlerinizle örtme çabanıza şaşkınım. Her acıda aynı cümleyi yazabilen parmaklarınıza şaşkınım. Kızarmayan suratınıza, asılmayan suretinize, düşünmeyen kafanıza şaşkınım. Siz.. Evet evet siz! Defalarca yanan ateşte hiç zarar almayacağını zanneden yaş odunlar. Evet siz. Sizden bahsediyorum. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cılar. Yahu sizden bahsediyorum.

9


Gözleriniz kör, kulaklarınız sağır, diliniz lal, elleriniz hissiz, kalbiniz taş, kafanız? Ya sizin! Sizin kafanız nereye gitti? — Peki, ben söyleyeyim. Yüzlerce işçi, yerin altında evlerine ekmek götürmek için ter döküyorlar. Güvenlik sıfır, hayatları birer rakamdan ibaret. Hepsi birer rakam. Rakam olduklarının farkındalar belki de bilmiyoruz, bilemiyoruz, bilemeyeceğiz. Neden mi? Çünkü öldüler. Çünkü teker teker rakam verdik toprağa. Siz mis gibi havada sahil kenarlarında mangal yaparken yahut soğuk kış günlerinde cama düşen yağmur tanelerini sayarken onlar yerin altında bir lokma ekmek için hayatlarını hiçe sayıyorlar. Sonra, ölüyorlar. FITRAT! Birer birer ölüyorlar. Rakam rakam ölüyorlar. Teker teker ölüyorlar. Usul usul ölüyorlar. Sessiz sessiz ölüyorlar. Sakin sakin ölüyorlar. Genç genç ölüyorlar. Yaşlı yaşlı ölüyorlar. Parasız pulsuz ölüyorlar. Zamansız, güneşsiz ölüyorlar. Doymadan, gülmeden ölüyorlar. Gün yüzü görmeden ölüyorlar. Yorgun argın ölüyorlar. Gizli saklı ölüyorlar. Bata çıka ölüyorlar. Düşe kalka ölüyorlar. Er geç ölüyorlar. Kesin kati ölüyorlar. Ölüyorlar. Ölenlerin kafası ardında bıraktıklarına gidiyor da; sizin?

10


Sizin kafanız nereye gidiyor? 787 kişi kalıyor madenin altında. İyi haberini almak için bekleyen yakınlarının göz yaşlarına gitmiyor mu hiç? “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin.” Diyen adamın ezilmişliğine, sömürülmüşlüğüne, çaresizliğine, naifliğine… “Beni boşverin Mahmut’u çıkarın ben bekarım onun karısı hamile…” Diyen adamın kalbindeki yangına… Enes’i hatırlıyor musun peki? Babasını işinin fıtratından ötürü kaybetmişti hani? Enes hastaydı, babası onun tek umuduydu. Belki iyileşecekti, sarılacaktı babasına doya doya. Ne oldu biliyor musun? Öldü Enes. Öldü. Babası gibi. O da öldü. Peki geride kalan anne? Yaşıyor mu sanıyorsun? Nefes alıyor belki ama öldü o da. Senin kafan nerede hala? Sayılarda tabi ki… “Maksimum 302 ile kapatırız!” Oyun oynuyoruz çünkü. Biz bu oyunu 302 ile kapatırız rahat olun! Heyyt be. Matematik ile aranız ne kadar da güzel. Çünkü o yılan sana hala dokunmadı. Kafan yerinde muhteşem! Peki sonrasında olan Zonguldak Ereğlideki göçükten haberin var mı? Doğru ya yalnızca 1 kişi hayatıı kaybetmişti. Kafan başka yerlerde dolaşabilir haklısın. Başka bir olay sunsam sana? Ne dersin, kafanın nerede olduğunu anlatabilir misin bu sefer? Okuyup hayatını kurtarmak için çabalayan bir genç kız var. Güzel, akıllı, başarılı… Okuldan çıkıyor, avm’de geziyor. Minibüse biniyor. Ne kadar olağan değil mi? Sonra bir daha haber alamıyorlar… Babası prensesini bir daha göremiyor; annesi mis kokulusuna sarılamıyor. Neden? Cani bir herifin uçkuru yüzünden. Neden? Cani bir herifin UÇKURU yüzünden. Neden? Cani bir HERİFİN UÇKURU yüzünden. Neden? CANİ BİR HERİFİN UÇKURU YÜZÜNDEN. NEDEN? CANİ BİR HERİF YÜZÜNDEN!

11


ÖLDÜ. Özgecan da öldü. Özgecan katledilirken neredeydi kafan? Özgecanı öldürmekle kalmayıp cesedini yaktılar. Bunlar olurken neredeydi diyorum? Tabi ki, elbette tweet attın. Özür dilerim unutmuşum. Parmakların klavye tuşlarına değdi. Doğru, haklısın. O öldü ama sen tweet attın. Onunla yetinmedin. Fan sayfaları açtın Özgecan’a. Kolay değil tabi ki. O kadar retweetler, beğeniler, tweetler. Öldü çünkü. Senin görevin de bu zaten. Helal olsun tam sana layık bir görev. ————— Yine mi olmadı? Buna ne dersin? Bu sefer İstanbul Adalet Saray’ındayız. Elini kolunu sallaya sallaya örgüt üyeleri içeri giriyor, Savcı Mehmet Selim Kiraz’ı rehin alıyor. Sosyal medyada fotoğraflar dolaşıyor. Ailesi, akrabaları perişan. Sonra polis bir operasyon düzenliyor. Olayın kahramanlarının hepsi ölüyor. Savcı Kiraz’da dahil olmak üzere hepsi ölüyor. Yine ölüm. Sen bu olayı tt (trend topic) yapmıştın ama değil mi? Bu işler de öyle kolay olmuyor biliyorum başında da bir sürü iş var. Doğru. O zaman şöyle yapalım. Barış mitingindeyiz. “BARIŞ” Halaylar çekiliyor, şarkılar söyleniyor. Birden her yer toz bulutu, kan, kol, bacak, gövde, bayrak, ağıt, yıkım, yangın, gözyaşı… 100’lerce insan ölüyor. Sanıyorsunuz ki yalnızca toprağa gömülen kadar insan ölüyor değil mi? Yakınlarını toprağa vermiş insanlar için hayat devam edebilir sanıyor musun? Of yine mi hashtag açtın. O yılan yine sana dokunmadı demek… Onlar provakatördü diyorsun… Amaçları ortalığı karıştırmak dedin. Hepsi mi? Farkeder mi? Öldüler çünkü. Öyleyse yine bir patlamaya gidelim. Bu sefer eylem de yok hem, sen seversin. Ne dersin? Sınav günü, öğrenciler sınavdan çıkmış. Nereye gidecekler Ankara’da? Dolmuş kafaları bir de biliyor musun stresliler. Hadi demişler bi’ Kızılay yapalım. Haftasonu bir de kıyamet gibi orası. Anneler, babalar, sevgililer, çocuklar, gençler, bebekler…

12


Herkes orada inanır mısın? Siviller bir de, eylemle işleri yok. Darbe falan hiç öyle bir fikir yok. Yapacakları tek darbe streslerine olacak muhtemelen. O da çok problem değil; değil mi senin için? Sonra evlerine gitmek için hareket ediyor bazı insanlar, metroya gidiyor. Ve yine toz bulutu, kan, kol, bacak, gövde, ağıt, yıkım, yangın, gözyaşı… Öldüler. Şaşırdın mı? Alıştın değil mi artık. Ardarda okuyunca insan daha bir normal karşılıyor değil mi? Anneler çok ağladı ama… Babalar da ağladı. Sen hiç babanı ağlarken gördün mü? Bir babayı ağlarken görmek ne demek bilir misin? Bir babanın çaresiz olduğunu hissetmek ne demek bilir misin sen? Kafan nereye gitti ne olur söyle artık? Nerede? Bu kadar yaşanmışlık varken nasıl bu kadar sakinsin? Sakinsin evet çünkü bir oynun içindesin. Anlattıklarımın çoğunun ardından sosyal medya yavaşlatıldı. Neden biliyor musun? Çünkü tamamen kapatılırsa sen tepkini fiili olarak verirsin. Kafan olması gereken yerde olur. Ama yavaşlıyor ki daha az detay görüp, sadece sosyal medyadan tepkilerini iletesin. Uyutuyorlar seni. Sosyal medya uyuşturucusu yüzünden ne kadar insan kaybettik farkında mısın? Bir şehirde 5 ayda 3 saldırı gerçekleşiyor hepsinde aynı tepki. Ne yaptın! Tweet attım ben valla gönlüm rahat ooh mis! Sadece bu da değil! “Kan ihtiyacı var” Diye çırpınıyor birisi, ne yapıyorsun? Retweet yaptım ya daha ne yapayım! Aferin. Helal olsun. Sahibinden az kullanılmış temiz kafa. Muhteşemsiniz. Kafalarımız asla aynı yerde birleşemeyecek bu yüzden siz uyuşturucunuzu almaya gidebilirsiniz. Ben elimi yıkayacağım. Belki sonra uyurum.

13


Ne çıkar sanki sardıysam sizi kollarımla Unutmak, belki de unutmak olsun diye mi? Onu da tatmak gibi Oysa ne bir evim oldu, ne de bir yerim var şimdi gidecek Ama gitmenin saati geldi Kirli bir gömleği çıkarıp asmak Yıkayıp kurutmak ister ellerimi Su içmek, saati kurmak ve sebepsiz dolaşmak biraz da Açınca camları - diyelim camları açtık ya sonra? Sonrası şu: ben bir camı, bir perdeyi açmış adam değilim Bilirim ama çok bilirim kapadığımı Öyle iş olsun diye mi, hayır Bilirim içerde kendimi bulacağımı Dışarda görüldüysem inattan başka değil Evet, çünkü bu karanlık işime en geleni Kendimi saklıyorum ya, bir yığın ölüden gelen kendimi Oramı buramı dürtüyorum, bunu sahiden yapıyorum Ve açıyorum bütün muslukları Diyorum sular mı böyle, sular mı olmalı Ne geldiği, ne de gittiği yer belli Olmuyor, gene kendimi düşünüyorum Alıştım istemiyorum.

-Edip Cansever

14


Gitmek sadece bir eylemdir. Unutmak ise kocaman bir devrim. -NazÄąm Hikmet Ran

15


LEY L A A P A

Yere çarptığımda çöktü o yanlarım. o yanlarım, bu yanlarım, bak şuralarım da. bak her yerim ağrıyor. derecelendiriyorum... 10 üzerinden 10! rasyonel değildin diyorsun. neydim ben ki sıfırla çarptın beni? beni çarptın yerden yere vurdun.. yerde var sıfır. kalan sıfır, eklenen binlik acı. bölünen ben, bölen sen. elde mi? yerde var sıfır! gönlümün mutlak değeri, gönlüme mutlaka değeni geri getirebilir mi? sevgilim sen benim mutlak değerimdin. ne eksildi ne evrildi. neticede mutlak değerdi. a’sı hala var. ağrısı tam şuramda. bak her yerim ağrıyor... bugünlerde bir japon gibi çalışıyorum. sevgilim bir japon bir yarayı 3 günde... sevgilim bin yarayı kaç bin japon... sen benim hiroşimamsın. dünya duyuyor, parçalandım! japon bir işçinin bir günde, bir günde çektiği bu binlik acıyı bütün dünyaya mal ediyorum. dayanmaya meylediyorum... ve sevgilim bir büyük patlama daha.. üzülmezsin diyordun. yerle bir olmazsın... önce yar oldum, sonra evrildim yer oldum. her yer oldum, en zayıf topraklarıma sen bastın. o yanlarım, bu yanlarım, bak şuralarım da... bak her yerim ağrıyor. elindim, evimdin, el oldum, sokak oldum.

16

sevgilim şimdiki yarlar neden yer olmuyor? sevgilim evrilmeyi bana baştan anlat! maymunlar insan... susuyorum. senin dünyanda sevgilim afrika oldum. afrikalı çocuk oldum. arfikalı kadın oldum. sevgilim senin dünyanda ben, elim, vahim, aç bir ırk oldum. kocamandım, un ufacık parçalar oldum. hint okyanusuna dolaştım atlantiğe dağıldım. bütün dünyaya parçalandım. mutlak hakimiyetin altında, bir dünyaya mal oldum. sevgilim kime münasebetsizleşeceğim şimdi? cümlelerimin gizli yüklemini aldın benden. adını nasıl, ah nasıl söyleyeceğim? kime sesleneceğim? kimi seslendireceğim? yüklemsiz cümleler kurmaya pek tabi alışabilirim. ah. sen, ben, biz-siz... birinci tekil şahıstan ikinci tekile uğrayıp, birinci çoğula dönüşüp sizsizleşebilirim. bunu bir japon azminde, bunu bir dik yokuş zorluğuna rağmen, başarabilirim! ah ne yazık bana! cam kırıkları ayağımı keserken, bir afrikalı yoksunluğunda, bir japon özverililiğinde, en büyük çarpışmalarda bir sıfır ağırlığında, belki bir şubat soğukluğunda, pencere kenarındaki dumanın süzülüşünde, sevgilim uyurken seni özledim diye her dürtüşümde, sevgilim kısa hikayelerin, kelime oyunlarının her yükleminde, giderek biz-sizleşebilirim.


17


D.DOĞAN UYSAL

İlk yazıma bir anons ile başlayacağım, hepimizin aşina olduğu hatta çoğumuzun duymaktan sıkıldığı, fakat kanıksadığımız ve farkında olmasak da hayatımızda ziyadesiyle yeri olan bir anons: “Overlok makinesi ayağınıza geldi”. Evet, her ne kadar anlam veremesek de bu iş kolunun mutlaka bir farkındalık ve gereklilik sonunda ortaya çıktığı aşikar, çünkü her yerdeler! Birileri “Ne yani overlok makinesi bu, herhalde ayağımıza gelecek!” dedi, mutlaka geçmiş zamanda, bir yerlerde… Bu anonsa sebep olan konuya gelelim yada “Ne gelecekmişiz! Konu bizim ayağımıza gelsin, dimi ama efendim!”. Hiç! Maalesef alıştığımız gibi herhangi bir hizmet alınacaksa o hizmetin ayağına gitmek dahi gereksiz geliyor bizlere, “Ne yani! O bize gelsin…” Tam da bu noktada doğuyor ayağımıza getirme ihtiyacı, çoğumuzun ne olduğunu dahi bilmediği overlok makinesi bile ayağımıza kadar geliyor. Durumun temel sebebi üşengeçliğimiz falan değil, tamamen kibrimiz ve paranın her kapıyı açtığına inandırılabilmiş olmamız. Parası olanın her türlü hizmete ve metaya kolaylıkla sahip olma isteğine bir de hizmeti ve metayı ayağına getirtme isteği eklendi. Bu yüzden mantar gibi çoğaldı e- alışveriş siteleri. “Hem ne gidecekmişim mağazaya, alırım ürünü kapıma kadar gelir, bakarım beğenmezsem çağırırım kargo efendiyi o da ayağıma kadar gelir, getirdiği gibi de götürür o beğenilmemiş ürün bozuntusunu, dimi ama!” Tabii ki de efendim, siz hiç rahatsız olmayın… Hizmet ayağımıza kadar geliyor artık nasılsa, birkaç tık tık kadar kolay nerede olursak olalım ister evde, ister ofiste, mübalağa etmiyorum, isterseniz yatakta bile olabilirsiniz, sadece tık tık… Mesela bankalar; onlardan bile hizmet almak için zahmet edip gitmiyoruz, onlar interaktif bankacılık hizmetleri ile bize geliyorlar. İnternet bağlantısına sahip herhangi bir elektronik cihaza sahip olmak yeterli, bir şekilde parmak ucumuza koskoca banka şubesi geliyor, hizmet verebilmek için… Parası olanın daha iyi hizmet alabilmesiyle başlayan bu serüven, önüne geçilemez meta ve hizmet tüketimi ile çığırından çıkmaya başladı. Tüketiyoruz artık, hem de hiçbir çaba ve enerji sarf etmeden, sadece

18


paranın gücünü kullanarak. Çünkü zamanımızda para çok güçlü, parayla sahip olamayacağımız değerlerin varlığını unutmuş vaziyetteyiz ve bizden paramızı isteyenler, tam olarak isteklerimize hizmet ederek ve istediklerimizi ayağımıza getirerek kendimizi değerli hissetmemizi sağlıyorlar. Nasrettin hocanın “Parası olan düdüğü çalar” sözünü düstur edindik hayatımıza, lakin paramız olmasa da varmış gibi tüketiyoruz fütursuzca... Geçmişte lüks ve burjuvazi sembolüydü hizmeti ayağına çağırmak, şimdi ise sıradanlaşmış gerekliliklerimiz arasında yerini almış durumda. “Nitekim herkesin kendisini burjuva hissetmeye hakkı da var dimi?” Elbette var! Sadece burjuvazi olarak yaklaşmak kesinlikle sığ bir yaklaşım tabii ki de bunun farkındayım. Zamanı yetiremiyoruz artık kendimize, onu da hızlı tüketiyoruz ve tüketmek için daha kolay yöntemlere ihtiyaç duyuyoruz. Bir kıyafeti bile mağaza mağaza dolaşıp, esnaf pazarlığı yapıp, üzerimizde deneyerek, dokunarak almak yerine manken beden ve ölçülerinin, ürün özelliklerinin belirtildiği bölümlere bakarak ve bize özel olduğu iddia edilen “Abi normalde 10 ama sana 5 olur” türünden indirimlerden faydalanarak alıyoruz. Bunlar artık sıradan tüketim tekniklerimiz, mağazaya gitmek yerine mağaza bize gelsindi çünkü… Bunun ardında yatan gizli sebep; kolay erişmek, zamandan tasarruf, ürün çeşitliliği falan değil. Gitmek istemiyoruz hiç kimsenin ayağına, gururumuza dokunuyor, kibrimiz ağır basıyor ve ayağımıza gelindiği zaman gururumuz okşanıyor içten içe. Aslında ya farkında değiliz bu gerçeğin yada kabul etmek hoşumuza gitmiyor… Velasılı gitmiyoruz azizim, overlok makinesi bile ayağımıza geliyor! Daha kolay sahip oldukça, daha az değer veriyor, sahip olduklarımızın bizden gitmesine daha az üzülüyor ve gitmemesi, kaybolmaması, tükenmemesi için daha az çaba sarf ediyoruz. Tıpkı insan ilişkilerinde de olduğu gibi…

19


PINAR

KÜÇÜKBAŞ

Nazım’ın en büyük aşıklardan olduğunu düşünürüz hep. Yazdığı şiirler ile Türkiye sınırlarını aşmış,dünyaya mal olmuş; büyük bir kesime rol model olmuş ideolojiye sahip o değerli şair, eyvallah! Ne şiirler yazmıştır, nice şarkıları Nazım’ın dizeleri yüceltmiştir. Hep beraber o şarkıları söylemiş, o dizeleri ezberlemişizdir. Hatta kim o Mavi Gözlü Dev’in minnacık kadını olmayı hayal etmemiştir, ya da kim sevmemiştir ekmeği tuza banıp yer gibi, geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzını dayayıp musluğa su içer gibi... Hayran olunası yüce aşk şiirlerinin yegane sahibi Nazım! Bir Mecnun, bir Kerem değil yalnız dikkat! İşte burada insan biraz olsun düşünmeye başlıyor. Gerçekten iyi bir aşık mıydı Nazım? Yoksa modern zamanların kolpa aşıklarına yol gösterici bir ışık mı? Issız adamların yaratıcısı belki de Nazımdır ha ne dersiniz? Koca koca soru işaretleri... Pekala düşünelim o şiirler nereden geliyor? Bazen, sırf ruhları bozuk olduğu için şair oluyorlar diye düşünüyorum. (Hangi yazarın/şairin ruhu bozuk değil ki diye giriyor burada bizim Farika’nın bilirkişi raporu çıkartmaya yetkili psikoloğu). Söz yazarları da ilhamdan bahseder ya, ya hala aldatılmamıştır ya da hala acı çektirecek bir aşk uyduramamıştır. Nazım, aşık olduğu kadınlara hep şiirler yazmıştır. Öncelikle sorum gerçekten bu kadar çok aşık olunabilir mi? Olur sonuçta ben de hayatımı idame ettirirken yemek yiyor, aşık oluyor sonra tekrar yemek yiyorum. Hayat döngüm hep böyle ya da en azından ekipte böyle biliniyorum.Pekala herkese aynı şekilde özenli cümlelerle yazılmış; her kadının gözlerine, saçlarına, minik ellerine yazılmış özel kelimeler mümkün mü? Nazım’ın ilk kadını Sabiha Hanım. İlk aşkı, çocukluk aşkı için; “Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki Çok sevdiğim başına yemin ediyorum ben Koyu bir çiçek gibi gözlerin kapanırken Bir dakika göğsünün üstünde olsa yerim Ömrümü bir yudumda ellerinden içerim Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki” der. Bir başka aşkı Azize Hanım’a; “Rüyaya daldıran şarabın sun Önümde gönlümle gelirken diye Şu yanan alnıma bir kere dokun Azize, gözleri nurdan Azize” Ya Nazım’ın en büyük aşkı olarak addedilen Piraye’si... Çoğu aldatılmış, hayalleri kırılmış kadın-

20


dan farkı yok aslında. Sadece karşısına güzel şiirler yazan adamlar yerine tam olarak hödüklerin çıkmış olması. Piraye’nin bilinen aldatılmışlığı 3tür. Hatta Piraye’yle olan yıllarında önceki aşklarını hatırlayıp onlara şiirler yazmaktan da çekinmez üstelik. Piraye ile olan beraberliğinde daha önce tanıştığı fakat o zamanlarda sevgili olamadığı, sonradan bir vapurda karşılaşıp yeniden ateşinin canlandığı Suat Derviş’e; Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını; Bir kere eğemedim bu kadının başını. Kaç kere sürükledi gururumu ölüme Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme. Cevapları öyle heyecansız ki onun, Kaç kere iman ettim, hiçliğine ruhunun. Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi Güzelliğin önünde, dolup, çarpmalı kalbi Ne mehtabın aksine yelken açan sandal Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor. Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor…” Peki ya Piraye’nin de aşklarını bildiği halde; “ Delişmendir ama, iyi kızdır, sevgisi içtendir” dediği Semiha için yazdığı Bu Bir Rüyadır adlı operet. Neden peki? Nazım ki o aşk sözcüklerinin sahibi, koca yürekli adam! Ne diye çok sevdiği minicik elleriolan biricik karıcığını, hapislik yıllarında gökyüzü gibi hasretlik çektiği Piraye’sini bu kadar üzmüştür. Ne farkı var Nazım’ın da şu karşımıza çıkıp beylik laflar ettikten sonra ansızın kaybolan, günlerce haftalarca yüzümüz asık gezmemize sebep olan öküzlerden farkı? Ağzının iyi laf yapması mı? Yazdığı şiirler mi? Kim ister her defasında aldatılıp vazgeçemediği için adamdan, aşkını da acısını da kabullenmeyi; kan kusup kızılcık şerbeti içtim demeyi. Kim ister etleri koparcasına severken, adam kalksın gitsin şiir yazmak için bıraksın kadını. Piraye de böyle bir kadındır eminim, hepimiz kadar aşık bir kadın. Her defasında affedecek kadar mazoşistçe seven bir kadın. Üzgünüm ama ben bunu mazoşistçe buluyorum. Ve bu kadınlar, erkekler şiir yazabilsinler diye yokluklarıyla baş etmek zorunda kalmayı istemezler. Bende istemem. İstemem öyle sevgili. (haşa sevgili olsun çamurdan olsun). Neyse ki hödüklerimin içinde bir şaire ilham sebebi olmadım. Olmak üzereydim yalan değil, nedense bu aralar ya sanatkar arkadaşlar çoğaldı ya da böyle bir çekim alanına sahip oldum, bilemiyorum. Seramik sanatçısından heykeltıraşına, fotoğraf sanatçısından müzisyenine denk gelir oldum. Arada tiyatrocusu bile olmuş olabilir, sarhoştum hatırlamıyorum. En son bu özelliklerden bir kaçını üzerinde barındıran yağız delikanlıya aşık olma gafletinde bulunuyordum ki imkansızlıklar baş gösterdi. Bu imkan ve şerait dahilinde sevgili olmamız kat-i suretle yasaktı. (Pek muhterem babacığım bu sözlerimi duyarsa pembe panjurlu evimizden imkanı yok çıkarmazdı.) Ufak kaçamaklar yaşadık tabi yağızımla. Bu kaçamakların artık bir yere varmayacağını anladığımızda yavaş yavaş

21


uzaklaşmaya karar verdik. Neyse ki başta, bir anda ortadan kaybolmaması için uyarmıştım. Çünkü insan ansızın gidenlere anlam veremiyor, daha çok üzülüyor. Günlerce haftalarca nedenini düşün dur sonra. Giden kafalara insan böyle varıyor işte. O uzaklaşmaya karar verdiğimiz ve artık salya sümük ayrılık cümleleri kurarken “zaten bizim sevgili olmamız mümkün olsaydı da biz birlikteliği yapamazdık” dedi. ….(Uzun bir boşluk) Kafamı kaldırdım, ani bir şok yaşar gibiydim. O üzgün surat bir anda değişti. Yaşlarla dolu gözlerim far görmüş tavşan gibi açılıverdi. Kafamda deli sorular o vakit “Bu kadar olumsuzluğun sebebi, olamayışlarımızın, bir geleceğe gidemememizin sebebi hakikaten sevmeyişi mi acaba?” “Olum sevmiyormuş meğer lan” gibi gelgitleri yaşarken kızgın ve şaşırmış bir Sevda Demirel edasında “ Ne dedin sen?” deyiverdim. “Seninle sevgili olabilecek durumda olsaydık da ben seninle uzun süre kalamazdım. En güzel yazılarımı yazabilmek için en mutlu zamanlarımızda seni bırakırdım. O mutluluktan kaçar ve senin için şiirler yazardım” dedi. Hala far tutuyorlar, çek kardeşim şunu! Tam anlamıyla boş gözlerle akıllı telefonumun aklını başına alıp bana doğru cümleleri aksetmesini istedim. Sonra bir kez daha okuyup, zihnime iyice kazıdım ve yorumlamaya geçtim. Demek buymuş! Adamlar acı çekmek istiyor. Issız adamlığa özenmeleri bundan mütevellit. Bu cümleyle anlamlandıramadığım Nazım aşklarını biraz daha araştırmaya başladım. Farklı gerekçeleri olmasının yanında terk edişlerinin nedenlerinden biri de buydu belki. Şiirlerini daha güzel yazabilmek. Zaten bir süre şiir ölçülerinde de değişikliğe gidip bir arayış içinde olmamış mıdır? Uzun bir süre en iyi ölçüyü bulmaya çalışmıştır Nazım. Fakat bunu yaparken en iyi sözleri seçebilmek için de, hayatının uzun yıllarını mücadele içinde geçirmesinden olacak, aşklarını da dramatize etme yolunu mu seçmiştir belki. Düşünelim, Nazım sevgi açlığı çeken bir adamdı. Hayatı hapishanelerde, sürgünlerde geçen bir adam. Vatan hasretiyle dünyaya veda etmiş bir adamdan bahsediyorum... Muhtemelen hayatının zorluklarını yani eksik kaldığı yerleri ilgi gördüğü kadınlarda bulmak istedi. Hatta bir hatırasında bahsedildiği gibi; kendine ilgi gösteren kadınlara zaafı vardı Nazım’ın. Biraz akıllı cümleler kuran, cilveli kadınlar onu çok rahat tavlayabilirdi. Ben Nazım’ın aldatmasının altında ki psikolojik sebepleri yorumlayacak bilgi birikime sahip olmayabilirim, fakat şimdiler de yaşanan ilişkilere benzerliğinden yola çıkarak toplumda oluşabilecek algıyı eleştirebilirim artık. Evet size daha öncede söylediğim gibi aşık olma yüzdem fazla olduğundan! çok güzel geçen günün ardından sırra kadem basanı mı, açık açık her kadına sahip olmak istediğini ve bunların içinde benim de yer almamı istediğini belirten üstelik açık konuştuğu için takdir bekleyeni mi, benden çok hoşlandığı halde duygusal olduğum ve bağlanabileceğim için kaçanı mı istersin; ne ararsan var bende. Aslında tek ben değilim hepimizin hayatında ki o erkeklerden bahsediyorum. Eminim sizin de aklınıza birkaç tanesi gelmiştir. Adamlar resmen karar veremiyorlar; biriyle olmanın diğerlerinden

22


vazgeçmek olduğu düşüncesi var çünkü. Bak Nazım’a hepsini birden istemiş. Sen neden tıkandın kaldın hala? Ama sen de haklısın! O kadına verebileceğin bir şiirin bile yok be herifçioğlu. Kalkmışsın “ah bi de bekarsam giderim alayına” kafasındasın hala. Bekar olmayanları var ki hiç girmiyorum oraya! Bu kadar sahte ve yavan ilişkiler yaşanırken kadınların da artık bir kişiye bağlı kalamaması çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Artık hem erkek hem kadın için bir kişiyle birlikte olmak, kendine hayatı zindan etmek demek maalesef. Hâlbuki başımdan hiç evlilik vakası geçmediği halde erkek arkadaşımla aynı evi paylaştığım o güzel zamanların tadı hala damağımda. Üniversite de olmamıza rağmen kendi paramızı kazanıp, her gün birlikte kalkıp okula gittiğimiz ve eve geldiğimizde beraber yemek yiyip, temizlik yapıp; yine beraber koltuğa uzandığımız bir ilişki çok da kötü gelmiyor kulağa değil mi? Üstelik istediğimiz zaman ayrı ayrı vakit de geçirebiliyorduk. Ne o beni kısıtlardı ne de ben onu. Gerçi o daha evcimendi. Bazen arkadaşlarıyla vakit geçirmesi için onu zorlardım bile. Fakat ufak ufak tartışmalar çıktığında anlardık ki biraz uzaklaşmamız gerek, birbirimize nefes alacak alan bırakmalıyız. İşte o zamanlar da ya küçük tatillere çıkar ya da birkaç gün gezer tozar günümüzü gün ederdik. Hatta evden ayrı ayrı çıkar aynı barda buluşurduk. Ufak ama ilişkiyi rahatlatan yerler bunlar işte. Bu arada nasıl güveniyordunuz dediğinizi duyar gibiyim; çok zor değil. Kimsenin özel bir şey yapmasına gerek yok güven sağlamak için. Çünkü sen özel olduğunu kelimelerle, göze sokularak yapılan sürprizlerle anlamazsın zaten. Mutlaka bir yerlerde o güven duygusunu almış olmalısın. Eğer alamıyorsan; tereddütteysen, bırak gitsin. İnsan kafayı yer yahu “aldatılıyor muyum acaba” düşüncesiyle. Sevgi, aşk diyorsunuz değil mi. Ama çok aşığımmm mıymıyymıyyy. Nazım da aşık, güzel kız, aldatmış ama şiir yazmış. Senin ki... bir not kağıdına bari adını yazaydı be. Yok canım o işler hiç öyle yürümüyor. Aldatıldığını, uzaklaştığını hissettiğin anda bil ki haklısın. Çünkü maalesef benim bir zamanlar yakaladığım o frekansı tutturmak; evrene

23


gönderilen mesajlardan bir kısa mesaj dahi olsa umut etmek gibi bir şey. Mesela yine yemekten sonraki aşamaya geçtiğim ve yukarıda anlattığım yağız delikanlıdan artık kopmak için çabaladığım bir gece; yine her defasında gittiğimiz barda tanıştığım o güzel fotoğrafçı çocuk. Çok da hoş başladığını söyleyemem gerçi, her zamanki çapkınlıklar misali sosyal medyadan stalklayıp konuşmaya başladığım bir zat kendisi. Hali tavrı hoştu adamın. Bir anda gözümde fotoğraf sergisinde elinde şarapla dolaşırken hayal ettim. Evet bulunmuştu, stalk başlasın! Konuşmalar çok azdı başta. Ufak tefek birbirini anlamak için kurulan sohbetler işte. Uzun bir aradan sonra sözleşip buluştuk yine aynı barda. Daha da eğlenceli bir hal aldı. Ne uzak ne yakın; flörtleştik sadece. Eğlence güzeldi arkadaşlarımızla dans ettik, şarkılar söyledik. Evlerimize dağılarak geceyi bitirdik. Peki ya neydi o akşam yakın olma sebebimiz belli ki etkilendik ikimizde, oysa sadece birbirimize sarılarak hissetmiştik aradaki etkileşimi. Ben gitmesini istemedim evet, daha uzun sarılmak isterdim belki. Eve vardığında, erken ayrıldığı için küfürler etmememi söyleyip uzun bir mesajla özürlerini iletti sağolsun. Benden hoşlandığını, ilk yazışmalarımızda one night stand durumlarını düşündüğünü, fakat tanıştıktan sonra ve geçirdiğimiz o akşamdan sonra durumun öyle olmadığının farkına vardığını; 30 yaşında bir adam olarak buna sevindiğini; beni yavaş yavaş ve daha az alkol aldığımız bir günde tanımak istediğini yazan adama; ay geçiyor neredeyse, sanırım gerçekten çok yavaş ilerlesin istiyor olmalı ki hala ulaşamadım. Sanki bir anda kayboldu ortadan, ya kaçırdılarsa. Gece taksiyle gitmişti! Hala soruyorum üşenmeden o kadar uzun mesajı yazan adam nerede? Madem kaybolacaktı ortadan ne gerek vardı o lafları etmeye. Zaten beraber bitirmediğimiz bir geceydi ki kendini sorumlu hissedebileceği hiçbir şey yaşanmamıştı aramızda. Bunun ki sorumluluktan kaçma olayı da değildi hani. Pekala belki duygusalım ve karşımdakine hoşlandığım anları fazla yansıtıyorum bu da kaçmaları için en büyük sebep belki. Ee bu defa uzun uzadıya güzel cümleler de kurmuştu halbuki, Nazım’ım olabilirdi belki. Geri getir taksici, ne yaptın çocuğu... Yani demem o ki karşımıza daha iyisi çıkana kadar vardır bizimde Nazımlarımız mutlaka, fakat hep hödüklerinden yana kullanmışsanız hakkınızı üzgünüm Piraye olarak kalamazsınız, kendi hikayenizin Marilyn Monroe’su olursunuz ancak. Bu da kendi hikayelerinizi o kolpacılara bırakmamaktan geçiyor sanırım.

24


25


ALPER G Ü L

Bir sabah uyandım göğüs kafesimin sızısıyla, boştu sol tarafım elim gitti önce boşluğa sonra içim. Mahmurluk yatardı hamurumda, çoğu zaman uyanmak bile istemezdim gidenlerin ardından bıraktığı günlere.. Her sabah içtiğim kahvede, gördüğüm yüzlerde, sevdiğim tenlerde, yediğim yemeklerde, dilimde, tadımda, duruşumda sızı vardı. İçimdeki sızıyı göstermek için neler vermezdim neler! Duygu durumlarının insan hayatına bu kadar etki edeceğini hiç tahmin etmezdim, acı çekenlere bakardım neden bu kadar acı var diye... Mutlu olanlara bakardım neden bu kadar mutluluk var diye... Durdum, düşünmeye başladım, gitmeyen ne vardı hayatımızda! Cevap aslında çok basitti: Hiçbir şey! İfade etmeliydim ben de gitmeyen bir şeyleri görmeliydim, göstermeliydim... Bana ait olan gözlerle bana ait olmayan gitmeleri görmeli ve göstermeliydim! Ya da hiç gitmeyenleri... Evet gitmeyenler daha hoş geldi duygularıma, kulaklarıma... Gitmeyen ne vardı ki hayatımda? Yıldızlar evet yıldızlar vardı hiç gitmeyen! Her gece başımı kaldırdığımda orada duran, kokusu olmayan, göremeyen, hep ilk temas halindeki hormanal dengenin yarattığı dengesizlik gibi heyecan dolu... Hem de çok fazlaydı yıldızlar her gece bir kaç tanesi gitse de ne olacaktı ki? Gün batımları her zaman bir son gibi durur ömürlerde, gözlerde ama benim için artık yeni başlangıçlar doğuruyordu. Makinemi aldığım gibi kendimi atıyordum dışarıya gece içindeki hikayeleri görmek için. Tek başıma kimsenin olmadığı zifiri karanlık bir tarlanın ortasında kendi ruhumda seni yeşertmek için duruyorum ve gökyüzüne bakıyordum. ilk defa mutsuzluğumu kusacaktım yıldızlara, gitmemeyi neden öğretmediniz diye kızacaktım! Otobüs terminalinde seni beklerken yaşadıklarım gibiydi ekranıma çektiğim görüntülerin çıkmasın beklemek. Daracık otobüs merdivenlerinden inerken gülümsediğin yüzün gibiydi yıldızlar, gözlerimi açıp kaparken geçen milisaniyelere sığan yüzündü yıldızlar. İyi ki var yıldızlar diyorum kendime sürekli; onlar da gitseydi ne yapardım ben?

26


27


28


29


SEVKAN YILDIRIM

Belirli bir süre standart olanı yaşadıktan sonra insan, farklı haller, hayatlar, hatta farklı insanlar aradığını idrak eder. Öyle bir varlık ki; geçmiş zamanda yaşadığı bütün tek düze anıları, yaşarken sorguladığını fark eder.Belki çok uçlarda yaşayan; bütün hayatını bu amaca adamış bir solcudur bizim insan. Desteklediği partiye tapar; onun için hayattaki tek doğru budur. Bir ömrü o ideoloji uğrunda ve onun dayattığı düşünceleri savunarak geçirmiştir ve gözlerini kapattığında zihninde yatan yaşlı devrimci bağırmaktadır . “kahrolsun faşizm’’ “kahrolsun kapitalizm’’ “Kahrolsun sisteme hizmet eden tüm yaltakçılar” Sistem dedi değil mi, bizim emektar devrimci? Elli yaşında bizim emektar; aslında beş de fazlası var. -Ama ona bunu kabul ettiremedik böyle mutlu işte o yüzden pek üstüne gitmiyoruzTam kırk senedir devrim yapmaya çalışıyor; markette, kahvede ,sokakta her yerde devrim yapıyor bizim emektar. Kırk sene dile kolay onca çaba, onca uğraş, onca yıkım, onca ölüm, gidişler, parmaklıklara sıkışmışlık; sonuçsuz devinimler, neden başaramıyor, neden olmuyor bu devrim işleri ve neden hala vazgeçilmiyor? Bizim emektar farkında değil bazı şeylerin; kırk senedir küfür ettiği sistemin tam ortasında duran partiye oy verdikçe yapmak istediği devrim, bir adım daha kaçıyor . Peki, bunun farkında olsaydı yine aynı şeyi yapar mıydı dersiniz? Ben söyleyeyim; bizim emektar, huysuz adam “bu nasıl şarap ulan!” der, uçan kuşa küfür eder yine yapardı.Aslında dışarıdan bakınca elinde şarap çanağı bütün sisteme küfür eden emektar, ne kadar da özgür duruyordu ama aslında hiç de özgür olmamıştı, bizim gibi!Sürekli bir çaba içerisindeydi. İlkokul biter “güzel bir lisede okumalıyım”, lise biter “en iyi üniversitede ben de olmalıyım”, hadi girdi üniversiteye “ortalamam iyi olmalı, en iyi olursam daha kolay iş bulup bir an önce zengin olabilirim”. Çünkü zengin olunca özgür olabilirim.

30


31


Kendime ait bir evim, arabam oabilir; hatta o arabayla istediğim her yere gidebilirim insan istediğini yapabiliyorsa özgürdür. “Sonra zengin olursam bana tapan bir eşim olabilir, o zaman kesinlikle çok mutlu olurum, başka nedir ki özgürlük! Özgürüm işte!” diye düşündü, bizim ihtiyar. Paraya tapan bir solcu olarak insanlıktan çıktı. “Yahu ben gençken özgürlükçüydüm, sosyalisttim, şimdi tam bir sosyal faşist oldum” diyerek kendisine bile küfür ettiği oldu. İşin aslı; Hani ilk okul bitti ve hayallere kapıldı ya bizim ki, işte o an kaybetti özgürlüğü. O kaybedince bizler de kaybettik, çünkü aynı hayallere bizde kapıldık onunla beraber…Girdik bir defa sisteme; okul, aile, sevgili, toplum hepsi kısıtladı. Aşık olup; “özgürüm ulan ben, sevdiğim insanla uyuyabiliyorum” diye bağırdı, içimizdeki çocuk. Sonrası pişmanlık, biten bütün ilişkilerden sonra “arkadaş ne büyük yükmüş, zehir etmiş bana hayatı; iyi ki bitmiş” dedik durduk. Okul çağına geldik; okuyup büyük adam olmayı istemedik belki, ama toplum hep bunu dayattı, istemiş gibi davrandık bizde “okuyup büyük adam olacağım” dedik. Annemiz hasta oldu “büyüyüp doktor olup iyileştireceğim seni” dedik. Başarısız olduk, çevremizdeki herkes zeki çocuk ama çalışmıyor olayına bağladı, zeki olduğumuza inandık. Çöpçülere bakıp “okumazsam bunu yapmak zorunda kalacağım” diye düşündük, çünkü çöpçüyü kötü gösterdi annelerimize sistem. Özgür olmak istemedik aslında, bizler güçlü olup ezilmemek istedik. Güç, para demekti ve bütün kararlarımızı onu elde etmek için verdik ve o anların her birinde anladık özgür olmadığımızı nedeni ise çok basitti: Bizler hiçbir zaman bir insanın özgür olmasına aşık olamadık. Bizim için aşk; birbirini tutsak etmekti, bu yüzden mutlu da olamadık zaten… Bir insanın çöp toplayarak mutlu olabileceğine inanmadık, çöpçü demek mutsuz demekti bizim için. İstersem yapabilirim diyebilmek için, zeki bir insan olduğumuza inanmak istedik. Ne de olsa böyle düşününce o lanet egomuz tamamlanıyordu. Kapılar açıldı; arkadaş, aile, toplum yönlendirdi; “gir içeri” dedi ve girdik . Verdiğimiz hiçbir kararda özgür olamadık. Duygularımız vardı, hayallerimiz vardı. Onlar şekillendirdi bizi. Benliğimiz ikinci planda kaldı her zaman. İşte tam da bu noktada, o hep bahsedilen özgürlük bir ütopyaya dönüşmüş oldu. Ancak, hayaliyle kandırdık kendimizi. “Ne zaman özgür olur insan” diyorsunuz, duyuyor gibiyim. Bir adam bir kadının özgürlüğüne aşık olduğunda, aile kavramı varlığını yitirdiğinde, toplum bütün ülkeleri terk ettiğinde, bizim emektar devrimci şarap çanağını fırlattığında, kuralların çiğnenmek için ve duvarların işenmek için yapıldığı bir dünya olduğunda; belki birazcık özgür olabiliriz.

32


33


AY ÇA

ÖZCİHAN

Şöyle döksem kafamın içindekileri... Soyguna girdiği evi darmadağın eden hırsız gibi, umarsızca dağıtsam kafamın içindeki derli toplu düşünceleri. Fırtınanın, lodosun, denizin içinden gelen o kabına sığmayan dev dalgaların; masum ve güzel sahillere yaptığı gibi darma duman etsem yıllardır yerleştirdiğim, hizaya soktuğum, şekiller oluşturduğum fikirleri. Ne olur ki? Bir akşam üstü, kendimi evde bırakıp, kapıyı üzerime kilitlesem ve usulca terk etsem zat­ı alimi... Veya alsam ya kendimi, bir doktora götürsem. “Bir şey var!” desem, “İçimde bir şey var. Beynimin içinde doktor. Sanki bir yanlışlık var, ruhumu beynime koymuşlar benim. Acı çekiyorum!” desem. Dursam sonra, sussam. Doğru kelimelerle başlasam yeniden konuşmaya, “Ruhum, ruhum acı çekiyor... Çıkmak istiyor,beynimin içinden. O, oraya ait değil.” desem, bana şaşkınca bakan doktora. Tepkisizliğine yenildiğimi, kıvrılan dudaklarımdaki buruk tebessümle imzalasam. Bıraksam kendimi o hastane odasında, muayene yatağında, elleri kucağında oturur vaziyette... Tıpkı, sözlerim karşısında tepkisiz kalan doktor gibi o da... O yatakta oturan ben! O da çaresiz kendinden... Sıkılmış, yorulmuş... Yaa, bıraksam öylece kendimi; bebeğini cami avlusuna bırakan anneler gibi... Ne olur ki? Vicdansız mı derler? Yahut, insafsız mı? “Bu nasıl deli, kendini bırakacağını sanıyor...” Ama demezler değil mi: “Bu nasıl böyle delirdi?” diye... Demezler. Hem, sevmezler de böylelerini, bilirim. Huzur bozar, düzeni kurcalar, var olana sallar baltalı sözlerini... Kimse sevmez böylelerini.

34


Gidelim o halde, bizi sevmeyen kimselerin olmadığı gibi; sevenlerin de olmayacağı bir yerlere gidelim. Bırakalım da kendimizi, öyle gidelim. Hem havalar da iyice “delirdi”. Biz alışık değilken bir günde dört mevsime, önce onu gösterdi bize. Ve şimdi ‘dakikalarla’ yarıştırıyor yeteneklerini, daha fazlasını sunuyor bize, çok daha fazlasını... Gürlüyor,yağıyor ve hemen ardından ‘alay edercesine’ gülüyor. Bir zamanlar dört mevsim sürerken bu döngüsü, şimdi bir kaç dört dakikada tamamlıyor dansını. Yani, diyorum ki; havalar da delirdi. Gidelim o halde; ne olacağı belli olmayan yerlerde, bilmediğimiz, kurmadığımız,planlamadığımız şeyler yaşayalım.Gidelim ama, kendimizi bırakıp gidelim. Üzerine kapıyı kilitleyip, hastane odasında terk edip, ardımıza bakmadan gidelim...

35


MURAT KALFA

Belki de zordu “çok okuyan mı bilir yoksa çok gezen mi?” sorusuna çok gezen bilir cevabını veren bir insandan kalem tutmasını ve hissettiklerini yazmasını beklemek! Çünkü bir ülkeyi, şehri yada bir harabeyi gezip görerek, dokunarak, soluk alıp verirken hücrelerine kadar yaşanmışlıkların işlemesiyle; sayfalarında parmaklarının gezindiği bir kitapta anlatılan şehirleri okumak arasında dağlar kadar fark var bence. Okurken bilip öğrendiklerin yazarın kelime oyunlarıyla bezenmiş hayal dünyasıydı kim bilir? Ben nefesimde ve soluğumda hissetmeliydim dokunurken tarihi... Belkide bu yüzden seçmiştim Arkeolog olmayı... Evet evet bu yüzden seçmiştim, başka açıklaması olamazdı. Üniversite yıllarında güzel hayallerimiz vardı. Tarih, kazılar, geçmiş uygarlıklar ezberimiz olacaktı. En çokta mitolojiyi öğrenecek olmak; Aresi, Zeus’u, Poseidon’u bilmek duygusu heyecanımı arttırırdı. Yıllar sonra sizin bir antik kent geziniz sırasında, “Bu taş yığınlarına saatlerce bakıp ne anlıyorsunuz” dediğiniz o dünya, bizim bilip öğrendiğimiz içinde yaşadığımızı hayal ettiğimiz dünya olacaktı. Hani diyorlar ya yeni nesiller hayaller/hayatlar... Olmadı! En büyük ülke sorunlarından biri bizi de hayallerimizden uyandırdı. Neredeyse her üniversitede arkeoloji bölümü olmasına rağmen işini yapan çok az sayıda insan kaldı ve hepsi istemeye istemeye arkeolojiden ruhlarıyla olmasa da bedenleriyle uzaklaştı. Sadece onlar mı gitti sanıyorsunuz... Keşke! Ne medeniyetler kaçak kamyonlarla ve hatta bavullarla parça parça gitti. Gitmek eylemi hiçbir cümlede böylesi acı içermese gerek bir arkeolog için. Dünyadaki en büyük müzelerde sergilenen eserlerin büyük çoğunluğu Anadolu’dan çıkanlar. Evet onlarda gitti. Bizden, bize ait olanı görebilmek için pervasızca para vermemizi bekliyorlar.

36


Veriyoruz da! Cevat Şakir Kabaağaçlıyı bilirmisiniz? Nam­ı diğer Halikarnas Balıkçısı. Kendisi tam bir Bodrum aşığıymış. Hem de oraya sürgün edilmiş olamasına rağmen. Tarihinin değerini anladığında İngiltere Kralı’na bir mektup yazmış. Mektubunda, ‘’buradan götürdüğünüz eserleri geri verin, onların burada, asıl yapıldığı yerlerde olması, insanlık tarihi açısından, doğallıkları açısından daha güzel olacaktır’’ dese de, kraldan gelen cevap, şaşırtıcı bir o kadar da üzücü olmuştur “Merak etmeyin sayın Cevat Şakir Kabaağaçlı biz burada eserlerinizi doğal ortamında, üzerine titreyerek sergiliyoruz.” Tam bir ironi! Anadolu’dan çıkan bir heykelin kolu, bacağı belki de gövdesi Bodrum Müzesi’nde, baş kısmınınİngiltere British Museum’da olmasının nasıl bir doğal yanı olabilir ki! Eserlerin yaratıcıları yaşasalardı ne hissederlerdi acaba? Bunu hayal etmeyeceklerine eminim. Geçmişten bugüne toplumlar her zaman sulak yerlerde, deniz kenarlarında yaşamayı tercih etmişlerdir. Ve maalesef ki böylesi değerli topraklar, güçlü toplumlar tarafından istilaya uğramıştır.

37


Halk, evlerinden gitmek zorunda bırakılmıştır. Bazıları ise ülkelerini binlerce metre tepelere kuruyordu. Bunlardan bir tanesi bize çok tanıdık aslında. Antalya’da ki Termessos antik kenti. Sadece arkeolojiyle ilgilenen kişileri değil; kenti gezip gören tüm insanları etkileyen tarzıyla, büyüleyici bir kenttir Termessos. Gözlerinizi kapatın ve düşünün, lütfen! Termessostasınız... Ağaçların gölgeleriyle kapladığı dalların arasından, güneşin sızdığı patika bir yolda yürüyorsunuz. Ayaklarınızın altından çıtır çıtır sesler geliyor. Kuş cıvıltıları, insanı sağır edercesine! Teknoloji de neymiş! Belki de gözlüğünüz bile yok, bozuktur belki gözler farkında değilsiniz ki. Kim bilir! Belki de herkesi kendin gibi görüyor sanıyorsun... Belki de o zamanlar doğrusu buydu. Kuşlar ötüyor, sen usul usul patikadan evine adımlarken; tependen kuşlar uçtu. Ama öyle serçe kırlangıç falan değil, zamanımızın mutasyona uğramamış kuşları... İşte tam da bu sırada açtım gözümü Termessosta. O yolları yürüdüm. Dağları tırmandım yavaş yavaş, kente ulaştım. Günümüz dünyasının aksine herkes birbirine yardım ediyor, karınca disiplininden örnek alınmışçasına, bir yanda aynı patika yol üzerinden kente su, erzak taşıyanlar; diğer yanda da sanat atölyeleri,heykeltraşlar... Biraz daha keşfe çıkınca zirvede toz bulutu; ani bir rüzgar o toz bulutunu dağıttığı anda, o dönemde mükemmelliğin ötesinde bir mimari başyapıt... Dağın yamacına yapılmış bir tiyatro! Çoluk çocuk demeden herkes orada. Evler taştan olmasına ve taşın soğukluğuna rağmen insanlar, sımsıcak. Herkes yan yana, kol kola. Sanki güneş bu samimiyeti anlamışcasına parlayarak selamlıyor Termessos’u. Biraz daha yürüdüm kuş seslerine karışmış ağaçların adeta ıslık çalan yapraklarının altından. Biri tuttu elimden, adını ilk defa duyduğum isimle hitap ederek “Hadi dedi koş maç başlıyor”.

38


Şaşkınlıktan düşe kalka koşmaya başladım; irili ufaklı, parlak, kaygan taşların üzerinden. Ve hayalini bile kuramayacağım arenaya girmiştim. Herkes bir ağızdan bağırıyordu. Bu bir futbol maçı değildi. Toprak zeminin üzerinde, ortada, Akdeniz güneşinin yakıcılığında parlayan zırh içinde bir gladyatör duruyordu ve dört köşedeki kapılardan birinden gelecek olan, günler öncesinden aç bırakılan aslanı bekliyorlardı. Bu bir nevi insanların günlük hayatın sıkıcılığından uzaklaşmasıyd. Bir şekilde deşarj olma yöntemiydi. Aslan ölüyor ve biz gladyatörü alkışlıyorduk. Sonra farklı bir gladyatör geliyor ve diğer kapıdan farklı bir aslan salınıyor, bu sefer günlerce aç ve susuz bırakılan aslan kazanıyor ve biz kanlar içinde yere düşen gladyatörün ölümünü izliyorduk. Aman Allahım! Ben neredeyim, derken; o parlayan güneş, yerini bir anda kara bulutlara bıraktı. İnsanlar hep bir ağızdan seslenmeye başladı “Zeus bize kızdı!” Ne olduğunu anlamaya çalışırken, bir anda, o kulakları çınlatan gök gürültüsü girdi Termessos’un eşsiz güzellikteki tepelerine. Hemen geldiğimiz parlak taşlı yollardan evlere doğru koştuk. Gökyüzünden düşen yağmur damlacıkları daha da kayganlaştırmıştı Termessos’un el emeği göz nuru yollarını. Sanki bugün ellerimizin arasından kayıp giden o medeniyetleri, taa o zamanlar hissetmişcesine gök ağladı... Zeus ağladı... Eminim istedikleri tek şey gidenlere sahip çıkmamızdı... Gitmek her ne kadar bir yüklem gibi öğretilsede bize, yükü ağırdır...

39


“Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek;, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gitmek... Hiçbir şey yıldırmayacak beni! Yaşamı “GİTMEK” olarak algılıyorum.” -Tezer Özlü

40


41


GİZEM ÇELTEK

Kim ne derse desin, hayat hepimizden hızlı. Yasadığımız her anın gölgesi sinsice bizi takip ediyor. Hele zamanın akışına kaptırdık mı kendimizi; günlerin, haftaların hatta yılların nasıl geçtiğini fark edemiyoruz. Çoğumuz şu klişeleşmiş cümleyi defalarca kez kurmuşuzdur “O kadar oldu mu ya! Hakikaten olmuş, nasıl da geçiyor zaman!” Evet hızlı, hatta öyle ki çocukluğumuz ne zaman bitti, ergenlik travmalarımızı nasıl atlattık, lise hayatı, sınavlar derken varlığını hissettirmemeye çalışsa da kendimizi bir yarış içerisinde bulduk. Üniversite sınavı stresi, A’dan E’ye hayatımıza kazınan şıklar, kodlanan cevap kağıtları ve lise eteğinin ekosesini bile zar zor hatırlar olduk.Üniversite, gençlik yıllarının ve kişilik oluşmasının başladığı dönemde girdi hayatımıza. Hepimizin hayat dersi aldığı, parasız kaldığı, boy boy kazıklar yediği, sarhoş olup çimleri, kaldırımları kötü kokulu bol alkollu mide kalıntılarımızla donattığımız; belki de kalıcı dostluklar kurduğumuz, ilk aşkı, ilk dokunuşu hissettiğimiz ve sonrasında da aşk acısının o dayanılmaz sancısını çektiğimiz minimum 4 yıllık dönemdi bu. Sıkıştırılmış bir dosya gibi sunulan bu deneyim, aslında kişiliğimizin oturmasında büyük rol oynamıştı. Benim hayatta kalabilme savaşı vermeye başlamam; doğup büyüdüğüm İzmir’den Bilkent Üniversitesi’ni kazanarak Ankara’ya gelmem ile başladı. Ne kadar da zordu yıllardır büyüdüğüm, tarzına, güzel insanına alıştığım; deniz kokusuna, panjurlarına, palmiye ağaçlarına hasret kaldığım memleketimi bırakmak... Gitmek ne zordu! Yurda yerleştiğim ilk günün akşamında ailem İzmir’e geri döndü. Yurdun kapısından el salladıktan 2 dakika sonra annemi arayıp delilerce ağlamam bir olmuştu. Çünkü her geçen dakika benden daha da uzaklaşıyorlardı, tanrım nasıl bir korkuydu bu! Arabanın kat etiği her kilometrede yalnızlığım daha da çok vuruyordu kalbime. Saatler sonra aramızda kilometreler olacaktı. Ya aniden ihtiyacım olsaydı onlara? Ne kadar da uzak olacaklardı bana artık! Ve ben bu hayata alışmak zorundaydım. Ah ne zordu... O zamanlar bunu hayatımın en zor sınavı sanmıştım, ne kadar da toymuşum. Kendimi terk edilmiş hissetmiştim. Ömrüm boyunca yaşadığım en derin yalnızlıktı bu, halbuki asıl giden bendim, onlar değildi ki... Yıllardır yaşadığım rutin hayatı bırakıp gitme kararını veren bendim aslında.Peki neden bu kadar korkunç geliyordu gitmek? Söylerken bile insanın aklına özlem, sevilenler, anılar, paylaşılanlar ve bunun gibi birçok şey

42


geliyor. Neden olumlu şeyler uyandırmıyordu aklımda? Halbulki bazen gitmek başka çaremiz kalmadığındandır. Bazen gitmek yeni bir başlangıca kapı açabilmek içindir. Hayatın rutininden kurtulmak, yeni deneyimler, yeni insanlar tatmak içindir. Sevilenlere, özlenenlere ulaşmak içindir. Gitmek her zaman kötü değildir, her ne kadar zor olduğunu düşünsek de gitmek insanı büyütüyor be arkadaş! İşte ilk tatilimde İzmir’e gidişimde ben bunları hissettim. Ama ben artık küçük bir kız değildim ve bundan sonra da geri dönemeyecektim. Her gidişimizde, geride bıraktığımız şeylerin değeri aslında anlamlandırıyor “gitmek”i. Kelimeye de anlamını veren bu değil mi aslında? Hepimizde ayrı anılar, ayrı sevilenler ve deneyimler, ayrı sevinç ve hüzünler canlandırması buradan gelir aslında “gitmek”in. Bu eylemin sonunda hep bırakılan birşeyler vardır, belki de birileri. Uzun süre sevileni görememek, o sokaklarda dolaşamamak, o şehrin havasını soluyamamak... Eğer gidiş uzun süreliyse işte o zaman hüzün ve özlem de gitmenin peşini bırakmaz. Birbirleri ile pek uyumludur bu üç sözcük, çok sıkı dostlardır aslında. Peki ya bir daha dönmemek üzere gitmek? Bırakılanı bir daha asla ve asla görememek korkutucu mu? Yoksa yeni bir bölüme geçiş midir hayatımızda? Aslında bu eylemi birşeyle bağdaştırmak istersek bence en uygunu “ölüm” olur. Çünkü ölen, sonsuz bir yolculuğa çıkar hayattan. Bir daha asla dönmemek üzere çıktığı bu yolda yalnızdır, fakat “Sessiz Gemi”1 de de söylediği gibi; gidenlerin hepsi memnun olmalıdır ki, giden hiçkimse en azından birimizi özleyip geri gelmemiştir. Kimse ona sormamıştır gitmeyi isteyip istemediğini, kimseyle de vedalaşamamıştır belki; söylemek istediklerini, pişmanlıklarını, yıllardır içinde biriktirdiklerini haykırma şansı bile belki verilmeden; diş fırçasını, çikolatasını, kitabını ve güneş kremini alma fırsatı dahi bulamadan gitmek zorunda kalmıştır. Çok ani ve hazırlıksız yakalanmıştır, her şey boğazında düğümlenerek benliğinin derinliklerinde kalmıştır. Hiç hoş gözükmese de belki de gideceği yerde mutluluğun doruklarına ulaşacaktır. Ama telafisi olmayan birşey vardır ki, o insanın gitmeden önce gitmemek gibi bir seçeneği varsa; kafasını defalarca kurcalayan, uykularını kaçıran, anahtarı evde unutturan ve sigarasının külünü kültablasının etrafına silktiren şeydir: bir daha sevilenlere asla sarılamamak, görememek onları, öpememek, hislerini söyleyememek... Kısacası ne kalplerine ne de bedenlerine dokunamamak bir daha... İşte gitmenin en zor kısmı bu bence ve hiçbir zaman da kolay olmayacak. Hayat süratle devam ederken “giden” de olduk “kalan” da, hatta “terk edilen” bile olduk çoğu zaman. Alışması zor gibi belki, ama hayat; gidince, kalınca, sevince, özleyince, kavuşunca hatta terk edilince bile kelimelerle ifade edilemeyecek kadar yaşamaya değer. Çünkü asıl bizi büyütenbizi gerçek biz yapan karakter süzgeçinden geçirdiğimiz deneyimlerimiz, duygularımız ve bunlar sonunda şekillenen benliğimizle biz; yaşamaya değeriz. -----------------------------------------------------------------------------------------------------------1 BEYATLI, Yahya Kemal, Yahya Kemal-Bütün Şiirleri, İstanbul, 2009.

43


EYÜP TURAL

Daha on yaşında bile değildi Halit. Ankara’nın bu topraklar için bir anlamının olduğu vakitlerde, Bahçelievler’de 6. Cadde üzerinde hakikaten bahçesi olan bir apartmanın ikinci katında kalıyorlardı. Babası Uğur Semen,1 zamanın en sivri dilli gazetecilerinden biri; yenice televizyonlarda boy göstermeye başlamıştı. Annesi Bilge Semen 2 de çocuk kitapları yazıyor. Mutlu bir aile olduklarını anımsıyordu; annesi babası genellikle evdeler. Çalışma odasında sürekli haber kanalı açık, babası bir yandan bilgisayarında son dakika gelişmelerine bakıyor. Annesi yazacağı kitapları ufak kardeşi Aylin üzerinde deniyor. Çok tatlıydı kardeşi. Bir akşam yemeğe çıkıyor ebeveynleri. Aylin ile Halit dedelerine bırakılıyor. Dede sabahları daha sekiz olmadan uyandırırdı küçükleri. Ne kadar yalvarırlarsa yalvarsınlar daha fazla uyumalarına izin vermezdi. O sabah uyandırmadı. Halit uyandığında saat onbire geliyordu. Bir şeyler olduğunu anlamıştı, kötü bir şeyler ama aklına ölüm filan gelmiyordu. Oturma odasına geldiğinde babaannesi ağlıyordu, ağlamaktan konuşamıyordu; dedesi ağlamamak için kendini zor tutuyordu, titriyordu. Televizyon açıktı ve babasının fotoğrafını gösteriyordu.O an öylece donup kalmıştı Halit. Babası evlerinin mutfağında öldürülmüştü; her kanalda annesinin cinayet zanlısı olarak arandığı geçiyordu. Ne hissetmesi, ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu. O evde yaşıyordu, annesiyle babasının birbirini ne kadar çok sevdiğini biliyordu; dışarıdan örnek gösterilen bir aile olduklarını biliyordu; çok mutlu olduklarını biliyordu; biliyordu ki annesi babasını öldürmüş olamazdı. Babaannesi ise televizyona inanmıştı. Tek oğlunu kaybetmesinin acısıyla suçlayacak birini aradığını o çocuk aklıyla bile anlıyordu Halit ama kendisine mani olamıyordu. Bağırıyordu. Annem öldürmedi. Annem öldürmedi.Üç gün sonra annesinin cesedi bulundu. Cebeci’de, saklandığı evde çıkan patlamada yanarak ölmüştü. Diş kayıtları doğrulamıştı. Babasını boğazına makas saplayarak öldürmüşlerdi; canının içi annesini kollarından tutup, o manzarayı, kocasının nasıl öldürüldüğünü izletmişlerdi. İki hafta sonra bir örgüt üstlendi cinayetleri. Halas-ı Ilgın3 isimli bir örgüt… O cinayetlerin ışığında karar verdi polis olmaya. Çünkü büyüyüp annesi ve babasının katillerini bulmaya, adı batasıca örgütü çökertmeye ant içmişti Halit. Yapabildi mi, hayır. Hayat insanı asla on yaş kararlılığında bırakmıyordu. Polis olduğuna pişman olup olmadığını, bugün yetmiş üçünü dolduran Halit’e sorsalardı yüzbin kere pişman olduğunu söylerdi. Polis olmanın ve intikam almanın ona göre olmadığını anlamak için gereğinden uzun süre Halit Semen olmuştu.

1’Uğur Semen, Farika adlı ulusal bir gazetede başyazardı. 22 Temmuz 2009’da evinin mutfağında boğazına makas saplanmış halde bulundu. 2’Bilge Semen, Farika gazetesinin hafta sonu ekleri için röportaj yapmanın yanı sıra kızı Aylin’i ana karakter yaptığı çocuk kitapları serisiyle biliniyordu. 25 Temmuz 2009’da yanmış cesedi Cebeci’de bir evden çıkartıldı.

44


Bugün Halit’in doğum günüydü; bu yüzden anlatıyordu işte, Cahit’e bir kutlamanın neden olamayacağını gösterebilmekti derdi. Babası Uğur Semen öldürüleli altmışdört sene oluyordu; altmışdört senedir kutlamamıştı doğum gününü. Başka bir gün, başka bir muhabbette belki sinemada oynayan filmlerden bahsederlerdi; kim bilir, kendini bildiğinden beri sevemediği çiçeklerden konuşurlardı ya da. Halit komiserin çektiği tarifsiz acıyı tahmin edemiyordu ama bir nebze olsun anlayabiliyordu Cahit. Anne babası trafik kazasında öldüğünde daha iki yaşındaydı; en azından hatırlayabilecek kadar görebilmiş olmayı diliyordu tanrısından. -Trafik kazasında mı öldüler? -Evet. Sonrasında da yetiştirme yurdu. -Sen kaçlısın? -Kırkbirli. -Yani, kaç yapıyor? -Beni sorguluyor musun komiserim? -Yo, otuz oluyor… -Gelecek ay otuz dolacak. -Hiç bir şey mi hatırlamıyorsun? Bazı rüyalar görüyordu Cahit. Yıkıntı bir evde, daracık bir odadalar. Beş altı yaşında ki bu sebeple mevzubahis rüyalar Cahit’e bilinçadışının bir oyunu geliyordu. Annesi ve babası tartışıyorlar genellikle. Rüyanın birinde babasının sinirle annesine attığı vazo başına isabet ediyor ve yığılıyordu. Yanına toplanıyorlardı; annesi başını öpüyor, babasının suratından bir sıkıntı, bir endişe okunuyordu. Başka bir rüyada annesi ve babası tartışırken polisler içeri dalıp babasını götürüyorlar, annesi durmaksızın ağlıyordu. Rüyalarının üzerine adam akıllı düşündüğü zamanlarda Cahit, hayatına giren anne baba figürlerine göre yüzlerinin değişmiş olduğunun ayrımına varıyordu. Birinde babasının suretinde yetiştirme yurdunun müdürü vardı. Vardığı sonuç, anne baba eksikliğine dayanarak bilinçdışının o eksikliğin üzerine giderek bir senaryo yarattığıydı. -Şu danışmanın ne diyor? -Ona anlatmadım. -Niye? -Şikâyet etmeyeceğine söz verir misin komiserim? -Söz. -Psikolojik destek yönergesine göre danışman ile danışan arasında danışman-danışan ilişkisi dışında bir ilişki vuku bulursa danışman ve danışan mesleklerinden bir ay uzaklaştırma alır ve üçyüzer ceza puanı alırlar. 3’Örgütün yirminci yüzyılın başında kurulduğu, yirmibirinci yüzyılın ikinci çeyreği itibari ülkede etkin bir güce dönüştüğü söylenebilir. Gizliliğe çok önem verdikleri için kurucuları ya da liderleri hakkında kesin bilgiler bulunmamakta. Temsili demokrasi yerine doğrudan demokrasinin getirme çabasında oldukları rivayetlerden biri; bir diğer rivayete göre ise Prens Sabahattin’in söylediklerini kılavuz edindikleri. Birçok insan hala gerçekten var olduğuna inanmamakta. Ne olursa olsun, yirmibirinci yüzyılda hakkında en fazla tartışmanın, yorumun, komplo teorisinin yapıldığı oluşum olduğu bir gerçek.

45


-Anlıyorum. -Aramızda öyle bir ilişki yok. -Eee… Olmasını çok istiyordu ama bir şey söyleyemiyordu Cahit. Yanında havadan sudan konuşup duruyordu. Yine o mevcut yönergeye göre ilk bir ay danışmanın değişmesine yönelik bir talepte bulunulmadığı takdirde, yeni bir değiştirme talebi için bir yılın dolması gerekmekteydi. Üç ay olmuştu. Kadına karşı bir şey hissettiği bariz olduğu halde, öyle bir başvuruda bulunmadığı ortaya çıkarsa çalışma izni geçici olarak dondurulacaktı; işe geri döndüğünde iki seviye alta düşürülmüş olacaktı. Her hafta danışmanıyla ne konuştuğunu merak eden Halit komiserini fazla bekletmeden devam etti Cahit. Danışmanını değiştiremediğine göre, danışmanın danışanı değiştirme hakkını kullanması için uğraşıyordu. Olabildiğince sağlıklı görünmeliydi; çünkü sağlıklı gözükmezse danışmanın işyerine göndereceği haftalık raporlar sonucunda işiyle ilgili bir yaptırımla yüzleşebilirdi. Eğer gerekli görülürse çalışma izni bile dondurulabilirdi. Danışmanın yanında beğenisi biraz farklı gelişmiş, bir sinema yazarı gibi davranmak zorundaydı. Kendimi öv4 mek için anlatmıyordu Halit komiserine; az biraz beni tanırsın. Cahit herhangi bir insanla beş dakika sohbet ettiği zaman –ne hakkında konuşmuş olurlarsa olsun- o insanın sinema zevkini anlardı. Hangi filmi izlerken hıçkıra hıçkıra ağladığını, hangi filmde gülmekten karnına kramp girdiğini, hangi filmden sonra kafasını duvarlara vurup “bu filmi bir insan evladı çekmiş olamaz” dediğini, hangi filmin yarısından çıktığını bilirdi. Her konuyu sinemaya bağlamayı, sinemadan bir örnek vermeyi de iyi bilirdi. Danışmanın sorularına cevaben sunduğu üç cümleden sonra sevdiği filmleri yerin dibine sokan cevaplar verip duruyordu. Şu “Cem Deli ile Menekşe Narin” filminin tamamında ağladığını, hele o final sahnesinde küçük Cem Deli’ye okunan ninniyi doğacak çocuğuna uyuturken okuyacağını idrak etmişti. Eleştirilerini filmden ziyade filmi seven beğeni üzerine yoğunlaştırmıştı; böylelikle danışmanı olayı 5 kişiselleştirebilsin, Cahit’le haftada elli dakika geçirmek zorunda kalmak yerine danışan değiştirme hakkını kullanabilsin. Bu eylemi şaşmazsızın her fırsat bulduğunda gerçekleştirdiği ve yazdığı sinema yazıları ile çakışmadığı sürece sinir bozucu bir adama dönüşebilirdi. Her hafta yanına gittiğinde yaptığı buydu. -Ama Cahit, sen bana neden rüyalarını anlatmadığını söylemedin. Platonik bir aşk duyduğu kadına gidip de ne anlama geldiğini çözemediği rüyalarını, sırf anne ve baba yaka kartları takmış bazı suretler rol alıyor diye, üstelik İstanbul Özerk Yönetimi kayıtlarına göstermiş olduğu güven sebebiyle anlatmak istememişti Cahit. -Ya gördüğün rüyalar hatıralarınsa ve bilinçdışın bu yaşına kadar unutturmaya çalıştığı hatıralarını artık hatırlatmak istiyorsa?

4“Cem Deli ve Menekşe Narin” 2071 Kasımda gösterime girmişti. Eleştirmen ve seyircilerden tam not alan film, İstanbul Sinema Derneği tarafından son yüzyılın en iyi on filminden biri olarak gösterildi. Film bir Kürt efsanesine dayanıyordu. 5’İstanbul Özerk Yönetimi 2054 senesinde kuruldu. İstanbul ile beraber İzmir, Antalya, Diyarbakır ve Bursa’da özerk yönetimler kuruldu. 2058’de Giresun, 2061’de Gaziantep özerkliğe geçti.

46


-Sen bana bu mükemmel şehrin 6 yönetiminin, benim nüfus kayıtlarımda değişiklik yapıp, yaşanılanları yaşanılmamış gibi gösterdiğini mi söylüyorsun? Tabi ki bunu söylemiyordu Halit komiser. Sadece bu rüyaları önemsiz bulmasını kavrayamıyordu. Bir insanın en güvenilir kişisel tarih kaydının bilinçdışı olduğunu Cahit de en az onun kadar biliyordu. Şehrin mükemmel olmasının, mükemmelliğe hatasız bir şekilde gidilebileceği ya da mükemmelliğin mutlaka hatasız olacağı önermesini doğruladığını da inanmıyordu. Buna inandığı için yönetime karşı güvensizlik hissiyatına sahip olduğuna da düşünmüyordu. Hata ihtimalinin binde sıfır olduğunu düşünüyorsa Cahit, danışmanını kendinden uzaklaştırma mücadelesine devam ederdi, etmeliydi de; çünkü yapacak başka bir şeyi yoktu. Ama hata ihtimali binde bir bile olsa, o nafile uzaklaştırma mücadelesi yerine,7AREH’e girip rüyalarının hatıralarının yeryüzüne çıkma çabası olup olmadığını öğrenmeliydi. Seansı ne zamandı?

6‘Mükemmel Şehir’ İstanbul Özerk Yönetimi’nin halkla ilişkiler programının sloganıydı. Otuz yılı aşkın süredir aynı slogan akla gelen her türlü mecrada tekrarlanıyordu; 71 senesinde yapılan bir ankete göre İstanbul’da yaşayanların yüzde yetmişinden fazlası İstanbul’u mükemmel bir şehir olarak tanımlıyordu. 7’AREH: Artifical Enhaced Hyposis. Yapay zekâyla geliştirilmiş hipnoz terapisi olarak tanımlanabilecek bu yeni nesil psikanaliz uygulaması, ellili yıllardan beri aktif bir şekilde kullanılıyor.

Devamı Farika 2’de!

47


HAM İ TURAL

SEVİ NERDE? Tik tak. Babadan kalma eski saatiyle konuşuyordu. Saat tıkırdıyordu, o dinliyordu; o konuşuyordu, saat tıkırdıyordu. Bir sigara sardı. İnce... Elleri sanki otomatik pilotta; adam konsepte alışkın. Usulca çekti ilk nefesini. Aklında, fikrinde, zikrinde o an hiçbir şey yoktu. Nefesi o olmuş, olanca benliği bir nefeslik sigaranın ucunda, hayıflanası bir atığa dönüşmüş, silkinip atılmayı bekliyordu. Aylin, Aylin, Aylin; sessize alınmış telefonun tırmalayışı, bir balonun gıcırdaması, lal olmuş kurdun uluması gibi sessiz bir haykırış. Aylin... Kölesi olunur onun; delisi divanesi, para gibi konup saklanan kesesi. Nedir onu kıymetli ve korunası ve hatta koklanılası yapan? Yalınlığı değil, bilakis karmaşıklığı, usul usul satır aralarına gizlenmiş kimsesiz, sahipsiz ve özgür oluşu ya da oluşumu. Bir nefeslik düşünürken, eli yanar garibimin. Rüyaya sevk eden de, karabasan gibi zehreden de; aynı cılız sigaranın ateşi. Lanet okunası; şiirler, şarkılar söylenesi; bir tas su dökülesi ve daha bir sürü şey... Tak tak! Kapı mı o konuşan? Kulak kesildi bir anda, ortalık kan revan, bir tak tak daha kapıdan. Kapı arsız, konuşmaya başladı; açsana lan ben geldim. Yahu, kapı sen hep orda değil miydin? Tak tak! Uyuyor musun daha, açsana, altıma edeceğim, aç şu kapıyı. Ses tanıdık gibi, yabancı gibi, görsem tanırım kesin. Tak tak, tak tak, tik, tuk, cuk... Eeeh yeter! Açılır kapı, hunharca girer içeri, adeta bir yeniçeri, Fatih edasıyla kenara iter bizimkini. Tak tak. Alıştı ya haspam, inletir malum kapıyı, girer ve çıkar. İçerde yaşananlar hiç mevzu bahis edilmez ama ev inler ev; duvar, kapı, tavan ve malum teçhizat yenilenmek için her ne lazımsa onu yapmaya, bir şekilde hayatını idame ettirmeye çabalar; bir hıçkırık, hapşırık, tıksırık... Ve ardından bir ürperti, titreme alır bedenini. Şip şap. Çeşme mi o? Ahali bugün konuşkan; başı mı bozuldu bunun? Keşke, dedi için-

48


49


den; ta içinden, tam da evin ruhunu yakalayan yerinden. Baktı olmayacak; ev katlansa kendisi katlanamayacak, potluk yapacak. Hemen kaptı ceketini. Hadi! Ne hadisi oğlum, bir dakika dur; konuşalım. Tik tak. Adam pis, kalkası yok; ne demek kalkası yok, ne ara oturdu bu herif. Gitmiş. Kim gitmiş! Aylin. Ne demek gitmiş, nereye gitmiş, nasıl gitmiş, NOLUYOR LAN... Elini cebine atar, eski kararmış gümüşten bir tabaka çıkarır. Uzatır Cafer; yakarlar birer dal ince. Dumanı bile ince, çeker bizimki derdince. Tik tak. Evinin bile, dört duvarı dar gelir. Bir nefes daha çekilir; nereye gitti? Bilmiyorum ama bakacağız. Bakalım o zaman. Çıkarlar dışarı, yer gök gümbür gümbür; acep bu Aylin en son nerede görülür? Liman kentine giden yolda; peki ne arıyor orada? Sığınacak bir liman arıyordur. Ya ben ne güne duruyordum! Varırlar şehre sıkıla sıkıla; şehir dediğime bakmayın, tabelaya avm yazmış bir bakkaldan farksız ufak bir kasabaya. Bilmem kaçıncı geleneksel kayık yarışlarına ev sahipliği yapmakta, “öyle büyük bir festival” ahım şahım bir coşkusu da yok. Afilli eşyalarla bezeli, takas usulünün reankarne olduğu, apır sapır tipleriyle, birlikte cicili bicili bir bit pazarı vardır. Güm güm, pat küt! Sağdan soldan davul sesleri gelir, tellallar bu şehrin gözbebeğidir. Yabancılar için söylenir, bu kentte para önemli değildir; eşit takas ticaretin bedelidir. Güm güm, almayanı dövüyorlar, arkasından sövüyorlar, küt pat! Tanıdık olmayınca; ona, buna, şuna Aylin’i anlatır, Aylin’i dinlerler. Her Allah’ın kulunun farklı bir Aylin’i mi olur? Olmaz elbet ama Aylin de böyle bulunmaz derken bit pazarına girerler. Güm güm, küt pat! Kıyafet, don, fanilaların içinde; bizimkini ümitlendiren, eh birazcık da düşündüren, bir kuşak görürler. Atılır hemen bizimki. Nereden aldın bunu teyze? Hayırdır evlat, seceresine mi bakacaksın? Yok, teyze, Aylin’i soracağım. Aylin mi, o kim? Bu kuşağın sahibi. Tanıdık biri mi? Evet teyze, söyle Aylin nerede? Güm güm, -ikizlere takke, -küt pat, önce bedel. Ne bedeli? Bilgi bedeli. Cafer çıkarır gümüş tabakayı, atmaca gibidir teyze de hani! Nerede bilemem ama denize gitmiştir; parası yetişmeyince pılını pırtını, ıvırını zıvırını, ipini kuşağını... Tamam, teyze, dur! İp kuşak, hayırdır?

50


Sen söyle hele, hangi istikamete gitti; bu kız, çıplak kalmadan, ben cinnet geçirmeden, ne olur gün batmadan bulayım şu kızı. Korkma... Üstünü başını yeniledi, erzakını yedekledi, elinde harita, cebinde pusula, limana gitti. Ne haritası? Fiskos adalarının. Ne zaman gördün sen bu kızı? Dün sabah. Hedef artık belli; önce limana, sonra Fiskoslara gitmeli. Ben Aylin’i bulacağım Cafer. Bin bir liman gezsem de bulacağım. Halledeceğiz. Küçük limanda Fiskos adalarına giden bir sal bile bulamazlar. Ceplerindeki parayı sunsalar da kimse yanaşmaz oraya yelken açmaya. Bir kayık satın almaya, kendi başlarına ulaşmaya karar kılsalar da, gemi fiyatı çekilir kayığa, bu limanda. Takas mı yapsak diyemeden daha bir kayıkçı gülümser bunlara. Sizin en çok ihtiyaç duyduğunuz şey ne? Kayık. Sizle takasa girerim ama siz de bana en çok ihtiyacım olan şeyi vereceksiniz. Tamam, o ne?

Devamı Farika 2’de!

51


Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak. Kanadı kırık kuş merhamet ister. Ah senin yüzünden kana batacak. Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. ... Açma pencereni perdeleri çek, Mona Rosa seni görmemeliyim. Bir bakışın ölmem için yetecek. Anla Mona Rosa ben bir deliyim. Açma Pencereni perdeleri çek. -Sezai Karakoç

52


53


EYÜP TURAL

Gömü’de 1 uyandığını kabul edebilmem üç haftamı almıştı. Kendine geldiğimde bir kanepede uzanıyordum; uzuvlarıma hükmedecek gücüm yoktu, felç inmiş gibiydi. Konuşmaya uğraşıyor, sesini duyabileceği bir âdemi görme umuduyla başını çevirmeyi deniyordum. Kendimi yormamamı söyleyen bir kadın sesi duydum; ses aşina gelmemişti, daha bir heyecanlandım. Nerede olduğumu anlatabilecek bir insan vardı artık, neler olduğunu söyleyebilecek birisi. Hayatta olman bile mucize, dedi kadın. Başka birisi bu yaralara dayanamazdı; eliyle göğsümü gösterdi. Göğsümü fark edemeyecek kadar

1’Çeşitli rivayetler vardı. Boğazın hemen altında taşeron firmanın ihmalkârlığı yüzünden bir patlama olmuştu, az daha ikinci tüp geçit inşaatı sular altında kalacaktı. Toz duman kalktıktan sonra insanlar gördüklerine inanamamıştı; boğazın yüz altmış metre altında bir yakadan diğer yakaya uzanan ve yüksekliği yer yer beş metreyi bulan bir tünel ağı açığa çıkmıştı. Dünya çapında tanınan akademisyenler ve bilim adamlarından oluşan bir ekip yeraltına indi, bu tünelleri bizzat yerinde inceledi; kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmadan tüneller kapatıldı. Tünellerde keşfedilen Bizans hazinelerinin İstanbul Şehir Devleti’nin kasasına aktarıldığı ya da ikinci dünya harbi öncesi ülkeye gelen Alman Yahudilerinin gizledikleri altınların bulunduğu gibi fısıltılar dolanıyordu sokaklarda. Daha uçuk bir hikâyeye göre de, Sultan Mehmet gemileri yürütme planının başarısız olma ihtimaline karşı bu tünelleri kazdırmıştı. İstanbul Şehir Devleti Senatosu, doksanlı senelerde hapishaneleri lav etme kararı almışlardı; komşu şehir devletleri ile hafif suçlardan ötürü mahkûm edilmiş tutukluların transferi konusunda çeşitli anlaşmalar yaptılar. Dört yüz bin gibi bir rakamın Bursa’ya, Edirne’ye ve Bilecik’e gönderildiği açıklandı. Yokluk çağındaydık ve hangi şehir bir başka şehrin ağır suçlularını beslemeyi kabul edebilirdi? Hiçbir şehir ağır suçlular hakkında resmi ağızdan bir açıklama yapmamıştı; yöneltilen sorulara kaçamak cevaplar veriliyordu. Yüz binden fazla, ağır suçtan hüküm giymiş tutukluların nerede olduğu meçhuldü. Rivayete göre, İstanbul Şehir Devleti def edemediği ağır suçluları bu tünellere yerleştirmişti. Yeraltına ufak bir şehir kurulmuştu; artık beyaz badanalı, üç metrekare oda yerine bir şehre hapsedilmişlerdi. Başlarında herhangi bir kolluk kuvveti elemanı yoktu, şehir içerisinde özgürdüler. İsterlerse birbirlerini boğazlasınlar, isterlerse kutu kutu pense oynasınlar, isterlerse kaderlerinin hoş bir hikâyeye evirilebileceğine inansınlar, isterlerse kıyamet gelmeyecekmiş gibi davransınlar. Sadece yukarıya çıkmayı, güneşi tekrar görmeyi deneyemezlerdi; şayet aralarından birisi kalkıp denerse, devlet içilebilir su ve besin ikmalini kesecekti.Şehrin ismi konusunda ihtilaf yoktu; bu muhabbeti nerede dinlersem dinleyeyim şehri ismi Gömü’ydü. Bu şehre gönderilen suçlular müebbet cezası almışlardı; hayatlarının sonuna kadar esaret altında nefes alacaklardı. Özgürlükleri yer altına saklanmış bir gömüydü.

54


uyuşturulduğumu, uzuvlarıma hükmedememenin damarlarımda dolaşan ağır kimyasallardan olduğunu idrak ettim. Düzelecektim, kadın da benzer cümleler kuruyordu; belki akşama kadar kanepeden kalkıp odada voltalarıma başlayacaktım. Sevindim, sevincimi yüzüme yansıtmayı beceremiyordum. Uzun saatler sonrasında nerede olduğumu adamakıllı kavrayabilmek için ayağa kalktım. İlaçların etkisi geçmişti, uzuvlarıma yeniden hükmedebiliyordum. Göğsümde yükselen ağrıyı umursamadım; kadın, Gömü’de olduklarını söylemişti. Gömü, içerisinde serbestçe yaşayabileceğin bir hapishaneydi; kim böylesi bir hapishanede yaşamak isterdi ki. Boğaz’ın bilmem kaç metre aşağısında yüzlerce katille, tecavüzcüyle bir komün hayatı yaşamak; nasıl bir cezaya çarptırılmıştım, asıl önemlisi ne yapmıştım da bu ceza reva görülmüştü. Anımsamayı denedim: Evimde, Galata Kulesi’ni izleyebildiğim koltuğumda, iyi para saydığım adıyaman tütününü sarıyordum, çaydan yükselen buharı izliyordum; galiba soğuktu hava. Bulanıktı, belki başka zamanların hatıraları giriyordu araya; yalnızdım evde, emindim. Sıcaktı, bilgisayarın ekranına takılıp kalmıştım; haberleri izliyordum, Nevada eyaleti federal devletten ayrılmayı görüşüyordu. Besbelli karışıyordum, önceki yılın haberi değil miydi bu? Soğuktu, doğalgazla ilgili bir sorun vardı, salonda kabanıyla oturuyordum. Ayaklarımı sehpaya uzatmıştım, çayımı koltuğun dirseğine koymuştum; tütün sarıyordum. Sigaramı düşen diş dolgusunun bıraktığı boşluğa sıkıştırdım. Ateş arandım; kalktım, sigaramı daha yakmadan başım dönüyordu. Oturdum; belki kan şekerim düşmüştü, belki sonraları keşfedeceğim bir rahatsızlığın belirtisiydi; bekledim. İçimin geçtiğini anımsıyordum, koltuğumda uykuya dalmış olmalıydım, yeterince yorgun olmam da mümkündü. Sonrası yoktu, anımsanabilenler bu kadardı; bu şehre nasıl indiğimi bilmiyordum, birisini mi öldürmüştüm? Göğsümdeki yara neydi? Pencereye güçlükle birkaç adım attım, ağrı her adımda kuvvetleniyordu. Kanepeye nasıl döneceğimi çoktan düşünmeye başlamıştım, perdeyi çektim. Gördüklerime inanmakta zorlandım, algıların ne kadar güvenilmez olduğunu yeterince okumuştum. Yeraltındaydım, yeraltında kurulmuş bir şehirdeydim, şehir bildiğim Gömü’ye benzemiyordu.Kadın, şehri şaşkınlıkla izlerken buldu beni, azarladı. Düzelmek istiyorsam istirahat etmeliydim; yaram ciddiydi ve güç kazanmalıydım. Başımla onayladım, kadının yardımıyla kanepeye geri döndüm. Ayaklanmamı, içerisinde bulunduğum durumu muhakeme edebilecek kadar kendime geldiğine yordu kadın; sormak istediği tonlarca soru vardı. Sor, dedim. Birçok sorusu vardı, hepsini

55


sormak derdindeydi, ket vuramadığı bir merak içerisindeydi. Hadi sor. Normal şartlar altında yönetime haber vermesi gerekiyordu; bir yabancı bulmuştu evinin önünde, yaralıydı ve merhametinden ya da merakından ötürü haber vermemişti. Yeraltına inildiğinden beri yabancılarla karşılaşıldığı rapor edilmemişti. Yaralıydı, yönetim onun hayatını kurtarmak yerine onu incelemek isteyecekti. Haber vermedi ve kurtardı hayatını. Soruyu bekliyordum, ne de uzun bir girizgâh dizilmişti! Nabzı çok yüksekti, çok hızlı nefes alıyordu, neden bayılmıyordu? Neyden bahsedildiğine vakıf olamadığımı düşündüm; kaç ki nabzım? Seksen. Normal değil mi? Kadın suratını ekşiterek söyledi: Dört yüz sene önce normaldi. Susuyordum; hafıza kaybı yaşıyor olmam muhtemeldi. Bir gün buraya nasıl geldiğimi anımsayacağımı umuyordum. Nafile bir heyecana kapılıp kadının sorularına izin vermiştim; itiraf ettim: Ne olduğunu hatırlamıyorum. Belki başıma bir darbe almıştım ve geçici bir hafıza kaybı yaşıyordum, belki ajan filmlerinde ya da bilimkurgularda gösterilen hafıza silme işlemine sokulmuştum, belki travmatik bir olay geçmişti başımdan ve yüzleşemeyeceğim gerçekler bastırılıyordu. Yoksa hatırlıyordum; adımı, nerede oturduğumu, okuduğum okulları, ailemi, birlikte olduğum kadınları, sevdiğim yazarları, buzdolabımda eksik olmayan içkileri… Sonrası yoktu. Bolca eksiğim var gibiydi; kendi zamanımda Gömü’nün bir hapishane olduğu söyleniyordu. Katillerin, tecavüzcülerin, kalpazanların, kara para aklayıcıların yaşadığı kaotik bir hapishane! Masum bir adamın, hayır, ruhunda iyilik namına kırıntılar kalmış bir adamın bile bir hafta hayatta kalamayacağı bir kapan. Pencereden bakmıştım, dört başı mamur bir şehir uzanıyordu.Yükselen ihtişamlı binaları görmüştü, yer altı tünellerinin yüksekliğini altı yedi metre diye kurmuştu kafasında; tavanı çok sonra fark edebilmişti, en azından yirmi beş metreyi buluyor olmalıydı yükseklik. Kafamda oturtturamıyordum, sanki başka bir dünyanın insanı

56


olduğunu duyumsuyordum. Ne olmuştu Gömü’ye, Gömü artık neydi? Gömü, kalan son ateşti; ne olmasını bekliyordu ki, nihayet gelmişti, kıyamet kopmuştu. On milyardan fazla insanın öldüğüne şahit olunmuştu, şehir kahrolası bir tarihin ayakta kalan son acısıydı, son çabasıydı. Geride kalmak, saklanmak, insanoğlunun sonsuza kadar bir şekilde hayatta kalmasına çalışmak, bir gün tekrar yeryüzüne ayak basmayı hayal etmek; yaptıkları buydu. Araya girdim; kıyamet ne kuvvetli bir kelimeydi, her hali korkutucuydu, bak, tüylerim diken diken olmuştu. Sormaya çekiniyordum, cevabı duymam gerekiyor muydu? Kafamda aksak bir imge oluşmuştu, aslını bilmek ne zaman iyi hissettirmişti ki, hayır, soracaktım. Her ayrıntısını bilmek istiyordum; kadına nasıl sesleneceğimi bilemedim; acaba bayan olayların nasıl geliştiğini, milyarların derin bir umutsuzluğa nasıl düştüğünü anlatabilir miydi? Nasıldı kıyamet? Kadın kanepenin yanına çekti sandalyeyi; elimi tuttu. Birbirinden zeki birçok bilim adamı, kimsenin alınmadığı odalarda işe yaramasını umdukları deneylerini yapıyorlardı; artık tamamıyla zehirli hale gelmiş atmosferi nefes alınabilir hale getirmeye çalışıyordu bir ekip, kavramakta zorlanıyordu ama galiba büyük bir reaksiyon oluşturup zehirli bileşikten oksijen atomlarını çekip kurtarmaya çalışıyorlardı. Bir diğer ekibin eko-sistemi en başından başlatabilmek için bakteriler üzerinde çalıştığını işitmişti, başarabilirse elli yıl içerisinde hızlandırılmış bir evrim ile eski haline gelecekti yeryüzü. Kadının en büyük hayali bir ağaç gölgesine uzanıp kitap okumaktı; güneşi hiç gör-

57


memişti, inanıyordu, bir gün güneşe uzanacaktı elleri. Bu şehir, hayatta kalma güdüsünün cisme gelmiş bir haliydi; ölenlerin, geride kalanların yasını yeterince tutmuşlardı. Rica ediyordu; geçmişten bahsetmenin, yeniden ağlamanın, büyük acıların içine gark edilmenin bir faydası yoktu. Israrcıydım. Kadın hayır anlamında başını salladı; kıyamet, ismi gibi kuvvetliydi. Anlatmaya hazır değildi. Hazır olduğunda, yapabileceğini hissettiğinde, çok uzun bir gecede anlatacaktı. Başka cümleler kurmalıydık; şehre, Gömü’ye illaki sıra gelirdi. Kadından konuşmak istiyordum, hakkında hiçbir şey bilmediğim bir insanın kanepesinde göğsündeki kocaman yarayla uzanıyordu. Kimdi bu kadın? İsmi Sıfır-Sıfır-Sekiz-Altı’ydı. Yekiz sınıfının seksen altıncı üyesiydi. Zihnimdeki isim mevhumuna benzemiyordu; yemek sırasında ise Sıfır-İki-Dokuz-Sekiz olarak bekliyordu, kütüphaneden kitap alırken Dört-İki-Yedi-Üç-Üç’tü, yöneticinin huzuruna çıktığında ise Yedi-Sıfır-Sıfır-Sekiz-Bir’di; nasıl sesleneceğini bilemedim. Kısalttım, “Yekiz” diye seslendim. Kadın ciddiyetini toparlayıp uzun uzadıya anlatmayı denedi birkaç kez. “Yekiz” ismi değildi, hayır, sınıfını belirten bir sıfattı. Şehirde ilimle, irfanla uğraşan kimselere verilirdi; diğer sınıflara kıyasla daha zeki olduklarını çıkartabilirdi. Ayrıca isim dediğin, eşyaya verilirdi; en azından bu şehirde. Kendi başına bir anlam ifade etmeyen eşyaya mana katabilmek için, varoluşunun yanında metafiziksel bir kimlik kazandırabilmek için verilirdi isim. İnsana isim verilmesi kusurluydu; cismi varoluşun yanında ruh bambaşka bir gerçeklikti, ruh ismin kılavuzluğunda evriliyordu. Eski dünyada bunun üzerine bolca deyiş olmalıydı. Önemsenmedi, yeni doğan bebeklere darası ağır basan isimler konuldu; ruhun hatalı evrilmesine göz yumuldu. Hâlbuki isimsiz olsalar, isimleri gelişimlerini tamamlandıktan sonra sahip oldukları sıfatlardan seçseler, her şey bambaşka gelişebilirdi. İsimlerin, daha ulvi bir amaç uğruna emek sarf eden, dünyayı hapsolduğu kıyametinden kurtarabilmek için eski dünyanın küçük kavgalarına gark edilmiş insanlarını inceleyip daha önceleri birçok filozofun ve tarikatın belirttiği üst insan olma yoluna baş koyan, bu şehrin insanlarına verilmesi hoş görülmezdi. Bu şehirde, tarihin yazacağı son yerleşke olan Gömü’de, kıyametin insanın yanlış evrilmesinin sonucu gerçekleştiği düşünülüyordu; isimler, hatalı evrilişin ilk adımıydı. Bu kadar uzun ve sıkıcı açıklamanın ardından yine “Yekiz” diye seslenince kadın sinirlendi. Kan dolaşımı hızlandı, damarları şişmeye başladı; başı dönüyordu, göğsüne bir ağrı saplandı, uzuvlarını kontrol edemiyordu. Gördüğü şeye inanamıyor-

58


dum, şaşkınlığı atıp kalktım kanepeden. Sandalyesinden düşmeden kadını yakaladım, göğsümdeki acıya rağmen kanepeye yatırmayı başardım. Çok değil saatler öncesindeki durum tersine dönmüştü; sandalyeye oturdum ve konuşmayı çalışan kadını izledi. Dudakları zor oynuyordu, duyabilmek için yakınlaştım. Güç bela ‘bir saat’ dediğini duydum. Kadının durumunun olağan bir şey olduğunu ve bir saat sonra kendine geleceğine yordum. Yüreğimi ferah tutmaya çalışıyordum, düzelecekti; kendine kızdım. İçimde tarifsiz korkular boy atıyordu; bu durumdan kendimi sorumlu tutuyordum, kadının kendini gelememe ihtimali dakikalar ilerledikçe daha derinlerime çörekleniyordu.

Devamı Farika 2’de!

59


60


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.