Dr. Ali S?rr? Sile

Page 1

Birinci Kitap (Birinci Defter)

Hatıralarımın Birinci Defteri

Ali Sırrı Sile Tabip Yüzbaşı

17. 1. 1936 (22 Kânunusani 1326 Cuma gecesi alaturka saat üç.)



Ailelerin, yeni nesillere bir şeyler bırakmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bazen tekrar tekrar anlatılanlar da akılda kalıyor ancak bir sonraki nesle pek de aktarılamıyor. Bu nedenle aile değerlerinin kalıcı bir şekilde yeni nesillere aktarılması benim için her zaman çok önemli olmuştur. Dedem Ali Sırrı Sile’nin savaş yıllarında, Üsküp’ten hareketle Yemen’e yapılan seferi anlatan hatıralarını kaleme aldığı; Eski Türkçe yazılmış bu anılarını, kuzenim Ali Sırrı Sile bana ulaştırdığında, aslının 2 defterden oluştuğunu, Amcam Halit Sile’nin tercüme ettirdiğini fakat 2. defterin nerede olduğunu bilmediğini söyledi. O zaman daha iyi fark ettim ki, ben öz dedem hakkında hiç birşey bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Bunun üzerine, bu hatıraları daha bir merakla okudum. Öncelikle aile yakınlarımızdan okumak isteyen olursa düşüncesiyle elime ulaştığı şekli ile, tercümanın hiç bir notuna dokunmadan, değiştirmeden yayınlıyorum. Kim bilir belki bir başkası, aradığı sorunun cevabını bulur bu satırlar arasında.

M. Faruk Sile 03 Kasım 2012



Hayatımın uzun senelerinin intibââtı hep harp ve darp hep inkılâb ve mütemadiyen askeri seyahat, uzun ve pek yorucu tahsil devreleri, arzımızın üç kıtası üzerinde [Asya, Avrupa, Afrika] muhtelif mevsimlerde, muhtelif iklimlerde askeri ve hatta mülki memuriyetler ve o vazifelerin hayatımda bıraktığı derin izler asabımda hayli tahribat ve fakat dimağımda da epeyce sermaye yaptı. Görgülerimi yazmak, telakki ettiğim ve verdiğim emirleri resmi, hususi yazıları saklamak ………. ,mektuplarımı bile muhafaza etmek itiyadım olduğu için hane-ber-dûş bulunmama rağmen bu hususta pek çok hatırat vesaiki vardır. Ne âlâ. Beni meslek meşrep ve yaradılışımda daima hakikat vadisinde yürüten gaye gibi o gayenin geçtiği yollarda, yaşadığı safhalardaki hatıratıma destek olabilecek her şey mebzulen mevcut. Asırlara sığmayan vakayi bir batında gören neslin bir …….. yarım asra sığan inkılâb sahneleri içinde şahidi olduğum ve yalnız şahidi olduğum değil bilfiil karıştığım ve hayatımın en zinde, cevval zamanlarında yaşadığım bu heyecanlı anları hayat müddetini devredeceğiz. İnsan bir ibret mevzuu, bir etüt mevzuu olarak yazıp


bırakmaya faal hizmet hayatımın ömründen uzun bir fayda temin edeceğine kani oldum. Tekâmül tecrübelerin, acıların intibahı eseridir. Teali de vakayi kaderlerine ihtiyaç gösterir. Ben çetin günler yaşadım, çünkü o günleri daha iyisiyle tebdil pek mümkün iken ben o hayatı kendime ve kendi arzuma göre çetin kıldım ve kendimi bir mücadeleye tabi tuttum. İşte hayatımın sergüzeşti bu mücadelenin hülâsasıdır. Hayatımın bu mücadeleli safhalarında idari marazları, ona alet edilen bedbaht insanları, duygulu insanların bu sahada neler çektiklerini, çekerken ve salâh için ne derecelerde fedakârlık ettiğini gösterecektir. Bu tecrübelerde, bu acı hatıralarda şüphesiz ensâl-i atiyeye büyük bir intibah zenginliği ile beraber memleketin yüce menfaatleri uğrunda ne suretle, nasıl bir fedakârlık duygusuyla, nasıl sarsılmaz bir azim ve irade ve imanla çalışmak lâzım geldiğini öğretecek ve gösterecektir. Gerçi herkes memleketini, vatanını sever ve yüksek duygularla bağlı bulunur. Kendini yaşatan benliğe sahip kılan, yedirip içiren, teneffüs ettiren, varlığını var eden vatanına sönmez bir muhabbeti ve

alâkası tabii vardır ve olması da lâzım gelir. Fakat


bunları vatan ve millete ait mühim vakayi ve hadisat üzerinde Türklerin nasıl çalıştığı, ne suretle kudret-i hayâtiyesini ibzal ve feda ettiğini canlandırarak enzâr-ı âmmeye arz etmek dahi mütemmim bir hizmettir. Bunlar nesl-i âtiyeye yalnız intibah mevzuları değil aynı zamanda ideal cazibelerini ihtiva eder. Bu mevzular genci hem uyandırır hem de fedakâr kılar ve fedakârlık gıdasını tattırır. Ferdi daha çok cemiyetçi kılar. Nefsinden ziyade milletini düşünmek duygularını uyandırır. Vatandaşlığı bir aile şekline koyar. Hürriyeti sevmek, hakka, adalete hürmet ve hizmet etmek, zilletten, zulümden nefret ve tevahhuş etmek duygularını inkişaf ettirir. Bu hatıratın ruhu da hep bu idealin ferde tahmil ettiği vazifedir. İşte bu hatıratımı bu gaye ile yazıyorum. İnşallah muvaffak olurum. Ali Sırrı Sile


22 Kânunusani 1326 Cuma gecesi alaturka saat üç. Rumeli’de pek koyu bir Türk memleketi olan Üsküp İstasyonu’nda emsali görülmemiş bir kalabalık. Herkes telâşta, herkes heyecanda soğuklar da mevsim icabatı pek fazla (- 17) Bir hazır ol borusu çın, çın çalıyor ve ortalığı çınlatıyor. Preşve Redif Taburu Yemen’e hareket ediyor. Aman ya Rabbim ne ağlayanlar, hayırlayanlar, vaveylalar ortalığı şenliyor. Herkes müteessir, müteellim, meyus. Ne yapacağını bilmeyerek öteye beriye koşup duruyor. Gecenin esasen mukassi tesiratına soğuğun şiddetine vakanın esasen pek acı tesiratı da zam olunca yeis ve ıstırap katmerleşiyor. Kolordu Kumandanı Cavit Paşa hızlı hızlı adımlarla …… bir telâşla aşağı yukarı geziniyor. Bir aralık durdu. Yaveriyle Preşve Redif Taburu Kumandanı Binbaşı Hamza Bey’i çağırttı. Müteakiben beni de istediler. Yanlarına vardığımda, berhudar ol oğlum, inşallah bi’ssıhha gider ve gelirsin. Allah cümlenizi bağışlasın. Hamza Bey’e hitaben de Hamza Bey Sırrı Efendi’yi görünce beni hatırlayacak ve hüsn-i muamele edeceksin bunu senden isterim. Dönüp dolaşıp inşallah yine buraya geleceksiniz. Beni unutmayınız tarzında bir


emir. Hamza Bey’in elini sıktı ve benim de gözlerimi öperek veda etti. Tren basamaklarında bir kahraman boru-zen hazır ol borusunu fasılasız çınlatıyor. Herkes vagonlara yerleşiyor. Üç buçukta trenimiz acı acı veda düdüğünü öttürüyor. Herkesin kalbi hırlıyor, yüreği boğazına geliyor. Fakat şen şâtır, kahraman görünmeye çalışarak cebr-i nefs ile gülümsüyor. Her tarafta alkış tufanı, yaşa sedaları ayyuka çıkıyor. Uzun senelerden beri idaresizliğimiz yüzünden bedbaht, çok zavallı Türklere maktel, makber olan havası, suyu iklimi cehennem gibi tasvir edilen ve o tarzda tanınan Yemen’de muharebeye gidiyoruz. Hayatımın ilk askeri seyahati. Ne de âlâ bir seyahat. Efendim 9 Kânunusani 1326 Pazar gecesi Üsküp Askeri Hastanesi’nde nöbetçiyim. Gece nöbet odasının kapısı tık tık vuruldu. Giriniz dedim. Redif Taburu başçavuşu içeri girdi. Üsküp, Kalkandelen, Gilan, Preşve redif taburlarının Yemen’e gitmeleri için emir geldi. Çok işimiz vardır. Hastanede taht-ı tedavide Redif Dairesine mensup efrâd ve …lardan kaç kişinin taburcu edilmesi mümkün ise tetkiki ve taburcu edilmesini kumandan bey rica ediyor, dedi. Derhal harekete geçtim. Gece hastanede gezip tozduk.


Taburcu olabileceklerin isimlerini yazıp verdikten sonra, yatağıma uzandım, uyuyabilirsen uyu. Dört tabur Yemen’e gidecek ha! Yemen’e gidenlerin daima ölüme mahkûm olduklarını her vakit herkesten işitip dururduk. Demek ki bu muhitten dört binden fazla ev bark sahibi insan yine gidecek, dört bin evden birçokları sönecek, mahvolacak ha.. Ne acı bir vaziyet, ne ciğerleri yakıcı hadise. Bu da meşrutiyet devrinde de başımızdan eksik olmayan daima idare makinesinin bozukluğunu gösteren dertler, Talat, Cemal, Enver paşaların zamanlarında önü alınamayan hadiseler. Ben de İttihat ve Terakkinin bir uzvu sıfatıyla vatanperverlikte en ön safta hiç kimseye söz söyletmediğim devirler. Makedonya’da her gün yaşasın vatan, yaşasın millet deyip duruyorum. Ve fakat evimde, çiftliğimde zevk ve sefamda eğlencelerde, refah ve saadetimde bon keyf yaşıyorum. Annem, babam tâmü’s-sıhha, ben de yeni evliyim. Mesut hayatımın mahsulü bir de çocuğum var. Evimiz, değirmenlerimiz, Hacıova Çiftliğimiz, çayırlarımız, icrâyı tababette bol mikyasta kazancımız, İttihat ve Terakkide mühim içtimai mevkiimiz, bir dediğimiz iki olmuyor. Dört erkek kardeşimi de ilim ve irfanla, fenle mücehhez olarak


eşgale doğru yürütüyorum ve yetiştiriyorum. Velhasıl her hususta zengin bulunuyorum. Bana göre refah ve saadetin evce ikbaline uçup gidiyorum. Şimdi Mehmetçik Yemen’e gidiyormuş. Ne yapayım, bana ne mi diyeyim? Ben yine yatağımda refah ve saadetimle yaşasın vatan yaşasın millet diyenlerin en önlerinde geçen hayatıma devam mı edeyim. Hükümet ağacına her devirde savlet eden tırtıllar gibi ne rüzgâr eserse essin ben yine ağacın özünü emmeliyim mi? Kendimi sergüzeştlerden korumaya ve rahatıma mı bakayım. Yemen’e gideceklerin evi sönecekse, mahvolacaksa, benim canım sağ keyfim yerinde, ben yine yaşasın vatan, yaşasın millet diyerek akşamları mezelerimle, keyfimle, eğlencelerle mi meşgul olayım. Zevk ve sefa hakkım değil mi? Hem doktor olarak çalışıyor hem de geceleri İttihat ve Terakki içtimalarında beyân-ı mütâlaa ile fikir, emek sarf ediyorum. Milletin mukadderatı ile meşgul oluyorum. Bu yüksek hizmet bir münevver için kâfi değil mi? Yemen’e yalnız bu muhitten dört binden fazla bedbaht gidiyormuş iklimi, Havası, şerait-i hayâtiyesi uygun olmayan Yemen’de harp ve darp içinde muhtelif mahallin sıcak memleket hastalıkları içinde can çekilecekmiş, bunlardan


başka koleradan, tifüsten, humma-yı racıâdan [Yemen’de bit pek fazladır] malarya-i tropikadan, humma-yı ceyşeden ……. , sıcak vurmasından, kurşundan, cenbiyeden canını kurtarsa da kuvva-yı hayâtiyeleri sönecekmiş bana ne. Onlar kara talihlerine küssünler, gemisini kurtarana niçin kaptan diyorlar ya!.. Ben yine medeni, fikri hayatıma devam ile gecemi rahatça yuvamda mesut olarak niye geçirmeyeyim? Bütün bu meselelere diger-kâm vicdanım, gayr-endiş kalbim hep menfi cevaplar verdi. Hayır…! Seni ben rahat bırakmam dedi. [Fedakârlıkta rekabet] İşte hayatta senin işin, nasibin!.. Dedi. Vicdanımın bu tarzda ağır hitabeleri karşısında ezilmeye başladım. Benliğim, varlığım, erkekliğim, mensup olduğum Sile ailesinin şeref ve haysiyeti karşısında büzülmeye, sıkılmaya, utanmaya ve hatta yatağımın içinde çırpınmaya başladım. Bu hitabelere tahammül edemeyecek hale geldim. 9 Kânunusani 1326 [Bu mücadele-i nefsin neticesi o zaman yazılan ve elan mahfuz bulunan muhtıra defterimde notları okuyalım.] Bu gece hastanede nöbetçiyim. Efrâd-ı redifenin silâhaltına alınarak Yemen’e sevkleri emri geldi. Bu taburlarla beraber gitmeyi ve bu mukaddes vazifeyi ifa etmeyi vicdanım


emrediyor. Bu niyetimi Prizren’de eniştem Kaymakam Habib Nuri Bey’le Bolayır’da kardeşim Mülâzım Şükrü Bey’e yazdım. Yine not defterimden: [10 Kânunusani 1326 hastanede nöbetten çıkıp eve giderken yine gitmeye arzum olduğunu kardeşim eczacı Halil Sami Bey’e söyledim. O da çok muvafıktır dedi. Niyetim gittikçe katileşiyor.] Fakat Yemen’in korkunç ismini nefsim mütemadiyen bana hatırlatıyor. Ve beni hâlâ tereddüt içinde bulunduruyor. Yahu Yemen’e gidecek sen mi bulundun? Vaz geç be canım. Gidecek başka bir yer bulamadın mı ? desinler de beni vaz geçirsinler. Bu sözlerle karşılaşmayı bilseniz nefsim ne kadar istiyor. Refah ve saadetin feda edilmesi nefse göre ne kadar güç. Mamafih çaresiz kaldım ve vicdanımın emrine inkıyâd ettim. Hastane Sertabibi’ne müracaatla Yemen’e gidecek taburlardan birine tayinimi istedim. Memnunen kabul ettiler. Röntgen mütehassısı olduğumdan dolayı hastanede bu röntgen makineleri atıl kalacakmış, hiç kimse aldırmıyor. Benden başka hangi sersem bu işe talip olur. Esasen hastanede gördüğüm yolsuz her işe vaki müdahalelerim sertabibi zaten bıktırmış ve usandırmış idi. Bu müracaatım bir nimet-i gayr-ı


müterakkıbe oldu. Artık vicdanım bütün varlığıma hâkim. Yemen’e gitmek işi bütün hissimi okşuyor. 13 Kânunusani hastanede eczâ-yı tıbbiye sandıklarını, çantalarını hazırlamaya başladım. Matara, çanta aldım. Yemen’e

gideceğimi

sevgili

babacığıma

söyledim

Söylediysem de anneme söylemedim. Hem rahatsız ve hem de çok hassas bir kadındı. Midilli civarında bir adada isyan çıktığından oraya gideceğimizi söyledim. Üsküp Redif Taburu on birde hareket etti. Dehşetli soğuk ve fırtına devam ediyor. 13 Kânunusani’den 21 Kânunusani’ye kadar Preşve Redif Taburuna tayin emrim geldi. Ben kendi kendime gelin güvey olarak hazırlanıp duruyorum. Ancak 21 Kânunusani’de resmi emrimi tebliğ ettiler. 22 Kânunusani’de hareket emri geldi. Soğuk ve fırtınalar devam ediyor. Soğuk derecesi -17. Taburumuz Preşve’den geldi. Yine hısım ve akrabaya vedaya gittim. Birçok yiyecek yolluklar hediye ettiler. Akşamüzeri eşyalarımı hazırlamaya başladım. Bir de arkadaşlar ve akrabalarla beraber Hicaz’a giden hacılar gibi istasyona gittik. Herkes teşyi-i vedaa gelmiş.


22 Kânunusani not defterimdeki yazılarım. Bu akşam üç buçukta Yemen’e ….. Preşve Redif taburuyla Yemen’e hareket ediyoruz. Cenâb-ı Hâlik cümle ailemiz halkını afiyette gelip bulmak nasip etsin. Bu gece hareket edeceğimizi on birde haber aldım. [Kolordu Kumandanı Cavit Paşa pek samimi bir surette vedada bulundu ve gözlerimi öptü] Trenimiz acı ve pek zehir-nâk veda düdükleriyle karanlıklara dalarak ilerlemeye başladı. Tabur arkadaşlarıyla tanıştık. Gideceğimiz uzun ve hatar-nâk sefer hakkında dertleşip duruyoruz. Şiddetli soğuk devam ediyor. Titreye titreye on birde Selanik’e geldik. O zamanlar trenlerde kalorifer tertibatı yoktu. Bahusus askeri trenlere hiç ehemmiyet verilmezdi. Vapurumuz henüz gelmemiş. Askerimizi tophaneye yerleştirdik. Bizler de çarşıya dağıldık. Süzgeçler, dürbünler, seyyar karyolalar satın alıp duruyoruz. Arkadaşlarımda misafireten kaldım. 24 Kânunusani’de vapurumuz hâlâ gelmedi. Tabura yol mikyasında para verdiler. Memalik-i hârre ve deniz seyahati için kısmen ne lâzımsa almaklığı taburun kumandanı söyledi. Fakat memalik-i hârrenin harekât-ı askeriyesi hakkında hiç kimse bir sıhhi direktif verdiği yok. Kendi düşüncem ise


zabitan ve efrâd için ne lâzımsa mubayaa edip durdum. Bugün Selanik’te dayım Muhittin Bey’e veda ettim. Gece Mısırönü’nde tabur zabitanıyla pek iyi eğlendik. 25 Kânunusani vapur gelmiş. İsmi de Mahmut Şevket Paşa imiş. Son zamanlarda güya Japonlardan satın alınmış. Kuvvetli, yollu bir vapur olduğunu söylüyorlar. Şarkın, Japon denizlerinin fırtınalarına göre yapılmış mükemmel bir vapur. Deniz seyahati için bir aylık erzakımızı, binek ve yollarda kesilecek hayvanat için yem alıp duruyoruz. Soğuk ve fırtına aynı şiddette. Arkadaşlarım gece vaktine kadar vapurda kaldılar. 26 Kânunusani sabahı vapurumuz mütebaki erzak ve unlarımızı alarak üç buçukta inâyet-i Bâri ile hareket etti. Yahu böyle dehşetli fırtınalı ve pek soğuk bir havada bu kış kıyamette nereye gidiyoruz. Yemen’e, Yemen’e hem de Arplarla muharebeye. Ne mükemmel ve şahane seyahat. Vapurumuz mütemadiyen veda düdüğü çalıyor. Memleketi bu perişan hale koyan padişahlarına karşı biçare askerimiz de hâlâ padişahım çok yaşa diye bağırıp duruyor. Ben de içimden kahrolsunlar deyip duruyorum. İki saat sonra Karaburun’u geçiyoruz. Vapurumuz sallanmaya

başladı.

Fırtınadan

deniz

bembeyaz,


[Akdeniz’de değil miyiz ya] herkes kusmaya başladı. İstifradan başka ses, seda yok. Herkes yatıyor birkaç arkadaş birinci kamarada konuşuyoruz. Ben de hatıratımı yazıyorum. Çok şükür deniz beni tutmuyor. Güverteye çıkıp etrafı seyrediyorum. 27 Kânunusani Perşembe: Fırtına biraz hafif, öğleyin ve akşam sıcak yemekler yedik. Öğlende Rodos açıklarındayız. Saat ona doğru vapurda bir telâş başladı. Güvertede her şeyi ve hele hayvanatı sımsıkı bağlıyorlar. Gece on iki ile beraber şiddetli sağanaklı yağmur başladı. Fırtına ziyadeleşti. Saat yedide dehşetli fırtına ile vapurumuz alt üst oluyor. Herkeste yaşamak ümidi kesildi. Deniz mütemadiyen dağlar gibi kabarıyor. Hiç kimse uyku uyuyamadı. Beni deniz tutmuyor. Ne kadar iyi bir şey. Kaptanın yanına bile çıkabildim. Fırtınanın devam edeceğini söylüyor. Sabah olunca ümitlerimiz biraz uyandı. Kahve yapmak, gezmek, oturmak mümkün değil. Cehennemi bir hayat. Bahr-i Sefid Havzasında Nidâ-yı Beşer başlığıyla bir şey yazmaya başladım. Bir an için uyukladığımda annem karşımda, aman evlâdım neler çekiyorsunuz. Deyince gözlerimi açtım. Derhal masada yazmakta olduğum notları yırtıp attım. Annemle son duamı


yapıyoruz zannettim. 28 Kânunusani Cuma: Fırtına pek şiddetli bir şekilde devam ediyor. Herkes ümitsiz bir halde neticeye tenazzur. Kasaphaneye götürülen koyunlar gibi boynu bükük, yeis ve nevmidi içinde bulunuyor. Saat dörtte fırtına azıcık hafifler gibi oldu. Kimsenin kımıldanacak takati kalmadı. Tayfayı bile deniz tuttu. Onlar da çalışmıyor. Aman yarabbi hayatın ne acı zamanları. İki saat uyuyamamıştım. Fırtına yine ziyadeleşiyor. Güvertede bulunan biçare hayvanatın hâli pek fena. Sıkı sıkı bağlandıkları ipler koparak yularlarıyla vapurun dış tarafında bir müddet asılı kaldıktan sonra deryanın pek korkunç ……nında kayboluyorlar. Güvertede bulunan otlar, yağ tenekeleri, peynir tenekeleri, sair erzak, hayvanat akşama kadar tamamen denize uçup temizlendi. Güverte de tertemiz oldu. Boş bir kabağın içinde durur gibi vapurun havasız ambarlarında efrâdın kusmukları, idrar ve sairleri …….. bir koku ile hâl-i işbâa gelmiştir. Selanik’te satın aldığımız kolonyaları ambarlara döküp duruyorum. Efrâd daha acınacak bir hâldedir. Fırtına yine ziyadeleşiyor. Sekiz buçukta her yer karardı. Vapurun sürati azaldı. Pek yavaş yürüyoruz. Dokuzda pek şiddetli dolu yağdı. Onda biraz hava açtı. Nisanın sıcaklığını andırıyor. Kış


soğukları geride kaldı. Cenâb-ı Hak merhamet buyursun. Pencereden bakılamıyor. Dalgaların azameti karşısında bütün vücudum titriyor. Aman Yarabbi bu ne dalga, bu ne fırtına, bu ne kıyamet. Dalgalar ejderha gibi vapurumuza saldırdıkça bütün kudret-i hayâtiyemiz eziliyor. Bu müthiş dalgalı fırtınaslar arasında kendini ara sıra gösterebilen nazeninim güneş de yaz güneşi gibi adeta yakıyor. 29 Kânunusani Cumartesi gece on ikide kasırgalar, dolular, tarakaları,

yağmurlar,

kıyametler

kopuyor.

Fırtınanın

korkunç

gürültüleri,

amansız

sadmeleri

karşısında tâb ü tüvânımız tamamen kesildi. Yerimizden kalkamıyoruz. Bahr-i Ahmer’de karantinaya memuren giden bir sivil doktor yattığı yerden hayatın ne merâretengîz avânı diye bağırıp duruyor. İkide, beşte, yedide, sekizde aynı şiddette dolu yağdı. Fırtına yine kaptanların itiraf ettiği veçhile emsali hiç görülmemiş. Saat sekizde vapurumuz mütemadiyen düdük çalıyor. Fırtınaların tarakaları arasında vapurun bu yakıcı düdük sedaları ciğerlerimizi de cız cız yakıyor. Ortalık simsiyah, saat onda deniz ortasında vapurumuz durdu. Vapur mütemadiyen acı acı düdük çalıyor. Kimsede kımıldamaya mecal kalmadı. Vapur hatt-ı seyrini


şaşırdığından durduğunu söylüyorlar. Herkes ümitsiz, vapurumuz kâh düdük çalıyor, kâh yürüyor, kâh duruyor. Böylelikle sabahı bulduk. Herkes heyecanda. Ortalık aydınlanınca deniz renginin tatlı su renkte olup martı kuşlarının da uçuştuklarını görünce karanın pek yakın olduğuna hükmettik. Zaten yarı gecede cenûb-i garbi istikametinde gökte pek münevver bir ziyanın göğe fırlayıp söndüğünü görüyordum. Fakat ne olduğunu anlamıyordum. Meğerki kanalın meşhur feneri bu imiş. Vapur fırtınalar, dalgalar, tarakalar, korkunç sedalar, iniltiler arasında ne yapacağını şaşırmış bir hâlde bocalayıp duruyor. Bu ne kahhâr fırtına? Taburumuz kumandanı Hamza Bey: Arkadaşlar rüya gördüm Yemen’de bu fırtınalardan daha korkunç felâketler göreceğiz. Binaenaleyh vapurumuz batmayacaktır. Diyor, fırtına bütün şiddetiyle devam ediyor. Allah muînimiz olsun. Tayfalardan biri Port Said fenerini görmüş. Herkes sevinç içerisinde hayata kavuşmak ümidi belirdi. Vapur da rotasını tanzim etmiş olacak ki yol verdi. [Açıldı subh-ı ümid: Hem mâh doğdu hem de hurşîd] Deniz içinde yuvarlana yuvarlana gidiyoruz. Afrika sahilinde nerede olduğumuzu bir türlü tespit edemiyoruz. Fener görünüyor ama nerenin


feneri. Kaptanla temas edemiyoruz ki soralım. Denizin rengi de büyük bir nehrin denize kavuştuğu mahallere benziyor. Martı kuşları da uçuşuyor. Herhalde Nil deltaları civarındayız. Saat sekizde çok fena bir gıcırtı ile beraber vapurun pervanesi havada dönmeye başladı. Bu gürültü de mevcut gürültülere ilâve olunca, hepimiz sersem sersem etrafımıza bakınmaya başladık. Vapurun oturduğunu kaptanlardan bi’l-vasıta haber aldık. Vapurun bir kısım pencereleri tamamen su içinde. Hülasa, selâmet, kurtulmak ümitleri yine söndü. Ne yapacağımızı şaşırdık. Herkes yekdiğeriyle helalaşıyor. Hayatın ne acı zamanları. Yarım saat kadar bu hâlde kaldık. Yine büyük bir gıcırtı ile vapur yürümeye başladı. Kaptanların ifadesine göre vapur Nil Deltası açıklarında deniz sathının altında bir kum tepesinin üzerine oturuyor, sonra dağ gibi büyük bir dalga vapura çarparak vapuru kum tepesinden kaydırıyor. Vapur da su buluyor ve denizde tekrar yüzmeye başlıyor. Artık selâmete kavuşmuş demektir. Çünkü öğlene doğru Port Said ufukta görünüyor. Yine sevinçler, meserretler ve hatta kahkahalar ortalığı çınlatıyor. İnsanlar ne kadar da tuhaf. Süvari salona gelebildi. Vapurda beraberce Yemen’e kumandan olarak


gitmekte olan Ferik İbrahim Paşa’ya hitaben Paşam; Port Said önümüzde, fakat bu müthiş fırtınada kayalara çarpmadan kanala girmek çok güç. Binaenaleyh denize tamamen açılarak bu geceyi yine denizde geçirmek lâzım. Fakat vapurun bu dalgalara artık mukavemet edeceğine de ümidim azaldı. Her türlü tehlikeyi göze alarak kanala Port Said’e mi gidelim denize mi açılalım. Ne emredersiniz. Rey ve mütalaanız nedir? Demesi üzerine kumandan paşa cevap vermeden bütün zabitan hep bir ağızdan, kanala girelim diye bağırmaya başladılar. İbrahim Paşa da aynı emri verdi. Süvari de gitti. Vapur denize açılmaya başladı. Bir müddet sonra son süratle kanal istikametine gidiyoruz. Herkes yatmış ve gözlerini kapamış bir hâlde Allah’ımıza dua ediyoruz. Bu çok kıymetsiz mihen ve meşâkdan ibaret olan bu hayatı ne kadar da sevmek üzere yaratılmışız. Bir müddet sonra bir sükûnet-i mutlaka içinde ne olduğumuzu anlamayarak şaşaladık. Meğerki alaturka on ikide Port Said Kanalı’na girmişiz. Mütemadiyen gürültü, patırtıya alışan kulaklarımız da ne olduğunu şaşırdı. Kanalı görmek, seyretmek hayatın tatlı, zevkini tatmaktan sarf-ı nazarla hemen uyumuşuz. Bilâ fasıla uykusuzluk, yorgunluk, ümitsizlik dolayısıyla


bu geceyi tam bir huzur içinde, düşüncesiz olarak sükûnet-ı mutlaka içinde hamd ü senalar ederek uyudum. Ne saadet sabahleyin kalkınca kallavi fincanla âlâ bir kahve içtim. Ayaklarımın üşümesinden hafif bir dizanterim var. Malûm ya vapurumuzun güvertesi tertemiz, yağ tenekeleri, pirinçler, sığırlar, koyunlar ve sair bütün erzakı fırtına çekip götürmüştü. Onlar deniz balıklarına kısmet olmuştu. Kumandan ben ile beraber daha bir arkadaşı erzak tedarikine memuren Port Said’e götürdü. Aman efendim bu ne tatlı, ballı gibi bir vazife. Hemen bir kayığa binerek sahile çıktık. Evvelâ doğruca bir lokantaya gidip kış kıyamette âlâ bir domates, biber salatası, diğer tarafına turşu, nefis çorbalar, bolca bir et, sebze yemekleri kemâl-i iştiha ile yedik. Lokmalar birbirini takip etti. Bir taraftan da Mısır gazetelerini okumaya başladım. Otuz iki seneden beri böyle mühlik bir fırtına olmadığını umum gazeteler yazıyor. O sene İzmir, Aydın havalisinde portakal limon ...... akşam üzeri sekiz buçukta vapur hareket etti. Gece olunca Kanal’ın etrafı Port Sait nurlara gark oldu. Kanal ne kadar da dar. İnsan vapurdan sâhile atlayabileceğini zannediyor. Kanal’ın medhali pek latîf veyahut bu kadar çektiğimiz


felâketlerden sonra her şey gibi Kanal da çok güzel görünüyor. Hayatımız ... altında ... bir vaziyette, sahil pek yakın. Rahatça mufassal uyku uyudum. Sabahleyin güneş neşe ve zevk saçarak doğuyor. Bütün vücudumuz neşe içinde çırpınıyor. Hava sıcak, Yüzbaşı Mustafa Bey arkadaşımız hasbihal edip duruyoruz. Kanalın, göllerin, gölcüklerin manzarası çok güzel vesselam. Musalara, Firavunlara, Yusuflara, Romalılara, Türklere... hatta Napolyonlara, İngilizlerle birçok tarihi vakayie cevelângâh olan mıntıka su-i taliimle, bana umumi harpte karadan da bu Kanal muhitini gezdirdi. Umumi harpte Sina çölünden yine bu kanala harekât-ı askeriye, taarruz yaparak çok acı, çok zehir-nâk harp sahnelerinin şâhidi olarak bir çok felâketli hayatlar geçirdik. İleride bunları da vesaiki ile beraber yazacağım. Etrafta Araplar, Mısrîler, “yallah yeferu Türkiyye yallah yefer müslimîn” diye bağırıp duruyorlar. Mısırlıların Türklere taşkın bir muhabbetleri var. Hava ılık ve hatta sıcak. Saat bire kadar latif manzaraları seyrederek vakit geçirdim. Etli fasulye, domatesli taze soğan salatası yedik. Sabaha kadar rahatça uyudum. 31 Kânunusani Pazartesi sabahı on ikide vapurumuz durdu ben de uyandım. Süveyş’e geldiğimizi söylediler. Hava


çok latif ise de şiddetli bir basurdan rahatsızım. Tedaviyle uğraşıyorum.

Ayaklarımı

sıcak

semavere

dayayıp

oturuyorum ve pencereden Süveyş’i seyrediyorum. Vapurun süvarisi ve bizim alay kumandanı Miralay Nasrullah Bey Süveyş’e çıktılar. Süveyş’in harice manzarası çok güzel görünüyor. Mamafih sabahleyin hava serin. Öğleye kadar yaz sıcağı gibi. Perhiz yaparak yine öğle yemeği yedim. İstanbul’dan asker yüklü bir vapurumuz yeni geldi. Bu Romanya vapuru Yemen’e müteveccihen hareket etti. Saat dokuzda biz de hareket ettik. Beş dakika sonra vapurumuz durdu. Meğerki vapurun şaftı çatlamış olduğundan vapurun durmuş olduğu anlaşıldı. Süveyş’te yeniden yaptırılacakmış. Bu akşam Süveyş’te kalacağız. Mehtap mükemmel, hava da çok güzel. Vapurun bu aksiliğini herkes memnuniyetle karşıladı. Vapurun bu arızası on beş günde tamir olsa biz de Süveyş’te bol keyif otursak. 1 Şubat Salı Huzur-ı tamla on birde uykudan uyandım. Mısır kayıkları nevâle satmak için gelmişler. Saat sekize kadar hep güverte gezdim. Basurdan yine rahatsızım. Lapa yemeğe mecbur oldum. Hava gerçi sıcak ise de vücudumun rahatsızlığı cihetiyle mütemadiyen üşüyorum. Kalın fanila da giydim.


Akşama doğru hastalığım iyiliğe yüz tuttu. Yemen’den avdet eden sabah vapurunun süvarisi ile bizim süvari görüşmüşler, bizim asker Menaha’ya kadar ilerlemişler. Araplar kaçıyormuş. Bir gambotumuz da fırtınadan şapa oturmuş. Bütün Mısır gazeteleri Akdeniz fırtınaları kemâl-i ehemmiyetle yazıyor duruyor. Vapur’un tamire giden şaftı yapılıp geldi. Vapurumuz gece beşte Kızıldeniz’in enginlerine doğru yürüdü. Vapurumuzun çarkının ahenk-dâr sadası bana ninni gibi gelerek beni uyuttu. Gece yarısı Kalkandelen redif yüzbaşılarından bir zat beni uykudan kaldırdı. Yahu dünden beri herkese diyorum ki benim ayağımın arkası kaşınıyor. Binaenaleyh ileriye değil geri gideceğiz. Hiç kimse inanmıyordu. İşte vapurumuz durdu. Şaft iyi yapılmamış, istim salıyormuş. Yine geri gideceğiz demez mi? Böyle herkesin işine gelen aksilikleri memnuniyetle karşılaştılar. Herkes de uyanarak bağırmaya, sebepsiz gürültü etmeye başladı. Ne ise arkadaşımızın kerameti isabetli olmadı. Bin müşkülatla şaftı yerleştirdiler. Vapur da bir saat sonra hareket etti. Sabahleyin neşe ile kalktık. Vapurumuz cenûba doğru yolunda devam ediyor. Hava da sert esiyor. Mamafih hâlâ da Süveyş körfezinde ve yüce


Tur dağları etrafındayız. Çay ve gevrek ile kahvaltımı yedim. Etrafı seyrediyorum. Süveyş körfezi de Süveyş memleketi gibi çok güzel. Ah şu Süveyş memleketini de bir görmüş olsaydık. Araplarla, Mısrilerle ihtilât ettirmiyorlar. Vapurumuz enginlere doğru ilerliyor. On iki mil süratle gidiyoruz. Vapurumuzun birinci kamarası da fena değil, oldukça şık ve zarif bu salonda arkadaşlarla neşeli neşeli vakit geçiriyoruz. Süveyş körfezi de geniş ve uzun. Solda Sina taraflarını yüce Tur dağları görünüyor. Sina çölünün cenûb-ı garbî cihetlerinin nihayetleri tamamen dağlık. Sıradağlarının başlangıcı. Süveyş’ten aldığımız Mısır gazetelerinde dâhiliye nazırı Talat Beyin istifa edip yerine Halil Beyin Dâhiliye Nazırı olduğunu okuduk. Saat dokuzda Cebel-i Tûr-ı Sînâ’nın önünden geçiyoruz. Tepesi sivri ve çok yüksek bir dağ. Koca ihtiyar Şap Denizi enginlerine dalıp gidiyoruz. Hava da çok güzel. Akdeniz’de çektiklerimizin acısı çıkarıyoruz. Gece saat yediye kadar kamarada şarkıyla, mehtâb âlemini seyretmekle vakit geçiyoruz. Gök de çok berrak. Mehtap pırıl pırıl parlıyor. Kamerin nihayetsiz boşlukları da samt u sükûn içinde. Nurlar saçan kaynağına hayran hayran bakıyorum. Bu ne


yaradılış, bu ne azamet, şirâze-i âlemde bu ne intizam, sâni-i hakikinin kudreti karşısında mevcudiyetim küçüldükçe küçülüyor. “subhanehi min tahayyer fi sanatü’l-ukul-subhanihi min bikudretihi bi-aczi’l-uhûl” baka baka uyuya kalmışım. Dokuzda sıcağın tesiriyle uyandım. Tekrar salonda yattım. Sabah birde uyandım. Şubat 3 Hava aynı letafette, kış mevsiminde müzic olmayan tatlı bir sıcaklığın zevkine hadd ü pâyân yok. Öğleyin yemeğinde bol dana eti pirzolası ile domates yedim. Rabbime şükürler olsun askerimizin ahvâl-i sıhhiyesi çok iyi gidiyor. Hastamız hiç yok. Kurbanlık koyunlarımız galiba kurban yerine kadar sağ ve sâlim götürmeye muvaffak olacağız. Hastalığım tamamen iyi oldu. Akşam yemeği kabak dolmasını iştiha ile yedim. Gece mehtap âlemini seyredip duruyoruz. Kızıl Deniz’in tam şimal kısımlarında kamer ve yıldızlar parıl parıl parlar. Cenuba indikçe Kızıl Deniz’de rutubet ziyadeleşerek ….. hatta meşbû haline gelir ve Kamer de yıldızlar da parlaklığını kaybeder. Bütün arkadaşlar birinci mevki güvertesinde eğleniyoruz.


Bu denizde de fırtına var ama biz müteessir değiliz. Bizleri ürküten korkunç rüzgârlı kâbus havalar, saikalar, sallantılar, ……ler, tarakalar, gürültüler yok. Vapurumuz vakıa samt ve sükûn içinde yükseliyor, yükseliyor müteakiben de bir kayakta kayıyormuş gibi esfel-i sâfilîne yuvarlanıp gidiyoruz. Çok iyi bir fırtına. Dalgalar çok büyük olduğundan gemimiz bu dalgalar arasında bir çöp gibi muti ve fakat dalgalar da haşin değil. Hint Denizi’nin, Umman ……. büyük fırtınalarının serpintisi Bahr-i Ahmer’e kadar gelir. Bu fırtınalara da ölü dalga derlermiş. Cenâb-ı Hak bizi bu ölü dalgaların dirisinden muhafaza buyursun. Geceleyin sağımızdan, solumuzdan geçen azametpenâh transatlantik vapurları nurlar içinde medeniyetin, servetin âsâr-ı saadeti içinde yolcuları eğlenerek dans ederek, buzlu bira, şampanya içerek seyahat ediyorlar. Ordularının, memurlarının, askerlerinin her türlü refah ve saadetini düşünen ve temin eden medeni hükümetler böylelikle Hindistan’a da Avustralya’ya da, Kanada’ya da hâkim oldular. Neyse bizler de devr-i Hamidî’nin muhteris idaresine nispeten epey farklı adımlarla medeniyete doğru yürüyoruz. Gece beşe kadar mehtap âlemiyle vakit geçirdik.


Kumandanların zabitan ve efradın hepsi sıhhat-i tâmmede. Ben de muhtıra defterimde hatıratımı yazıp duruyorum. Mehtap âlemi denizde pek ömür. Yıldızlara, Kamer’e baka baka doyamıyorum. Bu ekber-i küberâ âlemi karşısında bizler, her şey tamamen bir hiç. 4 Şubat: Hava aynı letafette devam ediyor. Vapurumuz cenuba doğru gittikçe hatt-ı istivaya yaklaştıkça gece, gün farkları da azalmaya başladı. Sabah alaturka ikide sabah olurken, buralarda sabah on ikide oluyor. Büyük dalgalar aynı tarzda vapurumuzu sarsmadan, bizleri korkutmadan, ürkütmeden saman çöpü gibi oynatıyor. Havanın sıcaklığı ve tebahhuratın pek fazla olması cihetiyle tulû berrak ve parlak bir şekilde olamadığı gibi gurupta buharın afaktaki kesafetinden dolayı parlak olamıyor. Her iki tarafımızda sahili ufuklarda görüyoruz. Sabah sütlü çayımı içtim. Öğleyin ve akşam yemeklerini kemâl-i iştiha ile yedik. Gündüz de bermutat uykumu uyudum. Akdeniz’de eriyen enselerimiz yine katmerlenmeye başladı. Huzur-ı tâmla seyahatimize devam ediyoruz. Yalnız Hindistan’a, şarka, aksâ-yı şarka gidip gelen ve yanımızdan geçen vapurları, medeniyet âleminde huzûr-ı tâm içinde yaşayan insanları gördükçe kıskanç damarlarım kabarıyor ve


kızıp duruyorum. Yirmi beş sene sonra Cumhuriyet devrinin hulûlüyle aynı medeniyet sahasına, vadisine kavuşacağımızı bilmiş olsaydım ne kadar da müteselli olur ve boşuna müteessir olmazdım. Gece altı buçukta geminin fazla sallanışından uyanınca etrafıma baktım. Havanın açık, Ay ve yıldızların parıl parıl parladıklarını görünce müsterihan tekrar uyudum. Sıcak ve sallantı fazlalaşıyor. 5 Şubat sabah uyanınca aynı ….. muhit içinde yüzdüğümüzü anladım. Hava açık ve berrak ve parlak. Etrafımızdan mütemadiyen vapurlar gelip geçiyor. Birçok vapurları süratte geri bırakabiliyoruz. Azamet-penâh transatlantik vapurları müstesna. ….. denilen rüzgârlar esiyor. Etrafımızda martı kuşları uçuşuyor. İki vapur da arkamızı takip edip duruyorlar. Bahr-i Ahmer’in nihayetine yaklaştıkça fırtınanın ölü dalgaları büyüyor. Rüzgâr da aynı istikamette ve aynı ıttırâdda esip duruyor. Tebahhuratın fazlalığı ve sath-ı arzda tekâsüfi …… Kamer’in de parlaklığı azalmaya başladı. Geç vakte kadar güvertede mehtabı seyrettim. Mehtap’ın rengi adeta türabî, ışıkları pek soluk. 6 Şubat: Dalgalar büyüdükçe büyüyor. Denizin rengi bazı


yerlerde kırmızımsı duruyor. Meğerki bu kırmızı renk suyun altındaki şaplardan ileri geliyormuş. Ve bu denize de onun için Bahr-i Ahmer demişler. Alay Kumandanı Miralay Nasrullah ve Tabur Kumandanı Binbaşı Hamza Bey ile mufassal muhabbetler yaptık. Sabah on bir den sonra ağarmaya başladı Hudeyde’ye yirmi beş mil mesafede olduğumuzu söylüyorlar. Elhamdülillah beşe yirmi kala Hudeyde’ye vardık. Hava çok sert esiyor. Kaput geçmeye mecbur kaldık. Mataramda

Üsküp’te

doldurduğum

suyu

Hudeyde

açıklarında içtim. Hudeyde pek uzakta görünüyor. Sahil dümdüz kum olduğundan fark olunmuyor. Aksi talih vapurumuz yine kuma oturdu. Meğerki bulunduğumuz mahal üç kulaç derinlikte imiş. Vapur manevra yaparken tekmil deniz çamur rengini aldı. Açığa açılmaya başladık. Bir saat kadar böyle açığa gittik. Ufukta Hudeyde’yi ve sahile yakın demirlenen vapurları …….nıyla gördük. Demin Hudeyde zannıyla sokulduğumuz mahal Hacabane isminde bir iskele imiş. Bu âlim kaptanımıza ne diyelim. Saat sekizde demirledik. Ona doğru karantina kayığı geldi. Müteakiben de bir zabit ve bir nefer geldi vapurumuzun Hudeyde’ye

askeri

çıkarmayıp

Cibane

iskelesine


çıkaracağını tebellüğ etti. Demek ki beş günde Süveyş’ten Hudeyde’ye geldik. Geceyi rahatça vapurda geçirdik. Gece bir Arap kılavuz da usulen geldi. Buralarda seyahat daima Arap kılavuzlarıyla oluyor. Yalnız vücudunun bir kısmı örtülü olan bu Arapların davlumbazda kumanda etmesi çok tuhaf oluyor. Araplar şapları, kum tepelerini mükemmelen biliyorlar. Sabah on bir buçukta Cibane’ye hareket ettik. Bir saat sonra vapurumuzun vinç makinesinin ufki direğinin yanlış harekâtı yüzünden beş neferimiz ağır surette yaralandı. Saat üçte Sana’ya geldik. Yarım saat sonra zamyun denilen bizim büyük mavnalar gibi büyük kayıklar geldi. En evvela kazazedeleri bindirip gönderdim. Bir sıhhıye neferi ve taburun cerrahını beraberce gönderdim. .. bir müddet sonra bizler de bu kayıklarla sahile yanaştık. İskele pek fena olduğundan Arapların zamyunumuzu sahile yanaştırmak için çektikleri mihen ve meşâk tahammül edilmeyecek derecede. Elhamdülillah karaya ayak bastık. İşte Yemen, her taraf kum deryası. Sahilde birçok hurma ağaçları ve hurma ağacından yapılmış arişler [üstü kapalı, etrafı açık ve içinde karyola …. sedirleri olan bir mahal] Demek ki Üsküp’ten 26 Kânunusanide hareketle yedi Şubat’ta


Yemen’e varmış oluyoruz. Demek ki Yemen’in sahiline kadar seyahatimiz on üç gün sürdü.Cibane’deki konak mahalli fena değil ve bilhassa su küpleri, abdesthane tertibatı iyi düşünülerek yapılmış olduğundan memnun oldum. Konak zabitanı ve efrâdı çok iyi muamele ediyorlar ve her şeyimizi temin ediyorlar. Hepimize derhal çaylar ikram edildi. Beş bin kişilik arişler de yapılmış her şey me’mûlün fevkinde. Meşrutiyetimizin ümmetine iyi semereleri. Gece bu arişlerde rahat rahat uyuduk. Rüzgâr hafiflediği vakitte hava çok sıcak hissediliyor. İçtiğimiz sular ılık ve kumlu ise de fena da değil. Hava saf ve mükemmel. Mükemmel bir bakkal dükkânı ve aşçı da var. Hindistan’ın tatmadığımız sebzeleri ve meyveleri satılıyor. Şayan-ı hayret bir tesadüf Üsküplü Ramiz Efendi isminde bir zat buraya gelip bakkal dükkânı açmış ve ticaret yapıyor. Ne müteşebbis bir adam. Bu zatı ileride yine böyle harikulade işlerde gördüm, aferin. 8 Şubat: Sabah vücudum sıhhatte olarak uyandım. Yemen’in leziz ve nefis kahvesini içtim. Su hatırıma geldikçe mütemadiyen çay içiyorum. Efrâd ve zabitanın sıhhatleri de çok iyi. Yalnız iki nefer malaryalı olduğundan diğer beş mecruhla beraber Hudeyde Hastanesi’ne zamyunla


gönderdim. Üçüncü mektubumu Yemen’den postaya verdim. Birincisini Port Said’den, ikincisi Süveyş’ten, üçüncüsü de Sana’dan postaya vermiş oluyorum. Saat onda kumandandan gelen emir telgrafında yarın Yemen’in içerlerine doğru hareketimiz emir olundu. İlk konak mahalli Tanem Kahvesi denilen mahaldir. Askerin bir kısmı hâlâ vapurdan çıkmadı. Uzun bir deniz seyahatinden sonra askerin üç gün kadar sahilde istirahata fennen ihtiyacı vardır. Bu hususta bir rapor yazıp alaya verdim. Telgrafla kumandana bildirdi. Kumandan muvafakat cevabı verdi. İstanbul’dan daha evvelce gelen tabur hareket etti. Biz de arişlere yerleştik. Saat ona doğru askerin ihracı bitti. Eşyalar henüz çıkarılamadı. Gece alayca yemek yedik, kahveye gittik. 9 Şubat: Sabah yine neşeli uyandık. Çay ve kahvelerimizi içtik. Hava çok sıcak, arişten dışarı çıkamıyoruz. Mamafih bizleri sıkacak derecede değil ve fakat müthiş kânunusani soğuğundan defaten böyle sıcak bir muhite gelince, tabiatıyla sıcak fazla tesirini gösteriyor. Bir hava termometresi almadığıma çok müteessirim. Mamafih ileride bulacağımı ümit ediyorum. Mataralarımızın üstünü ıslatarak ve arişin tavanına asarak


suları soğutmaya çalışıyoruz. İyi vakitler geçiriyoruz. Alayın eşyası dünden beri vapurdan çıkıp duruyor. Zabitanın ve efrâdın fırtına, güneşte öteye beriye gitmeleri bahusus kumda yürümeleri kudret ve kuvvetlerini kesiyor. Buna karşı da mütemadiyen sıhhi vesayada bulunuyorum. Kalkandelen ve bizim taburların eşyalarını tefrik bir mesele teşkil etti. Ortalık mahşer gibi. On Temmuz Vapuru’yla daha bir tabur asker geldi. Bin kişilik bir seyyar hastanenin de geldiğini söylüyorlar. Bin kişilik seyyar hastane de nasıl olur. Hiç aklım kesmedi. Cibane’de kalabalık, telâş ziyadeleşti. şimdi bir daha ……. vapuru geldi. İkinci ordudan daha iki tabur bir istihkâm bölüğü ve daha bir çok levazım-ı harbiye ve toplar geldi. Burada sekiz tabur toplandık. Sınıf arkadaşım Eyüplü Halit Efendi ile görüştüm. …. arkadaşım ……. Mehmet Ali Efendi de bir vapurla gelmiş. Henüz görüşmeye muvaffak olamadım. 10 Şubat: Seferi ihtiyaçlarımızı temin ve askerin seferi vaziyete girmeleri için uğraşıp duruyoruz. Hudeyde Sertabibi Binbaşı Mehmet Ali Bey namında bir zat gelmiş, Alay

Kumandanı’nın

hakkımda

gösterdiği

teveccühler dolayısıyla bilhassa benimle gelip görüştü. Çok hürmetkâr hareket etti. Yemen’in Tihama ve Cebeline


ait birçok malumat verdi. Bahr-i Ahmer’in Asya sahilinde Tur-ı Sina’dan başlayarak bazen sahile yaklaşan, bazen uzaklaşan ve şimalden cenuba uzayıp giden Cebel-i Şirra, Asir ve Ayn mıntıkalarında elli-yüz kilometre ve bazen daha fazla genişlemektedir. Bin beş yüz- iki bin- üç bin ve hatta üç bin beş yüzden daha fazla irtifalara kadar yükselen ve bazı mahallerde bir yayla yapan bu dağlar şimalde Asir’i ve cenupta Yemen’i teşkil eder. Bu dağların eteklerinden sahile kadar temadi eden dört günlük sahaya da Tihama derler ki Yemen’in meşhûrü’l-âlem sıcaklığı ve cehennemi ve cenneti işte bu Tihama’dadır. Tihama’nın sahilden itibaren iki günlük mesafesi tamamen ince kumdur ve mütebaki iki buçuk günlük mesafesi de toprak olup pek mümbit ve mahsûl-dârdır. Demek ki asırların geçmesiyle Ayn Dağlarının eteklerinde olan deniz tecezzi ve tebahhur ede ede çekilmiş ve şimdiki vaziyete gelmiştir. Sahile yakın mahalleri yakın zamanlara doğru çekildiği için henüz kum halini muhafaza etmektedir. Bu Tihama’da meskûn ahali Şafiî mezhebindedir. Hepsi müttakî, ….. ve hükümetimize daima münkaddır. Ekseriyetle hayme-nişîn iseler de teessüs etmiş iptidai vaziyette kasabacıklar da vardır. Ahalisi koyu esmer ve hatta sahile yakın mahaller


ahalisi siyah Araplardır. Karşı sahilden Cibuti’den ve sair mahallerden gelen koyu Habeşlerle renkçe hem-ayârdırlar. Fasih Arapça konuşurlar. Gece seyahatimizde kum sahralarında bu bedevilerin mavalları

hakikaten

dinlenecek

mahiyettedir.

Cebellerdeki Yemen Arapları hemen ekseriyetle Zeydi mezhebindendirler. İmam Yahya da Zeydi mezhebinde olduğu için bu cihetten de Yemen Araplarına tamamen hâkimdir. Asıl Yemen de Cebel kısmıdır. Yemen’de Mükerremi Davudi ve saire gibi on iki mezhep vardır. Askerlere bolca gıdalı yemekler yediriyoruz. Selanik’te aldığımız ve ambarlarda muhafaza edilebilen danaları ve konserveleri yiyoruz. Mütemadiyen kahve ve çay da içiyoruz. Rüzgâr pek şiddetli esiyor. Bâb-ul Mendeb’de fındık kadar taşları rüzgârın uçurduğunu anlatıyorlar. Bu ne müthiş rüzgâr. Bugün ince bir kat elbise, yerli malı matara ve bolca sigara aldım. Hint unuyla yapılan ekmekler çok leziz ve pek mugaddi. Buralarda birçok gıdalar Hindistan’ın mahsulüdür. Hint’ten bir Yemen konservesi yedim hiç de hoşuma gitmedi. 11 Şubat: Gece gelen emr-i telgrafta her tabur için yetmiş


deve verileceğini yazıyorlar. İki taburun kâffe eşyasını ve mevâdd-ı gıdaiyesini nakletmek için iki yüz kırk deveye ihtiyacımız olduğunu cevaben yazdılar. Kumandan ile maiyeti arasında vesait-i nakliye meselesi pazarlık sahasına girdi. Hiç iyi bir şey değil. Birkaç yüz seneden beri Yemen’e harekât-ı askeriye yapıyoruz. Mevcudu muayyen olan bir taburun kaç deve ile gidebileceği hâlâ tespit olunamamış. Şayan-ı hayret bir hadise. Kumandandan gelen cevapta her iki tabur için azami yüz seksen deve vereceklerini ve behemehâl bu gece hareket etmekliğimiz emir olunmaktadır. Develerin ancak akşamüzeri on bire doğru gelmesi, eşyanın yüklenmesi bu gece kabil olamayacağından, yarın akşam hareket edeceğimizi cevaben yazdılar. Bu cevabı da hiç doğru bulmadım. Bu gece mükemmel yemekler yedik. Gece Miralay Bey’e misafir gittik. Gece de mufassalan uyudum. Sabah kalkınca Allah’ın vahşet-âbâd kum deryasında herkes hazırlanmaya başladı. Ben de güzel bir at seçip aldım yeni eğer takımımızı yerleştirdim. Şimdi artık hakiki askeri doktor oldum. Saat sekizde evvela Kalkandelen Taburu hazırlığa başladı. Ortalık mahşeri. Develerin miktarı yine iki yüze çıktı. Kalkandelen taburu daha evvel


hareket emrini aldığından yüz yirmi deve alarak hareket etmesi askerlikle hiç de kabil-i telif değil. Baki kalan seksen deve yüklenilerek hareket etmek için çalışılmış ise de büyücek bir kısmı geri kaldığından hareket edilmemiştir. Haydi develerin tekrar yükleri indiriliyor. Develerin bağırması gürültüsü pek fazla. Kalkandelen taburunun kendi başına pek manasız bir tarzda hareket etmesi çok çirkin bir hareket. Ertesi günü mütebaki develer ikmal edilerek akşamüzeri harekete başlıyoruz. Yürüyüşümüz hakkında hiçbir talimat veren yok. Hangi istikamette gideceğimizi de bilmiyoruz. Şayan-ı hayret bir hareket, bir Arap kılavuzumuz var. İşte o kadar. Deveciler yolu bilmediklerini söyleyip duruyorlar. Ben de kendi kendime tertibat almaya mecbur oldum. Tabur cerrahı taburun pîş-dâr –öncü- koluna, eczacıyı ortada ben de en geride sıhhiye neferleri ile yürüyeceğiz. ……. ve sıcak vurması ve tedavisi hakkında mufassal malumat verdim. Sıcak memleketlerde susuzluk çok mühim olduğundan efrâdın mataralarındaki suları israf etmemelerini hemen her nefere söylüyorum. İşte Şubatın13 Pazar günü akşam on birde Menaha istikametine doğru Ve ilk konak mahalli Tanem kahvesi olmak üzere karma


karışık bir şekilde yürüyüşe geçtik. Allah muînimiz olsun.at üzerinde bu manasız harekâtı yazıyorum. Gece birde taburu kaybettik. Pek uzaktan gördüğümüz ışıklar istikametine yürüyoruz. Ne kadar da manasız ve mantıksız bir yürüyüş. Alay ve tabur kumandanları o zamana kadar belki hiç harp ve darp görmedikleri gibi bir manevra dahi yapmamışlar. Ve mektepte okuduklarını tabiatıyla unutmuşlardır. Gece beşte tabur sırığını ve müteakiben cephane kolunu bulduk. Bunlar da bizim gibi yollarını kaybetmişler. Bir müddet sonra taburunu kaybeden bir nizamiye bölüğüne rast geldik. Böylelikle biz de mühim bir kol teşkil ettik. Kum sahraları içinde yürüyüp gidiyoruz. Manasız, mantıksız bir yürüyüş Allah encamını hayırlı eylesin gece yedide taburu tesadüfün yardımıyla bulduk. Saat onda gün olunca yükleri indirdik. Kumlar içinde yolda mola yaptık. Bir saat sonra yine yürüyüş hakkında ne sıhhi ve ne de askeri bir talimat telakki etmeden yürüyüşe geçtik. Saat birde Tanem kahvesi denilen mahalle geldik. 14 Şubat: Umum askeri gözden geçirdim. Ahval-i sıhhiyesinden şikâyet eden yok. Vücutça hafif olan askerlere malaryaya karşı vaki bir tedbir olmak üzere konyağa karıştırılmış kinin verdim. Seyyar karyolamı kurarak


uykuya yattım. Üç piliç satın almalarını ve öğle yemeğine hazırlamalarını emir neferime tembih ettim. Vücutça fazla yorgun olduğumdan derhal uyudum. Uykudan uyanınca pek şiddetli Ednib rüzgârı estiğini ve tencerede kaynayan piliçlerin içine ince kum doldurarak yenmeyecek bir hâle getirmiş. Piliçlerin en alt kısmını bolca suda yıkayarak biraz yiyebildim. Her taraf kum dalgaları ve kum tepesi içinde. Ne müz’ic ve ne de acı bir hayat. Çok şükür ki efrâdın yükü develere konmuştu. Yükü olmadığından serbest yürüyebiliyor. Muntazam ve sıhhi tedbirler esas olmak suretiyle yürüyüşler yapsa efrâdın yorgunluğu yarı yarıya azalır. Meselâ yürüyüşe başlamadan iki saat evvel Asker ayakta. Develer saatlerce yükletiliyor. Bazı develerin yükü fazla diye deve kalkamıyor. Mütemadiyen bağırıyor. Yolda da fazla yüklü develer düşüp duruyor. Bunların yükünün azaltılması tekrar yürüyüşe geçmeleri pek uzun sürüyor. Ve asker de ayakta bekleyip duruyor. Tabur kumandanından müsaade alarak cerrah ve eczacı ve sıhhiye neferleri vasıtasıyla bu gibi zamanlarda efrâdın oturmalarını tebliğ edip duruyorum. Vazifem olduğu halde bu gibi müdahalelerim tabur ve bölük kumandanlarının hiç de hoşuna gitmiyor. İşte böyle karmakarışık bir halde


yürüyüp gidiyoruz. Mamafih bu geceki yürüyüşümüz biraz daha iyice. Deveciler mütemadiyen maval söyleyip duruyorlar. Hava hep açık, yıldızlar parıl parıl parlıyor. Kum sahralarında yürüyüp gidiyoruz. Sabah onda Dürrü Ahmed Köyü’ne geldik. Düm-dâr bölüğü de ancak iki saat sonra gelebildi. Su işimiz Allahlık. Bütün gece yürüyüş ve uykusuzluk, gündüzleri de sıcak olduğundan uyuyamıyoruz. Efrâd kuvvetten düşüyor. Artık kum sahraları bitiyor. Toprak başladı. Bu kuvve-i seferiyenin bir kumandanı ve bir sertabibi her halde vardır. Binaenaleyh Yemen’in iklimi, havası, suyu hakkında ve yürüyüşlere ve mahalli hastalıklara, haseten bulaşık hastalıklara ait hiçbir talimat vermediler. Galiba sertabibimiz de yok. Yahut sertabip de var da bu işleri bilmiyor. Ne ise yürüyüp gidiyoruz. Gece üç köy gördük. 15 Şubat: Dürrü Ahmed Köyü’ndeyiz. Askere çay peksimet verildi. Kuvâ-yı hayatiyenin fazla sarfiyatı dolayısıyla fazla gıda verilmesi lâzım geliyorken az gıdası olan peksimet çay veriliyor. Menzil teşkilâtı hiç yok. Bu konak mahallerinde sıcak yemek ve taze ekmek hazırlanmış olaydı ne kadar iyi olurdu. Bu mıntıkada ne harp var ne


de darp. Niçin bunlar düşünülmemiş. Başkumandanımız da o zamanlar deha ve iktidar-ı askeriyesiyle şöhret bulan İzzet Paşa idi. Ben bir sefer kendi düşüncemle umum askere konyaklı sülfato içirdim. Pis suları içmemelerini ve behemehâl imkân bulurlarsa kaynatıp çay, kahve, kışır menkuu halinde içmelerini daima söyleyip duruyorum. Sözlerimi, vesâyâmı dinleyenler de hemen pek az. Herkes kendi kafasında gidiyor. Taburumuz zabitanının birçoğu da 21 Mart hadisesinden evvel Sultan Hamit’in iradesiyle zabit olanlardır. Bunlarda hiçbir malumat-ı askeriye yok. Bir nefer duygusu, bir nefer mefkûresi, bir nefer kadar malumatları var. Devr-i meşrutiyette de daha büyük bir hata yapılarak, Sultan Hamit’in yarattığı bu basit zabitanı Yemen’e gidecek taburlarla gönderilmede oralarda harcansınlar. Sarf olsunlar diyerek gönderilmeleri ihtimali pek çok ise de binlerce vatan evlâdını zabit namı tahtında birçok basit insanlara teslim etmek de çok yazık değil mi? Mamafih hiç de lâyık olmadıkları bu rütbelere nailiyetleri dolayısıyla akıllarının erebildiği işlerde epey çalışıyorlar. Fedakârâne olmanın usulünü de biliyorlar. Bunları Yemen’e gönderecek yere bunlara birazcık fenni, ilmi malumat, askerliğin yüksek mesleği hakkında esaslı


tahsil yaptırılsa da badehu kıtaata verilse ne kadar iyi olurdu. Dün gece yazmayı unutmuş idim. Gece kum fırtınalarında giderken iki neferin konuşmalarına kulak verdim. Yahu …… diye bir memleket vardır. Sazdan, samandan içine girilmez tozdan, dumandan diye bir türkü vardır biliyor musun? Galiba bu memleket burasıdır. …….. : Ahmet be ben bu kum memleketini kendi hesabıma on paraya veriyorum. Ne on parası, beş para bile değmez. İnsanları getirip de burada kırdırmak akıl işi midir? Bunların konuşmalarını dinlerken rahmetli Talat Paşa’nın bir beyanatını işittim. Yemen’deki ihtilâl dolayısıyla pek yakın bir istikbalde Yemen’e asker gönderecek yerde Yemen’den ordularımıza asker getireceğiz. Yemen’i hiç bilmeyerek ve Yemen’i bilenleri de dinlemeyerek resmi bir ağızla ne kadar mantıksız beyanat. Hakikaten kum sahraları içinde yapılacak trenin istasyonlarından birinin binası gözüküyor. Bir tren yapılsa bile henüz birinin yolu caddesi mektebi, medeni hiçbir teşkilâtı olmayan bu pek basit, iptidai halkı defaten medeni vadide yürütmek ve cüzi bir zamanda yetiştirmek mümkün olur mu? Yemen, halkı ile Türkler arasında o kadar müthiş bir uçurum hazırlamış ki


tarif edemem. Mesela Zeydilerin pek mükemmel camileri olduğu ve İslâm dininde hiçbir ayrılık, gayrilik olmadığı halde Sünnilere mahsus ayrıca bir cami yapılarak Zeydilere karşı ayrı bir husumetimizi, İmam Yahya’nın bu veçhile de kuvvetlenmesi ve bizim aleyhimizde daima düşman olmasını temin etmişiz. Ne kadar da mantıksız bir iş. Bir Yemenli bizim Türkleri esasen Müslüman tanımıyoruz. Yehud diyoruz. Yemen’de Yahudiler en açık buğday rengi olduklarından bizleri de onlara benzeterek Yehud deyip dururlar. Yaptığımız zulümlerin haddi hesabı yok. Cebinde bakır büyük yüzüğü olanlar kâğıtlara basa basa makbuz olarak verir ve vergi tahsilini yapar. Binaenaleyh tahsilât bitmez tükenmez. Pek zeki olan Yemen ahalisi de bu su-i istimalâtı anlıyor ve Mehmet’imizin can ve kan bahasına ödüyor. Ne ise bu işi de uzatmayarak sadede gelelim. Dünden beri asker arasında dizanteri vakayii başladı. Ne cins dizanteri olduğunu henüz bilmiyorum. Bir de sıcak memleketlerde müthiş savletler yapan shiga dizanterisi ise, müthiş bir felâketle karşılaştık demektir. Gündüz onda Dürrü Ahmed’den hareket ettik. Artık toprak üzerinde yürüyoruz. Yürüyenler için yorulmak yarı yarı azaldı.


Hepimiz seviniyoruz. Hem şiddetli rüzgârlardan dolayı kum fırtınaları her tarafta kalın bir sis tabakası yapmıştır. Sıra sıra köylere tesadüf etmeye başladık. Akşamüzeri de taştan dağlar arasına giriyoruz. Vadilerde gayet semiz sığırlar, koyunlar, keçiler görüyoruz. Pek hoşuma gidiyor. Pîş-dârımız da mütemadiyen yürüyor. Asker çok dağıldı. Saat birde Bacel memlekete geldik. Binbaşı ile beraber kaza kaymakamına gittik. Miralayı orada bulduk. Burada mufassal bir kahvaltı yedim. Elimi yüzümü mükemmelen yıkadım. Serince su içtim. Askerin çok dağıldığını ve arkası alınmadığını ve saatlerce gelemeyeceklerini Yüzbaşı Tahir Efendi Binbaşı’yla haber verince, burada iki saat mola yapacağız. İki saat sonra hareket edeceğiz kati emir veriyorum. Fazla mütalaanızı dinlemiyorum. İsterseniz gelmeyiniz gibi lisan mücadelesi başladı. Yorgunluk, maneviyatın düşkünlüğü herkesi sersemleştirdi. İki saat sonra hareket ettik. Düm-dâr olan ikinci bölük ile birinci bölük ve onlara inzimam eden döküntü efrâdı katiyen gidemeyeceklerini bağırarak söylemişlerse de Binbaşı Bey hiç aldırmadı. Saat beşte Meşafe’ye (Armü’l Meşafe) geldik. Derhal uyudum. Diğer bölükler yediye doğru geldiler.


16 Şubat: Sabah on ikide uyandım. Vizite borusu çalıp duruyor. Derhal iş başına geçtim. Altmış hastamız var. Ekserisi dizanteri ve ayak vuruğu. İmkân nispetinde tedavilerine çalışıyorum. Hafif yağmur yağıyor. Hava serin. Ufukta Yemen’in sarp dağları göklere yükselmiş görünüyor. Öğlene doğru hava ısındı. Arabistan usulü saç üzerinde ekmek pişirip yedik. Anadolu’da da köylüler pide pişirirler. Fırka ve alay kumandanları geldiler. Fırka sertabibimiz hiç yok. Onbeşinci Nizamiye Alayı’nın ikinci taburu gelip geçti. Bugün Bacel Kasabası’nda Pazar olduğundan köylü Araplar Bacel’e doğru akın ediyorlar. Buralarda kadınlar tamamen açık ve hatta dekoltedir. Ve hepsi hasır şapkalarla geziyor. İslâm diyerek yanımızdan geçtiler. Demek ki İslâm kadınlar evvelden beri böyle gezmelerine mâni-i dinî varmış. Bu mutaassıp muhitte mâni-i dinî olmasa hangi kadın böyle açık gezebilir. Saat dokuzda hazırlanmaya başladık. Yazmayı unutmuştum bu menzil noktasında da ne idari ve ne de sıhhi hiçbir tertibat yoktu. Askerler çay, peksimet yediler. Günden güne kuvvetten düşüyorlar. Ancak saat on ikide yürüyüşe geçebildik. Üç saat manasız bir şekilde ayakta yürüyüp durduk. Bir saat sonra küçük


dağlar arasına girdik. Tedrici yükseliyoruz. Etrafta simsiyah dağlar görünüyor. Sık sık Arap köyleri yanından geçiyoruz. Aman ne iptidai köyler. Ne basit insanlar, hayatın binlerce meşâkkına göğüs germiş kupkuru insanlar. Hemcinsimize ne kadar yazık. Gece ikide Beha nam konak mahalline geldik. Miralay Bey’in oturduğu Arap evine gittik. Tekmil İslâm kadınları açık ve dekolte hizmet ederler. Pek çirkin ve zayıflarla karşılaştım ve çok müteessir oldum. Arap kızlarının elinden leziz ve nefis kahveler içtik. Tavuklar pişirip âlâ karnımızı doyurduk. Saat altıda uyudum. Sabah uyanınca viziteye başladım. Bugün elli hastamız müracaat etti. Hastalıkları da daha hafif. Burada gördüğümüz insanlar pek iptidai bir vaziyettedirler. Koyun, keçi ve sığırları pek fazla ve semizdir ve çok ….. hayvanlardır ve vücutça dolgundurlar. Gözleri mücellâ ve çok cazibe-dârdırlar. Bu gördüğüm yol üzerindeki insanlar ahlâkiyatta ……. …..dirler. her taraf mümbit, mahsul-dârdır. Sular da nispeten iyidir. Binaenaleyh yerli halk zengin ise de sefaletle yaşamak itiyadında bulunmaktadırlar. Bu köyün etrafında tepeleri sivri ve simsiyah dağlar vardır. Hicaz’da da Yemen tarzında simsiyah dağları bilahare


görmüştüm. Bu sivri dağların tepesinde kaleler, burçlar, Arap evleri görünüyor. Asayiş olmadığından bedbaht insanlar en müz’ic yerlerde barınmak mecburiyetinde kalmışlar. Bu muhitte süt ve ayran pek mebzûl ve çok lezizdir. Burası yol üzeri bir konak mahalli olduğundan hile, desise, ahlâksızlığın pek ileri derecede olduğunu görüyoruz. 17 Şubat: Sabahleyin hava serin ve kapalı, yüksek dağların tepeleri bulutlarla mestur. Arap evleri az çok bizim köy evlerine benziyor. Bizim köy evleri birçok yerlerde kerpiçten yapılmaktadır. Burada ise kereste, hasır ve onun üzerine de siyahımsı bir ot konarak yapılıyor. Halk da tam iptidai vaziyetini muhafaza etmişlerdir. Kuyular kırk elli kulaça kadar derin olmasına rağmen çıkan sular yine sıcaktır. Saat sekizde Obal’a müteveccihen hareket ettik. Öğlende hava çok sıcak oluyor. Herkes ter içindedir. Bugün yürüyüşümüz çok iyi. dümdüz mezrû’ bir ova içinde gidiyoruz. Etrafımızda gayet sarp ve dik siyah renkte dağlar vardır. Ahalisinin hepsi Şafii mezhebinde Araptırlar. Köyler pek ziyadedir. Mümbit, mahsûldâr ovalar, meşcereler, hatta ormanlar yanından geçiyoruz. Denize yakın mahallerde gördüğümüz sıcak memleketlere mahsus şemsiye gibi


yayılmış ağaçlar buralarda yok. Dürrül İslâm Köyü’nde su içtik. On ikide leü’l-hamd bir jandarma karakolumuza rast geldik. Jandarmalar hep Arap. Burada birer kahve içtik. Sivri ve çok yüksek dağlar ziyadeleşiyor. Aynoroz gibi bunlarında tepelerinde köyler var. Köylerin hepsi surlarla muhat ve mazgallıdır. Hükümetimizin asayişi temin hususundaki aczi şayan-ı hayret derecededir. Dağlarda meskûn Zeydilerle muharebe edip avdet eden müsellah Arapları yollarda görüyoruz. Ne manasız, mantıksız bir idare. İnsanları birbirine kırdırıyoruz. Her biri şehit diye ölüyor. Saat birde büsbütün dağlık ve taşlık aralarına girdik. Yolumuz çok taşlık. Dik aşağıya gidiyoruz. Vadide akarsu görüyoruz yine yükseldik ve bir ovaya çıktık. Artık böyle ufak tepeleri vadileri gelip geçiyoruz. Gece üçte Obal Köyü’ne geldik. Kumandan İbrahim Paşa burada olduğunu işittik. Mola etmeden yine buradan gece beşte Dürrül Hay Köyü’ne geldik. 18 Şubat: Bu akşam pek rahat uyudum.sıhhat-i tâmda uyandım. Etrafımız pek yüksek ve çok sivri dağlarla muhat. Denizden dört günlük yol uzaklaştığımızdan her taraf zümrüt gibi yeşil. Yüz metre kadar derin bir vadide


…… iki taş donarak büyücek bir dere şarıl şarıl akıp gidiyor. Her tarafta yemyeşil mısır tarlaları, ormanlar, ahali hayvanat mebzulen mevcuttur. Her tarafı Rumeli’nin letafetini andırıyor. Hepimizde sevinç neşe hisleri taştı. Kasvet-âbâd kum diyarından leü’l-hamd artık kurtulduk. Hava nispeten serin, öğleye şiddetli Ednib rüzgârı esmese daha iyi olacak. Öğle yemeğini yedikten sonra dere boyuna indik. Çemenzâr, yeşillikler arasında dere boyunda oturduk. Mendillerimi, havlumu mükemmelen yıkadım. Elimi yüzümü mufassalan temizledim. Temiz çamaşır değiştirdim. Öğlen esen şiddetli Ednib rüzgârı her şeyimizi, tozunu dumana karıştırıp ve berbat ediyor. Gayr-ı muntazam harekât-ı askeriyemiz, …..nin lâkaydisi sıhhatimizi çok sarstı. Efrâdın ahvâl-i sıhhiyesi berbat bir hâldedir. Yüz elliye yakın sürgünlü hastamız var. Bu da bizim için büyücek bir felâket. Allah beterinden muhafaza buyursun. Tedavileriyle uğraşıp duruyorum. Gece Kalkandelen taburu yüzbaşılarından Hafız’ın davetine gittik. (Rakılar, bol mezeler, ahenklerle iyi eğlenip)* Beşe kadar oturduk. En rahat bu gece uyudum. Yarın yine hareket ediyoruz. Emri tebellüğ ettiler. Emirde yine hiçbir sarahat ve yürüyüş hakkında tedbirler


ve saireden eser yok. Yarabbi ne mantıksız yürüyüş emri. Yürüyüş emri hakkında bazı evâmir-i sıhhiyenin de yazılmasını tabur kumandanına söylemiş isem de hiç aldırmadı. Yarın yine gidiyoruz. İşte bu kadar. Askerlik mefhumunu bile bilmeyen çok basit * Parantez içerisindeki kısmın üzeri çizilmiş. ve hatta zavallı bir adam. Kalbi ve vicdanı çok temiz ama hepimize ve dolayısıyla memleketimize, ordumuza da zebani oluyor. [Elden ne gelir ağlamadan başka bu hâle] 19 Şubat: Bugün yine bir sabah neşesiyle uykudan uyandım. Etrafın manzarası cidden pek latif. Kumlar arasında geçen yedi sekiz günlük kasvetli hayattan leü’lhamd kurtulduk. Esasen kumun rengi çok ……dır. [Bizim aksi talih Umumi Harp’te de beni Sina Çölü’nde kumlar arasında bir sene yaşattı. Kanal’a bile gidip geldik. Bu hatıratı da sonraları yazacağım.] Buradan dört tabur hareket edeceğiz. Taburların büyük ağırlıklarını bu Dârü’l Hayy Köyü’nde bırakacağız. Hakikaten hayat köyü. Her taraf yemyeşil mısır tarlaları, ekinler, ağaçlar, darılar, akarsular, her yer cennet gibi vesselâm. Tam böyle neşeli neşeli gezerken Kalkandelen Redif Taburu’nda kolera zuhur ettiğini mezkûr tabur


doktoru resmen alaya bildirdiğini haber aldık. İşte en büyük felâket. Bu mantıksız yürüyüşlerde yollarda suların muhafaza altında bulunmamasının, on binlerce insanın geçeceği yollarda hiçbir fenni tetkikat ve taharriyat-ı …….. yapılmamasının ve bu kıtalar başında emr-i sıhhi olmamasının, işte zehir-nâk ve pek felâketli bir neticesi. O hâlde aynı yolda yürüyen, aynı suları içen bizim taburun efrâdı arasında da kolera patlak vereceği muhakkak, yarabbi sen bu biçare zabitân ve efrâdı muhafaza buyur. Herkesi dehşet aldı. Bir saat sonra bizim tabur …… dördüncü bölüğünde de kolera arazını tamamıyla gösteren bir neferi gördüm. Ben de derhal bir raporla tabur kumandanına bildirdim. Saat yedide ikinci bölükten diğer bir nefer de vadide hastalanıp kaldığını söylediler. Yukarıya getirilince bu da kolera olduğu tahakkuk etti. Müthiş rüzgârlarla ortalık esasen berbat bir hâlde. Nizamiye Taburu’ndan bir günde on musâb olduğunu haber verdiler. Kolera sâikavî bir şekilde zuhur ediyor. Akşama kadar derhal yedi vefat oldu. Felâketin pek acı safhalarıyla gittikçe karşılaşıyoruz. Alay etıbbâsı tarafından yaptığımız bir içtimada taburların bu mevkiden hemen uzaklaştırılmasını karar altına aldık ve bâ-rapor alay kumandanına bildirdik.


20 Şubat: Bu sabah kolera musâbları ziyadeleşti. Behemehal bu mülevves mevkiden taburlarımızı hareket ettirmek için binbaşıyı tazyik edip duruyorum. Herkesin kuvve-i maneviyesi berbat bir hâldedir. Tabur için münasip bir mahal bulmak üzere etrafı gezmeye çıktım. Bir saat ileride suyu mazbut ve mükemmel bir mahal bulunca acele avdet ettim. Saat on birde taburu o mahalle naklettirmeye ve bu mülevves yerden kurtarmaya muvaffak oldum. Bizim iki koleralı hastayı Darü’l Hayy’da bıraktım. İlaçlarını, haplarını içirmek için çadırlarının içine girdiğim vakitte toz, topraklar üstünde ah ve enînler arasında hayatla nasıl pençeleştiklerini hissettiğim ıztırâbât tahammülün fevkinde idi. Kalkandelen Redif Taburu’yla Nizamiye Taburu çok feci vaziyette olduklarını işitiyoruz. Hâlâ taburlarına bir münasip bir mahal bulamadılar. 21 Şubat: Bugün bizim taburda musâb yok Cenab-ı Hakk’a binlerce şükür. Yaptığımız tedbirlerde büyük isabetler oldu. Saat ikide bulunduğumuz bu ıssız mahalden hareketle dörtte Hacile namında tam Yemen Dağlarının eteğinde büyücek bir memlekete geldik. Bir saat oturup yemek yedik. Yedi şüpheli kolera hastasını bir gün evvel ıssız olan ordugâhımıza gönderdim. Orada esasen büyük


ağırlıklarla eczacı beyi bırakmıştım. Kolera hastalarının tedavisi ile tedâbir-i sıhhiye hakkında bir talimat verdim. Esasen Kalkandelen Redif Taburu Tabenk mevkii yakındı şimdi biz Hacile’nin sağ tarafında hedef-i harekât olan sırtların eteğinde bulunuyoruz. Karşıdaki sivri ve siyah dağların tepelerindeki Lokmetü’l Muhammedi ve Mebar köylerini zapta memuruz. Bilahare de Şanfur Boğazı’ndan ilerleyerek Meneha’nın sağ taraflarında, üç bin metreden daha yüksek irtifadaki Beyt-i Şalah Köyü’ne harben gireceğiz. Bu muhit kâmilen Zeydidir. Harekât-ı askeriye hakkında verilen emirleri yazmayı fuzuli gördüm. İki nizamiye ve iki redif ve bir topçu taburu hareket ediyoruz. Saat altıda pîş-dâr olarak üçüncü bölüğümüz hareket etti. Biz de yedide hareket ettik. Hacile’nin sağında vadiler istikametine gidiyoruz. Yedi buçukta pek eski ve tarihi ormanlar içinde Sanfur Vadisi’nde gidiyoruz. Nizamiye taburlarıyla Kalkandelen Redif Taburu ve topçular müsademeye başladılar. Top, tüfek sedaları işitiyoruz. Hayat-ı askeriyeyi şimdi görüyorum. Askeri mektebinde dokuz sene tahsil ve beş, altı sene de hastanelerde bulunduğumuza rağmen askeri hiçbir malumatımız yok. Gerçi tababeti iyi tahsil ettirdiler ve fakat tababet-i


askeriyenin ayrıca bir farkı olduğunu bu harekâtta anlıyorum. Ağır, hafif yaralıları ne yapacağız, kabil-i nakil bir hâle nasıl koyacağız ve ne suretle götüreceğiz. Gayr-ı kabil-i nakil yaralıları nerede ve kimlere teslim edeceğiz. Kabil-i nakil olanları nereye göndereceğiz. Bunları kim tedavi edecek. Bu işlere dair hiçbir malumatım yok. Yalnız doktoruz o kadar. Doktorluk başka askeri doktorluğun seferde ve harpteki vazifelerinin cereyan edeceği şerait büsbütün başka. Bunları bize kimse öğretmedi. Manevralarda bu nokta-i nazardan yetiştirilmedik. Bu gibi vazifelerde istinat edeceği menzil teşkilâtı yok. Sertabip yok. Hastanelerin nerede olduğunu bildiren bile yok. Kabil-i nakil mecruhları, hastaları nerelere ve hangi vesaitle göndereceğimize dair hiçbir emir almadık. Ya gayr-ı kabil-i nakil yaralı ve hastaları ne yapacağız. Sıhhiye teşkilâtımızda gerçi eczacı, cerrah varsa da yürüyüşte, muharebe vaziyetinde bunlardan hiçbir istifade yok. Seferi vaziyette, hastanelerde eczacının ilacı yapması, cerrahın yaraları pansuman etmesi noktasından az çok kaideleri olabilir. Harbi vaziyette, yürüyüş halinde yarayı ben sardım, pansumanı ben yaptım. İlaçları da pek âlâ tartıp ve paket, güllaç yaparak veriyorum. İlaçların birçoğu da komprime,


pastil, kaşe ve saire gibi müstahzar bir hâlde olduğundan tartmaya, paket yapmaya da hacet yok. Hâlbuki bana bu vazifede en çok lâzım gelen şey sıhhiye efrâdı, teskere, teskereci efrâdı, sıhhiye arabası, dağlara mahsus sıhhi vesait-i nakliye ki bunların hiç biri yok. Ne ise bu vaziyet içinde bakalım nasıl çalışacağız, nasıl hizmet edeceğiz. Ormanlar arasında vadide yürüyüp gidiyoruz. Dağların tepelerindeki burçları asker kuşatıyor. Gece bu vaziyette ikiden dokuza kadar uyuduk. ….. sabah su ve peksimet almak üzere …… birkaç asker mekâre geriye gönderdiler. Sabah şafakta harp başladı. Her tarafta top, tüfek sedaları. Biz de çayla peksimet yiyoruz. Miralay beyimizde hiçbir kati emir yok. Harekât-ı askeriyede hiçbir intizam da yok. Küçük zabitanın hüsn-i idaresi ve efrâdın metinâne hareketleri hoşuma gidiyor. İlk hücum olunan Cüreybe tepeleridir. Saat üçte ateş ziyadeleşti. Her tarafta yuha sedaları, dağlar arasında aksedip duruyor. Eğlenceli bir âlem. Bu Cüreybe tepelerinin arkasında nizamiye taburları ve topçular ateş edip duruyor. Bizim tarafta mavzer ve mitralyöz sedaları işitiliyor. Asker her tarafta tepelere yaklaşmaya başladı. Su


başını zapt etmek için asker pek şiddetli hücumlar yapıyor. Kalkandelen’in birinci ve dördüncü ve bizim üçüncü bölük pek şiddetli harp ediyor. Su başını zapt edemiyorlar. Su başını zapt etmek için top lâzım olduğunu alay kumandanı fırkaya yazmıştı. Bilâhare top geldi. Kalkandelen Taburu Cüreybe tepelerine çıkmaya başladı. Her tarafta yuha sedaları dağları çınlatıyor. İki bin metre irtifada bulunan Cüreybe tepeleri tırmanarak saat dörtte zapt olundu. Arapların kuleleri burçları yanıyor. Su başında hâlâ harp devam ediyor. Göğe ser çekmiş yüksek kulelerden askere mütemadiyen ateş ediyorlar. Hava pek sıcak, asker de su yok. Asker susuzluktan kıvranıp duruyor. Her tarafta suyu mebzul olan bu mıntıkada kumandanın tedbirsizliği yüzünden asker susuz kalıyor. Şayan-ı hayret işler. Fırka kumandanına karşı herkes nefret hisleriyle mütehassis oldular. Miralayımızın da fırkadan telâkki ettiği emirleri tatbikte daima mütereddit olduğundan iş görülmüyor. Saat onda Kalkandelen’in kahraman askeri su başını da zapt etti. Çok şükürler bir yaralı bile yok. Gece bulunduğumuz mevkide yatarak sabahı bulduk. 22 Şubat: Bugün ale’s-sabah iki bin metre

irtifadaki

tepelere çıkmak üzere saat birde hareket ettik. Nizamiye


Taburu’yla Kalkandelen Taburu’ndan koleralı ağır hastaları Hecile’ye göndermişlerse de bu hastaların ekserisi vefat ettiğini işitince çok müteessir oldum. Bizim taburdan Leü’l-hamd hiç vefat yok. Bizim taburdan ağırca olan beş hastayı kâh sedyelerle ve kâh hayvan sırtında yeni zapt olunan tepelerde götürmeye çalışıyoruz. Bu beş hastayı Hecile’ye göndersek bile bugünden sonra hasta olanları bi’z-zarûr beraberce götüreceğimizden bu beş hastayı da beraberce götürmek daha muvafık, ilacını çayını, suyunu bizzat vererek hizmet ediyorum. Hizmet ettikçe kalben, ruhen büyük bir zevk-i manevi hissediyorum. Çok ağır olan bir hastayı taşımakta tereddüt eden ve çekinen efrâdı görünce zayıf neferi sırtıma alıp taşımaya başladım. Efrâd utandı. Hemen yanıma gelip hastayı aldılar ve taşımaya başladılar. Hasta neferi sırtımda götürürken üstüme başıma kusuyordu. Koleranın sirayet edeceğini düşünmüyordum. Mütemadiyen konyak, çay, ….. içiyorum. Bu günkü hizmetten vicdanım daima bana tebcîl ve tebrik ediyordu. İnsanlar bir işi muvaffakiyetle başarırsa büyük bir zevk duyarlar. Ben de en büyük zevki bugün duydum. Çanakkale ve Kanal harekâtında da böylece iki mühim iş görerek kendi vicdanımın alkışlarıyla sermest olmuş ve


yaratanıma hamd ü senalar etmiştim. Sonraları bunları da yazacağım. Yalçın kayalarda tırmanarak çıkıyoruz. Yollar adeta merdiven merdiven, ancak bir adam geçebilecek kadar dar yollarda herkes bin müşkülâtla yürüyor ve hele efrâdın canı burnuna geliyor. Küre-i arzın belki hiçbir tarafında bu kadar fena yol yoktur. Vicdanımın kati emriyle hastaların naklinde pek ziyade mihen ve meşâk çekiyorum. İki defa bayıldım. Askerler mütemadiyen başıma su döküyorlar. [Muhtıra defterimden aynen yazıyorum.] Baygınlığım geçti. Etrafta ah ü enîn sedaları yükseliyor. Eter, kafein ampulleri şırınga edip duruyorum. Bu sıcak mahalde eter ampulünü şırınga içine almak da ne kadar güç, derhal uçuyor. Sekiz neferi sıhhiye işlerinde yetiştirmeye başladım. Her birine amonyak şişeleri verdim. Bayılan neferlere koklatıyor ve eter şırıngası yapılıyor. Yüzü, gözü yıkanıyor ve açılıyor. Bu günkü hayatımız mahşerden, kıyametten bir numune idi. Böyle hizmet ettikçe vicdanen büyük bir zevk duyuyorum. Leü’l-hamd hiç kimse de ölmedi. İlk geldiğimiz kulelerde insan değil hayvan bile oturamaz. Aman yarabbi ne uçurumlar. Ne korkunç yerler. Bütün dağ eteklerinde kahve


ağaçları var. Buz gibi nefis sular da mebzûl. Bu burçlarda iki saat istirahat ettik. Onda hareket ettik on ikide diğer bir kuleye geldik. Burada sığınarak geceyi geçirdik. Başı kesilmiş bir Arap’ın ….nı gördük. 24 Şubat: Sabahleyin tam bir sefâlet-i hayâtiye içinde uykudan uyandım. Bir saat geride bir kulede bırakmış olduğum hastaları görmek üzere aşağıya gittim. Bu yollarda ve hatta hayvanlardan başka kimse yürümez. Kalkandelen Redif Taburu efrâdından koleradan vefat eden bedbahtları defnetmek üzere uğraşan arkadaşlarının hâli beni pek ziyade müteessir etti. Aman Allah’ım daha felâketler göreceğiz. Aşağı kulede elli hastamız var. Ağır hastaların daha yukarı nakil olunmalarına imkân bulamadım. Bi’l-mecburiye sedye ile bizim ağırlıkların bulunduğu Dârü’l Hayy mevkiine gönderdim ve bunların usûl-i tedâvileri hakkında uzunca bir talimat eczacıya gönderdim. Cümlesinin Cenâb-ı Hak muayyinleri olsun. Kalkandelen Taburu’nda kolera pek ziyade. Bizde henüz o kadar şiddetli değil. Gece gecelediğimiz kaleye dönünce yine baygınlık geldi. Düşüp bayılmışım. Bir saat sonra kendimi toplayabildim. Bolca çay içtim. Kuvvetim yerine gelince bizim üçüncü bölükten bir neferin koleraya


tutulduğunu gördüm. Zaten pek takatsiz olan elli neferle beraber bu koleralı hastayı da kulede bıraktım. Bolca gıda da verdik. Koleralı neferden hastalığın geçmemesi için çekinmelerini diğer neferlere tafsilen anlattım. Haydi, bakalım felâketler katmerleniyor. Üçte taburumuzla hareket ettim. Dünkü yollardan yüz misli daha fena ve pek dik yollardan çıkıyoruz. Aman Allah’ım bu ne kahhar bir hayat. Taburumuz cerrahının bindiği hayvanın üzerine yürüyüşlere pek çok lâzım olacak ilaçların bir kısmını yüklemiştik. Biçare cerrahın ayakları kayarak uçuruma yuvarlandı. Hayvanla beraber cerrahın tekerlenerek yuvarlandığını görmek beni büsbütün çıldırttı. Merhamet yarabbi diye bağırmaya başladım. Cerrahı kurtarmak için birkaç Bedevi ve beş on asker orada bıraktık. Biz de alaydan emir almaksızın ve emir almaya da imkân bulamaksızın ben ilk önce tarif edilen Beytü’sSalâh istikametine Arap kılavuzların himmetiyle tırmanıp gidiyoruz. İnsanlar ne kadar acı felâketlere tahammül ederlermiş. Bu ne müthiş dağlar, kayalar. Buralarda yalnız yabani hayvanatı görüyoruz. Ceylan, maymun sürülerini daima görüyoruz. İnsanların ne çıkmaz canı varmış. Cenâb-ı Hak ömür verince böyle mütemadiyen


sefaletlere katlanıyorlar. Cenâb-ı Hakk’ın kudretiyle ancak yürüyebiliyoruz. Yalçın kayalarda tırmanarak çıkmak çok zor ve kahhar bir iş. Bu vahşi dağların tepelerindeki burçların asker tarafından yakıldığını ve köylülerin kaçtığını görüyoruz. Ahali, hayvanat ve zahireler kâmilen yakılmış ve mahvedilmişti. Çok yerlerde şaşkınlıktan …… verdiği sıkıntı ile mevcudiyetimizi böyle yakarak, yıkarak idameye çalışmadık mı? …….. idarelerin hiç sonu geldi mi? Yollarımızda sık sık buz gibi memba sularına tesadüf ediyoruz. Saat on birde üç bin metreden fazla irtifada Beytü’s-Salâh’a geldik. Araplar bolca ekmek ve bir sığır getirdiler. Ve fakat bir dirhem tuz yok. Tuz tedarike imkân da yok. Tuzsuz et nasıl yenir. 25 Şubat Cuma: Geceyi Beytü’s-Salâh’ın civarında yanmış olan bir köyün camiinde geçirdik. Hepimiz bitap bir hâldeyiz. On beş günden beri siftah olarak taze ekmek ve et yedik. Sabahleyin uyandığımda civarımızdaki dağların tepelerinde yedi sekiz kat binalar ateşler içinde yanıyor. Beytü’s-Salâh Şafii mezhebinde ve hükümete münkad olduğundan yakılmamış. Olduğu gibi duruyor. Beytü’s-Salâh’ın şeyhi bizi davet etti. Köy evlerinin


kâffesi Beyoğlu apartmanları gibi yüksek ve muhteşem binalar ise de içerileri tamamen ahır gibidir. İkramları kahve kabuğunun menkuundan ibarettir. Kahve kabuğunu çay gibi yapıp veriyorlar. Şekersiz olduğuna rağmen tatlı ve hoş bir şey. Üç günden beri tuzsuz yemek yediğimizden dolayı bize bir miktar tuz vermelerini şeyhten istedik ama vermediler. Dağlarda başıboş bırakılan altı adet âlâ sığırı asker yakalayıp getirdiler ve derhal kestiler. Hep tuzsuz yiyoruz. Araplar güç hâl ile iki yüz taze ekmek getirdiler. Akşama doğru ikinci bölüğümüz kendi kendine gelmeye başladı. Pek sefil ve perişan bir hâlde aç bi-ilaç üç günden beri kuleleri zapt ettikten sonra berbat olmuşlar. Bir nefer açlıktan öldüğünü rivayet ediyorlar. Bizim de (Kurabiniye) burcunda bırakmış olduğumuz hastalardan ikisi vefat etmiş. Kalkandelen Redif Taburu’yla müştereken harbeden ikinci bölüğümüz Kalkandelen Taburu’yla teması kolera vakayiinin ziyadeleşmesine sebep oldu. Ciğerlerimizi parçalayan vakayi ziyadeleşiyor. Cerrahbaşı’yı getirdiler. O da koleraya tutuldu. 26 Şubat: Bu sabah erkence uykudan kalktık. Hava çok soğuk olduğundan büyük bir ateş yaktık. Binbaşı,


Yüzbaşı Mehmet Efendi ve ben ne tarzda bir hareket takip edeceğimizi müzakere etmeye başladık. Ekmeksiz, gıdasız, ilaçsız, çadırsız olarak böyle çok yüksek ve pek soğuk olan bu mahalde barınmaya imkân olmadığından

Meneha’ya

müteveccihen

sürünerek

gitmeye karar verdik. Ne fırkadan ve ne de alaydan hiçbir emir telâkki etmiyoruz. Gayr-ı kabil-i nakil dört hastayı kendi köylüleri hemşerilerinin emanetinde bırakmaya karar verdik. Beytü’s-Salâh esasen Şafii mezhebinde olduklarından askerlerimize fenalık etmezler. Meneha da yakın olduğundan bu hastalarımıza yardım etmek imkânları vardır. Kabil-i nakil hastaları mekârelere bindirerek saat birde hareket eyledik. Yine mütemadiyen dağlara tırmanarak, vadilere inerek gidiyoruz. Mekâreler yükleriyle beraber uçurumlara yuvarlanıp gidiyorlar. Nereye bakılırsa fecaat, sefalet, ciger-sûz vakayi ile karşı karşıya bulunuyor. (İşte Yemen harekâtı) bu acı vaziyetlere herkes başını çevirip bakmadan ilerlemeye çalışıyor. Mahşere bir numune, burada her fert kendi nefsini kurtarmakla meşgul. Taburun birçok levazımatı yollarda dökülüp saçılarak bırakıyoruz. Saat onda Hacire Köyü’ne geldik. Sana Caddesi pek


yakın olduğundan kalben pek müsterih olduk. Cenab-ı Hakk’a binlerce şükür ettik. Bu köyde bulunan Onaltıncı Alay’ın birinci taburunda koleradan yedi sekiz vefat olduğunu doktorları söylediler. Binbaşı Bey ile birlikte Meneha’ya gittik. İnsanlar mefkûrelerinde tasavvur bile edemeyecekleri bambaşka bir memleket. Hep taştan yüksek kuleli, beş altı katlı binalar. Askere un, pirinç, yağ. Yeni Fırka Kumandanımız Miralay Rıza Bey’le görüşerek gece ikide tabura döndük. Bitap bir hâlde yatağa serildim. 27 Şubat: Bu sabah kolera musâbının taburumuzda da ziyadeleşmesi üzerine lâzım gelen sıhhi tedbirler yapmakla beraber muktezi ilaçların aldırılmasını ve dezenfeksiyon aletinin Meneha’dan getirtilmesini Binbaşı Bey’e söyledim. Binbaşı derhal Meneha’ya gitti. Nizamiye taburlarından iki çadır alarak kolera musâbînini buralara yerleştirdim. Ayrı apteshaneler yaptırttım. Sularını, gıdalarını her şeylerini taburdan ayırdım. O zamanlar aşı yok, bir şey yok. Şimdilik on kolera musâbı vardır. Cerrahımız düştüğü uçurumdan kurtarılarak doğruca Meneha Hastanesi’ne getirildi. O da kolera olduğu tebeyyün etti. İstanbul’dan berâ-yı teftiş biri asker ve biri sivil olmak


üzere iki doktor gelip hastalarımızı muayene ettiler. Beni de çadır içinde koleralı hastalara ilaç verirken görünce, evlâdım sana yazık değil mi, anan baban yok mu, kendi kendini acımıyorsan bari onları düşün de koleradan biraz kendini koru. İnsan bu kadar tedbirsiz hareket eder mi. Evli misiniz. Evet dedim. Bir çocuğum bile var. Vah vah sana yazık değil mi deyince maneviyatımın barometresi sıfırdan aşağı düştü. Hay Allah kahretsin aklıma hiç gelmeyen felâketi bu kadar acı şekilde yüzüme çarpmak olur mu? Bu gece peygamberimizin doğduğu gece, te’siden toplar atılıyor. Bütün Arap köyleri meşaleler yakarak bu mübarek geceyi tes’id ediyorlar. Büyük Allah’ım bu mübarek gece hürmetine bizlere merhamet. Erkence uykuya yattık. 28 Şubat: Bu sabah uykudan rahatsız olarak uyandım. Birbirini müteakip iki defa ishal geldi. Dünkü doktorların ihtarâtı derhal aklıma geldi. Koleradan tiril tiril titremeye ….. daldım. Maneviyatım pek zebûn bir halde. Bir mektup postaya verdim. Binbaşı Bey ben koleraya tutuldum. Berâ-yı tedavi Meneha’ya ve oradan da İstanbul’a gideceğim dedim. Binbaşı telâşlı telâşlı yüzüme baktı. Daha sık sık apteshaneye taşınmaya başladım. Atıma binerek Sana yoluyla doğruca


Hudeyde’ye gitmeye ve oradan bir zamyuna binerek karşıki sahilde Cibuti gibi bir memlekete geçip oradan İstanbul’a gitmek gibi pek vâhi ve çok manasız, mantıksız hayalât başladı. Binbaşı Bey’e bu fikirlerimi söyleyince büsbütün şaşaladı. Gözleri yaşla doldu. Binbaşı Bey’in bu zaafından daha ziyade müteessir oldum. Derhal Meneha’ya gitmek üzere yola çıktık. Kabristan önünden geçerken burada ölüp defnedileceğimi düşündüm. Çok müteessirim. Öldükten sonra kabrimi kimse ziyaret edemeyecek. Yemen gibi bir diyarda ölmek çok acı bir şey. Bana pek sadıkâne hizmet eden emir neferim Murat’a bakınca onun da ağladığını görmek yeisimi ziyadeleştirdi. Murat niçin ağlıyorsun deyince annem, çocuklarsım aklıma geldi efendim, onun için ağlıyorum. Hâlbuki teessürle daima yüzüme bakıp ağlaması çok manidar, ara sıra efendi niye bu kadar yüzünüz karardı, çok mu hastasınız diyor. Meneha’ya

vardık.

Fırka

kumandanının

yanına

girmekliğimi Binbaşı Bey bırakmadı. Ben şimdi girer sana izin alır ve seni doğruca Hudeyde’ye gönderirim diyor. Ben de dışarıda bekledim. Kumandanın dairesinin önü açık bir meydanlık. Gönlüm biraz ferahladı. Bir baytar yüzbaşısının elinde sıcak beyaz bir tayın ekmeği olduğu hâlde önümden


geçince hiç sıkılmadan baytarın üzerine giderek elinden tayın ekmeği alıp derhâl yemeye başladım. Azizim niçin böyle zorla ekmeği alıyorsun. İstemiş olsaydınız yine verirdim, dedi. Ben dinlemeyerek hemen yedim. Binbaşı beşûş bir çehre ile çıktı. Kumandan bey dedi ki hastane sertabibini görünüz. Bir rapor alınız ben de derhâl Sırrı Efendi’ye izin veririm. Oradan hastaneye gittik. Aman yarabbi o ne mahşere numune olacak bir hastane. Tekmil koleralılarla dolu, bizim cerrahbaşı da koleradan ağır bir vaziyette yatıyor. Bu ciğerimi yakıcı hâl beni büsbütün deli etti. Hastaneden kaçmaya başladım. Sertabip Bey de orada değilmiş. Evine gitmiş. Sertabip Bey’in evini bulup kapısını çaldık. Üçüncü kattan bir ses ah Sırrı Bey siz misiniz? Buyurunuz buyurunuz demez mi? Kapı açıldı, bir doktor kaymakam bizi karşıladı. Gerek hastalığın ve gerek yeis ve nevmidinin tesiriyle bu zatı hiç de tanımıyorum. Yahu Sırrı Bey beni tanımadınız mı? Buyurunuz yukarıya çıkalım diyerek koluma girdi. Ve beni birçok iltifatlarıyla, hürmetleriyle, ikramlarıyla yukarı çıkardı. Hâlâ kim olduğunu bilmiyorum. Odasına girip oturduk. Ateşe derhâl çaydanlığı sürdü. Dolaptan konyak çıkardı ve bana pek tatlı ve çok ruh-nevâz ve o


derece sevimli ve çok da beşuş bir çehre ile demek ki beni tanımadınız ha! Yahu 323 senesinde siz Manastır’da röntgen mütehassısı Sırrı Bey değil misiniz? Bir kış kıyamette beni Yanya’ya tayin etmişlerdi. Siz röntgen ile muayene ederek kalça oynak kemiğimde romatizma, topukta bir istihale olduğunu ve teeccülle Yanya’ya göndermek imkânı fennen kabil değildir diye siz rapor vermiştiniz. Ve benim hayatımı kurtardınız. Nasıl

tanımıyorsunuz. Ben de hatırladım.

Gülüştük, konuştuk. Bizim Binbaşı’yı prezante ettim ve dedim ki: Dün biri asker ve biri sivil olmak üzere iki doktorun tabura geldiklerini ve koleralıları gördükleri ve benim dikkatsizliğim cihetiyle koleraya yakalanacağımı ve hakikaten bu sabahtan beri mütemadiyen ishal gelmekte olduğunu ve taburumuzun cerrahı da koleraya yakalanıp hastanenizde ölmek üzere bulunduğunu ve beni evinize almanızı da doğru bulmadığımı söyleyince şifa ve yüksek kudret-i hayatiye akıtan neşeli gözleriyle ilâhi Sırrı Bey kolera oldunuz ha! Yahu siz doktorsunuz. Kolera teşhisi tamamen yanlıştır. Hiç kimse tetkikat ….. ….. yapmamıştır. ….. arazı üzere kati kolera denemez. Rumeli’nin güzel sularına alışmış olan mide ve bağırsaklarınız çölün pis, mülevves, sıcak sularını içmeye başlayınca sıcak


memleketlere mahsus ishal oldunuz. Harp ve darp ve sefalet-i hayatiye de inzimam edince ishaller ziyadeleşti. Çok sıcak iklimden defaten üç bin metre irtifaa çıkıp da soğuk iklime girince eller ve ayaklarınız üşüdü. Sert, soğuk sular da içince ishaller tabiatıyla ziyadeleşti. Binaenaleyh bu kolera değildir. İçiniz şu kışırı bakalım. Bir daha şu konyağı içiniz. Ne âlâ şimdi tamamen iyi olursunuz. Kuşağınız var mı dedi. Olmadığını söyleyince derhâl bir kuşak getirdi. Belime, karnıma mükemmelen sardı. Birbirini müteakip on beş kahve, kışır menkuu içtim. Bizim düşkün olan maneviyatım yükselmeye ve çılgınca düşüncelerim, duygularım kaybolarak tabii hâllerim avdet etmeye başladı. Yüzüm gülüyor, neşem artıyor, maneviyatım kuvvetlendikçe kuvvetleniyordu. Velhasıl pek düşkün olan barometremiz tamamen yükseldi. Binbaşı Bey’e baktım bu muhterem zat da neşeli neşeli gülmeye başladı. Bir baba şefkatiyle beni okşuyor ve seviyordu. Binbaşı Bey ben yanıldığımı anladım binaenaleyh hiçbir yere gitmeyeceğim. Sizle beraber gideceğim. Müsterih olunuz, inşallah Yemen harekâtının nihayetine kadar hep beraber bulunuruz. Cenâb-ı Hakk’ın karşımıza çıkarttığı bu kıymetli Sertabip Bey’in manevi ve maddi tedavisi


hastalığıma tam bir iksir gibi tesir yaptı. Sertabip Bey’e arz-ı teşekkürât ederek ayrıldık. Bu sefer emirber neferimiz Murat’ın yüzü hem gülüyor ve hem de yine ağlıyordu. Murat ne oluyorsun. Evet, siz iyi oldunuz. Yüzünüzde kapkara renk gitmiş. Bu Sertabip Bey ne kıymetli bir doktormuş, sizi ne kadar çabuk iyi etti. Ben de şimdi sevincimden ağlıyordum. Dedim haydi Murat hiçbir yere gitmeyeceğim. Hep beraber bulunacağız. Oradan doğruca tabura gittik. Aman efendim tabur zabitan ve efrâdın neşesine hayret ettim. Gülüp eğlenmeye başladık. Cenâb-ı Rabbime hamd ü senalar ettim. İshalim …ca devam ediyor fakat maneviyatım çok iyi ya, [Hayatımda en acı geçirdiğim gün bu gün idi. En çok annemi tahassürle hatırlıyordum.] Taburun bulunduğu köye geldik. Kolera musâbları on iki, vefat birdir. Derhâl taburu Beytü’l-Emir Köyü’ne gönderdik. Binbaşı Bey ben ve mülâzım Ömer Efendi eski burçlarda kaldık. Bir daha kalın fanila giydim. Rahatça uyudum ve bir mektup postaya verdim. 1 Mart 1911–1327: Evvelce fırka kumandanımızı değiştirdikleri gibi şimdi de alay kumandanlarımızı değiştirdiler. Fırka kumandanımız Miralay Rıza Bey, Alay Kumandanımız Erkân-ı harp Kaymakam Ali Fuat Bey


oldu. [Hâlâ Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa’dır. Bu zatla Suriye’de beraberdik. Şam’da Erkân-ı harbiye Reisi idi. Ben de evvela Çöl Sertabibi ve sonra, Şam’da menzil Sertabibi oldum.] Bu sabah alay kumandanının emriyle hastalarımızı Meneha Hastanesi’ne gönderdim. On sekiz koleralı var. Bulunduğumuz bu köy çok iyi. Sabah hafif ishal geldi. Sıhhaten daha iyiyim. Bu günü rahatça geçirdik. Bulunduğumuz köyde Mart’ın birinci gününde harman dövüyorlar. Köyün ekser ahalisi kaçmış. Ekin tarlaları, evler, burçlar hep yanıyor. Alay Kumandanı’ndan gelen emirde yarın Meneha’ya gitmekliğimiz emir olunuyor. Geceyi iyi geçirdim. Karnımda gurultu ve ishal hafifliyor. Geceleyin çok soğuk var. Köyün suları da iyi. Köyün etrafında taaffün etmiş Arap Lâşeleri var. 2 Mart Çarşamba: Sabah dokuzda kalk borusu vurdu. Askerlik hayatımızda bir intizam, bir ciddiyet başladı. On birde hareketle birde Meneha’ya geldik. Bugün bir mektup postaya verdim. Altıyı çeyrek geçe Umum Kumandan İzzet Paşa mükemmel bir alay ile geldi. Toplar atıldı. Bizi Birinci Alay’ın İkinci Taburu yaptılar. Topların mitralyözlerin arkasında, hareket


etmek üzere emir verildi. Sınıf arkadaşlarım doktorlarla görüştüm. Sıcacık bir tayın ekmeği ile peynir yedim. Bolca kahve, çay içiyorum. İlaçlarıma da devam ediyorum. İshal hafif devam ediyor. Her tarafta kolera pek şiddetli vardır. Vefat pek çok değil. Saat dokuzda Meneha’dan hareketle on ikide hep dik aşağı inmek şartıyla bir vadiye geldik. Saat ikide mehtapta …….. Karakolu’nun civarındaki vadide on iki tabur birleştik. Hayât-ı askeriyemiz tamamen intizam kesb etti. İştiha ile yemek yiyip yattım. 3 Mart: Her tarafı dağlarla muhat vadide sıcak bir havada uykudan uyandım. Taburun çadırları geride bırakıldığından güneşten muhafaza olunmak ve barınmak için bir yer yok. Efrâdın sıhhati nokta-i nazarından ne bir sıhhi emir ve ne de talimat-ı sıhhiye alıyoruz. Fırkanın sertabibi yok sertabibe lüzum olduğunu düşünen de yok. Ordugâhın suyu pek az ve çok pis kokuyor. Araplar kuyular içine lâşeler atmışlar. Bu müteaffin sular nasıl içilir. Suları tasfiye için permanganat ve şurekçilerle uğraşıp duruyorum. Efrâda un verilerek pide yaptırılıyor. Esasen çok yorgun ve zayıf olan efrâda hamur gibi pidelerden başka mevâdd-ı gıdaiye verilmiyor. Böylelikle sıhhat nasıl muhafaza olunur. Saat yedide hareket etmek


üzere emir verildi. Bugün Üçüncü Alayın ikinci taburu olduk alayımız da pîş-dâr oldu. Yolda nişancı taburları, topçular, mitralyöz ve ağırlıklar sağ taraftaki tepeleri tarayarak bizim tabur ilerleyecek, sol tepeleri Onaltıncı Alayın Birinci Taburu keza tarayarak ilerleyecektir. Pek fazla sıcak var. Bin müşkülatla yürüyoruz. Bir saat sonra sol taraf ateş açtı. On ikide ….. Karakolu’na geldik. Oralarda bulunan eşkıya ve Arap köylerine ateş açtık. Bizim tabur da harbe iştirak etti. Dört sabahtan beri iyi su bulamayan ve pis su da içemeyen asker bu gece dahi iyi su bulamadılar. Artık herkes suyun iyisini fenasını bakmayarak içmeye başladılar. Mülevves, berbat sular rağbet buldu. 4 Mart: Vücudum çok takatsiz bir hâldedir. İshal ve karnımda gurultu devam edip duruyor. Bütün efrâd ve zabitanın sıhhi vaziyetleri çok fena, koleranın tahribatı, sefalet-i hayâtiye, gıdasızlık, iklimin kâh çok sıcak, kâh çok soğuk olmasının tesirâtı, hayatın intizamsızlığı, bilhassa suların çok mülevves ve hatta müteaffin olması, …… ……. sular hakkında hiçbir tertibat yapılmaması çok fena tesir yapmaktadır. Kolera musâbları bu sefalet-i hayâtiye ile yine ziyadeleşti. Vefat da fazlalaştı. Yalnız hamurla, pide ile beslenen insanların ahvâl-i sıhhiyesi böyle olur.


Saat ikide …… Karakolu’nun önündeki vadiye indik. Vadinin şarkındaki tepeler bizim tabur tarafından işgal ve köylerden mevâdd-ı gıdaiye tedarik edilmek üzere birinci bölük gönderildi. Birinci bölük efrâdı tepeye çıkınca müsademe yine başladı. Bu kadar takatsiz olduklarına rağmen kahraman-âne savlet ederek saat beşte Mafur Köyü’ne vardılar ve köyü yaktılar. Tam ateş şiddetli olduğu bir zamanda Alay Kumandanı bir ateş hattı üzerinde ve pek çok zamandan beri muhasaralı bulunan Beni Ralevh Karakolumuz da ki askerlerimizin sıhhi vaziyetleri çok feci olduğu mütemadiyen boru çalarak doktor istediklerini ve yaralıları pek fazla olduğunu söyledikten sonra lüzumu kadar asker alarak bu karakola gitmekliğimi emrettiler. Oraya askerle gitmek mümkün ise bütün kıtaatın ilerlemesi lazım geliyordu. Henüz ateş hattının ilerisinde bulunan bu karakola sabaha karşı ancak bir iki neferle gitmeye çalışacağımı söyledim, sustu. Ertesi günü sabah şafağından bir saat evvel sağ taraftaki ormanlar içine dalarak ilerlemeye başladık. Şafakla sürünerek karakola sokulduk. Türkçe bağırınca sevinçle karşıladılar. Karakolda kırk dokuz nefer varmış. Hemen hepsi yaralı, suları pek az. Bir tek tavukları varmış, onu derhal ikram olmak üzere kestiler.


Hepsinin yaralılarını değiştirdim. Hastaları bütün kalb-i vicdanımla tedaviye çalıştım. Harbin bütün safahatını kuş bakışı ile buradan görüyoruz. Bizim kıtaat tedrici ilerliyor. Rüzgârların tesir ve i’tikâlâtıyla şimalden cenuba doğru tabii olarak teessüs eden suların bir tarafında Araplar bir tarafında bizim asker harp edip duruyor. Her iki taraf kahramanca saldırıyor. Öğlene doğru harp şiddetlendi. Bizim karakol da düşmanı mütemadiyen yan ateşine alıyor. Ben de harp sahasını güzel güzel seyredip dururken şakağımdan sıyırıp geçen ve cüzi kanatan bir kurşun rastladı. Derhal bu seyirden vaz geçerek içeriye girdim. Akşamüzeri ordunun düşmanı püskürttüğünü tebşîr ettiler. Ben de eşyalarımı alarak tabura iltihak ettim. Alay Kumandanı çok teşekkür ettiler. 5 Mart: Sabahleyin kalktığımızda iki yaralı neferi sardım. İkinci bölükten bir asker kayıp. Yanlış bir hareket neticesi askerin pek ileri gitmesi bu zıyaı intac etti. Üç kahraman nefer arslan gibi düşmana saldırarak Arapların hücumlarını durdurmuş ve cümlenin hayretini celp etmiş idi. Bugün yalnız …… Karakolu’nun önündeki tepeleri muhafaza ile vakit geçirdik. Benim gittiğim Ralevh Karakolu yine düşman tarafında kaldı. Çok şükür ki geceye orada


kalmamışım. Hastalar pek çok, bazı kolera hastalarının beş on saat içinde mahvolduğunu görmek kalbimi parçalıyor. Bu akşam ahırın içinde yaralılarla beraberce yattım. Hayatımın pek zehir-nâk anarlını geçiriyorum. Bu ne ciğerleri yakıcı, kalpleri parçalayıcı hadiseler. (Acaba Cenab-ı Hak sevgili anneme, babama, yavruma, aileme kavuşmamı nasip edecek mi..*) * Parantez içindeki kelimelerin üzeri sonradan çizilmiş. Bütün arkadaşlar pek ümitsiz bir hâlde selâmete erişmemizi dua ediyoruz. Aman Allah’ım bu ne acı bir hayat. Ne bitmez tükenmez bir sefalet-i hayâtiye, açlık, susuzluk, gıdasızlık, uykusuzluk, mihen ve meşâk, harp ve darp bu ne tahammül edilmeyecek gaddar, kahhâr, yakıcı, boğucu bir hayat. Gece dörtte alaydan gelen emirde sabah dokuzda hazır olmaklığımız emir olundu. Bu akşam bir çorba yapan ve getiren olsaydı bir altın verirdim. Peksimet ve çay ile hasta vücudum nasıl iyi olur. İshal mütemadiyen devam ediyor. 6 Mart: Sabah dokuzda kalktık. Hastalar pek çok, bir de vefat var. Dünkü muharebede kahramanlık eden ve muharebe-i meydanda hastaları ve yaralıları sırtında taşıyıp getiren kahraman nefer koleraya tutulup on saatte öldü.


Ceylan gibi Hafız namında Komanovalı pek kahraman diğer bir nefer de beş saatte vefat etti. Bir taraftan hastaları ve kendimi tedaviye ve diğer taraftan kabil-i nakil hasta ve yaralıları …… Karakolu’na göndermeye ve bir tarafta vefat edenleri defin ettirmekle ve bir taraftan muharebeye hazırlanıyor. İşte bu da hayatın kel…. . Dokuz tabur bu ateş deryası, kahhâr ve pek sıcak vadide yerleştik. En önde bizim alay ve alay önünde de bizim tabur hareket etti. Üçte muharebe başladı. Sağ ve solda bulunan Mansura karyelerinde pek şiddetli muharebeler oluyor. Tepelerden top ateşi devam ediyor. Vücudum biraz daha iyice. Tedrici ilerliyoruz. Bizim ikinci bölük yine kahramanlık gösterdi. Üsküp köylerinden bir yaralı geldi. Yarasını sararken üzerimize ateş açıldı. Umumi bir telaş oldu. Bir şehit ve bir yaralı oldu. Allah bizi muhafaza buyurdu. On birde muharebe bitti. Düşman da kaçtı. İlerlemeye başladık. Üç aydan beri muhasarada bulunan Mefhak Karakolu’ndaki efrâd şen ve şetaretle karşılamaya geldiler. Çok acıklı bir manzara. Gece ikide Mefhak Karakolu’na geldik. Bir mağaraya girip yattık. 7 Mart: Gece yarısında yağmur yağdı. Mağarada bulunmak çok işimize yaradı. Gece yedide taburumuz gelmiş. Sabah


görüştük. Her işimiz Allahlık dedim ya. (Gece mataramı kaybettim.*) Tabur arkadaşları mağarama geldiler. Çaylar içtik. Ekmek pişirdik. Öğlen vakti arkadan gelen taburlarla küçük biraderim Mülâzım Şükrü’den bir kart aldım. Böyle dehşet-âbâd bir diyarda bu kart pek hoş bir tesir yaptı. (ve gözyaşı döktürdü.*) Diğer biraderim Halil’den üç sabah gazetesi geldi. Sevinçle gazeteleri okumaya koyulduk. Bütün zabitan gazete okumak ve dünyadan haber almak medeni ihtiyaçlarıyla yanıma koşarak geliyorlar. Ne kadar da acıklı bir ihtiyaç. * Parantez içindeki kelimelerin sonradan üzeri çizilmiş. Bugün taburumuzda haste-gân az. Nizamiye taburlarında pek çok koleralı hastalar var. Yaralı hastalarımı ziyaret etmek üzere Mefhak Karakolu’na çıktım. Bin müşkülatla yarım saatte karakola çıkabildim. Muhasarada kalan zabitan ve efrâdla görüştüm. Buralarda nasıl yaşadıklarına hayret ediyorum. Aman yarabbi bu ne insan öldürücü memleket imiş. Acaba Türkiye’nin Yemen’den ne istifadesi var. Her hâlde hiç. Yemen Türklerin kabristanıdır derlerdi. Ne kadar da doğrudur. Gerçi bu insanların ölmesine idaresizliğimiz, tedbirsizliğimiz, sıhhi malumatımızın noksanlığı …… teşkilatının fıkdanı, yol üzerindeki suları


ıslah etmemekliğimiz, askere sıcak yemek yedirmemek, sıhhatlerini gözetmemek, suların …… …….. bir muayeneden geçirilmemesi, memleketin, iklimi, Yemen’in kahhâr tesirâtına karşı umumi hıfzü’s-sıhha tedbirleri yapacak sertabiplerin bulunmaması sebep olmakta ise de, Yemen ikliminin hususi tesirâtı da gayr-ı kabil-i inkârdır. Bir iki gün evvel üç bin metre irtifada Beytü’s-Salâh’da soğuktan titrerken şimdi belki iki bin metre …… olan …….- Mefhak vadisinde cehennemi bir sıcak var. Sular da çok fena, hepimizi bit* boğuyor. (*) Bite karşı mücadelesizliğin sebebini de göstermek lâzım. O kadar çok bit var ki tarif edemem. Tıraş olmaysa da imkân (*) olmadığından hepimizin sakalı bir karış uzadı. Sakalımızı tutunca avucumuza bitler düşüyor. Velhasıl tamamen vahşi insanlar gibi olduk. (**) Hepimiz çok zayıfladık. Vücudum nispeten daha iyi. Bu akşam pilav yedik. Sabah onda hareket etmek üzere emir geldi. 8 Mart: Sabah erkence kalktık. Binbaşı ve ben binek ile gideceğiz. Eşyaların kâffesi Mefhak’ta kalacaktır. Bizim tabur Mefhak’ın sağ tarafındaki tepeleri tarayarak gidiyoruz. Yine yükselmeye başladık. Arazi güzelleşmeye


başladı. Sular mebzûl ve memba suları çok var. Müsademe olmadan Sukü’l-Homis’e geldik. Sukü’l-Homis’in sağ tarafında Beyt-i Muhsinü’l-Kadı Köyü var. Burada kaplıcalar var. Bir adet gümüş mecidiyeye bir tavuk buldurabildim. İkinci bölüğümüz de dağlarda bir yabani keçi vurup başını bana getirmişler. Oh ne âlâ. Bu akşam gıdamız bol. Tavuğu ve kelleyi ateşte pek müşkülatla kızarttık kemâl-i iştiha ile kemire kemire yedik. Camide yattık. Şiddetli bir yağmur yağıyor. Hava yine çok soğudu. Asker yağmur altında bi’z-zarur yatıyor. (*) Tıraş olmaya imkân neden yok. (**) Bu bizim medeni gayretteki zaafımızı gösterecek. Camide hastalar pek çok, ishal giden, kusan hastaların hesabı yok. Biz de onlarla yatıyoruz.(*) [Ne mükemmel, ne şahane bir hayat, Viyana’nın Ring Strasse’sinde o muhteşem bir ……. …….. beş yüz yataklı Sediban Hof otellerindeki şerâit-i hayâtiyenin hemen aynını burada yaşıyoruz demektir. (Rüya değil bu ayniyle vaki) Medeniyet …. ……..] 9 Mart: Yağmur mütemadiyen yağıyor. Hava soğuk. Sis pek ziyade, kış kıyametteki sislere benziyor. Hastalar ziyadeleşti. Efrâd ekmek pişirmek için yağmurun durmasını


bekliyor. Aksilikler de tevali ediyor. Saat dörtte Sukü’l-Homis’e gittim. Başkumandan İzzet Paşa da buraya gelmiş iki yüzden fazla hastayı ahırlara, samanlıklara yerleştirmişler. Hani ya seyyar hastanelerimiz ne oldu. Evlâd-ı vatanı düşünecek zevat nerede. Tarlalar içinde terk-i hayât eden efrâdı zihin eden bulunmuyor. Her taraf facia içinde, ortalık mahşerden bir numune. Her ne ise Miralay Abdüsselam Bey isminde bir Kuvve-i Seferiye Sertabibi geldiğini işittim. Vazife-i esâsiyem olmadığı hâlde hemen koşup yanına gittim. Faciaları anlattım. Sukü’l-Homis Köyü’nde (*) Bu kerre içindeki kısım ….. edilse daha iyi olur. bulunan fırkamız Nişancı Taburu civar köylere nakledildi. Ve kale kâmilen hastane yapıldı. Kalben biraz müsterih oldum. Taburumuzun bulunduğu Beyt-i Muhsinü’l-Kadı Köyü’ne döndüm. 10 Mart: Gece daha güzel bir oda buldum. Rahatça uyudum. Sabahleyin yine hareket emri verildi. Tabii Yemen’e eğlence ve teferrüç için gitmedik ya. Saat yedide yürümeye ve yükselmeye başladık. Tepedeki boyun noktasına gelince müsademe yine başladı. Kahraman Preşve Redif Taburu’nun çok fedakâr ve pek sabûr İkinci


Bölük Kumandanı Yüzbaşı Tahir Efendi bölüğüyle mütemadiyen ilerliyor, fırka kumandanı bizzat topçulara kumanda ediyor. İkide müsademe fazlalaştı. Dört buçukta düşmanın eline evvelce geçmiş olan Beyt-i İslâmi Karakolu istirdat olundu. Bu karakolun sağ ve solundaki dağların tepelerinde muharebe şiddetle devam ediyor. Beyt-i İslâmi civarında bir tepenin önünde çadır kurup yattım. Hava çok soğuk. Sis ziyade, odun hiç yok. 11 Mart: Binbaşı Bey tarafından verilen emirde Beyt-i İslâmi’nin altındaki vadiye inmekliğim bildiriliyor. Sabah şafakla beraber Câhile Dağlarında ve gerek soldaki tepelerde şiddetli muharebe devam ediyor. Birinci bölük kumandanı Yüzbaşı Mehmet Efendi bir yabani tavuk göndermiş. Ne büyük nimet. Etraf köylerde taze bakla, domates, ebegümeci toplattım. Bir okka kadar yağ da bulduk. Vekilharç biraz da pirinç verdi. Bütün bu mevâddı bir tenekeye doldurup kaynatmaya başladık. İzzet Paşa bir âlâ-yı vâlâ ile yanımızdan geçiyor. Doktor ne pişiriyorsun. Yemek yemek diye cevap verdim. Öğlende bütün zabitan toplandık. Tenekenin başına geçtik öyle bir iştiha ile yedik ki tenekede hiçbir şey kalmadı. Vücudum düzelmeye başladı. Bugün dört defa yemek yedim.


Buranın havası çok iyi. Bilhassa pek ….. . Mütemadiyen muharebeyi seyrediyorum. Saat sekize kadar muharebe devam etti. Bizim kahraman ikinci bölükten bir şehidimiz var. Çadırları kurup yattık. Pek çok soğuk. Mamafih zapt olunan ve ahalisi olmayan köy evlerini yıkıp keresteleri yakıyoruz. Kalkandelen Taburu da bugün geldi. Kolera pek azaldı. Mevâdd-ı gıdaiye ve meşâkk-ı harbiye de azaldı. Adet 51 nispeten iyi. 12 Mart: Binbaşı Bey’le gelen emirde gayet yüksek olan bir dağın tepesindeki Câhile Köyü’ne gideceğimiz bildirildi. Henüz zapt olunan köyde buğday, kuru bakla , arpa, …… bulduk. Ve çok sevindik. Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar ettik. Efrâdı da hayvanatı da bol bol besledik. Bizler de gıdalandık. İkinci Bölük Kumandanı Tahir Efendi bir tavuk göndermiş bakla ile pişirip âlâ bir yemek yedim. Eşyalarımı bir burca yerleştirdim. Yağmur yine başladı. Gece soğuk pek ziyade, biçare asker yine kısmen ötede beride barınabiliyor ve zorla hayatını sürüklüyor. Mercimek ve buğdayı kaynatıp yiyorlar. Mamafih hastaların adedi pek azaldı. 13 sabah afiyet-i tâmme ile uyandım. Kahraman ikinci bölüğün bulunduğu mevkie gittim. Pişirmekte olduğu bir


tavuğu beraberce yedik ve hastalarını da tedavi ettim. Câhile Tepesi’nin altındaki Huderan Köyü ve civarı pek latif, her tarafta kahve ağaçları var. Câhile’in garbındaki vadide bulunan köylerde erzak tedarik etmek üzere askerin bir kısmını gönderdik. Yemen’de uzun müddet hayat geçiren bir kıdemli yüzbaşı taburumuza tayin edilmiş geldi. 14 Mart: Bu gece yine burada yattık. Etraftaki köyler istimânlar ediyorlar. Şeyhleri de istimân ederek geldi ve alaya gönderdik. Para ile erzak tedariki için Arapları civar köylere gönderdik. Taburca bu şeyhlere aman kâğıdı verildi. Aman kâğıdı kart …… demektir. Şeyhlere hürmetle muamele ettik. Bu gece yağsız mercimek çorbası yaptık. 15 Mart: Sabahleyin bir mecidiyeye dört tavuk geldi. İkisini derhâl mercimekle pişirdik. Unla bir de çorba yaptık. Yemek bitmeden hareket emri geldi. Ölür müsün, öldürür müsün. Tamamen bitmeden bi’z-zarûr yedik ve hareket ettik. ….. ……. altında sırta yerleştik. Diğer iki tavuğu yağla kızartıp yedik. Bu akşam karnımız doydu. Neşemiz yerinde. Latif bir gece geçirdik. Musiki de mütemadiyen çalıyor. Gecenin çok soğuk olması hepimizi rahatsız ediyor.


16 Mart: Gayzât Karakolu altında yatıp afiyetle kalktık. Gece çok soğuk vardı. Zangır zangır titredik. Sabahleyin çayı süt hülasasıyla içerek gıdalanmaya başladım. Taburumuza da yarım sığır verdiler. Efrâd da besleniyor. Tuz da var. Ben de dünden kalan tavukların katısı, ciğerlerini kızartıp yedim. Gayzât Karakolu’nun karşısındaki tepelerin işgalini bizim tabura emir verdiler. Saat ikide hareket ve üçte Boğan Pazarı’na geldik. Latif bir dere akıyor. Üzerinde mükemmel bir köprüsü var. Cebele çıktık. Binbaşı boru ile dur emrini verdi. Bölükler geriye geldiler. Dağın ortasındaki düzlüğe yerleştik. Bugün yemeğimiz pek nafiledir. Tuz bibere ekmeği banarak yedik. Diğer taburlar ufak tefek müsademe ediyorlar. Toplarla da mütemadiyen köyler tahrip olunuyor. Yine dağın tepesine çıkmak emri geldi. Yine tırmanmaya başladık. Dokuza doğru gelen emirde bir bölüğümüz topların yanında tepede, iki bölüğümüz Beyt-i Muftal’da bir bölüğümüz de Yazil Köyü’ne gidecektir. Biz de on ikide Beyt-i Muftal’a geldik. Camie yerleştik. Kavurmalı pilav yiyerek yattık. 17 Mart: Gece birçok rüyalar içinde uykumu geçirdim. Annemi, çocuğumu rüyamda görüp duruyorum. Sabah neşe ile uyandım. ….-ı ailemin afiyetine dualar ettim.


bugün muharebe de karşıki tarafta Beyt-i Mehdemi’de oluyor. Bizim alay harbe girmedi. Bugün istirahat. Beyt-i Muftal’da bon keyif vakit geçiriyoruz. Akşam üzere bulunduğumuz köyün aşağı taraflarında tarlalar içinde ebegümeci, bakla yaprağı toplayıp geldik. Bunları yağla kavurur ve pirinçle kaynatarak güzel bir yemek yaptık. Gece pek fazla soğuk vardı. Şiddetli bir yağmur yağdı. Aşçıdan bir miktar köz alıp çadıra koyunca vücudumuz biraz ısınmaya başladı. Yağmur tesiriyle çadır bezleri inbisât ederek her taraf sımsıkı kapandı. Arkadaşlarla bir iki lâf konuşmadan uyuklamaya başladık. Pek mahdut olan çadırımızın içini ateş közü humz karbonuyla tesmîm etmiş ve hemen uyuklatmasıyla ve tam ölüme mahkûm edeceği sırada yolunu şaşıran ve kaybeden bir zabit yağmur altında buz gibi soğukta zangır zangır titreyerek soğuktan ne yapacağını şaşırarak ölümden kendisini kurtarmak için çırpınıp dururken bizim çadırda ışığı görüp doğruca çadırımıza gelerek tık tık vurdu. Dört arkadaş kımıldanmaya takat ve kudretimiz olmadığından çadırımızın kapısında aman Allah aşkına beni kurtarınız bana merhamet ediniz diye yalvaran zabiti kurtaramıyorduk. Bin müşkülatla çadırımızın kapısı yanındaki zabit kapıyı açmaya muvaffak


olarak gelen zabiti kurtardığı gibi saatlerce çadırın kapısını açık bırakarak bizler de muhakkak bir ölümden kurtulduk ve hamd ü senâlar ettik. Rahat rahat uyku uyurken fırkadan gelen emirde taburun Sinan Paşa’ya gitmesi emir olunmuş ise de gidilemedi. 18 Mart: Sabah on birde kalktık. Hemen hazırlandık güç hâl ile ikide hareket ve dörtte Sinan Paşa’ya geldik. Bizim ağırlıkların taburumuzun bulunduğu El-Kalis Köyü’ne gitmesi emir olundu. Sağ cenahtaki tepede muharebe yine başladı. Biz köyde tabura mülâki olduk. Beyt-i Süfyan’da gece bire kadar kanlı muharebe devam etti. Seksen dördüncü Alay’ın ikinci taburundan bir zabit ile on beş nefer ve Geylân Taburu’ndan keza on beş nefer şehit vardı. Araplardan üç yüzü mütecaviz maktûl vardı. Birinci bölüğümüzün bulunduğu El-Kalis Köyü’nde buğday, arpa, düra [mısır gibidir] pek çok. Köylüler ekinlerini, harmanlarını da olduğu gibi bırakmışlar. 19 Mart: Gece pek rahat uyuduk. Sabahleyin Beyt-i Süfyân Köyü dinamitle tamamen tahrip edildi. Akşamüzeri taburumuz zabitanından Mülâzım Hüseyin Efendi’nin Cebel-i Beni Şueyb Dağı’nın tepesindeki karakola gitmesi için emir verildi. Hüseyin Efendi hasta olduğundan


gidemeyeceğini söyleyince muayeneye havale olundu. Herkes çok yorgun ve bitap bir hâlde olduğundan hiçbir zabitin gitmeye takati yoktu. Her hâlde bu vazifenin görülmesi zaruri olduğundan Hüseyin Efendi’yi uzun boylu muayene etmeden gidebilir diye zeyl rapor yazdım. Adamcağız da ıztırâbât içinde ve yağmurun altında çekip gitti. İki saat sonra gelen diğer bir emirde Cebel-i Beni Şueyb Karakolu’ndaki yaralı ve hastaları muayene ve tedavi etmek üzere Doktor Yüzbaşı Sırrı Efendi’nin gitmesi emir olunuyor. Aman Allah’ım ortalık zindan karanlık, yağmur fırtına, gideceğiz dağın tepesi hem pek yokuş ve hem de ber mutat yolu yok. Soğuktan çenelerimiz birbirine vuruyor. Tesadüfen geceleyin bir Arap kılavuzu bulduk. Beş katır alarak tırmana tırmana dört bin (3760) metreye yakın tepeye çıkıyoruz. Kendi kendime diyorum ki biçare Hüseyin Efendi’nin rahatsızlığını dinlemeden rapor verdim. İşte şimdi ben de cezasını çekiyorum. Adalet-i ilâhiye derhal nüfuzunu icra ediyor. Gece yarısından sonra karakola geldik. Her taraf kapalı. Nöbetçiler mazgallarda kimseyi yanaştırmıyor. Bir saatten fazla soğukta, şiddetli bora ve fırtınada uğraşarak kapıyı açtırmaya muvaffak oldum. Mülâzım Hüseyin Efendi beni görünce oh olsun


Benim bedduam seni tuttu. Şiddetli kar da yağmaya başladı. On dokuz Mart’ta Yemen’de kar yağıyor. Sabaha kadar soğuktan uyuyamadım. Bir karış kar ve şiddetli rüzgârlarla nasıl uyuyabilirim. Böylelikle sabahı bulduk. Yaralıları ve hastaları tedaviden sonra kabil-i nakil bir hâle getirerek beraberimde olarak oradan (20 Mart) hareketle dörtte Sinan Paşa’ya geldik. Cevel-i Beni Şueyb’in Sinan Paşa Karakolu’na yakın mahalline kadar kar vardı. Beşte taburumuz hareket etti. Altıda Sıga yolunun sol cenahında bulunan Kulak Köyü’nde muharebe başladı. Bizim taburla Kırkıncı Nişancı Taburu harp ediyor. Saat on birde topların burçlarında açtığı rahneden asker hücum ederek köyü zapt ettiler. Bizim taburdan iki şehit, yedi mecruh, Nişancı’dan tabur kumandanı şehit oldu. İkinci Fırka da iki saat müsademe ile Mesaciol Köyü’nü zapt etti. Biz de bir çukurda sabahladık. Sabahleyin kalkınca taburun gecelediği mahalli bulup Binbaşı ile görüştüm. Umum ağırlıklarla beraber Mesâcid’in karşısındaki tepede birleşmek üzere ayrıldık. Mesâcid’e gelince taburdan kimse yok. Umum ordu hareket ettiğinden biz de ilerledik. Ordunun ta başına kadar ilerledik, taburu bulamadık. Meğerki bizim tabur


ordunun düm-dârı olduğundan en geride kalmış. Taburu bekledik. Saat altıya doğru Asr Akabesi’ne geldik. Artık Sana Ovası görünüyor. İnşallah muharebe de bitecek ve sefâlet-i hayâtiye ve gıdasızlıktan da kurtulmuş olacağız. Gerek sağ ve gerek sol taraflardaki asker yine muharebeye tutuştular. Sandım ki ateş devam ediyor. Hay Allah kahretsin hâlâ mı muharebe devam edecek. Bu ne bitmez tükenmez muharebe. Haydi, bizim tabur da muharebeye girdi. Birinci Alay Kumandanı Kaymakam Şükrü Bey de ağzından yaralanarak şehit oldu. Mevlâ rahmet eylesin. Ah bir zabit de yaralandı. Düşman tarafından kurşun yağmur gibi geliyor. Ben de bir kayada siper alarak harbi seyrediyorum. Hava serin ve çok latif. Onda muharebe bitti. Kahrolasıca düşman da kaçtı. İzzet Paşa’mız da muzafferen âlâ-yı vâlâ ile Asr Akabesi’nden Sana Ovası’na gitmeye başladı. Ben de durur muyum bunların peşine takılarak iki neferimle yürümeye başladım. Büyücek bu çok latif bir ova içinde cennet gibi bir memleket, hava da tam ilkbahar letafetinde, herkes de sevinç, meserret içinde çırpınıyor, gülüyor, seviniyor. Muharebeden, sefaletten yorgunluktan, hayatın intizamsızlığından, uykusuzluktan, gıdasızlıktan kurtuluyor. Bol gıdaya, medeni hayata, mufassal uykuya,


temizliğe, ruhen, manen, maddeten istirahata kavuşuyoruz. ….. yahu diye bağırmak istiyorum. Sana şehir yatağının yüce ve pek muntazam binaları ne kadar da nazar-ı dikkatimizi celp ediyor. Sınıf arkadaşlarımdan Şamlı Nebi Efendi’ye rastladım. Sana’da mahsur kalan asker istikbale ve selâmlığa çıkmışlar. Hep birbirimizi tebrik ediyoruz. Meserret, sevinçler içinde herkes çırpınıyor, eğleniyor. Lütf-i Hakk’la Doktor Nebi ile birlikte Bâbü’l-Hûd’dan Sana’ya girdik. Bâbü’l-Hûd’dan girince kendimi Çin’de zannettim. Yahudilerin erkeklerinin kulaklarının önden şakaklarına ve göğsüne doğru örgülü saçları pek tuhaf. Bismillah deyip Sana içine girdik ve Nebi Efendi’ye misafir olduk. Aman efendim o ne ziyafettir, sebze ve et yemeklerinin, tatlıların envai.. Neferlerimi de sofraya aldım. Mütemadiyen yiyip duruyoruz. Karnımız doymak bilmiyor. …… Sofrada önümüzde ne varsa hepsini sildik süpürdük. İkinci bir ishale tutulmazsak çok iyi. kahvelerimizi içer içmez gözlerimizden uyku akmaya başladı. Her tarafı tertemiz olan bu evin içinde temiz kokuları koklaya koklaya uyuyamıyoruz. Sakız kadar beyaz çarşaflar örtülü yataklarımıza girer girmez derhal uyukladık. Uyuduk demiyorum. Derhal uyandım. Bütün


vücudumuz ateş gibi yanmaya başladı. Lambayı yaktık: Ne görsek beğenirsiniz. Sakız gibi bembeyaz olan çarşaf bitten simsiyah olmuş. Katiyen mübalağa etmiyorum. Yemen’e gidenlerin kâffesi bu hakikati her vakit tasdik ederler. Ayakucumda yatan Murat’a seslendim. Aman Murat ev sahibi kadınlara rezil olduk. Gel de imkân nispetinde bitleri toplamaya çalışalım. Toplanması hiç mümkün mü? Bizim gürültümüzden bir kadın oda kapısını aralıklayarak Arapça çok tatlı bir ifade ile sakın siz telâş etmeyiniz. Bizleri kurtarmak için aylarca dağlarda, yalçın kayalarda aç ve bi’l-aç yatıp kalktınız. Temizlenip yıkanamadınız. Tabii bitli olursunuz. Yemen’de bit pek çoktur. O çarşafları bana veriniz. Bu temizlerini alınız. Demeleri üzerine utanmamızdan kan ter döktük. Ve çarşafları değiştirip yattık. Ancak sonra doğru uyuyabilmişiz. 22 Mart: Sabahleyin çok medeni bir tarzda tertemiz tabaklar ve süt fincanları içinde kahvaltımızı kemâl-i iştiha ile yedik. Doğruca Sana’nın haricinde bulunan kışlaya gittim. Binbaşı ve arkadaşlarla görüştüm. Dörtte Sana’ya avdetle vahşi kıyafetimizi medeni bir şekle sokmak için en âlâ bir yere giderek sakal ve saçlarımı kestirdim. Berberin önüme, arkama koyduğu bezlerin üzerini hiç görmeyiniz.


Her taraf bit içerisinde, berber alışık olduğu için telâş bile etmiyor ve sıkılmamamızı bize tavsiye ediyor. Berberden sonra doğruca hamama gittim. Mükemmel bir yıkandım. Yirmi beş kuruşa bir kalpak, on beş kuruşa üç çift çorap ve saire aldıktan sonra aşçı dükkânına giderek mübalağasız bir saat kadar yedik. Sana’yı gezmeye çıktım. Birçok yerleri gezdik ve hele Bade’l Gaddâb tarafları çok güzel ve çok latif, buraları kibar mahalleleri. Beyyareler [büyük su kuyuları] işleyip duruyor. Binaenaleyh her tarafta akarsular görülüyor. Esasen her taraf yemyeşil, cennet gibi bir mahal. Sana çok hoşuma gitti. Hele beyyarelerin işleme sedası ayrıca zevk veriyor. Mevsimi olmayan bir memleket. Sabah bahar, öğleyin yaz, akşamüzeri sonbahar, gece kış. Gece çok soğuk olduğundan gece hayatı hiç yok. Sabahları erkenden Arapları kürkle görürsünüz zangır zangır titreyerek gezerler. Sabah birkaç saat geçince güneş bütün kudretiyle etrafı ısıtıyor ve hava da ılık oluyor. Tam zevâlde otuz dereceyi ve hatta bazı yerlerde otuz beş dereceyi buluyorsa da hava çok yâbis olduğundan sıcaklığın tesiri çok az. Artık koleradan eser kalmadı. Sana’ya iki gün kalarak kolera sönmüştü. Sana’ya koleranın girdiği ve tahribat yaptığı vaki değilmiş.


Kolera tahribatî değil Beytü’l İslâm’dan itibaren Yemen mıntıkasında birinin kolera vukuatını kimse bilmiyor. Sana’nın her şeyi nefis, suları buz gibi âb-ı hayât, her nevi meyve ve sebze mebzûl, …… dana ve sığır etleri enfes. Bütün eti yemeye kimse tenezzül bile etmez. Etin okkası kırk para. Camileri muhteşem ve pek mükemmel. Sünniler için ayrı cami yaparak Zeydilerle münâfereti, adaveti katmerleştirmişler. Ne düşüncesizlik, ne kafasızlık. Çarşıları hep Arap tarzında küçük küçük dükkânlar dar sokaklar memleketin güzelliğini bozuyor. Fakat Bâb-ı Sabâh’ta geniş yollar, meydanlar, kireçli evler ve duvarlar mebzûlen mevcut. Her taraf bağlık, bahçelik. El-Hamr hanedanına uzun zamanlar cevelangâh olan bir memleket. Neşeler içinde çocuklar gibi zıplayıp duruyorum. Birbiri ardınca mektup yazıp postaya veriyorum. Altıncı mektubu da postaya verdim. Yemen hatıratının nihayetinde bu mektupları aynen derç edeceğim. Bu akşam yine Nebi Efendi’ye misafir olduk. Yine mebzûlen nefis yemekler yiyerek uykuya yattık. Şahane ve huzûr-ı tamla bir uyku uyudum. Sabahleyin neşeler içinde gülerek uyandım. Kışlaya gittim. Binbaşı kışlada nöbetçi olduğu gibi bani da alay nöbetçi tabibi yapmışlar. Saat altıda nöbete girdim.


Öğlende bolca et ve iki tas yoğurt yedim 24(*) Mart: Yine Sana’ya gezmeye gittim. Nargile, kahve içtim. Bugün mükemmel bir resmigeçit oldu. Kahraman askerlerimizle güzel ve tam yerinde bir nümayiş yapıldı. Zeydilerin camilerini ziyaret ettim. Sana’nın evleri pek mükemmel ise de memlekette hiç intizam olmadığı gibi tabii temizlik yok. Esasen belediye teşkilâtı yok denecek derecede. Bugün yine misafiren bir arkadaşa gittim. 24 Mart: Bu sabah da kışlada vizitemi yaptıktan sonra Sana’da, bu güzel memlekette gezip tozuyoruz. Kalkandelen Taburu yüzbaşılarından Yüzbaşı Hafız, Zeynullah, Mehmet efendilerle gezip dolaştık. Beraberce kışlada yattık. 25 Mart: Sana’da fart-ı….ya devam edip duruyoruz. Hava da çok latif ve sakindir. Akşamüzeri Üsküp Redif Taburu’nun da Sana’ya geldiğini işittim. Sevgili hemşerilerimle görüştüm. Ve hele teyzezadem Rauf’la görüşünce her birimiz gözyaşı döktük. (*) 24 Mart iki defa yazılmış birincisi 23 Mart olabilir. Bu gece Rauf’u misafir ettim. Hafız yüzbaşının çadırında mükemmel eğlenceler yaptık. Sucuklu yumurta, helva, domatesli pilav ve salata yedik.


26 Mart: Bugün vizitemi erkence yaparak Bade’l Gaddab’da Hüseyin Efendi’nin ve Nebi Efendi’nin evlerine gittim. Bugün yine nöbetçi olduğumu tebliğ ettiler. Hemen kışlaya gittim. Rauf’u da aldım. Bizim fırkanın Kevkeban’a hareket edeceğini haber aldım. Müteessir oldum. Yine mi yolculuk, ne bitmez tükenmez seyahat, bi’z-zarûr hazırlanmaya ve levazım-ı seferiye tedarikine başladım. 27 Mart Pazar: Sabahleyin erkence vizitemi yapıp çarşıya çıktım. Hareketimiz hakkında henüz bir emir, daha yok. Sana’nın her tarafını gezdim. Yaşanacak bir şehir vesselam. Her şey bol, havası, suyu çok güzel, ebniyeleri pek mükemmel. Buralarda gördüğümüz gibi kadınlar açık saçık değil. Mükemmelen tesettür var. Kadınlar umumiyetle zayıf ve ……. . bugün de mektup alamadım. Yine bolca yağmur yağdı. Zeydilerin camilerini tekrar gezdim. Tarz-ı teşekkülü bizim camilere katiyen benzemiyor. Zeydilerin namaz kılmaları pek muntazam ve çok dindarânedir. Herkes her yerde Kuran okuyup duruyorlar. Zeydiler koyu ve çok muazzeb insanlardır. Sana’daki kışlalarımız çok muhteşem ve mükemmeldir. Araplar her gün istimân edip duruyorlar. Her istimân eden


aile beraberinde sığır ve koyun hediye getiriyor. Bizim Kawkaban’a, Tavil’e, Masvar’a gideceğimiz söyleniyor. Mekâre bulamıyorlar. 28 Mart: Bu sabah Binbaşı ile beraber Alay Kumandanı Fuat Bey’in evine gittik. Evlerin içi pek dil-nîşîn ve çok ferah, bahçeleri çok büyük. Karangillerden, güllerden bir ….. hediye getirdiler. Yine levazım-ı seferiye tedarikine başladım. Bir tencere, bir kutu bisküvi, sucuk, kahve, kuru fasulye, süt hülasası, çakı, ispirto takımı aldım. Atımın eğerini de yaptırdım. Yedinci mektubumu da postaya verdim. 29 Mart: Bu gece Üsküplü misafirlerim vardı. Mızıka Hey Gaziler Yol göründü Yine Garip Sineme havası çalıyor. Hemen hazırlanmaya başladık. Eşyalarımı ve eczâ-yı tıbbiyeyi hazırladım. Saat sekize doğru kışla meydanına çıktık. Bizim tabur alayın düm-dârı oldu. Peksimet çuvalları yere dökülerek askere iki günlük peksimet verildi. Böyle taksim mi olur. Ne dikkatsiz insanlar, acı acı söylenip durdum. …… bir surette askeri Hıfzü’l-Sıhha’yı okumayan insanlarla teşrik-i mesai ne kadar da güç. Saat dokuzda bâb-ı kışladan girip mızıkaların yakıcı sedaları ve Sanalıların manidar nazarları arasında Sana’nın mukabil


kapısından çıktık. soğuk ve yağmurlu bir havada yine yola düzüldük. Ne bitmez, tükenmez bir yol. Hâlâ uzaklaşıyoruz. Sevgili öz vatanımızdan ne kadar da uzaklaştık. Acaba avdet kısmet olacak mı? Bir buçuk saat sonra Sana’nın meşhur Roha’sını geçtik saat birde Beytü’l-Magmer’in gerisinde Çiftehavuzlar’da geceledik. Çay ile ekmek yiyerek yattık. Yine sefalet-i hayâtiye, gıdasızlık devri başladı. Mantıksız insanlar, muhakemesiz insanlar. Askere sıcak bir yemek pişirip yedirilmesi pek mümkün iken kupkuru peksimet verilmesi yazık değil mi? İşte askerliği bilmemenin, manevralar yapılmamasının, hıfzü’s-sıhha-i askeriyeyi unutmanın acı neticeleri. Çok fena, yahu yollarda bile hayvanata daha fazla gıda verilirken biz askerimize en gıdasız ve taş gibi kuru peksimet veriyoruz. Bari bir kazan çay içine ……. yapılıp verilse ne iyi olurdu. Her vakit söyleyip duruyorum. Sözümü dinleyen olmuyor. 30 Mart: Saat birde hareket ettik. Önümüzdeki köylerde eşkıya var zannıyla askeri tertibat alınmış ise de birer sığır getirerek istimân ettiler. Bu köylerde şekerli su ile peksimet yedik. Burada birçok bağlar vardır. Bir saat sonra da Daderan Köyü’ne geldik. Burada da ahali müsademe etmezden teslim oldu. ….. hediye getirdiler. Buradan da


kahveye geldik. İki saat mola ettik. Meşhur Makdemilerden [kumandan demek] Şeyh Raci’nin köyü, karşımızda Beyt-i Mahbun Karyesi gayet müstahkem olduğundan mantelli ve cebel bataryaları ile tahrip edildi. Nişancı ve bizim tabur Beyt-i Mahbun’a ilerledik. Leü’l-hamd müsademe olmadan köye geldik. Ahali kâffeten kaçmış. Köy bomboş, tekmil fırka köye yerleşti. Bugün bir sığır keserek efrâda etli yemek yedirdik. Zabitan arkadaşlarla camide yattık. Gece yine yağmur yağdı. 31 Mart: Sabah erkence şiş kebabı yedik. Ekmeğimiz bitti. Saat üçte bizim alay pîş-dâr olmak üzere hareket ettik. Yine sıcaklar ziyadeleşti. Güneşe maruz ellerimizi güneş yakıyor. Yollarda üzeri yemyeşil yosunlu havuzlara tesadüf ediyoruz. Birikmiş yağmur sularını içiyoruz. Bu semtlerde su azdır. Saat sekizde doğru Umran Ovası gözükmeye başladı. Latif bir ova, ağaçlık, etraftaki dağlar Anadolu, Rumeli dağlarını andırıyor. Onda Umran’a geldik. Umran ahalisi üç bölük askerle üç ay asilerin top ateşine ve şiddetli hücumlarına mukavemet göstermiş. Şehir küçük ama nispeten iyidir. Ahalisi çok fakirdir. Semtleri gezdik. Kışlası pek mükemmeldir. Etraf köyleri pek güzeldir. Yumurta pek ucuz, bolca yiyoruz.


1 Nisan Cuma: Gece kışlada yattık. Güzelce muhabbetler yaptık. İyi vakitler geçirdik. Pencereyi açık bıraktığımızdan hepimiz rahatsız kalktık. Taburda hastalık pek fazladır. Taburumuzun mevcudu üç yüz doksan beşe tenezzül etti. Şâyân-ı hayret bir zayiat oldu. Tabii bu kadar mihen ve meşâk ile beraber gıdasızlık, kolera ve sair hastalıklar tabii birçok zayiat verdi. Bu sabah efrâdın üç günlük ekmeği verilerek harekete hazır olmaları için emir geldi. Hep hazırlandık. Ne bitmez tükenmez yürüyüş, seyahat. Hepimiz bıktık, usandık. Sonradan gelen ikinci bir emirde gideceğimiz asi köyler istimân ettiklerinden oraya gitmekten sarf-ı nazar edildi. Yüzbaşı Mehmet Efendi yüksek seviyede bir zat olduğundan ekseriya onunla vakit geçiriyorum. Bugün de Mehmet Efendi ile birlikte Umran’a gittik. Belli başlı çavuşlarla beraber Cuma namazını Zeydilerin camiinde kılmayı pek muvafık gördüm. Yüzbaşı Mehmet Efendi ve on beş kadar askerle beraber camiin medhalinde aptes almaya başlayınca bütün Araplar bize bakmaya ve nasıl aptes aldığımızı …… başladılar. Her iki millet Müslüman oldukları hâlde şimdiye kadar Türklerle Araplar bir camide namaz kılmamışlar. Mutaassıp hocaların, düşüncesiz


ümeranın akılsız, mantıksız memurların telkinatıyla müthiş bir mezhep zıddiyeti tarafeynin dinsiz tanınmasına kadar ileri vardırılmış ve bu mezhep zıddiyetleri millet zıddiyetine ve bilhassa isyanlara, kıtallere, tarafeynin birçok zayiatına, birçok evlerin yanmasına, yıkılmasına, sönmesine sebebiyet vermiştir. Çok yazık, çok yazık. Arkadaşım Mehmet Efendi ve efrâdla camie girince bizi Yahudi tanıyan Zeydiler hayretle bizlere bakmaya başladılar. Yanımda Kuran okumakta olan bir kambur çocuğun elindeki Kuran’ı alarak okumaya başladım. Kambur çocuğa da beş kuruş verdim. Çocuk yanındaki arkadaşına: (……… ……. ……. ………….. ……) deyince çocuk sevinçle, meserretle yüzüme baktı. Tanışıklık derhâl kaynadı. Bana öyle geliyordu ki herkes birbirini …… dinsiz ediyordu. Kalbimiz çocuğun İslâm hisleriyle dinimizin kudsi duygularıyla dolu olarak namazımızı kılarak, Allah’ımıza dualar ve şükranlar ettik. Camiden çıkınca bir cenaze olduğunu gördük. Askerlerle beraber cenazeyi taşımaya başladık. Meğerki bu cenaze Umran Kasabası’nın şeyhü’l-meşâyihi Hirâm Paşa’nın refikası imiş. Araplar bizim de cenazeyi taşıdığımızı görünce sevinçlerinden dudakları kulaklarına varıyor ve


memnuniyet hislerini taşkın bir hâlde döküp duruyorlar. Kabristanda herkesin bir cüzü alıp Kuran okumaya başladıklarını görünce, ben de beş on cüzü alıp askere dağıttım. Hepimiz okumaya koyulduk. Evet, herkes kanaat getirdiler ki Türkler de Müslüman imiş. Arapların din kardeşleri imiş. Herkes Hanya’yı da Konya’yı da anladı ve hatta kanaat da getirdi. Ama tarafeyn pek çok acı zayiatlar verdikten sonra oldu. Yazık, çok yazık. Kabristanda kıraat okumak hitam bulduktan sonra, kabristanda bulunan Hirâm Paşa askerimize bir çorba içirmeye müsaade etmemizi rica etti. Ben de maa’l-memnuniye muvafakat edip ayrıldım. Bugün dini, siyasi, vicdani mühim bir iş gördüğüme kail ve kani olarak mesut ve bahtiyar oldum. Sucukla yumurta yiyerek uykuya yattım. Gece çok iyi rüya görerek sabahı buldum. 2 Nisan: Bu sabah Alay Kumandanımız Fuat Bey’in maiyetinde beş tabur asker olduğu bizim tabur da mantelli topun arkasında olmak üzere Kukâ’ya müteveccihen hareket eyledik. Yollar çok fena, sa’bü’l-mürûr. Topu iplerle çekerek götürüyoruz. Bir saatlik yolu ancak dört saatte alabiliyoruz. Saat altıda latif bir vadiye geldik. Her taraf zümrüt gibi yeşil ve suları pek mebzûl olmakla beraber


etrafta yalçın kayalar üzerinde Beyoğlu apartmanları gibi yükselmiş Arap binaları, köyleri göze çarpıyor. İkinci defa olarak soğan ekmek yedik. Buradan da Ziya Köyü’ne geldik. Burada bir kayısı ağacı altına oturup askerlerin topu nasıl çektiklerini seyrediyorum. Esasen kudretten, kuvvetten pek düşkün askerlerimizin bu yalçın kayalarda kocaman mantelli topu iplerle çekerek yürütmesi beni çok müteessir ediyor. Yarabbi bu mihen ve meşâk-ı bipâyâna hâlâ nihayet verilmeyecek mi? Dokuzda buradan da hareketle aynı kıyametler içinde bin müşkülatla yürüye yürüye on ikide mermer bir kayalığa gelip orada geceledik. 3 Nisan: Gece beş raddelerinde Yetmişyedinci Alay’ın birinci taburu efrâdı tarafından mantelli topun namlusu sabaha kadar çeke çeke tepeye çıkarabildiler. Biz de topun arabasını ancak altıda tepeye çıkardık. Velhasıl pek müşkülatla onda Şibam Ovasına ve on ikide Şibam Kasabası’na geldik. Efrâdı burçlara yerleştirdik. Biz de çadırda yattık. 4 Nisan: Bizim taburla Yetmişyedinci Alay’ın birinci taburu Fırka Kumandanının emriyle Şibam’da kalarak ve diğer kuvvetlerle Şibam’da bulunan iki tabur Miralay Ragıp Bey kumandasıyla (… ….. )cihetine gittiler. Biz


de fariğ ve ….. Şibam’ın bahçelerinde gezmeye başladık. Harekâttan kurtulduğumuza binlerce şükürler olsun. Şibam çok güzel bir memleket olup sebzesi, meyvesi, bahçeleri, akarsuları mebzûl bir memlekettir. …… tepesinde Kawkaban Kasabası vardır. Kawkaban adeta bir tavla zarının üst sathında yapılmış bir memlekettir. Tavla zarının bir sathının yarı kısmı diğer dağlara bağlıdır. Himyer-el Hamr hanedanı burada uzun zamanlar hüküm sürmüştür. Üç büyük havuzu vardır. Memleketin su ihtiyacâtı bu havuzlarla temin olunmaktadır. Tenezzüh ve teferrüc yerleri vardır. Buradan Sana muhiti görünüyor. Şibam’dan iki üç yüz metre kadar yüksektir. Sath-ı amudi üzerine yapılmış ve 360 odadan mürekkep bir sarayın enkazını gezdik. Emirin ve sadrazamının ….larını gezdik. Birçok hikâyeler, efsaneler dinledik. Toplarımızla bu güzel memleketi tamamen denecek derecede tahrip etmişiz. Buralarda yiyecek içecek çoktur. Bu hususta sıkıntımız kalmadı. Postanesi de vardır. Mektup yazıp duruyoruz. Mektubu Şibam postanesine vermek üzere bir Araba bir ikilik verdim. Kırk para geriye getirecekti gelmedi. Ertesi günü öğlende Arap geldi. Efendim götürüp postaneye teslim ettim, deyince, yirmi dört saat sonra mı haber verilir


dedim. Efendim Sana buraya on iki saattir. Ancak gidip gelebildim. Biçare adam meğerki bizim mektubu Sana postanesine götürüp vermiş ve derhâl avdet etmiştir. Kırk parayı kendisine hediye edince pek çok sevindi. Hemen kasaba koşup bir okka et aldı. Ben de ekmek, daha birkaç kuruş verince Arabın neşesi katmerlendi. Asker ve zabitanın kâffesinde şiddetli bir usret-i teneffüs baş gösterdi. Biraz merdiven çıkınca çarpıntıdan boğulur gibi oluyorduk bu hâl bir hafta devam edip geçti. Kayalık ve yüksek mevkilerde bulunmamızın tesiri olsa gerek, ahvâl-i sıhhiyemiz düzelmeye başladı. Yalnız bit pek çok. Gerek zabitan ve gerek efrâd bitin çokluğundan çok muzdarip bulunuyor. Bilahare bu bit yüzünden hummâyı râcia istilâsına da uğradık. Fakat zayiat vermedik. Çok şükürler harekâtımız artık bitti. Yirmi üç Kânunusani’de Üsküp’ten hareket ettiğimize nazaran beş Nisan’a kadar demek ki yetmiş iki gün mütemadiyen yürüdük. Mihen ve meşâkkın envaini gördük. Hayatın en zehirli zamanlarını idrak ettik. Harp ve darbı açlığı, susuzluğu, tuzsuzluğu gördük. Daima kalbimizi, ciğerlerimizi parçalayacak pek acı hadisatla karşılaştık. Yetmiş iki gün karada, denizde, harpte, darpta tabiatın, mevsimin, iklimin, havanın,


gıdasızlığın, bulaşık, berbat hastalıkların kahhâr darbelerini mütemadiyen yedik durduk. Bedbaht gözlerimiz hayatın çok feci sahnelerini görüp durdu. Yazmakla, çizmekle, düşünmekle, tasavvur, tahayyül dahi edilmekle bu acı, zehir-nâk vakayi tecessüm ettirilemeyeceğine emin olunuz. Zayiatımızın adedini kati bilemiyorum. Çünkü askerimizin birçoğunu Obal’de ve mühim bir kısmını da yoldaki Menaha, Mefhak, Sana, Amran hastanelerinde bırakıp hayat ve mematlarından haber alamadığımızdan zayiatımızın hakiki miktarını bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa şimdiki mevcudumuzun 350 neferden ibaret olmasıdır. Birkaç yüz seneden beri hâkim olduğumuz koca Yemen kıtasında henüz bir tek araba yolu bile olmaz, bir tek araba bile olmaz mı. Yollar ekseriyetle balçık, kayalardan ibaret bulunmasa ve Yemen halkı Müslüman, biz Türkler de Müslüman olduğumuz hâlde arada pek ehemmiyetsiz olan mezhep ihtilâfâtını halletmek şöyle dursun bu yüzden pek dehşetli münâferetler, zıddiyetler adeta icat ve ihdas edilirse, Türkleri Yemenlilere, Yemen Araplarını Türklere bi-amân düşman yapması için her iki taraf asırlarca ve bilâ fasıla çalışıp dururlarsa bence de her iki taraf için böyle menhûs akıbetin tahaddüsü tabiidir. Yemen’in Aden’inde,


Kharun’unda velhasıl İngilizlerin dikiş tutturabildiği yerlerde Araplar İngilizlerin hüsn-i idaresine meftundurlar. İngilizlerin her emrini büyük bir memnuniyetle hüsn-i telakki etmektedirler. Velhasıl İngilizlerle Araplar dinen, ırkan hilkaten, sureten, sireten birbirine zıt ve aykırı olmaları lâzım gelirken insanları hüsn-i idare kabiliyetinde büyük bir kudret olan İngilizler bir zerre kan dökmeden, insan öldürmeden, hânmân söndürmeden, can yakmadan ve yakılmadan ne evini yıkmadan ve yıkılmadan Yemen’e hâkim olduğu mahallerde İsviçre gibi asayiş teminine muvaffak olmuşlardır. Herkes huzur ve rahatında, ticaret ve ziraatta müsterih ve şâdân olarak yaşayıp duruyorlar. Yemen’de en ziyade sahib-i nefret olan ve mevki-i içtimaları yüksek bulunan zevat bizim en büyük düşmanımızdır. Seyitler, şeyhler, şeyhü’l-meşâyihler, mukarribler bî-aman düşmanımızdır vesselâm. Bunları öldürdük, evini yakıp yıktık. Ailelerini bütün manasıyla perişan etmek maalesef en birinci emelimiz ve idareten en yüksek gayemiz iken İngilizler Aden civarında sultanını ziyarete gittikleri vakitte birçok giran-baha hediyeler, birçok altınlarla beraber büyük rütbeli bir kumandanın refakatinde mühim bir …….-i askeriye de beraberce gönderirler. Baldırı


çıplak, omuzlarından geçme, paslı bir kılıcı olan Sultan, İngiliz kumandanını ziyarete gelirken İngiliz askerleri resm-i selâmda put gibi durur ve Arap Sultanı’nı istikbâl ve birçok hediyeler de takdim ederler ve cüzi zaman sonra bu hediyelerin yüz misli, bin misli büyük menfaatler temin edecekleri de tabiidir. Biz ise bir Arap emirini istikbâl ve izzetinefsini okşamak şöyle dursun, Arap müteneffizândan biri bir iş zımnında bizim bir neferimizin yanına gelse gavat bin gavat, mel’ûn ibn-i mel’ûn ne istiyorsun hitabıyla karşılaşması bizim için ne acı bir hatadır. Misvar’a gidilmekten sarfınazar edildi. Bir müddet bu çok güzel Şibam, Kawkaban’da yaşayacağız. Ne âlâ, havası güzel, suyu çok ve nefis meyve, sebze, eti bol bir memlekette istirahat etmek bizim için en mühim bir fırsattır. Bit ile mücadeleye başladık. Başladık ama askeri sık sık yıkatmak, tıraş ettirmek, çamaşırlarını suda kaynatmak ve bitleri toplayıp öldürmek gibi basit tedbirlerden ibaret bir mücadele yapıyoruz. Etüvlerimiz, buğu sandıklarımız, hamamlarımız, fenni tathîrât yapabilecek vesait-i sairemiz olmadığından mevcut vesaitle uğraşıp duruyoruz. Ordu sertabibi olacak zat hamamı mevcut olan Sana’da beş on


buğu sandığı yaptırarak esaslı mücadeleye başlayarak tabur tabur Sana’ya getirmiş olsaydı bitten eser bile kalmazdı. Kewkaban da, Şibam da cidden güzel memleketlerdir. İnsanları da çok munis ve temiz adamlardır. Kewkeban’da bir tenezzüh mahallini anlatayım. Tavla zarının Sana’ya müteveccih sathında çölün, yağmurların, rüzgârların tesiriyle husule gelen i’tikâlât, oluklar, sıyrıklar küçük bir patika yolu yapılarak yirmi otuz metre kadar hem aşağı iniliyor ve hem de Umran’a müteveccih satha dönülüyor. Bu satıhtaki patika yolundan da bir müddet gittikten sonra üç dört metre genişliğinde bir mahalde bir kuyu vardır. Bu kuyudan içeriye girdik. Üst ve alt tarafları uçurum ve çok da korkunç olan bir mahalde üç küçük havuz, güzel bahçeler ve şık bir sofa ve bir oda ve birçok meyve ağaçlarını câmi bir mahal görünce şaşa kaldım. Tâmü’lakl bir adam birçok mükâfat da vaad edilse bu korkunç ve gidilmesi çok tehlikeli tenezzüh mahalline gidemez. O vakitler hayatın kıymeti çok az olduğundan gittik. Orada mebzûlen gat, rakı, esrar gibi mükeyyifât vardı. (*Bolca rakı içerek) Nefis bir öğlen yemeğini yedik. * Parantez içerisindeki kısmın üzeri çizilmiştir.


Yine bilâ-fütûr …….. avdet ettik. Bu memlekette bazı çirkin ahlâksızlıkları gördüm ve hayret ve nefret ettim. Bu pek iptidai görünen insanlara bu ahlâksızlıklar nasıl nüfuz etmiş diye şaştım kaldım. Bu teferrüc yerlerinde birçok fuhuş ve rezalet olduğunu anlatıp durdular. Biz de çadır hayatından vazgeçerek mefreçlere yerleştik. Gece fazlaca soğuk olduğundan daha doğrusu gündüz ile gece arasında yirmi dereceden fazla fark-ı hararet yapması bizde çok fena tesir yapmaktadır. Gündüz otuz derece olduğu hâlde gece sekiz on dereceye kadar sukut etmesi çok mühim tesir yapmaktadır. Sabah güneş doğmadan evvel kimseler dışarıya çıkmıyor. Hatta güneş doğduktan sonra bile tüylü tarafı dışarıya ve bele kadar uzun olmak şartıyla koyun postundan yapılmış gocuklarını her Arap sabahleyin giyer. Ve fakat alt kısımları yani bacakları çıplak olduğundan zangır zangır titreyerek yürürler. Yemen Araplarının bünyeleri çok sağlam ve vücutları çok mütenasiptir. Pazar günleri Bedeviler kasabaya indikleri vakitte yekdiğerleriyle musafahalarına meftun ve hayran olurdum. Yekdiğerlerini tanıyan iki Bedevi karşılaşınca evvelâ musafaha yaparlar ve müteakiben aynı Avrupalıların reveransı gibi reverans yaparlar ve reveranslarını birkaç


defalar tekrar ettikten sonra yekdiğerinin …. …. için ……. kullandıkları çok beliğ sözlere hayret ediyorum. Bu milletin çok eskiden kalma bir medeniyetleri olduğu muhakkaktır. Çölde kadınların büyük hasır şapka giydiklerini ve tesettüre çok az riayetkâr olduklarını, yolda tesadüf ettiklerine selâm verip geçtiklerini yazmıştım. Cebel’de ise tesettür biraz fazlaca ise de kadın, erkek çarşı, pazara gider yekdiğeriyle görüşür, yüzünü kapamaz. Tesettürleri akıl ve mantık dâhilindedir. Artık bol bol istirahat ediyoruz. Günde üç dört defa yemek yiyoruz. Ekseriyetle hava serin gidiyor. Ara sıra yağmurlar yağıyor. Ara sıra Kawkaban’a gidiyoruz. Şibam’ın bahçelerinde geziyoruz, dolaşıyoruz. Harekâta alıştığımızdan şimdi de zayıflamaya başladık. Fırka Kumandanı Rıza Bey geldi. Nisan’ın on ikisinde de ……. giden Miralay Ragıp Bey de avdet etti. Sait Paşa’nın da ……. geldiğini işittik. Artık Yemen’in her yerinde asayiş takarrür etti. Bu defa kuvve-i seferiye ile gelen zabitan ve efrâdın hemen kâffesi Yemen Araplarına çok iyi muamele ediyorlar. Yemen’deki asker ve zabitler gibi katiyen zulüm yapmıyorlar. Bu da meşrutiyetin birkaç senelik verdiği mefkûrenin hüsn-i neticesidir zannediyorum. Artık herkes


…… ve …… geziyor, dolaşıyor. Silah patlamıyor. Kan dökülmüyor. İnsan ölmüyor. Araplar da işleriyle güçleriyle meşgul olarak yaşıyorlar. On dört Nisan’da …… başladı. Hacile’de bıraktığımız ağırlıklar ve koleradan iyi olan efrâdın bir kısmı da geldiler. Ben de eşyalarıma kavuştum. Üsküp’te bavula konulan eşyalarımı üç aya yakın bir zaman sonra açıyorum. Çamaşır, gömlek, elbise değiştirerek medeni bir kıyafete girdim. Eşyalarımın açılması beni çok müteessir de etti. Memleketimden, ebeveynimden ne kadar uzak mahalde olduğumu düşününce meyus olmamak elimden gelmiyor. Ne yapalım sabırdan başka çaremiz yok. Usret-i teneffüs meselesi hepimizi çok müteessir ediyor. Yolların, mihen ve meşâkkın, gıdasızlığın, sefalet-i hayâtiyenin neticesi husule gelen zafiyet ve bilhassa ……. ile bulunduğumuz mıntıkanın üç bin metre kadar yüksekliği ve havanın fazlaca yâbis olması ihtimal ki Yemen ikliminin de soğuk bir tesir-i ….. bu usret-i teneffüs oluyor. Fakat en kati olarak …….. ve zafiyet usret-i teneffüse sebep olmaktadır. On yedi Nisan’a kadar istirahatla vakit geçirdik. Can sıkıntısından müteessir olmayan kimse yoktur. Efrâd ve zabitana bol gıda veriyorlar. Sık sık helva yiyoruz.


Yemen’in …… dana etleri pek leziz ve çok mugaddîdir. Koyun eti burada hiç rağbette değil. Herkes dana ve sığır eti yiyor. Sebze namıyla yalnız patates ve soğan bulabiliyoruz. Sana’da ise her nevi sebze vardır. Şeker de çok pahalıdır. Bir ratıl yani bir okka yüz dirhemi on iki kuruştur. Nisan’ın on yedisinde Umran’a dönmekliğimiz için emir verildi. Bizimle beraber beş tabur piyade, mitralyöz ve bir batarya cebel olduğu hâlde saat dörtte hareket edeceğiz. Ambarda bugün tartıldım altmış dört kilo geldim. Saat dörtte hareket eden bizim tabur pîş-dâr. Aheste aheste gidiyoruz. Tela’nın yanındaki tepeden geçerken şiddetli bir yağmura tutulduk. Yağmur bir saat üzerimize yağdı. Sırsıklam olduk. On ikide Umran’a geldik. Bu gece kasabanın önünde çadır kurup yattık. Sabahleyin neşe ile uyandık. Bizim üç bölük bir saat mesafede olan Darb Köyü’ne ve bir bölük çarşıdaki odalara, biz de Yüzbaşı Mehmet Efendi ile bir oda tutup yerleştik. Umran’da yiyecek daha mebzûldur. Güzelce bir de kahvesi vardır. Umran da fena bir memleket değil. Dümdüz bir ovanın üzerinde ve etrafı surla muhattır. Şeyhü’l-meşayih Hiram Paşa’nın konakları pek büyüktür. Bu gece … köftesi, taze fasulye yedik. Avdan Emiri’nin …….. gelmesine


intizar etmekteyiz. Bugün mümza bir mektup Edirne Valisi Mazhar Bey’e yazdım. Üç bölüğün bulunduğu Hureb Köyü’ne gidip hastaları muayene ve tedavi ettim. Leü’lhamd mühim bir hastalık yok. Nisan’ın yirmi birinci günü kırk nefer ve on mekâre ile Mülâzım Mehmet Ali Efendi’yi Sana’ya gönderdiler. Havadis hiç yok. Can sıkıntısından ne yapacağımızı bilmiyoruz. Umran’ın yegâne kahvehanesine gidip vakit geçirmeye çalışıyoruz. Ne müz’ic bir hayat: Gençliğimin, ilmimin, irfanımın, fennimin bütün kudretleri eriyip gidiyor. Bu sabah da kahvehanemizde yeni yeni havadisler işitiyoruz. Merkez Kumandanlığı bizler olduğu hâlde dört tabur askerle Ride’ye gideceği ve bu dört taburun işgal ettiği Kasır, Cennetân, Beytü’l-Fakih köylerini on altının birinci taburuyla bizim tabur işgal edecekmiş. Yine seyahat başladı. Zaten bir memlekette oturunca canımız sıkılıp duruyor. Mütemadiyen yolda ve harpte olursak düşünmeye, sıkılmaya, üzülmeye vakit bulamıyoruz. Umran Ovası’nın şark tarafındaki son noktasında bir boğaz vardır ki bu boğazdan itibaren İmam Yahya’nın malikânesi başlıyor ve İmam Yahya’nın merkez-i idaresi olan Şehare de bu cihetlerdedir.


Bir gün sonra bizim taburun birinci ve ikinci bölüğü Kasır Köyü’ne üçüncü, dördüncü bölük de Cennet Köyü’ne gitmek üzere sabah ikide hareket ettiler. Ben de sıhhiye efrâdıyla eczaları Cennet Köyü’ne gönderdim. Saat beşte Beytü’l-Fakih’de Alay Kumandanı’nın kuzu ziyafetine gittik. Çok güzel eğlendik. Alay Kumandanımız Erkân-ı Harp Kaymakam Fuat Bey’dir. [Şimdiki …. Ali Fuat Paşa] Vatanın yüce menfaatlerine dair çok esaslı mübâheseler cereyan etti. Tekmil zabitan arkadaşlar etlerimizi oynayarak, eğlenerek Cennetân Köyü’ne geldik. Burada yine yerleştik. Gündüz Umran’daki kahvemize gidiyor ve akşamları dönüyoruz. Yine monoton bir hayatla beraber can sıkıntısı ve tatminsizlik de baş gösterdi. Tabii şekle gelir gelmez bütün kudretlerimiz sönüyor. Birkaç kere düşündüm. İnsanlarda yaşadıkları hayata uyan ve tam o hayata mütenasip bir tahammül kudreti vardır. Bu kudret hem vücut hem de dimağda mevcuttur. Bu tahammül kudreti ekseriya insana, hayatta tesadüf ettiği bütün mevânie karşı koymaya, en mühim müşkülatı iktihâm etmeye, en dehşetli sefalet-i hayâtiyeye karşı mukavemet göstermeye, muharebede en felâketli hâlâta, en feci vakayie göğüs gerdirip sebat ettirmeye, en yüce


dağları aşmaya kâfi geliyor. Ve fakat bir defa mâniaları, müşkülatı iktihâm ve muharebeyi kazanarak muzaffer ve yüksek dağların tepesine çıkmaya muvaffak olunca bu tahammül kudreti derhâl sönüyor. Bu kudrete kuvâ-yı hafiyye desek daha iyi olur. Bu kudret, bu kuvâ-yı hafiye insandan çekilince mecalsizlik de, takatsizlik de baş gösteriyor. Sinirler gevşiyor ve en küçük şeyleri bile yapamayacak bir hâlsizlik geliyor. Hâl-i faaliyette olan insanlarla faaliyetten çekilmiş olan insanlar gibi faal zabitan ve memurin ile mütekait zabitan ve memurin de aynı böyledir. Zabitan da memurin de çok faal, cevval ve ateşîn mefkûreleri olan bir kudrette iken tekaüt olur olmaz bütün faaliyet, cevvaliyet kudreti, yüksek mefkûreler kaynağı olan dimağının kuvveti derhâl bitiyor. Meskenet, atalet, beceriksizlik ve hatta mantıksızlık baş gösteriyor. Yüksek izzet-i nefisle, vakar ve haysiyetle, metanet-i ahlâkiye ve şuuru harekâtıyla temeyyüz eden bir kumandan, bir memur tekaütlüğünü müteakip atalet-i mutlaka içinde bozulmaya başlıyor. Vefeyât meselesi aynı tarzdadır. Aynı sinde ve aynı rütbede ve hatta aynı maaş ve aynı şerâit-i hayâtiye içinde olan muvazzaf memur ve zabitan ile mütekaid zabitan


ve memurîn arasında vefeyât meselesi mukayese edilirse belki yüzde yirmi beş nispette mütekaidinde fazladır. Bu hususta bir istatistik yapılsa bu hakikat derhâl tebellür edeceğine katiyetle kaniim. Arz ettiğim bu hafi kuvvetler, mukavemet

kudretleri

muhit-i

içtimaiyeye

istinat

ihtiyaçları zevâl bulunca kudret-i hayâtiye de yavaş yavaş ve fakat insanlar genç ve dinç veya yaşlı olmakla beraber yine tâmü’l-sıhha ve yüksek bir kudrette ise onda bu kuvâ membaı, kaynağı henüz kurumadığından ve nefsine itimat ve bizatihi herkesin kabiliyetleri henüz mevcut olduğundan ve vücutta bizce henüz malum olmayan bazı ukuller tarafından vücûda getirilen ciyâdet-i hayât muvazenesini yine tesis ve ifa ettiğinden insanda aynı kudret temadi ediyor. Yine monoton bir hayat başladı. Her gün köyümüzden Umran’a Umran’dan köyümüze gidip geliyoruz. Can sıkıntısı tahammül-fersâ bir derecededir. Bir kuzu satın alarak çevirmesini yaptık. Birkaç saatimizi böylelikle geçirdik. Bu muhit cennet-âsâ dahi olsa öz vatandan, aileden, âşiyândan mahrum olduğumuz için her taraf fevtâbâd oluyor. 28 Nisan’da gelen emirde Fırka Kumandanı Ride’ye


iki tabur ve bizim alayın da harekete hazırlanmasını bildirmektedir. Gözüm seğiriyor, bakalım bizim telsiz telgraf ne haber getirecektir. Herhâlde bir sıkıntı geçireceğiz. Allah hayırlısını versin. Hava daima yağmurlu ve kapalı gidiyor. 29 Nisan gece sekizde uykudan uyanınca fazlaca ve bilâ sebep müteessir olmaya başladım. Müteakiben bir silah sesi kulağıma geldi. Yüzbaşı Mehmet Efendi’yi uyandırdım. Beraberce burcun tepesine çıktık. Mehtap pek fazla olduğundan iki bölüğümüzün bulunduğu Kasır Köyü’nde kesif bir duman çıktı. Ve birkaç el silah patladı. On beş dakika uzakta olan bu köyde bulunan iki bölüğümüzde pek fazla gürültüler işittik. Boru ile ne olduğunu sorduk. Düşman var cevabını verdiler. Yüzbaşı Mehmet Efendi hemen yirmi neferle gitti. On dakika sonra beş neferle ben de gittim. Köye gelince müthiş bir manzara karşısında kaldım. Köyün kapısının sol tarafında birinci bölüğün iskân ettiği burcu Araplar dinamitle berhava etmek istemişler. Burç tahrip olunmamış ise de bir nefer şehit ve on nefer yaralı vardır. Yaralıları tedavi altına aldım. Tekmil köy abluka altına alınarak kaçmakta olan üç kişi ile beraber bütün köyün erkeklerini Cennet Köy’e gönderdik. Ertesi günü mükemmel bir cenaze alayı yapıldı. Hain


köylüler de cenazenin arkasında Umran divan-ı harbine götürüldü. Her tarafta ihtiyati tedbirler alındı. Karakollar, devriyeler gezip duruyor. Me’mûlün fevkinde bir hadise oldu. 27 Nisan’da ikisi kayınpederden ve biri de eczacı biraderden olmak üzere üç mektup aldım. Bu acı vaka üzerine resmi yazdığım raporun sureti: Mâh-ı hâlin yirmi dokuzuncu Cuma gecesi alaturka dokuz raddelerinde taraf-ı kumandânilerinden telakki ettiğim emir üzerine Kasır Köyü’ndeki burçta yarım saat evvel vuku bulan işgal neticesinde sekiz neferin mecruhun muayene-i tıbbiyeleri bi’l-icra sekiz neferde el ve ayak ve yüzlerinde birinci ve ikinci derecede hurfe-yanık olup bu da barut iştimâliyle husule geldiği ve tedavileri yapılarak Cennet Köyü’ne gönderildikleri ve vefat ettiği haber verilen bizde künyesi yazılı Ethem oğlu Ahmet’in karye ….. kuyusunun sol cihetinde …..sı şimale müteveccih ıztıcâ’-i zahrî vaziyette bulunduğu hâlde muayenesi bi’l-icrâ nâhiye-i …..nin cihet-i ……. ve âlîsinde beş santimetre tulünde bir cerha-i….-i amîka ile keza nâhiye-i mezkûrede keza diğer bir cerha-i …..-i amîka olduğu görülmüş, curûhân-ı maruze ise merhûmun yattığı mahallin tam altında mahzende barutun şiddetli bir surette iştimâliyle odanın zemininin


…….na tevafuk ile kısmının harabiyeti dolayısıyla ani olarak münteşir gazât-ı muhrikanın tesirâ-ı müthişesinden tahlis ve ……… temin etmek için derhâl pencereden baş aşağı müteveccih olduğu hâlde burçtan aşağı düşüp ve mahal-i ……daki keskin taşa …. ….. şiddetli bir surette çarpmasından tevellüt ettiği ve gerek mezkûr ……ların ve gerek …… ani tesiriyle vefat eylediğini mübeyyin rapordur. Tabip Yüzbaşı

Tarih

( CD de 124 üncü sayfada görülen fakat üzerinde sayfa numarası olmayan kısım)

Bu Hamyer hanedanının gayet güzel iki kızı varmış. Bu kızların güzelliklerine izafetle Gökyan-İki Yıldız diyerek

kasabanınc

ismini

koymuşlar.

Bu

kızlar

bilahare hastalanırlar. Bir ay tebdil-i hava deniz sahiline gönderilmeleri lâzım gelir. Bunları Şap Denizi’nin Hint


Denizleriyle Umman Denizi’ne münteha olan mahaldeki adalara tebdil-i havaya gönderirler. Bu iki güzel kızların bu adalara gelmesi cihetiyle adanın ismi de Kahrin olur. Bilahare bu Kahrin ismi ecnebilerce Kamorom olur. İngilizlerin elindedir. Makinelerle mebzûlen iyi ve soğuk su yapılmaktadır. Mükemmel bir ……..si de vardır. Hint postaları buradan su alırlar.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.