fark fanzin, sayı: 2 (pdf)

Page 1

SAYI:2 KASIM 2018 “Hayatın bir eşkâli yoktur; hem topraktır, hem su, hem hava, hem de ateş. Hayat hiç kimseye ait olmayan, aynı zamanda herkese ait olandır. Hayatı sevenler, bizatihi hayat olmuşlardır; bazen sudurlar, bazen toprak ve hava, bazen de ateş. Normsuz ve namussuz bir düzlemde hayatın ruhuyla esriyenler de onlardır.” Rahmi Öğdül

René Magritte

*İbrahim Halil Kayacan *Baran Sarkisyan *Ezgi Özen *Esma Özlen *Efe Bayram *Bünyamin Adıyaman *Kenan Kızılşafak *Dilaver Demirağ



Merhaba, İlk sayı oldukça yoğun bir ilgi gördü. Hatta beklemediğim bir ilgiyle karşılandı. Okuyan, eleştiren, fikir beyan eden herkese teşekkür ederim. Benim için yaşamak üretmek, işte buradayım demek. Fanzinle sesimi insanlara daha hızlı ulaştırabiliyorum ve bu oldukça sevindirici. Felsefe bana göre kalın kitaplardan, ağır ve içinden çıkılmaz makalelerden, akademinin soğuk yüzünden çok daha farklı bir yerde: hayatın içinde. Varlığımı genişletebildiğim, keyif aldığım bir şey felsefe ve felsefe böyle olmalı diye düşünüyorum. Asık yüzlü, ciddi olmak yerine güleç yüzlü, eğlendirici olmalı. Siz okuyucularımdan öyle güzel cevaplar, yorumlar aldım ki, üretmenin ne muazzam bir eylem olduğuna dair inancım daha bir arttı. Bu fanzine yazı yollayan, yollamaya devam edecek olan tüm felsefe, edebiyat, sanat ve hayat severlere ve benim bu koşuşturma sürecimde yanımda olan kıymetli dostum İhsan Önal'a teşekkür ediyorum. Fark Fanzin'e yazın. Email: farkfanzin@hotmail.com Esma Özlen

Fark Fanzin, Sayı 2 Kasım 2018 Fark Fanzin düzensiz çıkar, yerleşik değildir.


Platonun “Felsefi” Metinleri İbrahim Halil Kayacan Felsefe dışında diğer disiplinlerde atılan başlıklar ne derece önemli bilinmez ama felsefi bir çalışmanın başlığı büyük öneme sahiptir. Daha baştan bir sav içermeli, meydan okuyabilmelidir. Bu başlıkta “felsefi” teriminin tırnak içine alınması da bu bağlamda anlaşılmalıdır. Bu anlamda terimin neye meydan okuduğu veya ne gibi bir sav ileri sürdüğünü doğrudan söylemek yerine bunun okuyucu tarafından metnin genel havasından anlamasına bırakıyorum. Felsefe tarihinde Wittgenstein’ı ve Spinoza’yı saymazsak biçimsel olarak apayrı duran metinler Platon’un eserleridir. Felsefe disiplinini bir an için unutup da Platon eserlerine bakarsak bunların senaryo yazısı ya da tiyatro metinleri olduğu kanısına varırız hemen. Fakat böyle bir varsayım şuan için mümkün değil, çünkü bu eser de felsefi bir metin olarak 2500 yıllık bir tarihiyle karşımızda dikili duruyor… Şimdi burada sorun, nasıl oluyor da bir senaryo şeklinde yazılan metinlerin felsefenin temel eserlerinden biri olabiliyor olmasıdır. Belki daha önemlisi de Platon neden bu tarzda yazmıştır. İkinci soruyu açıklamakla başlayacak olursak bunun cevabını Platon bize veriyor. Platon’un Mektuplar eserindeki 7. mektubunda şunları söyler: “…aklı başında hiç kimse, özellikle yazı olarak değişmez bir biçimde formule edilmişse, düşüncelerini ona (yani dile) teslim ederek tehlikeye atmayacaktır.”1 Platon’un eserlerini sözkonusu diyalog ya da burada ifade edildiği gibi senaryo şeklinde yazmasının gerekçesi hemen 1

Plato, Epistle VII, 343-a, Trans. R. G. Bury


beliriyor. Anlaşılacağı üzere Platon’a göre düz yazıyla yazmak, düşüncelerin yorumlanmasına engel olmaktadır. Yani bir fikir, bir yazıya döküldüğü vakit bir kalıba girmekte ve böylece fikirler de tartışılmaz hale gelmektedir. Bu yüzden Platon’a göre kendisinden sonraki tüm felsefeci ve filozoflar “aklı başında kimseler” değillerdir. Bu çok ilginç bir iddia fakat biz yine de konumuzda devam edelim… Gerçekten de senaryo şeklinde yazılan bu metinler tarih boyunca çokça ve detaylı bir şekilde tartışılagelmiştir. Buna ek olarak Platon’un düşüncelerini yazının stabil ve değişmez yapısına karşın diyaloglar halinde yazması, ortaya attığı düşüncelerini donuk ve zorlu olmasından bir noktaya kadar kurtarmıştır. Bu metinler okunduğunda bir an o döneme gidip kişileri seyredebiliyorsunuz, bazen gülebiliyor, bazen siz de aniden o isimler gibi şaşırabiliyorsunuz. Bu haliyle metinler akıcı ve albenili bir kıvamda oluyorlar. Fakat Platon her ne kadar felsefi düşüncelerin yazıya dökülmesine karşı olsa da, yani ardında bıraktığı bu eserlerin esasında felsefe metinleri olmadığını söylese de bizim bu metinleri büyük bir dikkatle ve sistematik bir şekilde ele almamız gerekir. Aksi halde birer komedi metni olarak bile kalabilir. Platon’un bu tarzda yazması, yeri geldiğinde kahramanlarını betimlemesi, diyaloglar sürerken olayların farklı mekanlarda devam etmesi gibi detayları küçümsememek gerekir. Bana ayrılan bu sayfada bu konuyu daha detaylı ve akademik bir düzlemde ele almak benim için zor. Çünkü elinizdeki bu fanzinin formatına uygun olarak uzun ve literatüre bağlı yazmam pek mümkün değil. Bir başka ifadeyle, burada tartışılan konu bir mastır veya doktora tezi biçiminde yazılabilecek düzeyde geniş bir konu. Dolayısıyla birkaç sayfada bu konuyu özetlemek veya açımlamak yetersiz kalacaktır. Bu bakımdan burada ancak tartıştığımız konuya (Platon’un yazım tarzı konusu) dikkat çekebiliyorum fakat yine de kısaca şöyle demek yeterli olacak sanırım:


Diyaloglarda mekanların değişimi, kişilerin özellikleri, takınılan tavırlar gibi ince nüanslar Platon felsefesiyle bayağı ilintili. Hatta kimi olaylar, mekanlar veya kişiler Platon’un özellikle kullandığı analojiler ve materyallerdir… Devam edecek olursak. Şimdi birer tiyatro veya senaryo metni tarzında olan Platon’un diyaloglarının birer felsefi metin olmaları son derece ilginç de durmakta. Yani burada yukarıda sorduğum birinci soruya gelelim. Felsefi bir metnin nasıl olacağına dair bir kriterimiz var mı? Eğer varsa o zaman hemen Platon eserlerine bu kriteri uygulayalım ve kriterden geçip geçmediğine göre değerlendirelim. Fakat böyle bir kriter yok. Bu yüzden biri şiir şeklinde yazarak da felsefi bir iddiada bulunabilir esasında. Yoksa felsefe metinleri illa Kant gibi, Marks gibi yazılmak zorunda değil. Yeter ki düşüncelerin kendisi biçimsiz, sistemsiz, tutarsız, dağınık vs. olmasın… Aristoteles’in –mealen söylüyorum- “idea varolandan ayrık değil” ifadesi ile Yunus Emre’nin “ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” ifadesi arasında “bir hakikatin iddia edilmesi” bakımından bir fark yoktur. Fark, düşünüş tarzlarında, bunu ifade etme tarzlarında veyahut da bu sonuca varış tarzlarındadır. Yoksa Yunus’un sözünü bize Aristoteles’in sözü diye yuttursalardı bizim ruhumuz bile duymazdı… Ezcümle, metinlerin yapısı ve içeriği disiplinlere göre ayrılmaktadır. Ve yazarın bulunduğu disiplinin gereklerine uygun da yazması gerekir. Fakat bu gerekler ya da şartlar veya kriterler nelerdir sorusu kolay kolay cevaplanabilecek türden değildir. Özellikle felsefe disiplininde böylesi bir ölçüt koymak olabildiğince zor gibi görünüyor. Buna rağmen felsefede her ne olursa olsun düşünceler dizgeli ve sistemli ifade edildikten sonra yazım biçimi her zaman için büyük bir önem taşımaz.


Atmosferde Kayboluş Baran Sarkisyan İlk karşılaşmanda “anladım” diyerek anladığını zannettiğin ilk şey kendi deneyimlerinden yaptığın çıkarımla birlikte anladığın şeydir. Bu kendin için doğru, olayın bütünü için yanlıştır. Ya da doğru bulduğun şeye “anladım”, yanlış bulduğun şeye “anlamadım” diyorsun. Bu anlamayı mutlaklaştırıp “ben her şeyi bilirim, hemen anlarım”cılar vardır. Hayır, o karşılaşmayı sadece kendi kalıplarınca yorumluyorsun. Bu durumda sen yedisinde ne isen yetmişinde de o oluyorsun, yani yerinde sabit ve koca bir hiç. Hâlbuki henüz yaşanmamış bir karşılaşma “olanaklar, keşifler” haricinde bir şey ifade etmemesi gerekir. Bunun için de belleğin yitimi gerekir. Bellek şimdiki zamandır. Herhangi bir karşılaşma olabilir. Bir arkadaşınla, bir kitapla, bir olayla. Yahut sokakta yaşayan bir insanla. Bu karşılaşmada kişi ya hemen anlaşımcılıkla çözme girişiminde bulunur (işte bu tembel, sefil, aptal vs) ya da anlamıyorum (kodlayamamak) diyerek uzaklaşır. Şunu göz ardı etmemek gerekir: bir yazarı, bir arkadaşı, bir olayı tam olarak hiçbir zaman anlayamayacağız, anladığımızı varsaydığımızda o olay başka bir şeye dönüşüyordur zaten. Anlamlandıramamak gerekir. Dolayısıyla meseleyi yoğunluklar ve atmosfer içerisinden düşündüğümüzde o olaya dâhil oluruz, dönüşüm karşılıklı kuvvetlerin çarpışmasıyla o atmosfer içinde başlar. Yani bir kitabı okurken o kitaba dâhil olmak, bir olaya tanıklık ederken olaya dâhil olmak gerekir. Bu basitçe duygudaşlık denilen şey değildir, dahil olmaktır. O akışa dahil olmaktır. Bu dâhillik, bu kendinden geçiş her zaman “iyi” olacak


diye bir şey yoktur, o zaman uzaklaşmak gerekir. Burada uzman görüşe, bilirkişi raporlarına, hâkim yargısına yani iktidara ihtiyaç yoktur.

Deleuze, Hangi hayvandan oluştuğunuzu bilmekte misiniz, en azından? Ve özellikle sizde hangi hayvanın oluştuğunun farkında mısınız? Diye soruyordu. Yine Diyaloglarda belirtildiği gibi, “Bir devrimci oluş, devrimin geçmişi veya geleceğinden daha önemlidir. Bir kadın-oluş veya hayvan-oluş cinsiyetlerin ve türlerin farkından daha önemlidir.” Gelgelelim kapitalist toplum bir uzmanlar, yargılar, disiplinler topluluğudur. Medya ve siyasetçiler ve profesörler ve din adamları ve yargıçlar bunun için vardır. Örnek vermek gerekirse bir tarihçi ile siyasetçi el ele bize hangi ulustan nefret edip etmeyeceğimizin bilgisini verir, geçmişimizden utanmamız mı gerektiği yoksa gururlanmamız mı gerektiğini söyler. Bize belgeler sunar. Sözgelimi henüz bir Arap kimlikli biriyle bir karşılaşma bir iletişim kurmamışken bile ona karşı bir kanaatin, yargın vardır. Herhangi bir arkadaşlar grubunun bile kanaatleri önemsenen bir “abisi”, “ablası” vardır. Onlara danışılır,


sözü dinlenir vs. Bu kanaatlere hemen uymak için kişinin son derece yetersiz ve köle ruhlu olması gerekir. Birçok karşılaşma yaşarız ve her şeyin birbirinin içine girdiği bu çağda bu karşılaşmanın etkilerini çözümleyemeyiz. Karmaşık olan bir şey olmasa da bize öyle gelir. Çeşitli duygulanımlar yaşarız ve neye tekabül ettiğini bilemeyiz. Duygularımıza yabancıyızdır, çünkü eğitimle arzu ve duygularımız katmanlaştırılmıştır, önünde yığınla setler vardır. Demişlerdir ki bu iyidir, şu da kötü. İyi hissettiğimiz bir şeye örneğin ahlaki olarak yahut yasal olarak kötü/suç dendiği için işler burada karışmaya başlar. Hissedişimiz, daha doğru bir ifadeyle arzumuz melanet üretmeye başlar. Bu melaneti örgütlemek de kurumlara düşer. Bu “karmaşıklığın” çözümü için siyasetçiler, haplar, vaatler, psikanalistler, papazlar her zaman iş başındadır! Hepsi çöplüktür. Kudretimi, yaşama sevimcimi doğayla uyumlu olarak arttıran şey “iyidir”, aksisi ise “kötüdür”. Aslında bu kadar basittir.


Bambul’utu’m Tüm bu görme algıların Öyle ki kulak kabartmaların Sahip olduğun türlü renkler mi yığının? Hayır, çok daha fazlası’n Küçük beyaz bambul’utu, çok daha fazlası’n Bir duyum yanılmasından çok daha fazlası O bilmediğin ki çoğul duyumsamanın nasılı Değil mi ama yara lapası? Seni maskara çocuk! Bir sen değilsin ki bilmeyen çoğul duyumsamayı *** Kabul et; mavi değil doğduğumuz bu sonsuz acı Bir yara kırmızı. *** İzin ver, çoğalalım eksik yerlerimizden eksik yerlerimizle - İyileşiyorum galiba Ağrıyorum.

Ezgi Özen


Devlet Hukukunda Teorinin Pratikle İlişkisi Esma Özlen Kant, teorinin pratikle üç alanda ortaya çıkan ilişkisini ele alır: İlki genel olarak ahlak alanında (bireysel mutluluk ile ilgili olmak üzere); ikincisi genel olarak politika alanında (devletin refahı ile olmak üzere) ve nihayet üçüncüsü ise kosmopolitan (çeşitli uluslardan kimseleri içinde barındıran) alanda (bir bütün olarak insan soyunun refahı, yani insanlığın gelecek çağlara uzanan bir dizi gelişme dâhilinde yavaş yavaş artan refahıyla ilgili olmak üzere). Teorinin pratikle, ahlak alanında, devlet hukuku alanında ve nihayet halkların hukuku alanındaki ilişkisini sırasıyla ele alır Kant. Biz burada yalnızca ikinciyi ele alacağız: devlet hukukunda teorinin pratikle ilişkisi üstüne (Hobbes'a karşı). Bir insan kalabalığını toplum halinde birleştiren sözleşmeler arasında sivil anayasayı inşa eden sözleşme, özel bir doğaya sahiptir; çünkü o uygulamada bütün diğer sözleşmelerle birçok benzer noktaya sahip olsa da, anayasanın kurucu ilkesi bakımından kökten farklıdır. Bütün toplumsal sözleşmelerde bireylerin belli bir amaç doğrultusunda birlik oluşturduğunu görürüz. Fakat bu birliğin kendinde bir amaç olarak oluşmasına, dolayısıyla birbirlerini karşılıklı olarak etkilemekten kaçınamayan insanların bütün dışsal ilişkilerinde koşulsuz ve temel bir görev olarak tesis edilmesine, yalnızca sivil durumu, yani cumhuriyeti (ulusu) kuran bir toplumda rastlanır. Kendinde bir görev olarak bu tarz bir dışsal ilişki, aslında bütün başka dışsal görevlerin en üstün biçimsel şartını oluşturur ve bununla baskıcı kamusal yasalar altında


insanın hakkını tesis etmek ve bu sayede her insana kendisine ait olan şeyi verebilmek ve onu başka birinden gelecek saldırılardan koruyabilmek amaçlanır. Fakat dışsal hak anlayışının kaynağında, aslında tamamen, insanların birbirleriyle kurdukları dışsal ilişkilerde özgür oldukları yolunda bir anlayış yatmaktadır ve bunun, bütün insanların doğası gereği paylaştığı mutluluğu elde etme amacıyla veya bu amaca erişmek için tavsiye edilen araçlarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu nedenle, ikincisi yani mutlakın amacı, birincisinin, yani dışsal hakkı belirleyen yasaların zeminine kesinlikle yerleştirilemez. Hak, tek tek her bireyin özgürlüğünü başka herkesin özgürlüğüyle uyum içinde sınırlamaktır ve bu uyum, evrensel bir yasaya uyulduğu müddetçe mümkün olur. Bu uyumu yalnızca dışsal yasalardan ibaret olan kamusal hukuk mümkün kılar.


Köleliğin Özgürlüğü Efe Bayram Olmuyor, olmuyor İstediğimiz gibi olmuyor Genellikler içindeyiz, öznellik görülmüyor. *Düş Sokağı Sakinleri Öznelliğin üretimi ve bu üretim sürecini sağlayan yasalar uzun süredir üzerinde en çok tartışılan meselelerden biri olmaya devam ediyor. İçsel dünya ve mevcut toplumsal düzen arasındaki ilişkiyi analiz etme çabası, kuramsal çalışmalardan sanat ürünlerine yayılan çok geniş bir yelpazede insanlığı dünya döndükçe meşgul edeceğe benziyor. Attila İlhan Sokaktaki Adam’ında neyi istemediğini bilen ama ne istediğini bir türlü kestiremeyen insanların öyküsünü altmış yıl öncesinden nefes kesici bir dille anlatmış, insanın dünya içindeki sıkışmışlığının evrenselliğini romanın yazıldığı zaman ve mekânın sınırlarını aşarak dile getirmişti. Zaten her büyük romancı, şair, düşünür vs. aslında adını öznellik üretimi şeklinde koymasa da eserlerini bu meseleye bir şekilde değmek suretiyle meydana getirmiştir hep. Adorno’nun yanlış hayat doğru yaşanmaz sözünü sürekli doğrularcasına bir şeylerin yanlış gittiğine dair iç görü kâh haykırış, kâh sessiz çığlık, kâh nevrotik semptom şeklinde tezahür etse de doğru olanın ne olduğuna dair yaklaşım ve bunu eyleme dökecek takatten yoksun bir halde gündelik yaşamlarımızı idame ettirmeye çalışıyoruz. Hayatın, en azından bu dünyada son bulacağı güzergâhına kadar daha anlamlı ve Adorno’nun deyişiyle doğru yaşanması için mevcut toplumsal düzenin


kökünden değişmesi gerektiği biliyor, bilmesek de içten içe seziyor ama eyleme geçecek gücü, cesareti ve dayanışmayı bir türlü var edemiyoruz. Dünyaya yönelik algılama biçimlerinin tamamen bizlere ait olduklarından o denli eminiz ki bunların nasıl inşa olunup üretildiği üzerine düşünüp aslında hiç de öyle olmadıklarını görmek gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Düzenin de bunun görülememesi için tamamen seferber olması yaşanılandan başka bir hayatın tasavvur dahi edilememesine yol açıyor. Daha da beteri, edilebilse dahi bu tasavvurların düzen-içi alternatiflerle ehlileştirilmesinin önüne geçilemiyor. Karşı cinse duyulan ilgiden mekânsal estetiğe, koku almadan işitme duyusuna, göz zevkine tüm beğenilerin bile kişiye has olmaktan ne denli uzak olduğu, günümüzde sürekli inkâr edilse de mensup olunan toplumsal sınıfların bunlar üzerindeki kurucu/belirleyici etkisini Bourdieu, Ayrım kitabında en ince detayına kadar analiz etmişti zamanında. Dinlenen bir melodide olsun alınan bir kokuda olsun en basitinden bir manzara resmine bakınca görünen şeyde bile, burjuva sınıfına mensup olanın gördüğüyle bir işçi veya köylünün gördüğü arasında dağlar kadar fark olduğunu zevklerin göreceli olmasıyla mı açıklayacağız? Duyu organlarının duyumsamalarında dahi sınıfsallık perspektifinde bir üretim ve şekillendirme varken özerk bir içsel yaşamdan bahsetmenin ne kadar anlamsız olduğunu kabul etmek zorundayız. Öznellik üretiminin önemli yapı taşlarından biri olan bu yanılsama ile kişinin yaşamına dair kendi “hür” iradesiyle almış olduğu kararların tam da düzene tabi olma yolunda atılan adımları oluşturması ironik de olsa acı bir hakikat olarak karşımızda durmakta. Hakan Bıçakçı’nın düzene entegre olan bir plaza çalışanının öznelleşme sürecini anlattığı romanı Doğa Tarihi’nde başkarakter Doğa, Londra gezisinde en sevdiği grup olan Sepultura’nın albümünü almak yerine Sepultura baskılı tişört almaya karar verir. En sevdiği grubu dinlemek yerine Sepultura dinleyen biri gibi görünmeye çalışma


kararıyla başlatır yazar Doğa’nın trajik hikâyesini. Babasının otoritesi altında ezilen, muhafazakâr orta sınıf düzenine adapte olmakta sorunlar yaşayan Çoğunluk filminin anti-kahramanı Mertkan’ın öyküsü de böyle bir karar anı ile seyir değiştirir. Filmin finaline doğru babasının kendisini “adam etmek” maksadıyla gönderdiği şantiyedeki işçilere tahakküm uygulama kararı vermesiyle babasının takdirini kazanır. Böylece film boyunca yaşadığı ikilemleri “aşarak” düzenin öznesi olma yoluna girer. Dış dünya koşullarından bağımsız olduğuna inanılan içsel karar olma mekanizmasının öznellik üretimindeki önemli rolünü belirginleştiren ve çoğaltılabilecek benzer örnekler bu sürece daha yakından bakmayı elzem kılmaktadır. İster sanatsal , ister bilimsel isterse toplumsal olsun bütün yaratımlarda olduğu gibi şeylerin mevcut düzeninin askıya alınması ilk başta öznelliği ve onun ifade biçimlerini, yeni bir öznelliğin koşullarını yaratarak etkiler. İtalyan otonomist hareketin önemli kuramcılarından biri olan Maurizio Lazzarato, Göstergeler ve Makineler kitabında bu süreci sorunsallaştırarak meseleyi daha derinden kavrama olanağı sağlamaktadır. Düşünsel ve politik olarak Deleuze&Guattari’nin takipçisi olan yazar, kitaplarında kullandığı tüm kavramları bu minvalde geliştirir. Lazzarato’ya göre kapitalizm, ikili öznellik biçiminin toplanışıdır (assemblage). Bu nedenle öznel ekonomi alanına girilmeli ve sadece politik ekonomiye yoğunlaşmaya son verilmelidir çünkü tek başına politik ekonomi söz konusu sürecin işleyişini kavramada yetersizdir. İnsan beyninin biyolojik olarak şekillenip işleyişinin bile yaşanılan dönemin sosyal, politik ve ekonomik yapılarıyla nasıl sıkı bir bağ içinde olduğunu günümüzün önemli filozoflarından Catherine Malabou, ünlü plastisite kuramıyla gözler önüne sermektedir. Devletin siyasal iktidarı ve sermayenin toplumsal iktidarı, şahsi yaşamların üretimiyle beraber ele alınmalıdır. Bunların sadece birine yoğunlaşmak – ülkemiz-


de olduğu gibi devletin siyasal iktidarı – havanda su dövmekten farksızdır. Devletin siyasal iktidarı kişiyi, sözde bireysel hakların faili olarak kurup, herkesin herkesle savaşını önlemek için bu hakları bir temsilciye devretmesini zorunlu kılarken, sermayenin toplumsal iktidarı bireyi seçme ve karar verme özgürlüğüne sahip biri olarak kurar ve bu ikili kurulum eşzamanlı olarak işler. Böylelikle ikili bir rejime tabi kılınırız. Bir yandan işletmelerin, iletişimin, refah devletinin ve finansın makinesel aygıtları tarafından köleleştirilir; öte yandan da bize kullanıcı, üretici, televizyon izleyicisi ve benzeriymişiz gibi roller, toplumsal ve üretime yönelik işlevler tahsis eden bir iktidar tabakalaşmasına tabi kılınırız. Lazzarato’nun öne sürdüğü bu ikili öznellik biçiminden birisi toplumsal tabi kılma, diğeri ise makinesel köleliktir. Öznelllik üretimi de bu iki öznellik sürecinin kesişim noktasında gerçekleşmektedir. Toplumsal tabi kılma, bizlere bir kimlik, cinsiyet, meslek, ulus ve daha birçoklarını atfederek, toplumsal işbölümü dâhilinde ve bu işbölümü için mekânlar ve roller üretir, dağıtır. Herkesi toplum içinde belli bir kimliğe, belli bir öznellik biçimine, belli bir role göre konumlandıran hiyerarşik bir yapı olan “duyulurun paylaşımı” olarak da tanımlanabilir. Ama bu, kapitalizmin öznellik üretim sürecini gerçekleştirme yollarından yalnızca bir tanesidir. Antrparantez olarak Lazzarato, hemen hemen bütün metinlerinde, duyulurun paylaşımı kavramını geliştiren Ranciere’i ve Alain Badiou’yu sadece toplumsal tabi kılma sürecini dikkate alıp meselenin diğer yüzü olan makinesel köleliği ihmal etmekle eleştirir. Bunun onları bir tür özne idealizmine sürüklediğini dolayısıyla bu iki düşünürün teorilerinin yeni politik özneleşmeleri kavramaktan yoksun olduğunu iddia eder. Makinesel kölelik, bahsedilen bu toplumsal tabi kılma yoluyla üretilen öznenin üstüne eklenir. Burada birey artık işveren, işçi, vatandaş… olarak kurulmaz. Bunun yerine “şirket” dispozitifi, “finansal


sistem” dispozitifi, “medya” dispozitifi, “yeni Türkiye” dispozitifi… içerisinde bir dişli, bir çark ve parça olarak düşünülür. Dispozitif kavramını Foucault, yaşayan bir varlık olarak bireyin tarih boyunca iktidar ilişkilerinin somutlaşmasından doğan kurumlar ve söylemler yoluyla özne olarak nasıl kurulduğunu açıklamak için kullanır. Agamben de bu kavramın oldukça sarih bir tanımlamasını yapar: “Yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, önleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların vücut diline, davranışlarına, fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey. Yani sadece hapishaneler, akıl hastaneleri, okullar, dinler, fabrikalar, disiplinler, yasal önlemler değil… Fakat bunlardan başka gazetecilik, yazarlık, edebiyat, felsefe, ziraat, sigara, internette gezinme, bilgisayarlar, cep telefonları, ve dahası belki de dil var… dil en kıdemli dizpozitif belki de.” Bu konuda çeşitli örnekler düşünülebilir. Örneğin Rıfat Bali, enfes kitabı tarz-ı hayattan life style’da medya dispozitifinin nasıl işlediğini gözler önüne serer. Kapitalistlerin imajı seksenli yıllardaki neoliberalizm sürecinde medya vasıtasıyla kökten bir değişime uğrar. Geçmişte pek göz önünde bulunmayan, fabrikasındaki geniş odasından dışarı çıkmayan iş adamı imgesi dönemin medya hokkabazları vasıtasıyla, hayırsever, playboy, karizmatik ve eksantrik hobilere sahip renkli kişilik imgesi ile yer değiştirerek topluma rol model olarak sunulmaya başlanır. Bu tabi ki karşılıklı bir alışveriştir. Bu imgeyi parlatan ve pazarlayan köşe yazarlarının çalıştıkları yayın organlarına iş adamlarınca yüklü bir fon akışı sağlanır. Medya gücünün de onların eline geçmesi sonucu reklam endüstrisi de zirve noktasına ulaşır. Artık köşe yazarları toplumun düşünce ve eğilimlerine yön veren hatta bunları üreten ayrıcalıklı bir zümreye dönüşmüştür. Böylece her biri birbirinden çapsız olan bu soytarılar birden bire toplumun kanaat önderleri oluverirler. Bu medya dispozitifine kapılan özne de kendi


hayatını etkileyen ve belirleyen gerçek sorunlar üzerine eğilmektense gündeme dair üretilen yapay polemik mevzuları ile oyalanarak mevcut düzeni bir kadermişçesine kabullenir. Artık üzerine düşündüğü, tartıştığı, tepki gösterdiği konular asıl tepki göstermesi gereken kurumlar tarafından kendisine sunulan birer pazarlama ürünüdür. Medya dispozitifinin en önemli uzantısı olan televizyon bizi, sanki kendi beyanlarımızın nedeni ve kaynağıymışız gibi konuşmaya iter, oysa bu konuşmanın özneleri olarak artık iletişim makinesinin gramerine göre konuşmaktayızdır. Örneğin bir televizyona röportaj veren özne, (bir programa, bir talk şova ya da realite şova çıktığında) bir sözcelem öznesi olarak kurulur ve bu onu hâkim sözceye dâhil eden bir göstergeler sistemi sayesinde konuşmasını ele geçiren ve yönlendiren bir makineye tabi kılar. Böylece konuşma ve ifade “özgürlüğünün” üretimi yoluyla ruhların yönetilmesi güvence altına alınmış olur. Bir diğer kullanışlı örnek olarak da ı phone 6 kullanan bir asgari ücretli çalışan modeli ele alınabilir. Toplumsal tabi kılma yoluyla bir işyerinde çalışan işçi, bir varoş mahalle sakini, sünni Müslüman, aile babası bir erkek gibi özneleştirme süreçleriyle birincil kurulumu sağlanır. Makinesel kölelik kısmı ise farklı dispozitifleri bir arada düşünmeyi gerektirmektedir. Aylık maaşının birkaç katına tekabül eden bir cihazı satın alma imkânı sağlayan finans/borç dispozitifi bunların başında gelmektedir. Lazzarato önceki çalışması olan Borçlandırılmış İnsanın İmâli’nde kredi mekanizmasının borçlandırılmış özne üreterek kişinin hem bugününü hem de geleceğini nasıl denetim altına aldığını analiz eder. Gelecek zamana dair var olan borçlar, kitlelerin her türlü tekinsiz hareketini pasifize ederek ehlileştirir. Borç, bireyi sisteme bağımlı ve tutuklu kılmak için neoliberalizmin geliştirmiş olduğu en işlevsel araçtır. Bireysel krediler, oto kredileri, konut kredileriyle kişinin ömrünün neredeyse tamamı ipotek altına alınır. Ama asıl önemli olan burada kişinin geleceğe dair kendi hayatıyla ilgili alacağı


her türlü kararı gerçekleştirme arzusunun sistem-içi araçlara bağımlı kılınmasıdır. Böylece borç dispozitifiyle beraber sistem kendini garanti altına almış olur fakat tek bir dispozitif tüm süreci anlamak için yeterli değildir. Buna kişinin kendisini ürünü satın almaya mecbur hissettiren reklam ve pazarlama, tüm sosyal iletişimini bu araç vasıtasıyla düzenlemesine yol açan internet gibi dispozitifler de eklemlenir. Buradaki sorun, kendi gündelik yaşamlarımızı düzenleyen her şeyin merkezinde bu aracın(akıllı telefon) olduğuna dair olan kesin kanımızdır. Daha doğrusu bu kanının oluşturulmasıdır. Bu, Guattari’nin Moleküler Devrim’de belirttiği gibi Amerika’dan Avrupa’ya gitmek için uçak kullanıyor olmamızın bu iki kıtanın bir birine sadece havayoluyla bağlı olduğuna inanmaya benzer. Öznelliğin üretim süreci de bu kanılara göbekten bağımlıdır zaten. Makinesel kölelik birçok dispozitifin bileşkesi olmak yoluyla işlemektedir. Örneğin, bayram zamanlarında artış gösteren trafik kazalarına karşı insanları dikkatli olmaları hususunda uyaran medya dispozitifi, bu kazaları meydana getiren asıl unsurları var eden yani işyerindeki çalışma süresini tayin eden, bayramı da bir tatil ödülü şeklinde sunan şirket dispozitifinin, otomobili hayatın en vazgeçilmezi yapan ulaşım dispozitifinin, her yıl daha donanımlı araçlar üreten ve bu araçları satın alma imkânlarını yaratıcılıkla artıran, arabayı bir özgürlük sembolü şeklinde pazarlayan ve bu özgürlüğün icra edilebilmesi için otoyollar inşa eden diğer tüm dispozitiflerin varlığını örterek meseleyi sadece bireyin şahsi hatalı davranışlarına indirgeyerek işlevini gerçekleştirir. Lazzarato’nun otomobil ve öznellik arasındaki bağıntıyı tarifi dikkate değerdir: Arabayı sürerken, öznelliği ve arabanın teknolojik mekanizmalarıyla bağlantılı bir kısmi bilinçler çoğulluğunu etkinleştiririz. “Bu düğmeye basmalısın, bu pedalı ittirmelisin” diyen “bireyleştirilmiş bir özne” yoktur. Eğer biri araba sürmeyi biliyorsa bunun


üzerine düşünmeden, düşünümsel bilinci işe katmadan, yaptığı şey üzerine konuşmadan ve onu temsil etmeden hareket eder. Arabanın makinesel asamblajı (toplanışı) tarafından yönlendirilir. Davranışlarımız ve öznel parçalarımız (hafıza, dikkat, algılama vs.) “otomatikleştirilmiştir”, tıpkı mekanik parçalar gibi, makinesel, hidrolik, elektronik vb. aygıtlardan oluşan asamblajın bir parçasıdır. Araba sürmek birbirini takip eden, biri diğerine eklenen, olaylara göre bağlantılı hale gelen ya da bağlantıları kesilen farklı bilinç süreçlerini harekete geçirir. Sürüş esnasında bazıları ışık seli gibi akan, bazıları da ön plana çıkan birkaç bilinç sisteminin paralel bir biçimde işlev görmesine izin veren “ ayakta uyuma durumuna” geçer, “sahte bir uykuya” dalarız. Bu uzun alıntı özgürlük söylemi altında gerçekleşen makinesel köleleşmeyi özlü şekilde tarif etmektedir. Burada otomobil sadece örneklerden bir örnektir. İktidarın uygulanmasının en temel koşulunun öznelerin özgürlüğü olduğunu Foucault yıllar öncesinden ifade etmişti. Özgürlük, sözü edilen dispozitifler vasıtasıyla üretilir ama bu özgürlük kodlanmış ve homojenleştirilmiş bir özgürlüktür. Başka bir deyişle yeni yaşam biçimlerini icat etme özgürlüğünü yok eden bir özgürlüktür. Özgürleşme yoluyla köleleşmenin adımları atılır böylece. İşte kapitalizmin en büyük gücü de üretilen bu sanal özgürlüğü mutlak özgürlük olarak sunabilme kapasitesinde yatar. Burada sorulması gereken asıl politik ve etik soru şudur: günümüz kapitalizminin öznelliğimiz üzerinde ikili bir şekilde yürüttüğü toplumsal tabi kılma ve makinesel köleliği parçalarken, hem eşitliği hem de “etik farklılaşmayı” (tekilleşme) nasıl icat edebiliriz ve uygulayabiliriz?


Scumzel etti sofralarda envai türden artığıydı sınıfın kulenin tepesinden aşağıya düşürüverdi bakışlarını bakışlarını topladılar alelacele bağışladılar bir bakışsıza ilk bakışıydı bu gözlerini kapadı... ve her günün ilk ışığıyla camdan dışarıya sarkıtarak yere değinceye değin uzayan göğüslerine karasinekler üşüştüler üç numara tıraşlı başlarıyla canı çıkıyordu her gün batımında kurumuş, taşlaşmış vulvasıyla avucunda üç beş kuruş


rüyalandı bir gece inletiyordu caddeleri mahşeri bir kadın seli scum scum scum uyandı uykusundan on santim yeterdi iki kez kanatlandırdı kelebeğini, müşterisine pezevengine koştu yanmış vesikasıyla bir hayalet ıslana ıslana onu çağıran baldırları çıplak sese...

Bünyamin Adıyaman


Zıtlıkların Uyumu: Apollon ve Dionysos Kenan Kızılşafak

Yunan mitolojisinin ve antik yunan kültürünün en önemli bu iki figürü insanların kişilikleri hakkında da ipuçları vermektedir. Çok tanrılı yunan geleneğinde her karaktere uygun bir tanrı ve adına düzenlenmiş bir tapınak mevcuttu. Bunlardan güç ve yönetim arzulayanlar pek tabi Zeus tapınağının basamaklarını aşındırırken, bereket ve huzur arayanlar Hera tapınağını, şifa arayanlar da Hermes tapınağını ziyaret ederlerdi... Apollon tapınağı ise bilgeliğin uğrak yeriydi, zaten hemen hemen tüm antik çağ filozofları ilk aydınlanmalarını bu tapınakta yaşamışlardır, hatta Apollon için antik dönemde filozofların tanrısı bile denmiştir. Bunun sebebi, hikmetli bilgilerin tanrısı, özellikle akıl yönünü, aydınlanmayı temsil etmesi ve karanlığı aydınla-tan "ışık" tanrısı olması sebebiyle diyalektiğin de tanrısı olmuştur. İlginç olan, yunanları dışlayarak kurulan Roma uygarlığı, yunanlıların her bir değerini değiştirerek benimsemiş olmasına rağmen, Roma Mitolojisine adı değişmeden geçen tek tanrı da Apollon olmuştur (Latince Apollo). Zaten Yunancada Apollon ismi bile felsefi bir anlam taşımaktadır, lakin Yunancadaki 'A' ön takısı bir şeyi olumsuz-


laştıran ve yok sayan bir anlamı vardır ve 'pollon' da çok anlamına gelmektedir, haliyle bu tanrı ismi "çok olmayan" anlamı taşımaktadır. Gerek Yunancada gerekse de Latincede ışık anlamına gelen lyk (Latince lux) sözcüğü aynı zamanda kurt sözcüğüne de kökenlik oluşturmaktadır. Çoğu kültürlerde gece karanlığında dolunay altında bedeni ışıldayan kurt sembolizmi aşikârdır zaten ama burada dikkat etmemiz gereken, Aristoteles'ın Peripatetik okulunun adının lise anlamına gelen Lykeum oluşudur. Evet, eski yunan panteonunda Apollon Tapınağının "çok olmayan" müda-vimleri bilginler, kâhinler, filozoflar ve bunlar gibi hikmet arayışında olan kimselerdi. O yüzden adı gibi müdavimleri de az ama kaliteli insanlardı. Felsefenin ve hatta teizm din anlayışının buradan çıkmış olması rastlantı değildir. Peki, çok tanrılı din anlayışındaki eski yunan kültüründe yığınların en çok tercih ettiği tapınak hangisi diye sorarsak, elbette şarap, eğlence ve coşkunun tanrısı Dionysos Tapınağı cevabını verebiliriz. Zaten kitleler en çok bu tapınaktaki ayinlere uğramakta ve bu tapınağa özgü ilahiler (dithyramboslar) o dönemin en çok bilinen ezgileri olmaktaydı. Çekiçle felsefe yapmayı öğütleyen Nietzsche, ilk önce felsefede rasyonel denen akılcı kanadı temsil eden filozofları yıkmak için, Apollon karşısına Dionysos'u çıkartarak kendi felsefesini inşa eder. Zaten Nietzsche felsefesi bir tür akıl eleştirisi olarak bilinir. Velhasılıkelam, Apollon eğer aklı yani akılcılığı (rasyonellik) temsil ediyorsa, Dionysos da duyguyu yani duyusallığı temsil etmektedir. Ben, konuya zıtlıkların uyumu diye başlamıştım, evet, insan psikolojisi üzerinde etkili olan beynin sol lobu için Appoloncu, sağ lobu için de Dyonysosçu güdüdür diyebiliriz, insan işte bu iki yetinin bütünüdür.


Anti-Teoloji Olarak Derin Ekolojik Anarşizm Dilaver Demirağ Ekoloji dediğimiz zaman bundan doğadaki ilişkiler zincirini anlamak gerekir. Ekoloji eşittir eko sistemde diyebiliriz. Bir ekosistem den söz ettiğimizde orada birbiri ile ilişkili iki unsur vardır. Bunlardan ilki o sistemde çeşitli işlevler yüklenmiş olan canlılar diğeri de o canlıların birçok biçimde ilişkiye girdikleri fiziksel maddelerin olduğu doğal ortamdır. Bu bakımdan ekoloji daha baştan her tür klasik mantıkla uyumsuz olur. Ülkemizde pek az anlaşılan konu şudur çevreci olarak ifade edeceğimiz ve çevre sorunları diye ifade edilen konularla ilgilenen ve bunlar için de teknik çözümler önerenler ile doğal dengenin bozulmasından doğan meselelere insan doğa ilişkisi temelinde yaklaşıp sorunların kaynağını burada arayan politik ekolojinin farklı iki olgu olduğudur. Bu ayrımlar nedeni ile doğal yaşamda görülen bozulmalara dönük tepkileri ortaya koyan doğa korumacı aktivizm ekonomik ve politik sistemi sorguya çektiği gibi teknoloji olgusunu da sorguya çeker. Bu anlamda doğa da ortaya çıkan sorunların ancak insanların yaşam dünyasında radikal değişimler ile çözümleneceğini ifade ederler. Mevcut kapitalist ve devletçi sistemler ile bu sistemin temel aktörleri için karşılarında kale gibi duran politik ekoloji hareketini etkisiz kılmak için Truva atı gibi kullandığı kesimler de bu kesimlerdir. Teknik insanın kendini, kendi yüzünü yeryüzüne yansıtmasıdır. Bu yönüyle teknik meselesi eskatolojik yani


teolojik manada bir selameti içerir. Yeryüzünün selameti insanın selameti olur, bu yönüyle insan Tanrının yerine geçerek yeryüzünü kendi cismaniliğinde yeniden yaratır. Teknik bu cismani yaradılışın aletidir. Teknik aracılığı ile yeniden yaratılışta tıpkı ilahi dinler gibi ex nihilo yani hiçten yaratma iddiasını taşır. Sonsuz ilerleme ile hem insan, hem yeryüzü kurtuluşa erecektir. Tüm azaplar -bunu zahmet olarak okuyabiliriz- bu nihai kurtuluş ile sona erecektir. Bunu da bize sonsuz bereket kapısı, insanın rızık vericisi, ilahi rahmet kaynağı Teknoloji yapacaktır. Bu bakımdan teknik yaratma süreci olarak ilerleme bir kemale ermişlik, tanrısal mutlaklık ve buna bağlı olarak mükemmellik iddiasını taşır. Ancak bu teolojik gönderiler ve iddialara rağmen Tekniğin yaratısı olan şeyler bozulabilir, bu bakımdan ilahi dinlerde Tanrısal zamanın her an yaratarak bozulabilirliği yani entropiyi yok etmesi teknik de mevcut değildir. Bu yüzden ekoloji bir anti- teolojidir. İlerleme dinine Teknolojik mükemmellik iddiasına verilen bir cevaptır. Ekoloji ilahlık iddiasındaki teknolojiye der ki ”sen kim Tanrısallık kim” dokunduğun yeri bozuyorsun elini attığı yer çöle dönüyor. Sürekli felaketlere yol açıyorsun. Oysa ben yeşertiyorum, hayat veriyorum benim dünyamda bir şeyin ölümü bir başkasının hayatı oluyor, ben hayatım sense Ölüm. Evet bir tanrısın ama ölümün, felaketin bozuluşun yok oluşun tanrısı.


Abidin Dino, "Son İzler" “İz bırakmak bundan başka ne ki, resim yapma dürtüsü? Her şey elle başladı, ellerle bitecek.”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.