YIL:2 - SAYI:4 KIŞ 2014
KARDEŞ KAVGALARINDAN BARIŞ SOHBETLERİNE
KÜRT MESELESİ
Kemal Burkay: y
“BİR 90 YIL DAHA ASLA!” Çin Rüyasının İncisi
PEKİN
Gel, Ne Olursan Ol Yine Gel...
6 Kemal Burkay:
“BİR 90 YIL DAHA ASLA!”
Genç Barış İnisiyatifi Derneği Adına İmtiyaz Sahibi Emre Akkaş Genel Yayın Yönetmeni Fatih Kafadar Yazı İşleri Müdürü Onur Reha Yıldırım Yayın Kurulu Ahmet Keskin Merve Aksu Nilüfer Yavuz Danışma Kurulu Prof. Dr. Cemal Bâli Akal Prof. Dr. Ferhat Kentel Prof. Dr. Huricihan İslamoğlu Yılmaz Ensaroğlu Tüzel Kişilik Sorumlusu Hamza Memişoğlu Grafik Tasarım Gökhan Kul gokhan@gokhankul.com Reklam Sorumlusu Fatih Arslanbay fatiharslanbay@gbi.org.tr Yönetim Adresi: Sinanpaşa Mahallesi Çelebioğlu Sokak 21-23 Daire:4 Beşiktaş / İstanbul dergi@gbi.org.tr Tel: (0212) 227 67 95 Fax: (0212) 227 67 95 www.gbi.org.tr facebook/gbiorgtr twitter/gbiorgtr youtube/gbiorgtr
Yayının Türü: Üç Ay Süreli Yayın Dili: Türkçe/İngilizce
Basımcı: Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş. Barbaros Bulvarı, Cam Han, No: 153, Beşiktaş-İstanbul Basıldığı Yer: Akpınar Mah. Hasan Basri Cad. No: 4 Sancaktepe - İstanbul Tel: (0216) 585 90 00 Dergide yer alan değerlendirmeler, GBİ’nin kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. Yazı ve fotoğrafların her hakkı Genç Barış Dergisi’ne aittir. Yayıncı izni olmadan ve kaynak gösterilmeden kısmen veya tamamı alınamaz.
2
iÇiNDEKiLER 04 - Kardeș Kavgalarından Barıș Sohbetlerine Kürt Meselesi 10 - Kemal Burkay: “Bir 90 Yıl Daha Asla!” 16 - Perspektif: İspanya 22 - Tezatlarıyla Ve Eleștirileri İle Marxist İdeoloji 26 - Özgür Hürriyet 30 - Geçmișe Geleceğe Bir Hasret, Bir Umut 34 - Çin Rüyasının İncisi Pekin 40 - Gel, Ne Olursan Ol Yine Gel 46 - Kitap: Nar Çiçekleri 47 - Belgesel: Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim
KARDEŞ KAVGALARINDAN BARIŞ SOHBETLERİNE
4 KÜRT MESELESİ
26 ÖZGÜR HÜRRİYET
16 34
PERSPEKTİF: İSPANYA
30
GEÇMİŞE GELECEĞE BİR HASRET, BİR UMUT
ÇİN RÜYASININ İNCİSİ PEKİN
22
TEZATLARIYLA VE ELEŞTİRİLERİ İLE MARXİST İDEOLOJİ 3
Merve AKSU
KARDEŞ KAVGALARINDAN BARIŞ SOHBETLERİNE
KÜRT MESELESİ Merve AKSU
Türkiye’nin gündeminde kuruluş tarihinden itibaren yer alan kökenleri Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine dayanan Kürt Meselesi; farklı dönemlerde çeşitli süreçlerden geçerek, değişime uğramış ve siyasi otoritelerin izlediği müzakere yöntemlerinin dönüşümünde rol oynamıştır. Türkiye’nin, Osmanlı Devleti’nden devraldığı çok uluslu mozaik yapı; ulusdevlet yaratma sürecinde, devletin bekasına tehdit olarak algılanmış ve ortak bir millete aidiyet duygusu yaratmanın, toprak bütünlüğü adına olumlu sonuçlar getireceği düşünülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren; Türkiye sınırları içerisinde, iç ve dış göçler sonucu Kürt vatandaşlar, kırsal alanlarda olduğu kadar kentlerde, kamusal ve özel alanlarda varlıklarını sürdürmüş; Türklerle aile kurmalarının sonucu olarak da toplum yapısında heterojen/melez bir etnisite oluşumunda etkili olmuşlardır. Bu etkileşim sonucu ikili ilişkiler pekişmiş, ortak bir kültür ve geçmiş beraber yaratılarak halk arasında, siyasi endişeler dışarıda tutularak dayanışmacı 4
bir toplum yapısı sergilenmiştir. Aynı hanede; aynı sokakta, aynı caddede, aynı apartmanda bir arada yaşayan topluluk; eğitim-öğretim kurumlarında, hastanelerde, iş yerlerinde kısacası toplumun her yerinde birbirleriyle temas halindedir. Bu yüzden vatandaşlar arasında oluşabilecek bir “ayrışma”, “ötekileştirme”, “dışlama”, “nefret” söylemi; toplumun kutsallık atfettiği çekirdek aile kurumundan başlamak üzere; her tabakasına yayılarak kriz ortamının oluşmasına ve derin yaralar açılmasına neden olabilir. Bu açıdan, siyasi otoriteler başta olmak üzere, medya, sivil toplum kuruluşları, bilim adamları, sosyologlar, tarihçiler ve toplum bilimciler konunun siyasi yönüne vurgu yaparak, kolektif bir biçimde sorunu tüm yönleriyle objektif bir bakış açısıyla ele almalı; konunun hassasiyeti dolayısıyla tarafların taleplerine eşit bir şekilde yaklaşma sorumluluğunu yerine getirmelidirler. Demokratik açılım ile birlikte yavaş yavaş tabuların yıkılmaya başlamış, çözüm sürecinden itibaren ikili ilişkilerde
gelişmeler olmuş ancak “Kürt meselesi” taraflar açısından hâlâ hassasiyetini korumaya devam etmektedir. Meselenin ulusal ve uluslararası arenada oldukça ses getiren boyutunu da ele aldığımızda, devlet politikalarının süreç ile ilgili başarılı taktikler geliştirmeleri halinde konu, hem ulusların hem de devletlerin kaderini değiştirebilecek kadar nihai bir merkezde yer alacaktır. Bu çalışma; Türkiye sınırları içinde yer alan Kürtlerin kimlikleri, tarihi, talepleri, isyanları, Türkiye ve Türklerle olan ilişkisinin yanında; Türklerin Kürt meselesi hakkındaki görüşleri, endişeleri, istekleri ele alınarak; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde; sürecin toplumsal barış esas alınarak, Türkiye siyasetine ve dünya siyasetine yansımalarını objektif olarak ele almayı amaçlamaktadır.
Değişen Otorite ve Güç Dengeleri Milliyetçilik, ulus-devlet inşası ve etnik kimlikler üzerine yapılan tartışmalar ve talep edilen haklar yönünde konunun anlaşı-
Kardeș Kavgalarından Barıș Sohbetlerine Kürt Meselesi
lır bir boyut kazanması için bu kavramların çıkış noktaları ve anlamlarına bakmak yararlı olacaktır. Ulus-devletlerin ortaya çıkışı ile birlikte diplomasi önem kazanmış, 17. yüzyılda ortaya çıkan akımlar, yenidünya düzeninin şekillenmesinde etkili olmuştur. Reform hareketleriyle, Orta Çağ’da baskın olan din kavramının yerini sekülerizm almış; üniter devlet, toprak bütünlüğü, anayasalcılık akımları, cumhuriyetçi rejimler 17. yüzyılın baskın yapılanmaları olarak yenidünya düzeninde görünür kılınmıştır. Bu dönemin ana karakteri olan devlet; bir güç erki olarak, kendi kurallarını kabul ettiren aktör sıfatıyla karşımıza çıkmaktadır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson’un gündeme getirdiği 14 maddeyi içeren Wilson Prensipleri ile ulus-devlet yapısı, doruk seviyesine ulaşmıştır. Bu belge ile “her türlü ulusal kimlik kendi geleceğini belirleyecek, belirli bir coğrafyada, bir toprak parçası üzerinde yaşama hakkına sahip olacaktır.” (Toprak, 2011, s. viii). İmpa-
ratorlukların yıkılma sürecinde, milliyetçi hareketler, etnik unsurlar ve çeşitli kimlik taleplerinde bulunan toplulukların gücü belirleyici olmuş; farklı kimliklere sahip toplulukların yer aldığı coğrafyanın karışık ve çalkantılı olması sonucu, global savaşların önüne geçilememiştir. Birinci Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış; Lozan’ın çizdiği sınırlar etrafında Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, aynı süreçte kültürel Kürt milliyetçiliği; siyasi bir karaktere bürünerek devletle karşı karşıya gelmiştir. Cumhuriyet döneminde yer alan Kürt ayaklanmalar, üniter devlet yapısına tehdit unsuru olarak görülmüş; devletin parçalanmasının önüne geçmek ve toprak bütünlüğünü korumak adına bastırılmış ve bu süreçte devletin çıkarları ön planda tutularak; bireyler göz ardı edilmiştir. Peki, yerel ve küresel anlamda ses getiren bu çatışmaların ana teması olan ulusal bütünlük; ulus&devlet ilişkisi, farklı etnik kimlikler; vatandaşlık kavramı tam olarak neyi ifade etmektedir? Devletin vatandaşlarına uyguladığı politikalar ne derecede meşrudur? Farklı kimliklere sahip olan bireyler; gerekli ortamın barış ve özgürlük içinde yaratılmasına nasıl katkı sağlayabilirler? Toplumda senelerdir konuşulan ve üzerinde çalışılan Kürt sorununa bu perspektiften bakarak toplumdaki farklı kesimlerin dayanışma içinde hoşgörü, anlayış ve saygı kriterlerini ön planda tutarak; olayı içselleştirmeleri ve toplumsal barışın zarar görmemesi için, harekete geçmeleri; sürecin hızlı bir şekilde çözülmesinde yaralı olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1924 Anayasası’nda yer alan vatandaşlık tanımına göre; “din, mezhep, ırk, dil vb. herhangi bir fark gözetilmeksizin Türk ahalisinden olan herkes “Türk” kabul edilecektir.”
Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyetindeki Kürt Algısı ve Ulus Tanımlamaları Osmanlı Devleti; sınırları içinde yer alan gayrimüslim topluluklara karşı hoşgörülü bir yönetim politikası sergileyerek gayrimüslim azınlıklara; bölgesel özerklik tanıyan, dini ve etnik kimliklerini korumalarında serbestlik sunan “millet sistemi” uygulamasını esas almıştır. “Ümmet anlayışından, “millet sistemi” şekline dönüşen bu anlayış içinde din, ırk, hukuk ve kültür eşitliği Osmanlı toplumunda her devirde mümkün olabilmiş ve ehl-i kitap dinler yüzyıllar boyu imparatorlukta yaşayabilme imkânı bulmuşlardır.” (Demirağ, 2002, s. 17).
Millet sisteminin, farklı inançlara sahip olan topluluğa karşı gösterdiği tolerans sonucu, farklı din ve mezheplere mensup kişiler arasında oluşabilecek çatışmaların önüne geçilerek, devlet içinde güçlü bir yönetim şekli ve kalıcı bir barış ortamı yaratılması hedeflenmiştir. Bu uygulamada gayrimüslim topluluklar Ermeni, Rum ve Yahudiler olarak belirlenmiş; Müslümanlar; “İslam Ümmeti”nde yer alarak, “Arnavutlar, Araplar, Boşnaklar, Çerkezler, Lazlar, Pomaklar, Tatarlar ve Türklerle birlikte Kürtler de, tek bir İslam ümmeti içinde gruplandırılmıştır” (Kirişçi & Winrow,
2011, s. 2). Türkiye sınırlarının çizildiği Lozan Anlaşması’nda ise gayrimüslim azınlık olarak Rum, Yahudi ve Ermeniler belirtilmiş; gayrimüslim vatandaşların azınlık haklarının korunmasına yönelik maddeler, etnik bir ayrımdan ziyade dini farklılıkların ekseriyetinde hazırlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1924 Anayasası’nda yer alan vatandaşlık tanımına göre; “din, mezhep, ırk, dil vb. herhangi bir fark gözetilmeksizin Türk ahalisinden olan herkes “Türk” kabul edilecektir.” (Bilir, 2012). Bu tanımlamayla
birlikte ulus devlet inşasında homojen bir yapı kurulmaya çalışarak, devlet sınırları içerisinde üst kimliğin, Türk kimliği ola-
rak belirlendiği ve devlet sınırları içerisinde yaşayan tüm vatandaşların, kendilerine tanınan vatandaşlık haklarıyla paralel olarak, kendilerini Türk olarak ifade etmeleri beklenmiştir. Diğer bir ifadeyle T.C. vatandaşı olan herkes, Türk ulusunun üyesi sayılarak ortak kimlik söyleminde birleştirilmişlerdir. Bu tanımlama bir yandan aynı toprağı, dili, bayrağı ve ulusu paylaşan vatandaşlar üzerinde; aynı ulusa ait olmanın verdiği bütünleştirici yapıyı muhafaza etmenin yanında; farklı etnik kökene mensup olan bireylerin kendi kimliklerini hatırlatıcı bir etki yaratarak, çeşitli hak ve taleplerde bulunmalarına neden olmuştur.
Otosansürleri Birlikte Aşalım: Bilincimizi Ne kadar Sorguluyoruz? Etnik milliyetçiliğin ön plana çıkması ve kişilerin kendi kökenlerini hatırlamalarını teşvik edici unsurların etkisinin daha iyi bir şekilde anlaşılması için, konuyla ilgili bir örnek verilmesi açıklayıcı olacaktır. Örnek olarak “A” ülkesinde yaşayan ve “A” ülkesinin vatandaşı olan birey; uluslar arası bir görüşmeye katıldığında; aynı ortamı paylaştığı ve farklı ülkelerin ve vatandaşlıkların mensubu olduğunu belirten “B”, ”C”, “D”, “E” kişileriyle iletişime girdiği zaman; kendi kimliğini, ülkesini ve etnik kökenini dile getirme ihtiyacı hissedecektir. Bunun nedeni, kendisinden farklı olan kişilerin, ayrı bir topluluğa, ulusa, devlete ait olduğunu belirtmeleri ve farklı bir kültürel bilince sahip olduklarını hatırlatmalarıdır. Bu hatırlatma sonucunda kişi, kendisini etno-nasyonel bir çerçevede tanımlama ihtiyacı hisseder. Farklı ulus tanımlamalarının tartışma konusu olduğuna değinen Kirişçi, “bir sava göre, bir ulusun üyeleri kendilerini dayanışma duygusu, ortak kültür ve özbilinçlilikle (self-awareness) kenetlenmiş hissetmelidirler” diyerek özbilinçlilik ve özsaygı (self-perception) kavramlarının anahtar belirleyici olduğunu savunan görüşün altını çizerken Smith’in yapmış olduğu ulus tanımını “tarihsel bir toprağı, ortak mitleri, ve tarihsel anılar, kitlesel bir kamu kültürünü, bir ekonomiyi ve bütün üyeler için ortak yasal hak ve yükümlülükleri paylaşan adı konmuş bir insan topluluğu” şeklinde ifade
etmektedir (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 6) Buna ek olarak, ulus tanımlamasında, o ulusu referans verecek ve tanımlayacak olan başka bir grubun, diğer bir ifadeyle “öteki” tarafından yapılacak bir tanımlamanın olması gerektiğini işaret ederek “Bir ulusun var olması için, ulusun toprağında yaşadığı devletin hükümeti ya da diğer devletlerin hükümetleri tarafından diğerine göre tanım5
Merve AKSU
lanmış olması gerektiğini” savunur (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 7). Yani bir ulusun var olması için ulusal bilincin oluşmasının yanında o ulusun, hem “kendi” tarafından hem de “diğer topluluk” tarafından kabul edilmesi gerekir. Diğer yandan, ulusun tahayyül aşamasında ve ulusun yeniden inşası süreçlerinde; egemen otoriteler tarafından merkezi devlet sistemini güçlendirmek adına toplumdaki farklı gruplara yöneltilebilecek asimilasyon politikalarının da uygulanma tehlikesi vardır. BM incelemesine göre asimilasyonun “diğer gruplara kendi kültürlerini egemen kültür lehine terk ettirerek türdeş bir toplum üretmeyi amaçlayan egemen bir grubun üstünlüğü düşüncesine dayandığını” belirtil-
mektedir (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 17). Böyle bir politikanın uygulanma aşamasında toplumdaki kesimler türdeşleştirerek, tek-tip bir ırk yaratma çabaları; farklı etnik grupların varlığına tehdit oluşturacaktır. Bu nedenle; siyasi otoriteler; farklı kültür ve kimliklerin yaşamları tehlike altına sokacak olan uygulamalardan kaçınmalıdırlar. Geçmişini sahiplenmeyen ve bilmeyen toplumlar zaman içerisinde yok olmaya mahkûmdur. Aynı şekilde kullanılmayan diller ve hatırlanmayan/yaşatılmayan kültürler de tarihin sayfalarına karışır. Bu nedenle, farklı etnik kimliklerin, vermiş olduğu hayatta kalma savaşı ve buna yönelik hak talepleri; toplumun güvenliğini ve diğer etnik kimliklere mensup kişilerin varlığını tehlike altına sokmadığı sürece dikkate alınmalıdır. Türkiye’de açılım ve barış sürecinde, Kürt halkın taleplerine karşı atılan adımlar, siyasi ilişkilerde belirleyici olan yöneticilerin, Kürt meselesini ve Kürt kökenli insanların varlığını kabul ettiğini göstermektedir. Fakat bugüne kadar oluşan algı, sorunu Kürtlere yönelik mevcut sorunlardan ziyade, güvenliği doğu bölgelerinde ve kent meydanlarında tehdit eden silahlı örgütler çevresinde oluşmuştur. Kirişçi’nin ifadeleriyle bu algı “Resmi çevrelerde, Kürt kökenli insanların Türkiye vatandaşları olarak zaten bütün haklara sahip oldukları, bu yüzden Kürt azınlığın tanınması ve azınlık haklarının verilmesi taleplerinin gereksiz olduğu sürülüyor. Ankara’daki bazı yetkililerin görüşüne göre, “haddi zatında” bir Kürt meselesi ya da sorunu yoktur. Sorun yalnızca PKK destekli terörizm sorunudur.”
(Kirişçi & Winrow, 2011, s. 2) şeklindedir. Zamanla bu algının toplumsal alanda değişime uğraması ve sorunun giderilmesine yönelik adımlar atılması; sürecin çözüme ulaşmasında önemli bir başlangıç niteliğindedir.
6
Geçmişini sahiplenmeyen ve bilmeyen toplumlar zaman içerisinde yok olmaya mahkûmdur.
Demokratik Kimlik: İçselleştirilen “Öteki Yarı” Yapılan çalışmalarda Türkiye’de yaşayan Kürtlerin etnik bilinçleri ve özalgı kavramları etrafında ortak bir görüşe sahip olmadıkları; Türkiye’nin farklı bölgelerinde, farklı konumlarda ve statülerde dağınık bir şekilde yaşamlarını sürdüren kişilerin değişik kimlik tanımlamaları dikkat çekmektedir. Bazı Kürtler kendilerini hem Türk hem Kürt olarak kabul ederken bazıları ise Kürt etnik kimliklerini ön planda tutarak “kendilerini siyasallaşmış bir etnik grup gibi algılıyor ve davranıyorlar” (Kirişçi & Win-
row, 2011, s. 32). Kimlik tanımlama konusundaki çeşitlilikler aynı zamanda; konuşulan dil, mezhep farklılıkları ve merkezi otoritenin desteğini kaybetmek istemeyen aşiret liderlerinin görüşleriyle de ilişkilendirilebilir. Kirişçi’nin bu durumu açıklarken referans gösterdiği Van Bruinessen’in ortaya attığı sava göre; “Bir Kürdün hangi kimliği vurgulamayı tercih edeceği, duruma bağlı olacaktır. Bu nedenle, Zazaca konuşan bir Sünni, kendine özgü durumlara göre bir Zaza, bir Kürt, bir Sünni Müslüman, bir Türkiye vatandaşı, belli bir toplumsal sınıfın üyesi, aşirete ya da köye bağlı olabilir” (Ki-
rişçi & Winrow, 2011, s. 34). Kürt kimlik tanımlamalarında bir genellemenin yapılması doğru olmadığı gibi; bu farklılıkların nedenleri kapsamında toplumsal kaygılar; psikolojik baskılar ve maddi endişeler yer alabilir. Kişi toplumdan dışlanmama, sahip olduğu ekonomik ve sosyal statünün altına inmeme ve toplumun bütünlüğünü tehdit etme ve terör örgütü PKK’yı destekleyen bir imaj çizmeme saikiyle suçlanmamak için ait olduğu etnik kökeni bastırıyor olabilir. Hâlbuki “Türkiye’deki birçok Kürt, PKK’nın politikalarına ve amaçlarına karşıdır.” (Kirişçi & Winrow,
2011, s. 35) Bununla beraber; kişi ailesini, doğacağı ülkeyi, ana dilini, mensup olacağı etnik grubu kendi belirleyemez. Bunlar dış faktör olarak, tamamen rastlantısal bir biçimde kişiye doğduğu anda verilir ve kişi
bu etiketlenmeyi hayatının sonuna kadar üzerinde taşır. Bu nedenle, farklı gruplarda yer alan kişilerin empati kurarak diğer gruba anlayış, hoşgörü ve saygı çerçevesinde yaklaşmaları, toplumsal çatışmaların önüne geçme ve toplumsal barışın sürekliliğini sağlama da önemli karakteristik özelliklerdir.
Eksik Sayfaları Doldurmak: 5N 1K Kürtlerin kökeni hakkında doğru bilgiye ulaşmak; göç ettikleri coğrafi alanın genişliği ve farklı bölgelere bölünerek dağılmalarından dolayı zor olmakla beraber; yapılan çalışmalarda Kürtlerin “Türk, Ermeni ve Asuri Kabilelerin ve daha egemen olarak Hint-Avrupa gruplarının bir karışımı olduğu” yönündedir. (Kirişçi & Winrow,
2011, s. 33). Halkın çoğunluğu, Osmanlı topraklarında yaşamlarını sürdürürken, bir kısmı İran’da yaşamış ve kırsal alanlara yerleşerek aşiret kimliklerini ön planda tutmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, Kürtlerin yerleşik olarak yaşadığı bölgeler Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Bitlis, Dersim, Diyarbakır, Hakkari, Musul, Elazığ ve Van vilayetleri ile Urmiye Gölü’nün batısından İran’ın Kuzistan bölgesine kadar uzanan alanken siyasi haritanın değişmesi sonucu Irak, İran, Sovyetler Birliği, Suriye ve Türkiye sınırlarında yaşamışlardır (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 78). Birinci Dünya Savaşı sonrasında Wilson tarafından geliştirilen ve literatüre “Wilson Prensipleri” olarak geçen 14 ilke galip devletler tarafından rasyonel bulunmamış ve İtilaf devletlerinin çıkarlarına ters düştüğü için desteklenmemiştir. Osmanlı topraklarının paylaşımı üzerine yapılan gizli antlaşmalar sonucunda; bazı devletler kendilerine vaat edilen toprakları elde edemedikleri için saf değiştirmişlerdir. Çarlık Rusya’nın Bolşevik Devrimi’yle yıkılması sonucu; Sovyet Rusya yapılan gizli antlaşmaları ifşa etmiş ve dengelerin değişmesine zemin hazırlamıştır. Osmanlı toprakları üzerinde; “Büyük Güçler” tarafından tatmin edici bir paylaşımın yapılamaması; dünyayı, ikinci yıkıma sebep olacak olan bir savaşa sürüklemiştir. İki savaş arası geçen süreçte; İngiltere, Fransa ve Rusya’nın politikaları; birçok ulusun kaderini değiştirdiği kadar; günümüzde hala çözümüne ulaşılamayan “Kürt Sorunu”nun da çıkış noktasında belirleyici etmen olarak gösterilebilir. Musul Sorunu’yla aynı tarihlerde ortaya çıkan Şeyh Sait İsyanı; Kürt sorununun oluşma sürecinde önemli bir yere sahip olmakla birlikte, İngiltere’nin Ortadoğu’daki çıkarları için Türk ve Kürtleri karşı karşıya getirmek için geliştirdiği politikalara örnek olarak verilebilir.
Kardeș Kavgalarından Barıș Sohbetlerine Kürt Meselesi
Birinci Dünya Savaşı sırasında yapılan gizli anlaşmalar, Osmanlı topraklarını Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan arasında paylaşımına olanak sağlama amacındayken Bolşevik Devrimi’yle birlikte devlet rejimi 1917 yılında değişen ve bu dönemden sonra Sovyet Rusya olarak anılan Rusya; gizli anlaşmaları ifşa ederek İngiltere’nin politikalarında köklü değişiklikler yapmasına neden olmuştur. Gizli anlaşmalarla Kürtlerin yaşadığı bölgelerin İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaşılması öngörülürken sınırlar yeniden çizilmek zorunda kalmış; Türkiye’nin Suriye sınırının kuzey tarafında yer alan Kürt bölgelerinin yerel özerkliğine yeşil ışık yakan ve Osmanlı Devleti’nin fiilen sonunu getiren Sevr Antlaşması hiçbir zaman tanınmamıştır. Kürt milliyetçiliği; Osmanlı Devletinin son zamanlarında kültürel milliyetçilik olarak gelişmiş ve Kürt kimliklerini daha çok dini planda öne çıkarmışlardır. “Bağımsızlık Savaşı sırasında aşiretlere ve tarikatlara göre Kürtlüğü savunmak; Kürt Milliyetçiliğini değil, İslamı yani Türk-Kürt Müslüman Kardeşliğini savunmak anlamına geliyordu”
(Bozarslan, 2010, s. 100). Bu açıdan değerlendirildiğinde Osmanlı Devleti’nde Müslümanları birleştirici bir makam olan halifelik makamının 1924 yılında kaldırılacak olması; Kürt milliyetçiliğinin değişiminde rol oynayacaktır. Diğer yandan, Kürt kimlik tanımlamasında Müslümanlığa yapılan vurgunun önem arz etmesinin yanında; Kürtler arasında benimsenen farklı mezhepler ile birlikte bazı Kürtlerin kendilerini Sünni Kürt olarak benimsemelerine mukabil bazılarının kendilerini Alevi Kürt olarak ifade etmeleri Kürtler arasında tam anlamıyla bir bütünlüğün oluşmasını engellemiştir. Kürt milliyetçiliğinin şekillenmesinde önemli bir yere sahip olan 1921 Koçgiri Ayaklanması bu dini kimliklerin, etnik birleşmelerin önünde bir güce sahip olduğunu göstermektedir. Hamit Bozarslan, Koçgiri ayaklanmasının önde gelen figürü Nuri Dersimi için: “Sunni-Alevi bölünmüşlüğünün Kürt milliyetçiliği için esaslı bir tehdit oluşturduğunu, fakat Dersim bölgesinin Alevi özelliğinin de farkındaydı.” (Bozarslan, 2010, s. 101) şek-
linde açıklamada bulunarak, ayaklanmanın başarılı olamamasının nedenlerinden birini, Kürtler arasında yaşanan mezhepsel farklılığa dayandırmıştır. Milli mücadelede Kürtler, Türklere destek vermiş ve bağımsızlık hareketi Kürtlerle birlikte başarılı olmuştur. Türkler ve Kürtler arasında yaratılmaya çalışılan birlik ve dostane ilişkiler uluslararası platformda İngiltere gibi bazı ülkelerin çıkarlarıyla çatışmış ve Ortadoğu politikalarında olası bir Arap-
Türk-Kürt birliğinin önüne geçmek adına; bölgede isyanlar teşvik edilmiştir. Kürt Sorunu’nda önemli bir yere sahip olan Şeyh Sait İsyanı; Musul’un geleceğinin belirleneceği sırada dini kaygıları olan muhafazakâr çevreler tarafından gerçekleşmiş ve bu isyan ile birlikte Türk-Kürt birliğine kuşkuyla bakılmaya başlanmıştır. Koçgiri isyanında olduğu gibi Şeyh Sait isyanında da Kürtler arasında tam bir birlik sağlanamamış; Alevi Kürtler tarafından başlatılan ve Sünni Kürtler tarafından desteklenmeyen Koçgiri isyanı, bu sefer Sünni Kürt lider olan Şeyh Sait’in; merkez hükümeti İslama karşı tehdit unsuru olduğu gerekçesiyle başlatılmış ve Alevi Kürtler tarafından desteklenmemiştir. Kürtler arasındaki mezhepsel ayrılıkların isyanların başarıya ulaşamamasında önemli bir yeri vardır. Halifeliğin Türk-Kürt kardeşliği için birleştirici özelliğine vurgu yapan kesimler, hilafetin kaldırılmasıyla aradaki din kardeşliği bağının sonlandığını belirtmektedirler. Şeyh Sait’in ifadeleriyle “İslam, Kürt ve Türk birliğinin temeliydi. Artık Kürtlük, daha önce Türklerle bir dinsel bağ olmaktan çok, Türk karşıtı bir tepki ve
milliyetçilik anlamına gelecekti.” (Bozars-
lan, 2010, s. 110). Kürtler arasında mezhep farklılıklarının oluşturduğu bölünmeler, özellikle Musul meselesinde; dış politikanın Ortadoğu siyasetinde oluşturduğu dalgalanmalar ile coğrafi olarak keskin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Misak-ı Milli sınırları içerisinde kabul edilen Musul bölgesi, 1923-26 yılları arasında gelişen İngiltere-Türkiye ilişkilerinin merkezinde yer almıştır. Bölgenin sahip olduğu petrol kaynaklarından faydalanmak ve Türkiye’de yaşayan Kürtlerin, Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürtler ile birleşmesinin Ortadoğu politikaları üzerinde etkisini azaltacağı düşüncesini taşıyan İngiltere, Musul’un kendi himayesi altında Irak’a bırakılmasını istemiştir. Lozan görüşmeleri sırasında çözülemeyen Musul sorunu hakkında Milletler Cemiyeti’nin inisiyatif alarak, bölge hakkında karar vermesi istenmiştir. Lozan görüşmeleri sırasında Musul’da yaşayan halkın çoğunluğunun Türk ve Kürtlerden oluştuğunu belirterek Türk-Kürt kardeşliğine ve ortak tarihe vurgu yapan İsmet İnönü’nün yaklaşımları, İngiltere Dışişleri 7
Merve AKSU
duymaksızın, benim gibi binlerce suçsuz kişiyle birlikte, yargı önüne çıkarılmadan katillere ve çapulculara yapılan işlemleri uygulayarak, evimden alıp beni Batıya sürgün etti. (…) Acılar, aşağılanmalar, yaşadığımız yoksulluklar ve sürgün edildiğimiz yerdeki polis, jandarma ve göçmen bürolarındaki uygulamaları anlatmaya gücüm yetmiyor ve bugün bile onları andığımda bütün bedenim titriyor.” (Selek, 2004, s. 111).
1930’lara gelindiğinde ise Dersim bölgesinde Alevi Kürt aşiretlerinin merkezi hükümetin sağlamaya çalıştığı otoriteye karşı ayaklanma başlattıkları ve bu isyanların 3 farklı tarihte ortaya çıktığı görülmektedir. “Bu isyanların üçüncüsü, Bakanı Lord Curzon tarafından gerçekçi bulunmamış; Lord Curzon: “Bu topraklar Milletler Cemiyeti tarafından İngiliz mandaterliğine verilmiştir. İlin nüfus çoğunluğu da Kürt ve Araplardan oluşmaktadır. Türklerin ise Kürtlerle bir ilişkisi yoktur. İran kökenlidirler. Bu bölgede yaşayan Hıristiyanlar Türk yönetimini istemiyorlar. Kürtler ise kendi kendilerini yönetme özgürlüğünü istiyorlar.”demiştir. (Kemal, 2007, s. 674).
Lozan görüşmeleri sırasında çözülemeyen ve ileri vadeye atılan Musul meselesi, 1925 yılında çıkacak olan Şeyh Sait ayaklanmasıyla sonuca ulaşmıştır. “13 Şubat 1925’te Güneydoğu Anadolu’da başlayan Şeyh Sait isyanının yarattığı sorunlar ve başlatılan inkılâpların yarıda kalmaması için Türkiye ile İngiltere arasında 5 Haziran 1926’da Ankara Anlaşması imzalanarak, Musul İngiltere’nin mandası olarak Irak’a bırakılmıştır.” (Kemal, 2007, s. 680).
Koçgiri’den Dersim’e: İsyanlar&Ayaklanmalar Uluslararası Müdahaleler ve Dayton Antlaşması Koçgiri ayaklanması 1921 yılında, aşiret lideri Alişan Bey ve Baytar Nuri tarafından kurulmak istenen bağımsız Kürt Devleti amacıyla başlatılmış; İngilizler, Musul’da bulunan petrol kaynaklarını kontrol edebilmek için ayaklanmaya destek vermiş, merkez ordu ve Kürt aşiretleri arasında yaşanan büyük çatışma, merkez ordu tarafından 1921 tarihinde şiddetli bir şekilde bastırılmıştır. “Koçgiri Ayaklanması’nı “Kürt bağımsızlık savaşında bir aşama” olarak değerlendiren Baytar Nuri, yenilgilerinin nedenini Kürtlerin aşiretlere bölünmüş olması ve aşiretler arasındaki düşmanlığın birliği engellemesine bağlar.” (Mumcu, 1999, s. 5).
8
Koçgiri ayaklanmasını takip eden Şeyh Sait isyanı ise; dini talepleri ön planda olan ve dini kaygılarla başlatıldığı iddia edilerek Piran, Genç ili, Darahini, Hani, Lice, Diyarbakır ve Elazığ gibi bölgelerde etkisini göstererek Nakşibendî Şeyhi Şeyh Sait tarafından başlatılmıştır. Dinin toplumsal alana olan etkisini giderek azaltan reformların hayata geçmesini; dini kurumların ve halifeliğin kaldırılmasını dine karşı bir tehdit unsuru olarak gören topluluk, yeni kurulan devleti karşısına alarak, yeni rejime karşı ayaklanmalar düzenlemiştir. Yeni oluşan düzene karşı; muhafazakâr taleplerin gündeme gelmesinde, doğu bölgelerini kapsayacak olan Kürdistan devletinin kurulma girişimleri de yatmaktadır. 1925 yılında “ayaklanmanın bastırılması sırasında ele geçen belgelerde “Kürdistan Harbiye Nezareti, Kürdistan Hükümeti, Kürdistan Reisi” gibi tanımlamaların oluşu, ayaklanmacıların Kürt-İslam Hükümeti peşinde olduklarının açıkça ifadesidir.” (Mumcu,
1999, s. 8). Ayaklanmanın bastırılmasının ardından; doğu bölgelerde sıkıyönetim ilan edilmiş ve hükümete olağanüstü yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu yürürlüğe girmiştir. Ayaklanmayı başlatanlar ve ayaklanma sırasında destek verenler ülkenin çeşitli bölgelerinde kurulan İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanarak birçok isyancı sürgüne gönderilmiş ve birçok isyancı idam cezasına çarptırılmıştır. Hukuksal statüsü ve meşruiyeti hala sorgulanan İstiklal mahkemelerinin verdiği kararlar, hukuk çevreleri tarafından sıklıkla eleştirilmiştir. Pınar Selek, “Barışamadık” isimli kitabında sürgüne gönderilen bir isyancının, hükümetin af çağırısına karşılık verdiği cevabı paylaşıyor. “Ülkemi sevmekten öte hiçbir suçum yokken, hükümet hiçbir araştırmaya gerek
1935 yılında bölgenin devletleştirilmesi ve Türkleştirilmesi amacıyla yürürlüğe konan Tunceli kanununa tepki olarak 1938’de baş gösteren Dersim isyanıydı.” (Ersanlı, Öz-
doğan, & Uçarlar, 2012, s. 21). Devletin, ayaklanmaların bastırılmasında kullandığı yöntemler; kadınların ve çocukların da dâhil olduğu binlerce sivilin aileleriyle birlikte şiddete maruz kalarak ölmelerinden sorumlu olduğu ve bölgedeki binlerce sivile yönelik uyguladığı zorunlu göç politikaları gerekçeleriyle eleştirilmektedir. Devlet, toplumun huzurunu ve güvenliğini sağlarken kişilerin temel hak ve özgürlüklerini korumak; yurt genelinde barış ve adaleti sağlayacak ortamı yaratmakla yükümlüdür. Bu kapsamda; devlet aygıtı tarafından geliştirilen yöntemler, sivillerin yaşama alanlarına müdahale edecek şekilde olmamalı ve sivillerin güvenliğini tehdit etmemelidir.
Askeri Darbeler, İdeolojiler ve Siyasi Meşruiyet Dünya tarihinde sol ideolojinin gelişimi ve kitlelerin anti-emperyalist çizgide harekete geçmeleri bakımından, 1960’lı yıllar dönüm noktasıdır. Kapitalizme karşı gelişen toplumsal hareketler; merkezinde işçileri ve öğrencileri barındırırken emperyalizmi reddeden birçok grup tarafından da desteklenmiştir. Bu dönemin Türkiye yansımalarında ise, askeri darbeler ve anayasaların siyasi konjonktürü etkileyerek Türk-Kürt ilişkilerinde birleştirici unsur olduğunu söylemek mümkündür. Ersanlı ve Özdoğan’ın ortaya attığı görüşe göre: “Türk-Kürt gençleri ve aktivistleri arasındaki açık işbirliği 1961 Anayasası’nın sağlandığı görece liberal ortama bağlı olarak, TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) kuruluş sürecinde başlayarak parlamento dışı sol hareketler ve Doğu Devrimci Kültür Ocakları gibi siyasal hareketler bünyesinde pekişip, 1970’lerde Kürt siyasi
Kardeș Kavgalarından Barıș Sohbetlerine Kürt Meselesi
hareketinin yeniden canlanmasına öncülük etmiştir” (Ersanlı, Özdoğan, & Uçarlar,
2012, s. 22). Bu ortamda sosyalizmi savunan Kürt ve Türkler, Türkiye İşçi Partisi bünyesi altında emperyalizme karşı ortak gösteri ve eylemlerde bulunmuştur. Sol ideolojinin birleştirici bir unsur olarak karşımıza çıktığı 1970’li yıllarda; Kürtler siyasi ortamda, kendilerini ifade edebilecek görece daha serbest bir alan bulurken 1980 darbesi ve anayasasıyla birlikte toplumsal ve siyasal haklar sınırlandırılmıştır. Kürt siyasi tarihini incelediğimizde, 1990’lı yıllara kadar pasif bir yapıda olan parti ve örgütlenme yapıları; “Halkın Emek Partisi” ile aktif bir karaktere bürünmüş ve yasal olarak kurulan ilk parti statüsünü kazanmıştır. Bu parti kurulduğu tarihten 3 sene sonra; Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış, siyasi örgütlenme 1992 yılında kurulan “Demokrasi Partisi” çatısı altında devam etmiştir. Fakat bu partinin de ömrü çok uzun olmamış ve 1994 yılında kapatılmış, yerine Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) kurulmuştur. Bu partileri “Demokratik Halk Partisi” ve “Demokratik Toplum Partisi” izlemiştir. “Anayasa Mahkemesi bahsi geçen siyasi partiler hakkında resmi dil yasasını ihlal etmek veya özerklik ve de federalizmi destekler nitelikteki beyanatlarıyla ayrılıkçı faaliyetler içerisinde bulunmak suçlamasıyla dava açmış ve bu partileri kapatmıştır.” (Ersanlı, Özdo-
ğan, & Uçarlar, 2012, s. 28). Kapatılan 5 partiden sonra 2008 yılında “Barış ve Demokrasi” partisi kurulmuştur.
Demokratik Açılımdan Çözüm Sürecine Demokratik açılım süreci; Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın 12 Ağustos 2005 yılında Diyarbakır konuşmasıyla gündeme gelmiş; bu konuşma sırasında, terör sorununun Türkiye’de sonlanması ve bu çerçevede demokratik adımların atılması gerektiğine vurgu yapılmış ve Demokratik Açılım Projesi 2009 yılında açıklanmıştır. BİLGESAM’ın yapmış olduğu araştırmaya göre, Türkiye’de Kürt sorunun nedeni “işsizlik, eğitim eksikliği, sosyokültürel talepler ve terördür” (Akyürek, 2011). Terör sorununun; işsizlik, eğitim eksikliği ve sosyo-kültürel talepler nedeniyle geliştiğine değinen rapor; demokratik açılım projesinin; amaç ve hedefler spesifik olarak belirlenip kamuoyuna sunulduktan ve uzlaşmacı bir ortam yaratıldıktan sonra başarılı olacağını belirtmektedir. Hükümetin 21 maddelik Demokratik açılımı kapsamında; Anayasa
Mahkemesi’nin siyasi partileri kapatabilmesi için beşte üç çoğunluk şartı getirilmesi, DGM’lerin kaldırılması, bölgesel kalkınma eylem planları, farklı diller üzerine tanınan imkânlar, TRT Şeş’in yayın hayatına başlaması gibi düzenlemeler yer almaktadır. Demokratik açılım ile birlikte; toplumun Kürt sorununa karşı bakış açısı değişmiştir. Önceki dönemlerde; Kürt sorunu ile ilgili tartışmalarda, düşüncelerini açıklamaktan çekinen kişiler, süreç içinde görüş ve fikirlerini özgür iradeleriyle belirtme fırsatını yakalamışlardır. Demokratik Açılım kapsamında ortaya atılan demokratikleşme paketi için; siyaset yapmaya çağrı ve siyasal kimliklerin varlığının ve farklılığının kabulü olarak iki temel dinamiğin yön verdiği söylenebilir (Ete, 2013).
Bunun yanında Türkiye’nin demokratikleşme paketini gündeme getirmesi; Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini de olumlu etkilediğini düşündürmektedir. Sürecin ilerleyen zamanlarında akademisyenler, yazarlar, sanatçılar gibi topluma mal olmuş 63 kişiden oluşturulan ve 7 bölgede çalışmalarda bulunan akil insanlar heyeti oluşturulmuş ve çözüm sürecinde toplumun tepkisini ve sürecin toplumsal olarak yarattığı etkiyi, oluşturdukları raporlarda sunmuşlardır. Türkiye gündeminde çözüm sürecine yönelik çalışmalar devam etmektedir.
Sonuç Yerine Türkiye’de kuruluş tarihinden itibaren etkisini sürdüren Kürt sorunu algısı, demokratikleşme sürecin başlaması ile birlikte değişime uğramış, önceden sahip olunan radikal fikirler; sorunun tanınmasıyla ve sorunun konuşulmaya başlamasıyla birlikte yavaş yavaş ılımlı bir kimliğe bürünmüştür. Peki, bu tarihe kadar; neden toplumda bu sorunun tartışılması için gerekli ortam yaratılmamış ve vatandaşlar bunun için cesaretlendirilmemişlerdir? Medyanın, toplumsal hafıza ve belleğin oluşturulmasındaki etkisi de göz önünde tutulduğunda basın, neden çözüm sürecine kadar Kürt sorununa karşı negatif bir duruş sergilemiş ve neden demokratik açılım ile birlikte bu algı pozitif yöne çekilmiştir? Kürt sorununun çözülmesi için; öncelikle, Kürt sorununu kabul etmek gerekir. Bunun yanında toplumun nabzını kontrol eden medya ve basın organları, toplumsal bilinç inşasında oldukça belirleyicidir. Medya ve basın; Demokratik açılım sürecine kadar Kürt sorununa yönelik kullanılan diliyle toplumda korku ve negatif algı yaratmış; çözüm sürecin-
den sonra gerçekleştirdiği “Kürt algısında dil reformu” ile önceden yarattığı negatif algıyı kırmaya çalışmıştır. Medya ve basın organları; toplumdaki olayları ele alırken tarafsızlığını korumalı, kullanılan dilde seçici olmaya özen göstermeli ve olayları aktarırken, geleceğe yönelik öngörülerde bulunarak; toplumsal huzur ve barışı en üst seviyede tutmaya çalışmalıdır. Bu açıdan bakıldığında; medya kanalıyla zihinlerde oluşan ön yargının yıkılması, yine medya kanalıyla süreç içinde başarılı adımlar atıldıkça gerçekleşecektir. Önemli noktalardan bir diğeri ise; Kürt sorunu çözülürken, bir Türk sorunu yaratma endişeleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Çözüm sürecinde; iki tarafın çıkarları korunarak; toplumda yeni bir bölünmeye neden olacak söylemlerden uzak kalınmalı ve birlikte hareket edilmelidir. Toplumsal barış; halkın iradesiyle halkın içinden ve birlikteliğinden doğar. Bu süreçte; halkın görüşleri, önerileri, duyguları, inançları ön planda tutularak; toplumun her kesiminden vatandaşlar bu sürece dâhil edilmelidir. Bu süreçte; sivil toplum kuruluşları halk ve kamu otoriteleri arasında bir köprü vazifesi görmeli ve toplumdaki sorunları çözebilmek için aradaki dengeyi korumaya çalışmalıdır. 1. Akyürek, S. (2011). Demokratik açılım ve toplumsal algılar : Bilge Adamlar Kurulu raporu. Aralık 3, 2013 tarihinde Bilgesam: http://www.bilgesam.org/tr/images/stories/rapor/demokratikacilim. pdf adresinden alındı 2. Bilir, F. (2012, Mart 6). Yeni Anayasada Vatandaşlık. Kasım 5, 2013 tarihinde Ankara Strateji Enstitüsü: http://www.ankarastrateji. org/yazar/prof-dr-faruk-bilir/yeni-anayasada-vatandaslik/). adresinden alındı 3. Bozarslan, H. (2010). Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği:Zımni Sözleşmeden Ayaklanmaya (1919-1925). A. Dieckhoff, & C. Jaffrelot içinde, Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek Kuramlar Ve Uygulamalar (D. Çetinkasap, Çev.). İstanbul: İletişim. 4. Demirağ, Y. (2002). Osmanlı İmparatorluğunda Yaşayan Azınlıkların Sosyal ve Ekonomik Durumları. kasım 15, 2013 tarihinde Ankara Üniversitesi Dergiler Veri Tabanı: http://dergiler. ankara.edu.tr/dergiler/19/1270/14615.pdf adresinden alındı 5. Ersanlı, B., Özdoğan, G. G., & Uçarlar, N. (2012). Tarihsel Arka Plandan Son Döneme. Türkiye Siyasetinde Kürtler Direniş, Hak Arayışı, Katılım. içinde İstanbul: İletişim. 6. Ete, H. (2013, Ekim 7). Demokratikleşme Paketi ve Çözüm Süreci. Kasım 8, 2013 tarihinde SETA: http://setav.org/tr/demokratiklesme-paketi-ve-cozum-sureci/yorum/12085 adresinden alındı 7. Hale, W. (2003). Direniş, Kuruluş Ve Diplomasi. W. Hale içinde, Türk Dış Politikası 1774-2000 (P. Demir, Çev.). İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. 8. Kemal, C. (2007, Kasım). Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi. Kasım 2, 2013 tarihinde http:// dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/790/10135.pdf adresinden alındı 9. Kirişçi, K., & Winrow, G. M. (2011). Kürt Sorunu Kökeni Ve Gelişimi. (A. Fethi, Çev.) İstanbul: Türk Vakfı Yurt Yayınları. 10. Mumcu, U. (1999, Aralık). Kürt İslam Ayaklanması (ÖZET). Ankara. 11. Selek, P. (2004). Barışamadık. Kasım 7, 2013 tarihinde http://www.google.com.tr/books?hl=tr&lr=&id=MIEmg86j O5kC&oi=fnd&pg=PA9&dq=dersim+isyan%C4%B1&ots =-Sqbt2DEm8&sig=Jc2q54cwmEN__5iafDQ00l-a7s4&red ir_esc=y#v=onepage&q=zilan&f=true adresinden alındı 12. Toprak, Z. (2011). Westphalia’dan Dersim’e Kürt Sorunu. T. Yıldırım, & T. Yıldırım (Dü.) içinde, Kürt Sorunu Ve Devlet Tedip Ve Tenkil Politikaları(1925-1947). İstanbul: Türk Vakfı Yurt Yayınları.
9
Ahmet SARICALAR, Selman YALVAÇ
Kemal Burkay:
“BİR 90 YIL DAHA ASLA!”
Fotoğraflar: Enes AKDOĞAN
Kürt Meselesi, Türkiye gündeminde yerini daima üst sıralarda koruyan önemli bir mesele. Ciddi manada hassas ve bir o kadar da suiistimal edilen bir konu. Aslında bizce konunun iki veçhesi var: Sorun ve çözüm. Konuyu dağıtmadan, objektif bir şekilde öncelikle sorunun tam manasıyla ne olduğunu konuşmak ve daha sonra çözüme yönelik fikirlerini almak adına yıllarını siyasete adamış ve Kürt kimliğinden dolayı ülkede ciddi sıkıntılar çekmiş olan Kemal Burkay’ı ziyaret ettik. Tecrübeli bir siyasetçi olan Burkay, genel olarak olumlu düşüncelere sahip olsa da süreçte birtakım eksiklikler olduğu kanaatinde. Temennisi ise 90 yılı böyle bir sorunla geçen bu ülkenin bir 90 yılının daha bu uğurda ziyan olmaması.
10
Ahmet SARICALAR, Selman YALVAÇ
Genç Barış: Kemal Bey, öncelikle bize bu fırsatı verdiğiniz için GBİ adına çok teşekkür ediyoruz. İsterseniz önce bir geçmişe gidelim.1937 yılında Tunceli Mazgirt’te doğdunuz. Çocukluk ve gençlik yıllarınız nasıl geçti? O yıllardaki Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan kısaca bahseder misiniz?
Kemal Burkay: Ben teşekkür ediyorum. Ben, Dersim Ayaklanması denen, gerçekte ise bir ayaklanma olmayıp Alevi-Kürt yerli halka yönelik planlı bir kırım ve sürgün olan 1937-38 Dersim olayı sırasında doğmuşum. Yani bölgede çok acı olayların yaşandığı bir dönemde. Mazgirt yöresinde herhangi bir çatışma yaşanmadığı için kitlesel kırım ve sürgün olmadı. Ama yine de yöre halkı olup bitenlerden payını aldı. Yaşam koşullarının çok zor olduğu bir dönemdi. Köylerde kapalı ekonomi geçerliydi. Yani pazarla ilişkiler çok sınırlıydı; köylü evini, kullandığı araçların çoğunu, giyim eşyasının bir bölümünü bile kendi yapardı. II. Dünya Savaşı döneminde ise tam bir kıtlık yaşadık. Eğitim düzeyi çok düşüktü, pek az köyde okul vardı. Ben o yıllarda okuma şansı bulan pek az çocuktan biriyim. İlkokuldan sonra yatılı eğitim yapan Akçadağ Köy Enstitüsü’ne girdim. Okulu bitirdikten sonra Van’ın ve Ankara’nın köylerinde üç yıl öğretmenlik yaptım. Daha sonra Ankara Hukuk Fakültesi… Hem çalıştım, hem okudum. Bir bakıma göbeğimi kendim kestim. Daha köy enstitüsü döneminde edebiyata, sanata merak sardım. 18 yaşımdan itibaren hikâye ve şiirler yazdım. Fakülte yıllarında (1956-60) Kürt sorunu ve sol düşünceyle
tanıştım. 1964 yılında Avukatlığa başladım ve çok geçmeden de siyasete atıldım. Siyasi ve edebî hayatım bugüne kadar bir arada süregeldi. Anılarımın 1. Cildinde çocukluk ve gençlik yıllarımı bir roman havasında yazdım ve bu eser İstanbul’da Deng Yayınları tarafından yayınlandı.
Genç Barış: 1972-1974 ve 1980-2011 yılları arasında olmak üzere iki kez yurt dışına çıktınız ve 33 yılınızı Türkiye dışında geçirmek zorunda kaldınız. Bu süreçte neler hissettiniz ve doğup büyüdüğünüz topraklardan uzak kalmanız ülkenize olan bakışınızı ne yönde etkiledi?
Kemal Burkay: Her ikisinde de askeri darbeden kaçtım. Yurt dışına ilk çıkışım 12 Mart dönemine rast geldi. 1972’de çıktım ve 1974 yılında genel af çıkınca döndüm.
İkinci çıkışım 1980 darbesi öncesi idi. Bu kez gurbet yaşamı uzun sürdü ve yurt dışında 31 yıldan fazla kaldım. İster iş bulmak ve okumak için, ister sürgün olarak çıkın, yurt dışında hayat zordur. İkincisi daha da zordur, çünkü hem yurdu isteyerek terk etmiş değilsiniz, hem de istediğiniz zaman dönemezsiniz. Bazen eşinizi, çocuklarınızı bırakıp gitmek zorunda kalırsınız. Benimkisi böyle oldu. İkinci çıkışımda Türkiye’de kalan iki kızımı ancak 15 yıl sonra görebildim. 1981 yılında, ölen annemin ve babamın mezarlarını, ancak 2011 yılında yurda döndükten sonra ziyaret edebildim. Gurbette yakınlarınıza, doğup büyüdüğünüz topraklara ise büyük özlem duyarsınız. Ben bunu şiirlerimde yansıttım. Öte yandan bizim sürgün yıllarımız geçmişe oranla avantajlı sayılırdı. Avrupa’nın tüm ülkelerinde işçi ve öğrenci olarak gelmiş, zamanla bir bölümü bu ülkelerin iş hayatına karışmış çok insanımız ve onların kurduğu dernekler vardı. Bu nedenle hiç yalnızlık çekmedik. Siyasal ve kültürel çalışmaları yurt dışında da sürdürdük. Hatta ülkede yasaklı olan Kürt kültürü Avrupa ülkelerindeki elverişli ve özgür ortamda çiçek açtı.
Genç Barış: 1970’li yıllarda hakkınızda birçok nedenle dava açıldı. Hatta yazdığınız bir makaleden dolayı hapis de yattınız. O günlere kıyasla bugün Türkiye’nin hukuk ve demokrasi konusunda geldiği noktayı nasıl görüyorsunuz?
Kemal Burkay: İlk tutuklanışım 1967 yılında idi. Bir dergide çıkan Kürt sorunuyla ilgili bir makalem yüzünden 4,5 ay tutuklu kaldım. O zaman Kürt sorunun11
dan söz etmek, hatta Kürt var demek ya da Kürtçe yazmak suç sayılıyordu. Bu nedenle Kürt aydınlarına yönelik birçok davalar açıldı, zaman zaman toplu tutuklamalar, yargılamalar oldu. 12 Eylül dönemi ise zaten tüm ülke için bir karabasan dönemi idi. Şimdi o yıllara bakınca elbette önemli bir değişim var. Kürt sorunu gazete ve televizyonlarda yaygın biçimde tartışılıyor, Kürtçe yayınlar rahatça basılıyor, TRT’nin bir kanalı 24 saat Kürtçe yayın yapıyor ve bazı üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri açıldı. Ancak atılan bu olumlu adımlara rağmen hâlâ sorunu temelinden çözmüş değiliz. Buraya kadar gelinmesi, Cumhuriyet dönemini sayarsak 90 yıl aldı. Umarım sorunu tümden çözmek bir 90 yıl daha almaz.
Genç Barış: Uzun süredir ülkenin en önemli meselesi olan Çözüm Süreci’ne gelirsek, siz Kürt Meselesini nasıl okuyorsunuz, sizce bu sorunun temelinde ne yatıyor? Bu meselenin geldiği noktayı ve Çözüm Sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu sürecin geleceğine yönelik öngörüleriniz nelerdir?
Kemal Burkay: Sorunun temelinde Lozan Antlaşması’nın ardından Kürtlerin yok sayılması, Kürt dili ve kültürünün yok sayılması, baskı ve asimilasyonla yok edilmek istenmesi var. Oysa Kürtler I. Dünya Savaşı’nın ardından Anadolu yabancı işgaline uğradığında Türklerle birlikte işgale kar12
şı direndiler. Ama daha sonra Anadolu’nun çok renkli toplumsal yapısı yok sayıldı ve tek bir etnik gruba, Türk unsuruna dayalı bir ulus inşa edilmek istendi. Bu politika tepki gördü. Daha imparatorluğun son döneminde var olan Kürt sorunu bu nedenle Cumhuriyet döneminde de sürüp geldi ve daha da büyüdü. Son 30 yıllık çatışma dönemi her iki halka da çok büyük bedellere mal oldu. Sonunda sorunun inkâr, baskı ve şiddet yöntemleriyle çözülemeyeceği her iki tarafça da anlaşılır oldu ve hem Kürt gerçeği kabul edildi, hem de barışçı çözüm yöntemleri aranır oldu. Önce “Açılım” süreci diye bir süreç yaşandı, şimdi de “Çözüm ve Barış Süreci” olarak nitelendirilen süreç ile karşı karşıyayız. Kanımca bu ikisi, yani barış ve çözüm bir birine bağlı. Adil bir çözüm olmadan barış olmaz. PKK’nin silah bırakması önemli bir adım olacaktır. Ama bu tek başına çözüm olmaz. Çözüm Kürt halkının tüm temel haklarının tanınmasıdır. Adil bir çözüm eşitlik temelinde olabilir, olmalıdır. Bu bize göre federal sistemdir. Dünyanın pek çok ülkesinde benzer sorunların çözümü ve birlikte yaşamak için en uygun biçim olarak federasyon benimsenmiştir. Böylesine kalıcı, köklü bir çözüme varmak elbet kolay değil. Süreç inişli çıkışlı olacaktır. Ama sonunda kanımca varılacak yer budur.
Genç Barış: Toplumda bazı kesimler tarafından ortaya atılan şöyle bir görüş var efendim: “Kürt sorunu yoktur aslında,
bu sorun terör sorunudur.” Terör sorunu, Türkiye için bir tehdit oluştururken Kürt sorununun Kürt kimliği bakımından bir tehdit oluşturduğunu söyleyebilir miyiz? Aradaki fark kimliklerin hayatta kalma mücadelesiyle devletin ayakta kalma mücadelesi olarak gösterilebilir mi? Sorun Kürt sorunu olarak tanınmaya başladığında terör sorununun kendiliğinden çözüleceğini düşünüyor musunuz?
Kemal Burkay: Kürt sorunu eşitlik temelinde ve barışçı yöntemlerle çözülmediği ve Kürt halkının hak taleplerine baskı ile cevap verildiği için bu ülkede şiddet yaşandı. Terör denen şey, yani şiddet bu yanlış politikanın ürünüdür. Sorunu bir terör sorunu gibi gösterenler, bu yanlış politikayı izleyenler oldu. Kürtlerin varlığı bu ülkenin gerçeği. Kürt kimliğini ve Kürt halkının temel haklarını tanımanın Türk halkına, ya da devlete hiçbir zararı yok. Eğer iki halk bir arada barış içinde yaşayacaklarsa Kürtlere eşit haklar tanınmalı ve devlet buna uygun şekilde biçimlenmeli, yani federal sisteme geçilmeli. Dünyada böylesine onlarca devlet var. Eğer devlet Kürtlerin de devleti olacaksa yolu budur. Eşitliğin ve Kürtlerin de özgür olmalarının Türk halkına neden zararı olsun? Zarar bunun tam tersidir. Kürtler baskı altında oldukça, eşit olmadıkça ülkede barış ortamı oluşmaz, kavga dövüş devam eder ve kaynaklar bu gereksiz boğuşmada heder olur; ülkenin gelişmesi, demokratikleşmesi sekteye uğrar.
Yaşadığımız 90 yıllık deneyim bize bunu gösterdi.
Genç Barış: Yine benzer şekilde Sırrı Süreyya Önder geçen sene “Kürt sorunu değil Türk sorunu vardır. Türkün ötekisi Kürt olmadı. Kürt her zaman yok sayılan bir durumda” dedi. Bu durumu siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce de son zamanlar gündemin en önemli maddesi olan Kürt Meselesi Türk Sorununa yol açabilir mi?
Kemal Burkay: Bazıları Kürtlere hakları tanınırsa bir “Türk sorunu” çıkar diyorlar. Bu gülünçtür. Yani Türkler Kürtlerin kendileriyle eşit haklara sahip olmasını istemezler mi, kazan mı kaldırırlar? Böyle düşünmüyorum. Ben Türk halkının bu konuda politikacılardan ve aydın geçinen pek çok kişiden daha ileri, daha anlayışlı olduğu kanısındayım. Elbet Kürt sorununa, devlete ve ulusal çıkarlara ilişkin olarak egemen güçlerin yıllar yılı yaptıkları propagandanın toplumda yarattığı olumsuz koşullanmaları, ırkçı-şoven değerleri önemsiz bulmuyorum. Ama bunu aşmak mümkündür. Dahası işin ilginci, böylesi ilkel bir anlayışa tutsak olanlar, en çok da kendilerini halkın üstünde gören siyasiler ve aydınlardır. Halk çok daha gerçekçidir, ayakları yere basar. Kürt sorunu da bir bakıma işte bu tür siyasilerin ve aydınların eseridir. Onlar bu yanlış politikada ısrar etmezlerse, diğer bir deyişle onlar gölge etmezlerse, ortaya bir “Türk sorunu” çıkmaz.
gündeme geldiğini ve en çok konuşulan konulardan birinin Kürtçe yayın yapan TRT-Şeş’in hayata geçmesi olduğunu biliyoruz. Öte yandan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 30 Eylül 2013’te kamuoyuna açıkladığı Demokratikleşme Paketi’nde yer alan ‘özel okullarda Kürtçe eğitim serbestisi’ maddesi de aynı şekilde ülke gündemini çok meşgul etti. Sonuç olarak, Kürtçe anadilde eğitimin Kürt meselesi tartışmalarında her zaman ön plana çıktığını görüyoruz. Anadilde eğitim ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Anadilde eğitimin bölünmeyi tetikleyici bir etken olduğu yönündeki görüşler hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Kemal Burkay: Anadilde eğitim tüm halklar, tüm insanlar için ana sütü kadar helal ve temel bir haktır. Bunun tartışılması bile ayıptır, ilkelliktir. Türkiye bunu Bulgaristan’daki Türkler için savunmadı mı? Balkanlar’daki, Ortadoğu’daki Türk toplulukları için savunmuyor mu? Ama iş Kürtlere gelince hemen bazı çevrelerin ezberi şaşıyor, tüm topluluklar için geçerli olan bir hak Kürtlere uygun bulunmuyor. Onlar anadilde eğitim görürlerse ülke bölünürmüş(!) Böylesi bir mantık gülünç değil mi? Kürtler anadilde eğitim görürlerse besbelli ülke bölünmez, ama bu ülke büyük bir ayıbından daha kurtulur. Anadilde eğitim serbestîsi ise özel okullarla sağlanamaz. Bu ilkokuldan üniversiteye kadar geçerli olması gereken bir haktır. Örneğin Federal
Irak’ta Kürtçe ikinci resmi dildir ve aynı zamanda eğitim dilidir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin sınırları içinde 15 üniversite var ve bunlarda ağır basan eğitim dili Kürtçedir, onun yanı sıra İngilizce ve Arapçadır.
Genç Barış: Yaşanan gelişmelerin ışığında çözüm sürecini tüm yönleriyle ele alırsak aslında ortada bir belirsizlik söz konusu. BDP ve Abdullah Öcalan’ın tam olarak ne talep ettiği ve hükümetin bu isteklere ne ölçüde cevap vereceği konusunda kafalarda hâlâ soru işaretleri var. Sürecin devam edip etmeyeceği hususunda da ciddi soru işaretleri var. Devletin süreci devam ettirecek planının ve bir yol haritasının olmadığı da tartışılıyor. Varsa da kamuoyu ile paylaşılmadı bugüne dek. Sizce hangi adımlar atılmalı ve nasıl bir yol haritası çizilmeli?
Kemal Burkay: Çözüm ve barış süreci MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la Öcalan arasında İmralı’da yapılan görüşmelerin ardından kamuoyuna duyuruldu. Ama neler konuşuldu, izlenecek yol yöntem ne, çözüm neleri kapsıyor, bu pek belli değil. Topluma açıklanan şu oldu: PKK silah bırakacak ve ilk elde silahlı güçlerini sınır ötesine çekecek. Biz PKK’nin silah bırakmasını öteden beri istiyoruz. Hatta bunun için hiçbir koşul ileri sürmesine gerek yok diyoruz. Çünkü silahın ve şiddetin sorunun çözümüne hizmet etmediği, tam tersine engel olduğu kanısındayız. Ancak tek başına
Genç Barış: Kürt Meselesinde bir sonuca varılmasının Türkiye’de yaşayan diğer unsurların (Aleviler, Ermeniler, Romanlar vs) sorunlarının çözümünde anahtar rol oynayabileceği yönünde bir argüman var. Sizin bu konuda düşünceleriniz nelerdir? Yani Kürt Meselesi çözüldüğünde pek çok açıdan çok daha demokratik bir Türkiye karşımıza çıkabilir mi?
Kemal Burkay: Kürt sorununun çözümü elbette otomatik olarak Alevi sorununu ve diğer sorunları çözmez, ama ülkenin iç barışı ve demokratikleşmesi yönünde yeni ve uygun bir ortam yaratarak onların çözümü için yolu açar. Kürt sorunu bir bakıma barış ve demokrasinin önündeki yolu kapayan büyük taştır. Bu engel kalktığı zaman ülkedeki iklim çok değişir. Kürt sorununun çözümüyle Türkiye prangalarından kurtulur, ülke kaynaklarını demokratikleşme ve gelişme yolunda seferber eder.
Genç Barış: Demokratik açılım ile başlayan süreçte bir takım düzenlemelerin 13
bununla Kürt sorunu çözülmüş olmaz. Kürt sorunu tüm cumhuriyet dönemi boyunca vardı, ondan önce de vardı. Bu sorun adil ve uygar biçimde çözülmediği için sorunlar yaşandı ve PKK de bunun bir ürünüdür. PKK bir neden değil, sonuçtur. Sorun ortadan kaldırılacaksa nedenleri ortadan kaldırılmalı. Diğer yandan, hem çözüm adına Öcalan’ın Kürtler için ne istediği belirsiz, hem de bu sorun çözülecekse, kapalı kapılar ardında bir kişi ile görüşmekle olmaz. Sorunun muhatapları bellidir. Kürt siyasi hareketidir ve biz de HAK-PAR olarak bu taraflardan biriyiz. Görüşmeler şeffaf olmalı, tarafların talepleri ve izlenecek yol bilinmeli, uzlaşma sağlanmalı ve kamuoyuna açıklanmalı. Güven böyle oluşur. Oysa hükümetin bu konuda kamuoyuna sunduğu ciddi, kapsamlı bir proje yok. Böylesine büyük sorunların çözümü için köklü adımlar ve cesaret gerekir. Ayrıca hükümet sorunu çözmeye hazır ve istekliyse, bunun için kimseyle pazarlık yapmadan da adım atabilir, Kürt halkının temel haklarını tanıyabilir. Bence bir halkın hakları pazarlık konusu olmamalı.
Genç Barış: Bu arada yakın zamanda 28 Aralık 2011 günü yaşanan 2.senesine girmiş elim bir Uludere olayı var. Burada emri verenlerin/faillerin bulunamadığı veya kas14
ten ortaya çıkarılmadığı bir durum söz konusu. Uludere olayı hakkında düşünceleriniz nelerdir, sürece olan etkisi ve söz konusu olayın bölge halkının uzun süredir inşa edilmeye çalışılan devlete güven duygusuna olan etkisi bakımından yarattığı sonuçlar nelerdir?
Kemal Burkay: Uludere-Roboski’deki bombalama, kanımca açılım sürecinden rahatsız olup çatışmanın sürmesinde yarar gören odakların bir eylemiydi, bir provokasyondu. Böylece aynı zamanda hükümeti köşeye sıkıştırmaya, sizin de belirttiğiniz gibi, taraflar arasında güveni sarsmaya yönelikti. Ama ne yazık ki hükümet olayın üstüne gitmedi, sorumlular bugüne kadar ortaya çıkarılıp kendilerinden hesap sorulmadı. Genç Barış: Hukuk ve demokrasi ışığında Çözüm Süreci’nden bahsettik. Aslında gündemi zaman zaman meşgul eden bir mesele daha var. Meclise girecek siyasi partilerin belirlenmesini sağlayan seçim barajının Türkiye’de %10 oranında olması özellikle Kürt siyasi hareketleri tarafından eleştiriliyor ve baraj oranının düşürülmesine yönelik talepler gündeme geliyor. Bu oran düşürüldüğü takdirde, siyasi anlamda özellikle demokratik açıdan temsil gücünün artacağını ve böylelikle meselenin
politika yoluyla çözülmesinin mümkün olacağına inanıyor musunuz?
Kemal Burkay: %10 barajı demokrasi açısından, adil temsilin önünde bir engel olmaktan öte, büyük bir ayıptır. Bununla hem Kürtlerin hem de solun önüne bir duvar kondu. Geçmişte koca koca partiler itiraz etmedikleri bu tuzağa kendileri takıldılar. Kürtler bağımsız adaylarla bunu bir ölçüde aştılar, ama sorun hâlâ önemini koruyor. Bence barajı % 3’e indirmek de sorunu çözmez. Adil bir temsil sistemi için, 1960’ların başındaki barajsız nispi temsil sistemine dönmeli, her parti aldığı oy oranında parlamentoda temsil edilebilmeli. Örneğin eğer bir partinin oyları, geçerli oy sayısına göre bir ya da iki parlamenter çıkarmaya yetiyorsa neden parlamentoya girip sesini duyurmasın? Böylesi bir değişim, barışçı, demokratik siyaseti güçlendirir.
Genç Barış: Zaman ayırdığınız için GBİ ekibi adına teşekkür ediyoruz Kemal Bey.
Kemal Burkay: Ben teşekkür ediyorum. Barış adına yaptığınız güzel çalışmaların artarak devam edeceğine inanıyor, kolaylıklar diliyorum. gbi@gbi.org.tr
16
PERSPEKTÄ°F
İspanya... Bu coğrafyaya adım attığınız ilk anda iki șey dikkatinizi çekiyor: Sokakları süsleyen mis kokulu rengarenk çiçekler ve gözünüzü alamadığınız eșsiz çeșmelerle fıskiyeler. Bunca yıkıma rağmen hala kendinizden bir șey bulabileceğiniz, kendinizi evinizde hissedeceğiniz bir coğrafya... Adını cenneti andıran bahçelerine yansıyan güneșin kızıllığından alan AlHambra Sarayı’nın olduğu Granada, mahzun mescid Kurtuba’nın bulunduğu ve önemli İslam alimi İbn-i Rüșt’ün memleketi Cordoba, en iyi Flamenko dansının yapıldığı Sevilla ve Antalya’yı andıran müthiș denizi ve sahilleriyle turistik șehir Malaga....Ve daha niceleri... ”Bizi” gerçekten tanımak ve tarihte yolculuğa çıkmak isteyenler için gerçekten gidilmesi gereken bir coğrafya İspanya... Fotoğraflar: Ahmet KESKİN
Sevilla Reales Alcazares (Alcazar Sarayı) 17
Cordoba- Eski Yahudi Mahallesi
Cordoba- Roma Köprüsünden Kurtuba Camii 18
Granada - Alhambra Sarayı
Cordoba’daki Feria Festivalinden
Cordoba-Kurtuba Camii İçi 19
Cordoba-Kurtuba Camii içerisinde Cami ve Katedralin birleştiği yer
Malaga- Alcazaba de Malaga (Alcazaba Kalesi) 20
Granada-Alhambra Sarayı Bahçeleri
Sevilla- Plaze de Espana (İspanya Meydanı) 21
Emre AKKAȘ
TEZATLARIYLA VE ELEŞTİRİLERİ İLE MARXİST İDEOLOJİ Emre AKKAȘ
Aleksandr Soljenitsin, Soğuk Savaş döneminde ve savaş sonrasında öğretileriyle tarihin akışını değiştiren, Marx ve Komünizm’in önemli bir eleştirmenidir. Soljenitsin özellikle de Rus komünizmini sert bir dille eleştirmiştir. Onu döneminin en önemli düşünürlerinden biri yapan nedenlerden birisi de Rus komünist rejiminden gelmesi, Gulag işçi kamplarında (hapishanelerinde) dayanılması güç şartlar altında yaşaması ve bizzat Rus komünist rejiminin uyguladığı sert ve acımasız yasaklardan etkilenmesidir. Kendi hükümeti tarafından ülkesinden sürgün edildikten sonra ABD’ye yerleşmiştir. O 22
dönemde Amerika ve Rusya arasındaki çetin rekabete rağmen, Soljenitsin, Batı ve Amerika hakkında da her zaman açıkça eleştirel duruşunu korumuştur. Eleştirel bakışının nedeni sadece komünizmi ve onun büyük düşünürü Marx’ı kritize etmek değil aynı zamanda Marksizm’in gördüğü ilgiyi ve onun cazibesini anlama çabasından kaynaklanmaktadır . Soljenitsin’in komünizm ve Marx eleştirileri birçok açıdan eşsizdir, fakat özellikle bir nokta onun, Marx ve komünizme yönelik pek çok düşüncesi arasında öne çıkmıştır. Ona göre, birçok düşünürün dile getirdiği gibi Ruslar, Marx’ın
öğretilerini yanlış anlayıp uyguladıkları için değil bilakis Marx’ın fikirlerini aynen uyguladıkları için başarısız olmuşlardır. Yani Soljenitsin’e göre sorun, Marx’ın öğretilerinin Rus toplumunca ve hükümetince yanlış uygulanması değil teorinin bizatihi kendisindedir. Bu makalede, James F. Pontuso tarafından yazılan “İdeolojiye Saldırı (Orijinal adı: Assault on Ideology”) adlı kitaptan yola çıkılarak Marx’ın ideolojisi, Alexandr Soljenitsin, John Locke, Jean Jacques Rousseau ve St. Augustine’inkilerle karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır.
Tezatlarıyla ve Eleștirileri ile Marxist İdeoloji
Yeryüzü ve Tanrı’nın Şehri St. Augustine kilisenin kurumsallaşmasına katkıda bulunmuş ve felsefesini Tanrı’nın varlığını merkeze alarak kurmuş bir düşünürdür. Öğretileriyle tarihin akışını değiştiren ve Tanrı’ya inanmayan radikal bir Aydınlanma filozofu olarak Marx, temelde St. Augustine’den farklıdır. St. Augustine’e göre iki sevgi tarafından iki şehir oluşturulmaktadır: Beşeri sevgiden dolayı kurulan ‘yeryüzü şehri’ ve ilahi sevgi neticesinde kurulan ‘Tanrı’nın şehri’dir. Bu sebeple Tanrı’nın şehri Tanrı’nın emirlerine göre yönetilirken yeryüzü şehri ise kişisel çıkar ve materyalist arzuya göre yönetilir. St. Augustine’e göre Tanrı’nın şehrinde yaşamak yeryüzü şehrinde yaşamaya tercih edilmelidir. Ona göre Tanrı şehrindeki her şey Tanrı’nın kelamıyla yönetilir ve Tanrı’nın emirlerlerine uyan kişiler iyilik, karşı çıkanlar ise kötülük bulur. St. Augustine’in oluşturduğu bu en iyi şehirde iyi ve kötü kavramları kullanılırken Marx bu kavramlar yerine ‘ilerici ve gerici’ kavramlarını kullanmayı tercih etmektedir. İyilik ve kötülüğün Tanrı’nın buyruklarına uyulup uyulmaması olarak bakılmasına Marx’ın karşı çıkışının temel nedeni onun Tanrı’yı inkar etmesidir. Bu yüzden var olmayan bir şeye göre hareket etmek akla hayale sığmaz bir varsayımdan öte değildir. Marx Tanrı’ya olan inançsızlığını ‘Tanrı’ya inanma insanlığı küçültür. İnsan Tanrı’ya dayandıkça, bağlandıkça kendini o kadar daha az değerli kılar” şeklinde açıkça dile getirmiştir. Marx daha çok maddi refahla ilgilenmektedir. O, dini insanları maddi dünyada daha az etkili bir mücadele vermelerine yol açan bir vehim olarak görmektedir.
Kutsal Devlette Barış İnancı St. Augustine için insanoğlunun çöküşü, Adem ve Havva’nın çöküşüdür. Onlar cennetten atılmalarına sebep olan bir hataya düşerler. St. Augustine problemin insanoğlunun düşüşünden kaynaklandığını varsayar. Eğer ilahi aşka ulaşılırsa, problemlerin ortadan kalkacağını ve barışın her yerde hakim olacaktır. Kötülüğün olmadığı bir tabiat olabileceği fakat iyiliğin olmadığı bir tabiat olamayacağı için bu barışın sağlanabileceğini düşünür. Çünkü, iyilik ve sevgi baskındır. Onlar olmadan kötülük bile var olamaz. Marx’a göre ise dünyadaki problemlerin temel nedeni yanlış dünya düzenidir. Bu da insanların hayatlarını sömüren kapitalizmdir ve komünizme sebebiyet veren her şey iyidir ve yenilik-
çidir. Aslında “iyilik” Marx’ın düşüncesine göre çok da uygun bir tabir değildir. Toplumdaki iş gücünün dağılımı ve eşitsizlik problemlere sebep olur. Bu yüzden, eşit bir toplumun inşası ve özel mülkiyetin kaldırılması sonucu herkesin arzu ettiğini elde edebileceği bir devlet oluşur. İki düşünürün de farklı kaynaklarla yaşadıkları dönemin sorunlarına eğilmeleri, dünyadaki sorunun temel nedenini farklı olarak algılamalarına ve tamamen farklı çözüm önerileri getirmelerine sebep olmuştur. Marx’ın bakış açısı onu dünyanın kendisine ve ekonomiye endekslerken St. Augustine ise gerçeği görmek için dünyadaki maddeleri aydınlatan bir ışığa ihtiyaç olduğunu söylemektedir. Yine barışın hayatlarımıza hakim olmasının ancak Tanrı’ya inanmakla mümkün olabileceğini belirtir.
İlkel Hayattan Sosyal Hayata Geçişteki Sorunsallar Rousseau’ya göre insanoğlu doğuştan kötü değildir. Ona göre ilkel yaşamdan toplumsal ve birlikte yaşama geçilmesiyle birlikte insanlar arasında etkileşim başladı ve oluşan bu sosyal hayat sonucunda insanlar daha sorunlu ve kötü olmuşlardır. Rousseau’ya göre medenileşmek zahirde insanlığı ileriye götürüyormuş gibi gözükse de aslında medenileşmenin getirdiği sorunlu ve kötü hayat dolayısıyla insanlık geriye doğru gitmektedir. Stephen J. Tonsor “Totaliter Demokrasinin Babası” adlı kitabında insanlık tarihini üçe ayırarak Rousseau’nun yaklaşımına yönelik görüşlerini belirtmiştir. İlk kısım, insanın ilkel doğasıdır. Rousseau’ya göre bu durum makuldur ve sorunlu de-
ğildir. İkinci kısım, insanoğlunun medeniyetin gelişmesiyle birlikte yanlışa doğru sürüklenmesidir. Üçüncüsü ise insan toplumunun yeniden inşası olan totaliter kısımdır. Rousseau’ya göre insanlar arasında toplumsal bir sözleşme imzalamak ve onları halk iradesi altında birleştirmek insanları karekterlerini yenilemeye ve düzeltmeye iterken insanoğlunun özünde iyi olan tabiatına göre yeniden şekillenmesine vesile olacaktır. Marx’a göre ‘insan ırkı hayvanlardan irade sahibi olmaları özelliğiyle ayrılır.’ Marx insanın doğasını materyalist dürtüler ve ihtiyaçlar tarafından yönlendirilen maddi bir kalıba indirger. Yukarıda da belirtildiği gibi Rousseau ne kadar medenileşirsek o kadar geriye gittiğimizi ifade ederken Marx aksini iddia ederek ne kadar medenileşirsek o kadar ileriye gittiğimizi savunuyor. Rousseau insanın doğasının yıkımını medeniyete atfederken Marx insan doğasının yenilenmesini ve iyileşmesini medeniyetin gelişmesiyle ilişkilendiriyor. Bu da Marx’ın daha iyi bir toplum için büyük ölçekli bir değişiklik olarak gördüğü devrimin daha medeni ve sanayileşmiş bir toplumda başlayacağına inanmasına yol açıyor. Ona göre ileri gelişmişliğe sahip toplumlar daha iyi ve daha yenilikçi toplumlar oldukları için kolaylıkla doğruyu görebiliyorlar ve onu elde etmek için bir şeyler yapmaları daha kolay oluyor. İnsan doğasına yönelik farklı görüşlere rağmen, her ikisi de insan doğasının toplum tarafından etkilendiğini ve insanı kötülüğe iten şeyin insan doğası değil de toplum olduğunu düşünüyor. İki filozofun görüşlerini kısaca özetlemeye çalışırsak Rousseau bizlerin toplumun bir ürünü olduğunu iddia ederken Marx insanların sistemden dolayı suç işlediklerini iddia ediyor. Yani kapitalizm insanları suç işlemeye ve kötü olmaya itiyor. Marx aynı zamanda özün var olmayla belirlendiğini savunuyor. Bu nedenle insanoğlunda aslında iyi bir öz olmadığına, fakat bunun tamamen çevre ve sistem tarafından belirlendiğine inanıyor. Rousseau “Toplum Sözleşmesi”nin insanoğlunun kendini geliştirmesini ve özünde iyi ve masum olan doğasına geri dönmesini sağlayacağını öne sürüyor. Marx’a göre de Komünist rejimin inşasından sonra eşitlik sağlanacak ve insanların kötü olmalarına yol açan eski burjuva rejiminin etkileri ortadan kaybolacaktır. Marx, bu ortak ve eşit hayat tarzıyla insanların aradıkları ve istedikleri şeyleri eşit bir biçimde bulabileceklerini iddia etmektedir. Fakat, Soljenitsin özün 23
Emre AKKAȘ
var olmayla belirlendiği Marxist görüşe karşı çıkmaktadır. Soljenitsin, Gulag işçi kamplarındaki insanlardan yola çıkarak “bazı kişilerin şartların kendilerini belirlemelerine izin verseler bile, bu gerçek Marx’ın teorisinin doğru olduğunu kanıtlamadığını, sadece bazı bireylerde manevi kuvvetin eksik olduğunu gösterdiğini” ifade eder. Bu nedenle, Soljenitsin insanların kötü davranmalarının tek sebebinin sistem ve dış kuvvetler olduğuna katılmıyor. Ona göre insanın varoluşunda çevresel koşullardan bağımsız olarak insan davranışına yön veren bir şeyler vardır.
Özgür İnsan Rousseau’nun toplumun inşasından ve medenileşmedeki gelişmelerden sonra insanın iyiden kötüye doğru değişimine inandığından bahsetmiştik. Çok meşhur bir sözünde de şöyle diyor “insan özgür doğar fakat her yerde zincire vurulmuştur.” Zincir benzetmesi herkesi tek vücut haline getiren halkın iradesine bağlı toplumu temsil ediyor burada. “Bireylerin herkesle bütünleşirken aynı zamanda eskisi kadar özgür kalabildikleri, sadece kendi kendilerine itaat edebilecekleri her bir ortaklığın mallarını ve bireyi ortak güçle birlikte savunacak ve koruyacak topluluk biçimini bulma”yı sağlayacak çözümün Toplum Sözleşmesi olduğunu savunmuştur. Halk iradesi her zaman toplumun iyiliği içindir. Bu bireylere değil, geniş kitlelere yöneliktir. Kendi fikirleri ve arzularına bakmaksızın bütün insanların yaşayabilmesi için ona
24
ait olması gerekir. Toplum içerisinde bir şeye karar verilecekse, çoğunluğun oyu hepsini kapsayıcı olmalıdır. Bu durumu şu sözünde belirtiyor “bu ilkel sözleşme dışında, çoğunluğun oyu her zaman geri kalan herkesi kapsar.” Halkın iradesi, bireysel çıkarlar yerine insanların çoğunluğunun oyuyla yansıtılan toplum çıkarı içindir. Marxist bakış açısı da aynı şeyi teoride yapmaya çalışıyor. Fakat fikirleri Rousseau’ninkinden oldukça farklı. Marx tarihsel determinizme inanıyor, yani tarihin belirli şeyleri beraberinde getireceği dönüşü olmayan bir yöne doğru gittiğine. Marx bu kapitalizm dönemi sonrası komünizmin hakim olması gerektiğine inanıyor. Böylece komünizmi getirmek için her türlü eylemde bulunmak haklı gösterilecek. Soljenitsin Marx’ın tarihe yönelik teorisinin yanlış olduğunu ifade ediyor; sosyalizmin ne kaçınılmaz bir şey olduğunu ne de esasen seçmeye değer bir şey olduğunun altını çiziyor. Yine Soljenitsin şöyle devam ediyor “Marx’ın tarihsel determinizmini benimsemek için, kişi tarihin planının bütün kötü eylemlerde, çekilen acılarda ve dehşette iş başında olduğunu kabul etmek zorunda. Toplum uğruna takip edilmesi gereken halkın iradesi olmadığını ön kabul alarak Marx’ın determinizmi komünizmin gelmesi gerektiğini ve bu komünizm adına yapılan her şeyin doğru olduğunu öne sürüyor. Bu felsefi alt yapının SSCB hükumetlerinde görülen acımasızlığın ve keyfi uygulamaların meşrulaştırıcısı olduğunu görmek mümkün. Uygulamaları Rus halkının geneline yöneliktir. Marx’ın
kaçınılmaz komünizmi, Rus halkına iyi şeyler sunmak yerine, onlara dayanılmaz derecede kötü şartlar ve yoksulluk getirdi.
Birleştirici Güç Olarak Toplum Sözleşmesi SSCB’de insanlar dayanılması güç şartlar altında çalışmak zorunda oldukları Gulag’larda feda edildiler. Marx’ın istediği hızlı endüstrileşme aşamasına ulaşmak için araç olarak görülen insan gücünü sağlamak için birilerinin feda edilmesi gerekliydi. Bu yüzden, amaçlarına ulaşmak için bu insanları kullandılar. İnsanların değeri hayvanlarınki kadardı artık. Lenin ve Stalin tarafından uygulanan tüm bu acımasızlıklar ve katliamlar açıkça gösteriyor ki amaç son aşamaya gelmekti ve bu süreçte yapılan her şey mübah ve mümkündü. İnsanları komünist devlete feda ettiler. Rousseau ve Marx bu noktada da farklıydılar. Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nin temel amacı insanları gözden çıkarmadan onların korunması ve reformasyonudur. Yukarıda da bahsedildiği gibi Rousseau Toplum Sözleşmesi’ni insanların özgürlük içinde yaşayabildikleri birleştirici bir güç olarak görmektedir. John Locke’a göre, insanlar özgür doğar ve dünyadaki fırsatlardan eşit derece faydalanırlar. Kendisi yine “insanların aynı türden ve sınıftan olduklarını, fark gözetmeksizin doğanın sunduğu fırsatlara, aynı imtiyazlara sahip oldukları ve birbirine üstünlük kurmadan ve boyun eğmeden eşit olmaları gerektiğinden daha normal bir şey olmadığını” ifade etmektedir. Locke “insanın doğal özgürlüğünü, yani yeryüzündeki herhangi bir üstün güçten bağımsız hareket edebilmesini ve yine herhangi bir insanın emri altında olmadan kendi hayat tarzını sadece doğanın yasalarına göre belirleyebilmesini” vurgulamaktadır. Onun teorisindeki iki temel fikir eşitlik ve özgürlüktür. İnsanlar yaratılışları itibariyle özgürdür ve eşit doğarlar. Fakat insanlar bireysel açıdan farklılık gösterdikleri için bulundukları eylemlerden farklı sonuçlar alacaklardır. John Locke’a göre, insanlar her şeye eşit şartlar altında ulaşsalar dahi, yaptıkları işlerin kalitesinde ve başarısında farklılık gösterirler. Özgürlük kavramında bu derece ayrılan Marx ve Locke’un eşitlik anlayışları da farklılık gösterirler. Locke insanlığın doğuştan gelen eşitliğinden bahsederken Marx daha çok sonuçların eşit olmasıyla ilgilenmektedir. Marx, “suçun sosyal eşitsizliğin bir sonucu ol-
Tezatlarıyla ve Eleștirileri ile Marxist İdeoloji
duğunu” vurgular. Herkes için eşitliği kendi doktrininin nihai amacı olarak görür. Soljenitsin Marx’ın eşitlik fikrine karşı çıkmaktadır. Soljenitsin şöyle der: “İnsanlar özgür ve eşit olacaklar mı ya da eşit davranılan köleler mi olacaklar?” Eşitlik insanın kemale ermesi için olanak sağlayacak mı ya da insanlığı en aşağılara düşürerek yeteneği ve azmi törpüleyecek mi?” Buna binaen, Soljenitsin sonuçların eşitliğinin başarılması güç bir hedef olduğunu belirtmektedir. Başarılsa bile bu bizi en düşük ortak noktaya taşıyacaktır. Bu insanoğlunun şartlarını geliştirmeyecektir ve bizi daha iyi hale getirmeyecektir, daha çok medeniyetimizin gelişme hızını yavaşlatıp en düşük seviyede tutacaktır.
Özel Mülkiyet’e Bakış John Locke devredilemez mülk fikrini öne sürmektedir. Kendisi mülkiyeti, insanın kendi emeğinin bir ürünü olarak ele alır. Bu bir ev olabilir, toprak olabilir. Locke, dünyayı insanlar için yaratan Tanrı’nın, onların varlıklarını desteklemek ve rahat ettirmek için bunu yaptığını savunmaktadır. Yine Locke “Beden gücünün ve insanın kendi elleriyle yaptığı her türlü işin tamemen kişinin kendi hakkı olduğunu” söylemektedir. Bu nedenle Locke, özel mülkün Tanrı’nın insanların iyiliği için kendi refahlarını ve medeniyetlerini geliştirmeleri maksadıyla verdiği devredilemez bir hak olduğuna inanıyor. Marx bu konuda John Locke ile zıt görüştedir. “İdeolojiye Saldırı”ya göre, Marx özel mülkiyeti bütün kötülüklerin temel çıkış noktası olarak görüyor. Sistemdeki kötü şeylerin özel mülkiyetin varlığından dolayı gerçekleşiyor olduğunu düşünüyor. Özel mülkiyet kaldırılırsa dünyamızın adaletsizliklerden ve kötülüklerden kurtulacağını iddia ediyor. Özel mülkiyet konusunda Marx daha radikal bir yaklaşım sergilerken ve bütün kötülükleri özel mülkiyete dayandırırken Soljenitsin onun varsayımlarına bu konuda kısmen katılıyor. Soljenitsin özel mülkiyetin bir nevi bencillik olduğunu fakat “özel mülkiyetin kaldırılmasının insan ırkını bencillikten ve açgözlülükten alıkoyamayacağını” dile getiriyor. John Locke devletin temel gayesinin özel mülkiyetin korunması olduğu görüşünü savunmaktadır. Yine “devletin özel mülkiyeti muhafaza etmekten başka bir seçeneğinin olmadığını ve bu nedenle şahıslara zarar verme, onları planlı bir şekilde köleleştirme gibi bir hakkı olamayacağını” belirtmekteydi. Marx ise özel mülkiyeti bütün kötülüklerin çıkış
noktası olarak ele almaktaydı. Özel mülkiyetin kaldırılması durumunda bütün bu ayrımcılığın, ayrıcalığın ve yoksulluğun ortadan kalkacağını düşünmekteydi. Buradan da anlıyoruz ki devlet fikrinin temelleri iki filozofun yaklaşımlarında tamemen farklıdır. Marx insanın değiştiğini ve bu nedenle bireyin büyük ölçüde değişerek hümanizmin en üst seviyesine çıkması gerektiğini düşünüyordu. Marx’a göre devletin temel amacı en üst aşamaya ulaşmaktır özel mülkiyetin korunması değildir. Marx’ın ideolojisi ve özel mülkiyet varsayımı arasında bir çatışma bulunmaktadır. “İdeolojiye Saldırı”ya göre Marxizm materyalizmi tetiklemiştir. Teorisinde gurur ve bencillik kötü ve özel mülkiyetin kaldırılmasıyla yok edilmesi gereken şeyler olmasına rağmen, Marxizm dünyasını tamamen maddeci bakış açısına dayandırarak insanları mümkün olduğunca arzularını yaşamaya ve bencil olmaya teşvik etmektedir. Soljenitsin buna karşı çıkıyor ve “Marx’ın hatasının aç gözlülüğü bastırmayı teşvik eden bir öğreti sunmamış olmak ve bunu tarihin iyi erdemlerine bırakmak olduğunu” belirtiyor. Yani bir yandan, insanlara bencillik ve aç gözlülük olmadan herkesin eşit olduğu bir toplumsal hayatı kabul ettirmeye çalışmakta ve diğer yandan sadece bir tane hayatın olduğunu bu yüzden bencil olmalarını ve hayatlarını istedikleri gibi yaşamalarını önermektedir. Böylelikle teorisi kendi varsayımının temelini çürütmektedir. John Locke ise toplumsal sorunlara yol açan bu bencil-
lik problemini çözmek için farklı bir yol izlemektedir. Özel mülkiyet görüşünü Hıristiyanlık dini kapsamında güçlendirirken aşırılığa da karşı çıkıyor. Yani bir taraftan özel mülkiyeti savunurken diğer taraftan aşırılığa kaçıldığı takdirde kısıtlanması gerektiğini ifade ediyor. Sonuç olarak, Marx’ın felsefesi tarihin akışını değiştiren sonuçlara zemin hazırlayan, Sanayi Devrimi sonrası ezilen halk kitlelerine yapılan eşitsizliğe ve zulme isyan ruhuyla karşı çıkan bir felsefe olmasına rağmen bir çok çelişkiyi de kendi içerisinde barındırmaktadır. Bir yandan tüm insanların eşit olduğu, mülkiyetin olmadığı ve insanların bencilliklerini törpüleyerek toplumla bütün olduğu son seviyeye gelmesini savunurken öte yandan insanın sadece maddi faktörlerle şekillendirilebileceğini savunması böylece insanın iç dünyasını tamamen safdışı bırakması Marxist sistemin önemli boşluğunu oluşturmaktadır. Bu anlamda ilkesel olarak insani ve eşitlikçi bir duruş sergiliyor gibi görünse de pratiğe geçirilme aşamasındaki boşlukları ve bu aşamada yapılan zulümler, haksızlıklar ve adaletsizlikleri dolayısıyla Marxizm dünya genelinde gün geçtikçe popülerliğini yitirmektedir. emreakkas@gbi.org.tr
1. Ebenstein, A. (2002). Introduction to Political Thinkers. California: Thomson Wadsworth. 2. Pontuso, J. F. (2004). Assault on Ideology. Maryland: Lexington Books. 3. Tonsor, S. J. (1987). The Father of Totalitarian Democracy: Jean-Jacques Rousseau. Modern Age , 243.
25
Ayșegül MOĞOL
ÖZGÜR HÜRRİYET Ayșegül MOĞOL
Özgürlük geniş anlamıyla “kişinin istediği gibi davranabilme imkânı”, sınırlı anlamıyla “insanın kendi kendini belirleyebilme imkânıdır. Buna göre, eylemlerin arkasındaki nedeni bizzat kendinde taşıyan kişi özgürdür. Ancak her iki anlamıyla da özgürlük mutlak değildir. Gerek doğal yapısı, gerekse fiziki ve sosyal koşullar insanı belirler. Keza içinde bulunulan grup ve kurumlara karşı olan törel ve ahlaki sorumluluklar da en azından istenileni yapabilme anlamında özgürlüğü sınırlar. Ben bu yazımda genel olarak düşünce özgürlüğünden ne anladığımızı, düşünce ve ifade özgürlüğünün ayrılığını ve çağdaş özgürlük tartışmaları eksenindeki kavramsallaştırmaları tartışacağım. Zira hürriyet kelimesi öyle görünüyor ki hiçbir tanıma sığmaya26
cak kadar özgür. Felsefe tarihinde eylemde bulunma ve bir şey yapabilme özgürlüğünden ne anlamamız gerektiğine dair birbiriyle bağlantılı iki cevap vardır. Bunlardan ilki irade ile ilgilidir. Bir eylemin iradi olması onun aynı zamanda amaç olarak belirlendiği anlamına gelir. İkinci genel cevap ise özgür eylemi yetenek veya yapabilirlikle açıklar. Buna göre bir eylem, eğer kişi onu ortaya koyma veya koymama gücüne sahip olursa özgürdür. Felsefe, siyaset ve teoloji gibi çeşitli alanların özgürlük sorununa bakış açıları çoğu kez birbiriyle örtüşmemektedir. Bu nedenle özgürlük kavramı, Riedel’ın da belirttiği gibi, bir parola değil, tersine gerek kavramsal-teorik, gerekse ampirik-pratik açıdan bir problemdir. Her şeyden önce
özgürlük zamanın, içinde yaşanılan devrin güncel sorunlarına çözüm bulmak zorundadır. Bu bağlamda Klasik-Antik felsefede özgürlük kavramı, daha sonraki devirlerde karşılaştığı çoğu sorunla tanışık değildir ve daha ziyade karar verme ve tercih özgürlüğü ile problem sahasını sınırlandırmıştır (Menne, 2006, s. 34). Felsefe tarihi özgürlük tartışmalarını şematize etsek dahi günümüzde ülkelerin siyasi yaşantıları, teolojik söylemler, yargı içtihatları gibi konularda özgürlük gündemdeki yerini hep korumuştur. Bir misal olarak İngiliz yazarı D.H. Lawrence bir yazısında “Hıristiyanca sevgi”den söz eder. Hıristiyanca sevgi “komşunu kendin gibi sev” buyruğuyla özetlenebilir. Lawrence, üstü kapalı olarak bu buyruğun son sınır-
Özgür Hürriyet
larına kadar uzatıldığı takdirde yetersiz olacağını anlatmak ister. Ona göre bu şekilde liberte, fraternite,egalite (özgürlük, kardeşlik, eşitlik) ilkeleri son bulur. Bu sonuç yazarı şu ilginç buluşu yapmaya götürür: “Kardeşçe olmaktan, eşit olmaktan başka bir şey olmakta özgür değilsem nerde kaldı özgürlük?” der ve devam eder: “Özgürsem, canımın istediğince ayrı, canımın istediğince eşitliğe karşı olmam gerekir. Fraternite ile egalite, zorbalığın zorbalığıdır.” (Lawrence, 2007, s. 15). Lawrence’ın yetersiz ve muhafazakâr bulduğu özgürlük Burke’te olması gerekendir. Ona göre özgürlüğün aşırısı hiçbir yere ulaştırmaz. Ulaştırmaması da gereklidir; çünkü hepimizin bildiği gibi, hayattaki ödevlerimiz veya tatminlerimizle ilgili olan her noktadaki aşırılıklar hem erdemi hem de bu şeyden yararlanmayı tahrip edicidir (Özipek, 2011, s. 131). Özgürlük de, ona sahip olunabilmesi için sınırlı olmalıdır. Kısıtlamanın derecesini her durum için kesin olarak tayin etmek imkânsızdır. Fakat toplumun bu kısıtlamanın ne kadar azı veya ne kadar çoğuyla varlığını idame ettirebileceğini ihtiyatlı tecrübeler, rasyonel ve soğukkanlı çabalarla bulmak, aklı başında her kamusal görüşün daimi aracı olmalıdır; çünkü özgürlük geliştirilmesi gereken bir iyidir, azaltılması gereken bir kötü değil (Kirk, 1982, s. 5-6).
Fert-Cemiyet İlişkisi Bağlamında İfade Hürriyeti Hürriyet sosyal ve insani bir kelimedir. Hürriyet fikir olarak cemiyet içinde daha tesirli ve demokrasi için de gereklidir. İnsanda düşünme kabiliyeti olmasaydı, söylemek, yazmak, inanmak vs. de olmazdı diyebiliriz. Düşünmeyen insan neyi söyleyecek, neyi yazacak ve neye inanacaktı? Düşünmek, söz, yazı ve inanma kabiliyetlerinin temeli olmakla beraber, hürriyetlerimizin esası değildir. Çünkü düşünmek insanın doğuşunda bulunan tabii bir olaydır. Hürriyet ise sosyaldir. Topçu’ya göre tek başına yaşayan bir insan için hürriyetin varlığı ve imkânı söz konusu olamaz. Çünkü kimin ne düşündüğü, söylenmeden, yazılmadan, hareket olmadan bilinmez. Söz, yazı ve hareket hürriyetinin bulunmadığı yerde “herkes düşüncesinde serbesttir” demek abes olur. Buna karşılık insanda düşünme kabiliyeti doğuştan olduğu halde inkişafı bir takım şartlara bağlıdır. İşte asıl bu şartların bulunmayışı düşünce hürriyetinin olmayışı demektir. Konuşmayan, yazmayan, okumayan, hareket edemeyen insanın fikrî hayatı da inkişaf edemez. Düşündüğü gibi hareket edemeyen insan, düşüncelerinden uzaklaşır. Bir zaman sonra düşüncelerinin keskinliği körelir. Böyle-
Köle hayatı yaşayanlar yoksuldurlar; buna rağmen köleliğin yaygın olduğu ve uzun süre devam ettiği yerlerde bir kitle hareketinin doğması zayıf bir ihtimaldir. Köleler arasındaki mutlak eşitlik ve köle mahallelerindeki samimi sosyal ilişkiler ferdin hayal kırıklığını önler.
ce hareketsizlik, fikir hayatının canlılığını kaybetmesine sebep olur (Topçu, 2010, s. 37). İnsan, seçme hakkı yoksa iyiyi kötüyü ayırmak için düşünmeye lüzum görmez. Keza Aristoteles’e göre özgürlük, insanın yapıp etmelerini, kendi gücü ve imkânları dâhilinde yapmasıdır (Adugit, 2006, s. 25). (Bu konuda Kant’ın önceliği olduğu söylenebilir, çünkü Kant’ın, istemenin doğa yasaları tarafından belirlenmemesi olarak tanımladığı negatif özgürlük, Aristoteles’in zorla ya da bilgisizlik yüzünden değil, “isteyerek yapma” görüşüne paraleldir.) Söz yazı ile beraber hareket de insan düşüncesinin inkişaf ve tekâmülüne yardım eder. O halde söz, yazı ve hareket hürriyetleri insanın düşünce kabiliyetini inkişaf ettirmeye yarar, bu hürriyetlere bunun için ihtiyaç vardır. Öyle ise bir cemiyette hürriyetin olup olmadığını bu ölçü ile kontrol edebiliriz. Bir cemiyette hürriyet, fertlerin fikir, ilim, sanat veya siyaset sahasında kabiliyetlerini inkişaf ettirme imkân ve şart-
larının bulunması demektir. Fertlerin kabiliyetlerinin inkişaf imkânı ise toptan cemiyetin kabiliyetinin inkişaf imkânı demektir. Fert kendi kabiliyeti yolunda inkişaf eder, şahsiyet olur. Cemiyet kendi kabiliyeti yolunda inkişaf ederse içtimai şahsiyet dediğimiz millet meydana gelir. Cemiyetlerde hürriyeti ararken ölçümüz bu olacaktır; bir cemiyet, içtimai bir bütünden şahsiyet olabilmişse, yani millet haline gelebilmişse hürriyet davası onda gerçekleşmiştir. Bu cemiyette fertler umumi olarak, kabiliyetlerini inkişaf ettirme imkân ve şartlarına yeni yeni kavuşmaktadırlar, bir hürriyet mücadelesi içindedirler. Bu, hürriyet davasının kazanılmakta olduğunu gösterir. Hürriyet davasının kazanılmakta olduğunun aşikâr delili, feryatlar değil, fertlerin fikir, ilim, sanat ve siyaset hayatında kabiliyetlerini inkişaf imkânlarını yaratmış olmalarıdır (Topçu, 2010, s. 46-48). Hakikatte, hepimiz kendi vehimlerimizin gerçekleşmesinde hürriyeti seyrediyoruz. Bu anlamda halk, duyuların ve bedenin hürriyetini ister (Topçu, 1961, s. 25). Halkın istediği hürriyet Descartes felsefesi için bir sanmadan ibarettir. Çünkü Descartes’a göre açığa vurulamayan düşünce kadar düşüncenin oluşma aşaması da onun esirliğinin bir parçasıdır. Peki, düşüncenin esareti hangi sebeplerden doğuyor? Descartes, düşüncemizin dıştan ve içten yanılmalarla hakikatten uzaklaştığını söyler ve bunun engellenmesi yani ifadenin özgürlüğü için elma sepeti örneği verir. Buna göre elimizde bir sepet elma var ve içinde çürükler de var. Descartes yanlış olan bir tutum olarak sepete dikkatli bakarak için-
27
Ayșegül MOĞOL
deki çürükleri ayıklamamızdan bahseder. Çünkü bu tarzda bir davranış, her zaman yanıltıcı olabilir. Bunun için önce elma sepetini bir tarafa boşaltmalı ve tek tek kontrol ederek onları tekrar yerleştirmeliyiz. Bu misali fikirlerimize ve hükümlerimize tatbik edersek, her hangi bir mesele hakkında var olan otoritelerden bağımsız karar vermek ve düşüncesini ifade etmek isteyen biri o mesele hakkında, o zaman kadar sahip olduğu görüş, inanç ve dayatmaları bir yere bırakmalıdır. Böylece şuurun yükünden hafiflemiş birey özgürce düşünebilir ve bu bağlamda bireyin ifadesi de hür olacaktır (Topçu, 1961, s. 27).
Pozitif-Negatif Özgürlük Isiah Berlin’in ve Gerald MacCallum’un yazdığı iki makale, özgürlük kavramının sosyal ve politik felsefe alanındaki çağdaş tartışmalarında temel ekseni oluşturur. (Berlin bu makalesini ilk kez 1958’de Oxford Üniversitesi açılış töreninde sundu. MacCallum’un makalesi ilk kez 1967’de Philosophical Review dergisi cilt 76’da yayımlandı.) Isiah Berlin’in “politik özgürlük” olarak da adlandırdığı negatif özgürlük en genel biçimde, bir insanın diğerleri tarafından amaçlı olarak engellenmeden eylemde bulunabileceğini anlatır. Bu durumda kişisel istekleri gerçekleştirmede fiziki baskılardan, engellemeden, tehditlerin neden olduğu zorlamadan ve diğer insanların seçimlere müdahalesinden uzaklaştıkça özgürlük de artar (Berlin, 1997, s. 193). Tanım gereğince negatif özgürlük bireyin eylemlerine dıştan bir müdahalenin bulunmadığı müdahalesizlik olarak özgürlüğü gösterir (Tunçel, 2010, s. 260). Pozitif özgürlük ise, bireyin yaşamını yönlendiren kararları almada bireyin kendi kendisinin efendisi olma isteğinden türeyen bir tür “benlik hakimiyeti”nin ifadesidir (Berlin, 1997, s. 397). Bu durum daha çok bireyin dıştan bir kontrol yoluyla belirlenmiş olmasıyla, başka bir deyişle kendi öz-hâkimiyetine sahip oluşuyla açıklanabilir. Kısacası pozitif özgürlük anlayışına göre özgürlük belirli koşulların gerçekleştiği bir durumdur. Örneğin, barışı savaşın olmadığı durum olarak nitelemek negatif bir barış anlayışına işaret eder; pozitif bir barış anlayışı ise barışı insanlar arasında dostça ilişkilerin vb. olduğu bir durum olarak ele alır. Negatif özgürlük kavrayışı “başkalarının müdahalesine uğramaksızın yapmakta serbest olduğum şeyler”in neler olduğunu sorgularken, pozitif özgürlük kavrayışının çıkış noktası “seçtiğim şeyleri seçmeye beni yönelten müdahale veya denetimlerin 28
kaynağı”nın ne olduğudur. Berlin’in negatif özgürlük olarak tanımladığı modern özgürlük, bireyi kendi özel iradesinin yönetimine bırakırken pozitif özgürlükle koşutluk gösteren antik özgürlük bireyin kamusal irade ile yönetimi paylaşmasının bir ifadesidir (Pettit, 1998, s. 39). Bu ayrım sonucu “Constant bilinçli olarak propaganda yapmamış olsa da; modern dünyada tek olanaklı özgürlük kavrayışının müdahalesizlik olarak özgürlüğün liberal düşüncesi olduğu fikriyle kendinden sonra gelen kuşakları büyülemeyi başarmıştır.” Negatif özgürlük gereklidir çünkü vatandaşlık haklarının güvence altına alınarak, devletin gücünü keyfi bir biçimde kullanılmasının sınırlandırılması, bireysel özgürlüğün önemli koşullarından biridir. Fakat negatif özgürlük yetersizdir, bunun iki nedeninden söz edebiliriz. Negatif özgürlük anlayışı eylem özgürlüğünün titiz bir analizini yapsa da, bu tür özgürlüğü kısıtlayıcı etmenleri çok dar bir biçimde ele alır; özgür eylemin yalnızca diğer kişi-
lerin müdahaleleri tarafından kısıtlanabileceğini savunduğu için, içsel ve toplumsal kısıtlamaları gözden kaçırır. İkinci olarak, negatif özgürlük anlayışının analizinin merkezi eylem özgürlüğü olduğundan dolayı, özgür insan kavramının içeriğini belirlemekte güçlük çeker. Bunun temelinde, özgürlüğün sadece nesnel, betimleyici bir kavram olarak ele alınıp normatif ve öznel boyutlarının göz ardı edilmemesi gerekir (Silier, 1998, s. 52). MacCalum özgürlüğü, eylemin öznesi “x”, kısıtlar “y” ve özgürlüğün hedefi “z”yi içeren üçlü bir ilişki biçiminde ele almak gerektiğini öne sürer. Ona göre özgürlükle ilgili bütün net önermeler şu biçimde açıkça ifade edilebilir: x öznesinin z’yi yapma özgürlüğü y tarafından kısıtlanmamıştır .(Bu önermenin İngilizcesi, “x is free from y to do z” biçimindedir.) Başka bir deyişle, kişinin özgürlüğünden bahsettiğimizde aslında onun belirli engellerden özgür olduğunu ve belirli bir eylemi yapma özgürlüğüne sahip olduğunu öne süreriz. MacCallum’a göre özgürlük üzerine yapılan tüm tartışmalar, özgürlük kavramının anlamıyla ilgili değil, x ve y değişkenlerinin kapsamı üzerinedir. Aynı kuramı savunan iki kişi için özgürlüğün anlamı değişmez. Aynı engelin iki kişinin kişisel özgürlüğünü farklı bir biçimde etkilemesi, onların özgürlüğün anlamı konusunda farklı düşündüğünü göstermez. Örneğin, sigara içme yasağı, sigara içen birisinin kişisel özgürlüğünü kısıtlar ama içmeyeninkini kısıtlamaz. Bu iki kişi ne tür engellerin kısıtlayabileceği konusunda hemfikirdir; farklı arzuları olduğu için belirli bir durumda genel olarak kişisel özgürlüklerinin kısıtlanıp kısıtlanmadığını öznel değerlendirişleri farklıdır. Oysa iki farklı kuramı savunanlar, hangi kısıtlamaların özgürlüğe ilişkin olduğuna dair temel bir görüş ayrılığına sahip oldukları için, özgürlüğün anlamı konusunda da anlaşamaz. Yani, özgürlüğün anlamı kişiden kişiye değişmese de kuramdan kurama değişir.
Tahakkümsüzlük Olarak Özgürlüğün Eleştirileri ve Müdahalesizlik Olarak Özgürlük Philip Pettit, Berlin’in negatif ve pozitif özgürlük olarak tanımlamalarına alternatif olarak üçüncü bir özgürlük kavrayışını ortaya koyar: Tahakkümsüzlük olarak özgürlük. Pettit’in dikkat çekici saptaması Berlin’in negatif ve pozitif özgürlük tanımlarının üçüncü bir ihtimalin önünü tıkadığıdır. Berlin’in pozitif özgürlük dediği
Özgür Hürriyet
bireyin hâkimiyeti ile negatif özgürlük olarak adlandırdığı müdahalesizlik olarak özgürlük arasında tam bir karşıtlık ilişkisi bulunmadığından, hala yanıtlanamayan bir soru mevcuttur. Bu soru bireyin özgürlüğünü müdahalenin değil de başka birinin hâkimiyetinin sınırladığı durumların nasıl açıklanabileceğine ilişkindir (Pettit, 1998, s. 114). Pettit bu noktayı, bireylerin aktif müdahaleye uğramaksızın özgürlüklerinin kısıtlandığı tahakküm durumu ile ilişkilendirir. Cumhuriyetçi özgürlük, bireyin eylemlerinin başka birilerinin aktüel müdahalesiyle engellenmesi değil, aynı zamanda hâkimiyet kurmalarının önüne geçilmesiyle gerçekleşebilecek tahakkümsüzlük olarak özgürlüğü gerektirir. Dolayısıyla Pettit’ye göre tahakkümsüzlük olarak özgürlük, hâkimiyet kavramıyla temellendirildiği için pozitif tanımın öğeleriyle birleşen negatif bir bakış açısıdır. Tahakkümsüzlük olarak özgürlük, kavramsal olarak negatif ve pozitif özgürlüklerin her ikisinden de beslenmesine rağmen, daha çok negatif özgürlüğe yakın durur; çünkü tahakkümsüzlük olarak özgürlük kavrayışı zorunlu olarak bir benlik hâkimiyetini gerektirmez (Tunçel, 2010, s. 216). Tahakkümsüzlük olarak özgürlük daha çok başkalarının tahakkümünün olmayışıyla açıklanabilir. Dolayısıyla bir yokluk üzerine kurulan tahakkümsüzlük olarak özgürlük anlayışı, özgürlüğün negatif kavranışına daha yakındır (Pettit, 1998, s. 71). Müdahalesizlik olarak özgürlük, bireyin eylemlerinde bilinçli bir engelleme ve zorlamaya maruz kalmaksızın seçim yapma kapasitesine sahip olmasıdır. Buradan da görüleceği gibi, müdahalesizlik olarak özgürlük, kişinin kabiliyetleri ile doğru orantılı olarak değişkenlik gösterirken, siyasal bağların varlığını gerektirmez. Müdahalesizlik olarak özgürlüğün vurgusu bireyin dıştan bir müdahale görmeksizin kendisine açık olan seçimlerinin niceliğiyle bağlantılıdır. Tanımı çerçevesinden bakıldığında, bireyin eylemlerine etkide bulunan gerçek müdahaleler ne denli az ise bireyin o denli özgür olduğu ileri sürülebilir. Burada özgürlük engellenmemiş seçeneklerin çokluğuyla doğru orantılı olarak tanımlanır. Dolayısıyla özgürlüğün azlığı ya da çokluğu müdahalesizlik olarak özgürlük savunucuları için niceliksel bağlamdaki bir incelemeyi gerektirir.
Sonuç Yerine Köle hayatı yaşayanlar yoksuldurlar; buna rağmen köleliğin yaygın olduğu ve uzun süre devam ettiği yerlerde bir kitle hareketinin doğması zayıf bir ihtimaldir. Köleler arasındaki mutlak eşitlik ve köle
mahallelerindeki samimi sosyal ilişkiler ferdin hayal kırıklığını önler. Köleliğin yerleşmiş adet haline geldiği bir toplumda başkaldıranlar, yeni köle olanlarla kölelikten hür bırakılanlardır. Bu ikincilerin hoşnutsuzluğunun kökü hür hayatın onlar üzerine yüklediği sorumluluktan gelir. Hürriyet hayal kırıklığını azalttığı gibi aynı nispette çoğaltır. Seçme hürriyeti başarısızlığın kabahatini ferdin omuzlarına yükler. Ve hürriyet o ferde birçok işlere teşebbüs etme cesareti sağlayacağından, başarısızlık ve hayal kırıklığı miktarı da böylece artmış olacaktır. Diğer yandan hareket, hayal kırıklığını azaltıcı niteliktedir. Bu anlamda bir insan kendisine karşı bir mevki sağlayacak yeteneğe sahip olmadığı takdirde hürriyet onun için sıkıcı bir yüktür. Nazi askerlerinin, yaptıkları bütün habisliklere rağmen kendilerinin suçsuz olduklarını iddia etmeleri iki yüzlülük değildi. Emirlere itaat ettikleri için kendilerinin “sorumlu” tutulmaları karşısında, bunu bir ihanet olarak görmüşlerdi. Çünkü kendilerince, onlar Nazi hareketine “sorumluluktan” kaçmak için katılmamışlar mıydı? (Hoffer, 1980, s. 54). Aynı şekilde on sekizinci yüzyıl Fransız köylülerin Fransız devriminin çağrısına katılmama sebebi, bu köylülerin, Alman ve Avusturya köylülerinin aksine, bir nevi kölelik olan serflikten artık kurtulup toprak sahibi olmalarıdır. Aynı şekilde, Rus köylüleri bir nesil veya daha fazla bir müddetle hürriyetlerine kavuşmamış ve özel toprak sahibi olmanın tadını varmamış olsalardı belki de bir Bolşevik Devrimi olmazdı. Fakat kitle hareketlerinin genel özelliği olarak hareketin birlikte yapılmış olmasından kaynaklanan ferdin hürriyetini yok etmesi bir çelişkiyi doğurur bu noktada. Zira bir baskı rejimine karşı hürriyet kazanmak için yapılan kitle hareketleri bile bir defa tutunup yürümeye başladıktan sonra ferdi hürriyet tanımazlar. Bir kitle hareketi, kurduğu düzenin ölüm-kalım mücadelesine giriştiği veya kendisini iç ve dış düşmanlarına karşı savunma mecburiyetinde bulunduğu müddetçe başlıca meşguliyeti, fertlerin kişisel isteklerinden, kişisel görüşlerinden ve çıkarlarından vazgeçmeleri demek olacaktır. Robespierre’e göre devrim hükümeti “baskı rejimine karşı hürriyetin zulmü” olmuştur. Önemli olan nokta şudur ki, kişisel hürriyetlerin unutulması veya sonraya bırakılması ile aktif kitle hareketi, ateşli taraftarlarının eğilimine karşı gelmiş sayılmaz. Zira Renan’a göre aşırı kişiler, ölümden daha çok hürriyet-
ten korkarlar (Kurtoğlu Taşdelen, 2006, s. 73). Gerçi, gelişmekte olan bir kitle hareketi taraftarlarının, emirlere ve doktrinlere kesin itaat isteyen bir atmosfer içinde bulunmalarına rağmen, kuvvetli bir hürriyet duygusuna sahip oldukları doğrudur. Bu hürriyet duygusu, evvelce savunma imkânı olmayan kişiliklerinin ağır yükünden, korkularından ve ümitsizliklerinden kurtulmuş olmanın verdiği bir duygudur. İşte onların kurtuluş olarak hissettikleri, bu kurtuluştur. Büyük değişiklikler getiren bir hayat, sıkı bir disiplin çerçevesi içinde yürütülmüş olmasına rağmen, bir hürriyet havası taşır. Ne zaman ki kitle hareketi aktif dönemini tamamlar ve sağlam kurum ve kuruluşlarla durumunu kuvvetlendirir, ancak o zaman kişisel hürriyet çıkma imkânı bulur (Hoffer, 1980, s. 56). Aktif dönem ne kadar kısa olursa, kişisel hürriyetin ortaya çıkmasına imkân veren şeyin kitle hareketinin sona ermiş olması değil de sanki hareketin kendi kendisi olduğu sanısı o kadar fazla olur. Kitle hareketinin devirdiği ve yerine geçtiği idare ne kadar zalim idiyse, bu sanı o kadar kuvvetli olur. Bu anlamda kendi hayatlarını bozulmuş ve ziyan olmuş görenler, hürriyetten çok eşitlik ve kardeşlik ararlar. Onların özlediği eşitliği getirecek olan hiçbir zaman hürriyet değildir. Eşitlik arzusu, bir bakıma kişiliğini gizleme arzusudur, yani, dokumayı meydana getiren ipliklerden birinin diğerinden ayırt edilmemesi gibi. Bu suretle kimse bizi diğerleriyle mukayese edip kusurlarımızı ortaya çıkaramaz. Hürriyetin gerçek olduğu bir yerde, eşitlik, kitlelerin büyük isteğidir. Eşitliğin gerçek olduğu bir yerde ise hürriyet, bir azınlığın büyük isteğidir. Hürriyetsiz eşitlik, eşitliksiz hürriyetten daha dengeli bir toplum düzeni yaratır. 1. Adugit, Y. (2006). Aristoteles: Erdemin Varlık Nedeni Olarak Özgürlük, Felsefe Tartışmaları Kitap Dizisi. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları. 2. Berlin, I. (1997). Two Concepts of Liberty. Oxford Yayınları. 3. Hoffer, E. (1980). Kesin İnançlılar: Kitle Hareketlerinin Anatomisi. Tur Yayınları. 4. Kirk, R. (1982). The Portable Conservative Reader . Penguin Books. 5. Kurtoğlu Taşdelen, D. (2006). Bergson’un Metafizik Özgürlük Anlayışı. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları. 6. Lawrence, D. H. (2007). Anka Kuşu. Ankara: Bilgi Yayınları. 7. Menne, A. (2006). Mantığa Giriş. (L. Çilingir, Çev.) Elis Yayınları. 8. Özipek, B. B. (2011). Muhafazakârlık. İstanbul: Timaş Yayınları. 9. Pettit, P. (1998). Cumhuriyetçlik-Bir Özgürlük ve Yönetim Teorisi. (A. Yılmaz, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 10. Silier, Y. (1998). İki Özgürlük Anlayışı. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları. 11. Topçu, N. (2010). İradenin Davası/Devlet ve Demokrasi. İstanbul: Dergâh Yayınları. 12. Topçu, N. (1961). Yarınki Türkiye. İstanbul : Dergâh Yayınları. 13. Tunçel, A. (2010). Bir Siyaset Felsefesi: Cumhuriyetçi Özgürlük. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
29
Serkan ÇEÇEN
GEÇMİŞE GELECEĞE
BİR HASRET, BİR UMUT 30
Serkan ÇEÇEN
Kim ister ki yerinden yurdundan olmayı? Sevdiklerini, geçmişini, geleceğini terk edip bilinmezliğe adım atmayı... Çok da uzak değil, yanı başımızda, Suriye’de savaşın tam ortasında kalmış insanların, elinde değildi kaderleri, seçimleri... Her savaşın binlerce hikâyesi vardır. Bazıları bulaşamadan kâğıda-kaleme yok olur, unutulur gider. Bazıları da dünlerini, bugünlerini, yarınlarını geleceğe anlatır umutlarıyla. Biz de bir hikâye dinledik; Dünüyle, bugünüyle, yarınıyla ve bitmek tükenmek bilmeyen umutlarıyla…
Geçenlerde bir muhabbet sofrasında Suriye dedik, savaş dedik, barış dedik öyle konuştuk durduk; gazetelerden, haberlerden duyduklarımızla... Birileri savaşıyordu, birileri yurtlarını terk ediyordu. Peki ya içerden nasıldı bu iş, ne olmuştu, ne değişmişti de böyle olmuştu? Kim yurdunu bırakıp da başka yerlere kaçar ki? Kafamızda bu sorularla dolaşmaya başladık İstanbul’da. Bir arkadaşımızın da aracılığıyla yolumuz İstanbul’un güzide semtlerinden birindeki bir yazıhaneye düştü. Adının Ahmet olduğunu öğrendiğimiz, Suriye’den savaştan kaçıp gelen bir yıldan fazladır buralarda çalışan biri. Sohbet etmek istediğimizi ilettik ama o pek istemiyordu. Polisten, Muhaberat’tan, yani ifşa olmaktan korkuyordu. Esed yandaşlarının ona burada bile zarar verebileceğini düşünüyordu, bu yüzden bir iki fotoğraf çekmek için bile çok zor ikna ettik. Telefonda güvenini kazandıktan biraz sonra o da yazıhaneye geldi. Girer gelmez selamlaştık, sarıldık sanki yıllardır hukukumuz varmış gibi, çok içten davrandı bize. Hikâyesini dinlemek istediğimizi söyledik. Bu sefer de ne için konuşmak istediğimizi, niye ona geldiğimizi, nerden geldiğimizi sormaya başladı. Ciddi bir şekilde Esed taraftarlarının burada onları aradığını, bulduklarında başlarına kötü şeyler geleceğini, işkence yapacaklarını düşünüyordu. Sadece ne olup bittiğini tanıklarından dinlemek istediğimizi, anlamak istediğimizi söyledik. Sonunda oturdu karşımıza, yüzünde yılların yorgunluğu vardı, kırk beş-elli yaşlarındaydı ama daha fazla yorulduğu belli oluyordu. Korkuluydu, endişeliydi, belki yarın ne yapacağını bile bilmiyordu. Derken başladı hikâyesini anlatmaya... Osmanlı zamanında Halep’e yerleşen, Anadolu’dan gelen Türkmenlere uzanıyormuş ailesinin kökeni. Türkiye’ye, “İstanbul’a kolay alışmam, sevmem benim de Türk olmamdan” diyor. Burada birazcık Türkçe de öğrenmiş. O da Halep’te yaşıyormuş ailesiyle birlikte. Halep tipik bir Türk şehri gibiymiş, “Antep’e, Kilis’e, Mardin’e çok benzer” diyor. Ahmet
Abi orada uluslararası ulaşım sektörüyle ilgileniyormuş. Arabistan ile Avrupa ile Ortadoğu ile iş yapıyormuş. Bu yüzden bir kaç dil biliyor. İhtiyacı kadar İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Fransızca... İkisi kız, ikisi de erkek olmak üzere dört çocuğu varmış. Aynı apartmanda kardeşleriyle birlikte yaşıyorlarmış. Savaştan önce durumları iyiymiş, sadece onların değil Halep bölgenin zengin şehirlerinden olduğundan dolayı bölge olarak maddi açıdan rahatlarmış. Özellikle petrol gibi doğal kaynaklarından ötürü işler bir hayli iyiymiş yani. Ama rejimin ve rejim taraftarlarının baskısı çok fazlaymış. “Paramız vardı, yiyeceğimiz vardı, toprağımız vardı ama özgürlük yoktu” diyor. Suriye’de işler rüşvetle ya da Esed’in referansıyla yürüyormuş. Esed’e yakın olanlar durup dururken gelip sizden herhangi bir şeyinizi isteyebiliyormuş. Savaş sırasında ortaya çıkan, muhaliflere karşı kanlı eylemler yapan Şebbihalar’ın bu kadar etkili olmasının sebebi de bu imiş. Hatta Ahmet Abi Şebbihaların yine Osmanlı döneminde buralara yerleştirilen Ermeniler olduğunu iddia ediyor. Hem tarihten gelen intikam duygusu hem de Esed’le gelen para hırsı, onları vahşileştirmiş. Ya istediklerini vermeniz gerekiyormuş ya da onları tatmin edecek kadar para. Yani bir şeylere sahiplermiş ama zorbalıkla yönetiliyorlarmış. Hiçbir şeyin garantisi, ko-
ruması yokmuş kendi canınızın bile... “Peki nasıl başladı savaş, ne tetikledi?” diye sorduğumuzda bir an daldı, o günleri hatırladı sanki… Kısa süreli bir sessizlik oldu. Sonra devam etti, yıllardır süregelen baskılar, zulümler insanların üzerinde fazlasıyla etki bırakmıştı. Yani insanlar bu baskıdan oldukça rahatsızlardı ne yapacaklarını bilmiyorlardı ya da cesaret edememişlerdi. Babalarından, dedelerinden de aynı şeyleri duymuşlardı, onlar da böyle yaşamışlardı. Ellerinde bir şeyler vardı ama tasarruflarında özgür değillerdi hatta ellerinde tutabilmelerinin bile garantisi yoktu, her an birileri gelip el koyabilirdi. İnsanlar tepkisiz yaşamaya alışmışlardı ama yeni gelenler öyle değildi. On-on bir yaşlarındaki okul çocukları duvarlara, sokaklara, caddelere “özgürlük”, “huzur”, “demokrasi” yazıyorlardı. Bununla birlikte herkesin kafasında hayaller oluşmaya, özgürlük isteği belirmeye başlamıştı. Biraz zaman geçtikten sonra, bu duvar yazılarının yayılmasıyla birlikte Esed taraftarları, Şebbihalar yazı yazan çocukların parmaklarını, ellerini kesmeye başlamış. Hatta cinayet bile işleyebiliyorlar, küçücük çocukları şimdi olduğu gibi gözlerinin yaşına bakmadan öldürüyorlarmış. Çocukların anneleri, babaları niye böyle yaptıklarını sorunca da bir daha böyle şeylerin olması durumunda onların kızlarını, eşlerini alıp cariye yapacaklarını söylemişler. Bunun üzerine
31
insanlar tepki vermeye karşı koymaya başlamışlar. Olaylar daha da büyüyerek devam etmiş ve iç savaşa dönüşmüş. “Artık kimse sadece para ve yiyecekle yetinmek istemiyordu, yani herkes özgürlük istiyordu. Aileleriyle çocuklarıyla özgür bir ortamda yaşamak istiyordu. Ülkenin her tarafında çatışmalar başlamıştı. Hala devam ediyor, sonuç alana kadar da devam edecek. Herkes özgürlük için, gelecek için bedel ödemeye hazır ve özgürlüğe inanıyor.” diyor Ahmet Abi. Savaş başlayınca herkes elinden ne geliyorsa, bir şeyin ucundan tutmuş. Kimisi savaşmış, kimisi mühimmat taşımış, kimisi geri planda kalmış, kimisi de bu zulmü, haksızlığı tüm dünyaya duyurmaya çalışmış. Ahmet Abi ve arkadaşları da çatışmalar başladığında, ihtiyacı olan yerlere ilaç, yiyecek yardımı götürüp getiriyorlarmış. Ellerindeki araçlarla, hayvanlarla nasıl olursa artık... Suriye’nin bir ucundan öbür ucuna... O sıralarda yaşadıkları yerlerde pek olay yokmuş, savaş oraya kadar gelmemiş yani. Bir gün eve geri döndüğünde, mahallesinden dumanlar yükseliyormuş, kapkara dumanlar… Etrafa baktıklarında kimseyi bulamamışlar, ne eşini, ne çocuklarını, ne kardeşlerini, ne akrabalarını, hiç kimseyi... Apartman, ev darmadağınık; kapılar, camlar, pencereler kırılmış; 32
yerlerde kesik parmaklar, kesik uzuvlar, kanlar... Ama ailesi yokmuş. Günlerce aramış, taramış, sokaklarda gezmiş ama hiçbir yerde bulamamış. Tanıdıklarına-dostlarına haber vermiş bir şey çıkar diye ama nafile... Çocuklarına, eşine, akrabalarına dair hala hiçbir şey bilmiyor. Düşünsenize sevdiklerinizi kaybettiğinizi, bir anda bilinmez olduklarını... İnsanoğlunun en çok korktuğu şeydir bilinmez olmak ya da bilememek... Ahmet Abi bunları anlatırken, hem olanları kabul eden hem de hâlâ umudunun olduğunu belli eden bir ruh halindeydi. Suriye’nin her yerinde ailesini aradıktan sonra Türkiye’ye geçmiş. Buradaki akrabalardan bir umut, bir haber beklemiş. Günlerce Mardin, Antep, Kilis, Hatay sokaklarında dolaşmış ama yine bir sonuç elde edememiş. Biraz çaresizlik, biraz hayatını idame etme, biraz da takat kazanıp tekrar ailesini aramak için İstanbul’a gelmiş. Günlerce sokaklarda dolaşmış, sokaklarda yatmış. Bir sürü işte çalışmış. Şimdi de buralarda tercümanlık yapıyor. Tatil için, gezmek için ya da eğlenmek için gelmemiş buralara. Dışarıdan bakan gözlerin “Ne işi var bunların burada” edaları… En çok bu yoruyormuş onu. O böyle deyince bu sefer biz düşünmeye başladık. Ne oldu bize, nasıl değiştik?
Lafa gelince misafirperverlik deyince akla ilk gelen milletiz. Misafiri gelince mutlu olan, elinde ne varsa paylaşmaya çalışan, onu rahat ettirmek için her şeyi yapan millete, ne oldu da canını kurtarmak için buralara gelen insanlara böyle bakmaya başladı? Aslında kendi kendimize karşı da aynı tavırlar içindeyiz. Eskiden, hep dediğimiz “farklılıkları zenginlik olarak gören, uzakları yakın eden” sıfatının hakkını veremiyoruz galiba artık. Kendi içimizde de yabancılaşıyoruz, birbirimize ötekileşiyoruz. Etrafımızdan şüphe duyuyoruz, tedirgin oluyoruz, korkuyoruz. Ahmet Abi, Türkiye’ye başka şansı olmadığı için gelmiş keyfinden değil. İnsanların da bunu anlamasını bekliyor. Onları görünce iğrenmemelerini, korkmamalarını, normal davranmalarını istiyor. Amacı sadece ailesini bulmak ve tekrar yaşadığı yerlere dönebilmek... Doğduğu, büyüdüğü, hayatını kazandığı yerleri bir daha görmek ve yeniden ailesiyle mutlu olmak... İstanbul’da da ailesini bulmak için elinden geleni yapmış. Buraya gelen hemşehrilerine, gelip gidenlere hep sormuş bir şey bulamayacağını bile bile... Aklına Mısır’daki akrabaları gelmiş, belki ailesi oraya kaçmıştır diye düşünmüş. Burada biraz para kazanıp imkânı olunca iki kere Mısır’a onları aramaya gitmiş yeni
umutlarla yeni beklentilerle ama... Ama yine bulamamış aradıklarını, çocuklarını, ailesini yani yaşanmışlıklarını, hayatını. Mısır’ın kendi içindeki karışıklığına o da karışmış. Olayların arasında, kargaşanın arasında, Suriye’de bıraktığı ölümü, vahşeti yeniden görmüş. Mısır’da da günlerce aradıktan sonra bin bir güçle İstanbul’a geri dönmüş. Mısır’ın sokaklarını, Suriye’nin sokaklarını, Türkiye’nin sokaklarını düşünmüş durmuş günlerce. Çocukları, eşi, akrabaları neredelerdir, ne yapıyorlardır, kimlerledirler? Hâlâ onları bulacağına dair umudunu koruyor Ahmet Abi, “elbet bir gün” diyor, “yaşıyorlarsa elbet bir gün...” Ailesinin derdine, sevdiklerinin derdine düştüğü için de Suriye’yi unutmamış; doğduğu, büyüdüğü topraklardaki savaşı, zulmü... Ne yaparım, ne yapabilirim diye düşündükten sonra; internet üzerinden, sosyal paylaşım sitelerinden, yani elinden geldiğince insanları durumu anlatmaya, yardıma çağırmaya başlamış. İnsanın memleketinin işgal altında olması ya da oralarda savaş olması ne acı bir şey... “Orada zulüm var, sadece insanlık onuru için dahi susamazsınız, susmamalısınız! Buradan yapabileceğim bunlar, bir de hep dua ediyorum” diyor. Bir yola çıkıyorsunuz geri dönüş ihtimaliniz yok, her şeyi geride bırakıyorsunuz bir nevi unutuyorsunuz, bir daha hatırlamamak üzere. Onlar vatansızlar yeryüzünde. Geçmişleri silinmiş, köklerinden kopartılmış, başka topraklara savrulmuşlar; ellerinde, avuçlarında sadece umutları var. Eski günleri için, güzel günleri için, gelecekleri için... “Bu topraklara huzur gelmesi için dünyadan, diğer ülkelerden ne bekliyorsun?” dediğimizde başını öne eğdi. Belki aklına daha önceki örnekler geldi, tüm dünyanın zulme ses çıkarmayışı geldi. Bosna’da, Filistin’de, Azerbaycan’da... Onca vahşeti, ölümü, haksızlığı kimsenin görmediği, duymadığı geldi aklına belki de. O zaman ne yapıldıysa şimdi de aynısı yapılıyor daha doğrusu bir şey yapılmıyordu. Suriye halkı için sadece Türkiye güvenilir bir dost, belki eski bir gelenek belki yılların komşuluğu ama tek umutları Türkiye. Diğer ülkelerden de bir beklentileri yok, yani diğerlerinin gözünde bir değerlerinin olduğunu düşünmüyorlar. “Onlar bu topraklarda huzur istemiyorlar” diyor. Ama zafere, özgürlüğe sonuna kadar inanıyor. “Bir gün bu savaş bitecek ve geri döneceğiz topraklarımıza, sevdiklerimize elbet kavuşacağız ve o gün bize yapılan iyilikleri hiç unutmayacağız!” diyor umutlu gözlerle. Geri döndüğünde bizi orda ağırlamak istediğini içten bir şekilde ifade ediyor. Yavaştan hava kararıyordu. Gitme zamanı gelmişti, müsaade istedik. Ayrılırken yine kucaklaştık, ilkinden daha sıcak... Çok
mutluydu derdini, kendisini, ülkesini anlattığı için. Sadece onu, onları anlamamızı istiyordu. Hem orada savaşanları hem de buralara gelenleri. Hiçbiri keyfinden seçmemişti bu yolu. İnsanlık savaşı veriyorlardı özgürlükleri için, onurları için, gelecekleri için... Geri dönerken kafamızda bu sefer farklı şeyler vardı. Bizler daha rahatız onlara göre ve onları anlamaya çalışıyoruz. Hayır, anlayamıyoruz onları bilmeden, görmeden anlayamayacağız da. Soğuktan üşümedikçe, sevdiklerimizden ayrı düşmedikçe, evimizitoprağımızı kaybetmedikçe, özgürlük mücadelesi vermedikçe hala uzak olacağız onlara. Sonra Ahmet Abi’nin dedikleri... Umutluydu, her şey düzelecek diyordu. Yani devrime bel bağlamıştı sadece, tutabileceği tek dal olduğu içindir belki. Ama devrimlerin sonra-
ları pek planlanmaz genelde. “Yanlış olanı, kötü olanı, beğenilmeyeni devirelim; sonra daha iyisini yapabiliyorsak yapalım. Yapamazsak da öyle kalsın, yıkık, dökük, belki eski halinden de virane...” Bunu düşünmüyordu ya da henüz kazanamadıkları zaferin hayalini bozmak istemiyordu. Sadece iyiyi, güzel olanı düşünüyordu. Mısır’da olanlar ortada: temsili devrim, mizansenler, ölümler, gözyaşı... Ama Suriye’de buna bile izin verilmedi henüz, bu ölümlerin, gözyaşlarının temsili bir devrimle taçlanmasına bile... Kalpler hep kırık da olsa, yine de eksik olmasın sol ceplerde umut. Zulüm payidar olmaz ebet, adalet gelir, yerini bulur bir gün elbet. cecenserkan@gbi.org.tr
33
Bedii GÜRCAN
ÇİN RÜYASININ İNCİSİ Bedii GÜRCAN
“Siz doğunun en batısı, biz de doğunun en doğusuyuz. Her ne kadar iki millet iki ayrı uçta yaşasa da, ortak tarihi kökenimiz var. Bu da biz Çinlilerin sizinle olan ortak yönümüz” demişti bir hocam. Çin’in en ünlü tarihçilerinden birisi kendisi. İstanbul’a hayran kalmıştı. Beklediğinden öte bir İstanbul bulmuştu. Türkiye’yi ve Türkiye insanını çok sevmişti. Bu da onu Çinliler ve Türklerin ortak özelliklerini bulmaya, daha doğrusu aramaya sevk etti. İşte o zaman bir kere daha fark ettim ki, bizler, Çin’i ve Çinlileri tanımıyoruz. Amerikalılar ve Avrupalılar, yıllar önce buralara gelmiş ve burayı çok iyi analiz etmişler. Çin öyle sanıldığı gibi ‘kapalı bir kutu’ falan değil. McDonald’slar, Starbucks’lar, Burger King’ler ve dahası... Hepsi burada 34
PEKİN pazardan belli bir almış. Çin dışarıdan göründüğü gibi ürkütücü de değil. Çok sıcakkanlı bir halkı, kendine has bir yönetim sistemi var. Elbette ki burada bir ‘Çin güzellemesi’ yapacak değilim. Çin’i ne kadar ‘tanımadığımızı’ göstermek istiyorum sadece. O zaman gelin, Çin’in kalbini, Pekin’i tanıyalım. Binlerce yıllık bu medeniyetin Pekin’deki yansımasına bir göz atalım. Pekin, yüzyıllarca Çin’deki birçok hanedanlığa başkentlik yapmış bir şehir. Şehrin tarihi dokusu ve insanının medeniliği, burayı tam bir kültür şehri yapmış. “Şehrin dört bir tarafı tarih kokuyor” desek herhalde abartmış olmayız. Bugün de Çin Halk Cumhuriyeti’nin Başkenti olan Pekin, Shanghai’dan sonra Çin’in en büyük ikinci metropolitan şehridir. Çin’in
eyaletli yönetim sisteminde, doğrudan bir “belediye” olarak sınıflandırılan birkaç şehirden biridir. Çin’in ekonomisinde Şanghay kadar etkisi olmayan Pekin daha çok, Çin’in eğitim, kültür ve siyaset merkezidir. Pekin’in son yıllarda göze çarpan en önemli özelliği ise, 2008 Yaz Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmış olmasıdır. Burada 2008 Olimpiyatları’nın Pekin üzerindeki etkisinden bahsetmeden geçmek de olmaz. Olimpiyatlar, Pekin’in son yıllardaki gelişiminde çok büyük rol oynadı. Pekin’in adeta dünya siyasetinde bir denge unsuru olmasına katkı sağladı. Şehrin altyapısını da tümüyle etkileyen Olimpiyatlar, Pekin’de muazzam bir değişikliğe ve gelişime vesile oldu. Yani Çin’in kapalı bir kutu olmadığını Pekin böylelikle tüm dünyaya göstermiş oldu.
Pekin’in Çincesi 北京 (Beijing)’dir. “Bei” kuzey, “jing” ise şehir manasındadır. Kökü Milattan önceki yüzyıllara dayanan şehirle ilgili olarak tarihi belgeler, şehrin bugünkü yapısının genel olarak 15. Yüzyıldan itibaren şekillendiğini ifade ediyor. Fakat bugünkü metropolitan yapı ise 1959 yılında inşa edilmeye başlanmış. Her ne kadar ansiklopedik bir bilgi olmasa da, bir hocamın şehrin şimdiki dokusuyla alakalı bize anlattığı bir anekdotu aktarmak istiyorum: 1959 yılında çiçeği burnunda Çin Halk Cumhuriyeti, yapılan bazı devrimlerle sosyalist büyümesine devam etmektedir. Sıra Pekin’in şehir yapısına gelince, o konuda uzman olan iki kişi ön plana çıkmaktadır. Birisi Avrupa’nın şehir yapısına hâkim bir profesör, diğeri ise Sovyetler Birliği etkisindeki bir diğer profesördür. Çin’in o zamanki yöneticileri, kendilerini Sovyetlere daha yakın hissettiklerinden dolayı, Sovyetler tarzını benimseyen profesörü, şehrin kemik yapısını inşa etmek için görevlendirmişlerdir. Bugün şehir 4 büyük ringten yani çevre yolundan oluşmaktadır. Şehri 4 büyük halkayla saran bu şekil, Pekin’i çok düzenli bir şehir haline getirmiştir. Şehrin bu hızlı gelişimi elbette ki yanında birçok problem getirdi. Pekin, yoğun trafik, düşük hava kalitesi, tarihi semtlerin yok olması ve ülkenin daha az gelişmiş bölgelerinden gelen göç dalgasıyla karşı karşıya kaldı. Bu yüzden Pekin’li bir Çinli değilseniz, Pekin’de yaşayabilmeniz için çeşitli şartları haiz olmanız gerekmekte. Pekin’de yaşayabilmek için şartlarınızın “Pekin şehrinde kalabilme yasası” diyebileceğimiz yasaya uygun olması gerekiyor. Tabii ki hukuki açıdan bu durum ülke içerisinde tartışılıyor fakat ülke gerçekleri böyle bir yasanın çıkmasını neredeyse zorunlu hale getiriyor.
Ve tabii ki trafik... Pekin’in trafik sorunu İstanbul’u aratmıyor. Burada araba sayısı o kadar fazla ki, belediye yönetimi her gün çıkacak plakaların sayılarını bile belirlemiş. Örneğin bir gün sonu tek haneli arabalar çıkarken diğer bir gün çift haneliler çıkabiliyor. Hatta bazen spesifik numaralara kadar dahi etkisi olabiliyor. Örneğin Pazartesi sonu 1,3,5 çıkıyor ise Salı 2,4,6 olan trafiğe çıkıyor. Fakat buna rağmen şehirde trafik çok önemli bir sorun teşkil ediyor. Üstüne üstlük Pekin’de her geçen yıl araba satışlarının arttığı da her fırsatta uzmanlar tarafından dile getiriliyor. Yine de Pekin yönetimi bu sorunu çözmek için elinden geleni yapıyor. Her sene şehrin metro ağı kat kat büyüyor. Şu an irili ufaklı toplam 15 metro hattı var ve bu ağ sürekli genişletiliyor. Öte yandan yer şekilleri bakımından engebesi çok az olan Pekin’de “bisiklet yolu” olmayan yer yok denebilecek kadar az. O yüzden bu şehirde milyonlarca bisiklet ve elektrikli bisiklet var. Dolayısıyla trafiğin bir diğer kısmını da bu durum yani bisikletler oluşturuyor. Kısacası söylemek gerekirse Pekin’de her türlü trafik sorunu gelip sizi bulabilir. Bu konuda bana en ilginç gelen şey ise 80’li yaşlardaki insanların dahi bisiklet sürmesi. Yani arabalar, bisikletler, insanlar, bu şehirde tam bir hareketlilik hakim. Her yaştan insan koşuşturuyor. 1990’lı yıllarda Pekin’e gelenlerle konuştuğum zaman onlar, eskiden yabancıların daha çok dikkat çektiğini söylüyor. Şimdilerde ise yabancı olmak eskiye nazaran daha sıradan bir hal almış Pekin’de. Fakat yine de burada Pekinlilerin sıcakkanlılığından bahsetmeden geçmememiz lazım. Pekin insanı çok sıcakkanlı, yardımsever ve konuşkan. Her türlü tabakadan insan sizi saatlerce soru yağmuruna tutabilir; okuldaki profesör, kafedeki kasiyer, taksiciler ve
aklınıza gelebilecek her tabakadan insan. Pekin, yukarıda da bahsettiğim gibi, ülkenin siyaset, kültür ve eğitim merkezi, o yüzden Pekinliler “kültürel birikimler”ine toz kondurmuyolar. Bu yüzden (Çin’in en büyük şehri) Şanghaylılar Pekinlilerin modayı ve ekonomiyi çok takip etmemelerini, daha doğrusu “modern” olmamalarını eleştirirken Pekinliler bu durumu pek dikkate almıyorlar ve Çin’in en büyük entelektüel kaynağı olmakla gurur duyuyorlar.
Pekin’de Damak Tadı Evet, insanından bahsetmişken Pekin’in yemeklerine de değinmek lazım. Eğer, “ben her şeyi yerim arkadaş!” diyorsanız Pekin sizin için büyük nimet. Gerçi Çin’in güneyi kadar olmasa da Pekin’de de orijinal Çin yemekleri bulabilirsiniz. Örneğin, tabelasında eşek resmi olan lokantalar görebilirsiniz. Hatta bazı yerlerde köpek resmi olan lokantalar dahi var. Ama dediğim gibi, güneydeki kadar yaygın değil. Pekin’in en meşhur lezzeti ise, “Pekin Ördeği”. Pekin Ördeği, ördeğin çeşitli soslarla ve özel tariflerle kızartılmış halidir. Eğer arzu ederseniz, kızartılmış tarafının dışında kalan et ve kemiklerle yapılan çorbasını da içebilirsiniz. Açıkça itiraf etmem gerekir ki, kendimi yeni tatlarla kolay kolay yüzleştiremeyen biri olarak ben, Pekin Ördeği’ni çok sevdim. Özellikle kızartılmış et için hazırlanan küçük lavaşı ve soslarıyla Pekin Ördeği damağınızda unutamayacağınız bir tat bırakıyor. Eğer içiniz almıyor ve her şeyi yiyemiyorsanız, Pekin’de yine aç kalmazsınız. Zira şehirde, ülkenin çeşitli yerlerinden gelmiş birçok müslümanın açtığı lokantalarda yemek yiyebilirsiniz. Bu tarz lokantaların sayısı az da değil. Önemli olan, yanınızda Pekin’i tanıyan birisinin olması...
Pekin’de daireler pahalı mı? Pekin metrekare başına düşen para miktarında dünyanın en pahalı şehirlerinden biri diyebiliriz. Örnek verecek olursam, bir arkadaşım kiralık bir evde yaşıyor ve aylık kira için verdiği ücret 4000 TL. Arkadaşımın dairesi 3 oda ve bir salon olarak yaklaşık 124 metrekare. Bu durum gerçekten Pekin’deki daire fiyatları hakkında size aşağı yukarı bir fiyat verebilir. Bu arada buradaki hava kirliliğinden bahsetmeden geçmek istemiyorum. Pekin’de hava çok kirli. Hatta bazen kritik durumlarda gerekli makamlar tüm vatandaşların cep telefonlarına bu konuda uyarı mesajı atabiliyorlar. Hava kirliliğinden etkilenmeyi önlemek için üretilen maskeyi kullanan insanların sayısı azımsanamayacak kadar fazla. 35
dan ikiye ayırdığınızda, iki parça içerisindeki konutların ve mekânların hepsinin aynı ebatlarda inşa edildiğini görüyoruz.Eski bir inanışa göre kuzey, kötülüğün kaynağı olarak görüldüğü için, sarayın tüm pencere ve kapıları güneye bakmaktadır. İşin ilginç tarafı ise, sadece gözden düşmüş ve kötü olarak görülen cariyelerin kapı ve pencereleri kuzeye bakıyormuş. Yasak Şehrin Çin halkı ve yönetimi açısından önemi çok büyüktür. Hatta bu yüzden Çin’de cumhuriyet, Yasak Şehir’in tam karşısında bulunan Tiananmen Meydanı’nda ilan edilmiş.
Wangfujing
Turistik Yerler Her yerde olduğu gibi, şehir turuna “merkez”den başlamak lazım. Bu yüzden dünyanın en büyük meydanı olan Tiananmen Meydanı’ndan başlayalım. Tiananmen Meydanı ve çevresi, Pekin’in merkezi olarak kabul ediliyor. Meydanın çevresinde, Ulusal Halk Kongresi (Meclisi), müzeler ve Çin tarihinde çok önemli bir yere sahip olan “Yasak Şehir” var.
Yasak Şehir Tiananmen Meydanı’nın hemen yanında olan bu saray, zamanında birçok imparatorluğa ev sahipliği yapmış ve halktan hiçbir kimse 500 yıl boyunca giremediği için Yasak Şehir adını almış. Şimdi bu sarayın girişindeki duvarda ülkenin efsanevi lideri Mao’nun resimleriyle birlikte binlerce turisti ağırlamakta.1406 ve 1420 tarihleri arasında inşa edilen bu saray, yaklaşık 720.000 m²’lik bir alana yayılmıştır ve 8.707 odalı 980 yapıdan
oluşmaktadır. Yasak şehir 1987 yılında Dünya Kültür Mirası listesine eklenmiş ve UNESCO tarafından dünyada korunmuş en geniş antik ahşap yapılar bütünü olarak tescillenmiştir. Zamanında bu sarayın içerisinde Çin’in son 500 yıllık tarihini resmeden eserler varken 1947 yılında bu resimler, Çin-Japon savaşı nedeniyle Kıta Çin’i (anakara) içerisinde şehirden şehre taşındıktan sonra, en son Tayvan’daki Taipei şehrine götürülmüş ve burada Milli Saray Müzesi’ne yerleştirilmiştir. Yasak Şehir, dünyada şu ana kadar var olan en geniş saray kompleksidir ve 72 hektarlık bir alanı kaplar. Kuzey ve güneyi, iç ve dış saray olarak ikiye ayrılır. Planlaması çok düzenli ve ince hesaplarla yapılmıştır. Burada asıl bahsedilen Yasak Şehir, iç saray içerisinde kalan bölümdür ve kuzey tarafta kalmaktadır. Yasak Şehir’in bir diğer ilginç özelliği ise simetrik olarak inşa edilmesidir. Yasak şehri orta-
Yasak Şehir’e 500 metre mesafe uzaklıkta olan, Pekin’in “İstiklâl Caddesi” diyebileceğimiz bir yer Wangfujing. 30 yıldır o caddede birbirinden ilginç yiyeceklerin bulunduğu “yemek sokağı” kuruluyor. Akşamları birçok misafir ağırlayan bu cadde, turistlerin ise uğrak noktası. Özellikle turistlerin midelerini zorlayan görüntülere sahip bir cadde burası... Caddenin büyük bir bölümü trafiğe kapalı... Önceleri prenslerin konaklarının bulunduğu yer olan Wangfujing, şimdilerde Hilton, Armani gibi markaların tesirinde kalmış. Çevresi ise gökdelenlerle dolu. Işıklandırması ve binaların dışındaki ekranlar ise New York sokaklarını aratmıyor. Tabii ki “akla ziyan” yiyecekler var burada. Türkiye’deki çöp şişlerin burada çeşitli küçük hayvanlarla kullanıldığını görünce bir garip hissediyor insan kendini. Bazıları hâlâ canlı olan akrepler, çekirgeler, denizyıldızları, yılan, ahtapot, yani kısacası ne ararsanız dizilmiş o çöpşişlere... Bir de onların kızartılmış halleri... Akrep kızartması, ahtapot salatası... Hatta bir keresinde bir tezgâhta farklı renkte etler dikkatimi çekmişti. Tezgâhtara sorduğumda oradaki etlerin kedi, köpek, at, inek, koyun, sincap gibi hayvanların eti olduğunu söylemişti. Kızartılmayı bekliyordu o etler. Açıkçası Pekinliler de çok alışkın değil bu manzaraya. Çünkü böcek tarzındaki yiyecekleri daha çok güneydeki Çinliler yiyorlar. O yüzden Pekinliler bu konuda daha masum diyebiliriz.
Çin Seddi Pekin’e gelip de Çin Seddi’ne gitmemek olmaz. Ansiklopedik bilgilere göre, Çin Seddi, Çin’in kuzeybatısı boyunca uzanır. Dünyanın en uzun savunma duvarıdır. Kalıntıları Po Hay körfezinde deniz kıyısında başlar, Pekin’in kuzeyinden geçerek batıya yönelir ve Huang-Ho nehrini ikiye bölerek güneybatıya uzanır. Gobi Çölü’nün güneyinden batıya yönelerek devam eder. 1986 yılında UNESCO Dünya 36
Mirasları listesine eklenen Çin Seddi’nin toplam uzunluğu, Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Kültürel Miraslar İdaresi ile Devlet Ölçme ve Haritalama Dairesi’nin 18 Nisan 2009 tarihli açıklamasına göre 8.851,8 kilometredir. (Wikipedia, Çin Seddi) Bu arada şunu da söylemek istiyorum ki Çin Seddi, elbette uzaydan görülemez, bu sadece bir efsanedir. Ülkemizde birçok insan hâlâ bunu o şekilde biliyorken bu efsaneyi Çinlilerde neredeyse hiç duymamam bana çok ilginç geliyor.
bahçe gibi kullanılmaktadır. Yazlık Saray, ülkenin en iyi korunan ve en büyük imparatorluk bahçesi ya da parkı olarak kabul ediliyor. Çin’in çeşitli hanedanlarının bahçecilik sanatlarının özelliklerini yansıtan bu saray, Çin’in ve yabancı ülkelerin sanat tarihinde çok önemli bir yer tutuyor. Bu yüzden Yazlık Saray
Çin Seddi Türklerden korunmak için mi yapıldı? Çin Seddi’nin yapımı M.Ö 400’lü yıllara dayanıyor. Yani yapımı bin küsur yıl sürüyor. Çin Seddi’ni sadece bir hanedanlık yapmamış. Her hanedanlık veya her Çin Devleti, kendi zamanının gerekliliklerine göre sedde ekleme yapmış. Ama tarihsel arka planına baktığımız zamana şunu diyebiliriz ki, M.Ö 400’lü yıllarda 7 farklı büyük beylikten oluşan Çin topraklarında, bu beylikler arasındaki mücadele çok çetin geçiyordu. O yüzden bu beyliklerden bazıları tehlikelerden korunmak için büyükçe bir set yapmaya karar verdi. Ve her hanedanlık, gerek kültürel, gerek siyasi, gerek askeri ve sosyal nedenlerle bu sedde ekleme yaptı. Tarihçiler seddin yapılması için birçok nedeni öne sürüyor. Ama bunlardan en çok öne çıkanları ise şöyle: Ülkenin sınırlarını başta Moğollar olmak üzere kuzeyden Çin’e karşı Türk boylarının saldırısına karşı savunmak, uzun savaşlar sonunda yıktığı beyliklerin esir düşen yöneticilerini sürgün ve ağır işe sürerek cezalandırmak, ülkeden kaçışları önlemek ve ülkenin tek yönetim altında birleştiğini içeriye ve dışarıya göstermek.
Yazlık Saray Çin tarihine bakıldığında parklar imparatorun ve halkın parkları (bahçeleri) olarak ikiye ayrılmaktdır. Yazlık Saray ise Çin’in başkenti Beijing’in kuzeybatı kesiminde yer alıyor ve 290 hektar genişliğinde bir alanda kurulan bu sarayın yüzölçümü, dünyanın en büyük meydanı olan Tiananmen Meydanı’nın 7 katına eşittir. Bu saray, yaz aylarında imparatorun dinlendiği ve vaktinin birçoğunu burada geçirdiği bir
istemişlerdir. Yazlık Saray sadece bahsettiğimiz göl ve tepeden oluşmuyor. Bunun yanında Yazlık Saray’ın “Saraylar Bölgesi” de var. Yazlık Saray’da gölün genişliği toplam alanın dörtte üçünü teşkil ediyor. Sarayda “pagoda”lar, opera odaları ve köşkler dahil 3000’den fazla oda bulunuyor. Yüksekliği 50 metreden fazla olan Wanshou Tepesi ve Yazlık Saray mimarisindeki yapılar, Yasak Şehir’de olduğu gibi kuzeyden güneye inen bir çizgiyle sıralanırlar. Tepede, 41 metre yüksekliğindeki Fo Xiangge Kulesi vardır ve bu kule Yazlık Saray’ın simgesi olarak kabul edilir. Yazlık Saray’da Wanshou tepesine bağlanan bir koridor vardır. 728 metre uzunluğundaki bu koridor dünyanın en uzun klasik Çin koridorudur. Koridor ilk bahar, yaz, son bahar ve kış olmak üzere 4 bölümden oluşmaktadır. Her bölüm arasında birer kulübe vardır. Ahşap üzerine yapılmış koridor boyunca klasik Çin resimlerinin sayısı 30 binden fazladır. Bu yüzden Yazlık Saray, Çin mimarisinin çok önemli temsilcilerinden bir tanesidir.
Cennet Tapınağı (Tiantan)
1998 yılında “Dünya Mirasları Listesi”ne girdi. Yazlık Saray’ın ilginç bir özelliği var; Çin’deki tüm güzel manzaralar bu sarayda toplanır, böylece tüm Çin topraklarının dönemin imparatoruna ait olduğu düşüncesi yansıtılır. Aslında bu Saray, 1749 yılındaki Çin imparatorunun annesinin doğum günü için yaptırdığı bir saraydır. İmparator, sarayın inşa edildiği yerdeki gölü genişletmiş ve gölden çıkan toprakla bir tepe yaptırmıştır. O yüzden bu saray, yapay gölü (Kunming Gölü) ve sonradan yapılan tepesiyle (Wan Shoushan Tepesi) dünyadaki diğer saraylardan farklı bir estetiğe sahiptir. Çünkü Çin tarihinde imparatorlar, kullandıkları yazlık sarayların “doğa ve sanat”la iç içe olmasını
Cennet Tapınağı, Pekin’deki tarihsel ve dinsel yapıların başında gelir. Çin’de bulunan ve kökleri çok eskiye uzanan bir inanca göre cennet küre yer ise kare biçimindedir. Bu yüzden Cennet Tapınağı, bu inancı somutlaştıran geometrik planıyla, Çin mimarisinin en başarılı örneklerinden biri olarak görkemli bir yapıya sahiptir. Qi Nian Dian (Bereketli Hasat İçin Dua Binası), Huang Qiong Yu (İmparatorluk Cennet Tonozu) ve Huan Chui Tan (Dairesel Tepe Sunağı) bu yapı içinde yer alır. Pekin’de bulunan birçok eski yapı gibi Cennet Tapınağı’da UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmıştır. Çin’in antik tarihinin en büyük yapısı olarak kabul edilen tapınak, 1918 yılından itibaren “park” olarak adlandırılmış ve kapılarını halka açmıştır. Yapımı 1420 yılında tamamlanan tapınağın inşası yaklaşık 18 yıl sürmüştür. Çin’in Qing ve Ming hanedanlarının imparatorları tarafından önemli günlerde ziyaret edilen bu tapınak, dünyada önemi büyük olan Taoist tapınaklardan biri olarak kabul edilmektedir. 37
Nilüfer YAVUZ
GEL, NE OLURSAN OL YİNE GEL Nilüfer YAVUZ
Beri gel, daha beri, daha beri. Bu yol vuruculuk nereye dek böyle? Bu hır gür, bu savaş nereye dek? Sen bensin işte, ben senim işte. Ne diye bu direnme böyle, ne diye? Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye? Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek, Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye? … diyerek devam eder Mevlana Celaleddin Rumi. İçinde yaşadığımız şu dünyanın tüm şifrelerini çözmüşcesine adeta, ‘Sen bensin, 40
ben de senim işte’ der. Öyleyse uzatmaya ne hacettir! Mevlânâ eserlerinde, büyük kıymet verdiği, “insanlığın birliği” olgusuna özellikle vurgu yapmıştır. Burada Mevlana üzerine yazılanlar, O engin bir okyanus ise Onu anlatan birkaç damla su; O uçsuz bucaksız bir çöl ise Onu tasvir etmeye çalışan birkaç kum tanesi mesabesindedir. Anadolu topraklarında yaşamış bu büyük âlimi bir parça tanımak ve anlamaya çalışmak, Onun üzerine dertlendiği tüm insanlığın bir ihtiyacıdır. Mevlânâ’nın doğum yeri, bugün Afganistan’da bulunan, eski büyük Türk
kültür merkezlerinden Belh şehri, doğum tarihi ise Eylül 1207 olarak belirtilmektedir. Asıl adı Muhammed Celâleddin olan bu büyük zata, Anadolulu anlamına gelen “Rumi” ve hocalık yaptığı yıllardan kalma, adeta sembol olan “Mevlânâ” isimleri sonradan verilmiştir. Soyu, anne tarafından Belh Emiri’ne, baba tarafından da Harzemşahlara dayanan Mevlânâ, döneminde soylu olarak nitelendirilen bir aileye sahiptir. Babası, Sultânü’l-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled’tir. Kaynaklar Sultânü’lUlemâ Bahâeddin Veled’in nesebinin anne
tarafından Hz. Hüseyin’e, baba cihetiyle de Hz. Ebû Bekir’e ulaştığını kaydetmektedir. En güç fetvaları veren, döneminin büyük âlimlerinden Bahâeddin Veled, devlet hazinesinden kendisi için belirlenmiş maaşla geçimini sürdürmüştür. Sultânü’l-Ulema, kimi kaynaklarda Moğol istilası, kimilerinde ise kendisini çekemeyenler yüzünden, Belh şehrinden göç eder. Aile fertleri ve dostlarıyla yaptığı bu göç boyunca, Hac ibadetini yerine getirir ve Bağdat’tan, Şam’a, Malatya’dan Erzincan’a pek çok kenti gezer. Nihayet Konya’yı seçip oraya yerleşirler. Bu göç sırasında, Mevlana’nın kerametini görebilen belli tasavvuf ehillerinin beyanları ise kendilerinin ileride büyük kitlelere önderlik edeceğine dalalet eder niteliktedir. Şeyh Feridüddin-i Attar, sohbet esnasında Mevlânâ’nın alnındaki kemâli görür ve ona kendi eseri Esrarname’yi hediye eder. Babasına da “Çok geçmeyecek ki, bu senin oğlun âlemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler salacaktır.” der ve nitekim öyle de olur. Mevlânâ, tasavvufi olarak eriştiği em de felsefesini merhale ile hem kendi, hem benimseyenlerin yüreğini yangın yerine çevirir. Bir diğer mutasavvıf Şeyh-i Ekber ise, nın arkasından babası Sultânü’l-Ulema’nın karak “Sübyürüyen Mevlânâ’ya bakarak hanallah! Bir okyanus birr denizin ir. arkasında gidiyor” demiştir. Mevlânâ, 18 yaşındaa Sedin merkantlı Hoca Şerafeddin nu Lala’nın kızı Gevher Banu n ile evlenir. Mevlânâ’nın eğitiminde ise başta ilkk mürşidi, babası Sultânü’lUlema, sonrasında ise kendisinin ölümünden sonra adeta babasının yerine koyduğu Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmîzî’nin yeri büyüktür. Beraberr obulundukları 9 yıl boyid yunca kâmil mürşit Seyyid zluBurhaneddin’in kılavuzluğunda nefsini yenmek için çabalayan Mevlânâ, bu zatın riyle ‘pisohbetleriyle kendi tabiriyle şer’ ,olgunlaşır. Kendi benliğinden kurtulup mananın aslına varır. Mevlânâ yüksek ilimlerde daha daa derinleşebilmek adına Halep, Şam gibi ilmi merkezlere hb giderek oradaki âlimlerle tanışır, sohbet halkalarına dâhil olur. 7 yıl süren bu ilim seyahatlerinin ardından Konya’ya dönen Mevlânâ, mürşidi Seyyid Burhaneddin’in isteği üzerine 3 kere çile’ye (yani 40’ar gün az yemek, az içmek ve az uyumak ve geri kalan tüm vakti ibadetle geçirerek nefsini
Mevlânâ’yı yalnızca musiki, yalnızca Sema’ya bağlı kalarak tahlil etmek ne yazık ki tüm felsefesini idrak etmek için yeterli değildir. Ölümünün üzerinden yaklaşık 800 yıl geçmesine rağmen kaybolmayan bu felsefeyi yaşatmak da tüm insanlığın en önemli görevlerinden biridir.
arıtma) girer. Seyyid Burhaneddin’in kendisinden izin alarak ayrılmasıyla birlikte Mevlânâ, mürşit konumuna gelir. Bu görevi babası ve dedelerinin usullerine uyarak hakkıyla yerine getirir. Ancak kader Mevlânâ’nın asıl ruh eşini bulması üzere yazılmıştır bir kere…
Şems-i Tebrizi ve Mevlânâ Mevlânâ ile Şems-i Tebrizi karşılaştıklarında Mevlâna’nın 40’lı, Şems’in ise 60’lı yaşları geçtikleri kaydedilmektedir. Tasavvuf düşüncesiyle büyüyen Mevlânâ’nın bu karşılaşma sonrasında, haiz olduğu fikriyatta şekillenmeler başlar. Kendini, çevresindekilerin idrak dahi edemeyeceği ölçüde bir âlemde bulan Mevlânâ, adeta kendinden geçerek ilahi aşkı tatmış, mana âlemine dalarak maddiyattan uzaklaşmıştır. Şems-i Tebrîzî isimli gizemli zat, O’nu adeta çalkantılı bir aşk denizine atmış, bir Hak aşığı yapmıştır. Bu iki Hak aşığı halvete çekilir, Hakk’ı anlamada birbirlerine derman olurlar. Mevlânâ’nın gözünde Şems bir sûret değil, mananın, özün kendisidir. Şems’in O’nun hayatına girmesiyle manaya varmada h hissettiği ilahi aşk, onun tasavvufi düşüncesini düşüncesinin ayrılmaz bir parçası olur. Bu aslında Mevlânâ’nın önceleri tatbik ettiği, be belki de dedelerinin yönteminden, kkuralcı, şekilci tasavvuf anlayışınd anlayışından sıyrılıp coşkun bir tasavvu tasavvufi anlayışa kaydığına işaret eder. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled der ki: “Ansızın Şems gelilip ona ulaştı; ona m mâşûkluk (sevilen, sevgili olmanın) hâllerini anlattı, açıkladı. Böylece de sırrı yücelerden yüceye vardı. Şems, Mevlânâ’yı şaşılacak bir âleme çağırdı; öyle bir âleme ki, ne Türk gördü o âlemi n ne Arap.” İkilinin yaşadığı bu der derin ve bir o kadar da özel bu sohbetler, paylaşımları şımların yanında Mevlânâ’nın artık dergâha de çıkmaz olması, mürit ve ta talebeleri ile ilgilenememesi sonucunu doğurur. Bu durumun zamanla kıskançlıkla kıskançlıklara ve dedikodulara sebep olmasıyla nedeni nedeniyle Şems Konya’yı terk d B l iise M eder. Bu ayrılış Mevlânâ’nın hayatında son derece zor bir dönemin başlangıcı olur. Divaneye dönen Mevlânâ, durmadan onu arar, ona mektuplar, şiirler yazar. Hayatının ışığı sönmüştür bir kere “Ey gönlümün nûru, gel.. Ey didinmelerimin maksadı, gel… Biliyorsun ki, hayatımız senin ellerinde. Kölele41
rine zorluk çıkarma: Gel. Ey aşk! Ey mâşûk! Engelleri aş, inadı bırak, gel!” Mevlânâ’nın bunca kelamına, ısrarına dayanamayan Şems ikna olarak Konya’ya geri döner. Bu dönüş adeta bir bayram gibi kutlanır, kurbanlar kesilir, ziyafetler verilir, Semâ gösterileri düzenlenir. Ancak ne yazık ki bu mutlu günler de pek uzun sürmez. Daha önce olduğu gibi bu ilişkiyi kıskananlar yine hasetleri ile dedikodulara, türlü çekememezliklere başlarlar. Mevlânâ’nın varlığında can bulan Şems, bu bağlılığa rağmen Konya’yı ikinci ve son kez terk eder. Bu kayboluşun ardından Mevlânâ 42
onu her yerde arar, sorar. Onu gördüğünü söyleyenlere ikramlarda bulunur, kimi zaman sarığını, hırkasını hediye eder. Onun ayrılığı üzerine yürekleri dağlayan şiirler yazar. Sultan Veled’in söylemi ile Mevlânâ aslında bu arayışlarında Tebrizli Şems’i suret olarak bulamasa da mana yönünden onu adeta kendi içinde bulur ve şöyle der “Beden bakımından ondan ayrıyım ama bedensiz ve cansız ikimiz de bir nuruz. Ey arayan kişi! İster onu gör, ister beni. Ben O’yum O da ben…”
Şems Sonrası
Mevlânâ, yaşadığı bu aydınlanma sonrası Şems’i aramaktan vazgeçer. Zamanında Seyyid Burhaneddin’in terbiyesinden geçmiş, kendisi ve Şems’in sohbetlerinden feyizlenen ve onlara hizmet edebilme şerefine nail olmuş Konyalı Kuyumcu Şeyh Selâhaddin’i kendine hemdem bilir. Tanışmaları çok öncelere dayansa da manevi olarak bağlanmalarını sağlayanın şu hadise olduğundan bahsedilir: Mevlânâ bir gün Şeyh Selahaddin’in çalışıyor olduğu dükkânın önünden geçerken çekiç darbelerinin ahengiyle aşka gelir ve kendinden geçerek Semâ etmeye başlar. Bunu gören Şeyh, altının zayi olmasına aldırmayarak çı-
raklarına devam etmelerini emreder, kendisi ise Mevlânâ’nıın ayaklarına kapanır. Aralarında başlayan bu dostlukla sükûn bulan Mevlânâ, içinde bulunduğu manevi atmosfer dolayısıyla müridleriyle bizzat ilgilenememiş, irşad amacıyla da ilk olarak Şeyh Selahaddin’i bu vazifeye getirmiştir. Ayrıca Şeyh’in çok sevdiği kızını, kendi oğlu Sultan Veled ile evlendirerek aralarında bir akrabalık bağı kurulmasına da vesile olmuştur. Yöre halkı tıpkı Şems’e yaptıkları gibi Şeyh Selahaddin’i de kıskanmışlar ancak birbirlerini ilahi aşka yönlendiren bu iki dostun birlikteliği tüm bunlara rağmen tam 10 yıl sürmüştür. Şeyh Selahaddin’in hastalanıp ebedi
âleme göçüşü sonrasında Mevlânâ kendisine halife olarak Çelebi Hüsâmeddin’i seçer. Kendisi pek çok ulu zât tarafından himaye görmesine rağmen arkadaş ve hizmetkârlarıyla birlikte Mevlânâ’ya hizmet etmeyi seçmiş yüce gönüllü kâmil bir insandır. Bugün üzerine türlü araştırmaların yapıldığı, tezlerin yazıldığı Mesnevî-i Şerif’in yazılması ve ruhunun anlaşılması hususunda en çok emeği geçen de bizzat Çelebi Hüsameddin’dir. Mevlânâ yürürken, otururken, Sema ederken coşarak devamlı surette Mesnevi’yi söyler; bu esnada Çelebi Hüsameddin de bunları hızlı bir şekilde yazar, sonrasında Mevlânâ’ya okur. Ciltler tamamlandığı vakitse tekrar gözden geçirir, gereken düzenlemeleri yapıp, tekrar bilgisine sunar. Hz. Mevlâna ve Çelebi Hüsameddin yaklaşık 15 yıl birbirlerine yarenlik eder. Ancak fani bu hayat da elbet bir gün son bulacaktır. Yüce zat aniden hastalanır ve yatağa düşer ve vefat eder. Ömrü boyunca İlahi aşkın ateşiyle yanıp kavrulan Mevlânâ’nın, ölümü Şeb-i Arûs, yani düğün gecesi olarak tanımlar. Kendileri, bir âlemin sonlanmasındansa yeni bir âleme doğmanın; sevginin O’na kavuşmanın tasvirini bu şekilde yapmaktadır. Bu durumla ilgili olarak hasta zamanında kendisine sağlık dileyen dostlarına ‘Bundan sonra Allah sizlere şifâ versin. Âşıkın Mâşukuna kavuşmasını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musunuz?’demiştir. O, Allah’ın ve sevgili kulu Hz. Muhammed’in yanına varmayı öylesine içselleştirmiştir ki, ölüm onun için adeta bir huzura kavuşma, vuslat vesilesi olarak görünür. 17 Aralık 1273 tarihinde –kendi deyimiyle- yeni bir âleme doğan Mevlâna’nın cenazesi ise katılanlarıyla, yaşam felsefesini ortaya koyar niteliktedir. Müslüman olan olmayan, büyük küçük kim varsa herkes oradadır. Tam da onun istediği gibidir, hepsi ‘bir’dir! Bu tabloda dahi onu yalnızca kendinin sanan ‘Bu din sultânı, Mevlânâ bizimdir, bizim imâmımızdır’ diyenler çıkmıştır. Ancak bu çıkışma karşısında geride bırakılmak istenenlerin cevabı ise bu zatın evrenselliğinin bir kez daha altını çizmektedir: “Biz Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun sözlerinden anlayıp öğrendik. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onun muhibbi ve müridi iseniz, biz de onun muhibbiyiz.” Mevlânâ, cenaze namazının Şeyh Sadreddin tarafından kıldırılmasını vasiyet etmiş, ancak Şeyh namaz için niyetlendiğinde fenalaşarak baygınlık geçirmiştir. Bunun üzerine cenaze namazına Kadı Sirâceddin imamlık etmiştir.
Kişiliği ve Barış Felsefesi Üzerine
Bıraktığı felsefi mirasla yüz binleri peşinden sürükleyen Mevlânâ’nın tasavvuf anlayışında asıl amaç her daim kulluk, yokluk ve aşktır. Hz. Muhammed’e büyük bir bağla bağlı olan Mevlânâ’nın en büyük gayesi, insanların İslami esaslardan sapmadan yaradılışın maksadına ulaşmalarını sağlamaktır. Engin bir hoşgörüye sahip Mevlânâ’nın söyledikleri ve yaşam stili arasındaki tutarlılık da Onun yolundan gidenlerin, kendisinin doğruluğun-
dan emin olmalarını sağlamıştır. İnsanların günahkâr ya da başka bir dinden olmalarına aldırmadan onları yalnızca insan oldukları için öyle bir şefkat ve hoşgörüyle kucaklamıştır ki bu sayede her din, dil, ırk, ideolojiden insanın büyük hürmetini kazanmıştır. Sosyal statülere, zenginliğe bakmadan insana insan olduğu için değer veren Mevlânâ’nın müridlerinin pek çoğu da hor ve hakir görülen kimselerdir. Günlük yaşantısında dostlarının kıymetini bilen, iyi bir aile babası olan Mevlânâ, güzel ahlâkıyla suçlu insanlara karşı da hep onları geri kazanma amacıyla yaklaşmıştır. Mevlânâ ve sahip olduğu barış felsefesinin bugüne kadar geçerliliğini yitirmemiş olmasının nedeni ise, ne yazık ki kavgaların, savaşların sonunun bir türlü gelememiş olmasıdır. Yapılan bir araştırmaya göre II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada yalnızca 24 gün savaş olmamıştır. Bu zat ve öğretilerinin dünya çapında bu denli ilgi görmesinin nedeni de muhtemelen budur. Zıttıyla var olması sebebiyle barış kelimesinden dahi ürken Mevlânâ ‘Dünyada sevgiye dair ne varsa ben orada varım, savaşa dair ne varsa ben orada yokum.’ diyerek savaş karşıtlığını dile getirmiştir. Ona göre dünya herkese yetecek genişliktedir ve savaşlara ihtiyaç dahi yoktur. Bu vesileyle Mevlana savaş hakkındaki görüşünü şu veciz cümleler ile ifade eder: “İnsanların savaşı, çocukların kavgasına benzer. Hepsi de anlamsız ve saçmadır.”, “Delinin elinden silahı al da adalet ve barış senden razı olsun!” Ayrıca dünya barışının ne denli önemli olduğunu anlatmak için de bir keresinde şöyle demiştir: “Bedende bir uzuv ağrıyıp incinse bütün beden ağrır, incinir. İster sulh çağında olsun, ister savaşta bu böyledir!” Her yıl 17 Aralık tarihinde Konya’da Mevlânâ’nın bu düğün gecesi yani vefatı nedeniyle çeşitli etkinlikler yapılır. Günümüz dünyasının maddeye bağlılığının hat safhada olduğu şu günlerde Mesnevi adeta bugüne yazılmış bir kurtarıcı mektup, bir kılavuz niteliğindedir. Mevlânâ’yı yalnızca musiki, yalnızca Sema’ya bağlı kalarak tahlil etmek ne yazık ki tüm felsefesini idrak etmek için yeterli değildir. Ölümünün üzerinden yaklaşık 800 yıl geçmesine rağmen kaybolmayan bu felsefeyi yaşatmak da tüm insanlığın en önemli görevlerinden biridir.
• CÂMİ, A. (1993). Nefehâtü’l-üns min hadarâti’l-kuds. Marifet. • CEBECİOĞLU, E. (2007). Hz.Mevlana Üzerine Genel Bir Değerlendırme. Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi (20). • EFLAKİ, A. (1964). Ariflerin Menkıbeleri. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. • HİDÂYETOĞLU, A. S. (2008, 1 9). Hz.Mevlânâ ‘nın Hayatı ve Şahsiyeti. 12 1, 2013 tarihinde akademik.semazen.net. adresinden alındı • S. V. (1976). İbtida-Name. Ankara: Konya Turizm Derneği Yayını. • SÜPEHSALAR, F. B. (1331). Tercüme-i Risale-i Sipehsâlâr Bi-Menâkıb-ı Hazret-i Hüdavendigâr Kuddise Sırreh’ül-Â’lâ. İstanbul: Selanik Matbaası. • ŞAHİN, B. (2009, 12 05). http://akademik.semazen.net/article_ detail.php?id=562. 12 1, 2013 tarihinde alındı • ŞİMŞEKLER, N. (2006). Mevlana, İslam ve Dünya Barışı. 12 1, 2013 tarihinde akademik.semazen.net. adresinden alındı
43
Åž O B 45
Alperen YURTOĞLU
NARÇİÇEKLERİ Alperen YURTOĞLU
“Türkiye’de sadece şiddet ve ölüme indirgenen Kürt sorununun bir insani boyutu, bir kültürel edebi boyutu olduğunu görmek zorundayız!” Kaybolmaya yüz tutmuş, sadece sözlü anlamda var olma eğilimindeki bir dili restore eden Kürtçe’nin modern mimarı Mehmed Uzun, Türkçe kaleme aldığı ve içerisinde dokuz denemesini derlediği kitabında böyle diyor. Bir kısmı kendine, bir kısmı Mezopotamya insanına dair, bir kısmı da bazı etkinliklerde yaptığı konuşmaların kâğıda dökülmüş hali olan bu dokuz deneme, her insanın anlayabileceği bir sadelikte ve herkesin içerisinde kendisine dair bir şeyler bulabileceği metinler olması itibariyle öne çıkıyor. Türk edebiyatının usta ismi Yaşar Kemal’e ithaf edilmiş bu eserin en hacimli denemesi, yazarın kendi çocukluğuna, gençliğine ve bahçesindeki nar ağaçlarına duyduğu özlemi, tarihsel bir bağlamda ele alarak toplumsal bir olayla harmanladığı ve kitaba ismini veren ‘Nar Çiçekleri’dir. Mehmed Uzun, İsveç’teki sürgün günlerinde yazmış olduğu bu denemesinde, Anadolu insanının da aşina olduğu, Mezopotamya coğrafyasında geçen acıklı hikâyeleri işlemiştir. Çok kültürlülüğün güzelliğine vurgu yapan Yazar, Anadolu’nun da çok kültürlü bir toplum olduğunu belirtirken bir püf noktayı da es geçmiyor: Anadolu toplumuna ne yazık ki yıllarca tek kültürlülüğün dayatıldığını ve bunun son derece yanlış olduğunun da altını çiziyor. Buradan hareketle; eski İstanbul, Beyrut, Saraybosna gibi kadim kozmopolit şehirlerde, insanların barış ve huzur içinde yaşadığını hatırlatarak Türkiye topraklarında da aynı şekilde barış içinde yaşanabileceğini söylüyor. Denemeler içerisinde, Batı felsefesi ve edebiyatından birçok şair, yazar, filo46
ibi Doğu zof ve aydına referans verildiği gibi anslar felsefesi ve edebiyatından da referanslar laveriliyor. Ayrıca, kalın puntolarla ön plana çıkarılan Kürt edebi eserleri, efsaneleri ve Kürt yazarlardan alınmış referanslar da yazarın hikâyelerine hareket noktası oluşturuyor. “Her bizin bir ötekisi vardır!” diyen Yazar, tecrübelerinden yola çıkarak Anadolu ve Mezopotamya’de ‘biz-öteki’ ayrımının son derece keskin olduğunu belirtirken İskandinav ülkelerinde daha cılız, yumuşak, rafine edilmiş bir ‘biz’ ve ‘öteki’ anlayışının mevcut olduğunu söylüyor. Şiddet mevcut olduğu sürece kültürel anlamda bir diyaloğun kurulamayacağını, kurulsa bile bu kültürel diyalogun hastalıklı olacağını ifade eden Yazar, Belçika ve Afrika örneklerinden hareketle Anadolu’da yıllardır süregelen sorunun kökenine dair soruları cevaplamaya çalışıyor. Ancak empati sayesinde barış içerisinde yaşanabileceğini ortaya koyan denemelerin aromasına hüznün de katılmış olduğunu belirtmek gerekiyor. Bunun yanında ana problemlerden de birinin ‘tahammülsüzlük’ olduğunu belirten Yazar, ‘tahammül’ün barışa giden yolda taşıdığı öneme dikkat çekiyor. Doğduğu şehirden çok uzaklarda, Uppsala ve Stockholm’de, adeta yeniden doğan Kürtçe’nin modern mimarı Mehmed Uzun’un ‘entelektüel dil’i olarak nitelendirdiği Türkçe’yle yazdığı dokuz denemeden oluşan Nar Çiçekleri; kısaca barış, insan ve çok kültürlülük konularına odaklanıyor. Bu konuları Anadolu ve Mezopotamya coğrafyalarında yaşayan insanların aşina olduğu hikâyelerle destekleyen Yazar, genç yaşta mahkûm kaldığı sürgün hayatından örneklerle de bu hikâyeleri ‘hayata dair’ kılıyor.
Sayfa sayısı: 167 Baskı yılı: 1996 Dili: Türkçe
Yaaayı Y yyıınevi: İİt tha hak kii Y ayyın ınlarıı Yayınevi: İthaki Yayınları
Nar Çiçekleri’ndeki Denemeler içerisinde, Batı felsefesi ve edebiyatından birçok şair, yazar, filozof ve aydına referans verildiği gibi Doğu felsefesi ve edebiyatından da referanslar veriliyor. Ayrıca, kalın puntolarla ön plana çıkarılan Kürt edebi eserleri, efsaneleri ve Kürt yazarlardan alınmış referanslar da yazarın hikâyelerine hareket noktası oluşturuyor.
Merve GÜNAȘTI
AĞLAMA ANNE, GÜZEL YERDEYİM
Merve GÜNAȘTI
Belgesel, 28 Aralık 2011’de, büyük çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 34 Kürt vatandaşın, Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboski köyünde Türk Hava Kuvvetler’ine bağlı F-16 savaş uçakları tarafından PKK’lı sanılıp bombalanarak öldürülmesini konu edinmektedir. Türkiye tarihine “Uludere/ Roboski Katliamı” şeklinde kara bir leke olarak geçen bu üzücü olay, ulusal ve küresel çapta büyük bir yankı uyandırmış; hatta ‘felâket’ olarak nitelendirilmiştir. Belgeselsinemacı, yazar ve gazeteci Ümit Kıvanç, bölgede kaçakçılık faaliyeti ile uğraştıkları iddia edilen vatandaşların hazin ölümünü beyaz perdeye taşımış; seyirciye, ölen gençlerin annelerinin rüyalarından “Ağlama anne; güzel yerdeyim” serzenişinde bulunmuştur. MAZLUM-DER (Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği) ve İnsan Hakları Derneği’nin desteğiyle çekilen belgesel, 7 Kasım 2012’de vizyona girdi. Türkiye’de büyük ses getiren bu belgesel, ÇGD (Çağdaş Gazeteciler Derneği) tarafından ödüle layık görüldü. Ölenlerin büyük çoğunluğunun 20 yaşından küçük olması hatta yaşları 13’e kadar inen küçük çocukların ölmesi, deyim yerindeyse yaşanan acıyı daha katmerli hale getiriyor. Belgesel, ölenlerin ailelerinin yaşadıkları kederi, hangi koşullarda hayata tutunmaya çalıştıklarını ve en önemlisi evlerine düşen ateşi, çektikleri evlat acısını anlatıyor. Aynı hayatları farklı açılardan bir
araya getiren Ümit Kıvanç aslında toplumumuzda bir hayli eksik olan empati duygusunu gün yüzüne çıkarmaya amaçlıyor. Evladının vücudu tanınmaz hale geldiğinde, zorunlu olarak kimlik tespiti yapmayı hiçbir aile istemez. O acıyı, kaybı ruhunuzda hissettiğinizde, annelerin yüzünde o çaresizliği gördüğünüzde gözlerinizden süzülen yaşlara engel olamıyorsunuz. En büyük hayalleri mühendis, şoför, öğretmen ya da tamirci olmak olan. iki bidon mazot veya iki paket sigara için yola çıkan, en fazla 100 TL kazanabilmek için ölümü göze alan gençler…. Analar ağıt yakıp dualara sarılırken babalar haksızlığa uğradıklarını dile getiriyor; kardeşler ise ağabeyleriyle geçirdikleri güzel anıları hatırlayarak yüzlerine tebessüm kondurmaya çalışıyor. Kimisi hıçkırıklara boğuluyor, kiminin nefesi yetmiyor cümlesini tamamlamaya; kimisi de uzaklara dalıp gidiyor. Ölen 34 Kürt’ün bilhassa gençlerin ortak bir hayali vardı; o da ailelerinin geçimini sağlamak ve yoksulluğun işkencesini çekmemekti. Çoğunun babası iş göremeyecek kadar hasta, sakat ya da yaşlıydı. Annelere göre, baba her ne kadar evlerinin reisi olsa da oğulları evlerinin direkleriydi. Belgesele göre, bölgedeki iş olanaklarının kısıtlı olması, yöre halkını, özellikle gençleri, kaçakçılık yapmak zorunda bırakıyordu. 99 dakika süren belgeselde, bir yandan hayatını kaybeden 34 kişiyi, sevdiklerinin ağzından dinlerken öbür yandan taş ve
topraktan yapılmış evlere, bu evlerin önünde hiçbir şeyden habersiz oynayan küçük çocukların yüzlerindeki masum ifadelere şahit oluyorsunuz. Yönetmen Ümit Kıvanç, belgeselde, somut gerçeklikten yola çıkarak birtakım evrensel değerlere gönderme yapmayı ihmal etmiyor. Kişinin doğuştan gelen birtakım haklara ve güvenceye sahip olduğunu, bu hakların hiçbir güç ve gerekçeyle ortadan kaldırılamayacağını vurgulayarak. insan hakları ihlallerine karşı hep beraber mücadele edilmesi gerektiğinin üzerinde duruyor. Adalet anlayışı içinde bireyin ve toplumun refahını sağlayan, çalışma hayatını geliştirmek için bireylere elverişli ekonomik ortamlar yaratan, sağlıklı bir çevrede konut ihtiyaçlarını karşılayan sosyal bir devlet yapısının gerekliliğine dikkat çekiyor. Keza devletin; dil, din, ırk ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın, herkese eşit mesafede yaklaşıp barışçıl bir ortam oluşturmak için daha fazla çalışmasının bu tarz üzücü hadiselerin bir daha yaşanmaması için hayati önem arzettiğini her fırsatta vurguluyor. Küçük bir çocuğun Kürtçe ağıdıyla sona eren belgesel, insanların acılarını bir nebze de olsa paylaşmak ve farklı hayatlara misafir olmak, en önemlisi de empati gibi bir duygunun varlığını hatırlamak isteyenler için izlenmeye değer bir yapım. İyi seyirler.
47
LOCAL ADVICE WITH
GLOBAL EXP ERTISE
w w w . g s i m e r i d i a n . c o m