Nihal Erem İkinci Kitap

Page 1

“Yürekten Zihine, Zihinden Ele” NİHAL EREM



03 Mart 2016 - Kadıköy Necdet Ozalit’te 2 kopya olarak basılmıştır.



“Yürekten Zihine, Zihinden Ele”

NİHAL EREM Haziran 2015



Bazı anılar ve düşünceler.

Giriş

9 Ekim 2014’de 88 yaşımı bitirdim. Bunca yıl sonra gerilere bakıyorum. Şimdi %10’a düşen görme yeteneğimle ne yapabilirim ki? Zaten seneler önce, gittikçe artan, bu eksilişi fark edince, aile fotoğraflarını, belgelerini dosyalamıştım. Ardından, çocuklarımın önerisiyle, kalabalık bir aileyi, kişileri, anıları ve olayları, kendimce, gelişigüzel kaleme aldım. Fakat bir anneler gününde yazılarımı basılmış ve internete verilmiş halde getireceklerini hiç beklemezdim. Çok şaşırdım, mutlu oldum. “ Kulaktan Göze, Gözden Ele” adlı, fotoğraflı kitap yoluyla, izini kaybettiğimiz bazı aile bireylerine ulaştık. Bazı anılarımdan referans olarak alıntılar yapıldı. Demek uğraşılarım bir işe yaramıştı. Sevindim. Değerli evlatlarım, sevgili Faruk ile eşi Ayşen ( Gürel ) Sile’nin, ABD’den 2011 yılında getirdikleri, ‘harfleri büyütüp, ışıklandırarak ekrana yansıtan cihaz’ bana yeni ufuklar açtı… En içten duygularla teşekkür ediyorum. Artık okuyup yazabiliyorum. Ancak büsbütün görmez olma riskine karşı, elimdeki fırsatı değerlendirmeye çalışıyorum. Hatırladıklarımı, düşüncelerimi toparlayıp, hayatımın kendimce bir analizini yapmaya çabalıyorum. Bu yolda bana destek veren herkese ve yardımlarıyla, kıymetli vakitlerini, emeklerini harcayan sayın Aliye Uzun hanıma ve sayın Ataman Yılmaz beye, sevgi ve teşekkürlerimi iletiyorum.

Suadiye Huzurevi Beylerbeyi Şubesi 27 Haziran 2015 Nihal Erem









BİRİNCİ BÖLÜM

0rd. Prof. Hulki Erem ile eşi öğretmen Saliha Erem’in ilk çocukları olarak, jinekolog doktor sayın Eyüp Aksoy’un ebeliğinde İstanbul’da, evde, 9 Ekim 1926’da doğmuşum. Tam bir sene üç gün sonra kardeşim Nejat Erem’in ve ileri yıllarda halamın kızı Hüda’nın, teyzemin oğlu Bülent’in de aynı şartlarla, dünyaya göz açtıkları, Beyazıt’ta, Soğanağa Mahallesi, Sekbanbaşı Sokak’ta 12 No.lu, uğurlu evi, çok iyi anımsıyorum: Üç katlı ahşap ve bahçeli, bitişiğinde ikizi olan bir İstanbul konutu… Orada, kiracıydık: Sokak kapısı açılınca, zemini kırmızı renkli, taşlığa girilirdi. Hemen sağdaki küçük odada, bazı araç, gereçlerle, büyük bir köhne, tahta sandık dururdu. Ona, ‘ambar’ diyorlardı. Nereden nasıl getirilmişti? İçinde ne vardı? Kapağının açıldığını hiç görmemiştim. Ama o zavallı ambar, geçmişindeki saltanatın hayaliyle uyuklarken, benim çocuk gözümde, büyüdükçe büyür, halamın anlattığı, ‘Kırk Haramiler’ masalındaki hırsızların, mücevherlerini sakladıkları mağaraya dönüşürdü… O gizemli oda beni ürkütürdü! Kendi halinde görevini yapan o esrarengiz (!) odanın bitişiğinde kapkaranlık, çekinceli kömürlük vardı. Sanki ikisi el ele vermişlerdi. Taşlığın solunda ise aynalı portmanto, gelecek konukları güler yüzlü, buyur etmeye hazırdı. Tam karşıdaki kapı, mutfağındı. İçerde soldan, kurnalı, termosifonlu banyoya girilirdi. Sağda ise dökme demirden, siyah bir kuzina dururdu. Annemin, Feneryolu’nda, alıştığı havagazı tesisatı, bağlattırıldığından beri kullanılmıyordu. Yeniliklerin, kolaylıkların, gelişmenin, kaçınılmaz oluşunun bilincindeki, güngörmüş kuzina üstüne konan, yeni havagazı ocağına, biraz hüzün ve suskunlukla destek oluyordu… Mutfak penceresinin önünde eviye, yanında bahçe kapısı vardı. Bahçenin ortasındaki göbek, sardunyalar, nergizler, hercai menekşeler, kokulu lavantinlerle rengarenkti. Çevresi, koyu yeşil, sert yapraklı, kısa kesilmiş şimşirle sınırlanmıştı. Duvar diplerinde, erik, zakkum, güller dikilmişti. Bahçeden sokağa açılan yan koridora kümes yapılmıştı. Sokakta oynamazdık. Çok küçükken, bahçenin bir köşesine yığılan “kumda oynamıştık”(!) Çok saflık anlamına gelen bu deyim, hala var mı? Bilmiyorum. Mutfakla kömürlük arasında yer alan merdiven, tavan arasına ulaşırdı. Birinci katta mutfağın üstüne gelen, gün geçirdiğimiz oda, bahçeye bakardı. Banyo üstüne gelen ‘Alaturka’ (WC) mermer lavabolu, akarsuluydu. Genellikle aileyi birleştiren o şirin odada, kanepeler, sandalyeler, masa ve bir de babamın yaptırdığı Tahta buzdolabı (!) vardı. Kışın soba kurulurdu. Buzdolabının dışı ahşap, içi tümüyle metal kaplıydı. İki katlıydı. Alt bölümü raflıydı. Kapakları iki yana açılırdı. Üst bölüm kapağı menteşeliydi. İner kalkardı. Tabanına yerleştirilen yatay spiral borunun bir ucu, önde dışta duran musluğa bağlıydı. Diğeri arkada, dışta yüksekte duran büyük su kavanozuna girmişti. Blok buzlar o spiral borunun üstüne, çevresine konur, kapak indirilirdi. İstenince musluktan soğuk su alınır, yiyecekler alttaki raflı dolaba konurdu. Tabii ilkel bir yöntemdi. Ama yararlıydı. Birinci katta, sokak yönünde biri küçük, yüklük denen, gömme dolaplı, diğeri büyük salon sayılan iki oda daha vardı. Ortadaki büyük sofa ile merdiven boşluğu arasındaki iki kapılı camlı bölme ile sofa da odaya çevrilmişti. Camlar yarı saydam, kırmızılı yeşilli desenle dekoratifti. Büyük oda, günün modasına uygun kadife möble, kadife perdeler, tüller,


sehpalar ve ‘Telefunken’ markalı radyonun konduğu etajer ile köşelerdeki yüksek çiçekliklerle döşenmişti. Gerekince, mavi emaye havagazı sobasıyla ısıtılırdı. Sofada iki tane camlı kitaplık, sandalyeler, möbleli gramofon ve pencere önündeki sehpada, babamın görevi dışında az çalan, yuvarlak numaratörlü, kulaklığı yanda asılı, dik duran, siyah telefon vardı. No. su ( 21697) idi. Salamandra soba oradaydı. Kışlar soğuk geçerdi. Sobanın camlı kapağına yansıyan, kırmızı, turuncu, parlak alevleri, çıtırdayarak kebaplaşan kestaneleri, özel kapta patlayan mısırları, sahlepçinin, bozacının seslerini, bekçinin düdüğünü unutamıyorum. İkinci katta sobalı yatak odaları vardı. Sofa açıktı. Boştu… 1937’de güzel günler geçen evi ve odaları bom boş bırakarak, biraz hüzünle, Laleli’deki modern evimize taşındık. Her değişen şey gibi, İstanbul da gerek görünüm gerekse yaşam yönünden başkalaştı. Kuşaklar farkı arttı. Bu dönem doğanlar uzay çağına uyacak zeka ve yetenekle yetişiyorlar. Kendi adıma vatana, millete hizmet edecek mesleğim olmasa da, hayatım çok renkli değilse de, yaşadım. Olayların getirip, götürdüklerinin duyguları, fikirleri etkilediğini görerek, düşüncelerimi, yazmak, içtenlikle anıları paylaşmak istedim. Birçok kişi ve aile bireyinden söz ederken, hatalarım olmuşsa, onlardan af diliyorum. Uzun ömrümde bana sunulan nimetler için önce, “Allah’ıma hamd”, babama, anneme, aile büyüklerime, bütün evlatlarıma ve katkıda bulunan herkese içtenlikle teşekkür ediyorum. Şimdi, 88 yıl sonra, dönüp geriye bakınca, anne baba tarafından kalabalık olan aile topluluğumuzu düşünüyorum. “ Birbiriyle anlaşan, oldukça benzer standartlarda yaşayan ve Atatürk Cumhuriyetine bağlı, ona hizmet eden ve genellikle öğretmen, memur ve dürüstçe çalışan babaların, annelerin kurdukları yuvalarda doğup büyüyen çocuklardan oluşan geniş bir aile imişiz” diyorum. Ancak, böyle yakın ilişkiler içinde geçirilen ömürler, bir tür klan hayatı mıydı? Yoksa Savaşlarla, birliğine, özgürlüğüne kavuşmuş, tok gözlü, fedakar, dürüst, çalışkan, ümitli bireylerden oluşan ulusumuzun ortak karakteri miydi? İkinci seçeneğin olmasını ve o özel hasletlerin sürmesini içtenlikle dilerdim… Ama ne çare! O eski yıllarda, 1930’larda, şimdi doğayı yok ederek, her yerde yükselen beton gökdelenler yapılmamışken, İlkbahar ve yaz aylarında Biz, ‘o zamanların akran çocukları” ve her yaştan aile bireyleri ve yıllarca beraber yaşadığımız ve emeklerini paylaştığımız, akraba saydığımız kişilerle, sayısı 25-30 u bulan bir topluluktuk. Organize edilen pikniklerle, Büyükada’ya, Heybeli’ye, Sarıyer Hünkar suyuna, bentlere, Göksu’ya, Kandilli tepesine giderdik. Eşsiz İstanbul doğasının güzelliklerini seyretmek, ağaçlar altında temiz havayı içe çekmek, kuş cıvıltılarını dinlemek, kır çiçeklerini toplamak, deniz kenarında renkli çakıl taşlarını aramak, kağıttan yaptığımız kayıkları yüzdürmeye çalışmak, hatta onların suda dağıldığını görmenin üzüntüsünü bile… Hepsini özlemle anıyorum. Acaba o çocukluk, o huzurlu dönem sadece hayal ettiğim bir masal mıydı? Fotoğraflar olmasa… Sonbahar ve kışlarda, yağmurlar, karlar başlamadan her aile kendi evinde hazırlığa başlardı. Odunlar, kömürler alınır, sobalar kurulur, akan damlar aktarılır, kalın giysiler ortaya çıkarılır, mutfaklarda kaynatılan çeşitli reçeller salçalar, güneşte kurutulmuş tarhanalar, kavanozlarla dolaptaki yerlerini alırlardı. O mevsimlerde aile ilişkileri toplu halde değil, evler arasında gidip gelmeler ve ziyaretler şeklinde sürerdi. İstanbul dışında yaşayan akrabalarla mektuplaşılır veya yatılı misafirlikler olurdu. Cep tele-


fonları hayal bile edilmemişti. Otelde kalma adeti yoktu. Büyük Halam ( Nadire Kurt ) geldiğinde, bize masallar anlatır ve yaptığı çok nefis katmerleri, börekleri, tatlıları sunmak için hamur tahtasının başına geçince biz de çevresindeki yerimizi alır, elimize vereceği hamur parçasını beklerdik. Halbuki bizim plastirin denen, çeşitli renklerde macunlarımız da vardı. Ama halamınki başka gibiydi! Okula başlamadan önce, evde oyuncaklarımızla oynar, defterlere renkli kalemlerle resimler yapardık. Nejat’ta ve ben de küçük yaşta başlayan resim yapma merakı, okul döneminde ve sonraki yaşamımızda da devam etti. Kişisel sergiler açtık. Galiba beş veya altı yaşlarındaydım. Bir gün babam beni arkadaşı Mösyö Maranz’ın Bebek’teki evine götürdü. Bir oda kuşlara ayrılmıştı. İçerde bir ağaç ve dallarına konulmuş birçok hasır yuva görünüyordu. Kuşlar ötüşerek özgürce uçuyorlardı. Ev sahibi, eğer bir resim yaparsam bana bir kuş vereceğini söyledi. Sigara paketinden çıkardığı küçücük kağıdı uzattı. Hevesle aldım. Herhalde fena da yapsaydım bir kuş hediye etmeyi istiyordu. ‘Seç bakalım’ dedi. Seçemiyordum ki! Hepsi birbirine benziyordu. Sadece parmağımla işaret ettim. Mösyö Maranz birini yakalayıp bana verdi. Artık yaptığım o küçük resim karşılığında bir kanaryamız olmuştu. Kafeste yaşamaya mahkum edilen minik sarı kuş acaba özgürlüğünü, arkadaşlarını mı arıyordu? Kafesi güzeldi, yemi boldu ama ötmüyordu. Ona kim ‘Coni’ ismini vermişti bilmiyorum. Biz sevgiyle yanına gelince, sadece “cik cik” sesleriyle karşılık verirdi. Kanat çırpardı. Mutlu muydu, hasret mi çekerdi? Yoksa sadece ötemez, şakıma taklidi mi yapardı? Bilmem.! Ayrıca, derin, yuvarlak kase gibi cam bir kabın içinde ömür süren kırmızı süs balığımız vardı. Yalnızdı. İsmi de yoktu! Kendi alemindeydi. Bizi fark eder miydi? Karın tokluğu, suyunun değiştirilmesi yeterli miydi? Hiçbir zaman anlayamazdık. Çünkü o da doğal ortamı dışında yaşamak zorunda kalmış, sessiz bir canlıydı.


Hayvanları uzaktan sevdim. Acaba bu ilk deneyimler mi beni etkiledi? Oysa annemle babamın bahçede çekilmiş fotoğraflarında, babam köpeği ‘Hektor’ ile şakalaşırken annemin kucağındaki kediyi sevdiği görülüyor. Sevgili çocuklarım küçükken evimizde bakılan hayvan yoktu. Yazlık evlerin bahçelerinde, kedilerle köpeklerle oynarlardı. Kendi evleri olunca hayvan alıp baktılar. Bizler büyürken, hayatımızda bazı değişmeler oluyordu. Aileye yeni katılanlar veya işleri gereği başka kentlere gidenler vardı. Artık o toplu piknikler yerine genç aileler yazlıklara gitmeyi tercih ediyorlardı. Benim iyi hatırladığım ilk yazlık, Erenköy tren istasyonunun yanındaki Ziya Paşa Köşkü’ydü. Ondan evvel, Feneryolu’nda bir yaz geçirmişiz. Ama anımsamıyorum. Anlatılanları biliyorum. Fakat: Gözümün önüne gelen hayal meyal bir sahne var. “Küçük, kısa, ahşap bir köprü, yanında bir kulübe, önünde küfeler, yanda tahta peyke…” Gerçekten öyle bir yer var mıydı? Bilmiyorum ama yakında okuduğum Kalamış’ı, Kızıltoprağı, Feneryolu’nu anlatan kitapta o semtlerde eskiden bostanlar da olduğunu öğrenince, hayalimdeki o görüntünün, benim hayatımın ilk anısı olabileceğini düşünüyorum. Belki de bir gerçeğin hayale dönüşmüş izleriydi… Yıl 1932 olmalı. Erenköy’deki köşkün bahçesinde çok büyük, yuvarlak bir havuz vardı. Boştu, içinde ve çevresine dikilmiş salkım söğütlerin altında oynardık. O geniş bahçede çamlar, ıhlamurlar, çınarlar, kestaneler ve ilerlerinde çeşitli meyva ağaçları ile fındıklar dikilmişti. Sınırı tren yolunda bitiyordu. Mahfuze teyzem ( Mavze ) o köşkte, eşi Doktor Cemil Zihni Ülkü ile evlendi. Bahçedeki törene- pikniklerden fazla- akrabalar katılmıştı. Sadece ikizi olan Mahfuz dayım, donanma da asker olduğu için yoktu. Çocuklar ayrı bir gruptuk. Ben, Mavze gidiyor diye üzgündüm. Onun bana hediye ettiği ve adını ‘Kıymet’ koyduğum, güzel bebek beni teselli etmeye yetmiyordu. Yeni bir dönem başlamış gibiydi… Anneannemin ilk evladı ve Çamlıca, Kandilli, Erenköy, İstanbul Kız Liselerinde kimya öğretmeni olan Efser teyzemin eşi tarih öğretmeni Ekrem İnal, oğulları Vedat, Sedat, kız kardeşi Vedia teyzem ve manevi kızı Fatma ile beraberce kirada oturdukları evin sahibinin huysuzluklarından bunalınca, kendi evlerini yaptırmayı düşünmüşler. Planları gerçekleşinceye kadar, anneannemin Kovacılar caddesindeki boş duran evine geçmişlerdi. Mavze gidince, anneannemle Saadet teyzem kışı bizimle geçirmeyi kabul etmişlerdi. 1933 senesini önemli olaylarıyla hatırlıyorum. Erenköy’den Beyazıt’a dönmüştük. İlkokula başlıyorduk. Ben 1926, Vedat ve Nejat 1927 doğumluyduk. Üçümüz aynı gün İstiklal Lisesi’nin ilkokulunda, aynı sınıfta, aynı sırada yan yana oturup eğitim hayatına başladık. Soyadı kanunu çıkmamıştı. Babalarımızın ismi ve numaralarımızla anılıyorduk. Sabahları, Şayan anne önce bize gelir, sonra Kovacılar caddesine uğrar, Vedat’ı alır ve yürüyerek, Saraçhanebaşı’ndaki okulumuza götürürdü ( şimdiki belediye sarayının yeri). Öğleyin evden yemek getirir, akşamları da evlerimize geri götürürdü. Şayan annemizin hakkı çok büyüktür. Ödenmez. Annem ve teyzelerimin hepsi öğretmendiler ve görev yaptılar. Ancak, Efser ve Saadet teyzelerim mesleklerini bırakmadılar. Babam, annem, teyzelerim, eniştelerim ve diğer akrabalarla bir öğretmenler kuşağı içinde yetişme şansına ve mutluluğa eriştik. ‘Mavze’ çok kısa bir süre sonra, Kağızman’dan İstanbul’a döndü. Eşinden ayrılıyormuş ve hamileymiş. Seneler sonra bu şaşırtıcı kararı kınayanların yorumlarına tanık oldum. Fakat çocukla çocuk, büyükle büyük olan, şen mizaçlı Mavze’ciğim hiç ağzını açmadı, sırrını söylemedi. En sonunda oğlu Bülent başka kanaldan öğrendiği gerçeği açıklayınca Mavze’ye hak verdim. Kimseyi suçlamadım. Kadermiş dedim. 30 Haziran 1933’de Bülent Beyazıt’taki evde doğdu. Beni ve Nejat’ı, Fatih’te oturan Müveddet ha-


lamın evine götürmüşlerdi. Gecede orada kaldık. Halamın kızı ‘Hüda’da aynı evde dünyaya gelmiş, uğurlu bir yuva olmuştu. Kendi evimiz yapılıncaya kadar orada yaşadık Bülent aileye kardeşimiz olarak katıldı. Ömrümüz beraber geçti. Aile birimlerinin hemen hepsi, memur olarak devlete, millete hizmet edip maaşlarıyla, zengin olmasalar da, rahat yaşarlardı. Türkiye’nin ilk elektrik mühendislerinden olan babama, aynı sürede değişik görevler verilmişti. Bir yandan da ‘Mühendis Mektebi’ndeki ( şimdi İTÜ) derslerine devam ediyordu. Saadet teyzem, Musevi Birinci karma Okulu’nda öğretmendi. Mahfuze teyzem sular idaresi muhasebesinde çalışmaya başlamıştı. Biz okuldaydık. Böylece gündüzleri evde Annem, sorumlulukları yanında, Bülent’le ilgileniyor, Anneannem ise boş vakit geçirmeyen olgun kişiliğiyle ailenin temel direği statüsünü sürdürüyordu. Hatçe ve Pervin de evin döndürülmesinde yardımcı oluyorlardı. Akşam evde buluşunca günün haberleri paylaşılırdı. Biz okuyup yazmayı öğrenmiş, bilgiler ediniyorduk. Okulda Cumhuriyet Bayram’ı hazırlıkları yapılıyor, sınıf süsleniyor, okul bayraklarla donatılıyordu. Evimizde de bize balonlar, kağıt fenerler, pırıltılı maytaplar alınmıştı. Acaba bayrak yeteri büyüklükte değil miydi? Belki de nizami ölçülere uygun değildi. O yüzden Mavze, babamla masa başında, kırmızı bir kumaşı ölçüp, biçiyor, babam beyaz kumaşa elindeki pergelle, cetvelle, açıölçerle ay yıldızı çiziyor, sonra kesip olması gereken yere koyup iğneliyordu Dikilip bitirilmesi ise, el makinesinin başında bekleyen Mavze’nin işiydi… Ne büyük savaşlar, özveriler, emekler sonunda kavuşulan Cumhuriyetimizin 10. yılı kutlanıyordu. O, ne büyük sevinç, gurur, güven ve ümit kaynağıydı. Bütün ulus nasıl içtenlikle kutlamalara koşup katılıyordu. Biz de hepimiz heyecanla hazırlandık. Babamın ( fen Müşaviri) Teknik Danışman olarak görev yaptığı, belediyenin Divanyolu’ndaki binasına gittik. Pencerelerde yer aldık. Geçit töreninde, kahraman askerlerimizi, kızlı erkekli sporcu gençleri, sanayi atılımı yapmakta olan vatanımızın çeşitli sektörlerini temsil etmek üzere kamyon kasalarındaki düzenlemelerin, hareketli


sahnelerle sergilenmesini merak, ilgi ve hayranlıkla izledik. Marşlar dinledik. Tabii bugünün düzeyinde sade ve çocukça görülecek o kutlama küçümsenebilir. Fakat her olayı olduğu çağa ve günün şartlarına göre değerlendirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Keşke o heves, gayret, içtenlik, güven, huzur, sevgi, birlik ve ümit geri gelseydi de herkesin kötü amaçlar için kullanabilecekleri teknik araçlar olmasaydı. Şimdi değil kutlamak, Cumhuriyetin çabalarla sunduğu birlik ruhu yok ediliyor. Hatta, hukuksuz otorite isteniyor. Bilime, tekniğe, ileri gitmeye asla karşı değilim. O faydalı güzel şeyleri icat eden üstün zekalar, buluşlarının kötü yolda kullanılmasını önleyecek sistemi de keşfetseler diye ummak istiyorum. Ben din bilgini değilim, bugün din uğruna yapıldığı söylenen şeyler için kaygılıyım. İnançlı bir Müslüman olarak ve “Oku” diye başlayan Kuran’a dayanarak, dinimizin, düşünmeyi, aklı kullanmayı, ayrışmayı değil birleşmeyi paylaşmayı, dürüstlüğü, sevmeyi, hoşgörüyü, affetmeyi, emir ettiğini biliyorum. Bugün; Kendi çıkarları için, bazı konuları takıntı haline getirenlerin, “Bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir” diyen Kuran’a rağmen, kafa kesip, terör estirenlerin, ağır baskılarla insanları ayrıştıranların, Müslümanlık adına yaptıkları vahşetin “dinin özüne” inanan, samimi, aklı başında Müslümanlar için bir uyarı olduğunu düşünüyorum. Bu gidişe son verecek önlemlerin neler olabileceği bütün sağduyulu, ileri görüşlü, dünya çapındaki insanların işbirliğiyle ve özverileri, tarafsızlıklarıyla, bulacakları çözümlerle bağlantılıdır diyorum. Eğer insanca yaşanmak isteniyorsa… Kafalarımızın içindeki o mucizevi organı, çok geç olmadan, çalıştıralım. Durağan fikirlerin esiri olmayalım. Gelecek yüzyıllara sadece madde bazında değil, ruhen, kalben ve fikren hazır olalım. Şu anda ben 89 yaşıma girmiş durumdayım. Önümde ne kadar zaman var bilmem, bütün gençlere, evlatlarıma, torunlarıma, onların çocuklarına ( toruncuklarıma ) iyi bir dünyada yaşamalarını diliyorum. Çocukluğumuzdaki gibi. O senlere dönersek, aklıma ilk gelen ve Atatürk’ün bu ulusa yaptığı en büyük hizmetlerden birinin ‘ Harf Devrimi’ olduğunu düşünüyorum. İnanıyorum ki, Türk alfabesi en doğru en kolay ve seslerin karşılığı olan harfleri bilen bir kimse için, öğrenilmesi ve öğretilmesi en elverişli olan, dünyadaki tek alfabedir. Diğer dillerde bir ses için bazen iki, hatta üç dört harf yan yana geliyor. Bir harf, yerine ve anlamına göre, değişik şekilde okunuyor. Karışıklığa neden oluyor. Okuyanın bilgi düzeyi önemli rol oynuyor. Yüce Atatürk’ün öngörüsü ve önerisiyle başlatılan ‘ harf devrimi’ni gerçekleştirmek üzere yapılan zorlu çalışmalar sonunda kabul edilen yeni alfabe, dünyada birçok uygar devletin kullandığı ‘ Latin harfleri’ temeline dayandırılmıştı. Eğitim seferberliği başlatmak için, hemen okullarda uygulanmıştı. Bu konuda emeği geçen herkese minnet borcumuz var. Biz okula başladığımızda, yeni alfabe yerine oturmuştu. Böylece hiç zorluk çekmedik. Babam ‘üniversite eğitimi’ sürecini Belçika’da geçirmiş. O dönemde, kaldığı pansiyonda aile ortamında yaşamış. Fransızca öğrenmiş. Vatana dönünce, İstanbul’da çalıştığı belediye hizmetlerinde, ulusal kalkınma gereği, yapılması istenen tesislerin araştırılıp seçilmesi için, babam görevlendiriliyordu. Yolculuğu uzarsa, annemle mektuplaşırlardı. Biz de elimizle yazdığımız çocukça haberlerimizi, övünerek annemin zarfına koyardık! Babam da, renkli, ilginç kartpostallarla cevap yazardı. Adresin başında ‘Nihal Hanım’, ‘Nejat Bey’, ‘Bülent Bey’ isimleri bizi gururlandırır, mutlu ederdi. Çok küçük olan Bülent’inkine gülerdik. Kısa bir süre sonra da, dil devrimi, takvimin, ölçülerin değiştirilmesi gerçekleşti. Soyadı kanunu çıktı. Annemle babam ( Erem ) Anneannem, Saadet teyzem ve Mavze ( Arısan ) Bülent’te babasınınkini ( Ülkü) almış oldu. ( Teşrinievvel ) ( Ekim) ( Teşrinisani) ( Kasım) ( Kanunuevvel) ( Aralık ) ( Kanunusani) ( Ocak )


ve murabba=kare, mustatil=dikdörtgen, müselles=üçgen ve mütevaziyüladla=yamuk gibi kelimeler ( sözcükler) tarihe karıştı. Böylece bugünün gençlerinin doğal hak saydıkları şeyler, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in armağanıdır. Değerini bilelim! Geriliği isteyen, çıkarcı nankörlere gerçeği gösterelim. Yine eski yıllara, annemin babası Besim beyin çağına dönersek, kalabalık aile bireyleri ile karşılaşıyoruz. Dedemin ilk eşi genç yaşta, hamileyken vefat ediyor. İlk kızları Adalet teyzemizi tanıyamadık, Eşi Kaymakam Neşet enişteyi hatırlıyorum. Dört çocukları olmuş. Dedemin ilk torunları; öğretmen Melahat, eşi eczacı Rahmi Demirsoy, oğulları; Metin, Rasin. Ev hanımı Sabahat, eşi Şurayi Devlet üyesi Zihni İnce. Beş çocukları oluyor. Osman, Nurten, Yüksel, bir oğlan bir kız ikizler, Aslan ve Ayhan. Hakim Adnan Sözmen eşi Celalet Sözmen, oğulları Ali-Özer ve Cüneyt. Doktor Asım Sözmen, eşi Sadiye, oğulları Haluk. Dedemin ikinci kızı Hacer teyzemiz, eşi eczacı Mehmet Nuri İlalan, iki çocukları; Ata ve Nimet ( 6. Torun ) Mühendis Ata İlalan eşi Leman İlalan, oğulları Aykut ve genç yaşta vefat eden Aydın. Öğretmen Nimet eşi Gümrük Müfettişi Basri Bora. Dedemin bu ilk altı torunu ( Melahat, Sabahat, Adnan, Asım, Ata, Nimet ) ile ikinci eşi anneannem Nahide Arısan’dan doğan altı çocuğu ve onların çocukları olan ( biz 9 torun ) Öğretmen Efser eşi öğretmen Ali Ekrem İnal, çocukları Vedat, Sedat. Öğretmen Saliha eşi Mühendis Hulki Erem, çocukları Nihal, Nejat. Öğretmen Saadet Arısan. Öğretmen Mahfuze eşi Doktor Cemil ülkü ( ayrıldı ) oğlu Bülent ( Ülkü ). Teknisyen Mahfuz ( ikiz ) eşi Mukadder Arısan, oğulları Erdil. Öğretmen Vedia eşi Bankacı Calip Serter, çocukları Ergin, Emre, Umur. Nihal, Vedat, Nejat; Sedat, Bülent, Ergin, Erdil, Emre, Umur yaş sırası. Böylece dedemin 15 torunu arasında, aynı kuşaktan olmamıza rağmen büyük yaş farkı vardı. O ilk altı torun, annem ve teyzelerimle (büyük veya küçük ) yaşıttılar. Hatta ilk torun olan Melahat teyze, annemden bir yaş büyükmüş. Bizler de onların çocukları ile akranız. Anneannem, dedem ve kızlarının aileleri aynı çatı altında, evin üç bölümünde anneannemin olgunluğu ile dedemin koruyucu kanatları altında birlik, beraberlik içinde yaşamışlar. Ta ki, aile evi Fatih yangınında kül olana dek. Anneannemin ablasının öğretmen olan kızı, Hamidiye teyze hasta olunca görevini bırakmış Edirne’deki anne evinde yalnız yaşıyordu. Onu ziyaret etmiş, evi de görmüştüm. Anneannemin küçük kardeşi İsmet teyzemin üç kızı vardı: Atiye, Kaniye, Samiye. Atiye Gülümser, çocukları: Haluk Gülümser, Emel

Birsen Atalay, Hayal Cin.

Öğretmen Kaniye Özger, Moralı, oğlu Turan Özger. Öğretmen Samiye Çağlayan, kızları: Gönül, Betül, Sengül. Bartın’da yaşamış. Kendisini görmedim. İki büyük kızını azda olsa tanıdım. Bu, ilk torunlar ile sonrakiler arasındaki çok yaş farkı olması, olayı, baba tarafımda da var. Gelibolulu olan büyükbabam Ali Efendi ve eşi babaannem Gülsüm hanımın 4 çocukları oluyor. Hacı Kazım Erem, Nadire Kurt, Mustafa Hulki Erem, Müveddet Tuğcu. Amcam ilk eşinden ayrılınca, kızı Meliha’yı müşterek babaannemiz Gülsüm hanım onu da kendi çocuklarıyla büyütmüş. Küçük Meliha, halalarını ve amcası olan babamı, abla ve ağabey saymış.


İleride, eşi Albay Ziya Şardağ ile evlenince, dünyaya gelen 3 çocukları Handan, İsfendiyar ve Saruhan İren ise 10,15 sene sonra doğmuştu. Amcamın sonraki eşinden olan oğulları Enis, Süreyya ve Nadire halamın oğlu Suat Kurt ve kızı Mukadder Kurt, yaşları bakımından, bizden bir kuşak önce sayılabilirlerdi. Amcamın son oğlu- (şehit- Vedat Erem) ve Müveddet halamın kızları Aliye Gökçe oğlu ve Hüda Yaradanakul ile yaşıttık. Babaannemin kardeşi Talat bey ise eşi Hatice hanımla İstanbul’da yaşıyorlarmış. Bir oğulları vefat etmiş. Kızları Hayriye halayı, çocukluğumda tanımıştım. Eşi Zeki Eroğlu ile tanışmadık. Hayriye halamın çocukları: Şadan, Neshan, Erdoğan. Şadan eşi Bülent Senyüksel. Çocukları: Füsun, Meftun. Neshan eşi Emin Topçu. Çocukları: Armağan, İsfendiyar. Erdoğan Eroğlu eşi Gülten. Çocukları: Rüçhan, Renan. Büyük babamın tarafında ise: Amca Mahmut efendi ve eşi Nazmiye hanım; Özgen, çocukları Ahmet, Hafize, Sabri. Ahmet Özgen eşi Hadiye Özgen, Çocuklar: Sevgi ve Mahmut. İşte, kuşaklar arasında görülen karışıklıklar olsa da, anne ve baba soyundan gelenler, birbirleriyle anlaşan geniş bir aile topluluğu meydana getirmişlerdi. Tabii bazıları ömür boyunca hiç karşılaşmadılar. Ama Mahfuz dayım ile halamın kızı Mukadder ablamın evlenmesi bir anlamda iki aile soyunu daha da yaklaştırmıştı. Hemen hepsini yakından tanıdığım, azının ise sadece isimlerini sayabildiğim bu kişiler – ve burada bahsetmediğim onların çocukları, torunları ve yeni katılan eşler ile – bütün akrabalar, geniş anlamdaaile ağacımızı oluşturuyorlar. Bu köklü çınarın dallarına tutunan yaprakların pek çoğunu, esen rüzgar savurdu uçurdu. Gidenlere Allahtan rahmet niyaz ederken, geride kalan tek tük yaşlıya ve sonra gelen genç kuşaklara, torunlara sağlıklı, başarılı, uzun ömürler diliyorum. Şimdi, bunca yıl, onca kişi ve o kadar yaşanmış acı, tatlı olaydan sonra, tarihleri yaklaşık olarak hatırlıyorum. Kendimce yazmaya çalışacağım. 1934 yılında, Efser teyzemler, Şehzadebaşı, Fevziye caddesinde ( No. 38-?) kendi evlerini yaptırıyorlardı. Biraz da ‘Emniyet Sandığı’na borçlanmışlardı. Efser Teyzem o borcu ödemede çok titiz ve azimli olduğunu, taksitleri günü gününe yatırarak ev sahibi olduklarını anlatırdı. Eniştem ise oldukça büyük ( bodrum kat +3 kat, ön tarafta üçgen biçimli bahçesi ) olan evlerini ne kadar sağlam yaptırdığını, her işi denetlediğini söyleyip, yeni ve güzel evi ile mutlu olurdu. Tabii o zaman, öğretmenler şimdi olduğu gibi ihmal edilmiş, zor şartlar içinde yaşamaya mahkum edilmemişlerdi. Zengin olmasalar da saygın mesleklerinde dürüstçe çalışıp, gerekirse kredi ödeyerek ev sahibi olabiliyorlardı. Ümitleri vardı. 1935 yılının gençleri olan: Hakim Adnan Sönmen ağabey eşi Celalet ( abla ) ile Mühendis Ata İlalan ağabey eşi Leman ( abla ) ile Öğretmen Nimet İlalan teyze eşi gümrük müfettişi Basri Bora ( enişte ) ile Öğretmen Vedia Arısan teyzem eşi banka müdürü Calip Serter ( enişte ) ile tanışıp kısa aralıkla evlenmişlerdi. Ve Anadolu’nun çeşitli illerinde yaşamaya başladılar. Biz, o sene yazı, Göztepe’de İstasyon Caddesi No. 69’daki ( Hasan Hayripaşa ) köşkünde geçirmiştik. Bir yanında ev sahibimiz, diğer yanında ise biz oturuyorduk. Ara sıra Efser teyzemler yatıya geliyorlardı. Ev sahipleriyle dostluğumuz hep sürdü. Köşkün bahçesi çok büyüktü. Caddedeki kapıdan eve ulaşılan uzun yolun her iki yanında sıralanmış yetişkin fıstık çamları, serinlik ve gölge sağlardı. Ön


bahçede mavi çamlar, ıhlamurlar, mor leylaklar, erik ve dut ağaçları dikilmişti. Arka bahçenin kapısı ise, istasyona kadar ulaşan geniş bir çayıra açılırdı. Kapıya kadar giden yolun iki tarafında incir ağaçları, onların ardında da bağlar vardı. Akşamları babamı getirecek treni karşılamak için, elimizde ‘Mavze’nin hazırlamayı hiç aksatmadığı sandviçlerle çayıra giderdik. Peron aşağıda olduğundan, oraya indirecek dar bir merdiven yapılmıştı. Onun başında sabırla babamı beklerdik. Bağdat Caddesi’nden yol ( Tütüncü Mehmet Efendi = İstasyon cad. ) üzerindeki köprüye bitişik olan İstasyon binası, bir bütün olarak alt düzeydeki tüneli oluşturur, Haydarpaşa’dan gelen tren tünele girmeden durur. Anadolu tarafından gelen banliyö trenleri ise son vagon tünelden çıkıncaya kadar ilerlerdi. Yolcular geniş merdivenle yukarı çıkar veya inerlerdi. (Şimdi, Göztepe’nin sembolü olan bu tünelin, binanın, köprünün, yıkılmasını isteyenler olduğunu duyunca çok üzüldüm. Gerçek olmamasını diliyorum. Kentlerde ve semtlerde az kalmış tarih izlerini hoyratça yok etme kararları acı veriyor.) Yine geriye çocukluğumuzun Göztepe’sine dönersek, uygun zamanlarda ve geniş alanda, babam, Nejat için yaptığı büyük uçurtmayı havalandırdıktan sonra, ipin ucunu onun eline verir, astımlı olduğu için koşup terlemesin diye öğütler ve Nejat’ın sevincini huzurla izlerdi. Şimdi köşkün bahçesindeki ağaçların çoğu kesilmiş, yerlerinde üç büyük apartman var. Çevredeki alanlar boş kalmamış. Binalarla dolmuş. Yakında onlardan da iz kalmayacak. Beton gökdelenler sivrilerek yüreğimize batacak. Şu bir gerçek ki zamanla yaşam koşulları değişiyor. Gelişen teknolojinin sağladığı kolaylıklar, bilime de yön veriyor. Bugün doğanın dengesini bozan betonlaşmanın iklime yaptığı zararları, hava, su kirliliğinin, bitkilerin özünü değiştirmenin, madde bağımlılığının, insan sağlığındaki etkilerini, sosyal kıyımların ruhsal hayatı nasıl çökerttiğini şimdiden fark ediyoruz, görüyoruz. Ama bu kötü ve zararlı gidişe son vermek için, insanlığın, bir buzul çağı, taş devri kadar daha beklemesi mi gerekecek? Dünyamız zaten hep değişiyor. Anlamasak da, anakaralar yer değiştiriyor. Depremler oluyor. Göller kuruyor. Denizler kabarıyor. Katmanlar alt üst oluyor. Bu süreçlere göre çok kısa olan hayatımızda, önümüze çıkan yanlışları yenmek için ve teknolojiden çözümler üretmesini beklemeden önce, insanlığın kendi bencilliğini kabul edip, o gibi hırslardan kurtulmanın yolunu bulması gerekir sanıyorum. Aksi halde, bencilliğe, aç gözlüğe, kanunsuzluğa tepki, sadece doğadan değil; kin, nefret, kıskançlık, cinayet, bomba ve savaşlarla, doğrudan insanın kendi eli ile, kendi verdiği acılarla, yokluklarla sürüp gidiyor. Yazık oluyor. keşke çok geç olmadan hayatın kıymeti bilinse… 1936 senesinde, Sözmen ailesin iki oğullarının ilki Ali Özer birkaç yıl sonra da Cüneyt, İlalan ailesinin iki oğullarının ilki Aykut, birkaç sene sonra Aydın, Serter ailesinin üç oğullarının birincisi Ergin 27 Eylül 1936’da, ikinci çocukları Emre 22 Nisan 1942, üçüncü oğulları Umur 26 Aralık 1944 de dünyaya geldiler. Mahfuz dayım da Mukadder abla ile evlendiler. Efser teyzemler yeni evlerinde oturuyorlardı. Babam ve annem ev yaptırmaya karar verince, eniştem tam karşısındaki arsayı öneriyor. Beyazıt-Fatih ve Beyazıt-Aksaray ana arterlerine eşit uzaklıkta olan arsa Fevziye Caddesi ile Ağayokuşu caddesinin dik açı ile kesiştiği noktadaydı. Ufku Vefa Lisesi’ne doğru uzanıyordu. ( o zamanlar karşıya bakınca sağda ana caddeye yakın iki tane 15-20 odalı ahşap konak “tıp talebe yurdu” olarak kullanılırdı. Sonraki senelerde, karşılarına ‘ Yeni Sinema’ yapılmıştı. Tabii o konaklar, ömürlerini çoktan tükettiler. Üç, dört katlı komşu evlerinin yerinde büyük oteller, iş yerleri yükseldi.)


Karşı karşıya olmamıza rağmen, posta adresi olarak, teyzemin evi Şehzadebaşı’na bağlıyken, evimizin yapıldığı o arsa, Ağayokuşu caddesi No.13 Laleli sayılıyordu. Konum olarak da yokuşta değildi. Aksine önü açık, küçük bir meydan gibiydi. Civardaki ilk betonarme ev oluşu ve değişik mimarisiyle, bina dikkat çekiyormuş. Yuvarlatılmış köşeler ve bir pencere merak konusu olmuş. Ön cephedeki o daire biçimli pencere ile arka yöne bakan balkonlu yemek odasının dikdörtgen planının, bahçeye yönelen bitişinin yuvarlak oluşu – yarım daire- o yıllar için gerçekten bir yenilikmiş. Bazen, Efser teyzeme gittiğimizde, inşaata da bakardık. Ama doğrusu şu ki, biz o sıralarda daha çok okulla ilgilenirdik. Dördüncü sınıftaydık. Fransızca dersleri başlamıştı. Evimizin orijinal planı, ne ilerde mimar olacak Nejat’ın ne de benim için farkındalık yaratmamıştı. Ancak birkaç zaman sonra ( aile ajansı yayınları!) tarafından öğrendiğime göre, biz evimize taşınınca, ziyarete gelen birçok komşu ağırlanıp, sohbet sona erince, yuvarlak pencerenin sırrını çözemeden evlerine dönmüşler! Keşke biraz daha uzun oturup, ihtiyaç duyarak, ellerini yıkamak isteselerdi de, kendilerine, yuvarlak pencereli tuvalet, kapısı açılıp gösterilseydi… Ama anlaşılıyor ki o günlerde bu konu çok konuşulmuş! 1936-1937 yılında öğrenime Fransızca, geometri gibi yeni dersler eklenmişti. Özellikle, formların Arapça kökenli isimleri: Murabba-kare, mustatil-dikdörtgen, müselles-üçgen, mahrut-koni, mutevaziyüladla?!- galiba yamuk, bizleri ve sevgili, sayın öğretmenlerimizi yoruyordu. Başta Atatürk olmak üzere, devrimci öğretmenleri, minnet, saygı ve rahmetle anıyorum. 1937-1938 yılında ilkokulu bitirecektik… Okul açıldı. Eylül, Ekim sonra “10 Kasım 1938, sabah saat dokuzu beş geçe” Ulu Önderimizin vefatı. Herkesi derin gözyaşlarına boğdu. Milletimizin bu çok acı günü, sadece ulusal değil, dünya çapında büyük kayıptır. ( bugün, çok yaş yaşamış, gözleri ancak %10 görebilen bir kişi olsam bile, hala hayatın içindeyim. Düşünebildiğince – önemli olup olmasalar da- fikirlerimi ‘ söyleyip-yazmayı’ çocuklarıma, torunlarıma ve sevgileri ile mutlu olduğum toruncuklarıma karşı bir borç biliyorum. Belki bir gün bir işe yarar. Çünkü bugün ben, geçmiş büyüklerimin, hayatları, kişilikleri ve olaylar için, onlar hayatta iken, çok soruşturmadığım ve onlar da bir belge bırakmadıkları için pişman ve üzgünüm. Belleğe çok güvenmemek gerektiğini, ailem hakkında hazırladığım fotoğraflı dosyaları düzenlerken ve çocuklarımın isteği ile anılarımı gelişi güzel yazdığım sırada fark ettim. Ana konumuz olan 1938 yılına ve o acılı günlere dönersek, Atatürk’ün öngörülü, öncü ve ulusu uyandırıcı, birleştirici, bakışı değerini kaybetmekle ve yolundan saptırmaya çalışanlarla, nelerden yoksun kaldığımızın bilinci içinde üzgünüm. ( Yeni okuduğum: “On Kasım Günlüğü” , Bilal N. Şimşir- Bilgi Yayınevi isimli değerli kitap ) Türkiye’nin o günkü itibari ile, bugün, bölücülük, yolsuzluk, kanunsuzluk, bağnazlık ve baskılar ve tamahkarlıkla düşürüldüğü düzeyi gösteren çok açık bir kanıttır. 1938 yılında Avrupa siyasal çalkantı içindeymiş. Aile büyüklerimizin radyo başına toplanıp, dikkat ve merakla haberleri dinlediklerini anımsıyorum. Ama o konuları, biz çocuklar pek umursamıyorduk. Önümüzde sınavlar vardı. Başka okullardan da gelecek öğretmenlere karşı yanıt verecektik. Bilgimiz yanı sıra el işlerimiz de sergilenecekti. Yaptığımız işler olarak, bir kontrplak üzerine çizilmiş Türkiye haritası üzerine, sobada eritilen, fena kokulu tutkal sürüldüğünü ve kum serpildiğini, dağlık bölgelerin kat kat yükseltildiğini, boya yapıldığını, resimler çizildiğini, çeşitli giysili bebekler ( açıkçası biraz dış yardımla!) üretildiğini, fakat kız erkek ayrımı yapılmadan, hepimizin düğme dikmeyi, ilik açmayı, teyel atmayı öğrendiğimizi hatırlıyorum. O sene ben, Nejat ve Efser teyzemin büyük oğlu Vedat, hep birlikte aynı sınıfta okuduğumuz İstiklal Lisesi’nin ilkokulunu bitirerek diplomalarımızı aldık.


Ortaokul döneminde, dil öğrenmemiz için, yabancı okullarda okumamız ilke olarak kabul edilmiş olmasına rağmen, bir iyi niyetli dostun (!) önerisiyle orta biri de ( 6. Sınıf ) İstiklal Lisesi’nde okunması ve Vedat’la Nejat’ın biraz daha büyüyerek, yeni okulun tehlikelerinden (!) korunabilmeleri için, karar bir sene ertelenmiş. Bu değişik düşünce uygulandığı halde kimseye yarar sağlamadığı gibi, bana, bütün öğrenim sürecimde çok zorluk çekmeme neden oldu. O dönemde, aynı sınıfta, arka arkaya iki sene başarısız olan öğrencilere, bir yıl daha özel okulda devam hakkı tanınmıştı. 1938-1939 senesinde, 6,sınıf, “belgeli” denen yarı haylaz, biraz hırçın, sesleri kalınlaşmış, bıyıkları terlemiş delikanlılarla birlikte okuduk. Yani yağmurdan kaçarken doluya tutulduğumuz düşünülebilirdi. Ama aslında onlar, gençlikleriyle neşelenip, dik sesleriyle kahkahalar atsalar veya birbirlerine kızıp kapışsalar bile, bilerek zarar vermez, derslerde başarısız olurlarsa utanır, fakat küfür edip öğretmene saldırmazlardı. Gerçi onların yaşları ve hayata yönelişleri çok farklıydı. Ama bu farklı ortamın sakıncalarının ( hiç değilse o çağ için ) kendini bilen ve kollayanlar için kesin olmadığını, ön yargılardan kaçınmanın doğru olacağını düşünüyorum. O günkü arkadaşların, hayatlarını nasıl geçirdiklerinden hiç haberimiz olmadı. Belki eğitime son verdiler. Fakat yaşam sadece okumakla kazanılmıyor. Ben bugün o kadar yaşlı isem, büyük olasılıkla onlar artık hayatta değildirler. İyi bir ömür geçirmiş olduklarını umar ve dilerim. 1939 yılında, İkinci Cihan Savaşı Avrupa’da başladı, giderek dünyayı sardı. Ailemiz için ise Mahfuz dayımın 4 Eylül’de kanserden vefatı büyük acı oldu. Bir buçuk yaşındaki oğlu Erdil’i yetiştirmek için emelleri vardı. Sevgili anneannem derin elemini, gözyaşlarını, için için yastığına gömdü, imanına dayanıp sabretti. 1939-1940 yılında ben İngiliz Ortaokuluna, Nejat ve Vedat Alman Lisesine yazıldık. Artık yollarımız ayrılmıştı. Benim okulum İstiklal Caddesi’ndeydi. İstiklal Lisesi evimize yakındı ama İstiklal Caddesi’ne gidip gelmek biraz ürkütüyordu. Saadet Teyzem her zamanki özverisiyle, kendi okuluna giderken beni de yola alıştırıyordu. Topkapı Sarayı Müdürü sayın Tahsin Öz’ün kızı, sevgili arkadaşım Bülbün Öz de, bizim Laleli’den bindiğimiz tramvay’a Sultanahmet’ten katılıyordu. Okulumuz o zaman Karlman Pasajı denen, bir kapısı Tepebaşı’na diğeri de İstiklal Caddesi’ne geçit veren büyük mağazanın karşısındaydı. Eve dönmek için pasajdan geçip Tepebaşı’ndaki durakta tramvay beklerdim. O sırada babam İETT’ye genel Müdürü atandı. Taksim’de( şimdi Atatürk Kültür Merkezi ) nin yerinde bulunan lojmana taşındık. Babam gerekirse ‘istifa kapısı’nı açık tutmak üzere Lalaeli’deki evimizi hazır tutuyordu. Nitekim bir kere istifa etmiş fakat İstanbul Valisi Sayın Lütfi Kırdar kabul etmemişti. Gerçi o yıllarda İstanbul bugün kadar kalabalık değildi. Ama kasabalardan, köylerden şehre akın başlamıştı. Çevre kırlarda, tepelerde, gelen ailelerin yaşantılarını sürdürmek için kurdukları derme çatma barınaklar göze çarpıyor, gazetelerde konu oluyorlardı. Bu gibi toplu gruplara uygun isimler öneriliyordu. Sonuçta “Gecekondu” deyimi dilimizde yerini aldı. Bir yandan da savaş sürüyordu. Yoklukları, zorlukları, kısıtlamaları, ekmek ve bazı ihtiyaç maddelerinin karneyle verilmesini, doğrudan harbe girmediğimiz için sabır ve anlayışla karşılamak gerekirken, şikayetler sona ermiyordu. Taksim’deyken okullarımıza daha yakın olmuştuk. Bülent, Sıraselvi’lerde Yeni Kolej’e başlamış, Mahfuze teyzenin çalıştığı sular idaresi de o yolun başındaydı. Saadet teyzemin öğretmen olduğu Birinci karma Musevi Okulu, Neve Şalom Sinagog’unun yanındaydı. Alman Lisesi, Tünel’deydi. Ben de Ayazpaşa’da oturan değerli okul arkadaşım Lüsi Çuhacıyan’la birlikte yürüyerek Galatasaray’a varıyorduk. 1939-1940 yılında derslerimizi hazırlık bir sınıfında okuduk. İlk günlerdeki yabancı dili anlama zorluğu, öğrendiklerimizi kullanma gayreti sırasındaki yanlışlarımız, okul kurallarına uyma çabalarımızla geldi geçti. İkinci sınıfa yükseldik. 1940-19141 yılında, İngiliz Kız Ortaokulu’nda ( English High School- for girls- ) ikinci hazırlık sınıfındaydım. Okula ve arkadaşlara alışmıştım. Nejat ve Vedat’ın okulunda ( Alman Lisesi) ise, dersler öğleden sonra saat 2’de bitiyordu. Onlar da hazırlık okuyorlardı ve orada liseye devam edeceklerdi. Dünya ve Türkiye şartları içinde, aile hayatımız – dar ve geniş anlamada- belli bir tempoda sürüyordu. O senenin yazı, Efser teyzeler, İçerenköy’de Çiçekçi Hasan Bey’in bahçesindeki kagir ve iki katlı


binada geçirdiler. 1941-1942 yılı da olaylı geçti. Avrupa’da savaş bütün şiddeti ile sürüyordu. Alman orduları ilerliyorlardı. Calip enişte askere alınmıştı. Vedia teyzem 22 Nisan’da, İstanbul’da ikinci oğlu Emre’yi dünyaya getirdi. Gerçekten çok güzel bir bebekti. Yurdumuzda da savaşa katılma riskine karşı bazı önlemler alınıyordu. İstanbul konumu ve önemi bakımından ön plandaydı. Anadolu yakasında ve kırsal alana yakın olma düşüncesiyle biz ve Efser teyzemler, onların bir sene önce oturdukları, İçerenköy’deki iki katlı kagir binayı müştereken kiraladık. Büyük bir bahçesi ve içinde yetişmiş ulu çamlar vardı. Onlara yakın bir bölümde, 25-30 manolya ağacı dikilmişti. Çiçekler açınca etraf mis gibi kokardı. Öndeki yol havagazı lambası ile aydınlatılırdı. Akşamları, bir görevli, elindeki uzun bir değneğin ucundaki meşaleyle, lambanın bekini tutuşturur ve sokak sönük bir ışıkla aydınlanmış olurdu. Zaten pek gelen geçende bulunmazdı. Genellikle eski ahşap köşkler geniş bahçelere gömülmüş, gizlenmiş gibiydiler. Akşam karanlığının basmasına yakın, kuşlar cıvıldayarak yuvalarına döner, hafif bir esinti biraz daha ilerdeki köy evlerine giden ineklerin, koyun sürülerinin kendilerine özgü kokularını ve çıngırak seslerini duyururdu. Sonra yavaş yavaş ortalığa sessizlik çöker, arada bir haksız yere uğursuzlukla suçlanan zavallı baykuş çığlığı karanlığı yırtardı. Dünya ve yurt adına kaygılı bir dönemdi. Fakat güdülen iyi bir siyasetle savaşa girmemiştik. Ailemizin, aynı çatı altında olmasının huzuruyla, kendimizi daha güvencede hissediyorduk. O yazın sıcak bir gününde, çamların altındayken, aniden patlayan fırtınadan kaçıyorduk ki, arkamızdaki ağaca düşen yıldırımın kulakları sağır eden keskin şıraklaması dehşet saçtı. Herkes birbirinden haber soruyordu. Gerçek bir tehlikeyi, şükür ki kimse zarar görmeden atlatmıştık. Ancak o çamın gövdesinde, zikzak bir iz ile, kopan yarım metre çaplı kabuk tabakasının altındaki cilalı gibi parlayan, açık renkli tahta görünüyordu. Oradan erimiş reçine süzülüp, damlıyordu. Çama uzun bir iple bağlı olan keçi, korkuyla bir dala fırlamış, aşağı indirilmeyi bekliyordu. Ağustos sonlarına doğru evlerimize döndük. Eylülde okullar açılacaktı. Sedat da Alman Lisesi’ne girmişti. Okulumun ilk gününde, o büyük salonda yoklama töreni için toplandık.( 1941-2). Arkadaşlarımla beraber, 6. Sınıf öğrencileri arasında yerimi aldım. Fakat şaşırtıcı bir şekilde yedinci sınıfa geçirildiğimi öğrendim. Üzüldüm. Çünkü, okumadığım o bir yılın eksikliğini tamamlamaya çalışırken, bir yandan da yeni sınıfımın bilgilerini edinmem için herkesin iki katı fazla çalışmam gerekecekti. Bunu başarmalıydım. Ailedeki bütün akranlarım, rutin olan süreçle hayata hazırlanırken, benim payıma bu zorluk düşmüştü! Özel ve ek dersler alıp, gecemi gündüzüme katarak sorunları çözmeye çalıştım. Üstelik o sırada 24 Eylül’de ailemizin çınarı, sevgili anneannemin vefatı yüreğimi yakmıştı. Fakat 8. Sınıfa geçtim ( 1941-1942 dönemi sınıf 7 ). 1942-1943 1942 yazını Erenköy’de Ethem Efendi caddesindeki, Mithat Paşa Köşkü’nde geçiriyorduk. Efser teyzemlerde aynı caddede başka bir binayı kiralamışlardı. Köşkün bahçesi de çevredekiler gibi büyüktü ve yetiştirilmiş çeşitli ağaçlarla bezenmişti. Fakat özellikle hatırladığım, kırmızı çiçekler açan atkestaneleriydi ve köşkün salonlarındaki, büyük ve zarif oymalı mermer şöminelerdi. Tatil olmasına rağmen, haftada bir gün, Büyükada’daki öğretmenime gidip derslere devam ediyordum. O günleri düşünürken, bir olay aklıma geldi. Vapurdaydım. Karşımda oturan, benim yaşlarımda, öğrenci olduklarını sandığım, iki, üç kız vardı. Başka kimse de yoktu… Aralarında Rumca konuşuyorlardı. Tabii anlamıyordum. Naziktiler. Ama garip bir şekilde, benim hakkımda bir şeyler söyledikleri hissine kapılmıştım. Acaba bende ne vardı? Yüzüme vapur dumanından is lekesi mi bulaşmıştı? Yoksa yaz günü ders çalıştığımı fark edip, tembel olduğuma mı hükmetmişlerdi? Ah, çocuklukla gençliğe geçiş arasındaki o güvensizlik! Herkes öyle midir? Bilmiyorum. Ancak bunca yıl sonra, bazı konularda çekingenliğimin, ileri atılmayı sevmeyişimin, yalnız, sakin ortamları


tercih edişimin, bir şeyler üretmekten hoşlanmamın karakterim olduğunu ve bu yüzden de değişmek için çok çaba göstermediğimi düşünüyorum. Sevdiğim ailemle, içi dışı bir, sade, dürüst insanlarla beraber oldukça mutlu oldum. 1943 de 5 senelik okulu 4 senede bitirdim. Önümde lise vardı… 1943- 1944 Amerikan Koleji’nde yatılı olmaktansa Alman Lisesi’nde ikinci bir dil öğrenmeyi tercih ediyordum. Üstelik kardeşim, kuzenlerim de oradaydılar ve ders saatleri öğleden sonra ikide bitiyordu. Böylece hazırlık birde, ilkokulu yeni bitirmiş çocuklarla birlikte Almanca öğrenmeye başladık. Biz ortaokulu bitirmiş dört kızdık. Semiye ile Sevgi arkadaştılar, aynı sırada oturdular. Onların arkasında ben ve yanımda Fransız Okulu’ndan gelen Rum asıllı Thetsis! Ada vapurunda karşımda oturan kızlardan biri! Yeni arkadaşım. Bu nasıl bir şeydi? Acaba ona sorabilir miydim? Hatırlayacak mıydı? Sormama gerek kalmadı. O gün giydiğim, özel biçimli kırmızı pabuçlarım dikkatlerini çekmiş. Ne yazık ki severek gittiğimiz okul, o dönemin sonunda ( 44-45) siyaseten kapatıldı. Araya tatil de girince yollarımız ayrıldı. Birbirimizi kaybettik. Ancak, mana veremediğim bir olay daha oldu. Bu sefer yılları aştık 1958’e ulaştık. 22 Ocak sabah saat 9 ) gibi Alman hastanesinin ( o zamanki durumu) üç yataklı bir oda. İçerde kimse yok. İkinci oğlum sevgili Faruk biraz evvel dünyaya gelmiş minicik bir bebek. İki yıl evvel doğan ilk oğlum sevgili Ömer’de bir kişilik, az sayıda oda da yer bulmuştuk. Acaba şimdi nasıl olacak? Ama çaresiz, pencereye en yakın karyola bana verildi. Öğleden sonra ilk doğumunu yapmış bir anneyi kapıya bakan yatağa yatırdılar. Biraz rahatlayınca tebrik ettim ama inanamıyordum. Çünkü o Alman Okulu’ndaki arkadaşım Semiye idi. Bir kızı olmuştu, ismini Gülsün koydular. Hastanede bakım iyiydi. Fakat bina şartları bugüne göre çok ilkeldi. Bizler ise mutluyduk. Bu gibi olaylarda, birbirini hiç tanımayan kişilerin, bireysel hayatlarının, zaman zaman kesişip kopması anlamlı mı? Veya bitişip sürüp gitmesi? Belki başka bir boyutta bile… Yahut farkına varılmayan bir olayın, iki ayrı benlikte uyandıracağı, olumlu olumsuz bir etkileşim var mı? Varsa ne kadar etkilidir? Elbette bu soruların yanıtlarını bilmem olası değil. Ancak bu evren, bilim insanlarının da kabul ettiği gibi, çok düzenli işleyen fiziksel ve akli yasalar sistemi üzerine kurulmuş ise, o bütün içine anlamsız şeylerin karışmış olması garip değil mi? Bu yüzden -bence- rastlantı deyip geçmek istemiyorum. Belki bu güne kadar keşfedilmemiş, başka bir yasal sistem daha vardır. Şaşamda inkar edemediklerimizle, belli bir koordinasyon içindedir. O, yapılacak araştırma olursa ve ileride bir bilgiye ulaşılırsa, olaylar arasındaki bağlantı ve sonuçları ortaya çıkmaz mı? Eğer 89 yaşında, çok da bilgili olmayan, bir kadının saçmalıkları sayılmazsa ve -kendimce- varlığı yokluğu kesinlikle kanıtlanmamış olguları, önyargı ile “Olmaz!” diye kestirip atmayı uygun bulmuyorum. Üstelik tarih bir çok buluşun hikayesini ayrıntıları ile yazıyor. Birkaç asır önce yaşayanlara, bilim ve teknolojiyle sağlanan ve bizim doğal saydığımız bugünkü hayat tarzından söz edilseydi, kimse inanmazdı. Yüzyıllar sonra da neler olacağı bilinmez. Bugün uzay yolculuğu başladı. Işınlanma hazırlığı var. Belki tarihin çok uzak çağlarına ulaşılacak. Bugün efsane sayılan, eskilerin “Tayyi Mekan” dedikleri olayın, kişiye özel yetenekle gerçekleşmiş bir tür ışınlanma olduğu öğrenilecek. Ama temel olgu aynı olsa da, açıklanması, ruhbilime, fiziğe veya ortaklaşmaları olarak anlatılacak. Bir “Puzzle” da karmaşık parçacıklar yerlerine oturmadıkça asıl resim belirlenmiyor. Ancak her birim, kendine özgü formu, rengi ve fonksiyonu ile, ana tablonun içinde görevini yapmış oluyor. Yaşam süresince de, şaşırdığımız, nedenini çözemediğimiz olayların anlamı ( şu anda benim için olmasa da ) ileri bir zamanda veya başka bir boyutta ortaya çıkar mı? Yaşamın gerçek amacı anlaşılacak mı diye merak ediyorum. Böyle düşünceleri bir tarafa bırakırken, yine dönelim 1944 yılının son günlerine… Bizim için önemli olay, Sevgili Vedia teyzemin üçüncü oğlu Umur’u, İzmir’de 26 Aralık 1944’te dünyaya getirmesiydi. Umur’cuğum beş gün sonra doğsaydı, 1945’li sayılacaktı. Bu yüzden, yılın


son aylarından doğanlar veya eylülde açılan okullar, ekimde başlayan üniversiteler gibi olaylar her iki seneyi de kapsamış oluyor. 1944-45 döneminde de beklenmedik şekilde, siyasi nedenle Alman Lisesi kapatıldı. İkinci Cihan Savaşı sürüyordu. Doğrudan savaşa girmesek bile, korkular artmıştı. İstanbul’un tehlikeli olduğundan söz ediliyordu. Önlemler alınıyor, karartma uygulanıyordu. Anadolu yakası daha güvenli sayılıyordu. 1945 Mayıs’ında Efser teyzemlerle biz, Suadiye tren istasyonuna çok yakın, fakat çevresi kırlık bir köşkü beraberce kiraladık. O günlerin endişelik atmosferinde birlikte olmak güven ve huzur vericiydi. Bir gece sabaha karşı siren sesiyle uyandım. Bütün ev halkını kaldırdım. Ancak kısa bir süre sonra alarm durdu. “Tehlike geçti” sinyalini duymuşum! Meğer İstanbul semalarında yabancı uçak görülmüş. O bir tek olay, hiç değilse bize, “iyi ki Anadolu toprağındayız” fikrinin güvencesi ile beraber komikliğini de tattırmıştı… Ama şu bir gerçek ki: Savaşın korkunç yıkımından, acılarından, sayın vatansever reisicumhur İnönü’nün iyi yönetimi, doğru öngörüsü ve hükümetin millet için çalışmasıyla kurtulmuştuk. Şimdi o ileri bakışa, karşı duruşa, onurumuzun korunmasına ne kadar muhtaç olduğumuzu düşünerek üzülüyorum. Hele bu günlerde, gerek cumhuriyetimize gerekse sayın, merhum, İsmet İnönü gibi, vatanı uğruna fiilen savaşıp topraklarımızı koruyan, Lozan’da doğru siyasi kimliği ile haklarımızı elde eden, devrimleri savunan, milletini savaşın dehşetinden uzak tutmayı başarmış değerli bir komutana; Bir cahil, nankör, üstelik layık olmadığı halde milletvekili olmuş bir kadının, küstahlığı ve ağzından çıkan, kendi kişiliğini yansıtan sözleri ile yaptığı saldırılar, kalbimde, beynimde tarifsiz isyan duyguları uyandırıyor. 1945’ten bugüne ( 2015 ) nasıl geldik diye düşünüyorum. Alman Lisesi’nin kapanışıyla birçok öğrenci İstanbul’daki başka okulları seçtiler. Ben “İstanbul Kız Lisesi”ne gidecektim. Okumadığım derslerde vardı. Sevgili Efser teyzem ve babam beni yetiştireceklerini söyleyerek cesaret verdiler. Önümde yine zorlu yıllar, çok alışık olmadığım bir ortam vardı. 1945 Eylül’ünde kız lisesinde dokuzuncu sınıfa kabul edilmemizden itibaren arkadaşım Peran Kut ( Kortel ) ile aynı sırada yan yana oturup çalıştık. Eğitimimizi sürdürdük. Peran’ın ablası Resan ve ( sonradan kuzenim Ergin’in kayın validesi olan) Leyla Süreyya gibi arkadaşlar daha üst sınıflara girmişlerdi. Daha Taksim’deki lojmandaydık. Cağaloğlu’ndaki okula tramvay ile gidiyorduk. Alman Lisesi’nden, İstanbul Erkek Lisesi’ne geçen Nejat ve Vedat, orada Melahat Teyzemin büyük oğlu Metin Demirsoy’la aynı sınıfta buluşmuşlardı. Erkek lisesi de okuluma yakındı. Genellikle, Nejat’la beraber giderdik. Trafik yoğun olurdu. Aklımda kalan bir olay şimdi gözlerimin önünde: Harbiye yönünden gelen tramvay dopdolu. Herhalde durmadan geçip gidecek. Ama galiba inecek biri var. Vagonun arka basamaklarında içeri girmeye uğraşan, uzun saçlı, uzun giysili biri, parmaklıklara bütün gücüyle asılmış. İçeri dalmaya çabalıyor. Tramvayın kısa duruşunu fırsat bilen görevli, sorumluluk gereği: “ İn baayan!” diye yolcunun eteğine yapışıp çekiyor. Şaşkınlıkla geriye bakan yolcu… uzun saçlı, sakallı, gür bıyıklı bir erkek! Belki bir rahip. ( o zaman erkekler arasında saç uzatma modası yoktu ) Tramvay yol almaya başlarken, genç adam, zorla indirildiği basamağa yeniden tutunmak için koşuyor. Kim bilir ne acelesi var? Nereye, kime yetişecek? Zaman değerli! 1945 hareketli geçen bir seneydi. Yine anılara, olaylara, düşüncelere dönersek, sadece kimliğimi tanımak amacıyla geçmişe dönerek, kendim için yazdığım bu satırlarla önemli veya önemsiz demeden, aklıma gelenleri, tanıdıklarımı, aile bireylerini de konu etmiş oluyorum. Bunca yıl geçip, olanlar olduktan sonra, öz benliğimi analiz etmeye, hayatın neler getirdiğini, neler götürdüğünü tartmaya kalkışmanın gereği var mı? Ama son bir değerlendirme yapmak için, önümde ( bir 89 yıl daha ) olmadığı kesin. Birçok kimse pişmanlık duyacak bir şey yapmadığını söylüyor. Ne kadar iyi… Benim ise pek çok “keşke öyle davranmasaydım” üzüntüm, “keşke yapmasaydım” utancım, “keşke açıklasaydım” pişmanlığım, “keşke unutmasaydım” dikkatsizliğim, “ keşke zamanında yerine getirseydim” ihmalciliğim, “ olmasaydı” dediklerim var. Böyle özeleştiri yaparak kişiliğim hakkında vereceğim son karar,


ömrümün, yaşama bir katkısı olup olmadığını da gösterir sanıyorum. Zamanında fark edip özür dileyemediklerimden şimdi manen ve içtenlikle af diliyor, her zaman hoşgörü, sevgi, ilgi gösteren aile bireylerine, dost ve arkadaşlara, emeği geçenlere, manen ve maddeten, teşekkür ve saygılarımı sunuyorum. İleride tekrar değinebileceğim bu konulara ara verirken 1954 senesi sonbaharına dönüyorum. İstanbul Kız Lisesi’ne ilk adımı atıyorum. Okul kalabalık. Her sınıfın birkaç şubesi var ( 6-7-8 ortaokul ) 9-10-11 lise. Biz 4.i yani dokuzuncu sınıfların, pek de göze çarpmayan öğrencilerin çoğunlukta olduğu son şube! Yetenekli, çalışkanların velileri, galiba çocuklarını, A,B,C gibi şubelere vermeyi başarmışlar. Bir tür haksızlık mı desem? Belki de, üstün zekalılar arasında orta düzeydeki öğrencilerin ruh sağlıklarını korumak için uygulanan bir sistemdi. Benim bir iddiam yoktu. Bazı günler, okul saatlerinden sonra, kimya dersleri için teyzeme gittiğimde, dönüşte Beyazıt Meydanı’na yürür, tramvayı kütüphane önündeki durakta beklerdim. Hava kararmış olurdu. Beyazıt Meydanı, güya daha iyi, daha güzel yapılacak diye, hoyratça yıkılıp yok edilmeden önceydi. ( şimdi 2015, ne durumda bilmiyorum) Çepeçevre tarihi binalar ortasında yer almış, kendine özgü atmosferi olan geniş ve önemli bir alandı. Merkezindeki büyük, oval, fıskiyeli havuzun etrafına banklar konulmuştu. İstanbul Üniversitesi’nin kemerli kapısı ve bahçesi içinde bulunan Beyazıt Kulesi, Beyazıt Cami’si. En göze çarpan binaların akisleri sanki havuza yansırdı. Sahaflardan ya da Kapalıçarşı’dan dönenler, Küllük denen açık hava kahvesine uğrayıp, büyük çınarın altındaki masaların etrafında mola verip sohbet etmezlerse, havuzun çevresindeki banklarda dinlenirlerdi. Gündüzleri, caminin civarındaki ağaçlarda tüneyip bekleyen güvercinler, gözledikleri daneler yere saçılınca, hep birden kanat çırpışlarının hışırtısıyla yere konar, itişe kakışa daneleri gagalarlardı. Orası halkın huzurla nefes aldığı bir ortamdı. Benim dönüş saatimde, şehir ışıkları havuzun suyunu parıldatır, etrafta geçici bir sessizlik hakim olurdu. O günleri hatırlamaya çalışırken, aklıma – o zaman beni tedirgin eden- bir olay takıldı. Bir akşam yine Beyazıt’ta durakta bekliyordum. Arkamda duran, yüzlerini hiç görmediğim, asla da bilemeyeceğim, fakat o sırada üniversiteli olduklarını sandığım, sayılarını bile kestiremediğim kimseler, bana işittirmek amacıyla, aralarında benim hakkımda konuşuyorlardı. Kimliğimi araştırmış olsalar bile, benim o çağlardaki ürkekliğimi, tepkimi bilemezlerdi. Yetişkin görünsem de, galiba, ruhen ve psikolojik olarak akranlarıma göre geriydim. Korktum! Boş gelen tramvayın en öndeki, tek kişilik koltuğuna oturdum, hemen, vatmanla yolcuları ayıran cilalı tahta bölme tam karşımdaydı. Başımı camdan yana çevirdim. Etrafla ilişkimi kesip, sanki bir salyangoz gibi, kabuğuma sığındım! Taksim’de indim. Meydanda ilerlerken, arkamda ayak sesleri duydum. Birisi, benimle “tanışmak istediğini” söylemeye çalışıyordu. İçgüdüsel bir tepkiyle salyangozluktan çıktım, sanki dikenleri kabarmış bir kirpi oldum! Başımı çevirmeden, yüzünü bile görmeden, haşin çıktığını sandığım sesimle: “ hayır görüşemezsiniz!” deyip kaçarcasına hızla uzaklaştım. Şimdi, vaktiyle önemsemediğim o olay, bir vesile ile aklıma takılırsa “hata etmişim!” diyorum. Hiç bilmediğim o kişinin, yaptığını onayladığım için değil. Sadece, artık, insanların her konuda fikirlerini, birbirlerine güzellikle aktarabileceğini ve hoşgörülü olmanın gerektiğini öğrendiğim için… Mümkün olsaydı af dilerdim ama artık geç. Fakat o yaş döneminde, üstünde durmadığım o olayın, başka bir boyutu daha olduğunu, şimdi, yaşımı ve kişiliğimi analiz etmeye çalışırken fark ettim. Böyle bir durumu, akranım olan başka bir kız nasıl karşılardı? Bilmediğim o kişiyi aşağılamamıştım. Ama saygısız sayılabilecek karşı çıkışım onda nasıl bir etki bırakmıştı? Birçok olasılık akla gelebilir. Fakat amacım hikaye yazmak değil. kendi adıma düşünürken, hiç kimse ile paylaşmadığım o silinmiş anıda, başkalarının duygularını, ilgilerini hiçe saymış bencillik mi etmiştim? Yoksa aile ortamının sağladığı huzur ve sorumsuzlukla, sadece eğitime odaklanışım, başkalarının hayatlarını, duygularını, deneyimlerini merak etmemi, alakadar olmamı, hatta paylaşmamı geriye mi atmıştı? Belki de bütün faktörlerin bileşkesiydi… Artık, iletişim temelinde, doğa, insan, kültür, özveri, ilgi ve sevgi olduğunu düşünüyorum. Günlük yaşamda, özel ilişkilerde, fikirleri, duyguları, iletmek isterken, zamanı, ortamı, ifade biçimini iyi seçmek gerektiğini sanıyorum.


Taksim’de olduğumuz senelerde, baharda ve güzel havalarda, ailece tramvayla Mecidiyeköy’e giderdik. Oradan sonra yokuşlardan, bayırlardan aşağı yürür, Ortaköy’e inerdik. Seçtiğimiz güzel manzaralı bir yerde mola verirdik. İnce düşünceli Saadet teyzem, herkesin tercihine göre aldığı nane, meyva, vanilya, limon aromalı krema ile tatlandırılmış, kağıda sarılı çikolataları çantasından çıkarırdı. Çok hoşa giden bu ikram, özellikle, çocukluğundan beri çikolata delisi olan Nejat’ı sevindirirdi. O zamanlar tramvaylarda aktarmalı bilet sistemi vardı. Aldığımız biletle ara durakta inip başka yöne giden tramvaya binebilirdiniz. Biz de dönüşte, Ortaköy- Aksaray tramvayı ile Karaköy’e gelir, orada Taksim’den geçen başka bir tramvaya aktarma olurduk. Tabii kimimiz oturur, kimimiz ayakta, kalır kimimiz birbirimize uzak olurduk. Evde günün olayları konuşulurdu. Bir gün Saadet teyzemin yakınında, iki kişiden biri arkadaşına babamı gösterip: “Bak bak! Tramvayların patronu orada! Nasıl olmuş da binmiş!” diyormuş. Oysa bizler hep binerdik, babam da tatil gezmelerinde beraber olurdu. Resmi aracını görevi için kullanırdı. 1945-1946 yılının okul döneminde onuncu sınıftaydım, çok çalışmış, uyum sağlamıştım. Haziranda Sayın İhsan Sokullu’nun Erenköy, Ethem Efendi Caddesi’ndeki köşküne yazı geçirmek için taşınmıştık. Babam İETT Genel Müdürü idi ( Taksim ). İhsan beyin hanedan olan ilk eşi ‘Merhume Sultan’ dan olan kızı Nurcihan ( Niniş ) ve ikinci eşi sayın Hediye Hanımın dünyaya getirdiği müşterek çocukları 7-8 yaşlarındaki Mehmet ve 4-5 yaşlarındaki Fatoş da köşkte yaşıyorlardı.Tarihi köşkte onların oturdukları tarafla bize verilen kısım arasında büyük bir salon vardı. Yukarı çıkaran iki ayrı merdivenin arasında, Sokullu Mehmet Paşa’nın geniş boyutlu resmi dururdu. Kaçıncı kuşaktan olduğunu bilmediğim torunu İhsan beyle benzerliği şaşırtıcıydı. Niniş, çok zarif, uzun sarı saçları ile göze çarpan, nazlı bir genç kızdı. Mehmet güzel bir çocuktu. Sünnetinde, en üst katta bırakılmış olan, oymalı, cilalı, sarı yaldızlı büyük tahta karyola, elbirliği ile aşağı indirilmiş bahçede çamların altında kurulmuştu. Hediye hanım, her zamanki canlılığına, neşesine, heyecan ve telaş eklemiş, her yana yetişmek için çırpınıyordu… Güzel günlerdi. Çok tatlı bir kız olan Fatoş, bazen büyük salona geçer, usulca kapımızı tıklatır bize gelmek isterdi. Bu sokulganlığı hepimizi mutlu ederdi. O sene iki buçuk yaşında olan Umur’cuğumu elinden tutup bahçede gezdirmek, Emre’ciğimle ilgilenmek, Bülent, Ergin ve Mehmet’in oyunlarını izlemek, çok gerilerde kalmış etkileyici anılar. Köşkün bahçesi de büyük ve ağaçlıydı. Ön tarafımızda küçük bir havuz vardı. Çevresine ağaçlar dikilmişti. Babam o ağaçları her akşam sulayarak canlandırmış, kıvır kıvır pembe çiçeklerle donanmalarını sağlamıştı. O havuz başında oturup, çay, kahve içmeler, sohbetler, eniştemle babamın tavla partileri… Sanki yeniden yaşıyor gibiyim. Ertesi sene yine oradaydık. Sonra bir süre yazlıklara ara verilmişti. Ellili yıllarda ise Efser teyzemler, İhsan beylerin kiracıları olarak, yazlarını orada geçirdiler. Zaman zaman köşkte filmler çekiliyordu. İhsan bey, arazi içinde, kendi adına okul yaptırmak istiyordu. Yıllar sonra okul olmuş. Ama müteahhidin adını taşıyormuş. Ağaçlar kesilmiş, köşk gerilerde kalmış. Bilmem ilgilenen var mıymış? Yok muymuş? Ne çare! Devir değişmiş. 1946 yılı sonlarında babam kendi isteğiyle, İETT’deki görevinden ayrıldı. 1914’de ( Mühendis Mektebi Muallimi ( İTÜ) ) olarak başladığı ve ömrünün sonuna kadar sürdürdüğü eğitim ve öğretim alanını seçti. Laleli’deki evimize döndük. 1946-1947 döneminde, Laleli’den okula, tramvayla veya benim de hocam olan, Efser teyzemin ders günlerinde ise beraberce, yürüyerek gidiyorduk. Sahaflardan, Kapalıçarşı’ya girer, Nuriosmaniye Camisinin avlusuna geçip, okula giderdim. O sene lise mezunu olan yalnız ben değildim. Nejat, Vedat, Melahat teyzemin oğlu Metin Demirsoy da İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdiler. Sedat ve Rasin Demirsoy İstanbul Erkek Lisesi’ne, İsfendiyar Şardağ,, halamın kızı Hüda Tuğcu daha lisedeydiler. Amcamın ilk torunu Handan Şardağ ise İktisat Fakültesine gidiyordu. Halamın ilk kızı Aliye abla da öğretmen olmuştu. Hayata adım atılıyordu… 1947 yılı sonbaharında, amcamın kızı Meliha abla, eşi havacı Albay Ziya Şardağ, çocukları Handan, İsfendiyar, Saruhan ve biz ailece, Gelibolu’ya gittik. Çocukluğumdan hatırladığım küçük, evden bozma otelin yerinde yapıldığını sandığım ve deniz kenarındaki büyük, güzel orduevinde kaldık. Geldiğimizi öğrenen ve bazılarını hiç bilmediğimiz akrabalar, tanıdıklar ziyarete gelince, herkesin her birimi-


ze teker teker hatır sorması ve teşekkürlerle yanıtlanması, çok zaman alıyor, konuşmayı kısıtlıyordu! Bu hal, o zamanın biz gençleri arasında, anlamlı bakışmalara, gizlemeye çalışılan gülüşmelere neden oluyordu. Gelibolu, değerli ordunun varlığıyla gelişmiş, sosyalleşmişti ama hatır sayma, ananeler, toplumun birbirine gösterdiği ilgisi, bireyler arasındaki yardımlaşmayı yok etmişti. Şimdiki sanal ilişkileri, teknolojiyle sürdürülen iletişimlerin yeterli olmadığını, bedensel ve ruhsal yaklaşmanın da önemli olduğunu düşünüyorum. Şehri ve çevresini gezdik. Bolayır’a gittik. Lise bitmişti. Fakat üniversite için olgunluk imtihanı da gerekiyordu. Nejat, mimar olmak istiyor. Güzel Sanatlar Akademisi’nin de giriş sınavı vardı. 1948 dönemine başlanacaktı. O yüzden İstanbul’a dönecektik. Çok fırtınalı bir havada, kabaran dalgaların denizi alt üst ettiği bir gündü. İskelede bekleyen küçük vapura bindik. Sayın kaptan, gemicilere ait olan bölümdeki, küçük, dar, uzun masanın çevresinde, ailece oturmamızı sağladı. Yol boyunca bir yükselip, bir çöken gemiyi, şrak şrak kamçılayan dalgaların sesine karışan, az sayıdaki yolcuların iniltileri duyuluyordu. Herkesin başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Salimen Galata rıhtımına yanaşan gemiden inip karaya ayak bastıktan sonra da, bir süre daha devam eden o sallantı hissi uykusuz geçen gecenin ardından, sanki bir beşik gibi, bizi dinlenmeye davet ediyordu. O yılın sınavına katılan pek çok genç gibi, Nejat da başarılı değildi. Sebebi araştırılıyordu. Şikayetler gazetelere yansımıştı. İkinci bir imtihan yapıldı. İlk seferde kaybeden gençlerin çoğu başarılı oldular. Eğitimlerini aksatmadan sürdürüp diplomalarını aldılar. Hatta akademisyenler, devlet sektörüne girenler, meslekleri ile üne kavuşanlar çok. Hepsi vatana hizmet ettiler. Sınavların, bireylerin değerlerini, yeteneklerini, becerilerini, ölçmekte tek kriter olmadığına inanıyorum. Hele bu günün ( 2015) ölçütlerine göre. Ne yazık ki, sık sık değiştirilen eğitim sistemimiz, öğretmenlerimize yönelik hatalı davranışlar, çocuklarımızı bir kalıba sokma eğilimi ve tutuculuk sonucu bir çok haksızlık olabildiğine tanık oluyoruz. Bu yüzden gençleri karamsarlığa kaptırmadan, umutlarını kırmadan, kendi bireysel seçimlerini özgürce yapmalarına izin verecek, ileriye dönük bilimlerle araştırmacı beyinlere fırsat verecek, KİNDAR değil, DOST SAYAR, barışsever, paylaşımcı, dürüst, aklen ve bedenen sağlıklı toplumları geliştirmek için, çözümler bulmanın, devletin ve hükümetlerin başlıca görevi olduğunu düşünüyorum. Ama “Bu konuda SEN ne yaptın?” diye kendime sorunca yetersiz olduğumu görüyorum. Hatta asalak bile sayılabilirim! diyorum. Çünkü akranlarım, akrabalarım, hepsi okudu, meslek sahibi oldu. Çalıştı, kazandı. Faydalı işler yaptılar. Ya ben? Ben neyim? Ne yaptım? Sadece fikir yürütmek işe yarıyor mu? Ne için üniversiteye gitmedim? Halbuki, annem ve teyzelerimin çoğunluğu öğretmen veya başka görevde çalışan, eğitimli, aydın Türk kadınlarıydılar. Benim ise olgunluk sınavından korkmama gerek yoktu. Bilgim taze ve yeterliydi. Ama belki de, şimdi hayıflandığım, o zaman ki yanlış kararımın altında, bir doğal kimlik faktörü ve bazı psikolojik nedenler de vardı. Bunu anlamam için çok küçüklüğüme dönmem lazım. Anneannemin dokuz torunu vardı. İlk ve tek kız bendim. Sevecen bir ailenin bütün bireylerinden çok şefkat ve ilgi gördüm. Ben de sakin ve uyumluydum. Koşmak, ağaçlara tırmanmak yerine, oyuncaklarımla oynamaktan, resim yapmaktan, bir şeyler üretmekten hoşlanırdım. Bu yönüm hep devam etti. Her zaman arkamda olan aileme düşkündüm. Yabancılara karşı biraz ürkek ve biraz sessiz bir çocuktum. Bu yüzden okula başlamamız, diğer arkadaşlardan bir hafta sonra olunca kendimi çok garip hissetmiştim. Nejat, Vedat yanımdaydılar, aynı sırada oturuyorduk. Öbür çocuklar birkaç harf okuyup yazıyorlardı. Bizden çok ilerdeydiler!!!- öğretmenimiz bize resim yapmamızı önerdi. Çok iyi hatırlıyorum. Arkadaşlar, “çok beğenmesinler” diye yapabileceğimden daha fena çizmeye çalışmıştım! Hiçbir zaman, göze çarpmak, övünmek, üstün görünmek istemedim. Bu hissimin, doğal olarak var olan bir nitelik olduğunu sanıyorum. Tabii ki başarılı olursam seviniyordum. Ama o mutluluğu içimde saklamayı hep tercih ettim. Arkadaşlarımızla aramızdaki bitmeyeceğini sandığım bilgi uçurumu (!) kapanmıştı. Okula aşlıyordum. Sınıfımıza gelen okul doktorunun sıra bana gelince babacan bir tavırla: “Sen ne güzelsin! Seni oğluma alayım!” demesi bende, içgüdüsel bir tepki yaratmıştı. ( Almak ) (Alınmak ) Bu iki anlamda bir terslik sezmiştim. Sevgili ailemden, güvendiğim yuvamdan, koparacak mıydı? Zaten yabancılara karşı biraz ürkektim. Duygularıma karşı, aykırı bir tavır sezersem, ruhsal savunmaya geçer, içimi aç-


mazdım. O doktora kin duymadım. Ama, hep bir soğukluk, güvensizlik vardı. Tabii, bir ömür boyu yaşanan olaylar, edinilen deneyimler, zamanla değişen ortam şartları, kişileri etkiliyor. Geliştiriyor. Bazen de yozlaşılıyor. Hiç kimse olduğu gibi kalmıyor. Öyle olsaydı, hayat dururdu. Canlı kalmak değişmekle mümkün. Ben de değiştim. Bu ileri yaşıma kadar beni de fikren ve ruhen etkileyen pek çok olay oldu. Kişilerle tanıştım. Genellikle olumlu izler kaldı. Şimdi her şey için, herkesin katkılarına içten teşekkür ediyor, Allah’ıma bana verdiği şans için hamd ediyorum. Şimdi, kişinin formasyonuna tesir eden, mizaç, aile, eğitim düzeyine, “vatanın yönetilme şartlarını da katmak gerekiyor” diye düşünmeye başladım. Bu etkenlerin ilki, her insanın yaratılışından gelen, kendine özgü, temel mizacı oluyor. Sonra aile ve eğitim geliyor. Bu yüzden öz benliğimi analiz edebilmek için en eski anılara dönüyorum. Belleğimde yer alan ilk izlenim hangisi? Gözlerimin önündeki sisler arasında beliren silik bir sahne… herhalde, Feneryolu’ndayken gidilen, bir bostanın görüntüsünün bir bölümü. Detay yok, öncesi, sonrası yok… yine aynı dönemde yaşanmış, ikinci ve son bir anı… bilincime iz bırakmış, belki de ilk izlenim. Hem de, kişiliğimin göstergesi sayılacak, içgüdüsel bir tepkim… bir olayın, geleceğe yönelik işareti gibi. Sanki uyku döneminin sonu. Birey olmanın farkındalığı… 1931 sanırım. Beş yaşlarında olmalıyım. Büyüklerden duyduğuma göre: Yer… Efser teyzemin yazı geçirdikleri, İstinye’deki yalının bahçesi olacak. Yalnız isimleri aklımda kalmış. Emin ve Benin ağabeyler. Konuyu hatırlamıyorum, bana muziplik yapıp sataşıyorlar, gülüyorlar. Benimle alay ettiklerini sezince sustuğumu, “hadi gel, barışalım” önerilerine yanıt vermediğimi çok iyi hatırlıyorum. Galiba, küçük bir kız çocuğuna yapılan iyi niyetli bir şakaydı. Ama benim onurum kırılmıştı!... içgüdüsel tepkimle savunmaya geçmiştim. O güne ait başka her şey karanlık. Demek ki, çok etkilenmişim diye düşünüyorum. Neden yalnız o olay? Genel anlamda ise, sakin, uysal, duygulu, biraz çekingen, atılgan olmayan bir çocuktum. Ancak duygularıma ters düşen davranışlardan hoşlanmazdım. Kin gütmezdim, ama içime kapanırdım. Doğuştan gelen özgün kişiliğimin ilk belirtileri bunlardı. Tabii bir ömür boyu yaşanan olaylar, edinilen deneyimler, zamanla değişen ortam şartları, kişileri fikren ve ruhen geliştiriyor. Ne yazık ki, bazen de yozlaştırıyor. Ben nasıl bir ortamda doğdum ve nasıl büyütüldüm? Çok sevecen ve kalabalık bir çevrede, ailenin ilk ve tek kız torunu, anne ve babasının ilk evlatları olarak İstanbul’da dünyaya gelmişim. Kişiliği etkileyen ikinci faktör olan, aileyi tanımak için, yaşanan çağın hayat anlayışını ve düzeyini de göz önüne almak gerekir diye düşünüyorum. Bu yüzden hem işittiklerime, hem de anılarıma dayanarak bir parantez açmak istiyorum. ( Babam 1888’de Gelibolu’da doğmuş. Türkiye’nin ilk elektrik mühendislerinden. Annem 1901’de İstanbul’da dünyaya gelmiş. Öğretmen. Teyzelerim ve geniş anlamada ailenin bireyleri, kadın ve erkekler, meslek sahibi, öğretmen ve memur olarak çalışan hizmet veren, çağdaş, aydın kişiler… Cumhuriyetin ilk yılları… Sevgili Atatürk, kalkınma hamlesini başlatmış. Yurtta ve cihanda barış ilkesiyle, savaşların izlerini silip, devrimleri uygulamakta… Vatanın siyasal ve sosyal yapısı değişiyor. Türkiye artık dünyada saygın, örnek bir ülke. Halk özlediği uygarca yaşamaya katkıda bulunmak için gönüllü. Birkaç çatlak sesi, gelişmeyi gören millet susturuyor. Gençler inançlı, güvenli… Babamın mühendis arkadaşları, vatanın hızla ilerlediği o dönemde, görevler alıyorlar. Müteahhitliği seçenler, uzak/yakın, dağ/bayır demeden Anadolu’ya koşuyorlar. İş başına geçiyorlar… Babamın o arkadaşları, zor şartlar altında çalışıp kazanmış ve kazandırmışlardı. Vatana yaptıkları hizmetlerle şımarmamışlardı. Zengin sayılanlar bile, bu güne göre, solda sıfırdılar! Bir evi, yazlığı, arabası, biraz yatırımı olanlar varlıklı bilinirdi. Gösteriş, şaşaaya düşkün değillerdi. Zaten o tür davranışlar, açgözlülük, tamahkarlık görgüsüzlük alameti sayılır, ayıplanırdı. Bize gelince:


Babam, Belçika’daki tahsilini bitirip yurda dönünce, çalışma alanı olarak, eğitimciliği seçmiş. Ömrünün sonuna kadar, aralıksız 42 sene ders verdi. Bununla beraber, başka konularda da bilgisinden yararlanmak üzere Fen müşavirliğine atanmıştı. Belediye hizmetine ilaveten, Tekel de ve kurulacak yeni fabrikaların teknik araştırması ile görev veriliyordu. Genellikle birkaç işi aynı zamanda yürütüyor ve yoruluyordu. Fakat hep devlete, millete hizmet eden maaşlı memur statüsündeydi. Son görevi olan, İ.T.Ü. deki ikinci rektörlüğünde, vefat edince, öğrenci birliği üyeleri ve vefalı eski ve yeni öğrencileri onu “o bizim babamızdı” diye sevgi ve saygı ile uğurladılar… Evet, canım babam, fedakar, çalışkan, cömert, herkese kucak açan, seven insan, sen babalık ettin. Hakkını ödeyemeyiz. Sen tok gözlü, onurlu bir insandın. Rektörlüğün sırasında, astronomik maaşlar yoktu. O görev için, otomobil tahsis edilmemişti!. Nerede kaldı bugünkü saltanat, savurganlık!.. Ancak zengin olunmasa da çalışanlar muhtaç olmadan geçinirlerdi. İş alanları vardı. Köy enstitüleri açılmıştı. Okullarda çağdaş eğitim veriliyordu. Fakat ufuktaki İkinci Cihan Savaşı yaklaşmaktaydı. Babam gibi, aynı niteliklere sahip olan değerli ve sevgili annem, el ele vermiş, Laleli’deki evimizi yaptırmışlardı. Özel arabamız, yazlığımız yoktu ama taksiye biner, kiraladığımız köşklerde kalırdık. Aslında, babamın, ben doğmadan önce aldığı bir arabası varmış. Fakat 1930’lı yıllarda, “Trafik yoğunluğu” (!) nu şaka yollu bahane edip kullanmak istememiş. Doğup yaşadığımız, Beyazıt’taki, kiralık evin bahçesine yaptırdığı garaja koymuş. Bir süre sonra da satmış. ( Nejat, ara sıra, pencereden uzattığı eli ile, arabanın, lastik pompalı kornasını öttürdüğünü söylüyor) O dönemin modellerinde, otomobillerde öyle kornalar mı vardı? Acaba babamınki de, şimdi filmlerde görüp güldüğümüz, önden kurgulu, ince tekerlekli, karo serisi kutu gibi miydi? O tip kornasıyla, önüne çıkan yaya yolcuları mı uyarıyordu? Yoksa Nejat’ın hayali mi? Fakat ne için şaşırıp, gülüyoruz? Unutmayalım ki, biz de o devirden geliyoruz. Belki bugünün gençleri de bizi, tek tük kalmış yaşlıları, öyle imalden kaldırılmış eski tip üretimler gibi görüyorlar. Ama yaşamda daha iyiye, güzele, doğruya, kolaya yönelip yararlanmak gerek. Çağ dışı kalmamak, hiç değilse, gençlere ayak bağı olmamak için, yaşlılar, kendileri yapamıyorlarsa, toplum tarafından kollanmalıdırlar diye düşünüyorum. ( Şimdi ben de kendi isteğimle huzurevinde yaşıyorum. Memnunum. ) Yine aile yapısına, bireylerin tutumuna bakarsak: Onlar ticaretten hiç anlamayan, iyi niyetli, insani ilişkilere önem veren, altına, mücevhere yatırım yapmayan, çalışarak hak ettikleri imkanları, günlük hayatlarında değerlendiren, sade ve kaliteli bir tarzı tercih eden kişilerdi diyorum. Bunu sağlamak için masraftan kaçınmaz, savurganlık da etmezlerdi. Fakat içinde bulundukları huzur ve güven ortamının, bütün dünyada gitgide azaldığını görüp önlem almayı, sadece Anadolu toprağına ( Erenköy, Suadiye ) geçme sayan aile tutumunu tartmayı, parantezle birlikte kapatıyorum. ) Yine, kişilik oluşumumda etkili ikinci faktör: Aile’ye dönersek, Aile ve çevre baskısı hissettim mi? Asla… Aksine… Aile şefkati, maddi, manevi desteği sürekliydi. Evde 10 kişi idik. Çok ilgi gördüm, kollandım. Sevildiğimi sezdim. Bağlandım. Beni, benden önce düşündüler eksik bırakmadılar. Dış alemden beklentim olmadı. Güvendeydim. “Hazıra konma”yı normal görüyor, herkes benim gibidir zannediyordum. Kendim için atılım yapmak aklımdan geçmiyordu. Düşünülmeye alışmıştım… Bunu doğal hak sanıyordum! O zamanlar, ekonomik durumlar uluorta konuşulmazdı. Belki o yüzden, her ay düzenli gelen maaşla yaşamak, hayat kuralı gibiydi. Para kazanmanın güçlüklerini bilmediğim için olsa gerek, parayı


sevmedim. Sağlayacağı imkanlara önem vermedim. Zaten, ilkokul ve bayramlarda harçlık alınmaz, karşılıklı hediyeler sunulurdu. O bir törendi. Böylece bende ‘para’ nosyonu oluşmamış ‘değer’ yerini ‘estetik’ almıştı. Şimdi geriye bakınca, başkalarının emeğine dayanıp, avare bir hayat yaşamışım diye üzülmek neye yarar? Geçip giden zaman geri gelmiyor ki… İçimdeki minnet, saygı, sevgi, özlem duyguları yeterli olamıyor ki… Bu da benim, ödeyemeyeceğim borcumun bedelidir diye düşünüyorum. Çok mu şımarıktım? Değildim. İlgisiz, rahat olabilirdim. Ama genel davranış ilkemiz saygıydı. Evimizde, ana, baba otoritesi, disiplin olarak yansırdı. Arsızlık, tutturmak yoktu. Ayrıca mizaç olarak göze çarpacak hareketlerden hoşlanmazdım. Çok mu bencildim? Bakış açısına göre olabilirdim! Eğer, hoşlandığım okumayı, resim yapmayı, dikmeyi, örmeyi, bir şeyler üretmeyi, sevmediğim bazı ev ve mutfak işlerine tercih etmek, ilgimi çekmeyen ortamlarda bulunmamak, aktivitelere katılmamak “egoistlik” ise, evet! Tabii ben de yardım etmeyi severdim. Sorumluluklarım vardı. Özellikle eğitim döneminde karşılaştığım beklenmedik zorlukları yenmek için çok çalışmaya odaklanmam lazımdı. Başardım. Başkalarının hayatlarına çok ilgi göstermemem, herkesin benim için ne düşündüğünü merak etmemem, estetik yönden seçici olmam, bir tür egoizm ise, bencilliği kabul etmem gerekiyor. Aslında bu genel davranışın altında, ana mizacım olan çekingenliğimin de payı olduğu bir gerçek. Belki soğuk, gururlu, ukala saydıran davranışımı değiştirmek, daha insancıl olmak, çevremle ilgilenmek için çaba gösterdim. Hatta bazen, neyin tetiklediğini bilmediğim bir hisle yanımdaki yabancı yolcuyu, gevezeliğimle rahatsız ettim. Şimdi kendime şaşıp utanıyorum. Tabii ki ilgi, sevgi, özveri ile büyütülen tek çocuk ben eğildim! Kardeşim, kuzenlerim, yakın akran kuzin ve kuzenlerim mesleklerini seçtiler. Korkmadılar, hayata atıldılar. Çekingen, korkak, ailesinin iyi niyetini, tasasızca hakkı gibi kabullenen bendim!! Bu yüzden ‘aile’ faktörünün etkisini önemli bulurken, sevgili büyüklerimi sevecenlikle suçlayamam. Üçüncü faktörlerde yaşadıkça ortaya çıkan olaylar ki, önceden kestirilebilse de, kesin olarak bilmek mümkün değil. 1949’lar olabilir. O sıralarda yapılacak olan yeni ‘Büyük Millet Meclisi’ binasının, elektrik, ısıtma, havalandırma projelerini değerlendirecek jüride, ABD, İngiltere ve İsviçre’den üyeler vardı. Babam Türk heyetinin başkanıydı. Yoğun çalışmalar arasında fırsat buldukça, bahçemizdeki çiçeklerle ilgileniyordu. Güllere seçtiği türden aşıları, kendi yapıyordu. Yabancı jüri üyeleri ile Türk heyeti birbirinden ayrı verdikleri kararın aynı olması, bilime, bilgiye, tarafsızlığa dayanınca, çok normal diye düşünüyorum. Çalışma bitince, İstanbul’u görmek isteyen İsviçreli Prof. ( okunuşu ) Kibi ile eşini gezdirmiş, evimizde ağırlamıştık. Bahçemizdeki gülleri görünce: “ İsviçre gül memleketidir ama bunlar daha üstün!”


demişti. Vatanına dönünce bize bir gül kitabı gönderdi. Babam bizim daha sosyal olmamız için girişimler yapıyordu. Türk- Fransız Kültür Cemiyeti’nin organize ettiği Selçuk Efes gezisine, Nejat’la katıldım. Çok ilginçti. Aileleriyle gelmiş kişiler de vardı. Asıl önemlisi rehberimizin değerli Yazar, Sayın ( Cevat Şakir ) “Halikarnas Balıkçısı” olmasıydı. Kızı Aliye de babasıyla gelmişti. O gezide büyük yazarla yan yana çekilmiş fotoğrafımız, aile dosyamızda ve “Kulaktan Göze, Gözden Ele” adlı anılarımda yer aldı. 1949’da babam İ.T.Ü.’ye Makine Fakültesi’nden Rektör seçildi. Ben, Cağaloğlu Akşam Kız Sanat Okulu’nda ilerlettiğim dikişi, zevkle, ailem, sevdiklerim ve kendim için yapmış bir iş yerine getirmeyi düşünmemiştim. Bu merakım ve yeteneğim, görme şansım kalmayınca, sona erdi. Hep bir ‘hobby’ idi. Fakat hayatımdaki en etkili gelişmelerden biri, yine babamın ve annemin desteğiyle oldu. Kuzenim Dr. Asım Sözmen’in evinde tanıştığımız, İngilizce Öğretmeni “Miss Dekkers” ile dil bilgimi ilerletmemi istediler. Belki o zaman bilmiyorduk. Ama öğretmenlik ilişkisi, gittikçe yakınlaşarak dostluğa dönüştü. Öğretmenim ‘Adeline’ Hollanda’daki evinde hayatını kaybedinceye kadar sürdü. Çok kibar ve nazik bir kişiliği olan Miss Dekkers, haftada bir gün evimize geliyor, konuşma dil ve kelime bilgisi ve okumayla geçen dersler, çaylar için ara verilince, bazen aile bireyleri veya Nejat da sohbete katılıyorlardı. Bu samimi hava içinde birbirimizi daha iyi tanıyorduk. Seneler içinde değişiklikler oldu. Evlendi. Hollanda’ya yerleşti. Mutluydu. Türkiye’yi, yemekleri özlüyor, Türk lokantalarına gidiyor, işçilere yardım ediyordu. Eşini bir kazada kaybetti. Ziyaretlerde birbirimizde kaldık. Hollanda’da kentleri, müzeleri, gezip gördük. Yıllar iz bıraktı. O kalbinden, ben gözlerimden şikayetçiydik. Son telefonlarım yanıtsız kaldı. Mekanı cennet olsun. 1950 yılında, Kuzinim Meliha Şardağ ( abla )’ın evinde, Sayın Din Bilgini Ömer Fevzi Mardin ile, ailece tanıştık. Asker kökenli kültürlü, aydın fikirli, çağdaş bakışıyla dinin özünü ve amacını araştıran kitaplar yazmıştı. O gün orada, İsfendiyar’ın yakın arkadaşı, Bankacı, Sayın Muammer Akalın da vardı. Tanışıp yakınlaşmamız çok uzun yıllar sürdü. Değerli eşi Sayın Nezihe Akalın kardeşimize hayırlı ömürler, Muammer ağabeye rahmetler diliyorum. Sayın Ömer Fevzi Mardin, üç mukaddes kitaba ( Tevrat, İncil, Kuran) dayanarak yaptığı bütün çalışmalar sonucu, her kitapta aynı konu ile ilgili bütün emirleri, yasakları, verileri toplayıp belgelemişti. Edindiği bilgi ve fikirleri kitaplarında tarafsız bir inançla yazmış, başkaları var mıdır? Bilmiyorum. Böyle evrensel bir konuyu, çoğunlukla bilgisiz, peşin fikirli toplumların, çıkarcı, tutucu, ikiyüzlü, belki kişisel korkuları olan, çevrelerinin tepkilerine göğüs gerecek, gerçeği savunacak, inançlı kimselerin az olduğunu düşünüyorum. Hele din adına, bencillik ve çıkar uğruna işlenen korkunç cinayetleri, savaşları bugünün ( 2015) sömürü ortamın içindeyken… Yanılmış olmayı isterim. Sayın Din Bilgini ile yapılan konuşmalardan çok etkilendim. Bu konuların günlük hayattaki yerini daha iyi anlamak ve fikirleri kavratacak soruları yanıtlamak üzere evine gelmemize izin verdi. Sayın Ömer Fevzi Mardin Kadıköy, Çukurbostan semtinde, küçük bir dairede kirada oturuyordu. Odasındaki koltuğun önündeki masada yazılarını yazarken, sağda duran minik sehpada yontulmuş kurşun ve renkli kalemleri yazı gereçleri hazır beklerdi. Solda ise duvara dayalı kitaplığında yazılarına kaynak olan üç semavi kitap ile başka eserler sıralanmıştı. Arkasındaki duvarda, yükseğe kaldırılmış mahfaza-


sında, saygın yerini almış, ‘Hamidiye Zırhlısı’nın’ sancağı vardı. Karşı sol köşedeki radyoda haberleri izlerdi. İç ve dış toplumsal olaylar önemliydi. Çevredeki bir divan kendine özel, diğeri ve sandalyeler misafirler içindi. Oda kapısının sağındaki köşeye soba kurulmuştu. Sağında dar, uzun bir dolap vardı. Bu sade fakat huzurlu ortamdaki sohbetler ve ikram edilen bir bardak nefis çay, nice ziyafetten üstündü. Ö.F. Mardin’in misafirlerinden Mesul Ayfer bey kitaplardan birini İngilizceye çevirmiş. Fakat, sayın din bilgini bir kerede hocamın ve benim okumamızı gerekirse, düzeltmememizi istedi. Bu öneri, bana verilmiş bir izin gibiydi. Fakat bu gayreti, cesareti ve koşulları yıllar sonra, görmem azalırken buldum. Elimde İngilizce Kuran’lar, Redhouse sözlükleri ve çeşitleri vardı. Katkıları büyüktü. Yine de bazı kavramların tam karşılığı İngilizcede yoktu. Elbette, yazarın fikirlerine, ifadesine sadık kalmak, anlamı doğru bir dille aktarmaya çalışmak “ benim için cüretti” diye düşünüyorum. Tabii tüm çabalarıma ve Asuman Bakır’ın “iyi niyetli” yardımına rağmen, çevirilerimin hepsinin iyi ve eksiksiz olduğunu iddia edemem. Bütün kusurların sorumluluğu benimdir. Özür dilerim. Zaten sevgili Asuman’ın babası Sayın ‘Yaşar Diker’ in teşvik ve girişimleriyle, az sayılı ve basit basılmış kitaplar haline geldiler. Kendilerine ve emeği geçenlere candan teşekkür ederim. 1950 yılı olmalı, Nejat, Vedat, Sedat, üniversiteli gençler için organize edilen, basit Fransa gezisine katıldılar. Çok güzel izlenimlerle döndüler. 1951’de babam ‘Rektör’ olarak katılacağı, Fransa’daki toplantıya beni de götürdü. Şanslıydım. Önce Ankara Vapuruyla Nis’e ( Nice ) oradan ‘Paris’ e gittik. Babam dönüş için, İsviçre üzerinden İtalya’ya inmeyi planlamış, biletleri almıştı. Otelimiz belliydi. Zürih’te, evimizde ağırladığımız, Prof. ‘Kibi’ ( okunuşu ) ye kısa bir dostluk ziyareti yapmak istemişti. Üniversitedeki çok kısa ziyaretimizi bitirirken, Türkiye’nin sembollerinden olan küçük bir armağanı kabul etmekte gösterdiği çekimserlik şaşırtıcıydı. Ertesi sabah hazır olan biletlerimizle, İtalya’ya hareket ettik. İki, üç gün kalacaktık. Floransa’da müzeleri gezdim. Napoli’de limanda beklerken son hızla gelen teknenin aniden duruvermesi ve yanaşması etkileyiciydi. Ama Ankara Vapuruna binmek vatana kavuşmak demekti. 1952 yılında Nejat ( G.S.A.) dan Y. Mimarlık diplomasını aldı. İftihar ettik. Sevindik. Artık eğitim hayatı bitmiş, hizmete sıra gelmişti. Gençler biraz dinlenmeyi hak etmişlerdi. Arkadaşları ile yaptıkları kutlamadan dönerken evimizin kapısında duran ‘ Volkswagen’ i görünce arabanın kendisine sürpriz bir armağan olduğunu anlamış. Heyecanla içeri koşmuştu. Teşekkürle babama, anneme sarılırken: “ iyi ki, hep hayal ettiğim bu arabayı mezun olmadan önce almadınız!” demişti. O küçük halk tipi arabalar, Almanya’da çok tutulmuştu, Türkiye’de yeniydi. İri bir kaplumbağa görünümüyle dikkat çekiyordu. Ama yararlı ve yeterliydi. O yıllarda babam görevi dolayısı ile sosyal toplantılara katılıyordu. Bir kere Hindistan Konsolosluğundaki bir davete annem gitmeyince, babamla ben katılmıştım. Sonra çağrılara benim ismimi de eklenmeye başladılar. Konsolosun ailesiyle de tanıştık. Sanırım o sıralardaydı. İstanbul’u ziyaret etmekte olan Hint donanmasının “Ranjit” gemisine davet edildik. Gittik. Güvertede filo komutan Amiral ve diğer subaylar sıraya dizilmiş gelen konukları karşılıyorlardı. Biraz sonra yanımıza gelen komutan nazikçe ilgilendi. İki gün sonra da gemide özel bir öğle yemeğine davet edildik. Bizden başka misafir yoktu. Amiralin İstanbul hakkındaki sorularını, babamın göstererek tanıtma önerisi, çağrının bir karşılığı olacaktı.


İKİNCİ BÖLÜM

Zaten komutan da çevreyi görmek istiyormuş. Otuzlu yaşlarda, uzun boylu biri olan Amiral, Nejat’ın sürdüğü küçük arabadan sıkılmamış gibiydi. Resmi törenler dışında, sade bir şehir turuydu. Etrafı biraz görmüş oluyordu. Hoşnut olmuştu. Teşekkürlerle veda edildi. Filo iki gün sonra İstanbul’dan ayrılacaktı. Ertesi gün evde yalnızdım. Akşam üzeriydi. Kapı çalındı. Açtım. Karşımda, sivil giysili Amiral Nanda duruyordu. Şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak salona aldım. Oturduk. Biraz sonra bir şeyler ikram etmek için mutfağa gidince, arkamdan geldi. Kahve yapışımı izledi. Sonra salonda kahvelerimizi içtik. Laleli’deki evimize taksiyle gelmişti. Sanki gemiden gizlice kaçmıştı. Geriye dönmesi gerekiyordu. El sıktık ve gitti. Bir daha birbirimizi hiç görmedik. Bu üç günlük tanışma da, insan hayatında anlamını tam çözemediğim kesişmelerden biriydi. Aslında, güverte de, beni ilk gördüğü anda, bedenine akseden irkilmeyi fark etmiştim, ama kendimle ilgili olabileceğini sanmamıştım. Fakat sonra, oraya ailesiyle beraber gelmiş, sade bir genç kıza gösterdiği ilginin, ‘ geçici bir heves’ olmadığını hissettiren mektuplar gönderdi. Ancak, hiçbir zaman gerçekleşemeyecek şartları ve hayalleri sürdürmektense, belki ufak bir anı olarak kalmayı ve unutulmayı seçtim. 1953 yılı 29 Mayıs’ı İstanbul’un 500. Fetih günüydü. ( bugün ise 28 Mayıs 2015. Yarın aradan 62 sene geçmiş olacak! Zaman uçup gidiyor) Beyazıt Meydanı’nda şenlikler yapılıyor havai fişekler atılıyordu. Biz de, aile gençleri, Nejat’ın arabasıyla gösterileri izlemeye gitmiştik. Bir anda etrafımızı kalabalık sardı. Küçük (VW) sanki bir oyuncaktı. Ve içinde yokmuşuz gibi itip kakmaya başlamışlardı. Havaya kaldırmaya uğraşıyorlardı. Nejat’cım kimseyi ezmeden oradan kaçmaya çalışırken biz olay çıkmasın diye dualar ediyorduk. Halbuki bugünkü olanlara kıyasla, Beyazıt Meydanı ne kadar tenhaymış!


Nejat iş hayatına başlamadan önce askerliğini yaptı. İstanbul’da İstihkam Subayı olarak görevini tamamladı. 1953 senesi 26 Aralık’ında, ( İTÜ) Y. İnşaat Mühendisi Özcan Saffettin Sile ile nişanlandık. Nejat ve ben, kendisiyle Sayın Ömer Fevzi Mardin’in evinde kısaca tanışmıştık. Askerliği bitince, Kara Yollarında işe girmiş. Doğuda Pülümür’de köprü inşaatında görev almış ve İstanbul’a dönmüş. Sonra Trakya’daki yollarda ve köprülerde, sorumlu olmuştu. Dürüst, güvenilir, temiz ve inançlı bir kişiliği vardı. Çalışkandı. İşini seviyordu. Okuduğu Saint Joseph Lisesi’nde, disiplinli, programlı, düzenli yaşamayı benimsemişti. Askeri doktor olan babası, Ali Sırrı beyin ailesi yüzyıllar önce, Konya’nın Sille kasabasından, Üsküp’e geçip yerleşmişler. Sonra, galiba Balkan savaşlarında, kalabalık bir aile topluluğu olarak Türkiye’ye dönmüşler. Ali Sırrı Bey savaşlara katılmış. Sağlığı bozulmuş. Emekli olmuş. Ömer Fevzi Mardin beyin arkadaşıymış. Görüşürlermiş. Ali Sırrı Beyin, öğretmen olan kızı Sabiha Ocakçıoğlu ve oğlu Sabahattin Metya’dan sonra yeni bir evlilik yapmış. Kayınvalidem Nigar Hanımdan da üç oğlu Selahattin Sile, Özcan Saffettin Sile ve Halit Sile doğmuşlar. Kadıköy’de Acıbadem taraflarında evleri vardı. Kayınpederimin kardeşi, Eczacı Halil Sami Bey Bursa’da yaşamış. Sonra İstanbul’a gelmişler. Oğlu Enver Sile, kızları Belma Barut ve Selma Sile de burada yuva kurmuşlar. Evlatlarla aile genişlemiş. Biz nişanlanınca, çok yakın ailesi dışında herkesin onu Saffettin Sile adıyla tanıdığını, bizim de öyle dememizi istemişti. Böylece, yakınlık derecesine göre bazıları Saffet bazıları da Saffet Bey veya Saffettin Bey diye hitap ettiler. Saffet’in anneannesi, yumuşak pamuk gibi, renkli gözlü, güler yüzlü bir hanımdı. Onun kardeşi, Jandarma Subayı Şeraffettin dayı (Kocadayı) diye anılan aile büyüğüydü. Vatan için fedakarlık etmiş olan bu değerli insan, eşi ile, kayınvalidemin alt katında oturuyorlardı. Küçük dayı ise Nigar annenin ağabeyiydi. Emekli Konsolostu. Saffet’in ağabeyi Selahattin Sile, önce ilaç işleriyle uğraşmış sonra benzin istasyonu açmıştı. Eşi Bedia hanımla çocukları Aydan ve Ali Sile’yi yetiştirdiler. Küçük kardeşleri Halit Sile de avukat oldu ve Mengerler’in hukuk işlerini yürüttü. Kayınvalidem genç yaşta eşini kaybedince, üç oğlunun sorumluluğunu yüklenmiş, zorluk çekmiş fedakarlığın sonucu çabuk heyecanlanan iyi bir Anne… O zaman ben, onun hiç bahsetmediği hayatının zorluklarını, açıklamadığı duygularının etkilerini kavramamış olsam bile, şimdi, hislerimle düşüncelerimi ve tahmin ettiklerimi birleştirerek yaşadığı güçlükleri özlemlerini, çelişkilerini anlıyorum. Nasıl bir hayat geçirdiğini hayalimde canlandırıyorum. Nice yıllar geçtikten sonra, geçen ay, Nigar anneyi, ilk defa rüyamda gördüm. İkimizde ayaktaydık. Birbirimize sarıldık. Kucaklaştık. O kadar… heyecanla uyandım. İki ayrı alemde, ruhen ve bedenen gerçekleşmiş, ilk ve samimi bir buluşma tanışmıydı bu?... 18 Mayıs babamın doğum günüydü. Her sene sevinçle kutlardık. İki mutlu olayı birlikte yaşamak için, Nikah günümüzü, 1954 senesine, 18 Mayısına ayarlamıştık. O gün babam 66 yaşına girdi bizim de, Beyoğlu Tünel’de Evlendirme Dairesinde nikahımız kıyıldı. Benim şahidim değerli eniştem, Ekrem İnal, Saffet’inki de amcası, Halil Sami Beydi. Saffet hayata yeni atılıyordu. Herkese kucak açan babacığım, istersek bizi de kanatları altına almaya hazırdı. Fakat sevgili annem ise, bizim dış etkilerden uzak ve evlilik sorumluluğu kabullenmemizi istiyordu. Nejat da “Ben meslek sahibiyim” diye, her zaman olduğu gibi beni kayırmıştı. Gerçi Saffet’inde


mesleği ve işi vardı. Ama bir hazırlık süresi geçirilecekti. Ayrıca, nişanlılık döneminde karşılaştığım, dıştan yönlendirme çabalarını fark ediyordum. Ve yine: Tanımadığım bir kişinin beni telefonla araması da garipti. Çünkü, değiştirildiği belli olan sesin sahibi, kimliğini açıklama dürüstlüğü ve cesaretinden yoksundu. Benim vereceğim tepkiyi mi merak ediyor, içime kuşku düşürmek mi istiyor, yoksa Saffet’i mi kıskanıyordu? Bilemedim. Bildiğim, amacın altında kötü bir niyet olduğuydu. Açıkçası, bu gibi huzur bozucu, etkilerden uzak olmak için, ben de annem gibi düşünüyordum. Saffet’e düşen, farklı bir semtte, oturabileceğimiz evi bulmak olacaktı. Zaten yeni yuva kurulurken gereken bütün eşya, sevgili babam, annem ve büyüklerim tarafından sunuluyordu. Destekleri gönüldendi… Artık yeni bir dönemin hazırlıklarına başlayacaktık. Attığım imzaya, ruhen ve bedenen uymak üzere, içimden gelen ilk adımları attım. Önce, Amiral Nanda’nın, devamını önlemeye çalıştığım, fakat atmayı saygısızlık diye düşündüğüm ve onun duygularını açıkladığı mektuplarını yaktım. Sözüme hep sadık kaldım. Yoksa ben de, ileri yıllarda, evli ve iki çocuklu bir anne iken, Nejat’ın Orta Doğu Üniversitesi’ndeki bir gösteride tanıştırdığı, saygın bir profesörün ilgisine kapılır, karşılık verebilirdim. Ama bizim, bu gibi dıştan gelen normal beğenilerden, veya art niyetli yaklaşımlardan etkilenmeyeceğimize inanmıştık. Bu adım önemli ve ciddiydi… Ama sonraki? Acaba o adım beni nereye götürecekti? Hoşlanmadığım, ilgi duymadığım mutfağa!... O akşam Saffet yemeğe çağrılmıştı. İyi niyetle işe giriştim. Zaten hazırlanmış olan yiyeceklere katkım, sigara böreklerini sarmak olacaktı. Sofraya oturulacağı sırada, herkesin, birbirinden habersiz, börekleri benim sardığımdan bahsetmeleri, belki bir hayret veya teşvik işaretiydi. Ama Saffet’in annesinin yaptığı özel hamur işlerinin yanında sönük kalıyordu. Bunca övgüye şaşırsa bile, evimize geçince aç kalma korkusunu biraz gidermiş olabilirdim. Birçok aramadan sonra Saffet, oturabileceğimiz gibi bir daireyi, Teşvikiye Camii’nin arka tarafında bulmuştu. Görmeye gittim. Yeni bitmiş bir apartmanın giriş katındaki daireye içim ısınmıştı. Kirası da uygundu. Ancak ev sahibi bir senelik peşin istiyordu. Ödeyemezdik. Vaz geçtik. Büyükler imdada yetiştiler. Kiramızı her ay onlara ödemek şartı ile tuttuk. Evle ilgili hazırlıklar başladı. Ölçüler alındı. Alınacaklar alınırken, dikilecekleri kendim dikiyordum. İnşaat temizliği, perdelerin takılması, eşyanın yerleşmesi tamam olunca, evimize geçtik. En gerekli olan, ‘Ekrem Yeğen’in’ kitapları elimin altında olmalıydılar. Çiğ ete, tavuğa, balığa, soğana alerjim vardı pişmiş yemekler içinde, etsiz soğansız ne bulabilirdim. En sonra, alfabetik sırada ( P) harfine geldim. Aradığımı bulmuştum! PİLAV… Okuyorum, sayfayı çeviriyorum. Pirinçler ıslatıldıktan sonra ne yapılıyordu? Ölçüler için hangi bardak kullanılacak. O, da nerede derken ilk yemeği yaptım. Fena da olmadı, ama tuzu iki kez atmışım. Şap gibiydi. Yoğurtla karıştırdık, yedik. Dışarıdan ‘Kıyık’ tan almak bir çözüm olabilse de, bütçemizi zorlamamak gereğini bile Saffettin Sile idi… Çareler tükenmezmiş!


Çiğ eti maşa ile tutma, Laleli’de hazırlanıp kavanozlara doldurulan kavrulmuş soğandan bir karış alma, kitaptan kolay yemek seçme, Ispanak gibi çamur bulanmış yeşillik yerine, patlıcanı, kabağı tercih etme, zor yemekleri, özellikle, köfteyi hiç yememe yöntemi, keşfettiğim ilk çözümlerdendi. (!) Çeşidimiz azdı. Ama açlıktan kilo kaybetmemiştik. Artık sevgili babamı, annemi, teyzelerimi, kardeşimi, evimize davet edebilirdik. Bize sağladıkları bütün yardımları, destekleri için, duyduğumuz minneti, hiçbir şeyle ödeyemezdik. Onları mutlu edecek tek karşılık, benim çabaladığımı görmek olacaktı. Neler yapabileceğimi tasarladık. Bana düşen işleri önceden planladım. Yemekler hazırlanırsa, sevdiğim ev ve sofra düzenlemesi sorun değildi. Her şey tamamlanınca heyecanla beklemeye başladık. Meğer, onlar da, benim kadar meraktaymışlar. İlk etkinin olumlu olduğunu görünce, rahatladım. Yemeğe sıra gelince, şaşkınlık, beğeni arttı. Ama sevgi ve huzur havası her şeyin üstündeydi. Aradan kısa bir süre geçmişti. Ancak Saffet benim her şartta, başarılı olacağımı sanmış ki, bir cumartesi akşamı ziyaret ettiği yedi kişilik ailesini, ertesi pazar günü, öğle yemeğine davet etmişti. Haberim, hazırlığım yoktu. Vakit kıttı. Saffet bazı şeyleri dışarda hazır almamız önerimi ayıp sayıyordu. Ben ise davet ettiklerimize ikramda, özensiz görünmek istemiyordum. Sürprizlere karşı tedbirli değildim. Evimizde olanlara, gece eve dönerken aldığı, bence yetersiz, şeyleri kattık. Ev ve biz hazırdık. Ama yemek tam bir fiyaskoydu!... Utancım bir yana, yanlış değerlendirilme kuşkusu vardı. Üzüldüm. Saffet belki beni övmüştü. Ama onlar karşılarında saygısız birini mi görüyorlardı? Saffet’e beni bir daha mahcup etmemesini söyledim. Böyle deneyimlerle: bakış açısı, ortam ve kişilik farklılıkları yüzünden, yapılan yorumların her zaman doğru olmadığı öğreniliyor. Bir ev sahibinin, konuğa saygı göstermek için, ikram edeceği, kahveyi, en değerli fincanıyla sunması, bazen gösteriş sayılıyor. Çok özenli bir sofra misafiri şaşırtıyor. Rahatsız ediyor. Kimileri ise, yüceltildiğini anlayıp mutlu oluyor. Bazen iyi niyetli bir konuşma, kullanılan kelimeler ve ifade tarzı, yanlış ve ukalalık sanılıyor kırgınlık yaratıyor, hatta, yanlış yorumlar ömür boyu dargınlıklara neden oluyor. Bu yüzden insanların önyargıdan sakınıp, önce birbirlerini iyi tanımaları ve amaçları doğru saptamaları ve kişilere iyi niyetle yaklaşmaları gerekli diye düşünüyorum. Ancak bu ütopik hayal, günümüzün bencillik, iki yüzlülük, şiddet ve nefret dolu dünyasında, olsun diye ümit etmek, her halde, saflıktır gibime geliyor. “Ne yazık” diyorum. 1955’de Nejat Almanya’da Prof. Tiedje ve Aeckerle atölyesinde serbest mimar olarak çalışıyordu. Babam ise, yeni kurulan Maden Fakültesinden aday gösterilmiş ve İTÜ’de ikinci Rektörlüğünü sürdürüyordu. İngiltere’deki rektörler toplantısına giderken cüppesini götürmemişti. Ama toplantı sonrasında çekilen anı fotoğrafında, en ön sırada oturanlar arasında yerini almıştı. Normal günlük giysisi ile göze çarpıyordu. Dönüşte Almanya’ya uğramış Nejat’ı da görmüş, onun hakkında duydukları ile iftihar etmişti.


İki üç ay evvel öğrendiği, dede olacağı haberi ile, mutluydu. Nejat’ın da yuva kurmasını istiyordu. Üniversitede, öğrencileri, yabancı ülkelerdekilerle değiştirme işinde çalışan güzel, kültürlü bir genç kızı, Nejat’a yakıştırdığından söz ediyordu. Ama oğlunun dönmesine vakit vardı. Babamın gelmesini karşılamak için Laleli’deydik ilk konuşmalardan sonra, bir ara gülümseyerek, elini, ceketinin kalp tarafındaki iç cebine götürdü. Bir mavi, bir pembe iki çift minicik yumuşacık çorabı bize uzattı. Sevgili babacığım, o birkaç gün süren seyahatinde, doğacak torununu hayal etmiş, o günlerde bebeklerin cinsiyeti doğmadan önce bilinmediği için iki renk almıştı. Bilim nasıl hızlı gelişiyor, buluşlara ne çabuk uyuluyor ve normal sayılıp, eski unutuluyor. Bebeğimizin doğumuna 2 ay kalmıştı. Ailem kayınvalidemi ziyaret edeceklerdi Karaköy’de buluşacaktık. Hava yağmurluydu. Hızlı attığım birkaç adım yürümemi zorlaştırmıştı. Vapurda oturunca azalan sıkıntı, kalkınca yeniden başlıyor hareketimi engelliyordu. Ziyaret sonrası hep beraber Laleli’ye geldik. Son iki ayımı, orada, yatakta geçirdim. Bakım altında idim. 30 Kasım 1955 de, sevgili oğlumuz ‘Ali Ömer Sile’ Cihangir’deki Alman Hastanesi’nde biraz nazlanarak dünyaya geldi. Bir hafta sonra Teşvikiye’deki evimize geldik. Hala yürüme zorluğu çekiyordum. Artık hayat, minik bebeğin etrafında dönüyordu… Gönüllü destekçiler iş bölümü yapmış gibiydiler. Anneciğim mamaları, hazırlamayı, Saadet teyzeciğim, Nejat’ın gönderdiği kırmızı portbebe içindeki Ömer’i, kucaklayıp Maçka Parkı’nda havalandırmayı, Mavzeciğim de kaşık kaşık mamalarla beslemeyi üstlenmişlerdi. Üniversiteden gelince hemen kolları sıvayan babacığım ise: “Siz gözüne sabun kaçırırsınız!” diye seve okşaya banyo yaptırıyordu. Ya ben? Bana ne kalmıştı? Sık sık kirlettiği altını temizlemek!!! Aile büyüklerinin emeği ödenmez. 1956 yılına girilmiş, bahara erişilmişti. Bayramdı. Kadıköy tarafında akrabaları ziyaret ettik. Her taraf yemyeşil, çiçekler rengarenkti. Çocukluğu oralarda geçen Saffet, biraz özlemle: “Keşke biz de yazlığa gidebilsek, acaba birleşip bir yazlık tutabilir miyiz?” demişti. Soru iletilince dilek kabul edildi. Saadet teyzem uygun yer bulma işine girişti. Çocukluğumda oturduğumuz Göztepe’deki, büyük bahçeli ahşap köşk müsaitti. Taşınma hazırlıkları başladı ki, babam hastalandı. Geçirdiği kalp krizi önemliydi. Biz de yanındaydık doktor gözetiminde geçirilen bir buçuk aylık özenli tedavi ne yazık ki, o günün tıbbında etkili olmamıştı. Maalesef 1 Ağustos 1956 günü, öğleye doğru, ‘ benzeri az bulunan’ değerli babamızı, ömrünü, vatanı, milleti ve ailesine adayan verimli ve olgun bir İNSAN’ı kaybettik. O sene yazlığa gitmedik. Laleli boş kalmış gibiydi. Teyzelerim gündüzleri işlerindeydiler. Defin töreninden sonra Nejat Almanya’ya dönmüştü. Annem çok sevdiği, güvendiği eşini yitirdiği için acı çekiyor, Ömer’le avunmaya çalışıyordu. Zaten son aylarda, vaktimizin çoğunu Laleli’de geçirmiştik. Teşvikiye’deki evi boşaltıp, eşyalarımızı, baba evine depo ettik. 1957 yılında, senelerdir dost kaldığımız, Göztepe’deki köşkün sahipleri, Nejat bey ile kardeşleri Melekper ve Nermin hanımlarla aynı bina ve bahçede 17 sene, köşk, inşaatçıya verilinceye dek, güzel günler yaşadık. Yaz boyunca, herkese yeten demirbaş eşyamızı, kış uykusundan uyandırmak, köşke taşınan mevsimlik gereçlerin nakli, temizlik ve evin oturulur hala getirilmesi biraz yorucu olsa da, geleneksel bir beklenti olmuştu. Yazı müjdeliyordu. Ömer hareketli bir bebekti. Ben de peşindeydim. Halbuki çok dikkatli olmam lazımdı. Çünkü Ömer’e kardeş geliyordu. Ben çektiklerimi unutmamıştım.


Sonbaharda Laleli’ye geçtik. Hava serindi. Saffet kaloriferi açtı. Biraz sonra borulardan kaynayan su fokurtuları duydum. Bunun bir tehlike alarmı olduğunu anlayıp Saffete koştum. Durumum aklımda bile değildi. Kazan patlamak üzereydi!! Vanalar açılırken, kazan içindeki bir boru delindi. Boşalan kaynar suyla etrafa fışkıran kirli savruntu, Allah’ın lütfuyla ne Saffet’e ne de bana büyük bir zarar vermedi. Onun yüzüne, üstüne bulaşanlar, geçirdiğimiz, bir yıkımın yanında, kuşkusuz hiçti. Bebeğimize de bir şey olmamıştı. Bu kurtuluşta babamın da payı vardı. Çünkü, seneler öncesinde yaşadığı bir olayı anlatmıştı. Arızalı bir fabrikada inceleme yaparken, manometrenin hızla hareket ettiğini görmüş. Ve o anda yerinden kopan ağır bir metal kitle çatıyı delip dışarı fırlamış. Geri düşerken bazı çelik barlara takılıp kalmış! Babam ve arkadaşları, dökülen molozlardan, yaşadıkları şoktan zor kurtulmuşlar. Bu olayı dinlerken çok etkilenmiştim. Bizim kazanın manometresi de tehlike işareti veriyordu!... Büyük bir yıkım olabilirdi… Allah’a şükür, ucuz atlattık. 1958 de, güzel olaylarla başladı ve sürdü. Nejat Almanya’dan dönmüştü. 23 Ocak Saffetin doğum günüydü. Kutlayacaktık. Ama 22 Ocak sabahı, erken uyandığımda hastaneye gidecek haldeydim. Bizi Nejat götürecekti. Herkes telaş içindeydi. Ben ise etrafı yatıştırmaya çalışıyordum. Yola çıktık. Acele etmekte yarar varmış. Hemen haber verilen sayın doktorumuz Ziya Üstün yetişti. Sevgili oğlumuz Mustafa Faruk Sile, babasının doğum gününde aramızda olmak için acele etmişti… Minik bebeğimiz sağlıklıydı. Mutluyduk. Zaten, gördüğüm bir rüyanın etkisiyle, hiç kız çocuk beklemiyordum. Her şey süperdi. Ancak sevgili Faruk, galiba anne üretimi doğal besini beğenmiyordu! Bu sorun uzun uğraşlardan sonra, benim geçirdiğim ufak bir ameliyat ve Faruk’un Guigoz mamaya başlaması ile çözüldü. Bir hafta sonra eve döndüğümüzde, Ömer’ciğim pencere önünde bekliyordu. Kardeşinin getirdiği oyuncaklara bakmadan, boynuma sarıldı, kucaklaştık. Öyle kaldık… bir hafta uzun bir zamandı!.. Faruk’cuğum da büyüyordu. Güler yüzlü bir bebekti. Etrafıyla ilgiliydi. Ömer’in kitabından alıp duvara astığımız, renkli tavşan resmini sorunca, işaret ediyordu. Çocuklarımızın böyle basit gelişmelerini izlerken, sevindiğimiz kadar, sorumluluk bilincimizi de arttırıyor. Doğal olarak, her ana, baba çocukları için her zaman, her şeyi en doğru, iyi ve güzel olarak vermek ister. Evlatlar da yetiştirilmelerinde kritik ettikleri bazı noktalar bulurlar. Ben bu eleştirilerin, ileriye dönük iyileştirme hamlelerine vesile olduğunu ve kuşaktan kuşağa süreceğini düşünüyorum. Hayat geriye değil, geleceğe yönelik. Baharda yine Göztepe’deydik. Hepimiz Nejat’ın yuva sahibi olmasını özlüyorduk. Annem de ( Madam Fuad) ın bahsettiği, genç kızla tanışması için teşvik ediyordu. Bir akşam Nejat, Madam Fuad’ın Anadoluhisarı’ndaki yalısına gidip sözünü ettiği genç kızla tanışmasını istiyor. O sırada, habersizce ziyarete gelen genç kızla karşılaşma


beklenmedik şekilde gerçekleştiği gibi, her ikisi de olumlu duygularla, arkadaşlıklarını ömür boyu sürdürmeye karar veriyorlar. Çok kısa zaman sonra, Nejat’la Engin ziyarete geldiler. İlk görüşte sanki hep, yıllardan beri berabermişiz gibi candan bir samimiyetle, kucaklaştık. Çamlar altında çaylar içtik, o zaman iki buçuk yaşlarında olan Ömer’ciğim: “Siz orda ne yiyorsunuz?” diye bağırıyor, Faruk’cuğum kendisi için alınan pusetinde uyuyordu. Seslere uyandı. Engin ablasının ilgisine gülücüklerle karşılık veriyordu. Aileler birleşiyordu… Zaten kader, ağlarını çoktan örmüştü! Engin’ciğim, babamın Üniversitede görüp Nejat’a yakıştırdığı genç kızdı… Ama o günlerde bunu bilen hiç kimse yoktu! Nişan törenleri Engin’lerin Anadoluhisarı’ndaki yalılarında yapıldı. Engin çok şık ve güzeldi. İlk karşılaştığımızda giydiği ve kendi diktiği ‘tobralko” elbisesi içindeki zarafeti onun olgun kişiliğine işaret ediyordu. Tören kalabalıktı. Bebek Faruk, Asiye Hanımın kucağında rahattı. Yeşil, yeşil etrafına bakıyor nerede olduğunu anlamak istiyordu. Engin’in kuzini Sabiha Esener’in oğlu Sadık, Ömer’le yaşıttılar. Tipleri, renkleri benzediği gibi, rastlantı olarak giysileri de birbirlerini andırıyordu. İkizlere benzeyen tatlı afacanlar, ortalıkta koşup duruyorlardı. İkram sırasında, Ömer için özel olarak rica ettiğimiz bir tabak hafif yiyecek geldi. Ömer’in çatal istemesi, Engin’in titiz olarak tanınan babası Avukat Selahattin Çalım beyi şaşırtmış hem de güldürmüştü. Aileler tanıştıkça, Selahattin Beyin İETT’den babamla tanıştıkları da ortaya çıktı. Engin ile Najat’ın nikahları, Annemle Babamın evlenme günleri olan 20 Ağustos 1958’de, Beyoğlu Tünel’de, Evlendirme Dairesinden kıyıldı. 56 senelik bu mutlu beraberlik bu yıl ( 24 Nisan 2015) de, değerli varlığımız Nejat’ın vefatı ile sona erdi. Ne yazık ki şimdi kardeşim kadar sevdiğim Engin’ciğim de hastanede ( 12 Haziran 2015 ) bakım altında. Acil şifalar diliyorum. Engin’ciğimi de, ne yazık ki 19 Temmuz 2015 de kaybettik. 1959 yılı başlarında Saffet, üç aylık bir staj için Paris’e gitti. İki ay sonra da yanına gitmek için, ben Sirkeci’den trene bindim. Küçük bir pansiyon odasında kalıyor çevreyi geziyorduk. Bütçemizi aşmamak için önlem alıyorduk. Stajyerleri, şampanya imalini ve mahzenlerde nasıl stoklandığını göstermek üzere, bir gezi düzenlenmişti. Verilen bilgilerden, şişe mantarlarının bile nasıl özenle seçildiğini anlattılar. Kalitenin, bir işin devamı için ne kadar önemli olduğunu göstermek istiyorlardı. Üzülerek, yurdumuzdaki bazı derme çatma işyerlerinin, çok baştan savma üretmeye son verseler, diye düşünmüştüm. Fakat gezi dönüşü, bedava şampanyayı bol bulup içip merdivenlerde serili kalanları görünce, “işe önce insandan başlamalı” demiştim. Bir ay geçmişti. Tren biletlerimizi almıştık. İranlı bir stajyerin bedelini ödeyip onun arabasıyla gitme önerisini kabul ettik. İsviçre üzerinden ülkemize geldik. Göztepe bizi bekliyordu. Yaz bitmek üzereydi. Saffet, Karayolları 16. Bölge Müdürlüğü’ne atandı. Bu mesleğinde bir yükseliş ve


başarıydı. Artık Kayseri’de yaşayacaktık. İstanbul’dan ve aile çevremden ilk defa ayrılıyor, bilmediğim bir ortama giriyordum. Yeni bir dönem başlıyordu. 1960 senesi neler getirecekti? Saffet Kayseri’ye işinin başına gitti. Ev bulacaktı. Haber bekliyordum. Gelişmekte olan kentte, yeni bir apartmanın 5. Katındaki, hiç kullanılmamış dairesini kiraladığını bildirdi. Bizim Laleli’ye döneceğimiz tarihi biliyordu. Kendi düşüncesine göre planını yapmıştı. İstanbul’a indiğimiz günün ertesi sabahı için, götüreceğimiz bitin ev eşyamızı taşıyacak, olan kamyonu ayarlamış, adres vermişti. Halbuki bize gerekenler, ayrı yerlerde, değişik şartlarda depolanmış haldeydiler. Onları bulup içinden gidecekleri seçmek, Göztepe’de kullandıklarımızdakileri katmak lazımdı. Üstelik dairede kalorifer yoktu. Çocukluğumuzda yararlanılan büyük kömür sobası ve bizi yanmaktan koruyan soba korkuluğu, şimdi bizim çocuklarımızı esirgeyecekti. Emekli olduklarından bu yana, bir köşede, anılarıyla başbaşa geçirdikleri, dinlenme sürecinden çıkarıp göreve çağıracaktık. Sırada daha iki tane de camdan yapılmış, likitgaz depolarıyla övünen, görgüsüz fakat modern (!) hot soba vardı!!! Saffet bütün bu detayları hiç mi düşünmemişti? Vakit çok kısıtlıydı… Ben de planlı, programlı yaşamayı ilke edinmiş biriydim. Ama o kadar hızlı değil. Bu ( oldu bitti ) tavır beni çok kızdırmıştı… Bazı olaylara bakış açımızın zıt olduğunu anladım. Telaşla toplanan, sarılıp sarmalanan eşya, kasasında demir yükü olan (!) kamyona teslim edildi. Karma karışık bir şekilde gitti. Kayseri’de neyi nerede bulacağım belli değildi. Anneciğim Kayseri’ye benimle ve torunlarıyla gelme ricamı kabul etti. Trenin yataklı vagonunda yerimizi aldık. Düdük çaldı… Saffet bizi istasyonda karşıladı. Eve geldik. Daire uygundu. Konfor eksikliği önemli değildi. Asıl sorun ısıtma problemini sobayla gidermekti. Sadece iki odanın yeri kaba tahta döşeliydi. Diğer taraflar mozaik çimentoydu. Soğuktu. Eşyalar ortadaki büyük salonda yığın halinde duruyorlardı. İşe girişildi. Halılar serildi. Karyolalar, sobalar kuruldu. Mutfak ayarlandı. Bütün evin yerleşmesi birkaç gün sürdü. Yardımcıların işi bitmişti. Üst tarafı bana aitti. Annem de dönecekti. Ben sorumluluğu alırken, çocukları kendi hallerinde bırakamazdım. Ömer ve Faruk’la oynayıp ablalık edecek manevi evladımız, Sivaslı kızımız ailemize katıldı. Emine Doğan… Dokuz yaşında, güzel yüzlü, iyi huylu, şen mizaçlı, duygulu yüreğiyle herkesin kalbini kazandı. Anneciğim gitmeye hazırdı. Sevgili Efser teyzem, eniştem, Sedat’ın arabasıyla geldiler. Bir gün kalıp annemle beraber yola çıktılar. O anda içime bir acı çöktü. Sulu göz değildim, ama gözyaşlarımı dindiremiyordum. Saffet işi gereği yola gitmişti. Çocuklar uyuyorlardı. Soba da sönmüştü... Yalnızdım. 1959 senesi sona eriyordu. 9 Ekim’i, Cumhuriyet Bayramını, 30 Kasım’ı, 22,23 Ocak 1960 tarihlerini kendi aramızda kutladık. İletişim sistemi yetersizdi. İstanbul’a telefon etmek için postaneye gidiyor, kayıt yapıyor sıramızı bekliyorduk!!!


Soğuk kış gecelerinde, odun yaktığımız büyük sobamızın yanına büzülüp uzun mektuplar yazıyordum. Heyecanla cevap bekliyordum. Kayseri eski eserleri, tarihi binaları, yeni açılmış geniş bulvarları ile yenileniyordu. Ziyaretimize gelen kayınvalidemi şehri tanıtmak için gezdirdik. Ellerini birlikte tuttuğumuz Faruk’cuğum hem yürüyor hem de uyuyordu!! Bir ara sendeledi. Babaannesini çok korkuttu. Biz onun açık havada uyuklamasına çok alışıktık. Kayserililer de farklı davranışlarıyla ilginç kişilerdi. Bazen sokakta, hiç tanışmadığımız kimseler, kim olduğumuzu biliyor, bazıları yanımızdan geçerken ‘Gazi Osman Paşa’ marşı söylüyor, kimileri de siyasilerle ilişkili sanıp laf etmek istiyorlardı. Ev sahibimiz Hacı Bekir Ağa okuması yazması olmadığı halde 10 sene önceki hesabının aklında olduğunu övünerek söyler, hiçbir ticari fırsatı kaçırmazdı. Evinde, kullanmayacağını bildiği halde, Amerikalılardan aldığı, büyük bir org bile vardı. Diğer şeyler duvarda asılıydı. Olasılıkları değerlendiren akıllı insanlar… Ürettikleri leziz mantılar, cevizli tatlı sucuklar, pastırma ve sucuklarla ünlü, becerikli ev hanımları, hamarat, bol ikramlı, güler yüzlü, tatlı dilli Kayseri kadınları… Ama ben!? Yeni düzene ayak uydurmaya çalışan biri. Ev hizmetlerine eklenen, ortam şartlarının eksikliğiyle bocalayan bir yabancı! Özellikle buz gibi mutfak ve oturma alanları arasındaki ısı farkının çocuklara getirdiği kısıtlama! Bazı resmi kişileri evde ağırlama zorunluluğu! Beklemediği olaylar, arasında yolunu arayan bir kişi!!. Ancak, çocukluğumuzda bizi koruyan, metal kafesli, özel soba korkuluğuna güveniyordum. Fakat onda da yanılmışım! İşten işe bakarken, duyduğum, keskin kokuyla sobaya koştum. Ömer, korkuluğun içten mandallı kapısını açmış, kırmızı plastik oyuncağını, sobanın üstüne bırakmıştı. “Bak domates salçası oldu” diyordu. Gülecek yerde deli olmuş bağırıp kızıyordum. Zavallı korkuluğun ne suçu vardı? O bizim zamanımızdan kalmıştı. Yeni nesillere göre değildi. Soba söndürülemezdi. Yanacaktı. Çocuklar yanmamayı öğreneceklerdi. Saffet’in söylemeyi unuttuğu, haberli misafirin, “Müdür Beyin Hanımı” nı sorması gibi olaylar moralimi bozuyor, öfkemi çocuklardan alıyordum. Evet, evet ben beceriksiz, aksi, huysuz, bir kadındım… Kendimden utanıyordum. Ama ben de strese kapılıp gitmemeyi, zaman içinde deneylerle bulacaktım. Günler geçiyor 1961 senesi yaklaşıyordu. Yılbaşını kutlamak için, küçük bebekleri olan İstanbullu genç bir çiftin evine gidilecekmiş!? Bu organizasyonun, hanımların fikri sorulmadan yapıldığı belliydi. O günlerde sosyal sorunlarla beraber, yaşam şartlarında bugünkü kolaylıkları bulmak zordu. O geceyi neşe ve ümit dolu geçirmek, bütün hazırlıkları paylaşmak üzere, kendi evimizde yapacağımız yemekleri, orada, sofraya koymak şartı kabul edildi. Fakat bizim otomobilimiz yoktu. Bir başkası da götürme işini üstlendi. İş bölümü yapılmıştı.


1961 güzel başlamıştı. Engin’ciğim bebek bekliyordu. Sevgili yeğenim Sina Erem 6 Mart 1961 de İstanbul’da doğdu. Anne, baba ve bütün aile çok mutluyduk. O tarihte Ankara’da Bölge Müdürleri toplantısı vardı. Saffet Ankara’ya ben de çocuklarla, o zamanki eski model, yıpranmış, düzensiz işletilen bir otobüsle ayrı ayrı yola çıktık. Engin’le Sina Laleli’deydiler. Sina’cığım minicik bir bebekti. Fakat Engin’ciğimin beklenmeyen hastalığı ve Sina’nın saat gibi bakılmasını üstlenen anneme bir faydamız olmadığı gibi, zahmet verecektik. Hemen evimize döndük. Haberleşiyorduk. Engin’in hastalığı sürüyor ama iyiye gidiyordu. Sina kilo almış büyüyordu. Ailede yeni evlenmeler olmuştu. Vedat, Sehavet’le evlenmişti, Ankara’da yaşıyorlardı. Sedat, Gönül Özok’la yuva kurmuştu. Bülent de Nazan Başaran’la tanışmış evlenme kararı almıştı. 1961 sonbaharıydı. Annemle Mavze Kayseri’ye geldiler. Bülent annesini Nazan’ın ailesiyle tanıştırıp, resmen istemesi için Ankara’ya çağırdı. Efser teyzem de Ankara’da olduğundan üçü beraber gitmişler. Bülent’in anlattığına göre gayet iyi karşılanmışlar. Sohbet, kahve, çay, Bülent kıvranıyor! Bir işaret edebilse. Fırsat bulamıyor ki… Nihayet, “Allahaısmarladık-Güle güle”… Kız tarafı “Yine buyurun” diyebilir mi? “Ama Bülent gülsün mü? Ağlasın mı?” Ertesi akşam tekrar gidip, Nazan’ı usule uygun şekilde istiyorlar. Mavzeciğim:” Biz zaten onun için gitmiştik!” diye kendini savunuyordu. Annemle beraber dönmek için yine bize geldi. Saffetin Ankara Bölge Müdürlüğüne atanacağını öğrendik. Tam alışıp severken, Kayseri’den ayrılacak mıydık? İyi anılar bırakalım, derken, modern(!) hot sobamız da bize yardımcı olmak istedi!! Galiba çok lafı geçen kömür sobasını kıskanmıştı. “Ben de varım” diyordu. Annemle teyzemin gitmelerine yakın bir sabah, bütün aile kahvaltı masasında toplanmıştık. Saffet yola çıkacaktı. Veda etti. O sırada bazı sesler duyuluyordu. Sanki bir şeyler kırılıp dökülüyor gibiydi. Mutfağa gittim. Her şey yerindeydi. Sesler devam ediyordu. Son defa küçük odanın kapısını açtım!! Yüzüme vuran simsiyah duman arasında ‘hot’ sobada parlayan kızıl alevler görünüyordu. Yanıyorduk!! Mavzeciğim gaz deposunu kaptı götürdü. Ben bir kova suyu sobanın üstüne boca ettim. Emine ikinci kovayı dolduruyordu… Heyecan yatışınca zarar belli oldu. En kolay yanan halı, şilte ve giysiler tutuşmamıştı. Yağlı boya duvarlar, siyah isle sıvanmış, kırılan kartonpiyerler yerlere saçılmış, her yer kapkara olmuştu. Şükür ki canlar sağdı… Büyük bir tehlikeyi ucuz atlatmıştık. Temizlik işlerinden sonra, annem, teyzem İstanbul’a döndüler. Hacı Bekir Ağa’ya zararı ödemek için başvurduk. Olgunluk gösterdiler. Yakında apartmana kalorifer yaptıracakmış. Zaten boruları geçirmek için kırma işlemi olacakmış. Acaba bu kırılma işlerine bizim de ufak bir katkımız mı olmuştu!? Bu verdiğimiz zarar. Ama biz, Bekir Ağaya olan teşekkürümüzü, tam İstanbul’a taşınmak üzere evi toplarken, gelen ustaların kazdıkları oyuklardan çıkan toz toprağa, gürültüye katlanarak ödedik sanıyorum.


Ya bir odadaki hasar yerine bütün apartmana bir şey olsaydı… Galiba, Kayseri’yi sevip iyi anılar bırakma niyetimiz yüzünden, Yüce Allah hepimizi korudu… Kayseri’den ayrılıp Laleli’ye geldik. 1962 baharında, Göztepe’ye geçtik. Saffet Ankara’da yeni görevine başlamıştı. Bölge misafirhanesinde kalıyor, ev arıyordu. Bulamıyordu. Semt seçimimiz yoktu. Bina koşulları önemliydi. Ama Kayseri’deki kadarına bile razıydık. Fakat herkesin, düzenini kurduğu bir memur şehri olan, Başkent Ankara yeni gelenlere kucak açmıyordu. Umutluyduk. Er, geç bir yer bulunurdu… Ömer 7 yaşına gelmişti. Kimliğini babasına vermiştim. Okula yazdıracaktı. Eylülle beraber kimlikte geri geldi. Durum belli olmuştu! Çocuklarla ben Laleli’de, annemlerle, Saffet de Ankara’da yaşayacaktık. Ömer Bilir Koleji ilk kısımda eğitim hayatına adım attı. Nejat Almanya’da çalışacaktı. Ailece gittiler. Mektuplaşıyorduk. Bazen, Nejat, Sina’ya ve yaşantılarına ait çektiği filmleri gönderiyordu. Saffet gelince, masaya sinema makinesi kuruyor, karşıdaki duvara beyaz bir perde asılıyor, herkes yerini alıyor, lambalar söndürülüyordu. Dikkat ve sessizce film izlenirken, dönen bantların mırıltısı duyuluyordu… Aile hayatımız rutin halde sürüyordu. Fakat gelen bir telefon değiştirdi. Saffet’i arıyorlardı. Bir iş görüşmesi yapacaklarmış. Ankara’da olan eşime bildirdim. Ben Saffetin ev ve sosyal hayatı, giysileri, kravatlarını seçip almakla ilgilenirdim. ( Hatta, eşi mühendis olan sayın Yazar Adalet Ağaoğlu beğendiğini söylemiş ) Bunu duyunca ben de gururlanmıştım tabii!! Fakat onun iş ve meslek hayatına hiç karışmadım. Kararlarını hep kendi verdi. Garanti İnşaat Şirketinden arıyorlarmış. Anadolu’da bir işin başına geçmesini önermişler. Sadece 3 yıl sürecek bu görevi kabul etti. Şurası bir gerçek ki Devlet Hizmetinde maaşı yetersizdi. Bu kısa görev sonunda yine devlete dönmeyi düşündüğü için, ben gelir artışını yok sayıp, Emine ve çocukların gelecekleri adına yatırılmasını istedim. Öyle de yaptık. 1963’e de ulaştık. Özellikle, Beyazıt, Laleli, Aksaray’da büyük oteller, işyerleri çoğalıyordu. Vaktiyle babamın ( 500 Tl !?) üye olduğu Yeşil Yurt Kooperatifi gelişiyordu. Ama oraya yeni bina yapma olanağı yoktu. Ailece düşünüldü. Arsa satılıp, baba evini, apartmana dönüştürme kararı alındı. Nejat, en az değişiklik ve iki kat ilave planını, çok güzel bir çözümle halletmişti. Her kat, 3 oda, salon ve sıhhi tesisatla komple bir daire olacaktı. İnşaatla Saffet ilgilendi. Gereken önlemleri aldık. Göztepe’ye geçtik. Yaz bitmiş okullar açılmıştı, ama inşaat sürdüğü için hala yazlıktaydık. Ömer’i her gün Oruçgazi İlk Okulu’na indiriyor, akşamüzeri Göztepe’ye dönüyorduk. Günler kısalmış hava serinlemişti. 30 Kasım’da Laleli’ye taşındık. Annem teyzelerimle ikinci, biz ise üçüncü katta idik. Düzen kurulmuştu. Kalorifer de yakıldı. Kışa hazırdık. 1964 yılı apartmana kapı görevlisi ve yeni komşularımızı seçmek, tanışmak, istekleri varsa karşılamak gibi sorumluluklar da getirmişti. Herkes kendine uygun işe el uzatıyordu. 1965 de Faruk’cuğum da okula başladı. Artık Oruçgazi İlkokuluna iki kardeşi beraber götürüyorduk. Bulvardan karşıya geçerken, anlayışlı, özverili trafik polisleri, gidiş ve dönüşlerde yol açıyorlardı. Nejat’lar da Almanya’dan dönmüşler Ankara’ya gitmişlerdi. Nejat, ODTÜ Öğretim Görevlisiydi ve


Rektör yardımcısıydı. Engin AİD’de çalışıyordu. Kışın ödev yapıp ders çalışan çocuklar yazın bahçede arkadaşlarıyla eğleniyorlardı. Yaz için gelen Sina’cığım da ağabeylere katılıyordu. Ancak, annem “ Sen emanetsin” diye çok uzaklaşmasına izin vermeyince, babaannesini dinliyor ama “ Öf, bu emanetlik!!!” diye söyleniyordu. Annesi, babası gelince bazen bizlerle bazen de Anadoluhisar’daki yalıda kalıyorlardı. O günlerde TRT TV yayına başlamıştı. Almanya’dan gelen giriş katındaki komşumuz Melih Argun beyler TV getirmişler. Çevrede olanlar birbirlerine anlatıyor… televizyon modası yayıldıkça yayılıyor. Ne olursa olsun, ekran insanları büyülüyor. Alan almayana öneriyor. Türkçe yeni bir sözcük kazanıyor. ( Telesafir ) Sevgili Saadet teyzem de, moda olmaktan çıkıp, gerekli olmaya başlayan, TV almak için, göçmenlerin oturduğu, Taşlıtarla yolunu tutmuştu. Demek, 2. katta ‘telesafir2 olacaktık. Çocuklar sevinçliydi. Akşam yemeği sonrası, aşağı iniyor, haberleri, bazı programları izlerken, anneciğimin özenle hazırladığı, mandalina kokulu portakal şerbetinin her zaman aynı nefasette oluşu Saffeti şaşırtıyordu. Sevgili annem yaptığı hiçbir işte ve yaşam ilkelerinde standardını düşürmeyen, olgun, sevecen, hoşgörülü otoritesiyle, aileyi bir arada tutan, herkese kucak açan özel bir varlıktı. Saffet özel sektörde geçirdiği üç yıldan sonra, saygın ve sevgili arkadaşı Birinci Bölge Müdürü Rıdvan Dedeoğlu Beyin Muavini olarak, Karayollarına döndü. Bu pozisyon değişikliği onu rahatsız etmiyor, büyük proje çalışmalarında rol almanın önemine inanıyordu. Yine İstanbul’da evimizdeydik. 1966 senesi heyecanlı geçecek gibiydi. Ömer’ciğim ilkokulu bitiriyordu. Saffet, onun da, kendi okulu olan Saint Joseph’e girmesini istiyordu. Ben ise Ömer’in, o ortamı seveceğinden emin değildim. Baharda Saffet staj için Japonya’ya gitti. Yabancı okulların girme sınavlarına hazırlık başlamıştı Ailenin yarısı Göztepe’de Saadet teyzem ben ise Laleli’deydik. Bunalan Ömer’le ders çalışıyorduk. Aile dostumuz, Sayın Öğretmen Rıdvan Şensoy, bilgi düzeyini kontrol ediyordu. Hep birlikte uğraşırken, Japonya’dan gelen, ‘Günde 8 saat çalıştırma!!’ önerisi de neydi? Doğrusu çok canım sıkılmıştı. Ömer bütün sınavlarda başarılı olup Saint Joseph’e yatılı girme hakkını kazanınca, küskünlüğü bir kenara atıp, Japonya’ya “Müjde telgrafı” çektik. Ve biz de Göztepe’ye gittik. Ömer’i azat ettik. Ağustostu. Ben bir ameliyat geçirmek üzere Çapa’daki devlet hastanesine yattım. Operasyon iyi, ama ben pekiyi değildim! Yazlığa geldiğimiz sıkıntılı gecenin sabahı, üşüyor, titriyordum. Yan köşkteki komşumuz Prof. Dr. Sayın Remzi Özcan, diyabet kuşkusu ile analiz yapılmasını önerdi. Teşhis doğruydu. ( 395 ) olarak saptanan şeker düzeyi ile yine Çapa’ya yatırıldım. Hemen tedavi başladı. Diyabetik tim. 40 yaşımda başladığım rejimi sürdürüyorum. O dönem, Türkiye’de yapılan Anadol otomobillerde satışa çıkarılmıştı. Saffet hastane de ziyaret ettiği günlerden birinde, kendisinin de sıraya girdiğini söyledi. Bu ancak çocuklar için ayırdığımız birikimle olabilirdi. O, hayalinde yapmak istediği şeylerden, ailecek yapacağımız gezilerden söz edince, o geliri çok çalışarak kazandığı, kendi heveslerini de yerine getirme hakkı olduğu düşüncesi ve ilerde başka fırsatlar çıkar ümidiyle, ‘Anadol’ u ne zaman teslim edecekler? Ne renk olacak? Gibi sorukar sormaya başladım. O sıralarda, Boğaz’ın iki yakasını birleştirecek asma köprü günün konuları arasındaydı. Gazetelerde haberler çıkıyordu. Köprü ve çevre yolları için yeni bir teşkilat kuruluyordu. Karayollarının 17. Bölgesi olacaktı. Bölge Müdürlüğüne Saffet atandı. 1967 de Ömer hazırlık sınıfındaydı. Dersleri iyi idi. Fakat sıkı disipline uymuyordu. Bir hafta sonu, eve, elinde iki poşetler geldi. Birinde, kıpırdayan bir şey var gibiydi!! Merak uzun sürmedi


Karaköy’den aldığı turuncu, minicik civciv ortalıkta zıplayıp iz bırakınca kafese girdi. Tabii, beni, görmüyor sandıkları vakitler o canlı da hürdü! Ama büyüyordu. Ne ise, Göztepe’de kümes vardı. Faruk da 4. Sınıfta başarılı bir öğrenciydi. Önünde çocukluğunu rahatça yaşayabileceği bu senesi vardı. Bahçeler şenlendi. Civcivimiz, Emine’nin beslediği çiğ kıyma, Ömer’in, Çam ağacının en üst dalından aşağı ata ata öğrettiği uçma sonucu, azılı bir horoz oldu. Elinde poşet olanlara karşı gösterdiği ilgi Emine’nin şen kahkahalarına neden oluyordu. 1968 Faruk’cuğum ilkokulu bitiriyordu. Sınavlara girecekti. O konuya yoğunlaşmıştık. Baskıların getirdiği stres azalınca, zorlukları yenmenin, huzurla çalışmanın da başarılı olmaya yettiğini gördük. Tabii çok uğraştı, yoruldu, sıkıldı. Ama hedefe ulaştı. Bütün sınavları kazandı. O da babasının okuluna gidecekti. Kişilik olarak daha da uyumlu olabilirdi. Fakat babası arkadaşının etkisiyle, İngilizce öğrenmesi için ( Kadıköy Maarif Koleji’ne ) yatılı kaydolmasını istedi. Her iki okul ya yana konumdaydı. 6869 döneminde yatılı olsa da, gündüz eğitimini istediği için öyle devam etti. Ömer’i de, uyum sağlayamadığı baba okulundan alıp, Harbiye’deki ( kız erkek ) karışık, Fransız Saint Michel lisesine geçirdik. 1969- yavaş yavaş, çocukluk dönemi bitiyor, ilgi alanları değişiyordu. Artık bir arabamızın olması da Yurdu tanımamızı kolaylaştırmıştı. Kışın okul tatilinde, Karayollarının, Uludağ’daki bakım evinde kalıyorduk. Çocuklar babalarıyla kayak yaparken, ben ve Emine yürüyüşe çıkıyorduk. Bir kere, eşi Cavit Erginsoy’U yeni kaybeden, arkadaşımız Ülker de bize katılmıştı. Hava çok güzel, ortalık sakindi. Manzara harikaydı. Güneş, bembeyaz karları, rengarenk kristaller serpilmiş gibi parlatıyor, çamları donatıyordu. Sohbet ederek Bakacak’a kadar yürümüş, aşağıdaki ovayı seyredip dönmüştük… Yazları ise Anlatya, Alanya, Aspendos, Ayvalık, Denizli gibi yerlerdeki misafirhanelerde, ayrılan tatil süremizi geçirip, tarihi kalıntıları geziyorduk. Alanya’da, Ulaş’ta, yol düzeyinden bir yamaçla, harika bir denize iniliyordu. Sonbahardı. Biz son ziyaretçilerdik… Kıyıya çarpıp, hışırtılarla geriye çekilen dalgalara, bir palet bırakıp döndük. Deniz etkileyiciydi. Ertesi yıl, Göztepe’de arkadaşlarıyla, galiba eski bir yelkenli kayığı, onarıp, denize çıkıyor balık da tutuyorlardı. Bir sefer getirdikleri ‘kalkan’ ı kendilerinin tuttuklarını kanıtlamak için “Yemin” ler etmelerine gerek yoktu. Sözleri yeterliydi. Biz sadece şaşırmıştık! Alkışladık. Tatiller dışında çocuklarımız hayat yollarını seçmeye başlayacaklardı. Kesin değilse de, insanların yeteneklerinin önceden belli olduğunu düşünüyorum. Ömer mekanik şeylere, çizmeye yatkındı. Faruk’cuğum ise grafiğe, sosyal konulara ilgi duyuyordu. Nejat ressam, mimardı. Ben resim yapabilsem de müzik kulağım yoktu. Geniş anlamda ailemize bakınca, baba ve anne tarafında sanatçılar ve sanata düşkün kişiler, belki yeteneği gizli kalmış değerler olduğunu gördüm. Gerilere baktığımda, baba tarafından, hepimizin ortak paydası olan en eski kişi olarak, babamın anneannesi “Fatma Molla” ya ulaşabildim. Kaba bir hesapla 1835’de doğmuş olması lazım. “Molla” dendiğine göre belki okuyabilirdi. Hepimizin ninesi olan Fatma Hatun da tezgahta peşkir dokurken yanık sesiyle türkü söylüyor, gergefte iş işlerken en özgün desenleri kendi seçtiği en canlı, uygun renkleri kullanıyordu. Belki Kur’an hatmediyor veya çevresindekilerden üstün yönleri olduğu için öyle anılıyordu. Genleri ile yüzyılları aştığını sanıyorum. Ailede bu soydan gelen müzisyenler, ressamlar, şairler, el becerileri olan sanatkarlar var. Fatma Molla Gelibolu’da, Bolayır’da yaşamış, İstanbul’da vefat ettiği kesin. Kökenini bilen çıkmadı. O zamanlar, benim için bile esrarengiz bir alan olan internet yoktu. Fatma nineden kalan tek şey, torunu olan babamın, cam üstüne çektiği bir fotoğraf var. O resmi, oğlum ‘Faruk Sile’, benim anılarımı yazdığım ve fotoğraflarla belgelediğim “Kulaktan göze, Gözden ele” adlı kitaba bastırdı.


Çok doğal ki, zamanında onun için bir bilgi edinmemek eksiklik olmuştur. Ama asırlar önce yaşamış bir nineciğimizi gönlümüzde yüceltmişsek, bunun kime ne zararı olur? Fatma Molla’nın kızı, babaannem “Gülsüm Hanım” dan kalan bazı işlemeler ve dokumalar onun da ince görüşünü yansıtsa da, genç yaşında geçirdiği felç onun yatağa bağlamış. Onun da fotoğrafı var. Fatma Molla’nın oğlu Talat dayının torunları Şadan, Neshan ve Erdoğan ile aynı kuşaktayız. Amcamın kızı Meliha Şardağ abla çok güzel keman çalardı. Kızı Handan Şardağ da İstanbul Operasında sopranoydu. Oğlu İsfendiyar Şardağ, mesleği dışında hem ressam hem de gemi maketleri ve masklar yapıyor. Küçük kardeşleri Saruhan Şardağ İren balerin ve Bodrum’da kreasyonlarını özgün defilelerle sunan bir sanatçı… Kardeşim, mimar ressam Nejat Erem çektiği fotoğrafların dialarıyla özel efektleri projeksiyonla sunuyordu ( vefatı 24 Nisan 2015 ). Kızı Elvin Erem ( Dupont) resim eğitimini, ABD de ruhsal sorunlu hastaların bakımında değerlendiriyor. Benim oğlum Faruk Sile’de, Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi mezunu Grafikçi. Resimleri, şiirleri var. Şiir yazan Kuzinim Neshan Topçu da, çok sayıda duygulu özgün yazılarını az kişiye iletmekle yetiniyor. Anne tarafımda ise Adalet teyzemin gizli kalmış şiirleri olduğunu duymuştum. Kızı, Melahat teyzem de torunları için yazardı. Annemin Kuzini Kaniye Özger ( Moralı ) piyona çalar, Klasik Türk Müziği söylerdi. Yeğeni Birsen Atalay konservatuar mezunu piyano öğretmenidir. 1970’li yılların başlangıcı, hepimizin hayatında, değişiklik olacağının belirtilerine işaret ediyordu. Ama, biz henüz fark etmemiştik. Boğazın her iki yakasını birleştirecek olan “Asam Köprü” projesi ve yapımı, dünya çapında ilgi çeken bir olaydı. Karayollarının, “Köprü ve Çevre Yolları” için kurduğu 17. Bölge Müdürlüğü’ne atanan Saffet’in sorumluluğu büyüktü. Gerek teknik yönden gerekse merakla, izlenen inşaat sürecinde, devlet büyükleri, Yabancı ülke başkanları, yetkilileri, yapıma katılan yabancı görevliler sık sık ülkemizi ziyaret ediyorlardı. ABD Karayolları Genel Müdürünün eşini biraz gezdirmiş, bir söyleşide aklına gelmeyen bir sözcüğün İngilizcesini söyleyip şaşırtmıştım! “Bu, gibi olaylar, Atatürk Türkiye’sini tanıtmak için herkese düşen manevi bir borçtur” diye düşünüyorum. “ Kendimce, bir Türk olarak, iyi bir ev sahipliği yapabilmişsem ve doğru etki bırakabilmişsem, bu yeterlidir” diyorum. Ama beni ruhsal açıdan etkileyen ve mutlu eden olay, ciddi olarak resim çalışmalarına başlamamdı. Her zaman içimde bir heves olan bu uğraş artık gerçek bir anlam kazanıyordu. Galiba ilk defa kendimle baş başaydım. Engin’ciğimin teyzesi Lilo Verdi kanalıyla tanıştığım resim Hocası Sayın “Seta Hidiş” atölyesinde, her yaş grubundan öğrencilerle beraber olmak, yeni yollar keşfetmek, haftada bir günü sevdiğim işe ayırmak, bir şeyler üretmek, bazı baskıların panzehiri gibiydi… Uzun yıllar hayatımı dolduran bu çalışma sonucu ortaya çıkan resimleri aile bireylerine ve dostlara dağıtmak, beğenildiklerini fark etmek güzeldi. Grubumuzun ilk özel sergisi, genç resim arkadaşımız Joel Danon’un babası ve annesi sayın Danon ailesinin, ‘ Kaşıkadası’ndaki büyük kayıkhanede yapıldı. Senelerdir biriken eserleri gösterebilmek için, kayıkhanenin duvarları arasına gerilen iplere asılan Amerikan bezleriyle oluşturulan bölmeler, yaş gruplarına göre asılan yapıtlar ve bütün düzenlemeler,


gençler tarafından yapıldı. Doğrusu, konuklar böyle bir başarı beklemiyorlardı. Sn. Lilo Verdi ve ben, DYO’nun ‘Arkeoloji Müzesi’ nin bahçesinde düzenlediği açık hava sergisine birer tablo ile katıldık. Ben daha sonra, ‘ Yapı Kredi Bankası’nın Galatasaray’daki ‘Kazım Taşkent’ galerisinde ilk kişisel sergimi açtım. İkinci sergim ise Adana’da ‘Ak Bank’ Sanat Galerisi’nde, sayın Vali, Recep Birsin Özen ve eşi Gülay Hanımefendi himayelerinde açıldı. Beni, ailelerinden biri gibi evlerinde konuk ettiler. Hiçbir zaman unutmadığım, bu dostluğa, içten duygularla hep teşekkür ediyorum. İddiasız sürdürdüğüm çalışmalarım, görme yeteneğimin çok azalmasına rağmen, bir el becerisi gibi, suluboya ve pastel resimlere dönüştü. Bırakmak istemiyorum. 1972 yılında kışa girerken üst katımızda yalnız yaşayan ve, çok titiz olduğu için, kahyasının getirdiği bol paraya bir süre el dokundurmayıp antredeki portmantoda açıkta bırakıyormuş. Bunu gören ve ona hep yemek getiren garson, paranın çekiciliğine kapılıp zorla içeri girmiş. Boğuşma seslerini duydum. Haber verdim. O sırada 16 yaşında olan Ömer önde, babası arkasında, ben onların peşinde yukarı koştuk.? Kapı aralıktı. Yandaki mutfaktan sesler geliyordu. Oldukça yaşlı olan Yusuf Ziya Bey kendini korumak için mutfağa girmiş. Fakat adam üstüne çullanmış ve başını radyatörün keskin kenarlarına vuruyordu. Ömer’le Saffet garsonu tuttular. Ben aşağı telefona koştum. Polise telefon ederken, heyecandan adresi vermekte zorlanıyordum. Karakol yakındı. Polisler hemen geldiler. Garsonu, başında bekleyen Saffet ve Ömer’den devraldılar. Paçaları etrafa değmesin diye kıvrılmış pijaması içinde acı ve heyecandan titreyen Yusuf Beyi, olduğu gibi, geldikleri, açık ve tozlu topraklı Jeep’e bindirdiler. Titiz komşumuzu ve suçluyu karakola götürdüler. Yusuf Bey yakında oturan kız kardeşinde bir iki gün kalıp eve döndü. Morali bozulmuştu. Sokak kapısına içerden bir kol demiri yaptırdı. Kızımız Emine’nin götürdüğü yemekleri almak için bile, kapıyı açmakta kuşkulanıyordu. Bir gece de düşmüştü. O sesle yardıma gidilmiş, fakat kapıyı açmamıştı. Görevlideki yedek anahtarla içeri girilince, ateşi olduğu anlaşılmış hastaneye kaldırılmıştı. Yalnızlık zordu. Ama titizliklerin, takıntıların, uymamanın daha güç olduğunu düşünüyorum. Ancak yazlığa gidinceye kadar ilgilenebildik. Yeni bir düzen kurma ümidi, hatta evlenme hayali ile taşındı. O yıllar, uzayan boyu, kestirmediği, gür, kıvırcık, sarı saçları, yırtık, soluk, kot pantolonuyla Ömer, ‘ kişiliğini arayan’ asi gençlik dönemindeydi. Yeni okulunda da ( Saint Michel ) öyle tanınmıştı. Ancak çok değerli, olgun yaşta, genç ruhlu, edebiyat öğretmeni Sayın Sabri Bey ve aile dostumuz çok saygın, anlayışlı öğretmen, Rıdvan Şensoy Bey, hissettirmeden, onu izleyip kolluyorlardı.


Meslektaşlarının karşı koymalarına direnen, Sabri Bey, ‘1o Kasım’ günü yapılacak, anma konuşmasını, Ömer’in yapmasını kabul ettirmişti. Haberim yoktu. (9 Kasım) akşamıydı. Evde gönüllü bir hazırlığın telaşı vardı. Saçlar ıslatılıp taranıyor, üstüne ince çorap(!) geçiriliyor, takım elbise ütüleniyor, gömlek, kravat seçiliyor, ayakkabılar boyatılıp parlatılıyordu… Sabah tıraş bile oldu. Giyinip okula gitti. O, artık kozasından çıkmış biriydi. Genç erkek sesiyle konuşacaktı. ( 10 Kasım ) Hassas ruhlu fedakar Faruk’cuğum ise okulda kendinden büyük sınıflardaki arkadaşları ve onları siyasallaştırmaya çalışan gruplara ve gençlere kayıtsız kalamayacak kadar idealistti. Etkilenmemesi mümkün değildi. O da çağdaş gençler gibi vatanseverdi. Ne yazık ki bir arkadaşları ortadan kaybolmuştu. Sonradan, öldürüldüğü anlaşıldı. Ve bu gibi olayların hiç sonu gelmedi… Bu kadar yurtsever gençlerin enerjilerini vatana hizmete, kalkınmaya yönlendirecek yerde, birbirlerine düşman etmek, ana, babaların yüreğini yakmak sevenleri üzmek hangi vicdana sığıyor? Çok yazık ki, sık sık değiştirilen uygulamalarla yön değiştiren eğitim sistemimiz, birlik beraberlik getirmediği gibi, eski kazançları da aldı götürdü. 1970 de Nejat’lar ailece Kaliforniya’ya gittiler. Sina’cığım 9 yaşında, 13.6.1969 da Ankara’da doğan Elvin’ciğim ise çok küçüktü. Doğumunun müjdeli haberi Göztepe’de telefona koşan Emine’nin “Kız oldu! Kız oldu!” sesleriyle duyulmuştu. Hepimiz sevinçliydik… 1966’dan beri Ankara’daydılar. Yazları gelebiliyorlardı. Şimdi ise Kaliforniya Devlet Üniversitesi’nde ( San Luis Obispo) da Mimarlık Fakültesinde yardımcı profesör olarak ders verecekti. Uzak olmak dışında her şey çok iyiydi. ODTÜ Mimarlık Fakültesinde 6 yıl öğretim ve idari görevler almıştı. Keban projesinin, eski eserleri kurtarma işlerinin başında yaptığı çalışmaları, öğrencileriyle beraber sürdürdü. Gençlerin staj olarak, bir köyde yaptıkları “Okuma Odası”nın, yıllar sonra, ineklerin kültürünü arttırmaya yaradığını öğrenmek, kardeşimi çok üzmüştü. Nejat ABD’de resim çalışmalarını yoğunlaştırmıştı. Engin, bir ‘ Bayrak Dizaynı’ yarışmasında birinci olmuştu. Sina ilkokul üçte, bir kimya formülünün, ‘klorofil’ olduğunu bilerek öğretmenini şaşırtmıştı… Elvin büyüyordu. 1971 yılında Göztepe’deki ev sahiplerimiz Sn. Mühendis Nejat Ergun, kardeşleri Melekper Kulakçı ve Öğretmen Nermin Ergun Hanımefendiler, köşkün yıprandığından, inşaatçıların ilgilendiğinden söz ediyorlardı. Haklıydılar. Biz de yine aynı semtlerde uygun bir yer arıyorduk. Yine sevgili Saadet teyzemin gayretiyle, eskiden “Atlı Muazzez” diye tanınan hanımefendinin annesinin ve kardeşi ‘Lamia’ hanımefendilerin bakımlı köşklerine taşınma kararı aldık.


Sonbaharda, 16 yaz geçirdiğimiz emektar köşkün çamlı bahçesinde, kızımız Emine Doğan, annesi “Yeter Doğan” hanımın onayı ile, Almanya’da çalışan Sivaslı “Nihat Partak” ile nişanlandı. Nihat o akşam işinin başına döndü. 1972 yılına Uludağ’da girdik. Boğaziçi Köprüsü ve çevre yolları inşaatı sürüyordu. Nejat’la haberleşiyorduk. O sene Kaliforniya’daki son yıllarıydı. 1973 yazını yeni köşkte geçirecektik. Hasretle beklediğimiz yolcularımız, Göztepe’de bir hafta kalıp, Bebek’te tuttukları eve taşındılar. Boğaziçi Üniversitesi, Yapı İşleri başkanlığı Yardımcılığı görevi 8 yıl devam etti. Engin Amerikan Konsolosluğunda çalışıyordu. Sina Robert College’e gidiyordu. Elvin daha 4 yaşındaydı. Bebek İlkokulu’na başlamasına vakit vardı. Bu taşındığımız yazlık, belki ufak bir yenilenmeydi. Fakat asıl değişiklik, kapıdaydı. Huzursuzluk belirtileri başlamıştı. Ne oluyordu? Hayat insanı çeşitli deneyimlerle karşılaştırıyor. Meslek, iş, stres, başarı, gurur, kötü amaçlı sinsilikler, etkilemeler ve hastalıklar gibi… Ben 1966’dan beri diyabetiktim. Kabullenmiştim. Tabii sağlığıma aykırı şeylerden kaçıyordum. Saffet’in de mide ülseri vardı. Onun da gıdasına özen gösteriliyordu. Fakat son zamanlarda şikayeti artmıştı. Bunun nedeni yoğun ve stresli iş temposu mu yoksa yükselişle gelen beklentilerin artışı mı, olabilirdi? Acaba kişisel menfaatler uğruna yapılan abartılı sözle, anlamlı ve amaçlı davranışlar, gurur okşayıcı ilgiler, kişiliğine etkili miydi? Kestirmek zordu. Olaylar kendi yönünde ilerliyordu… Yaz başında Emine, Sivas’a gitti. Düğünü oldu. Köln’e yerleşti. Kızı Esra Mimar, oğlu Ersen tüccar oldu. Başlangıçta çok çalışıp uğraştılar ama başardılar. Köln’de daireleri, Türkiye’de yazlıkları, arsaları var. Torunları doğdu. İftihar ediyor, mutlu oluyorum. O sene, ( 1973) bir yaz gecesi, uykumda, hipoglisemi komasına girmişim. Saffet yanı başındaki ilacını istemek için beni uyandıramayınca durum anlaşılmış. Şimdi, hala, uzun bir hayatı sürdürdüğüm için, o geceki, uyandırılamayışım, Sn. Doktorum Remzi Özcan’ın Göztepe’de kalışı, tek eczanenin nöbetçi oluşu ve bakımda olan arabamızın o gün gelmesi gibi olayların, benim: (Rastlantı yoktur. Her şey çok ince bir düzene bağlıdır. ) inancımı, doğrulamaktadır, diye düşünüyorum. Yaşayacak ömrüm olmasaydı, bütün uygun şartlar bir araya gelir miydi? O, çok yorgun yattığım kandil gecesinde, dalmış olduğum derin komadan, sisler arasında belirmeye başlayan, ve ağzıma birşeyler akıtmaya çalışan, endişeli yüzleri hatırlıyorum. 1973 senesi, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 50. Yılıydı. Boğaziçi Köprüsü’nün açılış töreni 29 Ekim’de yapılacaktı. Sonbahar’da Laleli’ye dönerken, 1974 yazını da orada geçirmek üzere, ev sahiplerimizle anlaştık. Coşkulu bir Cumhuriyet Bayramı bekleniyordu. Anadolu’yu Avrupa’ya bağlayacak ‘Boğaziçi Köprüsü’nün açılış töreni Anadolu yakasında başlayacaktı. Hizmete girmesini, Sayın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk üstlenmişti. Hazırlıklar tamamlanmış, her yer donatılmıştı. Güzel bir gündü… Tepelerden, yamaçlardan, her yönden İstanbul halkı, ve herkes köprüye akıyordu. Konuşmalarla tören


sona erince yürüyüşe geçildi. Marşlar çalınıyordu. Bütün güvenlik güçleri, bekleyen vatandaşların önündeki bariyerleri kaldırınca, bir uğultu koptu! Tüm insanlar coşku içinde köprü üstüne yığılıyordu. Ritmik bir yürüyüş başladığını gören Saffet, sararmış ve heyecanlı bir yüzle yanımdan ayrıldı. Bir anda marş sesleri dindi! Neler oluyordu? Arkama baktım. Saffet yüksek bir yere çıkmış, yüzünü halka çevirmiş, onlara hitap ederek insan selinin tempolu ve yoğun hareketini durdurmaya çalışıyordu. Birisi elimden tutup çekti. İnişli, çıkışlı, taşlı, dikenli bir yolda, bilmediğim bir yere götürülüyordum. Korkulu bir rüyada gibiydim. Algılama gücümü kaybetmiştim. Bir binaya girdik. İçerisi kalabalık fakat sessizdi. Kimse bir şey söylemiyordu. Ne kadar zaman geçmişti? Birden Saffet’i gördüm. Nihayet geldi. Kıpkırmızı olmuş terli yüzüne çivilenen ifadesinin korku ve heyecan, veya başarı ve rahatlama anlamına mı geldiğini çözemeden, merakla bekleyen bütün mühendis arkadaşları etrafını kuşattılar. Artık: Kutlama etkinliklerine, huzur ve sevinç içinde ‘Köprünün daha nice yüzyıllar hizmet vermesi’ dilekleriyle başlanabilirdi… 1974 yaz mevsimi yine Göztepe’de geçiriliyordu. Fakat hayatımızda, keyifsiz bir döneme adım atılmıştı. Sonunda ayrılma kararı aldık. Ayrıca, o sene, sevgili Efser teyzemin çok üzücü bir tren yolu kazasında vefatı ile acı bir şekilde sona erdi. 1975 de ise, evliliğimiz resmi olarak bitti. 1975 ilkbaharında, Ömer, kendi kullandığı otomobil kazasından, Allaha şükür, kurtulmuştu. Üniversiteye başlayacaktı. Faruk, lise ikideydi. Ne yazık ki, okul çağındaki gençleri, kendi siyasi amaçları uğruna, değişik yönlerdeki gruplara ayırma dönemine girilmişti. O sırada ufak bir trafik kazası daha olmuştu. Ömer ve okul arkadaşlarının içinde bulundukları otobüs başka bir araçla çarpışmış Ömer, iki kız ve bir erkek, üç arkadaşını bize getirmişti. Onların üç kardeş olduklarını, annelerinin şeker hastası olduğunu merakta kalacağını öğrendim. Çok korkmuşlardı. Kollarını, dizlerini temizleyip, bantladık. Başka ilgimizi beklemeden, gitmek istediler. Kader yine ağlarını örüyormuş. Saint Michel Lisesi, ‘ Altın Yunus’ gezisi organize etmiş. Ömer benim de katılmamı sağladığını söyleyince, şaşırdım. Yolcular Harbiye’de buluştuk. Aralarında bir anne daha vardı. O da ‘ iki kızı ve bir oğlunu’ yalnız bırakmamak için beraber geliyordu. Bu ayarlamada Ömer’in payı var mı diye merak etmiştim. Yolculuk gençlerin kahkahaları arasında sürerken, biz iki anne de tanışmaya bakıyorduk. ‘ Koruyucu Melek’ olma görevi Sayın Rana hanımındı. Dönüş otobüsüne binmeden önce, gençler, İzmir’de kendi aralarında düzenledikleri son bir eğlenceye gitmişlerdi. Biz anneler de, Kordon’da bir restoranın penceresi önünde ki masamızda yemeklerimizi bekliyorduk.


Rana hanım biraz dalgın gibiydi… Ben dışarı bakarken, önümüzden geçen, genç bir subayla göz göze geldik. Hemen yönünü değiştirip, yanıma gelen Subay, Efser teyzemin torunu ve kuzenim Sedat ve eşi Gönül’ün oğulları ‘ Mehmet İnal’dı. Hep beraber büyüyen çocuklarımızın ilki, sevgili Mehmet, nasıl böyle gelişmiş, yakışıklı bir Türk subayı olmuştu? Kardeşim Nejat gibi 12 Ekim’de doğan yeğenimizi ne kadar mutlulukla karşılamıştık! Demek artık çocuklarımızın, hayata atılacağı çağa ulaşmıştık. Ben 49 yaşında mıydım? Şimdi bugün ( 12 Ekim 2015 ) de 89 yılı geride bırakınca, “Meğer o zaman gençmişim” diye düşünüyorum. 9 Ekim 2015’de Akasya Huzurevi’nde yaptıkları kutlama töreninde, “89 sene, 89 gün gibi geçti.” Dediğimde samimiydim. Yaşamın çaba ve çalışmalarla değerleneceğine inanıyorum. Ömrüme katkısı olan herkese candan teşekkür ediyorum. 1976 senesi de hareketli geçiyordu. Altın Yunus’ta tanıştığımız sayın Rana Hanımın çocukları, Cana, Nur ve Hakan Çapa kardeşlerin Ömer’le arkadaşlıkları sürüyordu. Üzüldüğüm şey Faruk’un Salmonellosis geçirmesiydi. Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmeyi planlıyordu. Okul arkadaşı Arzu Engün ile çalışmalarına hız vermişlerdi. Zaman içinde Ömer’le Cana ve Faruk’la Arzu’nun ilişkileri duygusal bir boyuta dönüşüyordu. Cana ile Ömer, Seta’nın atölyesinde resim yapmaya başlamışlardı… beraber olma fırsatları yaratılıyordu! Bir Bodrum gezisini gençler ayarlamışlardı. Rana Hanım, üç evladı ve arkadaşı sayın Samime hanım ile Seta ve ben, Ömer’in öncülüğünde, bir hafta kalmak üzere Bodrum’a gittik. Öğretmen Mehmet bey ile eşi Ayten hanımın kurup işlettikleri ‘Uslu’ pansiyona yerleştik. Bodrum, sakin, sessiz, doğal güzelliklerle donanmış küçük bir kıyı kentiydi. Pansiyon küçük bir çarşı içinde olsa da önü denizdi. Aynı sırada ‘Ali Güven’in el emeği ile ürettiği, Bodrum sandaletlerini sattığı dükkanı vardı. Denize girmek için Gümbet’e gidiyorduk. Orada yalnız bizler vardık. O vakit, Ege ve Akdeniz sahilleri tam keşfedilmemişti. Nejat da Alman’ya dönüşü, Marmaris’te ‘ İngiliz Limanı’ denile yere yakın, ( Otluk Koyu )nda, manzarayı çok beğenip, ani bir kararla arsa almıştı. Sonraki yıllarda olduğu gibi, doğa zenginliği talan edilmemiş, çevre arazi daha bomboştu. Deniz kenarındaki o arsada çam ağaçları suya değiyorlardı… Ömer, Ranan hanımın ilk evladı Mennan Çapa ile tanışmıştı. Cana ile Ömer’in sevgileri pekişince, hayat boyu birlikte olma kararları, önce Rana hanımın rızası ile, Cana’nın babası sayın Germi Çapa’ya açılabildi. Tabii, bir babanın sevgili ilk kızının evleneceği kişiyi araştırmaya, eksikler, kusurlar bulmaya hakkı vardı. İçten bir sevgiyle bağlandığım, gelin değil kızım olacak “Cana”mın, oğlumla evlenmesini kabul ettirmek için Çapa ailesini ziyarete gittim. Ben heyecanlıydım, zannedersem Germi bey de öyleydi. Yoksa bacaklarının durmadan sağa hareket etmesi öfke işareti miydi? Ancak, ‘susmasının kabul anlamına geldiği’ni söylediğim zaman itiraz etmedi. Artık kurulacak yeni yuvanın hazırlıklarına başlanabilirdi…


Lalelideki küçük çekme katta uturan sayın yönetmen, ‘ Yavuz Özkan’ı Yusuf Ziya beyin boşalttığı daireye indirip işe girişildi. Cana ile Ömer’in nikahları 6 Mayıs 1977 de Beşiktaş Evlendirme Dairesi’nde kıyıldı. 1977 sonunda, Cana’nın bebeğinin, ilk torunumun doğumuna az bir zaman kalmıştı. Hastaneye gidecekti, kontrola… Annemin katında, pencerede Ömer’i bekliyorduk ki, aniden patlayan silah sesleriyle yerlerimizden fırladık! Cana’nın gözleri önünde ve kapımızın 3 adım ötesinde iki genç öldürülmüştü. Cana tirtir titriyor, ‘ vurdular’ diye ağlıyordu. Yine siyasal eylemler sonucu bir olaydı… Bu cinayet. 10 Şubat 1978 gecesi saat 0.3’te kapım tıklatıldı. Ömer, Cana’yı, hastaneye götüreceğimizi söyledi. Tetikteydim. Hemen, “Zeynep Kamil” doğum evine doğru yola çıktık. Germi bey ile Rana hanım da geldiler. Cana’yı bekleme odasına aldılar. Biz iki anne, heyecan ve dualarla üst katta bir odada saatleri sayıyorduk. Cana’cığım, sevgili torunumuzu, 11 Şubat 1978 günü öğleye doğru dünyaya getirmişti. Ömer, eşi ve evladının sağlıklı olduklarını öğrenip bize haber getiriyordu. Yüzü, yaşadığı duygularla kasılıp kalmıştı… Alev’ciğimizi görmeye bebek odasına gittik. Beşikte, gerçekten güzel pembe dudakları kalemle çizilmiş gibi belirgin, sarı saçlı, maviş gözleriyle tanır gibi bakan bu minicik yavruyu, Allaha şükürlerle bağrımıza bastık ve Cana’nın yatırıldığı, refakatli bir kişilik odaya yöneldik. Ömer, kan uyuşmazlığının etkilerini önleyecek ilacı bulup getirmeye koştu. Su sıkıntısı çekiliyordu. Alev’in çamaşırları yıkansın diye Laleli’ye götürüp getiriyordum. Vedia teyzem hastalanmıştı. Durumu ciddi idi. Annemin katına alınması uygundu. Ergin geceleri Yeşilköy’deki evlerine dönüyordu. Emre, İngiltere’de Umur Ece ile evlenmiş, çocukları Can da, Alev’den birkaç gün büyüktü. Son bir ümitle teyzemi Londra’ya götürdüler. Sevgili teyzem, o halinde bile, yurda dönerken, Alev’e bir kırmızı giysi getirmişti. Her zaman olduğu gibi, hep, çok iyi, cömert bir insan olarak yaşadı. Ne yazık ki o sene sona ererken kaybettik. Rahmetle anıyorum. Birkaç ay sonra da Ergin, değerli eşi Meral ile evlendi. 1979’da, Faruk, ‘ Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi’nde 2. sınıftaydı. Grafik Bölümünde okuyordu. Bir yandan iş hayatına ilk adımlarını atıyordu. Cağaloğlu’nda basım illeriyle ilgili ufak bir yer açmıştı. Arzu ile nişanlanma kararları, ailelerin de onayı ile, Laleli’de annemin yüzükleri takmasıyla gerçekleşti. Arzu, aklı başında, güler yüzlü, çalışkan, değerli, bir evladım daha oldu. Babası bankacı sayın Orhan Engün ile annesi sayın Nermin Engün’ün tek çocuklarıydı. O da bankada çalışmaya başlamıştı. Kadıköy’de oturuyorlardı. Faruk 1980’de mezun olunca evleneceklerdi. Göztepe’de yaşamayı düşünüyorlardı. 11 Ocak 1980 de Cana ile Ömer’in ikinci kızları Ebru’cuğum dünyaya geldiğinde, Alev’ciğimin sorumluluğunu ben aldım: hastanede Cana’nın yanında kalamadım. O heyecanı uzaktan yaşadım. Cana ile kalan ‘Mavze’ den minik yavrunun sağlıklı güzel bir bebek olduğunu öğrenerek Allaha şükür ettim. Faruklar nişanlanınca, yavaş yavaş aldıkları eşyaları Laleli’deki bir odamda depo ediyorlardı. Göztepe’deki eski köşkün yanına yapılan apartmanda bir daire tuttular. Arzu ile Faruk’un nikahları, Engin ve Nejat’ın candan ilgileri ve önerileriyle ve Engin’in annesi sayın Marienne Çalım’ın kabulü ile, Anadoluhisarı’ndaki tarihi yalıda, iki ailenin konuklarının katılımıyla kıyıldı. Faruk, Taksim’de Talimhane’ye ve Harbiye’ye giden caddelerin kesiştiği noktada bulunan ‘Pertev’


apartmanının üst katında ‘Oda Ajans’ı kurdu. İşleri geliştirmeye başlayınca, Ayazpaşa’da ‘Kunt’ apartmanına geçerek, ‘Odagraf ’ adı ile işini sürdürdü. 1981 yılında, annem evde düşmüş, kalçaya yakın bir yerde, bacağı kırılmıştı. Ameliyat olması gerekiyordu. Doktorlar 80 yaşında olana annemi muayene ettiler. Operasyonu yapabileceklerini söylediler. Fakat son kararı almak için ailenin onayı alınmalıydı. İzin vermek için Nejat’la çok düşündük. Çünkü sevgili annemizin hayatı riske girebilirdi. Ancak Allah ve doktorlara güvenip Amerikan Hastanesi’ne yatırdık. Ameliyat süreci ve sonrasını beklemek, sanki seneler almıştı. Şükürler olsun ki sonuç başarılıydı. Nejat annemin yürümesine destek olacak özel bir yürüteç yaptırdı. Annem artık ev içinde dolaşabiliyordu… 1982 de bir sevinç daha yaşadık. Arzu ve Faruk’un kızları, sevgili Duygu, 19 Kasım 1982 yılında dünyaya geldi. Anneannesi Nermin Hanımın Duygu’ya emeği çoktu. Çeşitli olaylarla, yaşam, sürüp gidiyordu. Osman Tuğcu enişte vefat etmişti. Eşi Müveddet halam evini bozmak istememişti. Büyük kızı Aliye abla eşi doktor Ertuğrul Gökçeoğlu ve oğulları Haluk ve Bülent’le Ankara’da, küçük kızları Hüda da eşi, Doktor Adnan Yaradanakul ve çocukları Mehmet ve Sinan ile Denizli’de yaşıyorlardı. Halam Fatih, Kıztaşı’ndaki, yetiştirdiği çiçeklerle donattığı, tertiplediği küçük ahşap evini seviyordu. Ama bir akşam Nejat onu evine bıraktığında kapıyı içerden sürmelenmiş bulunca çok şaşırmış ve korkmuş. İçerde olan hırsız ise arka taraftan kaçmış. O hırsız, o iddiasız sade evde ne bulacağını ummuş olabilirdi? Alacağı birkaç giyim eşyasına muhtaç olacak kadar yoksul muydu? Yoksa yaptıkları bu yolsuzluğu hak sayan, bütün büyük hırsızlar gibi, ahlak düşkünü biri miydi? Diye düşünüp merak ediyorum. Halam yalnız yaşayamayacağını anladı. Namusu ile çalışıp az kazancı ile ailesini bir odada geçindirmeye çalışırken, katıldığı kooperatiflerde hakkı yenilen, saygın ve çalışkan Ahmet Özgen ağabey, kendine verilecek daireyi beklerken, halamın evinde oturmayı kabul etti. Halam Ankara’ya gitti. Ahmet ağabey kendi yeni dairesine kavuştu, taşındı. ‘Çifte Kumrular’ sokağındaki o mutlu yuva satıldı. Yerine büyük beton binalar yapılmış. O küçük ev… Şimdi hayalimde, ön yüzündeki, pembe sarmaşık gülleri, küçük balkonunda çiçekler arasında içtiğimiz nefis çaylar, halacığımın el emeği zencefilli kurabiyeler, ve huzurlu sohbetlerle yaşıyor. Bugünün, sevgisiz, ayırımcı bencil ortamında o zamana özlem duyarken acaba torunlarım, böyle sade fakat içten bir hayata özenirler mi diye merak ediyorum? Benim hayalim onları mutlu eder ve yeterli olur mu? Kim bilir? Her şey kendi çağı için önemli… Laleli bir iş merkzei haline dönüşmüştü. Tam karşımıza ‘ Washington Oteli’ yapılmıştı. Çevrede, ya-


bancı ülkelerden gelmiş pek çok turist görülüyor yeni oteller yapılıyordu. O sene, mevsime hazırlık olarak otelin dekorasyonu yenilenmiş odalar sentetik malzemelerle döşenmişti. Bir sabah erken, yeni güne başlarken, Saadet teyzem telefon açarak: “Washington Oteli yanıyor!” dedi. Yangın yeni başlamıştı. Ama hızla yayılıyordu. Fatih itfaiyesi çok yakındı. Fakat etraf park edilmiş arabalarla doluydu. Metalik bir ses, meydanın boşaltılması çağrısı yapıyordu. O gece geç gelen turistler ise odalarında kapalı kalmışlardı. Hemen yukarı koştum. Cana’yı uyardım. Çocukları kaptık. Ömer’e “Anneanneni kurtar!” diyerek dışarı fırladık. Herkes bir şey yapmaya çalışıyordu. Bu korkunç faciada, çok çabuk tutuşan maddeler odalarında sıkışıp kalan pek çok turist feci şekilde can verdi. Pencerelerden atlayanların çoğu ölmüş, otel harabe olmuştu. Tek teselli, yangının çevreye yayılmamasıydı. Hayat önemli. Can taşıyan her mahluk, onu korumak, tehlikeden kurtulmak için çaba harcıyor. İsterse ufak bir hayvan olsun. Yangından birkaç gün sonra, otelin derinliklerinde yuvalanan farelerden, ateşten kaçabilenlerin, etrafta bulabildikleri her yere sığındıkları belli oldu. Bizim arka bahçemizde de, yaşam arayanlar olduğunu, gece yarıları, bahçeden gelen, ölümcül çığlıkları duyup dehşet içinde yatağımda büzüldükçe anladım. Pekiyi. Ama o sansarlar, uzaklarda, kırlarda yaşayan o yırtıcı, kan emici etoburlar, şehir içine, nasıl bir sezgi ile ulaşmışlardı? Onlar da yaşamak için mi, onca yolu tepip gelmişlerdi? Yoksa biz, zaten yakınımızda olduklarını, bir yerlere sinerek, av beklediklerini, ilk fırsatta saldırıya geçeceklerini fark etmemiş miydik? Bu davranışı, ‘hayvanlar için’ bir doğa yasası olarak kabul edebiliriz. Ama ‘vahşet’ niteliği kazanması ise!... Bambaşka. Daha fazlasını düşünmek, söylemek… istemiyorum!... Hele cinayetin örgütlüsü… 1983 de Cana çalışmaya, Alev de Üniversitenin yuvasına gitmeye başlamışlardı. Ebru gündüzleri bizimle kalıyordu. Alev yuva dönüşü bazen küskün bir hava içinde, bir perde arkasına gizleniyor, bazen de mutfakta bir şeyler yemeye çalışıyordu. Canları isterse iki kardeş güzel güzel oynarken, birden aralarında anlaşmazlık çıkıveriyordu. Annelerinin dönmesine yakın pencere önünde yolunu gözlüyorduk. Ama cana eve girmeden önce yönünü markete çeviriyordu. Alışveriş işi bitince katlarına çıkıyorlardı… Bir sabah bir patlama sesiyle uyandım. Olay yakında olmasa da, sanki bütün İstanbul’u sarmış kadar şiddetliydi. Hepimiz ayaklandık. Merakla terasa çıktım. Ömer üst saçakta etrafa bakıyordu. O zaman her taraf apaçık görülürdü. Ömer, Haydarpaşa açıklarında, büyük bir tankerin ( Independenta ) infilak edip yanmakta olduğunu haber verdi. Haydarpaşa, Kadıköy taraflarında hasar gören, yangının sıcaklığından etkilenmeler vardı. Tankerde ölenler olmuştu. Bütün zararlara rağmen çok büyük olabilecek felaket ucuz atlatılmıştı. Yangın günlerce, gemi iskeletinin sökülüp kaldırılması da yıllarca sürdü. Alev ve Ebru büyüyorlardı. Terasın bir bölümünü kapatıp daireyi genişlettilerse de, o ferahlanmadan


yararlanmaları uzun sürmedi. Dış çevre gittikçe bozuluyordu. Alışverişi özenle kendisi yapmak isteyen, onuruna düşkün ciddi bir öğretmen olan Saadet teyzem, karşılaştığı saygısızca davranışları anlatırken üzülüyordu. O sıralarda, dikkatsiz bir şoför, çarpıp düşürmüş, kalça kemiğinin çatlamasına sebep olmuştu. Cerrahpaşa Hastanesi’nde 15 gün yatan teyzem iki ay daha, evde arka üstü, kıpırdamadan iyileşmeyi beklemişti. 1984 de Laleli’deki bina satıldı. Nejat’lar Beşiktaş Meydanı’na inen, ‘ Akmazçeşme’ sokağında bir daire aldılar. Ben, annem, iki teyzem, birlikte oturacağımız uygun bir yer arıyorduk. Faruk’lar, Duygu’cuğu gezdirirken, gördükleri, Göztepe İstasyonuna çok yakın, yeni bitmiş Aydoğan Apartmanı’nı tavsiye ettiler. Her bakımdan bize göreydi. Üçüncü kattaki, tren yoluna ve bahçeye bakan köşe daireyi beğenerek aldık. 1984 biterken de taşındık. Yine Göztepeli olmuştuk. 013 senesine kadar da ömürler orada geçti. Büyüklerimin kayıpları ise başka mekanlarda oldu. Ben de 28 yıl yaşadığım o daireden, gönül hoşnutluğu içinde ayrıldım. Ömer’ler, Barbaros Bulvarı’nın denize bakan yönünde, Faruk’lar da F.K. Gökay Caddesi’nin çevreyoluyla kesiştiği köşede birer daire aldılar. Her aile kendi düzenini kurmuştu. 1985 de Nejat’lar Beşiktaş’taydılar. Sina 24 yaşında, elektronik mühendisi, Elvin de 16 yaşında İtalyan Lisesi’nde okuyordu. O yıl, Nejat, bir merdivenden düşmüş, dizkapağından önemli bir ameliyat geçirmiş, biraz iyileşinceye kadar bizden gizlemişlerdi. Fakat yürüyebilmesi uzun ve zor egzersizler gerektirdi. Ömer’ler, biraz değişiklik yaptırıp evlerine geçtiler. Alevi Yıldız Koleji’nin ilkokul birinci sınıfına yazdırdılar. Alev öğretmeni sevmedi. Karşılıklı duyguların ve iletişimin çocuklar için önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben de birinci sınıftaki hayat bilgisi öğretmenimizin bizden ( sorduğu soruya, beklediği yanıtı alamayınca gösterdiği kızgın tepkiyi hala unutamıyorum.) çocukları hiddetle değil, düşündürerek eğitmenin daha doğru olduğunu görüyorum. Nitekim, Alev, Bodrum’da okuduğu ikinci sınıftan beri başarılı oldu. Tabii başka örnekler de var. Nejat’ların, Bodrum’da sonbaharda gidecekleri, devre mülkleri vardı. Bir yamaçtan denize iniliyordu. 1986 senesinde, bacağı rahat olmadığı için Nejat ve Engin Antalya’ya gideceklermiş. Bodrum’daki ekim dönemi haklarını da Engin’in annesi Marian ile bana bırakmışlar. Annem ve teyzelerim de Beşiktaş’ta Sina, Elvin ve yardımcı ile kalacaklarmış. Herkes hazırlığını yaptı. Biz evden daha önce çıkacaktık. Annem ona özenle diktiğim yeni elbisesini giydi. Yürütecine dayanarak antreye geldi. Bizi uğurlamak için arkasına yaslanıp bekledi. Vedalaştık. Biz Bodrum’a vardık. Yerleştik. Ekimin beşiydi. 9 Ekim doğum günümdü. Sabah erken, mayoyu almaya çıkınca merdivenden çıkan Faruk’u gördüm sevindim. Bu bir kutlama olamazdı. Yüz adeleleri kasılmış gibiydi. Korktum. İlk aklıma gelen: “ Anneme mi bir şey oldu?” sorusu oldu. Halbuki annemi iyi bırakmıştım. Faruk doğruladı. O gece banyoya kalkmış. Dönmesi gecikince merak eden teyzem bakmaya gitmiş. Anneciğim, yürütecinin kollarında ebedi aleme, hep dilediği gibi kimseye eziyet vermeden göçüvermiş. Gece yarısıymış. Eğer saat 24’den sonra ise beni dünyaya getirdiği gecenin 40. Yılı oluyor. Hıçkırıklara boğuldum. Elim bir şeye varmadı. Faruk’la Marian topladılar. Kapıda bekleyen taksi ile İzmir Havaalanı’na geldik. Annem yoktu. Göztepe’den ayrılırken son görüşümmüş!


Nejat’lar Antalya’dan geldiler. Annem de Edirnekapı Şehitliği’nde, babamın yanında ebedi uykusuna tevdi edildi. Ruhları şad mekanları cennet ve Allah’ın rahmeti herkesin kayıpları üzerine olsun.

Nihal Erem


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.