fark fanzin, sayı: 1 (pdf)

Page 1


Merhaba

Fanzinin emekçisi: Esma Özlen

Fanzinler iletişim biçimi olarak hep dikkatimi çekmiştir. Ben de bu enerjik ortama, Fark Fanzin ile çıktım.

Fark Fanzin düzensiz çıkar, yerleşik değildir.

Neden fark? Fark, bir şeyin ayrımıyla ilgilidir. Bir şeyin başka bir şeyle karıştırılmamasını sağlar. Hayat, farklar ile gerili bir ip değil midir zaten? Her şey farklı olanda anlam bulur. Fark geliştirir. Ve edimsel olarak fark, farklı olanda ortaya çıkar. Fark, bize sorular sordurur. Düşünmeye davet eder. Eyleme çağırır. Neyi, nasıl, ne şekilde irdeleyeceğimiz noktasında bize yol gösterir. Kışkırtıcı bir şekilde, beynimizin kıvrımlarında salınır durur. En keskin olduğu anda ise bir fikir beyan ederek, kafamızda yarıklar açar. İşte o açılan yarıklardan sızanlarla duş aldığı vakit beden, ancak kendini yenileyebilir. Fark banyosundan çıkanlara sesleniyorum! Dostlar, farklara ihtiyacım var. Yazdıklarıyla hemhal olanlar bu fark denizinde bir söz söylemek isteyenler; sazıyla, sözüyle bana şu mail adresinden ulaşsa lütfen! Esma Özlen e-mail: farkfanzin@hotmail.com Fark Fanzin, Sayı 1, 2018

Ön kapak fotoğrafı: Fernando Vicente Arka kapak fotoğrafı: Gündüz Aghayef Ressamı belirtilmeyen desenler internetten alınmıştır.


Söz uçar yazı kalır; "kuş olup, uçacağım" Olma(ma)k zamanlarında hiçbir şeyin kontrolünde olmadığını, sana ait olmadığını bilmek önemli tabi. İçindeki senin kuş olup bir yerlere konması şart. Senin sen olduğunun belli olduğu bir yerlere. Senin var olduğunun belli olduğu bir yerlere. Öyle yerler var mı bilmiyorum ama ben şimdi aramaya başlıyorum. Çünkü düşlerimde olmakla olmamak arasında bir yerdeyim. Düşmekle kalkmak arasında bir yerde. Bir çayır çimene yuvarlanıyorum, bir çamur balçığa.


REZONANS Gilles Deleuze okurken bir şey yakalamak isteriz geçer içimizden esintisi başlarız düşünmeye kovalarız bu fikri sonra birden kapar bizi fikrin ritmi gireriz çekim alanına döneriz etrafında hoş geldik yüzmeye hoş geldik yaylalarda bedenimize atılan çentik değil vadilerde ki yarıklardır rüzgâr böyle görür işini

Marc Ngui


Dünyada bir göçebeyim Belki biraz esrik gözlerle kolaçan etmeye başladım muhitimdeki ihlasları ama sözün neresinden tutup olmak vaktinden başlayacağımı da kısmen öğrendim bu yolculukta. Bana uzak olan sesleri duyabiliyorum artık. İnsan yeterince dikkat kesilir ve kulak kabartırsa bunu yapabilir. Yerin altına uzatıyorum ellerimi. Tırnaklarımın arasına sıkışan tohumları çıkarıp, insanlığın köklerine yerleştiriyorum. Belki bu bir işe yarar ve insanlar, dünyalarından koparılan şeyleri yeniden canlandırır. Yersiz-yurtsuzum. Tıpkı göçebeler gibi kurduğum çadırları, bir başka yere kurarak, yerimi sürekli başka yurtlara taşıyarak; bu kapitalist sistemin yerleşik bir organı olmamaya çabalıyorum. Tüm bunları yaparken, bedenim kıpırdamıyor, bedenlerle karşılaşıyor. Kendimi iyi hissettiren bedenlere karışabiliyorum. Beden de bir fikirdir ve bu fikirlerin ayrı ayrı isimleri ve öyküleri vardır. Yaptığı şeyle değiştiğini düşündüğü yaşayışını ve yaşamın öznesi olma uğraşını veren isimler ve öyküler… Onlar gerçekten hayatın nabzının titreşimini duyumsayabiliyor, sesleri benim gibi duyabiliyorlar. Bedenim, bedeniniz sessizliği öğreten tüm seslerin faturasını iyi kessin!


Sahi postmodernizm ne menem bi'şeydir? Postmodernizm her ne kadar “neyi eleştirdiği” ve “ne olmadığı” açısından tanımlayabildiğim bir kavram olsa da bir tarafıyla hep bulanık! Bir şeyin "ne olduğuyla" ilgili bir komenter ileri sürmeyi zaten hep riskli bir şey olarak görmüşümdür. Postmodernizm, felsefe ile sınırlı değil ama ben anlatacak olsam meseleye felsefeden girerim, o ayrı.


Spinoza "bir bedenin neler yapabileceğini kimse bilemez" derken neyi kast etmektedir? Spinoza’nın beden sorgulaması aslında pratik hayattan hareketle elde ettiği bir sorgulamadır. O kendisinden önceki bedenle ilgili söylenilen şeyleri tekrardan gündeme getirerek, bedenin bir vücuttan, bir organlar birleşiminden öte kudret ve olanak olduğundan bahseder. Beden, birbirine indirgenemez tekilliklerden oluşan bir çokluktur. Bedeni, felsefi düEmiliano Bruzzone şüncesinde bir model olarak ele alması onun “ne düşündüğünü” ve “nasıl düşündüğünü” sorgulaması gerçekten ilgi çekici. Spinoza’nın ruh dediği şey, zihindir. Zihin sadece bedeni değil aynı anda diğer cisimlerin doğasını da içerecek biçimde fikir oluşturur. Zihin, bedenin etkileşiminde bulunduğu şeylerce belirlenir. Beden birçok şeyle etkileşim içinde olduğu müddetçe kendini kavrar. Burda ne zihin ne de beden çok öndedir. Bir paralelizm söz konusudur. Bedenin henüz ne yapabileceğini bilmemek sonsuzluk fikrini akla getirebilir. Beni ve sevdiğim başka bir bedeni buluşturan asıl şey işte bu sonsuzluk fikridir. Mesela, şekillerin ve çevrelerin olmadığı, gözlerim kapalıyken bana kendini gösteren deniz; benim ne yapabileceğim her şeydir.


HAYAT BİR DÜŞ* Ruh argını ağlayan birine dönüyorum yüzümü En çok ben dinliyorum en çok ben seviyorum Sonu gelmeyen bir oluş denizinin içinde yüzüyorum Beni alıp Neptün’e kim götürecek Bir yerden başlıyorum artık, ortadan! Nereye gidiyorum belki de bilinemezliğe Hangi kitaba kaçıncı kez başladığımı söylemeliyim; 366. kez “Candide” Şşşşş Bahçemizi ekelim!

*Metin Cengiz'in bir şiir kitabının adı.


Dost kudretli bir varlıktır İnsanlara davranma biçimimiz her ne kadar eşit olsa da neticede herkes herkestir, dost da dost değil midir? Bence herkes herkestir. Dost da dosttur. En yalnız ve içimize kapanık olduğumuz durumlarda bu daha çok böyledir. Herkes bu durumu anlamaz bile. İçimizde kopan fırtınalardan, ruh halimizden anlamaz. Dost ise bizdeki en küçük değişimin ayrımına varır. Bizdeki her değişikliği anlar ve bize yardımcı olur. Ancak bizden uzaklaşıp herkes gibi olduğunda dost dost olmaktan çıkar. Böyle durumlarda bile dost farklı davranır. Özel ve naif bir uzaklaşma mesajıyla bize sebebini açıklayıp içten davranır. Bu hareketi, onu dostun gözünde daha ikna edici kılar. Dost her zaman bekler, her zaman anlar, her zaman sarılır, ne olursa olsun, yanındadır dostunun. Sonsuz bir güven verir karşıdakine ve asla uzaklaşmaz. Ancak, dost herkesleşti mi (herkes olarak konumlandırıldı mı) dost olmaktan çıkar. Ayrı bir ilişki kurma biçimidir bence dostluk. Herkes eminim ki bu hayatta çok karmaşık süreçlerden, çetrefil, karmaşık süreçlerden geçiyor. Bunu görüyorum, gerçekten... Ama yine de bu dostun, bizden uzaklaşmasına yol açmalı mıdır? Eğer böyle olmuşsa dostluk bitmiş demektir. Bence sevgili olmak da aynı zamanda köklü bir dostluk ilişkisi, iyi bir yol arkadaşlığı gerektiren bir ilişki biçimi. Bir şeylere eşlik etme hali. İşte tam da burda bedenden bahsetmek istiyorum. Beden çok muazzam bir mekan gerçekten. Tüm ilişkilenme biçimlerinin merkezinde duran bir mekan hem de. Derin bir varoluşu destekleyen, bir başka bedenle karıştığında paylaştığı şeyin, ruhta olgunlaşmasını sağlayan bir şey. Yaşama çeken hatta ve hatta o yaşamın en yüksek dağlarına çeken bir his bu. Ama insanlar genellikle bu yükseklikten rahatsız olurlar. Temiz hava, yayla havası yaramaz. Bedenin o alışılagelmiş formunu bozduğu için, o havanın bağıntılarını bozduğu için. Sonra, kendi zaviyesindekilere döner; orayı güvenli bulur.


“Sadece ciddi bir felsefi soru vardır ve bu intihardır” Biri intihar etmeye karar verir. Yüksek bir binadan kendini boşluğa bırakmak, kendisi için uygun gördüğü bir ölümdür. Fakat bunu tek başına yapacak cesareti yoktur. Bunun için bir başkasından onu öldürmesini ister. Şu durumda ölmeyi bir başkasından istemekle ölmeyi hayatın akışkanlığı içinde beklemek arasında gerçekten bir fark var mı? İntihar eden birine yardım etmek suç mudur?


Bu dünyada hiçbir şey adil değil. Bu dünyada güvenli bir şey yok. Bu dünyada garanti bir şey yok. Bu dünyada saf bir şey yok. Ama her şeye rağmen yine de bu dünyada bir şeyler kaldı. O da “anlam”. Anlam, içimizde doğru olduğuna inandığımız şeyle ilgilidir. Bu anlam bizim önem verdiğiniz biriyle ya da ilgilendiğimiz bir kültür veya toplumla ilgili olabilir. Eğer aşık olmayı becerebilmişsek bu o kişi de olabilir. Bunların hepsi ipuçlarıdır. Bir şeyle karşılaştığımızda ya da düşünürken o şeye gülümsediğimizde, daha yakından bakmak hoşumuza gider. Ve yaklaşırız. Dolayısıyla bir şekilde anlamlı görünen bir şeyi bulduktan sonra, elde etmek için makul bir ümit verebildiğimiz yerdeyiz: Anlam dünyasına hoş geldiniz. Siz düşmeden bir şey tuttu sizi, keyfini çıkarın.


"YAŞIYORUM. TARAFLIYIM. BU YÜZDEN İŞTİRAK ETMEYENLERDEN NEFRET EDİYORUM. BU YÜZDEN KAYITSIZLARDAN NEFRET EDİYORUM." (Antonio Gramsci)

Bize aşk lazım dostlar Hegel'i ters çevirecek cinsten Maddeyi dönüştürecek cinsten Sistemi değiştirecek cinsten Bize aşk lazım dostlar Her şeyi yeniden üretecek cinsten

"TOPLUMLAR ÜSTESİNDEN GELEMEYECEKLERİ SORUNLARI GÜNDEME GETİRMEZLER." (Marx)


İnsan halen Godot’yu bekliyorsa konuşulması gereken Godot’dur. Peki kimdir Godot? Godot aslında insanın varolduğu günden bu yana beklediğidir, umuttur, çıkıştır, ışıktır. Ancak bu ışığa insanın ulaştığına şimdiye değin tanık olunmamıştır. Köle isyanları, Spartaküs tam da bu ışığın ele geçirildiğine inancın pekişmeye başladığı an sönmemiş midir? Ya Avrupa'yı yüz yıl sarsan ünlü Köylü isyanları? Yalnızca iktidarı devrimci gibi gözüken ancak soyluların devlet idaresinde zaaflı olduğu noktaları daha muhkem hale getiren ve böylece devleti eskisinden daha güçlü ve zalim kılan burjuvazinin işine yaramıştır. Köylülerin elindeki umut ışığının bir daha tam ele geçirildiğine inanıldığı zaman gerçek olmadığı bilgisine ancak yıllar sonra varılmıştır. 19. yüzyılı kasıp kavuran çağdaş sosyalist devrimleri düşünelim. Ellerindeki insanlığın geleceğini işaret eden meşaleler önce Avrupa’da, derken emperyalizmin en zayıf halkası olan Rusya’da, sonra bütün Balkan ülkelerinde, Latin Amerika’da ve Çin’de, Kore’de, Vietnam’da bir çok devrimin yapılmasına yol açmış, devrimler çağına yol açmıştı. Ülkemizde ve dünyanın birçok ülkesinde aydınlar, öğrenciler, işçiler ve köylüler bu ülkelerdeki devrim ateşini ülkelerinde de yakmışlar, kapitalizme, emperyalizme kısaca sisteme karşı onurlu bir isyan bayrağı açmış ve karşı saldırılara beklenmedik bir direniş savaşı başlatmışlardı. Bu direniş yer yer umutsuz olsa da bugün de sürmektedir. Ama her defasında Godot yine beklenir olandır, yüreğimizdedir. Godot bir anlamda Pandora’nın kutusunda kalan umuttur. Dünyaya bu kutudan dağılan açlık, hastalık, rüşvet, savaş, sömürü gibi kötülükler karşısında içimizde yaşattığımız umuttur. Pandora’nın mitosu gibi bir mitostur Godot. Bir gün gelecek ve bütün kötülükler bitecek. Pandora’nın kutusundan yayılan kötülüklerle nasıl eşitlikçi, sömürüsüz toplumun simgesi Ana Tanrıçanın gücü elinden alınmışsa, Beckett hiç gelmeyecek olan Godot’suyla bu eski mitolojiye gönderme yaparak umutsuz bir bekleyişe mahkum etmiştir bizi. Godot umutsuz bir bekleyişin simgesidir.


“KİMLİĞİ SABİTLEME, GÖÇEBE KIL”

Henri Michaux (Mouvements/Idées-Hareketler/Fikirler)


İlk bakışta aşk Eğer aşık olmayı becerebilmişsem bana kalan gerçekler yeter neden aşkım bittiğinde hiç o aşkı yaşamamış gibi davranayım ya da onu inkar edeyim. Hiç yaşanmamış gibi tüm güzelliği bir kenara atayım, her ne varsa... İlk bakışta aşka inanmışsam bunun yeşilçamla ne ilgisi var. Belki de benim aşkımın çağrışımla çok ilgisi var. İlk bakışta aşka inanmamım, o kişiye hayran olmamla çok ilgisi var. Bu hayranlık, tapınma değil; dikkat celbi. Onda gördüğüm başka bir dünyanın zarafetinin çekiciliği. Eğer kafamdaki imaja yakın bir fikirse aşk, pek ciddiye alırım. Kim kendisini kederin kuyusundan çekip kurtaranı sevmez ki, kim hayatına renk katan, içini neşeyle gıdıklayan birini sevmez ki. Sevmek için ne çok neden var değil mi. Birini sevmek, onun yanında olmak, hep orada onu tutmak, var etmek istemek. İnsan bir zaman geçtikten sonra sevdiği varlıkla gördüğü her şeyi sevmeye başlıyor. Bunun antitezi de söz konusu elbette. Mesela nefret ettiğimiz biriyle bağdaştırdığımız her şeyden nefret ederiz. İlgisiz isek öyle kalırız. Özgür aşk sanılan savurganlığa inanmam. Ama özgür aşka inanırım. Hayatın geometrisine selam çaktım. Spinoza’nın ruhu şad olsun.


Soldan sağa: Michel Emer, Edith Piaf, Eddie Constantine, Charles Aznavour

Şanson geleneği Şanson (chanson) eski fransız hayatında (ortaçağ ve rönesans dönemi, yani 9-14. yüzyıllar) dünya işlerini konu alan ve şarkı olarak söylenebilen her türlü epik ya da lirik şiire denilirdi. Bu dönemlerde yalnızca insan sesi önemliydi. Enstrümanlar daha sonra eşlik edecektir bu romantik şarkılara. 15’inci yüzyıldan sonra aşk, ayrılık ve ilgili konuları işleyen şarkılara ad olarak verildi. Solo şarkı dönemi bu yüzyılın sonunda gelişti. 18. yüzyılda ise opera etkisi görülmeye başladı. Genellikle her şansonun bir hikayesi olur. Hikayelerin kahramanları sıradan halktan insanlardır. Konularını içli ve dokunaklı bir ezgiyle ve coşkuyla işler.


Bu şarkılar günümüze değin değişerek gelmiş olsa da romantik gücünden hiçbir şey kaybetmemiştir. Günümüzde genelde kabarelerde, barlarda şarkıcıların tek başına çalıp söyledikleri aşk, ayrılık, yergi gibi şarkılara şanson denmektedir. 1950’li yıllarda şanson türü sol içerikle tematik olarak en zengin dönemini yaşamıştır. Mesela Gilbert Becau’nun "Nathalie" şarkısı Moskova’da geçen bir aşk hikayesini konu edinir. Yves Montand, ünlü "Partizan" şarkısını söyler. Şarkıların bir çoğu içli ve hüzünlü aşk, ayrılık; kimileri ise devrim ve direniş konularını içerir. Charles Aznavour, Jacques Brel, Georges Brassens, Léo Ferré, Edith Piaf, Gilbert Becaud, Yves Montand gibi şanson geleneğini sürdüren popüler şarkıcıların birçoğu dünyaca ün kazanmış ve şair olarak anılabilmişlerdir. Şansonların dünya çapında üne kazanması 1920’li yıllarda Maurice Chevalier ile gerçekleşmiştir. Edith Piaf (Kaldırım Serçesi) şansonları dünyaca üne kavuşturan şarkıcıdır. Aynı dönemden Mistinquet, Charles Trenette ve Rina Ketty de ün kazanmış, kabare ve musette türünden de etkilenerek yoksul Paris’i anlatan şarkıcılardandır. Paris’in öteki yüzünü yani sefil hayatını şarkılaştırmış, ölümsüz aşk şarkılarına imza atmışlardır. Piaf’ın 1963’te ani ölümüyle George Brassens, Léo Ferré ve Jacques Brel gibi yeni nesil şansoncular sahne almışlardır.


Ten, beden, Spinoza, Paul Valery, vb... Bir ruhun en çok derinliğini severiz. Öyle bir varlığı hissetmek belki de kırk yılda bir denk geldiğimiz karşılaşmalarda gizlidir. Hayat ordadır ve devam ediyordur. Sizi kederlendiren tüm duygulardan kurtaran o karşılaşmalara kulak kesilin, yavaşça müziğin sesini açın ve dans edin. Roger Dadoun’un “beden buradadır, dolaysız ve reddedilemez varlıktır, tanıdık nesnedir, çokanlamlı ve kullanıma hazır aygıttır, olumlamanın masif ve sert bloğudur ve aynı zamanda -farklı giysiler, ışıklar görünüşler, koruyucu zırhlar, duruşlar, deri ve tenler altında-ortadan kaldırılamaz gizemdir” ve Paul Valery’in söylemiş olduğu “en derin olan tendir” sözleri bana Spinoza’nın “bir bedenin nelere muktedir olduğunu henüz kimse bilmiyor” sözünü hatırlattı. İnsanın kendini tanımasıyla ilgili ten/beden meselesi, bedenin ilkel zamanlardan kalan güdüleri taşıdığına ve bu güdülerin insanı yönlendirdiğine inanan düşünceyi kırıcı bir nitelik taşıyor. Bu düşüncenin yanlışlığını doğruluyor. Eğer o güdülere inebilseydik orada anlaşılmaz şeyler bulurduk. Ama basit ve yalın düşünmek en derin olan şeyde, beden de. Kendimizi orada gözlersek, başkaları için söyleyebileceğimiz çok şey buluruz. Ve elbette kendimize söyleyemeyecek şeyler de. Orda bazı kirli şeyler, açık şeyler ve ev-


rensel şeyler vardır. Bu sonsuz bir ilgi değil. Ve halen ayırt edici güçlü şeyler vardır. Beden, insanı yönlendirir.

Resimler: Francis Bacon


3 güzeller

Athena, Hera ve Aphrodite

Olympos’da Peleus ile Thetis’in düğünü yapılmaktadır. Thetis, Nereus ve Doris’den doğma bir tanrıçadır. Nereus, Pontos ile Gaia’dan doğmuştur. Poseidon ve Zeus Thetis’e aşıktır. Fakat Thetis’in üzerinde bir lanet vardır; doğuracağı çocuk, babasından güçlü olacaktır. Zeus kendisinden güçlü bir çocuğun varlığını göze alamaz. Bunun için onu bir ölümlüyle evlendirir. Bu kişi, Peleustur. Bu düğüne sadece Eris davet edilmemiştir. Çünkü Eris kavga tanrıçasıdır. Zeus, düğünde bir tatsızlık çıkmasını istemediğinden onu düğüne davet etmemiştir. Eris bunu saygısızlık olarak algılar, ve çok sinirlenir. Düğünü basar ve üzerinde “en güzele” yazan bir altın elmayı fırlatır. Ortalık böylece karışır. Çünkü bütün kadınlar elmayı kendine layık görür. Fakat ortada 3 kadın vardır ki elma için savaşmayı bile göze almışlardır. Bunlar; Athena, Hera ve Aphrodite’dir. Bunun üzerine Zeus’tan hakemlik yapmasını isterler.


Zeus, seçimin kendisi için iyi olmayacağını düşünüp, bu hakemlik için Paris’i yani bir ölümlüyü seçer. Zeus Hermes’i çağırıp, “bu elmayı alıp hemen İda dağına git. Paris’e, Zeus seni hakem seçti, bu elmayı en güzel tanrıçaya ver” der. Hermes Zeus’un sözlerini Paris’e söyler. Tanrıçalarda yanlarına gelir. Paris elmayı kime vereceğini düşünürken Hera yanına yaklaşıp, eğer kendisini seçerse, onu Asya’nın hâkimi yapacağını söyler. Hera’nın Paris’i kandırmaya çalıştığını gören Athena ise Paris’e sonsuz akıl ve başarı vereceğini söyler. Aphrodite’in rüşveti ise dünyanın en güzel kadınıdır. Paris düşünür ve elmayı Aphrodite’e verir. Bu duruma Athena ve Hera çok sinirlenir. Dünyanın en güzel kadını Sparta kralı Menelaos’un karısı Helen'dir. Rivayete göre, Truva savaşı da Paris’in Helen’i kaçırmasıyla başlamıştır.


Özgürce günah işlemeyi bile başaramayan zavallı Adem'in hikayesi bu. Kimse suçu Adem'e yüklemesin. Günah işlemek bazen ibadet gibidir. Hayatın tarzı değişir, trajediler ve dramlar küçük ama etkili farklılıklara sebep olur ve hayat sürer gider. Bu böyle.


Gidiş Bazen sadece gidersin. Neden gittiğini bilmezsin. Derin bir nefes alır, yoluna devam edersin. Hayatın o kapıdan seninle çıktığına kendini inandırmışsan şayet, mutsuzluğu geride bırakır; gidersin. Dönüp bakacağın bir şey kalmamıştır artık arkanda. Siyahın geç saatinde yürüdüğün yolda kafanda arapsaçına dönen birikintileri ve kalbinde yitirdiklerini -gençliğinin acıyan her yerini- başlarsın rüzgârla teskin etmeye. Yanında ne tanrın vardır ne de aşkın. Yaşamaya pek de istekli değilsindir. Dünyada yapayalnız kalan bir beden gibi hissedersin kendini. Başkalarıyla bir arada olmak isteğinden eser kalmamıştır içinde. Eskisi kadar çekici nedenler bulamazsın seni yaşama çağıran. Amaçlarının vadesi dolmuştur. Hayal kırıklıkların ve hezeyanlarınla bir banka oturur, denizi seyredersin. Deniz taş kesilmiştir üstüne. Olduğun yerde, parmaklarının arasındaki sevgi boşluğuna bakarsın. Orada hayaletler vardır artık. Üşürsün. Seni seyreden pezevenklerin bakışlarını bedeninin üzerinde fark ettiğinde onlara gülersin. Her gece bir parça yaşam için bedenini arzudan eksik, gri yalnızlığa teslim eden kadınların gözlerindeki kırlangıçlara selamdır gülüşün aslında. Bunu onlar anlamaz. Bunu sadece sen ve yaşamak için mücadele veren kadınlar anlar. Kafanda, yitip giden silüetleri tek tek belirir. Kadın olmanın vermiş olduğu varoluşsal problemlerinin girdabına düşmüşsündür. İlk ne zaman âşık olmuştum diye düşündüğünde kalbine henüz masumluğunu yitirmemiş bir çocuğun gülüşü yerleşir. O gülüş, kalbinde ölen tüm aşklarının burukluğuyla buluşturur seni. O zaman anlarsın; aşk, bilinçli bireyler arasında fazlasıyla rasyonelleşmiştir. O vahşi, ele avuca gelmeyen hali kalmamıştır, evcilleşmiştir. Modernite, duyusal dünyanın sürekli bir form talep etmesini meşrulaştırıcı araçlarını sunmuştur önümüze ve bizden sessizce bunları kabul etmemizi istemiştir. Sen tüm bunları düşünürken, gece yavaşça kızıla çalan bir renge bürünür ve yavaşça sabahın ilk ışıkları değer yüzüne. Bir yük treni gibi ağır ağır hissettiğin varoluşun, gece kıyafetini üstünden çıkarır ve sen yeni bir günü üstüne giyersin.


Bir Şeyi Sanat Eseri Yapan Nedir? Bu sorunun yanıtı için sağduyu gerçekten yetersiz. Çünkü hep aynı olana meyleder. Sanat bu aynılığın, alışılagelmişliğin kırılmasını sağlayan bir şey. Evet, ben bir beden olarak tepeden tırnağa duyumsayan bir varlığım ama neden söz konusu bir sanat eseri olduğunda onu sadece üç algım ile duyumsamakla yetineyim? Bedenim çok daha fazlasını yapamaz mı? Ben bu bedenimin duyumsama yetisini arttıramaz mıyım? Bu benim elimde olan bir şey fakat bunun için zaman, dikkat ve estetik deneyim gerekiyor. Bunun için elbette ressam olmaya gerek yok. Ama az çok estetik deneyim alanlarından geçmek gerekiyor. Mesela, sanat galerilerine gitmek gerek. Bu sadece sanat için geçerli değil, Bir şeyi ne kadar yakından takip ederseniz ona dair düşünceleriniz daha açık, hisleriniz daha yoğun olur. Her şey bir anda olmuyor sonuçta. Bir oluş söz konusu. Dolayısıyla bir beden olarak oluş içinde sanat eseriyle aramda daha yakın bir ilişki kurabilmem için tekil olan şeyleri gözden kaçırmamayı başarmış olmam lazım. Bir özne, karşısındaki sanat eseriyle her zaman özel bir ilişki kurar. Kurulan bu ilişkinin sonucunda çıkan yorumun bence epistemik olarak değerlendirilmesi gereksiz. Çünkü bu öznenin nesneyle özel bir ilişkisi olduğu ve özel olarak kaldığı için, yapılan yoruma doğru ya da yanlış demek o eserin, özneyle olan ilişkisine bir müdahaledir. Sonuçta o sanat eserinden neden hoşlandığım, neden haz aldığım sorusunun cevabı, benim öznel ve kişisel yorumumdur. Dolayısıyla bireysel yani tekil olduğu sürece sanat eseri hakkında ortak bilgi diye bir şey yoktur; her özne dış dünyayı duyumsayarak öznel bir deneyim sağlar. Sanat eseriyle her öznenin deneyimi de özerktir. Epistemik açıdan dış dünyayla tekil öznenin deneyimine gelirsek... Bu deneyim de özerktir. İki insanın aynı kavrayışa ve anlama sahip olması nasıl iddia edilebilir? Böyle bir


iddia kaygan zeminde yürümeye benzemiyor mu? Picasso’nun Guernicası, Leonardo’nun Vitrivius Adamı, Raffaello’nun Atina Okulu Freski, Johannes Vermeer’ın İnci Küpeli Kızı, Van Gogh’un tabloları ve daha sayamadığım dünyaca şaheser olan tablolar. Bu tablolara kimi uzun uzun bakar, kimi üstünkörü, kimi de bakar ama dışa çıkan bir duygusu olmaz, kimi de duygudan dolar taşar. Ama ben o hayret duygusunu seviyorum. Ve bu tablolara ve mimarilere bakan insanların da hayrete düştüğünü seziyorum. Bazen ifade edemesek de o bizde canlanan duyguyu, hissedebiliriz. Bu hayret, değil midir zaten bir sanat eserini öne çıkaran? Sanat eseri bende estetik haz yaratmalı, evet. Bunun da koşulu aslında tikeli verip, tümeli bana düşündürmesi. İnsanın tikel bir örnekten, tümeli hissetmesi sanatı sanat yapan şey bence. Ama bu sanat “işte şudur” diyemediğim bir sanat. Yoksa eser didaktik bir eser olmaktan öteye geçemez. Bu didaktik yönü arttıkça bir sanat eseri de dolayısıyla sanat olmaktan çıkar. Benim için sanat, derin bir felsefi içeriğe sahip anlatı formudur. Bence sanat her şeyi kapsıyor, doğa gibi. Sanki sanat çok başka bir güzellik ve hayret alanıymış gibi geliyor bana. Sanki hakkında hiçbir şey bilmediğim ama bir o kadar o eserde gizil olanı fark ettiğimde üzerine saatlerce konuşabileceğim bir alan gibi geliyor.


Kısa bir öykü; an O anlaşılmaz, büyülü, “an”lardan biriydi... Sorduğum sorunun burukluğu, sönük benzindeki iri yeşil gözlerinin dolmasına sebep olmuştu kadının. Koltuğun biraz ucuna kayıp, bir metreden az bir mesafe oluşturmuştum aramızda. “Özür dilerim, ben acınızı hatırlatmak istememiştim.” O an omzumda marşandiz yalpalanıyor gibi hissettim. Kelimelerimin tükendiği andaydım. Geri dönüşü olmayan, ender yaşanan anlardan biriydi. “Özür dileyecek bir şey yok” demesi, yumak dolu şefkatli ellerini, dizlerime getirip patpatlaması... Duyduğum hüznü az da olsa hafifletmişti. “Ben onu hiç unutmuyorum ki, o hep benimle.” Bunu söylerken gözlerinde çok yakından gördüğüm o öz-lem ateşi, film şeridi gibi geçmesine sebep olmuştu gözlerimin önünden sevdalarının. “Hiç olmadığı kadar var içimde...” Cümleleri uğultuyla, sanki çok uzaklardan geliyor-muşçasına çıkıyordu ağzından. Canı boğazına düğüm-lenmişti sanki. Bir zamanlar aşık olduğu, hayatını bir ömür boyu anlamlı kılacak yol arkadaşı çok erken gitmişti ve bu gidiş yarım kalmışlık hissine kapılmasına neden oluyor, hayatını çekilmez kılıyordu güzel kadının. “Ölümler vardır...” diyordu Erdem Beyazıt. “ölümler vardır, can kuş gibi uçar gider bir martının süzülüp kaybolması gibi maviliklerde.” Kadının "can kuşu" kalbindeki huzur bahçelerinde yalın ayak koşuşturuyordu. Nasıl unutsun? İki çay getirdim, bir de sigara yaktık. Pencereyi araladım sonra... Bu sefer masaya oturmuştuk, daha yakındık. Yüzünde seğiren acıyı, gözlerinde buğulanan uzak anıları görür gibiydim.


Hayat ona acımasız davranmıştı. Sigarasını söndürüp suratıma baktı: “Bir umut işte, geri dönmesini bekliyorum” dedi. Beklemek korkunç bir infilak halindeydi yüreğinde kadının. Bunu yüreğinin ritminden anlıyordum. Yanımda sanki bir savaşın ortasında kalmış gibi hızlı hızlı soluyordu nefesini. Çayı yavaş yavaş içiyor, ağır ağır anlatıyordu hikayesini. Her cümlesinin sonunda onu çok özlediğini söylüyordu. Çok özlemek... İliklerine kadar özlem duygusu içine işlemiş bir kadın vardı karşımda. “Yarım kaldı her şey. Bu yarım kalmışlık hissi beni dayanılmaz ağrılara sürüklüyor” diyordu uzaklara bakarak. Sanki birden biri çıkacakmış gibi oralardan. Gözleri aralıklı olarak doluyordu ve her seferinde çantasından mendil çıkarması gerekiyordu. Küçük emekli çantasının içinden mendilini çıkardı, gözyaşlarını silmeye başladı. “Neden ben diye çok sorguluyorum, 34 yıllık bir hikaye keşke bu kadar erken sonlanmasaydı. Bu kadar erken gitmeseydin diyorum ama... Çok özlüyorum sadece, kanser olduğumu öğrendiğim zaman içimdeki bu özlem ‘burukluk ile tebessüm arasında’ ortalarda kalıyor” demesiyle, şaşkınlığım had safhaya gelmişti artık. Kadın kanserdi... Masadan kalktım. Pencereyi kapatıp, boşları almak için tekrar geri döndüm. Döndüğümde masada bir not, şöyle yazıyordu: “Yarın eşimin ölüm yıl dönümü, helva yemeye beklerim. Öğrenciler pek sever helvayı.”


HOMOSAPİENS BİR FABRİKA HATASIDIR.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.