Zaman Temsilcisi G eoff bunun nasıl mümkün olduğunu idrak edemedi ama artık Londra’nın sokaklarına bakan boş, ferah bir ofiste değildi. Verimli bir yağmur ormanına bakan, uzun, kayalarla kaplı bir dağın üzerinde duruyordu. Dizleri her an çökecekmiş gibi titriyordu. Bu bir salon hilesi ya da bir illüzyon olamazdı. Çevresine yakından bakmak için bir adım öne çıktığında ayağının altındaki topraktan sesler geldi. Kızgın güneş yüzüne vuruyordu ve sıcak, kuru hava onu ağır, görünmez bir battaniye gibi sarıyordu. Geoff dağın yan tarafına yaklaştı ve aşağı baktı. Bulundukları yer çok yüksekti. Belki de deniz seviyesinden birkaç bin fit yükseklikteydiler. Arkasına baktığında, bildiği bütün türlerden daha ilginç bitkileri, hiç görmediği ağaç türlerini, eğimli yapraklarıyla bir ev boyutunda olan devasa bitkileri ve farklı yönlere dönen her türdeki sert, yeşil asmaları görebiliyordu. Bu insanoğlu tarafından el sürülmemiş, yoğun, yaygın bir ağaç kitlesiyle oluşmuş bakir bir doğaydı. Eğer bu müthiş doğanın dünyayı ele geçirmesini istemeseydi bu ona, birçok bakımdan, ilgilenmesi gereken arka bahçesini hatırlatırdı. Etrafında döndü ve onun istediğinden biraz daha yakında duran Bay Knight’a baktı. Uzaklaşıp civardaki bir kayaya oturdu “Yani?” dedi Bay Knight kulaklığını çıkartıp, “Ne düşünüyorsun?” dedi. Geoff ne düşüneceğini bilmiyordu. Beyni, sanki ITV’de (İngiltere’de bir kanal çev) bir program izlemiş gibi lapaya dönmüştü. “Ben… Çıldırdım mı?” demeyi zar zor başardı. “Hayır, Geoff delirmedin. Sen kretase dönemindesin. Ve bu arada şu an kulaklıklarını çıkarabilirsin. Geoff kulaklıklarını çıkartırken “Kretase Dönemi mi?” diye sordu. “Evet,” dedi Bay Knight, havada belli bir noktada süzülen garip kuşa baktı. Mavi kanatlı, uzun gagalı küçük bir kuştu. Geoff daha önce hiç böyle bir kuşa rastlamamıştı. “Tam olarak söylemek gerekirse Kretase döneminin mestrihyen çağlarının sonundayız. Tarih öncesi zaman çizelgesine aşina mısın?” Geoff kafasını salladı. Birkaç kere Jurassic Park izlemişti, tek aşinalığı bundan ibaretti. Uzaklarda, bitki [1] örtüsü tabakasını yarıp geçen bir Diplodocus kafasını fark etti, yılan gibi boynu uzun boynu ağaçların yüksekteki dallarına doğru uzuyordu. Dinozor ağzına bir dal taktı, çenesiyle bir yığın yaprağı soyup çıkardı ve çiğnemeye başladı. Başka bir dağın eteğindeki büyük bir gölden su içen bir çift Stegosauruses[2]’e bakarak, “Bu… Bu inanılmaz!” dedi. “ Yani bunlar gerçek dinozorlar! Ben gerçek dinozorları seyrediyorum!” Ruth onun yanına oturarak, “Bu seni söylediklerimizin gerçek olduğuna ikna etti mi?” diye sordu. “Ben… Dilim tutuldu,” Geoff kekeledi. “Bunun gibi bir şey görebileceğimi asla düşünemezdim. Bu… Bu harika.” Saatine bakarak “Aslına bakarsan ona çok alışma,” dedi Bay Knight. ”Sekiz dakika yirmi dokuz saniye içinde burada gördüğün her şey toz olacak.”
“Ne demek istiyorsun?” Gökyüzüne bakarak, “Dinozorların neslinin nasıl tükendiğini görmek üzeresin,” diye cevap verdi Bay Knight. “Neslinin tükenmesi mi?” Belli belirsiz ışık zerresini işaret ederek, “Şu parlak noktayı görüyor musun,” dedi. Geoff evet demek istercesine başını salladı. “Bu nokta bir asteroit. Çok büyük bir asteroit ve hemen hemen gezegenin üzerinde yaşayan tüm canlıları ortadan kaldıracak muazzam bir güçle dünyaya çarpmak üzere. O çarptığı an, çok ısınmış toz bulutları etrafa yayılacak ve yıllarca güneşin dünyaya ulaşmasını engelleyecek. Devasa tsunamiler dünyayı bir ucundan diğerine silip süpürecek ve dağ gibi şok dalgaları küresel ölçekte, volkanları ve depremleri harekete geçirecek. Geoff küçük dilini yuttu. “Bir soru sorabilir miyim,” dedi. “Sor bakalım…” Endişeli bir şekilde gökyüzüne bakarak “Bu asteroit tam olarak dünyanın neresine çarpacak?” dedi. Bay Knight yağmur ormanlarının ortasına doğru işaret ederek, “Hemen bizim önümüze,” dedi. “Hesaplamalarıma göre, çarpma noktasına yaklaşık olarak kırk mil uzaklıktayız.”
[1]Ot yiyen bir dinazor türü. (ç.n.) [2]Otçul bir dinozor türü. (ç.n.)