HER SON BİR BAŞLANGIÇTIR DUYGU ÖZLEM YÜCEL
YOLCULUK….
Hava boşluklarından ve yarattığı sarsıntılardan nefret ederim! Büyük bir sarsıntıyla, yarı uykulu halimden sıyrılıp kendime geldiğimde, yaklaşık iki saattir, İstanbul’dan Roma’ya uçmakta olan uçağın içinde olduğumu fark ediyorum. Ellerim istemsizce koltuğun yanındaki kollara sımsıkı kenetleniyor ve dışarıya yansıtmadığım soğuk terler döküyorum. Kendi bilinmezliğime giden bir uçakta olmak beni yeterince gererken, bu bilinmezliğe sarsılan bir metal yığınının içinde gidiyor oluşum... Yeterince fazla! Nasıl oldu da bunu kabul ederek bu yolculuğa çıkmaya cesaret ettim? Hangi güç beni buna itebildi? Hiçbir fi krim yok... Dedim ya, hava boşluklarından ve yarattığı sarsıntılardan nefret ederim... Hatta hava boşluklarından ölümüne korkarım! Çünkü bana hep kendi hayatımı hatırlatırlar. Bilinmezlerle dolu anlamsız hayatımı... Hayat boşluklarımı ve içimde yarattığı sarsıntıları... İşte bu yüzden ben, hayat boşluklarından da nefret ederim! Yaşanamamış anların ya da yaşatılmamış gerçeklerin içimi sarstığı ve bir daha asla eski haline getirmediği zamanlardan da... Gerçek şu ki; benim hayatım; hayat boşluklarıyla dolu! İçimi altüst eden ve dayanılması güç sarsıntıları öyle çok yaşadım ki... Tüm yaşantımı, soru işaretleriyle dolu zihnimde, öyle çok sorguladım ve hayat boşluklarıma bir neden bulmaya öyle çok uğraştım ki... Ve öyle çok bulamadım ki! Oysa her şeyin bir zamanı olduğunu bilmiyordum. Bir gün cevabını alamadığım tüm soruların yanıtlarının karşıma geleceğini ve beni allak bullak edeceğini... Ben, hayatı anlamsızca sorgulamaya devam ederken, hepsiyle zamanı gelince yüzleşeceğimi, hiç ama hiç bilmiyordum! Derken bir gün... Hiç hazır olmadığım bir zamanda... Aniden vakit geldi. Ve hayat “Hadi gidiyoruz!” dedi. “Nereye?” dedim istemsizce... “Aradığın ve bulamadığın cevapların hepsini bulmaya!” İşte benim hikâyem böyle başladı!
“İyi misin?” Kan ter içinde yanımda oturan adama bakıyorum... O ise meraklı gözlerle, biraz telaşlı, biraz da temkinli bir halde yüzüme bakıyor, tam da gözlerimin içine. Uçağın sarsıntısı hafi fl iyor ve içimdeki telaş yavaş yavaş azalmaya başlıyor. Ellerimi gevşetip, koltuğun sıkıca kavradığım kollarından sakince çekiyorum. Ona cevap vermek istemiyorum. O ise inatla gözlerimin içine bakmayı sürdürüyor. İnatçı ihtiyar! Bakışlarımı, bana bakmakta olan gözlerden kaçırıp önümdeki koltuğa sabitliyorum ve oldukça sakin gözükmeye çalışıyorum. “İyiyim...” diyorum daha fazla soru sormasına fırsat vermemek için keskin ve net bir tonla. “Ama iyi gözükmüyorsun, istersen hostesi çağırıp senin için bir bardak su isteyebilirim.” “İyiyim dedim ya!” Uçakta her şey eski haline dönerken, gergin çıkışım bir anda aramızda soğuk rüzgârların esmesine neden oluyor... Bu çıkışımın ardından etrafı büyük bir sessizlik kaplıyor ve inatçı ihtiyarla konuşmamız son buluyor. Dönüyorum ve artık beni umursamıyor gibi gözüken adamı kaçamak bakışlarla incelemeye koyuluyorum. Altmış yaşlarının başında, babacan tavırlı ve insanın sinirini bozacak kadar pozitif görünen, buna rağmen gözlerinin kenarındaki ve alnındaki çizgilerden yaşanmışlıklarını eleveren bu adamla aramızda ne zaman soğuk rüzgârlar esmedi ki? Yanımdaki inatçı adam... Babam! Oğlu olduğumu söylemeye dahi cesaret edemediğim insan... Düşünüyorum da seçebilmiş olsaydım oğlu olmazdım. O an onun yanındaki koltukta ölüyor dahi olsam, son yardım isteyeceğim insan o olurdu. İşte bu yüzden benimle bu kadar ilgilenmemeli ve nasıl olduğumu sormamalıydı. Çünkü onu asla affetmedim! Bana yaptıkları ve yaşattığı hayat yüzünden, seçimleri yüzünden, yanlışları ve yalnızlığı yüzünden... Ah be adam, bana daha değişik bir hayat sunabilseydin ya! O ise tüm bunlara rağmen onu sevmem için direniyor. Asla ama asla pes etmiyor. Sinir bozucu bu direnişini sürdürmekten
asla vazgeçmiyor. Tıpkı beni o uçağa binmeye ikna edişinde olduğu gibi... Ona neden evet dediğimi bilmiyorum. Belki de artık direnmekten yoruldum ve tüm gücümü tükettiğim için... İşte bu yüzden, o uçağa binip onunla birlikte İtalya’ya gitmeyi kabul etmek, otuz sekiz yıllık ömrümün en cesur kararı! Biliyorum ki bu karar; ne benim, ne de onun için kolay oldu... Hâlâ da kolay değil. Ama yolculuk başladı ve geri dönüşü yok! İkimiz de ne olacağını ve bu yolculuğun bizi nereye götüreceğini bilmiyoruz ve kendimizi yaşanacakların tahmin dahi edilemeyeceği bir bilinmezliğe atıyoruz. Belki de o; günahlarından arınmak ve sahip olamadığı sevgimi kazanmak için bunu yapıyor. Bense... Emin değilim! Bunu neden yaptığımı bilmiyorum bile... Asla sahip olmadığım bir anneyi görmeyi neden kabul ettim ki? Hayatımı onsuz geçirmişken ve o beni asla istememişken... Şimdi ne diye onun ayağına gidiyorum? Bana annesizliği hediye eden ve hayatımı ta en başından beri aşılması güç fırtınaların içine sürükleyen o kadını niçin görmek istiyorum? Hesap sormak için mi? Yıllardır içimde biriktirdiğim her şeyi yüzüne haykırabilmek için mi? İçimden asla söküp atamadığım o soruyla karşısına geçebilmek için mi? “Neden?” “Neden beni bırakıp gittin anne?” “Neden beni bir gün bile aramadın ve istemedin?” “Neden beni annesizliğe mahkûm ettin?” Ve çokça kendimi bir hiç gibi hissetmeme neden olan o soruların en büyüğü... “Neden beni doğurdun?”
Uçağın inmesine dakikalar kala babama bakıyorum ve ikimizin de fazlasıyla gergin olduğumuzu görüyorum. Oysa beni bu yolculuğa çıkaracak haberi vermeye geldiğinde, hiç de o kadar gergin görünmüyordu. Sabahın ilk saatlerinde çalan kapıyı, uykudan fırlamış bir berduşlukla açtığımda yüzümde onu evimin kapısında görmenin
verdiği şaşkınlık, onun yüzünde ise sakin ve mutlu bir ifade vardı. Bedeninde ise beklenen anın geldiğini hissettiren bir rahatlık... “Burada ne işin var?” demiştim istemsizce. Babamla fazla görüşmezdik. Bu benim seçimimdi... Henüz liseyi bitirdiğimde üst katında büyükannem ve büyükbabamın, alt katında ise babam ve benim oturduğumuz evden ayrılmayı seçmiştim. İtiraz etmemişler, hayır dememişlerdi. Hatta bana hayatım boyunca fazlasıyla iyi ve itinalı davranmışlardı. Bu ise benim için yeterince sinir bozucuydu. Sanki korunmaya muhtaç bir çocukmuşum gibi, sanki biraz eksik, yarım bir çocukmuşum gibi. Oysa ben eksik ya da yarım olduğumu hiç düşünmedim. Ben sadece annesizdim. Anne denilen şeyin ne olduğunu asla tatmadım ve bilmedim. Bilmediğim bir şey yüzünden yarım olduğumu ise asla kabul etmedim. Kendimi keşfetmeye başladığım günden itibaren, büyükannemi annem gibi gördüm. Büyükbabamı da babam kabul ettim. Babamı ise asla baba olarak görmedim. Belki bir ağabey, belki bir akraba ya da bir tanıdık... Ama baba değil! Nasıl bir baba, doğacak çocuğunun annesinin onu terk etmesini kabul eder ki? Nasıl bir baba, çocuğunu annesizlikle mükâfatlandırır? Ve nasıl bir çocuk bunları bile bile onu affedebilir? İşte bu yüzden evden ayrılana dek var olduğunu inkâr ettiğim eksik ve yalnız yanımın acısını hep ondan çıkardım ve onu suçladım. On dokuz yaşına gelince ise onunla olan tüm bağlarımdan kurtulmak için halen yaşamakta olduğum evime yerleştim. Kendi evime... O gün, sabahın ilk saatlerinde evimin kapısında onunla karşı karşıya gelmiş olmak ise benim için büyük bir sürpriz olmuştu. Çünkü kendi evime sahip olduğum günden beri onu evimde görmeyi çok fazla istememiş ve gerekli olmadıkça onu hiç davet etmemiştim. O da hiç ısrar etmemiş ya da davetsizce çıkıp gelmemişti. O güne kadar... Kapıyı açtığımda, yaşadığım şaşkınlıkla, karşımdaki adama bir süre anlaşılması güç bir ifadeyle bakmıştım. “Ne işin var burada?” “Hoş geldin demeyecek misin?” demişti ortamı yumuşatmaya hazır bir tavırla. Beni doğru zamanda yakalamıştı. O kadar uyku sersemi olmasam ve biraz olsun kendimde olsam onu içeri davet edip o konuşmayı dinlemeyi kabul etmezdim. Ama o gün, kaderin cilvesiyle, boş bulunmuş ve kenara
çekilip içeriyi işaret ederek ona, “Girsene...” demiştim. Hiç tereddütsüz evime adımını atmıştı. Üzerindekileri çıkarıp bir kenara koymuş ve ardından oturma odamdaki koltuklardan birine yerleşmişti. Önce evi sanki bir tapınağı inceler gibi incelemeye koyulmuş, ardından köşede duran heykelleri işaret ederek heyecanla sormuştu. “Bunlar yeni mi?” Umursamaz bir tavırla mutfağa doğru ilerlerken, “Evet...” demiş ve devam etmiştim. “Kendime portakal suyu alacağım, sen de ister misin?” Mutfağa girdiğim sırada içeriden gelen konuşmasını şöyle böyle duyabilmiştim. “Evet lütfen.” Kısa bir sessizlik olmuş ve ardından içeriden gelen ses sözlerine devam etmişti. “Sen harika bir sanatçısın oğlum. Ellerinle şu taşlara verdiğin şekillere bak. Şu detaylara, mimiklere ve yonttuklarının inceliklerine bak! Bunlara hayran olmamak elde değil.” İşte o an hâlâ etrafı inceliyor ve heykellerime bakıyor olduğunu fark etmiştim. Karşılık vermemiştim. Çünkü sanatımla ilgili fi krini duymak istediğim son kişi oydu. İçeriye doğru yürümüş, elimdeki portakal suyu dolu bardaklardan birini ona uzatıp şüpheyle sormuştum. “Burada ne işin var baba?” İşte tam da o an etrafı incelerken dudaklarında oluşan tebessüm donmuş ve yeşil gözleri aniden benimkilerle buluşmuştu. “Oğlum...” Gözlerimin içine bakarken tereddütle duraksamış ve derin bir nefes alarak devam etmişti. “Gitmemiz gereken bir yer var.” Bu son cümle dudaklarından öyle bir hızla dökülmüştü ki, sanki tüm konuşma bir an önce olup bitsin diye sabırsızlanıyormuş gibi duruyordu. “Ne demek gitmemiz gereken bir yer var?” “Yani yapmamız gereken bir şey var.” Karşımda son derece rahatsız ve ürkek tavırlarla konuşan bu adama inat umursamaz bir ifadeyle konuşmamı sürdürmüştüm. “Sen ve ben, bizim ne zaman birlikte bir şey yapmamız gerekti ki?” “Şu an gerekiyor.” Gizemli tavrı sinirlerimi bozmaya başlarken devam etmiştim. “Hadi ama baba çıkar şu baklayı ağzından. Senin ve benim yapmamız gereken nasıl ortak bir şeyimiz olabilir ki?” demiş ve o an içimde beliren ani bir şüpheyle donakalmıştım. Yoksa... Umursamaz bakışlarım yerini şüpheli ışıltılara bırakırken bu durumdan cesaret alan babam hızla konuşmaya girişmişti. “Annen... O bizi çağırıyor... Seni ve beni.” “Sus baba.”
“Oğlum o bizi çağırıyor ve gitmemiz gerek.” “Benim annem yok!” Olduğunu bal gibi biliyordum. Annemin İtalyan olduğunu, beni doğurduktan sonra bırakıp gittiğini ve bir daha geri dönmediğini... Ne eksik ne de fazla... Onun hakkında bildiklerim bu kadardı. Daha fazlasını duymayı hep reddetmiş ve onu yok saymıştım! İçimdeki kin ve nefret merakımı hep yenmişti. O ise bu uğraşıma inat, birkaç yıl önce tekrar ortaya çıkmış ve babamı aramıştı. Sevgili babam ise hiçbir şey olmamışçasına onunla konuşmayı kabul etmişti. Ah baba! Sonra da heyecanla gelip bana ondan duyduklarını anlatmaya kalkmıştı. Yaklaşık beş yıl önce bir evlilik yaptığını, evlendiği adamın üç çocuğu olduğunu ve onlarla birlikte Siena’da yaşadığını öğrenen babam, anlamadığım bir medenilikle bana onun sesini duymanın kendisini ne kadar mutlu ettiğinden bahsetmişti. Bunu nasıl yapabilmişti? Onun gidişini ve bizi bırakışını nasıl kabul edebilmişti? Ve yıllar sonra tekrar onunla konuşmayı nasıl kendine yedirebilmişti? En önemlisi ise o gün evime gelip bana ne cüretle, “Anneni görmeliyiz...” diyebilmişti? Onun bu sorusunu duyar duymaz, hiddetle yerimden kalkmış ve “Artık gitmelisin baba!” deyivermiştim. Hiçbir şey söylememiş, bir süre beklemişti. Benden görmeyi beklediği tepkiyi göremeyince ise gözlerinde beliren hayal kırıklığıyla yerinden sessizce kalkarak kapıya yönelmişti. Tam açacakken aniden durmuş, arkasını dönmüş ve beklemediğim bir kararlılıkla konuşmaya başlamıştı. “Annen ölüyor oğlum, o çok hasta ve bizi görmek istiyor.” Durmuş ve beklemiştim. O ise kararlı tavrından bir an olsun ödün vermeden devam etmişti... “Bunu annen ya da benim için yapmanı istemiyorum. Ona kızgın olduğunu, hatta onu yok saydığını biliyorum. Beni de yeterince sevmediğinin ve hayatında çok fazla istemediğinin farkındayım.” Durmuş ve derin bir nefes alıp devam etmişti. “Her ne olursa olsun oğlum bunu yapmanı istiyorum. Bizim için değil, kendin için!” “Baba...” diye lafa girmeye çalışmış ama başaramamıştım, çünkü karşımda tıpkı kendim gibi inatçı, güçlü ve ne dersem diyeyim duymayacak bir duvar vardı. “Bunu kendin için yap! Yıllarca kendine sorup durduğun sorular ve hepimizden gizlediğin kırgınlıklar, içindeki bu deli fırtına seni yeterince yormadı mı? Bu kadar güçlü görünmek zorunda değilsin oğlum! Güçsüzlüklerinle ve yorgunluklarınla yüzleşmek için bunu yap. Ne beni ne de onu, ikimizi de değil, kendini affetmek için bunu yap!” Arkasını dönüp kapıdan çıkmaya hazırlanırken kalakalmıştım. Ondan görmeye alışık olmadığım bir kararlılık ve duymaya
alışık olmadığım sözcüklerin gücü kalbime saplanmıştı. Aniden, “Baba...” deyivermiştim daha önce hiç hissetmediğim bir muhtaçlıkla... Ve sözcükler istemsizce dudaklarımdan dökülmüştü! “Kendimi affedebilir miyim gerçekten? Tüm bunlardan kurtulabilir miyim?” Dönüp usulca bana bakmış ve eliyle omzuma uzanıp sımsıkı kavramıştı. Ne bir şey söylemiş ne de başka bir şey yapmıştı. Sadece güven veren dokunuşuyla kapının eşiğinde durup gözlerimin içine bakmış ve yüzüne kararlı bir gülümseme yayılmıştı. O bakış ve o gülümseme... Beni bu yolculuğa ikna eden son an! Ve ben kemer ikaz ışıkları yanıp da uçağımız Roma’ya inmeye hazırlanırken o günden geriye kalan tek bir şeyi düşünüyorum. Güçsüzlüklerimle ve yorgunluklarımla yüzleşmeye hazır mıyım gerçekten? Ve asıl korkum şuydu ki: Güçsüzlüklerimle yüzleşecek kadar güçlü müyüm sahiden?