Herkes Farklı Herkes Eşit radyo programları deşifreleri

Page 1

Herkes Farklı Herkes Eşit Avrupa Konseyi’nin çağrısıyla düzenlenen bir gençlik kampanyasının adı. İlki 1995 yılında anti-semitism, yabancı düşmanlığı ve tahammülsüzlüğe karşı hayata geçti. İlk kampanyanın başarısı dikkate alınarak, kampanya ikinci defa, Haziran 2006 – Eylül 2007 tarihleri arasında çeşitlilik, insan hakları ve katılım temelinde 47 ülkede tekrarlandı. Kampanyanın ikinci döneminde, Türkiye’deki gençlik alanında, kampanyanın değerlerini destekleyen kişi ve kurumların kendilerini ifade etmesine imkan sağlamak amacıyla bir radyo programı İstanbul Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi tarafından tasarlandı. Programa Açık Radyo destek vererek ev sahipliğini üstlendi. Adı da kampanya gibi Herkes Farklı Herkes Eşit olan programı Gülesin Nemutlu ve Yörük Kurtaran sundu. 25 dakika süren her programın arasında 5 dakikayı aşmayan bir şarkı çalmaya özen gösterildi. Kampanya döneminde her hafta Salı günleri yarım saat süren program, Avrupa’daki kampanya dönemi bittikten sonra da, iki haftada bir yayımlanmaya devam etti. Aşağıda, 36 haftalık programların deşifrelerine ulaşabilrsiniz. Programların üzerinden yaklaşık 3 sene geçtiği için konukların bir çoğu farklı kurumlarda çalışmalarına devam ediyorlar. Bazıları artık konuştukları konularda çalışmıyor bile olabilir. Tüm bunların yanısıra bu programın özneleri olan gençlerin ihtiyaçları, yaşam pratikleri, hayalleri değişmiş olabilir ve hep de değişmeye devam edecek. Bu çerçevede bu metinleri Türkiye gençlik çalışması tarihinin yazılı arşivine katkı yapması amacıyla paylaşıyoruz. Her program deşifre edildikten sonra, konuşma biçimine sadık kalınarak düzenlendi. Dili elimizden geldiği kadar sabitleştirirken konuşma biçimine de sadık kalmaya çalıştık. Okuyucuların alternatif kaynaklara ulaşmasını sağlamak için metine dipnotlar ve internet 1


bağlantıları da eklendi. Deşifreler ve düzelti Uğur Elhan tarafından yapıldı. Ferhat Yurdam ve Melda Akbaş da deşifrelere destek verdi. Burcu Oy ilgili bağlantılarla zenginleştirmeleri yaptı. Yörük Kurtaran bu sürece destek verdi. Açık Radyo çalışanları programı sahiplenmeseydi gerçekleştiremezdik. Gençlik Çalışmaları Birimi olarak kahrımızı çeken her birine teker teker teşekkür ediyoruz. Ayrıca konuklar olmasaydı ortada bir program olmazdı. Bizlere yarımşar saatini ayıranlara buradan teşekkürlerimizi göndermeyi bir borç biliriz.

2


İÇİNDEKİLER 2000’li Yıllarda Türkiye’de Gençlik Halleri, Demet LÜKÜSLÜ, (05.06.2007) Gençlik ve Örgütlenme, Evren ERGEÇ, (02.01.2007) Gençlik ve Sivil Toplum, Yiğit AKSAKOĞLU, (24.04.2007) Sivil Toplum Kuruluşları ve Profesyonellik, Ali Alper AKYÜZ,(13.03.2007) Gençlik Projelerinde Kaynak Geliştirme, Emrah BİLGE, (10.04.2007) Üniversitede Sosyal Sorumluluk, Şaylan URAN, (06.03.2007) Erasmus Programı, Hande YENİDÜNYA – Orhan YARAR, (19.12.2006) Avrupa Gönüllü Hizmeti, Emrah GÜRSEL – Neslihan ÖZTÜRK – Ragıp ZIK, (07.11.2006) İngiltere’de Gençlik Çalışması, Yörük KURTARAN, (20.03.2007) Gençlik Çalışmalarında Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu, Gülesin NEMUTLU, (03.04.2007) Musevi Cemaati ve Gençlik Çalışmaları, David ROMANO, (08.05.2007) Genç Kadınlar ve Gençlik Çalışmaları, Selen LERMİOĞLU YILMAZ, (26.12.2006) Gençlik Hizmetleri Dairesi’nde Gençlik Çalışmaları, Kutlu ERŞEN, (27.03.2007) Habitat için Gençlik Derneği, Başak DEMİR, (19.06.2007) ARI Hareketi Gençlik Çalışmaları, Sait BAŞTÜRK, (21.11.2006) SODEV (Sosyal Demokrasi Vakfı) - Gençlik Kampları, Cem MİRZANLI, (30.01.2007) İsveç, Gençler ve ABF (Arbetarnas Bildningsförbund), Adnan BOZKURT, (31.07.2007) AEGEE Avrupa, Burcu BECERMEN, (13.02.2007) Sosyal Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği Gençlik Çalışmaları, Başak EREL – Goncagül GÜMÜŞ, (16.01.2007) Gençlik Eğitimleri ve Tutum Değişikliği, E. Sener ÜNAL, (20.02.2007) Gençlik Eğitimlerinde Değerlendirme, Erhan OKŞAK, (25.09.2007) Avrupa Konseyi İnsan Hakları Eğitimi Programı, Laden YURTTAGÜLER, (09.01.2007) Baykuş Gençlik Eğitimleri, Neslihan ÖZTÜRK, (14.08.2007) Toplum Gönüllüleri Vakfı “Demokrasi ve Haklarımız” Projesi, Cevher KAHRAMAN – Halil ÖZ – Özlem EZGİN, (31.10.2006) Gençlik ve Sosyal Haklar Projesi, Volkan YILMAZ, (03.07.2007) Üreme Sağlığı Akran Eğitim Programı, Meri İZRAİL, (28.08.2007) 3


Ayrımcılık ve Homofobi Projesi, Onur KAPIKIRAN, (06.02.2007) Yavaş Gamats, Dilara DEMİR – Melih KAHRAMAN, (14.11.2006) “Okuluma Dokunma” Platformu, Çağdaş DOĞAN – Seçil ARIKAN,(11.09.2007) Medikomu Vermiyorum, Meltem ORAL – Tuna ÖZTÜRK, (17.07.2007) Tutukevlerinde Gençler, Necmettin YEMİŞ, (22.05.2007) Genç Sinemacılar Stadyumda Şiddet Kısa Filmi, Emin GÖRGÜN – Kenan ÖZER, (12.12.2006) GePGeNç FeSTiVaL, Murat ALEMDAR,(28.11.2006) GePGeNç Festival II, Gülesin NEMUTLU – Yörük KURTARAN, (05.12.2006) Karşı Festival BarışaRock, Funda ATA, (17.04.2007) Yaşayan Kütüphane, Erhan OKŞAK, (23.01.2007)

4


2000’li Yıllarda Türkiye’de Gençlik Halleri Demet LÜKÜSLÜ (05.06.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba. 94.9 Açık Radyo'da Herkes Farklı Herkes Eşit programında tekrar beraberiz. Yörük Kurtaran: Merhaba G.N: Bugünkü konuğumuz Yeditepe Üniversitesi'nden Yrd. Doç.Dr. Demet Lüküslü. Hoşgeldin Demet.1 Demet Lüküslü: Merhaba, hoşbulduk. G.N: Nasılsın? D.L: İyiyim, teşekkür ederim. G.N: Bize biraz kendinden bahsedebilir misin, kimdir Demet Lüküslü? D.L: En zoru budur herhalde, kimdir Demet Lüküslü diye anlatmak. Hazır sizin programınızla alakalıyken, hani gençlikle alakalıyken, aslında şöyle başlayabilirim: Marmara Üniversitesi'nde öğrenciyken gençlik üzerine çalışmaya başladım. İlk olarak akademik bir sebeple gençlik çalışmaya başladığım söylenebilir, bitirme tezi dolayısıyla. Sonra yüksek lisans ve doktorada da gençlik çalıştım.2 Çıkış noktam da 1980 sonrası Türkiye gençliğinin apolitik bir kuşak olarak, depolitize bir kuşak olarak tanımlanıyor olması; “nedir bu apolitizm? Gerçekten bu gençlik apolitik midir veya apolitizm bir siyasi duruş mudur?”. Buradan başladım aslında. Doktorayı bitirdikten sonra da yardımcı doçent oldum ve şimdi Yeditepe Üniversitesi'ndeyim. Y.K: Neden gençlerle ilgili bir şeyler yazmaya karar verdin? Genelde siyaset bilimi ve sosyoloji, kadınlar ve sınıflar gibi daha “geleneksel” kategorilerle ilgilenir ya hani. Türkiye için “gençlik” daha yeni bir kavram. Neden gençlerle ilgili çalışmak istedin? D.L: Aslında o sıralar bitirme tezimi hazırlıyordum. Bundan sonra devam edecek miyim etmeyecek miyim, onu bile çok bilmeyerek başladım. Ama “söyleyecek bir lafım olsun” dedim. Söyleyecek lafı da nerede bulabilirim? “E, gençlik kategorisi olursa, bir şeyler söyleyebilirim” diye düşündüm. Y.K: Peki bugüne kadar gençlikle ilgili söylenen çok şey var mı Türkiye'de? D.L: Yani gençlikle ilgili söylenen şey olarak artık neredeyse klişe diyebileceğimiz, az önce söylediklerim var mesela Y.K: “Ah şu gençler!” D.L: Evet. Aslında bu, herhalde her kuşak boyunca her gençlik için söylenen bir şey. Sadece bu kuşağa özgü bir şey değil ama özellikle 1980 sonrasının hem darbe sonrası olması hem de neoliberalizme denk düşmesiyle beraber bu eleştiri hız kazanıyor. Aslında 1

Sosyaloji Bölümü, dlukuslu@yahoo.com

2

Demet Lüküslü’nün doktora tezi, gözden geçirilmiş biçimiyle İletişim Yayınları’ndan Mayıs 2009’da basıldı. “Türkiye’de Gençlik Miti: 1980 Sonrası Türkiye Gençliği”

5


burasıydı çıkış noktam ve belki de farklı bir şeyler söyleyebilirim diye başladım. 2000 yılıydı ve 1999'da da Mülkiyeliler Vakfı'ndan “Suskun Kitle Büyüteç Altında” adlı araştırma yayınlanmıştı.3 Y.K: Ferhat Kentel'in, değil mi? 4 D.L: Evet. Ferhat Kentel benim hocamdı zaten, Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nden. O yüzden daha da iyi bildiğim bir çalışmaydı. Bazen dikkat etmeyebilirsiniz, gözünüzden kaçabilir ama hocam olduğu için daha da iyi izleyebilmiştim bu çalışmayı. G.N: Zaten Ferhat hocanın araştırması hâlâ Türkiye'de gençlerle ilgili dönüp bakabileceğimiz yegâne araştırmalardan bir tanesi. Y.K: Tabii. Ama artık orada şöyle bir problem oluyor: “Ferhat hocanın bir araştırması vardı” diyoruz. Hangi yıldı? 1999. Ama artık arada 8 sene var. G.N: Birçok zaman konuklarımızla konuştuğumuzda şunu fark ediyoruz: Bir şekilde, bir nedenle, bir zaman gençliğe bakmaya başlanıyor ve daha sonra görmeyi beklediğimizden öte başka birçok şeyi görebilir hale geliyoruz. Yani o kadar yazılmamış, çizilmemiş bir alan ki! Birazcık o araştırma sürecinden de bahsedebilir misin? Nerelere baktınız, neler gördünüz? Süreç içerisinde çıkış noktasını değiştirecek etkenler oldu mu? D.L: İlk başta baktığında, bir anlamda evet, çok fazla şey görüyorsun. Gazete yazılarından herhangi bir televizyon programına ya da sokaktaki bir insanla muhabbet ettiğin zaman “gençlik çalışmaları” dediğinde herkesin söyleyecek bir lafı var. Böyle bir şans var. Ama bir de dezavantajı var. Gerçekten uzun senelerden beri, sadece Türkiye açısından değil, gençlik sosyolojisi kısır döngü içine girmiş ve bugün baktığımızda “gençlik sosyolojisi” dediğimiz alan çok da yok aslında. Mesela milliyetçilik veya küreselleşme çalışıyorsan önünde deryalar var okuman gereken. Ama “gençlik” öyle değil. Y.K: Peki bu Türkiye'ye özel bir durum mu? Sanırım sen Fransa'da okudun. Mesela Fransa'da gençlik sosyoloji dediğimiz zaman elimizde bir külliyat var mı? D.L: Tabii Türkiye'ye göre baktığımızda, Fransa'da daha geniş bir literatür var diyebiliriz. Ama bir yandan da şu kesin ki, artık 50'lerde, 60'larda ve hatta 70'lerde kültürel çalışmalar ekolüyle beraber olan şey, 1980 sonrasında bütün dünyada bir etki bıraktı. Denilebilir ki, hâlâ gençlik çalışılıyor fakat gençlik diye büyük bir kategori altında değil de içindeki küçük gruplara bakılarak, bu küçük gruplardan yola çıkılarak. Herkesin söylediği bir şey var: “Tek bir gençlikten bahsedilemez”. Aslında bir anlamda bunu kültürel çalışmalar ekolü de yapıyordu. Yani onlar da zaten küçük gruplar üzerinden, odak gruplar üzerinden bir şeyler yapıyorlardı ama bu 1980 sonrasında çok daha bariz bir boyut kazandı. Avrupa'daki araştırmalara bakarsak nüfusun da dağılımında büyük bir değişiklik var; yaşlanan nüfuslardan bahsediyoruz, bir yaşlılık sosyolojisinin çok önem kazandığını görüyoruz. Halbuki 1950'li yıllara baktığımızda, 2. Dünya Savaşı sonrası baby boom generation 5 denilen kuşak, refah toplumuyla beraber yeni kuşağın tüketim toplumu içine çekilmesi gibi durumlar gençlik ve gençlik kültürünü çok önemli hale getiriyor. Fakat 1980 sonrası, hem nüfusun durumu açısından hem de yaşanılan konjonktürle alakalı olarak gençlik 3

Ferhat Kentel “Türk Gençliği “98: Suskun Kitle Büyüteç Altında”, İstanbul Mülkiyeliler Vakfı (Konrad Adenauer Vakfı desteğiyle). http://www.kas.de/proj/home/pub/44/12/year-1999/dokument_id-2797/index.html 4

İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi.

5 Avrupa’da

hemen 2. Dünya Savaşı sonrası doğanların oluşturduğu kuşağa verilen isim.

6


çalışmaları tam bir kısır döngüye girmiş denilebilir. Gençlik çalışan bir insan olarak 50'lerde, 60'larda veya 70'lerdeki kadar şanslı olmadığımı hissediyorum. Y.K: Benim de şöyle bir gözlemim var, bu, Laden Yurttagüler'in6 de bir çalışmasında bahsettiği bir yönelim aslında: Özellikle Avrupa Konseyi'nin ve Avrupa Komisyonu'nun dokümanlarında, 90'ların ortasından itibaren gençliğe atfedilen önem yükselişte. Tabii gençlik araştırmaları daha da önem kazanmaya başladı ama acaba bu yükselişin temel nedenlerinden biri Avrupa'daki göçmenler ve bu göçmenlerin ağırlıklı olarak genç olması veya gençler üzerinden burayı anlamaya çalışmak olabilir mi? D.L: Evet. Aslında marjinal olarak tanımlayabileceğimiz grupları, özellikle de gençler burada daha çok dikkat çektiği için incelemeye çalışan birçok çalışma var. Ama dediğim gibi gençlik, büyük bir gençlik başlığından ziyade, örneğin göç çalışmaları içindeki bir alt başlık olarak ya da diyelim ki bir “hip-hop gençliği” olarak karşımıza çıkıyor. Belki de bu bir anlamda daha doğru bir gidişat olabilir. Çünkü “gençlik” büyük bir başlık, hangi gençlikten bahsediyoruz? Avrupa Birliği ve Avrupa Komisyonu ile ilgili olarak benim de gözlemlediğim bir başka olay şu ki, Avrupa'da siyasal katılım gerçekten düşüyor ve gençlerde siyasetle ilgilenmeme gibi bir durum söz konusu. Bu durumun ilgilerini çektiğini düşünüyorum. Eğer Avrupa Birliği demokrasiyi ve yurttaşlık kavramını geliştirmeye çalışıyorsa, bir yandan da genç kuşağa hitap edebilmeleri ve bir anlamda bu kuşağı kendi tarafına çekebilmeleri gerekir. Bunu yapmak için de pek çok çalışmaları olduğunu ve bundan dolayı da önemli bir “katalizör” rolü gördüklerini, süreci kolaylaştırdıklarını söyleyebiliriz. Ama sosyoloji açısından benim yapacağım bir eleştiri, bu çalışmaların çoğunlukla anket bazında olmasıdır, daha nicel olmasıdır. G.N: Evet. Y.K: Sen daha çok nitel çalışmalardan yanasın galiba, değil mi? D.L: Evet. G.N: Peki. Eminim kendine tez süresi boyunca bin kere sorduğun soruyu bir de biz soralım: 1980 sonrası Türkiye'deki genç kuşak apolitize midir? D.L: Evet, gerçekten kendime bin kere sordum. Sonunda cevap olarak bulduğum şeylerden bir tanesi: Evet, siyasi katılım ya da siyaset dediğimiz şey bugünkü gençlik açısından değişmiştir. Tabii burada benim tezime de bir eleştiri yapabiliriz. “Sen hangi gençliğe baktın?” dersen, ben daha çok İstanbul'daki gençlerle görüştüm. Fakat İstanbul'un kozmopolit yapısından dolayı ve elimden geldiğince farklı kategorilerle görüşmeye çalıştığım için biraz olsun farklılaştırmaya çalıştığım söylenebilir ama yine de büyük laflar etmemek gerekir. Benim söylediğim şey, siyasete duyulan güvenin bu kuşakla beraber gerçekten azaldığıdır. Buradan da aslında gençliği eleştirmek “bu gençler siyasetle hiç ilgilenmiyor… Bu gençler şöyle, böyle...” demek yerine, tam tersine, siyasetin içinde bulunduğu durum hakkında yapılan eleştirilerden çok şey öğrenilebileceğini düşünüyorum. Yani, okumayı tersine çevirmek üzerine bir fikirle yola çıkmıştım. Y.K: Peki bir de şöyle bir şey demek uygun olur mu acaba: Geleneksel siyaset dediğimiz bir şey var ve toplumsal gerçeklik bir şekilde değişiyor ama bizim formel siyaset dediğimiz şey aynı kalıyor. Bu açıdan gençlerin formel siyasete bakışları tabii ki farklı olacak; çünkü toplum değişiyor ama siyaset aynı kalıyor. Belki biraz bununla da alakalı olabilir. 6

İstanbul Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi ve İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi.

7


D.L: Evet. Aslında yaptıkları eleştiri hiç de siyasi olmadıklarını göstermez. Yani tamamıyla siyasetle ilgili olmadıklarını göstermez, aksine, belirli bir siyasete ve geleneksel siyasete yaptıkları eleştiriyi gösterir. Buradan da gençliği devamlı suçlamak yerine, bir şeyler öğrenilip yeni bir siyaset tanımı yapılabilir diye düşünüyorum ve vardığım sonuçlardan bir tanesi de buydu. Y.K: Az önce tezinden bahsediyordun. Ben gençlerle ilgili bir şey sormak istiyorum, yani senin görüştüğün gençlerle ilgili aslında. Hani diğer insanların söylediği “vurdumduymaz”, “ilgilenmiyorlar etrafla”, “aman canım bu gençlerden adam olmaz” gibi şeyler var ya. Senin araştırmandaki gençlerle ilgili bu konuda bir şey söyleyebilir misin bize? Topluma bakışları nasıl mesela? D.L: Aslında yola çıkmamın sebeplerinden bir tanesi de buydu; göründükleri kadar vurdumduymaz değiller ve bu da bir eleştiri içeriyor. Görüşmeleri yapmaya 2001 yılında başladım, tam da ekonomik krizin patlak verdiği zamanlardı. 2005 yılında bitirdim doktora tezimi. O zaman görüyorsun ki, ne olay oluyorsa Türkiye'de, ondan konuşuluyor bir şekilde. Belki bu geyik muhabbeti şeklinde oluyor ama yine de konuşuluyor. G.N: Bilgiye dayanmıyor belki... D.L: Evet. Her zaman inanılmaz bilgiler içermiyor belki ama en azından neler olup bittiğiyle ilgili bir şeyler konuşuluyor ve hatta bazen acısı çekiliyor; yani mutsuzluğu yaşanıyor ya da olan olaylardan dolayı karamsarlık yaşanabiliyor. Bu yüzden o noktada, kesinlikle ve kesinlikle bunun bir vurdumduymazlık olmadığını, ama başka bir yönden de, bir eleştirisinin yapılması gerektiğini düşünüyorum. G.N: Peki görüşme yaptığın genç kadınlar ile genç erkekler arasında bir farklılık var mı? D.L: Aslında gençlik ve gençlik çalışmaları deyince, sadece Türkiye açısından da değil genel anlamda kabul etmek gerekir ki, erkek gençler üzerine yapılıyor çalışmalar. Gençlik çalışmalarında “baba” sosyologların da yaptığı çalışmalar ağırlıklı olarak erkekler üzerine. Ben kendi konumda, biraz siyasete dair ya da gelecekle ilgili hayallerinden yola çıkarak neler düşündüklerini anlamaya çalıştığım zaman, iki kesim arasında çok fark olduğunu görmedim. Fakat şunu fark ettim: Belirli bir kategori var ve özellikle genç kadınlarda bu çok dezavantajlı olabiliyor. Örneğin, üniversite öğrencileri istatistiklerine baktığımızda, üniversite öğrenciliği açısından genç erkekler ve genç kadınlar arasında neredeyse eşit bir oran görüyoruz. Fakat kadınlardaki sosyal sınıf açısından baktığımızda, çok daha üst seviyeden geliyorlar ve bunun yanında alt sınıf genç kadınları üniversitede ya da prestijli işlerde çok fazla göremiyoruz. Burada aslında kadınlar ve erkekler arasında sosyal sınıfa dayalı bir fark olduğunu ve bunun da gençler açısından daha bariz bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Buradan da yola çıkarak, doktora tezimden sonra, ev kızları üzerine bir şeyler yapmaya karar vermiştim. Çünkü ev kızları nasıl bir kategoridir? Hem çalışma hayatının dışındadır hem de okul hayatının dışındadır ve yaşından dolayı ailesiyle beraber yaşadığı için de belli bir aile baskısı yaşar. Bu yüzden ev kızları çok bariz bir şekilde gözüme çarpan, önemli ve aslında üzerine çok konuşmadığımız bir grup. G.N: Şimdi bir araştırma başladı bununla ilgili, değil mi? D.L: Evet. ODTÜ'den Kezban Çelik 7 ile birlikte başladık. O da yeni bitirdi doktorasını; Ankara ve Şanlıurfa'da işsiz gençlerle ilgili bir çalışma yapmıştı. Mart ayının sonu gibi eş zamanlı olarak çalışmayı başlattık, o Ankara'da başladı ben de İstanbul'da başladım. Amacımız çok büyük bir çalışma değil ama dediğim gibi yine kalitatif bir çalışma. Ben yirmi 7

ODTÜ Sosyal Politika Bölümü Öğretim Üyesi.

8


kişiyle o da yirmi kişiyle, toplam kırk kişiyle derinlemesine görüşmelerden yola çıkarak bir çalışma yapmak istiyoruz. Daha çok başında olmakla beraber çalışmaya başladık.8 G.N: Ev kızlarına bakarken, bakmak istediğiniz nasıl sosyalleştikleri mi, aileyle olan ilişkileri mi, ekonomik baskı mı? Daha çok neye bakmak istiyorsunuz? D.L: Aslında ev kızı kategorisiyle ilgili gözümüzde bir “ev kızı” modeli, karikatür tipler ve çok fazla klişeler var. Bunlardan uzaklaşarak, ev kızı gerçekten ne yapar, nasıl yaşar, yani bir anlamda deneyim sosyolojisi gibi, deneyimlerinden yola çıkarak bu ev kızı kategorisini tanımlamayı, yani “açıklayan” bir çalışma yapmayı istiyoruz. Sorularımızı da buna göre hazırladık; gündelik hayatta neler yaptıklarıyla, geleceğe dair hayalleri ve istekleriyle ilgili sorular sormaya çalışıyoruz. Böylece gençlik çalışmaları ile kadın çalışmalarını harmanlamak ve kadın çalışmalarına bir eleştiri olarak da, göz önünde olmasına rağmen yaş ve kuşak boyutuna çok fazla değinmediklerini belirtmek istiyoruz. Y.K: Bu araştırma ne zaman yazılacak ve çıkacak? Daha var mı vakti? D.L: Bizim amacımız, yaz ayları ikimiz de tatil dönemindeyken tüm derinlemesine görüşmeleri bitirmek. Geçen hafta Atina'da, Uluslararası Sosyologlar Birliği'nin bir toplantısı vardı ve orada bu çalışmanın ilk tebliğini sunduk. Bunlar ilk bulgulardı. Çok da gelişmiş bulgulardan yola çıkamadık henüz ama en azından bulgularımızı sunalım, paylaşalım ve yorumlar alıp biraz geliştirelim istedik. Y.K: Peki. Araştırmaların üzerinden gençlerle yaklaşık olarak 6 – 7 senelik farklı bir ilişki içindesin ve onlarla iç içesin. Senin gençlere bakışın değişti mi, yani sende değişen bir şeyler oldu mu acaba? D.L: Aslında zor bir soru. Şöyle düşünürsek; ilk başladığımda kendim genç kategorisindeyken, şimdi artık... Y.K: Daha hâlâ 30 yaş altındasın herhalde, değil mi? D.L: Evet 30, yani 77'liyim. Bir kere her şeyden önce şöyle bir farklılık oldu; artık ben de yavaş yavaş “gençler” demeye başladım. Halbuki eskiden “bize şöyle bakılıyor”, “bize şöyle diyorlar” derken şimdi “öğrenciler böyle” demeye başladım. G.N: “Çocuklar” demeye başladığımız aşama sıkıntılı aslında. Yani, hâlâ “gençler” derken hayat devam ediyor da... D.L: O aşama da yakında gelebilir. Her şeyden evvel böyle bir değişim oldu. Ama bunun dışında biraz daha anlayışlı davrandığımı düşünüyorum. O nostaljiye kapılmamaya çalışıyorum. Çünkü karşındakini ve yaptığı eleştiriyi anlamayıp “ha, bunlar böyle çünkü bizden farklılar” demek çok kolay. Hatta bazen öğrencilerimle ilgili olarak kendimi de şöyle şeyler söylerken buluyorum: “biz böyle değildik, bizde daha çok saygı vardı”. Ama aslında anlamaya çalışmak gerekiyor. G.N: Bu söylediğin “ah bu gençler” gerçekten de öyle zaman ve mekân tanımayan bir söylem ki, tam da bu yüzden sürekli olarak gençliğe bakmak lazım. Y.K: Bir de gençlere “ah şu gençler” dediğin andan itibaren, onları tanımlıyormuş gibi gözüküyorken aslında kendini tanımlıyorsun. Kendini tanımladığın ölçüde de orada başka bir otorite tanımlıyorsun. İş sadece gençleri tanımlamakla da bitmiyor aslında.

8

Demet Lüküslü ve Kezban Çelik “Sessiz ve görünmez: ‘genç’ ve ‘kadın’” Toplum ve Bilim sayı 112.

9


D.L: Daha statükodan yana olunduğunu gösteriyor bu durum; “bak bunlar değişiyor, aman değişmesin” anlayışından, “değişti de kötü oldu” ya doğru gidiyor bu süreç. Aslında gençliğe eleştiride bulunulurken bir yandan da bugünün eleştirisi yapılıyor; doktora tezimde de bunu söylemiştim. Gençliğe yapılan tüm eleştirilerde bir anlamda zamanın ruhu neyse o da eleştiriliyor. Eğer bu tüketim toplumuysa, tüketim toplumu da eleştiriliyor; eğer neoliberalizm ise, neoliberalizm eleştiriliyor. Y.K: Evet, çok doğru. G.N: Aslında bugünün eleştirisi yapılıyor ve bununla birlikte bu duruma nasıl adapte olunamadığı da söylenmiş oluyor. D.L: Evet. G.N: Peki. Programı kapatma zamanı geldi artık. Programa katıldığın için çok teşekkürler. D.L: Ben teşekkür ediyorum. G.N: İki hafta sonra Herkes Farklı Herkes Eşit'te tekrar görüşmek üzere. Hoşçakalın. Y.K: Hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

10


Gençlik ve Örgütlenme Evren ERGEÇ (02.01.2007) Yörük Kurtaran: Merhabalar. Yine Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit’teyiz. Bugünkü konuğumuz Evren Ergeç. Toplum Gönüllüleri Vakfı Saha Departmanı’nda 9 çalışıyor kendisi 10. Hoşgeldin Evren. Evren Ergeç: Merhaba, hoşbulduk. Y.K: Nasılsın? E.E: Teşekkür ederim, iyiyim. Y.K: Evren aslında bir gençlik çalışanı. Tabii gençlik çalışanı kimdir, ne yapar, bunlardan bahsedeceğiz biraz sonra ama öncesinde kendinden biraz bahsedebilir misin? E.E: İstanbulluyum. Yaklaşık beş senedir sivil toplum kuruluşlarında kendimi var ediyorum. Ama kendimi gençlik çalışanı olarak tanımlamam üç buçuk seneye dayanıyor. Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda çalışıyorum. Toplum Gönüllüleri Vakfı, biliyorsun, gençler için kurulmuş bir sivil toplum kuruluşu. Y.K: Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda gençlerle beraber ne yapıyorsun, biraz anlatabilir misin? E.E: Tabii. Aslında oradan da “gençlik çalışanı kimdir?” sorusunun cevabını da vermeye çalışacağım. Toplum Gönüllüleri’nde yapmaya çalıştığımız, gençleri kendi ürettikleri sosyal sorumluluk projeleri aracılığıyla var etmeye çalışmak. Y.K: Nerede bu gençler peki? İstanbul’da mı, başka bir yerde mi? E.E: Tüm ülkede ve hatta öyle bir yere geldi ki, tüm dünyada da diyebiliyoruz. Ama daha çok yeniyiz bunu söyleyebilmek için. Genç deyince, üniversitelerde okuyan gençlerden bahsediyorum; çünkü böyle bir geçmişim var. Öncelikle gençlerle tanışıyoruz. Daha sonra bu gençlerle, farkındalık yaratmak, fark yaratmak ve bu bağlamda gönüllü olmak istiyorsa diyaloğa geçiyoruz. Bu diyalog karşılıklı anlayış üzerinden yürüyor. Aslında gençlik çalışanının da hem kendini yoğurduğu hem de gençlerle birlikte olduğu alan burası. Y.K: Peki bir süreç içinde gençlerle gençlik çalışanı arasında bir güç ilişkisi11 oluşuyor mu? E.E: Evet. Bunu sıfırlayamıyorsunuz, çok kolay değil. Çünkü sen çalışan olarak “kirlenmiş” durumdasın; yani belli bir yaştasın, birçok yerlerden geçtin, çok şey yaşadın. Bu diyalog sürecinde gençlik çalışanı olarak derdin, mümkün olduğunca kendini “sıfırlaman” ve bir çeşit iktidar veya güç yaratmaman. Y.K: Güç yaratmaman derken iktidarı devretmek anlamında mı, yoksa gerçekten de iktidarın olmadığı bir yere doğru gitmek anlamında mı? 9

TOG Saha Departmanı’nın tuttuğu Twitter’a buradan ulaşabilirsiniz.

Ergeç, 2009 yazı itibariyle halen Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda Dış İlişkiler Departmanı Yöneticisi olarak çalışıyor. 10

Fransız düşünür Michel Foucault’ya göre hakikat olarak kabul ettiklerimiz doğrdaun iktidarla ilişkilidir. İktidar da da en geniş tanmıyla, bireysel ilişlikerden toplumsal ilişkilere kadar uzanan bir yelpaze içinde, kısaca, her yerde vardır. Bu çerçevede de bilgi ve güç arasında doğrudan bir ilişki mevcuttur. 11

11


E.E: İktidarın olmadığı bir yere doğru gitmek çok ideal bir şey; gencin kendi iktidar alanını yaratmasına müsaade edecek bir alan yaratmaktan bahsediyorum. Doğruyu söylemek gerekirse, burada aslında bir birlikte öğrenmekten bahsediyorum; dolayısıyla bir birliktelikten bahsediyorum. Bu süreç de gençlik çalışanının kendisini sürekli olarak sıfırlamasıyla gerçekleşiyor. Eğer bu gelinen noktada kendi birikimleriyle, yargılarıyla, dolayısıyla kendi “kirleriyle” bir ilişki ortaya koyarsa, bu karşılıklı diyalog alanını yaratamaz ve yapılan iş özgürleşmeden çıkar, başka bir şeye dönüşür. Son kertede, kitleler yaratmak gibi bir derdimiz yok, meydanlara akan gençlerden de bahsetmiyoruz. Kendi alanlarını yaratabilecek, dolayısıyla kendilerini keşfedebilecek bir motivasyon gösterebiliyor olmak gerekiyor gençlere. Bu karşılıklı diyalog da sonuçta bir içermeye yol açıyor. Y.K: “İçerme” derken “sosyal içerme” anlamında mı? E.E: Hayır, sosyal içerme anlamında değil. Genç kendi alanını yaratırken başka gençlerle birlikte olmaya başlıyor. Dolayısıyla gençlik çalışanı için iş, birey olarak gençten çıkıyor, gençlere geliyor. Bir ekipten bahsediyoruz; çünkü kendi ürettikleri sosyal sorumluluk projelerini hayata geçiren genç değil, gençler var artık karşımızda. Y.K: Mesela aynı çalışmayı kadınlarla yapmak veya bir mahalledeki her yaş grubundan insanlarla yapmak ile gençlerle yapmak arasında bir fark var mı? Metotlar, yaklaşım veya işin felsefesinin olası farklılığından bahsediyorum. Çünkü senin 17 Ağustos depreminden sonraki süreçte de bir tecrüben var. Mesela bu ikisini karşılaştıyor olsan? E.E: Evet. Düzce’de, prefabrik konutlarda yaşayanlara yönelik bir sosyal projede çalıştım. Çok farklı tabii. Oradaki yaklaşım daha mesafeli bir yaklaşımdı; çünkü çok farklı yerlerden gelen insanlarla bir ilişki söz konusuydu. Yani, gençlerdeki gibi 17-29 yaş arasındaki insanlardan değil daha çoklu bir yapıdan bahsediyorum; bir anneden, bir çiftçiden, bir işsizden bahsediyorum. Y.K: Peki gençler homojen mi? Örneğin, her ne kadar üniversiteli gençler olsa da, Sivas’ta okuyan gençler olsa da, Diyarbakır’da doğup ilk öğrendiği dil Kürtçe olan bir genç olsa da… E.E: Homojen olması söz konusu olamaz. Zaten gençler için “kitle” dememek gerekiyor, kitleselleştirmemek gerekiyor. Az önce bahsettiğim içerme de, gencin gençlerle kurmuş olduğu ilişki üzerinden, gençlik çalışanının o gruba aracılık etmesini ifade ediyor. Y.K: Aracılık derken daha kolaylaştırıcı gibi birinden mi bahsediyorsun? E.E: Evet; kolaylaştırmak, göstermek gibi. Tabii göstermek deyince yol göstermek anlamında değil, çünkü o zaman iktidar oluyorsun. Buradaki göstermek, belki “yola çıkarmak” veya “birlikte yola çıkmak” ve daha sonra kendilerinin yarattığı yollarda da bulunmak ve bununla birlikte çalışan olarak da öğrenmek anlamında. Y.K: Peki gençlerle kurulan ilişki nasıl bir ilişki ve nereye doğru gidiyor? E.E: Az önce bahsettiğim tanışma, diyalog, içerme gibi kavramlarla ilgili olarak gençlik çalışanın da içinde olduğu bir beklenti var. Bu beklentiyi bir “özgürleşme alanı” olarak ele alabiliriz. Yani gençlerin daha yaşanabilir bir dünyayı kurmak adına bir şeyler yapıyor olması ya da başka türlü politikalar geliştiriyor olması -ki hali hazırda geliştiriyorlar da. Y.K: O zaman gençlerin gönüllülük temelinde katılımı bir araç orada. Yani gönüllülük, gençlerin daha yaşanabilir bir hayat kurmaları için ve belkide kendileri için toplumsallaşmış anlamda kendileri için- bir araç sanki.

12


E.E: Evet. Gönüllü olmak, araç olarak ele alınabilir ama aynı zamanda bir kimlik inşası da. Ben “gönüllü” dememeye çalışıyorum gençlere; çünkü gencin kendisi kendine gönüllü, kimseye gönüllü değil. Dolayısıyla yeni politikalar yaratmak, yeni politikaların kapısını açmak derken, kendisinin inşa ettiği bir kimlikten bahsediyoruz. İşte bu kimliğin ismi “gönüllü”. Örneğin, Toplum Gönüllüleri Vakfı çatısı altındaysa, bu, “toplum gönüllüsü”; başka bir sivil toplum kuruluşundaysa, başka bir gönüllü profili. Y.K: Evet gönüllülük hem araç hem amaç, bu kimlik oluşturma sürecinde. Diğer yandan, daha farklı insanlarla ve daha farklı kültürlerle de tanışmak aslında. Bu anlamda vücudun “hareketli olması”, “aklın hareketli olmasını” da beraberinde getiriyor. Gençler açısından baktığımız zaman gönüllülüğün, insanların hayatlarında bir şeyleri değiştirmek anlamında özgürleştirici ve hayata farklı bir şekilde bakmayı sağlayan bir çıktısı da oluyor sanki. Tabii bu soru gençlik çalışanı için de geçerli; çünkü gönüllüler için veya gençler için söylediğin her şey gençlik çalışanını da içeriyor. E.E: Evet oluyor, ama olmadığı da oluyor. Gönüllülüğün özgürleştirici olmadığı bu durumlar, gençlik çalışanı için iyi olmayan durumlardır. Bir çeşit yapay bir kimlikten de bahsediyor olabiliriz. Y.K: Peki neden olmuyor veya neden oluyor? E.E: Birçok sebebi var aslında. Burada önemli olan şey, bu sürecin devamlılığının olması; çok karşılaştığımız bir şey bu. En fazla iki sene oluyor bu süreç ve bir noktadan sonra o süreçten bir şey alınamamış ya da o sürece bir katkı sunulmuş ama peşinden koşulmamış olunabiliyor. Y.K: O bir “kapanma” mı getiriyor o zaman? E.E: Bütün yaşanmışlıkların bir kenara bırakılıp tekrar devam etmek oluyor; tabii ki bu da can sıkıcı. Y.K: Var böyle örnekler galiba, değil mi? E.E: Tabii, yaşıyoruz bu durumları ve yaşamaya da devam edeceğiz. Y.K: Peki. Son olarak, bir gençlik çalışanı nasıl olunur, ne yapmak lazım? Biraz bundan bahsedebilir misin? E.E: Sait Faik (Abasıyanık) “her şey bir insanı sevmekle başlar” der, bu gerçekten önemli. Birincil motivasyon dediğim şey, yani tanışmak, gerçekten insanları sevmek demek. Y.K: Aslında başkalarıyla tanıştığın zaman kendinle bir daha tanışmış olmuyor musun? E.E: Aynen; çünkü kendini açıyorsun. Bunun dışında “kendini sıfırlamak” gerekiyor, iktidar kurmamak gerekiyor, haddini bilmek gerekiyor; çünkü sen başka bir kuşak içindesin. Başkasına gittiğin zaman, içermek için gittiğin zaman, kendin de içerimleniyorsun. Dolayısıyla bu “sevmek” işini çok iyi kotarıyor olmak lazım. Y.K: Birincil şart bu. E.E: Evet. Zaten bu işin bir okulu yok, olmasın da. Birincil olarak insanları sevmek gerekiyor; birlikteliği, gençlerle birlikte olmayı, onlarla konuşmayı, onlardan öğrenmeyi sevmek gerekiyor. Y.K: Peki. Çok teşekkürler bugün konuğumuz olduğun için

13


E.E: Ben teşekkür ederim Y.K: Bugün Evren Ergeç ile beraberdik. Gelecek haftaki Herkes Farklı Herkes Eşit programında başka bir konukla tekrar beraber olmak dileğiyle. İyi günler

İçindekiler menüsüne dön...

14


Gençlik ve Sivil Toplum Yiğit AKSAKOĞLU (24.04.2007) Yörük Kurtaran: 94.9 Açık Radyo’da, yeni bir Herkes Farklı Herkes Eşit programında tekrar beraberiz. Bugünkü konuğumuz İstanbul Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi’nden Yiğit Aksakoğlu. Merhaba Yiğit. Yiğit Aksakoğlu: Merhaba Yörük Y.K: Nasılsın, iyi misin? Y.A: İyiyim, sen nasılsın? Y.K: Teşekkürler, ben de iyiyim. Yiğit de gençlik alanından gelen birisi aslında. Bugün gençlik hakkında konuşacağız ama onunla ilişkili olarak savunuculuk hakkında da konuşacağız. Ama öncesinde bize biraz kendinden bahsedebilir misin? Y.A: ‘96-‘97 yıllarıydı sanırım, İstanbul Avrupa Gençlik Forumu Derneği ile tanıştım. Y.K: Nam-ı diğer AEGEE. Y.A: Nam-ı diğer AEGEE İstanbul. O zamanlar uluslararası bir derneğin şubesini kurmak falan yasaktı. Onun için bizimkiler de bir dernek kurup o dernek çatısı altında AEGEE’nin faaliyetlerini şube olarak yürütüyorlardı. İşte o zamanlar başladım bu işlere. Bir Türk-Yunan çalışma grubu vardı ve Atina’daki birimle exchange projeleri yaparak ülkeler arasındaki husumetin çözümüne katkıda bulunmaya çalışıyorlardı. Bir de eğitim çalışma grubu vardı. Onlar da, bir süredir Türkiye’nin de dahil olduğu, Avrupa Birliği’nin Gençlik, Leonardo ve Socrates 12 gibi bazı programlarına Türkiye’nin dahil edilmesi için lobi faaliyetleri yapıyorlardı. Şimdilik aklıma gelen temel şeyler bunlar ama bunun yanında, tiyatro festivali düzenlemeye çalışan bir çalışma grubu da vardı. Ben Türk-Yunan çalışma grubuyla başlamıştım; exchange projeleri düzenledik, karşılıklı ziyaretler düzenledik. Tabii siyasi bir duruşumuz da vardı; mesela “Ruhban Okulu tekrar açılısın 13” gibi bir şeyi açık açık söylüyorduk. Y.K: Ama Ruhban Okulu ile ilgili bir şey söylesen de söylemesen de, Yunanları daha iyi tanımak ve onların sizi daha iyi tanıması sağlamak için bir şeyler yaptığın ölçüde zaten siyasi bir şey yapmış oluyorsun. Y.A: Tabii. Söylemek istediğim “bunun yanı sıra da bir şeyler yapıyorduk”, yani sadece birbirimizi ziyaret ederek bir siyasi duruş sergilemenin dışında. Daha sonra birkaç vakıfta profesyonel olarak çalışma fırsatları çıktı karşıma. Önce part-time sonra da full-time çalışmaya başladım. Daha sonra ise yüksek lisans yaptım ve sonrasında da Bilgi Üniversitesi’ndeki bu birimde çalışmaya başlayıp bu alanda kaldım. Y.K: Doktora da yapıyorsun, değil mi? Y.A: Evet. Bilgi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi’nde doktora yapıyorum, yine sivil toplum ve içindeki mevzular üzerine. 12

2006 yılı sonu itibariyle sone ermiş olan Socrates programı ile ilgili verilmiş olan link programın Hayatboyu Öğrenme kategorisi altında yürüyen alt başlıklarına dair bir yönlendirmeyi içermektedir. 13

Ruhban okuluyla ilgili haber ve tartışmalar için buraya göz atabilirsiniz.

15


Y.K: Biraz önce lobi faaliyetlerinden bahsettin, bir Türk-Yunan çalışma grubundan bahsettin. Bunlar yaklaşık on sene önce başlayan süreçlerdi. Şimdi baktığımız zaman artık Türkiye, Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları’ndan yararlanan ülkelerden biri haline gelmiş durumda. Bildiğim kadarıyla, Türk-Yunan sivil işbirliği üzerinden AEGEE üç dört yıl süren ve “Kayafest” ile biten bir proje yaptı. Aslında on sene önce senin de içinde olduğun şeyler, başka şeylere dönüşmüş durumda. Y.A: İyi ki de dönüştü. Eğer bunda biraz katkımız var denilebilirse ne güzel. Zaten hayat başka bir yere akıyor ve başka sonuçlar da getiriyor. Türk-Yunan ilişkileri konusunda bir şeyler yaptık ama belki o zamanlar söylediğimiz şeylerle ilgili çok ciddi bir değişim olmadı. Programlar açıldı ve sağlanan fonla bizim dışımızda da birçok faaliyet yürütüldü ama belki de siyasi anlamda çok ciddi değişiklikler olmadı. Y.K: Dertler orada devam ediyor hâlâ. Y.A: Aynen öyle. Belki olduysa Kıbrıs’ta bir değişiklik oldu ama o da bizim çok dışımızdaydı zaten. Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları’na Türkiye’nin dahil olması gerektiğini de, birliğin dışında bir Avrupa bütünleşmesi üzerinden söylüyorduk. Y.K: Aşağıdan bütünleşme gibi Y.A: Aynen öyle. Özellikle dezavantajlı kesimlerin bu bütünleşmeye katılması gibi temel bir dert de vardı. Ama şimdi dönüp “gençlik örgütleri ne yapıyorlar” diye dışarıdan bir gözle bakınca; bir fon var ve herkes bu fonun peşinde bir şeyler yapmaya çalışıyor gibi geliyor. Y.K: Tam da bununla ilgili bir şey soracağım aslında. Özelde gençlik alanı ama genelde sivil alanla ilgili birkaç problem hâlâ devam ediyor. On senelik süreç üzerinden bir değerlendirme yaptığın zaman, senin gözlemlediğin neler var? Y.A: AEGEE’den ayrıldığımdan beri gençlik alanından uzağım aslında. Ama başlarda çok sık söylediğimiz “finansman yok, fon yok” gibi durumlar ortadan kalkınca da alan üzerinde başka bir etki oluşuyormuş. Bunu gözlemleme şansımız oldu. Y.K: Nasıl bir etki yaratıyor? Y.A: Yine dışarıdan bir gözle bakarak… Y.K: Bence dışarıdan o gözlemi yapıyor olman daha iyi, çünkü içeriden onu görmek daha da zor olabilir. Y.A: Belki de. Bu konuyla ilgili iki mevzu var gibi. Birincisi, örgütler sanki varlıklarını bu gençlik programları üzerinden sürdürüyorlar. Sertifika programında yaptığımız “Örgüt Yönetimine Giriş” adlı dersteki vizyon-misyon konuları sanki biraz “rafta kalmış”, sadece web sayfasındaki bir link olmuş. Tabii “onun altında linkine daha çok tıklanan bir projeler sayfası var”; herkes sadece proje üretmenin derdine düşmüş. Y.K: Belki o projelerden daha vahim olan şey, projelerin isimlerinin olmaması, “eylem 1 yapıyoruz”, “eylem 3 yapıyoruz” olması. Bu belki de daha büyük bir dert. Y.A: Aynen öyle. Bir gençlik örgütünün toplantısına katılıp “etkinlik olarak neler yapıyorsunuz?” diye sorduğunuzda, “şu ülkeyle exchange yapıyoruz. 7-8 tane yaptık; bilmem neresi ile yapacağız ama kimse istemiyor, çünkü son iki sene içinde herkes gitti oraya” gibi şeyler duyuyorsunuz. Artık o örgütün vizyonu misyonu her neyse, yapılan faaliyetler o çerçevede yapılmıyormuş da, sadece projelere partner aramak ya da bir yerlere gitmek için bu faaliyetleri yapıyorlarmış gibi görüyorum. Evet, bu projeler bir 16


yandan hareketliliği artırıyor ve aynı zamanda bu “Avrupa içinde gençliğin hareketliliğinin artması” bizim söylemimizin de bir parçasıydı. Ama diğer taraftan da, sadece hareketliliğin dışında bir siyasi duruş sergilemeyi gölgeliyor, ikinci plana itiyor gibi görüyorum. Y.K: Programın yapısında belirlenmiş bazı genel kriterler var; daha çok dezavantajlı gençler yararlansın, kadınlar yararlansın, üniversite öğrencisi olmayanlar yararlansın gibi. Programa bu anlamda bakınca aslında programın başarıya ulaşıp ulaşmadığıyla ilgili çok ciddi bir soru işareti var -en azından Türkiye özelinde. Yani “hangi gençler bu programdan yararlanıyor?” sorusunun cevabı aslında bu programın neye hizmet ettiğini de gösteriyor. Y.A: Şunu söylemekte yine de fayda var: Bu söylediklerine katılıyorum ama hiçbir şey olmadıysa en azından başvuruların geldiği şehirlerin çeşitliliği arttı denilebilir. Bunu yine AEGEE deneyimi üzerinden söylemek de mümkün, belli bir seneye kadar AEGEE sadece İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde vardı. İzmir’de yavaş yavaş kuruldu, Eskişehir için çok uğraştık falan. Şimdiki sayıyı bilmiyorum ama artık bunu kurmak daha da meşru bir hale geldi. Dolayısıyla bu programlara baktığımda da aynı şeyi söyleyebilirim. Tabii o şehirlerden kimler başvuruyor, orada da bir sıkıntı olması muhtemel. Ama bu, sanırım programın genel bir sorunu. Y.K: Türkiye ile alakalı değil, genel bir sorun. Y.A: Böyle olduğunu düşünüyorum. Y.K: Gençlik örgütlerindeki temel ve belki de yapısal dertlerden bir tanesi, o örgütün sürdürülebilirliği. Yani insanlar hayatlarının belli dönemlerinde o örgüte dahil oluyorlar ve orada bir şeyler yapıyorlar, ama genç olmaktan çıktığında ya da öyle hissettiğinde o örgütten ayrılıyorlar. Y.A: Aynı şeyi ben de yaşadım. İki üç sene örgütte bir şeyler yaptıktan sonra yüksek lisans falan derken ben de ayrılmak durumunda kaldım, ayrıca artık ne yapabilirdim ki? Ama şuna yarıyor olabilir: Orada bunu deneyimlemek, akranlar arası ilişkilerin daha kolay kurulabildiği bir ortam yarattığı için, örgütten ayrılınca benzer bir şey aramak ve bulduğunda da bir parçası olmak belki daha kolay oluyordur. Y.K: Belki başka bir alanda sivil faaliyetler yapmaya yönelik olarak bir hazırlık dönemi gibi de algılanıyor olabilir, ama çok emin değilim. Y.A: Evet, ben de “hazırlık dönemi” demek istemem açıkçası. Çünkü orada yapılan şey “gerçek olan” bir şeye hazırlık değil, orası da bir gerçeklik ve aslında kişinin kendisini daha da çok şekillendirdiği bir yer. Y.K: Gençlerden bahsediyorken, “gençler kendilerini genç görmemeye başlıyor ve artık gençlik örgütünde takılmıyorlar” gibi bir durum var. Gençler ve kimlik ilişkisine 14 baktığımız zaman, biliyorum ki bununla ilgili de çalışıyorsun, gençler kendilerini nasıl görüyorlar? Y.A: Evet. Bir çalışmanın içerisinde bu konuyla ilgilenmek gibi bir hevesim oldu, “gençliğin siyasi bir kimliği olduğu iddia edilebilir mi, edilemez mi?” diye. Şöyle bir tartışma alanı var aslında: “Kimlikler siyasi olarak tanınma talep etmeli midir, etmemeli midir veya gençlik bu talepleri ortaya getirebilecek bir kimlik midir?”. Çeşitli karşı duruşlar var ama çok araçsal bir yerden bakınca siyaset, hak, ihtiyaç gibi bir kurgunun içerisinde bunun bir kimlik olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla da bu kimliğin farklı ihtiyaçları, deneyimleri ve talepleri üzerinden siyasete katılmaları gerektiğini, ama bunun “katılma yaşını 25’e çekelim, 18’e 14

Yiğit Aksakoğlu ve Silvia Volpi tarafından İngilizce kaleme alınıp Tuğba Akkaya tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olan ‘Kimlik Politikaları ve Gençlik’ makalesine, Üniversite Gençliği ve Sosyal Haklar Raporu’ndan ulaşabilirsiniz

17


çekelim” gibi bir yerden değil de kolektif bir kimlik olarak kabullenilip bu alanda var olunmaya çalışılması üzerinden bir kimlik olduğunu düşünüyorum. Tabii bunun bazı yansımaları da var. Yine AEGEE deneyimim üzerinden söylersem, o sıralar gençlik çalışması yapan bazı örgütlerin yaptığı işlerin büyük bir kısmı kendilerine yönelik şeyler değildi. Örneğin biz Türk-Yunan ilişkileri, düşünce özgürlüğü gibi konular üzerinde çalışıyorduk. Bunlar önemsiz ya da üzerinde çalışılmaması gereken konulardır demiyorum, ama ne bileyim, mesela barınmayla ilgili, hiç olmazsa üniversite öğrencilerinin barınma sorunuyla ilgili veya öğrenim kredileriyle ilgili söz söyleyen çok fazla genç yoktu. Şimdi görece biraz daha fazla olduğu söylenebilir. Y.K: Yani kendisiyle ilgili bir şey söylemekten bahsediyorsun, değil mi? Y.A: Evet. Y.K: Bununla ilgili olarak gözüme çarpan bir şey var aslında. Radikal gazetesinin bir gençlik eki var, gençlerin yazılarının yayınlandığı. Herkes mutlaka kendi üzerinden bir şeyler yazsın demiyorum ama orada yazan gençlerin birçoğu gençlik üzerinden yazmıyor. Genç olma durumuyla ilgili veya kendileriyle ilgili bir şey yazmıyorlar, daha çok kendilerinin dışındaki şeylerle ilgili yazıyorlar. Bu tabii kötü bir şey değil ama başka bir yerden baktığın zaman, belki de bu ülkede gençlerin ne kadar da “olmadığının” farklı bir göstergesi diye düşünüyorum. Y.A: Diğer taraftan, bu süreç başka bir yere de gidiyor. Hani, çocuklar için veya yaşlılar için iyi şeyler yapan gençlik oluşumları var ya… Y.K: Veya çevre için. Y.A: Evet. Bunlar kötü şeyler değil ama aslında biraz da -yasadaki tanımını hatırlayamıyorum şimdi- boş vakitlerini faydalı şekilde değerlendirmelerine yarayan folklor, satranç ve spor gibi etkinliklerin yanı sıra böyle sosyal konularda da duyarlı olan gençlerin çeşitli yardım faaliyetlerine katılarak bunları kendi aralarında örgütlemesine gidiyor bu süreç. Ayrıca, hem kendi dışındaki siyasete müdahil olmaya çalışıp hem de aslında bununla hiç ilgilenmeyip tamamen başka bir yöne gitmesine de yol açıyor. Y.K: O zaman alandaki bazı gençlik örgütleri belirli kaynaklarla ve kapasiteyle hizmet sağlayan kuruluşlara dönüşmeye başlıyorlar. Sadece gençlikle ilgili değil belki tüm sivil alandaki en temel dertlerden biri, savunuculukla ilgili faaliyetlerin biraz kısıtlı olması veya bu şekilde bir çalışma geleneğimizin olmaması. Y.A: Doğru. Örneğin, çok sık tekrarlanan “gençlerimiz apolitik” söyleminin altında da bu var. Gençlerimiz tabii ki apolitik, çünkü yirmi yıl önce aileleri apolitikleştirildi. Dolayısıyla bu jenerasyon bu şekilde gidiyor. Ama siyasetin dışında da siyasi alanlar var. Y.K: Geleneksel siyasetin dışında. Y.A: Aynen öyle. İşte o alanları açmak için neler yapılabilir, buna çok bakmıyoruz. Bunun yerine gidip ağaç dikmeyi, çocuklara ders vermeyi tercih ediyoruz. Çünkü bu “iyi” bir şey ve dolayısıyla zararlı bir şey yapmadan zamanımızı değerlendirebiliyoruz! Ama sonuçta bu, alanda tespit ettikten sonra gidip bir şeyler yaptığınız sorunu çözmüyor. Y.K: Peki ne yapmak lazım? Genelde alana baktığınız zaman hizmet üreten birçok kuruluş var. Tabii hizmet üretmek kötü değil, çünkü bazı durumlarda da acil müdahale gerekiyor. Ama yapılacak olan iş bir tek hizmet üretmekten ibaretse sonuçta bir tıkanma oluşturuyor. Çünkü o zaman da devlet “benim bu hizmeti vermeme gerek yok, zaten sivil toplum kuruluşları bu hizmeti veriyor” diyebiliyor. Bu da devletin, hak temelinde bunu bir hizmet 18


olarak vermemesini doğuruyor. Böylece başka türlü bir ilişki ortaya çıkıyor. Y.A: Aynen öyle. Ayrıca, o sorun her neyse siz onu tekrar tekrar üretmiş oluyorsunuz. Çözüm tam olarak nerede, bilemiyorum. Çünkü örneğin, çevreyle ilgileniyorum diyen herkesin enerji politikalarını yalayıp yuttuktan sonra kalkıp “alanda şu kadarlık enerji harcamasını şuraya yapmamız lazım” demesi de gerekmiyor. Fakat büyük resme biraz daha bakıp aslında sorunun temellerinin nerede olduğuna ve bununla ilgili nelerin değiştirebileceğine dair şeyler yapmak belki daha faydalı olabilir diye düşünüyorum. Burada şunu söylemekte fayda var: Her sivil toplum kuruluşunun da düşünce üretim merkezi gibi kurumlara dönüşmesi gerektiğini söylemiyorum. Çünkü alanda da önemli bir deneyim var. Yani hizmet sağladığınız hedef gruplar ve beraber çalıştığınız kişiler üzerinden önemli bir deneyim çıkarmak mümkün fakat bu deneyimi o siyasi alana, siyasete yansıtmak gerekiyor. Belki de ideal olanı, mümkün mertebe ikisini bir arada yürütebilmek ve birbirlerini beslemelerini sağlayabilmek. Bunu yapabilen örgütler de var ama bu işin “bunu alın uygulayın, şahane bir örgüt olacaksınız” gibi bir reçetesi de yok. Bu durum gençlik için daha da zor, çünkü jenerasyonel bir durum var orada. Y.K: Yapısal bir dert de var. Y.A: Evet. Y.K: Peki. Programımızın sonuna geldik. Katıldığın için çok teşekkürler. Y.A: Ben teşekkür ederim. Y.K: Sana ulaşmak isteyenler için bir e-posta adresi, bir web adresi verebilir misin? Y.A: Tabii: http://stk.bilgi.edu.tr adresinden bizim birime ulaşabilirsiniz. Bana da yigita@bilgi.edu.tr adresinden ulaşabilirsiniz. Y.K: Tekrar teşekkürler katıldığın için. Gelecek hafta başka bir Herkes Farklı Herkes Eşit programında yine sizlerle beraber olacağız. İyi günler.

İçindekiler menüsüne dön...

19


Sivil Toplum Kuruluşları ve Profesyonellik Ali Alper AKYÜZ (13.03.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba. 94.9 Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız. Bugünkü konuğumuz İstanbul Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi’nden Alper Akyüz15 . Hoşgeldin Alper. Alper Akyüz: Hoşbulduk. G.N: Nasılsın? A.A: Teşekkürler, iyiyim. G.N: Alper aslında eski gençlik çalışanlarından, şimdi kaç yaşındasın Alper? A.A: Şimdi biraz yaşlıyım, 35 yaşındayım; yolun yarısı. Kısmen gençlik çalışanıyım diyebiliriz. Çünkü hala gençliğe yönelik eğitimlere eğitmen olarak katılıyorum ama bir gençlik örgütünde çalışmıyorum. G.N: Birazcık kendinden bahseder misin? A.A: Aslında mühendisim ama uzun süredir gençlik örgütlerinde yer alarak, adını da söylemek gerekirse Avrupa Öğrencileri Forumu’nda yer alarak, seneler boyunca kapsamlı çalışmalar yapıp mühendislikten uzaklaşan birisiyim. Asıl isteğim, mühendislik alanında devam edip bu sivil, gönüllü çalışmaları gerçekten de “gönüllü” olarak yapmaktı. Ancak bu mümkün olmayınca gönüllü çalışmalarla edindiğim deneyimle tamamen sosyal alana ve sivil alana profesyonel olarak geçiş yaptım. Daha sonra üniversiteden ayrılıp önce Tarih Vakfı’nda proje koordinatörlüğü yaptım ve sonrasında da Bilgi Üniversitesi’ndeki bu birime geçtim. Şu anda STK Birimi içinde hem STK’lara yönelik eğitimlerde eğitmen olarak yer alıyorum hem de lisans öğrencilerine yönelik “Sosyal Sorumluluk Projeleri” dersinde öğretim görevlisi olarak çalışıyorum. Bir yandan da “Örgüt Çalışmaları ve Yönetim” dalında doktora yapıyorum. G.N: Bugün Alper ile konuşmak istediğimiz konu, sivil toplum kuruluşları ve profesyonellik ilişkisi. Sivil toplum kuruluşları son yıllarda profesyonel çalışmaya dair bir alan olarak tanımlanıyor. Sen de bir çalışma alanı olarak sivil toplum kuruluşlarını inceliyorsun. Bir sivil toplum kuruluşunda profesyonel olarak çalışmak ne kadar mümkündür? A.A: Mümkündür. Sivil toplum kuruluşlarında profesyonellik ve gönüllülük var, ikisi arasındaki gerilimlere bakmak lazım. Çünkü bu ikisi de kaçınılabilir durumlar değil bence. Yani tek bir kuruluş anlamında profesyonellikten kaçınmak mümkün ama, “örgütsel ekoloji” dediğimiz bakış açısından sivil toplum kuruluşları alanına bakarsak, sivil toplum kuruluşları alanında profesyonellikten kaçınmak mümkün değil. Aynı zamanda gönüllülükten kaçınmak da mümkün değil. Gönüllülüğün de farklı formları var; eylemcilik, hizmet vs. Bu kadar kısa zamanda çok fazla detaya girmeyelim ama ikisi arasındaki gerilimi tespit etmek gerek. Çünkü bir yandan profesyonellik ve gönüllülük arasında gerilim varken, bu gerilim, birer birer kuruluşlar anlamında profesyoneller ile gönüllüler arasındaki gerilimlere de dönüşebiliyor ve örgütsel anlamda ciddi sorunlara da neden olabiliyor. G.N: Profesyonellik ile gönüllülük arasındaki gerilimi biraz açabilir misin? Yani kişilerden 15

Halen aynı üniversitedeki İletişim Fakültesi’nde Öğretm Görevlisi olarak da çalışmaya devam ediyor.

20


ziyade, sivil toplum kuruluşlarında bu iki şekilde var olma biçimi arasındaki gerilimden bahsedebilir misin? A.A: Tabii. Aslında profesyonelliğin kabaca tanımı, yapılan iş karşılığında ücret almaktır. Ama bu çok yüzeysel bir tanım. Çünkü gönüllü çalışıyor olsanız bile iş yapma biçiminiz profesyonelceyse ve karşılığınızda para almıyorsanız bile benzer aşamalardan geçebilirsiniz. Evet, ücret meselesi mutlaka var ve çok önemli bir etken. Ama iş yapma tarzıyla bağlantılı olarak benim profesyonellikten anladığım, gönüllülükten üstü örtük bir şekilde anlaşılan “başıbozukluğa” karşı profesyonellik, biraz daha sistemlilik, düzenlilik anlamına geliyor. Tabii bunun da getirdiği bir tür yabancılaşma var. G.N: Mesela, sabah 9 akşam 6 mesai saatleri? A.A: Evet. Veya proje temelli bir çalışma. Gönüllü bile olsa proje temelli çalışmadan, yani başı sonu gayet belli olan, sınırlı kaynakları olan ve herhangi bir esnekliği olmayan bir işleyiş tarzından bahsediyoruz. G.N: Sivil toplum kuruluşlarında profesyonellik dediğimiz kavram son zamanlarda artıyor, gelişiyor, gözle görülür hale geliyor derken, bu alan, yine son dönemde sivil toplum kuruluşlarının proje bazlı çalışıyor olmasıyla da açılmış bir alan sanırım. A.A: Evet, bu da sivil toplum kuruluşlarının aklına bir anda kendiliğinden düşmedi zaten. Bunu etkileyen başka şeyler de var ama en temeli küreselleşme ve uluslararası kurumların ulus-devletler içinde etkinliklerini artırmaları -en başta da gelişmekte olan ülkeler içinde. Ama sadece bununla da sınırlı değil. Kısaca proje temelli çalışma, 1950’lerde başlayan, uluslararası fon kuruluşlarının verdikleri kaynakların etkin olarak ve istismar edilmeden harcandığını görmeleri için dayattıkları bir şey. Dolayısıyla bütün çalışma tarzı da bu şekilde değişiyor. Diğer taraftan, sivil toplum kuruluşlarının içinde yer alan kişilere baktığınızda bunlar, gönüllülük temelinden gelen ve çalıştığı konuda daha önce mağdur olmuş ya da mağdurlarla bir tür özdeşlik hissetmiş ve bu kendisi için hayatın anlamlarından bir tanesi olmuş kişiler. G.N: Sivil toplum kuruluşlarında profesyonel olarak çalışanların çoğu gönüllülükten mi gelir? Böyle istatistiksel bir veri var mıdır bilemiyorum ama, sivil toplum kuruluşlarıyla, özellikle de Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarıyla iç içe çalışan birisi olarak senin gözlemin nedir? A.A: Böyle bir çalışma yok, yani istatistiksel olarak bunu söyleyemiyoruz. Aslında öncelikle, “sivil toplum kuruluşları” derken neden bahsettiğimizi sınırlandırmamız lazım. Örneğin benim bahsettiğim sivil toplum kuruluşları sektörel kuruluşlar değil. Bizim bahsettiğimiz daha çok, haklar temelinde çalışan ya da bir derdi olan - İngilizce söylersek issue based- yani bir konu üzerine, bir sorun alanı üzerine çalışan yurttaş örgütlenmeleri. Bu alanda benim gözlemim, evet profesyonel çalışanların çoğu gönüllülükten geliyor. Bu tabii başka bir sorun getiriyor: Gönüllülük, iş öncesi adım olarak görülüyor. Gönüllü olunduğunda ilk dert bu olmasa bile daha sonrasında bu olanak fark ediliyor. Sivil toplum kuruluşlarında profesyonel olarak çalışabilme olanağı Türkiye’de 2000 yılından sonra yaygınlaştı. G.N: Bu da sanırım, sivil toplum kuruluşlarında profesyonel olarak çalışmak ile gönüllü olarak çalışmak arasındaki gerilimlerden bir tanesi. A.A: Evet. Çünkü sonradan varılan yer profesyonellikse, profesyoneller ve gönüllüler arasında ister istemez bir tür hiyerarşi ve iktidar ilişkisi kuruluyor. Belki o anlamda sizin programın da ismi olan “Herkes Farklı Herkes Eşit” fikrini örgütlerin içinde de savunmak 21


gerekiyor. G.N: Hiyerarşinin olduğu her yerde “Herkes Farklı Herkes Eşit” diyoruz. Peki, senin hikâyene dönelim. Gönüllü olarak çok uzun süre çalıştın. Ben Alper’i, kendisinin ve ekip arkadaşlarının Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları’nın Türkiye’ye de açılmasına yönelik olarak yaptığı savunuculuk faaliyetlerinden tanıyorum. Daha sonra sivil toplum kuruluşlarında çalışmaya başladın. Senin hikâyen nasıl gerçekleşti? Yani ne oldu da böyle bir karar aldın? A.A: O zaman içinde bulunduğum koşulları düşününce, aslında böyle bir niyetim yoktu. Ancak bir yandan da Socrates, Leonardo ve Youth programlarının Türkiye’ye açılması için profesyonel olmayan ama profesyonelce çalışmalar yaptık. O sırada aslında sürekli olarak “gidip geldik”. Çünkü iş odaklı çalışınca, çevrendeki insanları kırmaya ve “gönüllülük bunun neresinde?” diye sorgulamaya başlıyorsun; kendi içinde birçok çelişki yaşıyorsun. Aslında bu süreç bana iş yaşamıyla da ilgili birçok tecrübe kazandırdı ama o sıralarda profesyonel olarak çalışmayı istemiyordum. Fakat daha sonra bu işin profesyonel olarak gerçekten hakkıyla da yapılabileceğini gördüğümde ve aynı zamanda da mühendislik alanındaki eğitimimi benim dışımdaki nedenlerle sürdüremeyeceğimi anladığımda sivil alana döndüm. G.N: Bir çalışma alanı olarak, profesyonel bir çalışma alanı olarak sivil toplum kuruluşlarına baktığımızda, özel sektörden ve kamudan ne gibi farklılıklar var? A.A: Kamu demeyeyim ama -bunu tamamen örgütlerin var olma nedenlerinden yola çıkarak söylüyorum- sivil toplum kuruluşlarının özel sektörden farklılığı şu: Özel sektörde neyi ne için yaptığınızı bilirsiniz. Yani bunun temeli kâr elde etmektir, kârın maksimizasyonudur. Dolayısıyla bireyin hayata bakış açısıyla ilgili olarak işin başlı başına bir anlamı yoktur. Ancak sivil toplum kuruluşlarında çalışanlara baktığınızda, gönüllülükten gelmiş olmaları çok şeyi gösteriyor. Yani bu insanlar için yaptıkları işin belli bir anlamı var. Özel sektörde bu anlam, bir şekilde insan kaynakları departmanları gibi birimlerin çalışmaları sonucunda üretilmiş olmak zorundadır. Yani çalışanların bir anlam atfetmeleri sağlanmaya çalışılır. G.N: Kurum kültürüyle ilgili yapılan çalışmalar bu kapsamda mı ele alınıyor? A.A: Evet. Kurum kültürüyle ilgili, motivasyonla ilgili, işyerinin sosyal bir ortam olmasıyla ilgili çalışmalar bu kapsamda ele alınıyor. Hatta şunu söyleyebilirim: Özel sektördeki birçok kuruluş, çalışanların hem işyeri vasıtasıyla hem de çalışma zamanları dışında gönüllülük yapmalarını teşvik eder. Çünkü bu yolla, çalışanların verimliliği artacak ve bu da kârı artıracak diye düşünürler. Dolayısıyla özel sektörde işin anlamı başka bir amaç için üretiliyor. Halbuki sivil toplum kuruluşlarında bu anlamın, varoluş nedenleri açısından bu şekilde gerçekleşmeyeceğini varsayıyoruz; ama her zaman böyle olmuyor. Çünkü o örgüte profesyoneller tarafından yüklenen anlamlar, gönüllülerin yüklediği anlamlarla aynı olmayabiliyor. İşte tam burada da o gerilimler devreye giriyor. Öte yandan, proje temelli çalışmalar olsun, daha profesyonelce çalışma biçimleri olsun, bunlar da içindeki prosedürleriyle, kısıtlılıklarıyla veya sınırlılıklarıyla yapılan işin tatminini olabildiğince düşürebilecek uygulamalar. Yani kişi, sivil toplum kuruluşunda bulunmasının nedenine veya kendisi için anlamına yabancılaşmaya başlayabiliyor. Özel sektör ile sivil toplum kuruluşları arasındaki temel fark bu. Kamu için de benzer şeyler söylenebilir. Hiyerarşi ve örtük olan bürokrasi nedeniyle bu yabancılaşma orada da ortaya çıkıyor ve maalesef günlük konuşmamıza bile yansıyor. G.N: Gerçi sivil toplum kuruluşlarının yönetimiyle ilgili konuşmuyoruz ama bir yönetim varsa, az önce bahsettiğimiz şey de sivil toplum kuruluşlarının yöneticilerinin en çok mesai ayırmaları gereken şeylerden bir tanesi haline geliyor. Tabii ki çalıştığın kurumla örtüşen 22


birtakım değerler dizisi var ama bir yandan da çalışanlar arasındaki kişisel bağlar kuvvetli olduğunda, bu, çalışanlar arasında da bir direnç yaratabilir. A.A: Sivil toplum kuruluşu olsun, şirket olsun, örgüt denilen şey çok kompleks bir yapı. Yani birebir reçetelerin uygulanmasıyla iyi yönetmek mümkün değil. Çünkü o örgütün içindeki karmaşıklığı, belirlenemezliği yaratan şey, çalışanların ya da içinde yer alanların “insan” olması. Özellikle sivil toplum kuruluşları anlamında söylersek bunlar, reçetelerin, özel sektörden devşirilen prosedürlerin uygulanmasıyla aşılabilecek şeyler değil. “Yönetici” dediğimiz kişilerin işi bu anlamda gerçekten zor. Diğer yandan ise, sivil toplum kuruluşlarının içinde yer alan insanların bir derdi var; derdi olduğu için orada, katılmak için orada. Bu dengeyi iyi kurabilmek gerekiyor; bireysel dertleri olabildiğince katabilmeleri, ama bunun da örgütün amacına yönelik çalışmalara bir şekilde katkıda bulunabilmesi gerekiyor. Fakat bunu özel sektörden devşirilen yöntemlerle yapmak başka bir yabancılaştırıcı uygulama oluyor. G.N: Ve bağlamına oturmadığı için süreci daha da zorlaştırıyor. A.A: Evet. Diğer yandan da etkin çalışmak için bunları bir araç olarak kullanmak zorundasınız. İşte orada da yeni bir gerilimle karşı karşıya kalıyoruz. G.N: Evet. Peki, süremizin sonuna geldik. Geldiğin için çok teşekkürler Alper. A.A: Ben teşekkür ederim G.N: Bu konularla ilgili olarak seninle bağlantıya geçmek isteyenler için bir e-posta adresi verebilir misin? A.A: Tabii: aakyuz@bilgi.edu.tr. Ayrıca, Bilgi Üniversitesi’nin web sayfasındaki “BİLGİ Rehber” bölümünden Alper Akyüz diye aratarak da bana ulaşabilirler. G.N: Tekrar teşekkürler. Bugün Alper Akyüz ile sivil örgütlenmeler ve profesyonellik üzerine konuştuk. Önümüzdeki hafta yine Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit programında tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

23


Gençlik Projelerinde Kaynak Geliştirme Emrah BİLGE (10.04.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba. 94.9 Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız. Yörük Kurtaran: Merhaba G.N: Programımız süresince gençlik örgütleri, gençlik örgütlerinin yaptığı projeler ve eğitimler gibi birçok konu hakkında konuştuk. Bugün, tüm bunların hepsinin mümkün kılınmasını sağlayan konulardan bir tanesiyle ilgili konuşacağız: “kaynak geliştirme”. Konuğumuz ise Toplum Gönüllüleri Vakfı Kaynak Geliştirme Departmanı Yöneticisi Emrah Bilge16. Hoşgeldin Emrah. Emrah Bilge: Merhaba, hoşbulduk. Y.K: Emrah biraz kendinden bahsedebilir misin dinleyicilerimize? E.B: 1972 doğumluyum. İş hayatıma Doğal Hayatı Koruma Derneği’nde başladım ve daha sonra da Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nda çalıştım. Yedi yıllık bir STK geçmişim var; bu yıl yedinci yılı. Yaklaşık iki yıldır da Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda Kaynak Geliştirme Departmanı Yöneticisi olarak çalışıyorum. Y.K: Peki. Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda tam olarak ne yapıyorsun? E.B: Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda, vakfın gerçekleştirdiği, Toplum Gönüllüleri’nin gerçekleştirdiği projelere ve çeşitli etkinliklere kaynak arıyorum. Tabii bunu bir ekip olarak yapıyoruz aslında, hatta gönüllülerle birlikte. Ben genel olarak koordine ediyorum. Kısaca, projelerin hayata geçmesi için gerekli kaynağı sağlamaya çalışıyoruz. G.N: Peki süreç nasıl gelişiyor? Gençlik kuruluşları içinde, genel olarak sivil toplum kuruluşları içinde, son dönemde en çok tartışılan şeylerden bir tanesi de “bazı fonlar var, o fonlara göre dernekler ve vakıflar önceliklerini değiştiriyor ve fona başvuruyor; para alıyor ve kaynak da böyle gelişiyor” gibi bir “efsane”. Y.K: O efsanenin devamı da var aslında… G.N: Aslında bu efsane çerçevesinde gerçekleşmediğini biliyoruz, Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda. Bundan biraz bahsedebilir misin? E.B: Evet, Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda bu şekilde gerçekleşmiyor süreç. Her şeyden önce önceliklerimizi biz belirliyoruz. “Şöyle bir fon, başvuralım da parayı kapalım” gibi bir derdimiz hiçbir zaman olmuyor. Birçok fon var aslında. Herkesin bildiği bir Avrupa Birliği fonları var. Onun dışında çeşitli uluslararası kuruluşların sağladığı fonlar var. Ama bunlar aslında Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın kaynağının küçük bir bölümünü oluşturuyor. Bizim kaynaklarımızın çoğunu… Y.K: Çoğu derken bir % verebilir misin? E.B: Zor ama şöyle söyleyebilirim: Belki %80’ini özel şirketlerin ve ticari kuruluşların sağladığı fonlar oluşturuyor. Bunlar projeler kapsamında olabiliyor ve belli bir projeyi 16

Artık Avea’da, Kurumsal İleişim Departmanı’ndan çalışıyor.

24


fonlayabiliyor şirketler, ya da Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın kendisini bir proje olarak algılayıp onu doğrudan doğruya fonlayabiliyorlar. Ayni veya nakdi olabiliyor bu fonlar. Yani ayni dediğimiz, şirket ürettiği malı veya hizmeti çeşitli projeler ve etkinlikler için bedelsiz olarak bize sağlayabiliyor; ya da belli bir nakit aktarımı yaparak bir projeye veya bir etkinliğe destek olabiliyor. Burada bizim önem verdiğimiz şey ise sağlanan kaynağın sürdürülebilir olması; çünkü tek tek bağışlarla bir vakfı ayakta tutmak çok zor. Onun için yaptığımız projeleri “bir atışlık kurşunlar” değil de daha uzun süreli –bir yıldan öte; iki yıl, üç yıl, hatta beş yıllık- fon kaynakları sağlayarak sürdürülebilir hale getirmeye çalışıyoruz. Y.K: Az çok bir yüzdelik oran verdin, hani 1/5’i yurtdışı kaynaklı gibi. Türkiye’deki diğer sivil toplum kuruluşlarının kaynaklarına baktığın zaman da böyle bir yüzdelik oran var mı acaba? Yoksa bu Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın yapabildiği, ona özgü bir şey mi? E.B: Aslında bunun için bir genelleme yapmak çok doğru değil ve bu konuda da bir araştırma var mı Türkiye’de bilmiyorum. Her sivil toplum kuruluşu kendi önceliklerini farklı belirliyor. Sadece ve sadece uluslararası fonlarla, neredeyse %100, hayatını devam ettiren ve etkinliklerini gerçekleştiren kuruluşlar da var; diğer taraftan çok yüksek oranda bir firmanın desteğiyle kaynağını oluşturan kuruluşlar da var. Bir de Toplum Gönüllüleri Vakfı gibi kaynağını mümkün olduğunca geniş bir tabana yaymaya çalışan sivil toplum kuruluşları var -ki belki de bunun en başarılı örneği Toplum Gönüllüleri Vakfı. Şu anda elli civarında sponsorumuz var. Bunların bir kısmı proje sponsoru bir kısmı ise doğrudan doğruya Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın sponsorları. Ana sponsorumuz Garanti Bankası ama ana sponsorumuzun sağladığı kaynak, toplam kaynağımızın % 7’sini oluşturuyor. Bu şöyle bir avantaj sağlıyor bize: Herhangi bir sponsorla ilişkimiz bittiği noktada çok büyük bir kayıp, çok büyük bir boşluk yaşamıyoruz. Mümkün olduğu kadar farklı kaynaklardan farklı projelerle devam etmeye çalışıyoruz. Y.K: Senelik olarak az çok ne kadarlık bir bütçeden bahsediyoruz? E.B: Geçtiğimiz yılı 4.5 milyon TL civarında bir bütçeyle kapattık. Önümüzdeki yılın hedefini de 5 milyon TL gibi koyduk ama bunu da aşacağız gibi görünüyor.17 G.N: Ağırlıklı olarak özel sektörden geliyor bu para ya da ortaklıklar bu şekilde gerçekleştiriliyor diyebiliriz. Peki, bu süreç nasıl işliyor? Yine birtakım anekdotlara dayanan başka bir efsane daha var: “Şirketler özellikle sivil toplum alanında yapılan bir projeye para koyduklarında sadece isimlerini değil, kendi düşünce ve yaklaşımlarını da koymak istiyorlar ve müdahaleci oluyorlar. Dolayısıyla bu sürece girmemek lazım çünkü asıl yapmak istediğimiz şeyi yapamayız” gibi. Sizin deneyiminiz nasıl? E.B: Yani bu aslında bir efsane diyebilirim. Çünkü burada inisiyatif sizin elinizde. En azından Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda yaptığımızı söyleyeyim: Bir proje tasarlıyoruz, bu genelde gençlerin fikirleri olarak geliyor ve ona kaynak aramak için dosyamızı koltuğumuzun altına alıp kapı kapı gezmeye başlıyoruz. Bu projeyi beğenen ve benimseyen kuruluşlar olduğunda da o ortaklığa giriyoruz. Bugüne kadar Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda, herhangi bir şirketin şekillendirdiği bir projeyle yola çıkmadık. Ama bu iki taraflı bir ilişki olduğu için şirketlerin de önerileri olabiliyor ve ben bunda çok büyük bir sakınca görmüyorum; ana amaçtan, ana prensiplerden sapmadıkça iki taraflı bir ilişkide tabii ki karşılıklı birtakım alışverişler olacaktır. Önemli olan ortak paydada buluşup ortak hedefe doğru şekilde yol almaktır. Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda böyle bir sorun yok ve bütün STK’lar için de aynı şey geçerli olmak durumunda bence. Kaynak bulunamadığı zaman proje gerçekleşmez, sonuçta bu kadar basit. 17

Güncel bilgiler için TOG internet sitesindeki ilgili menüye bakılabilir.

25


G.N: Bir kaynak görüşmesine gittiğinizde ve bir şey talep ettiğinizde bunun karşılığında o şirkete sağlanan bir şeyler var, tanıtıma dair veya görünürlük sağlamaya dair. Tam da bu noktada, “karşılığında şirket ne alacak?” noktasında, müdahalelerin gerçekleştiği söylenir. Sizce neler sağlanabilir, neler sağlanmalıdır şirketlere? E.B: Aslında şöyle bir süreç: Projenin kendisi şirkete bir şeyler sağlıyor. Yani, Toplum Gönüllüleri Vakfı şirkete birtakım taahhütte bulunmuyor. Gerçekleştirilen projenin sonuçları, toplumda yarattığı etki, kamuoyuna verdiği mesajlar şirketin kendi öncelikleriyle de uyumlu oluyor, eğer bu işin içine girdiyse. Dolayısıyla şirket bunları kendi halkla ilişkilerinde, reklam kampanyalarında kullanabiliyor. Bu çok doğal ve çok anlaşılabilir bir şey; burada önemli olan nokta, gerçek durum neyse kamuoyunun karşısında onu ortaya koymak. Biz, bir şeyi yapıyormuş gibi görünüp de bununla ilgili bir çalışma hiçbir zaman yapmadık. G.N: Aslında yapılan raporlama zaten “gerçekleşen” olduğu ölçüde şirketin bunu kendi tanıtımı için kullanması bir problem değil yani? E.B: Gayet etik bir şey aslında; problem değil. Şöyle bir yanı da var: Bunun için çok büyük bir çaba harcamanıza gerek yok. Projeniz başarılı oluyorsa ve yaptığınız projeden sonuç alıyorsanız, o proje zaten kendi kendini kamuoyu önüne koyuyor. Burada bizim verdiğimiz tek destek, medya veya basın ilişkilerinde daha kolay ilişkiler kurmak. Çünkü bir sivil toplum kuruluşunun yaptığı basın duyurusuyla bir şirketin yaptığı basın duyurusu aynı etkiyi vermeyecektir; çünkü biz kâr amaçlı değiliz her şeyden önce ve yaptığımız işin bize bir getirisi olmasını beklemiyoruz. Şirketler de aslında yavaş yavaş o yöne doğru gidiyorlar. Yani, Türkiye’de iki tür şirket var diyebilirim: Bir grup şirket sosyal sorumluluğun ne demek olduğunu gayet iyi anlamış durumda ve onların bu tür projelerden beklentileri birebir kâr dönüşü değil, belki toplumun önünde “bakın biz böyle güzel şeyler yapabiliyoruz” diyebilmek, ki ben bunda hiçbir sakınca görmüyorum. Diğer grup ise pek kavramış değil bunu, “yapılan projeler ne kadar süre içerisinde ne kadar geri dönüş sağlar” gibi bakıyor ama bu ikinci grubun da yavaş yavaş birinci gruba doğru yaklaşmaya başladığını görüyorum; büyük şirketler aslında bir anlamda küçük şirketlere ve bahsettiğim bu tür şirketlere örnek de oluyorlar. Y.K: Peki. Sonuçta, gençlerle ilgili bir kurumda çeşitli projeler için kaynak görüşmelerine gidiyorsun. Senelik bütçeye de baktığımız zaman çok ciddi bir miktardan bahsediyoruz. Şirketlerden de bu şekilde ciddi miktarların alınabiliyor olması, konunun özel sektörün desteğine açık olmasıyla alakalı bir şey mi? Yani, konu gençlik değil de başka bir şey olsa, mesela çevreyle ilgili olsa, bu kaynak daha mı zor bulunur? Diğer taraftan da, gençlik ve başka bir konu, mesela gençlik ve insan hakları dediğimiz zaman da kaynak bulmak zorlaşır mı? E.B: Birinci sorunun cevabı aslında çok net: Şirketler bir destek sağladıklarında bu destekle ilgili sonuçları görmek istiyorlar. Her şeyden önce o sonuçları somut olarak görebilecekleri projelere destek veriyorlar. O anlamda Toplum Gönüllüleri’nin şöyle bir avantajı var: Tek bir konusu yok Toplum Gönüllüleri’nin. Yani toplumda sosyal sorumlulukla ilişkilendirilebilecek her konu, içerisinde gençlik yer alıyorsa ya da Toplum Gönüllüsü gençler bu konularla ilgileniyorlarsa, Toplum Gönüllüleri’nin konusudur. Dolayısıyla çok geniş bir yelpazeden bahsediyoruz, bu bir avantaj. Bir çevre koruma örgütü için böyle bir avantaj maalesef yok; çünkü onların tek bir konusu var ve bu konunun dışına çıkma şansları yok ve bundan ötürü işleri biraz daha zor. Y.K: Peki diğeri? “Gençler ve …” hani o konu neyse E.B: Az önce verdiğin örnek bu konulardan bir tanesi aslında. Mesela “gençlik ve demokrasi”. Gençlik ve demokrasi çok uzun vadeli sonuçları olan ve çok somut, elle 26


tutulabilecek, görülebilecek sonuçlar üretmeyen bir konu olduğu için genelde özel sektörden bu anlamda kaynak sağlamak biraz zor. Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın yürüttüğü demokrasi, insan hakları ve buna benzer konularla ilgili projeler bugüne kadar çoğunlukla Avrupa Birliği fonlarıyla ve buna benzer uluslararası fonlarla ya da kişisel birtakım bağışlarla, konuya ilgili duyan insanların sağladığı bağışlarla gerçekleşti. Dolayısıyla orada böyle bir sorun yaşanabiliyor maalesef. Y.K: Peki. Aslında Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın çeşitli projelerine kaynak bulan kişilerden biri de sensin ve profesyonel olarak çalışıyorsun. O vakıfta bir profesyonelin bu işi yapıyor olması işin daha kolay yürümesini sağlıyor mu? Bunu şunun için soruyorum: Genelde alana baktığın zaman gençlik kuruluşlarının profesyonel kadroları çok fazla değil, Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın bu anlamda bir avantajı var belki ama bu işi bir profesyonelin yapmadığı durumlarda belli bir sistem üzerinden bu kaynak bulunabilir mi? E.B: Aslında buna genel bakmak gerekiyor. Sonuçta Toplum Gönüllüleri bir kitle ve bütün Türkiye’de çalışmalarına devam ediyor. Sadece kaynak konusunda değil, verdiği bütün destekler konusunda da bu çalışmaları koordine edecek ve yönlendirecek bir profesyonel ekibin olması gerekiyor. Bizim aslında fon bulduğumuz projeler daha çok ulusal, büyük çaplı projeler. Toplum Gönüllüsü gençlerin kendi bulundukları illerde, yerel örgütlenmelerinde gerçekleştirdiği küçük küçük yüzlerce projeye biz kaynak bulmuyoruz. Zaten Toplum Gönüllüleri Vakfı bunu öngörüyor. Y.K: Onlar nereden buluyorlar? E.B: Onlar daha çok yerel kaynak üzerinden gidiyorlar ve tabii ki küçük ölçekli kaynaklar bulabiliyorlar, ki bu da çok doğal bir şey. Bu kaynakların büyük çoğunluğu ayni oluyor, mal veya hizmet şeklinde destek alıyorlar. Nakdi kaynak daha küçük bir bölümünü oluşturuyor. Dolayısıyla vakfın gençlere sağladığı altyapının içerdiği şeylerden bir tanesi de kaynak. Benim ve arkadaşlarımın kaynak anlamında yaptığı çalışmalar da aslında gençlere destek olmak yönünde. Genç arkadaşlar kendi projelerini oluşturup sonra ofisten kaynak alıyorlar gibi bir yaklaşımımız yok. Öncelikle kendi kaynaklarını kendileri oluştursunlar istiyoruz ama sonuçta bir üniversite öğrencisi gencin ayırabileceği zaman ve harcayabileceği enerji ile tüm zamanını buna ayırmış bir profesyonel çalışanın harcayacağı enerji aynı değil. Tabii ki daha etkiniz genç arkadaşlardan; bu, onların yapamadığı anlamına gelmiyor, onların daha fazla zaman ayıramadıkları anlamına geliyor. G.N: Peki bu kaynak arama sürecinde yaşanılan zorluklar nelerdir? Var mıdır bu sürece dair hikâyeler, öneriler?18 E.B: Aslında bunun kitabı yok. Genç arkadaşlar da bana soruyor “Emrah, bu kaynak konusunda görüşmeye nasıl gidilir, ne giyilir, ne söylenir? Bize bir eğitim mi versen acaba?” gibi. Bu işin eğitimi yok, ben bunun eğitimini almadım. Yani ben sonuçta biyoloji mezunu biriyim ve yaptığım işin bu formasyonla uzaktan yakından alakası yok. Bu aslında hem kendi kişiliğinizle ilgili hem de işin içinde pişerek öğrenilen bir şey. Öyle görüşmeler yapıyoruz ki, karşınızdaki tavana bakıyor ve siz orada yine de bildiğinizi anlatmak zorundasınız. Bu görüşmeler her zaman iki taraflı, karşılıklı etkileşime yönelik bir şey ve samimi bir sohbet olduğu oranda başarıya ulaşıyor. Dolayısıyla karşınızdaki ne kadar rahatsa siz de o kadar rahat oluyorsunuz. Bu işin bir kuralı yok. Mesela ben acemiyken, iki yıl önce, “nereye giderken ne giymeliyim” diye düşünüyordum. Hatta şöyle şeyler yaşadım: Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için İstanbul Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi’nin biri STK Çalışmaları Eğitim Dizisi – Kaynak Geliştirme başlıklı (9 başlıklı bi serinin 7. CD’si) özgün, diğeri Avrupa Konseyi Gençlik Direktörülüğü ve Avrupa Komisyonu Eğitim ve Kültür Direktörlüğü’nün ortak yayını olan Kaynak Geliştirme ve Eğitim Kılavuzu başlıklı çeviri iki kaynak çalışması mevcut. 18

27


Kaynak görüşmesine takım elbiseyle gittim ama karşımdaki kişi kot pantolonla oturuyordu. Bunları da kitaptan okuyarak anlamak mümkün değil, içinde yaşayarak öğreniyorsun. Bir süre sonra, içgüdüsel olarak, bir bakıyorum her gittiğim yerde karşımdaki de benim gibi giyinmiş oluyor, karşımdaki de bana benziyor en azından. O diyalog ne kadar samimi olursa, ne kadar içten olursa o kadar başarıya ulaşıyor. Y.K: Bu işin ilkeleriyle de ilgili bir şey sormak istiyorum. Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın “şu kurumlardan kaynak alırız, şu kurumlardan almayız” gibi ilkeleri var mı? Özellikle bu, sivil toplum alanında çok tartışılan bir konu; hani “hangi kurumdan hangi kaynakla ne yapıyorsun?” gibi çok ciddi bir soru var. Bununla ilgili sen ne düşünüyorsun? E.B: Toplum Gönüllüleri Vakfı bu konuda çok net. Bizim en önemli kriterimiz: şeffaflık. Bizim ilkelerimizi benimseyen ve yasal çerçevede etkinlik gösteren herhangi bir kuruluştan, bu bir şirket veya sivil toplum kuruluşu da olabilir, kaynak sağlamakta bir sakınca görmüyoruz. Bunun bugüne kadar tek bir alternatifi oldu: Genelde tütün şirketleriyle iletişime çok fazla geçmedik; “tütün şirketleriyle çalışmayız” gibi yazılı bir şey yok aslında ama genel bakış açısı bu yönde oldu. Farklı fikirler her zaman olabilir; Toplum Gönüllüsü gençler arasında da olabilir, sokakta da olabilir, bizim kendi içimizde de olabilir. Yani “keşke şuradan para alınmasaydı” da denilebilir ama oradaki kriter aslında sübjektif değil objektif olmak zorunda. Objektif kriter de yasal olması ve Toplum Gönüllüleri’nin yaptığı işe çok fazla müdahil olmaması, daha doğrusu yönlendirmeye çalışmaması. G.N: Özellikle farklı şehirlere gidip gençlik örgütleriyle çalıştığımız zaman görüyoruz ki kaynakla ilgili şöyle bir algı var: “Projeye para İstanbul’dan bulunuyor, hadi olmadı Ankara’dan bulunuyor ama başka bir yerden bulunmuyor.” Bu konu hakkında ne düşünüyorsun, gerçekten böyle mi? E.B: Sadece bu şehirlerden değil ama açık söylemek gerekirse, Türkiye’de ekonominin büyük bir bölümünü İstanbul, Ankara ve İzmir sırtladığı için kaynağın çoğunluğu buradan bulunuyor. Ama az önce bahsettiğim genç arkadaşlar yerel kaynaklarını zaten kendi bulundukları yerlerden sağlamaya çalışıyorlar, orada bir sorun yok. Y.K: Peki. Daha kişisel bir şey ama, ne kadardır Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda çalışıyorsun? E.B: İki yıl oldu. Y.K: Kaynak departmanında çalışmana rağmen gençlerle çok ciddi bir iletişimin var. Bu iki yıl içinde gençlerle ilgili, en azından Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın ilişkide olduğu gençlerle ilgili gözlemlediğin bir şeyler var mı? E.B: Çok farklı bir yerden bakacağım. Mesela ben o yaşlardayken bu taraklarda bezim yoktu, “gezelim, tozalım, kendi hayatımızı yaşayalım” diye bakıyorduk. Benim Toplum Gönüllüleri’nde karşılaştığım ilk sürpriz şuydu aslında: “Bu insanlar neden işlerini güçlerini bırakıp da sosyal sorumluluk peşinde koşuyorlar ki?”. Sonuçta, Türkiye’de böyle bir kitlenin olduğunu görmek umut verici bir şey. Toplum Gönüllüleri’nde yer almak benim açımdan olumlu bir deneyim. Ne kadar çok sahaya gidip -bu saha jargonu da ilginç tabii- ne kadar çok onlarla beraber olursam o kadar motive oluyorum. Yani ofisin dışında olmak, onlarla birebir çalışmak benim de genç kalmamı sağlıyor diyebilirim. Y.K: Peki sende var mı bir değişiklik, bu iki yıl içinde? E.B: Var tabii, olmaz olur mu, bakış açım değişti, çok farklı noktadan bakıyorum artık. Y.K: Tahammülün yüzden arttı mı? 28


E.B: Sabır, biliyorsunuz, bu tür işlerin % 90’ını oluşturan unsur zaten. G.N: Bir yandan da şirketlerle çalışıyorsun, orada da sabır gerekiyor. E.B: Evet. Bu anlamda her şeyden önce bana katkısı oluyor yaptığım işin. Bu çok önemli benim açımdan. G.N: Peki Emrah. Toplum Gönüllüleri ile ilgili, kaynak geliştirmeyle ilgili seninle bağlantıya geçmek isteyenler için bir e-posta adresi, internet adresi verebilir misin? E.B: İnternet adresimiz: www.tog.org.tr. Telefonumuzu da vereyim: 0 216 321 89 88 G.N: Çok teşekkürler Emrah E.B: Ben teşekkür ederim. G.N: Bugün Herkes Farklı Herkes Eşit programında gençlik projelerinde kaynak geliştirmeyle ilgili Emrah Bilge ile birlikteydik. Önümüzdeki hafta görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

29


Üniversitede Sosyal Sorumluluk Şaylan URAN (06.03.2007) Yörük Kurtaran: Merhabalar. Açık Radyo’ya, Herkes Farklı Herkes Eşit programına hoşgeldiniz. Gülesin Nemutlu: Merhaba Y.K: Bugünkü konuğumuz İstanbul Bilgi Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü’nden Şaylan Uran. Hoşgeldin Şaylan. Şaylan Uran: Teşekkürler, hoşbulduk. Y.K: Biraz sonra Şaylan’la üniversite eğitimindeki formel olmayan yöntemler 19 ile formel yöntemlerin birbiriyle ilişkisi üzerine konuşacağız ama ondan önce, ikiniz yaklaşık on gün önce Portekiz’deydiniz. Biraz bundan bahsedebilir misiniz? G.N: Aslında dört günlük bir ziyaret için gittik. Belçika, Portekiz ve Fransa’dan üç üniversitenin ortaklaşa yaptığı bir proje için -bir okul da denilebilir. Üniversitelerde “sosyal hizmet uzmanı” yetiştiren ve ağırlıklı olarak gençlerle çalışan bölümlerden insanlar vardı. Diğer taraftan da, her ülkeden onar öğrenci, üniversitelerden öğretim görevlileri ve sivil toplum kuruluşlarında gönüllü ya da profesyonel olarak gençlik çalışmalarında bulunan kişiler vardı. Sosyal hizmet uzmanları mezun olduktan sonra daha faydalı çalışabilsinler diye, sosyal hizmet uzmanı yetiştirme sistemi içerisine formal olmayan yöntemleri ve kültürlerarası öğrenmeyi koymayı amaçlayan bir projeydi. Biz de, “projeye Türkiye’yi de dahil edebilir miyiz” diye ziyarete gittik. Y.K: Peki, harika. Şimdi konuğumuza dönelim. Sohbetimize başlamadan önce bize biraz kendinden bahsedebilir misin Şaylan? Ş.U: Tabii. Yaklaşık on senedir İstanbul Bilgi Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü’nde çalışıyorum. Bilgi Üniversitesi’ne gelmeden önce de uzun bir süre özel sektörde çalıştım, yine bu alanda. 1997 yılında girdim Bilgi Üniversitesi’ne ve iyi ki o dönemde girmişim; çünkü üniversitenin bana katkısı çok büyük oldu. Halkla İlişkiler Bölümü’nde birkaç temel ders verdim; ama son senelerde bölümde oluşan enerjiyle de çeşitli derslere farklı yaklaşımlar entegre etmek üzerine yoğunlaştık. Y.K: Tam da bunun üzerinden bir şey sormak istiyorum: Neden bu farklı metotları entegre etmeye ihtiyaç var? Yani hoca geliyor, anlatıyor, öğrenciler dinliyor, ödev veriliyor ve sonra her şeyi anlayıp evimize gidiyoruz ya hani! Bu döngü işlemiyor mu? Tabii mutlaka bir yerde işliyor da… Ş.U: Tabii işliyor bir taraftan da. Belki de bununla derdi olan insanlar bu konuyla ilgili konuşurken, yavaş yavaş, üzerinde oldukça düşünülen ve herkesin sıkıntısını ortak paydada eriten bir formül ortaya çıkıyor. Hem fakültenin hem de bölümün en büyük şansı, bu konuyla derdi olan insanların yan yana çalışıyor olması. Bu da bir dil birliği, bir yaklaşım 19

Formel olmayan yöntemlerle ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz. Mark Taylor, “Gençlik Çalışmaları Kapsamında Formel Olmayan Eğitim”; Türkiye’de Gençlik Çalışması ve Politikaları. edt. N. Yentürk, Y. Kurtaran, G. Nemutlu; İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınevi (2008) / Gençlik Çalışmaları Birimi Baykuş Gençlik Eğitimleri Dizisi – Gençlik Çalışmalarında Formel Olmayan Öğrenme

30


birliği yaratıyor. Y.K: Sanırım İletişim Fakültesi’nde farklı sektörlerden çok fazla öğretim görevlisi var. Ş.U: Evet. Bu da sanırım üniversitenin kentin tam da göbeğinde olması, bir kent üniversitesi olması ve pratik ve teorik olanı bir araya getirebilmesinden kaynaklanan bir tercih. Akademik geçmişi kuvvetli olan birçok öğretim üyesi olduğu gibi, sektörde hâlâ çalışan veya uzun yıllar çalışmış insanları da içinde barındırıyor -ki zenginliği de buradan geliyor zaten. G.N: Şaylan’ı programa davet etmek istememizin nedenlerinden biri de, “PUB 102” kodlu bir ders. Biraz bu dersten bahsedebilir miyiz? Amacı neydi, ders ne şekilde gelişti? Ş.U: Aslında iki sene önce başladı. Öğrencilere hayat boyu sorgulamayı anlatmak için oluşturduğumuz bir ders. Hatta Aydın Uğur’un20 bir lafı var: “‘Merak böceği’ tarafından ısırılmış çocuklar yetiştirelim” diye, biz de çocukları merak böceği ısırsın diye oluşturduk bu dersi. Öncelikle bir yıla yakın bir süre “hangi konuları nasıl bir yaklaşımla vermemiz gerekiyor” diye birçok toplantı yaptık. İletişim öğrencilerinin içinde bulundukları dünyayla ilgili hayat boyu karşılaşacakları disiplinlerarası meseleleri farklı yöntemlerle onlara ulaştıralım istedik. Örneğin sizinle tanışmamız da bu ders vesilesiyle olmuştu; “Avrupa Birliği ve Gençlik” modülü için Ayşe Kayalar21 sizi “kaynak kişiler” olarak göstermişti. G.N: Peki bu ders için belirlediğiniz konulardan birkaç örnek verebilir misin? Ş.U: “Eğer üniversitedeysek ve konu öğrenmeyse, şimdiye kadar yaşadıkları öğrenme süreci veya öğrenme deneyimi nedir?” diye yola çıkarak, iki senedir ilk modülü “öğrenme” üzerine yapıyoruz. İkinci model ise, “ben, benlik, öz” gibi yaratıcı sürece çok katkıda bulunacak ve farkındalıkla ilgili temel bir yapı sağlayacak psikanalitik konulardı. G.N: “Buyurun, ayna; kendinize bakabilir misiniz?” gibi. Ş.U: Aynen öyle. Veya “nasıl bakabiliriz?”. Diğer taraftan da, “nelerden etkileniyoruz, düşündüğümüz şeylerin doğru olduğunu nasıl anlıyoruz?” gibi bir “yüzleşme” durumu aslında. Bu konudan sonra ise, biraz daha farklı bir konuya geçmek istedik: “küreselleşme”. Tabii modüller arasındaki geçiş hakkında da birçok toplantı yaptık ve tartıştık. Bence bu örgüyü de iyi oluşturduk. Y.K: Peki dersle ilgili uyguladığınız metotlardan birkaç örnek verebilir misin? Ş.U: Dersin temel dertlerinden bir tanesi “yüzleşme” olduğu için, “her birimiz içinde bulunduğu şehirle ilişkiyi nasıl kuruyor ve o ilişki bireyi nasıl dönüştürüyor?” gibi bir konuyu işlerken iki yöntem uyguladık. Birincisi, bu konuda sahada çok fazla araştırması olan Murat Güvenç22 ve İhsan Bilgin23 bizimle çalışmalarını paylaştı. İkinci olarak da öğrencileri gruplar halinde, isminin sonunda “köy” olan ve kurulduğu ilk zamanlarda alanları olan ama 20 Ankara

ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde rektörlük görevlerinde bulunmuş olan Prof. Dr. Aydın Uğur’un Türkiye’de Yükseköğretim Stratejisine İlişkin konuşmasına buradan, Kültür,Kültürel Kimlik ve Kültürel Haklarla ilgili söyleşine buradan ulaşabilirsiniz. 21

İstanbul Bilgi Üniversitesi Halkla İlişkiler Lisans Programı Koordinatör Yardımcısı

22

İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Güvenç’in (muratg@bilgi.edu.tr) 2007 yılında Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen Barınma Hakkı Atölyesindeki konuşmasına buradan ulaşabilirsiniz. 23

İstanbul Bilgi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İhsan Bilgin’in (ibilgin@bilgi.edu.tr) kentsel

dönüşüme dair düşüncelerine buradan ulaşabilirsiniz.

31


şimdi o alan özeliğini yitirmiş birkaç mahalleye gönderdik. Bunlar: Ortaköy, Bakırköy, Kadıköy ve Mecidiyeköy. Aslında bu yerlere de hafta içi ve hafta sonu olmak üzere iki farklı zamanda gittiler. Dolayısıyla bu farklı dokuyu ve yaşam biçimini gördükten sonra onlardan ucu açık bir ödev istedik; kimi fotoğraf çekti, kimi film çekti, kimi yazılı sunum yaptı ama o yerlerle ilgili gözlemlerini ve hislerini son derece yaratıcı sunumlarla paylaştılar. Her biri farklı birikimlerden ve farklı deneyimlerden geldiği için, o yerlerle kurduğu ilişkiler de farklı oluyor. G.N: Aynı yere farklı gözlerden bakıyorlar. Bu ders öğrencisiyle “konuşan” bir ders; ders bittikten sonra da “nasıl geçti bu ders sizin için, önümüzdeki sene neleri değiştirebiliriz, neleri daha iyi yapabiliriz?” gibi öğrencisiyle iletişim halinde olan, öğrenenle diyalog halinde olan bir ders. Dolayısıyla dersin yapısı itibariyle de bu bir meslek eğitimi değil aslında. Y.K: Belki, daha çok hayat için öğrenmekle ilgili bir ders, kurgusu itibariyle. Ş.U: Temel derdimiz de buydu zaten. Dersin meslekle hiçbir ilgisi olmayacak, gündelik hayatlarında karşılaşacakları meselelerle ilgili olacak; mesela “Din ve Dini Pratikler” diye de bir modül vardı. Her bir modülde ve modüllerin içindeki aşamalarda da zaten tartışmaya olanak sağlayan metotlar kullandık. Sonrasında da sözlü olarak değerlendirme metotları kullandık -ki Portekiz’de de bunun çok daha derin bir değerlendirme metodunu gördük ve çok etkilenmiştim. Dersin sonunda da bütün hocalar ve öğrenciler, öğrencilerin dersten beklentilerine nasıl karşılık bulduklarını konuşup bunu yazılı bir metin halinde getirdiler ve buradan hareketle de önümüzdeki seneyi planladık. Örneğin, modüllerin ikişer haftalık olmasının az olduğu geri bildirimini aldık ve bunu üç haftaya çıkardık. Yeteri kadar geri bildirimde bulunmadığımızı düşünüyorlardı; dolayısıyla modülleri üç haftaya çıkarmak geri bildirim sürecini de doğru işletecek bir şey. Bir taraftan da, üniversitenin diğer bölümleriyle de ortak çalışmalara gittik. Mesela, Psikoloji Bölümü’nün desteğiyle, öğrencilerin ne beklediklerini öğrenmek için bir odak grup çalışması yaptık. Şunu da eklemek lazım: Bölümden hocalarla olduğu kadar diğer bölümlerden hocalarla da çalışmalar yaptık ve dolayısıyla bu anlamda da okulda bir pratik oldu; bunun altını çizmekte fayda var. Y.K: Özellikle diğer bölümlerden olması farklı bir sinerji yaratıyor zaten. Ş.U: Kesinlikle; gerçekten de iki tarafı besleyen bir durum. G.N: Benim geçen yılki “PUB 102” deneyimim üzerinden, en çok hoşuma giden şeylerden bir tanesi şu: Üniversitelerde öğrenciyi tektipleştiren, birbirine benzeten yaklaşım çok yaygın. Ama bu dersi, bu yaklaşımı kırma girişimlerinden biri olarak algılıyorum. Çünkü sınıftaki deneyim de bunu gösteriyor; gayet farklılar birbirlerinden ve bunu dile getirebiliyorlar. Aslında kendi farklılıklarının tadını çıkarabildikleri de bir ders; tek tip olmak zorunda kalmadıkları bir ders. Ş.U: Zaten okulla ilgili bir temel dert de, doğal olarak eşitlik sağlamayan bir ortam. Y.K: Tabii, “öğrenci-hoca ilişkisi” gibi bir güç ilişkisi var orada. Ş.U: Aynen öyle. Bu ders sayesinde, öğrenciyle diyalog içinde olmak, dolaylı olarak öğrenci-hoca ilişkisine de katkıda bulundu. G.N: Öğreten ile öğrenen arasındaki hiyerarşiyi bozmaya çalışıyor ve öğrenenlerin kendi aralarındaki aynılık durumunu da kırıyor. Bu anlamda iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Y.K: Hani sivil toplumda “gençlere alan açmak” ve “kendilerini ifade edebilmeleri” gibi kavramlar var ya, ders aslında üniversitede de bunun farklı bir yöntemle ama başka bir düzlemde gerçekleştirilebileceğinin bir örneği. Çünkü bu, “paylaşmak, konuşmak, kendini 32


özgürce ifade edebilmek, gördüğü şeyi kendince yorumlamak, diğerlerinin yorumlarını dinlemek ve katkı yapmak” gibi, bu ülkedeki gençlerin pek de alışık olmadığı bir süreç. Dolayısıyla bu ders, bu süreci başlatmak adına önemli bir adım aslında. Demek ki üniversitede de olabiliyor böyle şeyler, demek ki üniversiteyi amfiden çıkarmak da mümkün; bu tamamen niyetle ilgili bir şey. Ş.U: Evet. Niyet ve yaklaşım çok önemli şeyler bu süreçte. G.N: Zaman hızla geçti ve süremizin sonuna geldik. Çok teşekkürler geldiğin için Ş.U: Ben teşekkür ederim G.N: Tekrar teşekkürler. Bugün İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Şaylan Uran ile beraberdik. Haftaya görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

33


Erasmus Programı Hande YENİDÜNYA – Orhan YARAR (19.12.2006) Yörük Kurtaran: Merhabalar, yeni bir Herkes Farklı Herkes Eşit programında yine iki genç arkadaşla beraberiz: Hande Yenidünya ve Orhan Yarar. Hoşgeldiniz Hande Yenidünya: Hoşbulduk OrhanYarar: Hoşbulduk Y.K: Nasılsınız? O.Y: Süper H.Y: Çok iyiyiz. Y.K: Bugün Erasmus programından bahsedeceğiz; nedir bu Erasmus, gençler nasıl yararlanırlar? Bu konulara değineceğiz. Başlamadan önce biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? H.Y: İsmim Hande, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü son sınıf öğrencisiyim. 22 yaşındayım. Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi’nde gönüllü olarak çalışıyorum. Bunun dışında da uluslararası bir platformda eğitmenlik yapıyorum. Geçen yıl Erasmus programıyla altı aylığına Danimarka’ya gittim, Kopenhag’daydım. Y.K: Harika. Orhan sen? O.Y: Ben de İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Finans yüksek lisans öğrencisiyim ve aynı zamanda İstanbul Bilgi Üniversitesi Vakfı için çalışıyorum. 22 yaşındayım. Ben de Erasmus ile Çek Cumhuriyeti’ne, Ostrava’ya gittim ve orada bir dönem kaldım. Y.K: Peki. Gençlerin, Avrupa Komisyonu’nun programları aracılığıyla yararlanabildiği çeşitli imkânlar var: “Gençlik” programı, gençlerden başlayarak daha geniş bir yelpazeye uzanan “Leonardo” programı gibi. Peki Erasmus programı nedir, bundan bahsedebilir misiniz? O.Y: Erasmus programı yüksek öğretim öğrencilerinin yararlanabildiği bir değişim programı. H.Y: Tamamen üniversiteyle ilişkili bir program ama diyelim ki üniversiteyi bitirdiniz ve yüksek lisans yapmak istiyorsunuz, bir sene boyunca Erasmus’u kullanarak o fondan yararlanabilirsiniz. Y.K: Peki fondan yararlanınca ne oluyor, başka bir ülkeye mi gidiyorsun? H.Y: Avrupa Komisyonu’nun ayırdığı bir fon ve faydalanmak isteyen ülkelerin üye olduğu bir grup var. Bu grubun üyesi olan belli üniversiteler var. Bu üniversiteler kendi aralarında değişim anlaşmaları yapabiliyorlar. Mesela İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin anlaşmalı olduğu bazı üniversiteler var. Bu, şu demek oluyor: Ben Bilgi Üniversitesi’nden anlaşmalı olan başka bir üniversiteye gidebilirim ve o üniversite de bir öğrencisini Bilgi Üniversitesi’ne gönderebilir. Y.K: Yani Bilgi Üniversitesi’nin anlaşmalı olmadığı bir üniversiteye ben Erasmus programıyla gidemiyor muyum? 34


O.Y: Aslında, bilateral agreement dedikleri ikili anlaşmalar da yapabiliyorsunuz, illa Erasmus kapsamında olmasına gerek yok. Y.K: Peki bir karşılıklılık ilkesi var mı? “Buradan bir kişi gidiyorsa oradan da bir kişi gelmelidir” gibi. O.Y: Birebir değil ama belli bir kapasiteniz var. H.Y: Yani öngörülen o, ama ben gitmek istiyorsam ve karşıdan gelmek isteyen yoksa, bu benim gidemeyeceğim anlamına gelmiyor. Ya da diyelim ki gitmeyi çok istediğim bir üniversite var ama benim okulumla anlaşması yok. Onu ben bir şekilde kendi inisiyatifimi kullanarak ayarlayıp okuluma sunabilirim; böyle açık uçlu bir program aslında, tamamen gencin neyi istediğine ve ne yaptığına bakan bir program. O.Y: Örneğin ben döndükten sonra Slovenyalı bir arkadaşım ziyaretime gelmişti. Kendi okulunun belgelerini de getirerek bizim okulla anlaşmaya çalışmak için önayak olmuştu. Y.K: Peki. Bilgi Üniversitesi’nde bu işle uğraşan bir departman var ve Erasmus programını kullanmak isteyen öğrenciler o departmanla irtibata geçiyorlar, öyle mi? O.Y: Evet. Bizim üniversitede CIP (Center for International Programs) dediğimiz bir bölüm var, orayla irtibata geçiyorsunuz. Bir sene önceden başvurunuzu yapıyorsunuz. Başvurunuz ve daha sonra da mülakat sonucunda, gitmeniz için kriterleriniz değerlendiriliyor. Y.K: Mülakatı kim yapıyor? O.Y: Mülakata çok farklı insanlar katılıyor, okuldaki hocalarınızdan tutun da iş dünyasından bir kişi de katılabilir. Size genel sorular soruyorlar. Özellikle sizin orada Türkiye açısından nasıl bir değer taşıdığınız önem kazanıyor. Çünkü siz oraya gittiğiniz zaman size kesinlikle şu gözle bakıyorlar: “Bu çocuk Türkiye’nin değerlerini taşıyor”. Biz nasıl hareket edersek onlar Türkiye’yi o şekilde tanıyacaklar. Onlar da bu perspektiften bakarak sizi değerlendirmeye alıyorlar. Y.K: Peki çok mu talep var? Örneğin sizin zamanınızda Bilgi Üniversitesi’nde çok kişi var mıydı bu programla gitmek isteyen ve kaçı gidebildi? O.Y: Çok göreceli ama bizde yetmiş başvuru vardı. H.Y: Çok fazla reddedilen de olmadı. Tabii, “seni bu dönem gönderemiyoruz” dediği de oldu bölümün ama… Y.K: Telafi mi ediyorlar sonra? H.Y: Bir şekilde onlar yerleştiriliyor. O.Y: Mesela bir sene için gitmek isteyenlere “sen bir dönem git, seninle birlikte bir arkadaşın daha gitsin” gibi öneriler de sunuyorlardı. Y.K: Tek başınıza mı gidiyorsunuz, yoksa birlikte de gidilebiliyor mu? O.Y: Ben tek başıma gittim mesela ama birileriyle de beraber gidebiliyorsunuz. Y.K: Mesela biz üç arkadaş, anlaşması olan bir üniversiteye başvurup beraber gidebiliyor muyuz? O.Y: Aslında çok mantıklı beraber gitmek. Çünkü ben tek Türk öğrenciydim gittiğim yerde 35


ve ben ne yaparsam “demek Türkler böyle yapıyor” manasına geliyordu. O yüzden inanılmaz bir baskı hissediyordum ve “bakın ben Türkiye’yi temsil etmiyorum” diyordum. Yani kafamı kaşıyorsam Türklerin hepsi kafasını kaşıyor demek değildir bu. H.Y: Tabii okulun açtığı kontenjan da önemli. Öğrenci olarak “illa şuraya gideceğim” gibi bir durum yok. Aynı ÖSS’deki gibi tercihler yapıyoruz, beş tercihimiz oluyor ve hangi okullara gitmek istiyorsak ona göre tercihler yapıyoruz. Y.K: Sen mesela kaçıncı tercihine gidebildin? H.Y: Ben hem Dublin’i hem Kopenhag’ı çok istiyorum ve ikisini de birinci tercihim olarak yazmıştım. Y.K: Senin nasıldı? O.Y: Ben tek tercihle Çek Cumhuriyeti’ne gittim. Y.K: O tercihler de Bilgi Üniversitesi’nin yaptığı anlaşma üzerinden yapılıyor, değil mi? H.Y: Evet, aynen öyle. Y.K: Peki. Aynı şekilde Bilgi Üniversitesi’nde ve diğer üniversitelerde de Erasmus programıyla gelen ve okuyan, Türkiye vatandaşı olmayan gençler var, değil mi? O.Y: Tabii, var. Y.K: Kaç kişi var? O.Y: Yaklaşık 40 – 45 kadar öğrenci ve bunların çoğu Almanya’dan. Y.K: Neden acaba? O.Y: Çünkü Almanya ile ilişkimiz çok fazla, özellikle sosyal bilimler alanında. Y.K: Mesela ben Kopenhag Üniversitesi’ne gitmek istiyorum. Bölüm tercihi yapabiliyor muyum, yoksa sadece üniversite tercihi mi yapıyorum? Örneğin, “Kopenhag Üniversitesi’nde sosyolojiyi birinci tercihe psikolojiyi ikinci tercihe yazacağım” gibi mi ilerliyor yoksa sadece Kopenhag Üniversitesi’ni mi tercih edebiliyorum? O.Y: Üniversiteniz bölümle de ilişkiye giriyor. Aslında tercihinizi yaparken hem bölümünüzü hem de üniversitenizi seçmiş oluyorsunuz. H.Y: Sizin bölümünüzün nasıl çalıştığı çok önemli bir şey. Her bölümün bir “Erasmus Koordinatörü” ve bölümlerin anlaşmaları var. Örneğin ben sosyoloji bölümüne gittim ama eğer psikoloji bölümüne gitmek isteseydim o okula gidemiyordum, çünkü o bölümle anlaşmamız yoktu. Ama oraya gittiğimde psikoloji bölümünden rica edip oradan da dersler aldım. Y.K: Peki dil bir engel midir? Mesela ben İngilizce ya da oranın yerel dilini bilmiyor olsam. Bir tek Türkçe biliyorum diyelim. Erasmus çerçevesinde böyle bir önkoşul var mı? O.Y: İngilizce olması gerekiyor; yapılan anlaşmalar özellikle İngilizce ders veren üniversiteler arasında. Y.K: Değişim programı çerçevesinde o üniversiteye gittiğiniz zaman orada belli dersler mi alıyorsunuz?

36


O.Y: Evet, anlaşma gereğince bunu önceden belirliyorsunuz zaten ve belli bir krediniz var. Bu da az önce Hande’nin bahsettiği o koordinatörünüz tarafından onaylanıyor. Y.K: Ve o krediler burada geçiyor? O.Y: Evet, o krediler ECTS (European Credit Transfer System) dediğimiz kredi transferi sonucunda lisans eğitimini gördüğünüz üniversitenize transfer ediliyor. Y.K: Şimdiye kadar işin teknik kısmından konuştuk, şimdi ise biraz da kişisel şeylerden konuşalım. Örneğin, Hande, Danimarka’da genç olmak nasıl bir şey veya Türkiye’den giden bir genç olarak karşılaştırdığın zaman nasıl bir fark var sence? Mesela giyiniş olabilir. H.Y: Sen giyiniş dediğinde fark ettim şu an. Evet fark var gerçekten; modayı fazlasıyla takip eden bir gençlik. O günkü trend neyse onu giyinen bir gençlik. Hani “kalıptan çıkmış gibi” derler ya, aynı gençlik orada da var ama tertemiz giyinen, refah düzeyi yüksek insanların giyindiği şekilde giyinen bir gençlik. Gece hayatını düşündüğümde çok aktif bir gençlik; dışarıya çok çıkıyorlar falan. Zaten liseden sonra birçoğu kendi evlerine taşınıyorlar, bu mesela “olmazsa olmaz” gibi bir durum onlar için. Y.K: Çek Cumhuriyeti’nde nasıl Orhan? O.Y: Bireysellik orada çok ön plana çıkmış, ben Avrupa’da bunu fark ettim; sadece Çek Cumhuriyeti’nde kalmamıştım. Y.K: Tabii gidince geziyorsun, değil mi? O.Y: Kesinlikle. Biz oraya sadece eğitim için gitmedik. İnanılmaz bir kültürel kaynaşma oldu ve biz gezmenin birçok farklılığını yaşadık. Ben şunu fark ettim: Bireysellik ön planda, çokça gezip, çok okuyorlar. Y.K: Peki o bireyselliği pozitif anlamda mı söylüyorsun negatif anlamda mı? O.Y: Bence sorumluluğunu alıp ayakları yere basıyorsa, bu bireysellik iyi bir şeydir. Y.K: Çek Cumhuriyeti’nde böyle miydi? O.Y: Evet, ben onu hissettim. Herkes kendi evine taşınmak amacı içinde ve evlerini ziyaret ettiğimde de gezdikleri yerlerin fotoğraflarını görünce inanılmaz etkilendim. Ben bu yaşımda onlar kadar çok gezmedim. Tayland’a, Şili’ye, Meksika’ya gitmişler, dünyayı dolaşmışlar; ben sadece Avrupa’da takılı kalmışım. Y.K: Benim de gözlemlediğim kadarıyla, gençler arasında, çalışma hayatını ne kadar çok erteleyebilip ne kadar çok farklı tecrübeler kazanabilirse, o kadar daha iyi olur gibi bir durum var sanki? H.Y: Evet evet. Örneğin Danimarka’da benim tanıştığım tüm insanlar, liseden sonra direkt üniversiteye gitmemişler. Kendilerine ayırdıkları bir sene var ve aileleri de onaylıyor bunu; bence çok güzel bir şey. Belki de o bireysellik dediğimiz şey ve sorumluluk almak o bir senede daha çok gelişiyor olabilir. Zaten daha sonra herkes kendi parasını kazanmaya başlıyor. O.Y: Örneğin, Kuzey Avrupa’da Gap Year denilen bir durum var: 1 yıllık boşluk. Liseden sonra öğrenciler 1 yıl için bir sosyal sorumluluk projesine katılıyorlar –bu, Tayland’da fakirlere yardım etmek de olabilir.

37


Y.K: Ben de bununla alakalı bir şey sormak istiyordum. Danimarka’daki ve Çek Cumhuriyeti’ndeki gençlerin sivil toplumla ve örgütlü olmak haliyle ilgili olarak ne düşünüyorsunuz? Gözlemlediğiniz kadarıyla biraz örnek verebilir misiniz? Şunu sormak istiyorum aslında: Türkiye’de bu tür faaliyetlere katılıyor olmak “normal olmamak” demek ya, orada da böyle mi? O.Y: Bence tam tersi. Sivil toplum kuruluşlarına katılmak her gencin yapması gereken bir şeymiş gibi. Örneğin Prag’da şehri güzelleştirmeye çalışan bir sivil toplum kuruluşu vardı ve gönüllülerinin çoğu da gençti. Y.K: Tabii bu, işin daha pozitif yanı. Peki Türkiye’de “gençlerin ne sorunu var?” dediğiniz zaman işsizlik, istihdam ve belki çok da söz edilmeyen ama aileyle beraber yaşamak gibi şeyler var. Danimarka’ya ve Çek Cumhuriyeti’ne baktığınız zaman, size göre oradaki gençlerin sorunları var mıdır? Tabii mutlaka vardır ama gözünüze çarpanlar neler? Hani, herkes çok mu mutlu o ülkelerde? H.Y: Hayır değil. Örneğin hafta sonları dışarıya çok çıkıyordum, neler olup bitiyor diye. Çünkü yaş ortalaması 15 olan gençler hafta içi okuldalar ve genellikle onları hafta sonu görebiliyordum. Bir şekilde makyajlarıyla, giyim tarzlarıyla çok uçları temsil eden gençler bize göre ve sayıca daha fazlalar. Bir marjinallik söz konusu ama gözlemlediğim kadarıyla bu marjinallik uyuşturucuyla da bitebiliyor. Öyle bir “kendini bulma arayışı” var diyebilirim. Y.K: Peki. “Oradayken başıma şöyle bir şey geldi, bunu mutlaka anlatmam lazım” dediğiniz -iyi de olabilir kötü de olabilir- bir anınız var mı? O.Y: Benim, Çek Cumhuriyeti’nde en çok yaşadığım sorun Çekçeydi ve bu yüzden Çek arkadaşlar edinme hevesim vardı -hani bir Çek olsun yanımda ve yardımcı olabilsin diye. Schengen vizesi almam için gerekli olan belgelerden bir tanesi de sabıka kaydıydı ve Prag’dan sabıka kaydı almam gerekiyordu. Orada gerçekten çok büyük bir başarı göstererek, çok az bildiğim bir Çekçeyle devlet dairesinde sıraya girip formları doldurup “sabıka kaydı istiyorum” diyebilmiştim. Y.K: Süper. Ben Türkiye’deki formları bile dolduramıyorum daha. Hande senin var mı? H.Y: Düşündüm de herhalde son on günüm çok eğlenceliydi; çünkü Bir Türk restoranında iş buldum ve doğma büyüme oralı olan Türkler ile çalıştım. O.Y: Hande lafını kesebilir miyim? Öyle bir şey var. Ostrava’da bir Türk dönerciyle tanıştım, ben ikinci Türk’tüm orada. Benden önce giden bir dönerci mutlaka var her yerde. H.Y: Evet evet, var. O son on gün en çok eğlendiğimi hissettiğim zaman dilimiydi. Yine dönüp baktığımda onu hatırlıyorum. Y.K: Peki geri döndüğünüz zaman bir mutsuzluk mu vardı, yoksa bir şaşırma ya da buraya farklı bir gözle bakmak mı? Yani kendinizde bir şey değişiyor mu? Çünkü 1 yıl başka bir ülkede yaşamak büyük bir tecrübe. Şöyle bir baktığınız zaman sizde ne değişti acaba? O.Y: Ben kesinlikle değiştiğime inanıyorum, bundan önceki Orhan ile şimdiki Orhan arasında fark var. Ben artık daha fazla okuyarak daha fazla gezmeyi hedefleyen biriyim. Kesinlikle bunu hayatımın hedefi olarak belirledim: Dünyanın bütün sokaklarına girmeyi ve birçok yazarı okumayı. H.Y: Yani değiştim diye bir şey yok, ama bende artık aidiyet duygusu gibi bir şey de yok. Örneğin burayı özlemedim ve bunu görünce “bundan sonra istersem başka bir ülkede yaşayabilirim” diyebildim kendime. 38


Y.K: Ve bu iyi hissettiriyor, değil mi? H.Y: Evet, bir bağlılık durumunun olmaması güzel bir şey. O.Y: Faydalı bir program, gittiğinizde bir de kendinizi bulabiliyorsunuz. Çünkü oraya gittiğinizde “bunlar beni bir daha görmeyecekler” diyerek her şekilde davranabiliyorsunuz ve bu, bir süre sonra kendinizi bulmanızı sağlıyor. Y.K: Peki. Son bir soru daha. Avrupa Gönüllü Hizmeti aracılığıyla yurtdışına giden arkadaşlara da sormuştuk bunu. Bu program diğer üniversiteli öğrencilere tavsiye ettiğiniz bir şey mi? Yani gençlerin bu veya benzer bir tecrübeyi yurtdışına gidip yaşamaları konusunda ne söylemek istersiniz? O.Y: Direkt söylüyorum: Kesinlikle! H.Y: Böyle bir fon varken yararlanabildikleri kadar yararlansınlar bence, çünkü çok büyük bir fırsat. Y.K: Peki, harika. O zaman yavaş yavaş programımızı kapatalım. Bugün Hande ve Orhan ile beraberdik ve Erasmus programı hakkında konuştuk. Erasmus programıyla ilgili daha fazla bilgi almak için Ulusal Ajans’ın web sitesine bakabilir, hangi üniversitelerde olduğunu ve nasıl yararlanıldığını buradan öğrenebilirsiniz. O.Y: Ayrıca, kendi üniversitenizdeki birimlere de sorabilirsiniz. Y.K: Evet. Bugünkü Herkes Farklı Herkes Eşit’in sonuna geldik. Gelecek hafta farklı bir konuyla, ama her halükarda gençlerle beraber, görüşmek üzere.

İçindekiler menüsüne dön...

39


Avrupa Gönüllü Hizmeti Emrah GÜRSEL – Neslihan ÖZTÜRK – Ragıp ZIK (07.11.2006) Yörük Kurtaran: 94.9 Açık Radyo’ya, Herkes Farklı Herkes Eşit’in ikinci programına hoşgeldiniz. Gülesin yurtdışından döndü ve bu hafta programı birlikte sunuyoruz. Gülesin Nemutlu: Merhaba Y.K: Bugün, Avrupa Gönüllü Hizmeti24 ile ilgili konuşacağız ve üç konuğumuz var; Emrah Gürsel 25, Neslihan Öztürk 26 ve Ragıp Zık. Hoşgeldiniz. Gülesin, sohbete başlamadan önce bize Budapeşte’de katıldığın Çeşitlilik Forumu’ndan27 biraz bahsedebilir misin? G.N: Tabii. Herkes Farklı Herkes Eşit Kampanyası28, Avrupa düzeyinde başlamış olan bir kampanya. Kampanyaya katılan tüm ülkeler kendi yerel çalışmalarını ve projelerini yapıyorlar. Fakat bu bir yıl içerisinde Avrupa düzeyinde de çeşitli etkinlikler gerçekleşecek. Bunlardan bir tanesi, Budapeşte’de düzenlenen “Çeşitlilik ve Gençlik Forumu” idi. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden 128 katılımcı vardı. Gençlik örgütlerinden gelen insan hakları aktivistleri de mevcuttu, devlet kurumlarından gelenler de vardı. 128 kişi, dört gün boyunca “çeşitlilik dediğimiz zaman ne kastediyoruz ve her tür çeşitlilik, çeşitlilik midir?” sorusu etrafında çalıştı. Bu dört günlük forumun sonunda da bir sonuç metni hazırlandı. Metnin özünde karar verilen nokta, devam edilecek kampanyada çeşitlilik dediğimizde, hoşlandığımız ve istediğimiz tür çeşitliliğin insan hakları temelli bir çeşitlilik olduğu ve dolayısıyla “ah ne güzel, her gün üç kişiyi dövüyorum ve bu da bir tür çeşitlilik” gibi her çeşitliliğin kabul görmediği ve insan hakları temelinde kavramsallaştırılması gerektiğiydi. Aslında hemfikirdik bu konuda, ama yazdık. Bu şekilde gelişti. Forum, Budapeşte’de pek güzel bir manzara eşliğinde hiç dışarıya çıkamadan gerçekleşti. Ama birçok bağlantının kurulduğu, çeşitli ülkelerden örneklerin de paylaşıldığı dört günlük bir çalışma oldu. Y.K: Türkiye’den katılım var mıydı? G.N: Türkiye’den üç temsilci vardı. Katılımcılar zaten şöyle belirlendi: Avrupa Konseyi bir açık çağrı yaptı, kimler katılmak, katkı sağlamak ister diye. Habitat İçin Gençlik Derneği’nden Hande Diker, uluslararası bir gençlik kuruluşu olan Youth Express Network’ün temsilcisi Ufuk Sabri Atalay29 ve bir de kampanya komitesi adına ben. Avrupa boyutunda gençlik alanında teorik tartışmalar yapılırken şöyle bir kısır döngü oluşuyor: Avrupa’daki çalışanlar sürekli olarak Batılı akademisyenlerin Batılı söylemleri üzerinden birtakım çalışmalar yapıyorlar. Bu defa, bunu değiştirmek adına açılış konuşmalarından biri, çeşitlilik kavramı üzerine, İrlanda Ulusal Üniversitesi’nden Gavan Titley tarafından yapılırken; ikinci konuşmayı da İstanbul Bilgi Üniversitesi'nden Murat Belge gerçekleştirdi 24

European Volunteer Service. Avrupa Gençlik Programı bünyesinde Devlet Planlama Teşkilatı bünyesindeki Ulusal Ajans tarafından yürütülüyor. 25

Halen Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda Saha Departmanı Yöneticisi olarak çalışıyor.

26

Gençlik Çalışmaları Birimi’nde, Kısa Dalga Gençlik Mekezi’nde çalışıyor.

27

Diversity Forum, 28 Ekim 2006, Budapeşte.

28 All

Different All Equal

29

Halen Youth for Understanding (www.yfu-turkey.org) Genç Gelişim Derneği’nde (www.gencgelisim.org.tr) görev almaktadır.

40


tam da tarihin bu vaktinde ve bu gününde çeşitlilikle ilgili bir kampanya yapmak neden önemlidir üzerine bir konuşma yaptı. Dolayısıyla, Türkiye'den dört kişi gittik. Y.K: Gençler var mıydı peki? G.N: Gençlerle çalışanlar çoğunluktaydı ama gençler de vardı. Tabii yaş ortalaması 35 civarı gibiydi ama Avrupa’nın gençlik ortalaması da 32 - 35 civarında zaten. Y.K: Şimdi biraz konuklarımızla konuşalım. Biz bir söz vermiştik ilk programımızda, “ya genç olmadığının farkında olan yetişkinler ya da gençler burada olacak” diye. Galiba buradaki herkes genç benim dışımda. Şimdi, Avrupa Gönüllü Hizmeti diyoruz. Az önce Gülesin de bahsetti; Avrupa çapındaki gençlik çalışmasında çeşitlilik ve hareketlilik gibi birçok kavram var. Avrupa Gönüllü Hizmeti (AGH) nedir, kimler yararlanabiliyor? Biraz bundan bahsedelim mi Emrah? Emrah Gürsel: Ben bu AGH işine nasıl girdim biraz ondan bahsedeyim. 2002 yılında İspanya’daki projede dokuz ay boyunca AGH kapsamında gönüllülük yaptım. Bir huzurevinde yaşlıların sosyalleşmesi ve gençlerle kültürel anlamda kaynaşması için çalıştım. Süreç şöyle işliyor: Bir genç kendisini gönderen bir sivil toplum kuruluşunun desteğiyle Avrupa’daki bir sivil toplum kuruluşunda 6 ay ya da 12 ay arasında değişen sürelerle gönüllü hizmetinde bulunuyor. Bu hizmet için temel çıktılar şunlar: Oraya giden genç kendini ifade etme fırsatı buluyor, kişisel olarak gelişiyor. İkincisi, gittiği ülkedeki kültürü tanıyor, bu kültürle ilgili kafasındaki önyargıları kırılıyor ve kendi kültürünü de o ülkeye taşıyor. Üçüncü çıktı da gönderen kuruluş ve kabul eden kuruluş arasında bir iletişim sağlanmış oluyor. Ragıp Zık: Belki şunu da söylemek lazım: Avrupa’da STK dediğimiz zaman Türkiye’dekiyle çok örtüşmüyor, benzeşen noktalar var ama Avrupa’ya gittiğinizde bir belediyenin altındaki birimde de gönüllü hizmeti olabiliyor. Ama önemli olan şey kar amacı gütmemesi. G.N: Niye o ülkelere gittiniz? Neslihan mesela sen nereye gittin? Neslihan Öztürk: Letonya’ya gittim, Liepaja isminde bir şehre. Ülkenin ikinci büyük şehri ve nüfusu 70 bin. Bu arada ülkenin nüfusu da zaten 2 milyon 300 bin. Gittiğim kuruluş şehirdeki belediyeye bağlı çalışan bir gençlik merkeziydi. Giderken kafamda orasıyla ilgili hiçbir şey yoktu. Kafamda orada karşılaşacaklarıma dair hiçbir şey olmamasına özen gösterdim. Altı ay kaldım ve iki hafta önce döndüm. Y.K: Daha fazla kalan var mı? E.G: Ben dokuz ay kaldım, hatta kız arkadaşımla gittim; öyle bir şansım vardı. Y.K: Türkiye’den öyle çift gidebilen başka birileri var mı? E.G: Öyle kolay bir şey değil.30 Aslında şunu söylemeyi unuttuk. Böyle programların en güzel yanı tüm masrafların (çok kapsamlı bir sağlık sigortası, dil kursu, beslenme, konaklama ve cep harçlığı) oradaki sivil toplum kuruluşu üzerinden Avrupa Komisyonu tarafından karşılanması. Dolayısıyla böyle bir avantajı var. Belki Ragıp da bahseder; o sigorta çok işe yarıyor. Mesela benim deneyimimden bahsedecek olursak, gitmeden o proje hakkında çok şey bilmiyordum. Ama süreçte çok şey kazandıran bir deneyim oldu. Y.K: Ragıp sen nereye gittin? 30 Avrupa

Gönüllü Hizmeti programında 2007 – 2013 dönemi için yapılan bir değişiklikle beraber bir grup halinde bu programdan yararlanmak mümkün hale geldi.

41


R.Z: Aslında, Avrupa - Akdeniz Gençlik Eylem Programı (Euromed) denen bir program var, Türkiye’nin de 1999 yılından beri ortak olarak içinde yer aldığı bir program. Emrah ile beraber Avrupa Öğrencileri Forumu'ndayken (AEGEE İstanbul), biraz bu işlere bulaştım ve yine Emrah’ın başvurduğu dönemde benim de başvurum vardı, hem de İspanya’ya. Fakat proje reddedildi. Daha sonra projenin üzerinde biraz değişiklik yapıp tekrar başvurduk ama yine reddedildi. Y.K: Kim reddediyor? R.Z: Brüksel üzerinden yürüyor. Avrupa Komisyonu'nun koordinasyon merkezi bu işin sekreteryasını yürütüyordu o dönem. Ama şu anda öyle değil. Türkiye, programın tam bir faydalanıcısı olduktan sonra bu işler Türkiye’deki Ulusal Ajans dediğimiz bir kurum üzerinden yürümeye başladı ve bu süre içerisinde tekrar yaptığım başvuruyla İtalya’ya, Roma'ya gittim. Y.K: Hangi örgüte gittin? R.Z: Uluslararası bir örgüt ve Türkiye’de bir temsilciliği yok: Service Civil International. Yani, Uluslararası Sivil Hizmet diye çevirebiliriz. Altmıştan fazla ülkede şubesi olan bir kurum. Ben İtalya şubesinde, Roma’da, altı ay gönüllülük yaptım. G.N: Avrupa Gönüllü Hizmeti'ni yürüten Ulusal Ajans diye kısaca isimlendirdiğimiz kuruluş, çalışmalarını Devlet Planlama Teşkilatı’nın altındaki Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanlığı kapsamında yürütüyor. Programın hedef kitlesi, yaş aralığı bu sene biraz değişmekle birlikte, aslında olanakları daha kısıtlı gençler. Sosyal alandaki birçok programında sık sık kullandığı, çok tartışmalı olabilecek bir terim ama çeşitli nedenlerle hareketliliği sınırlandırılmış gençlere bir hareket olanağı sağlamak için, günlük hayat içinde karşılaşamayacağı şeylerle karşılaşmaları için ve deneyim kazanmalarına yönelik oluşturulmuş bir program. Yine programda çok sık geçen terimlerden biri de “kültürlerarası öğrenme”. Bu kavram farklı ülkelerden gençlerin bir araya gelerek birbirlerinden öğrenmelerine referans veriyor. Türkiye’de Avrupa Gönüllü Hizmeti 2002’den beri Ulusal Ajans tarafından yönlendiriliyor. Ondan önce bir iki tane istisnayla bu programı kullanmayı başarmış girişimci var; mesela Emrah. Bu seneden itibaren 2007-2013 yılları arasında yeni program yürürlüğe giriyor ve birtakım değişiklikler var. Mesela yaş aralığı genişledi; artık 18-30 yaş arasındaki gençler bu programdan faydalanabiliyorlar. Türkiye’den gitmek isteyen, sivil toplum kuruluşlarında aktif olarak yer alan gençlerin aslında gidebilecekleri ülkeler, Avrupa Birliği'ne üye olan ülkeler; ama program sadece gitmek üzerine kurulu olmayan bir program. Bu sefer gidenleri konuk ediyoruz ama Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları da bu program aracılığıyla farklı ülkelerden gönüllüler ağırlayabiliyor, gönüllülerle birlikte çalışabiliyorlar. İnternet sitesinden programla ilgili tüm detaylara ulaşmak mümkün. Şimdi, konuklarımıza sormak istediğim şey, kültürlerarası öğrenme hakkında, “şöyle bir şey geldi başıma…”, “birtakım farklılıklar var ama ortak bir payda da olabilir” dediğiniz, ne bileyim, “İspanyollar diyerek bir ülkeyi genelleyemezmişiz” gibi bizimle paylaşabileceğiniz bir anınız var mı? Komik olanı tercih edilir. N.Ö: Benim başıma pek çok olay geldi; Türk olmaktan ziyade “Müslüman” ve kadın olmak üzerinden. Çok enteresan sorularla karşılaştım. Ama “karşımdaki insanın ne kadar farklı olduğunu anlayabilirsem o kadar iyi ilişki kurabilirim” diye bir düşünce vardı kafamda. Ama işte Türk olmak ve Müslüman olmak üzerinden o kadar enteresan sorularla karşılaştım ki, mesela: “Bu etek çok güzelmiş, nereden aldın?”. “İstanbul’dan aldım”. “Ama bu eteği orada giyersen seni asmazlar mı?” veya “Latin alfabesi mi kullanıyorsunuz?”. Ben farklılıklarla yaşamayı becerebilirim diye gittim ama gerçekten sabrımın çok zorlandığı olaylar oldu. Ama hiçbir zaman da sonunda üzüleceğim bir şey yapmadım. Şöyle bir şey oldu: Bir 42


değişim programına gittim Litvanya’ya, Letonyalı grupla beraber... G.N: Letonya temsilcisi olarak mı? N.Ö: Evet grup lideri olarak. Ben bir gün geç gittim. Çünkü inanılmaz vize problemi yaşadım vs. Akşam yemeğine denk geldi gidişim, yemeğe oturdum. On bir kişi vardı masada. Kıbrıs tayfasıymış masada oturanlar. “Merhaba ben geldim, bugün geldim” derken, “nereden geldin?” dediler. Letonya’dan geldim ama Türküm deyince on bir kişi aynı anda tabağını alıp masadan kalktı. G.N: Masadan mı kalktılar! N.Ö: Evet. Üç gün sonra yavaş yavaş konuşmaya başladık. İçlerinden bazıları sevmeye başladı falan. Onuncu günün sonunda özür dileyenler de oldu. “Yanlış anladık seni, aslında yapmamamız lazımdı” diyenler de oldu. Ama “annen Rum mu? Rum'a benziyorsun” diyenler de oldu. Y.K: Ben hep, biz de kendi hayatımızda benzer şeyleri yapıyoruz diye düşünüyorum. Gençlik alanında, “şu Avrupalılar şöyle ama biz işte öyle değiliz” gibi bir şey var ya. Ama herhalde Avrupa Gönüllü Hizmeti bunu engelleyebilecek en önemli araçlardan biri, değil mi? G.N: Başka anı? Emrah, Ragıp? R.Z: Benim aslında İtalya’ya gitmemin sebebi, Akdeniz'in karakteristik özelliklerini taşıyan bir ülke olması. G.N: Güney mi, kuzey mi? R.Z: Aslında güney ama başkent olmasından dolayı biraz ortada. Yani Güney İtalya’daki kadar yarım saat, bir saat, iki saat bir yere geç kalmak olmuyor. Ama yine de kuzeydeki bir yerde zaman biraz daha hızlı akıyor, bir iki saat geç kalma şansınız olmuyor. Bununla ilgili de birçok anım oldu. Dönüp baktığım zaman en çok hatırladığım şeylerden bir tanesi yine dil ve alfabeyle alakalı, genel olarak Arap alfabesini kullanmakla alakalı bir şeyler var. Benim başıma gelen şöyle bir şey vardı: Çok yakın olduğum ve aslında hep görüştüğüm bir insan bana bir fatura verdi. Üzerindeki karakterleri gösterip “bunları okuyabiliyor musun?” dedi. Karakterler bana çok garip geldi ve bu ne dili diye sorduğumda, Bangladeş dili olduğunu söyledi. “Sen Türkiye’de olduğundan zaten Arapça biliyorsundur. Bangladeş de size yakın olduğundan dolayı biliyorsundur” dedi. G.N: Yaratıcı olmuş. R.Z: İlk başta aslında bir tepki verdim, “ben bunu nasıl bilebilirim ki?” dedim. Ama İtalya’da olan insanlar belki Türkiye hakkında bir şeyler, mesela dilini, bilmek zorunda değiller. Ben özellikle AB’ye girme sürecinde olan bir ülkeyi daha yakından tanımaları gerektiğini düşünüyorum. Kendi etrafımızdaki ülkeleri ne kadar tanıyoruz diye düşündüm mesela. Komşumuz olan İran hakkında veya Suriye hakkında ne kadar şey biliyoruz diye kendimize de dönüp bakmak gerekiyor. Y.K: Ama gerçekten öyle bir şey yok mu? Uluslararası denilince yüzümüzü hep Batı’ya dönmek geliyor aklımıza. Oysaki Avrupa dışındaki ülkelerin de yararlanabileceği Euromed programı gibi şeyler var aslında. R.Z: Sürekli gözümüzün önünde olan ülkelere takılıp kalmamak lazım belki de. Y.K: Evet. Emrah, son olarak sen de bir şeyler söylemek ister misin? 43


G.N: Avrupa Gönüllü Hizmeti'ni tavsiye eder misin? E.G: Tabii ki tavsiye ederim. Projeye giderken gözde olan ülkelerin cazibesine kapılmak yerine yürütülen projeye baksınlar; ne kadar sizin çalışmak isteyeceğiniz bir örgüt olduğunu, projeye ne katabileceğinizi ve bir de projenin size ne katabileceğini düşünüp öyle karar vermek gerekiyor. Umarım bir gün Ortadoğu’ya da gidebiliriz. Neslihan’ı takdir ediyorum, bize farklı gelen Letonya gibi bir ülkeyi tercih ettiği için. Y.K: Ben de bir şey ekleyeyim. Başka ülkelerden gelen gönüllülere burada ev sahipliği yapan kurumların belki o gönüllüleri ucuz emek olarak kullanmaması konusunda da çok ciddi işler yapmak gerekiyor. Belki bir gün bunu da konuşuruz. Bugün stüdyomuzda Ragıp, Neslihan, Emrah ve tabii ki Gülesin bizlerle birlikteydi. Herkes Farklı Herkes Eşit’in gelecek programında görüşmek üzere iyi günler diliyoruz.

İçindekiler menüsüne dön...

44


İngiltere’de Gençlik Çalışması Yörük KURTARAN (20.03.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba. 94.9 Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız. Bugünkü konuğumuz Yörük. Çünkü kendisi geçen hafta gençlik çalışmalarıyla ilgili bir ziyaret için İngiltere’ye gitmişti ve bu hafta da İngiltere ve gençlik çalışması üzerine konuşalım istedik. Hoşgeldin Yörük, nasılsın? Yörük Kurtaran: Teşekkür ederim iyiym, sen nasılsın? G.N: Ben de iyiyim. Neler yaptın İngiltere’de? Y.K: Ekip olarak on gün boyunca hem İsveç’te hem de İngiltere’de, gençlik çalışmaları odaklı çalışan çeşitli sivil toplum kuruluşları, hükümet örgütleri ve belediyeler gibi kurumları ziyaret edip neler yaptıklarını, nasıl yaptıklarını ve hangi parayla yaptıklarını konuştuk. G.N: Peki kimdir bu ziyareti düzenleyen? Y.K: İsveç’te Arbetarnas Bildningsförbund (ABF) adlı bir örgüt var. Onlar da aslında Olof Palme Enstitüsü ve Gençlik Çalışmaları Birimi ile beraber bir proje yapacaklar. Bu yüzden İsveç’e olan bu ziyareti Olof Palme Enstitüsü destekledi. İngiltere gezisini ise British Council destekledi. İstersen öncelikle biraz İsveç’ten bahsedeyim, daha sonra İngiltere’yi derin bir şekilde konuşuruz. G.N: Peki. Y.K: Biz İsveç’e ABF’yi ziyaret etmek için gittik. ABF aslında yetişkin eğitimiyle ilgileniyor. G.N: Tüm İsveç’te? Y.K: Evet. Bir belediyeye bir ABF düşüyor gibi bir ilişki var. İsveç’te bu tip ağ örgütler var, daha çok sosyal demokratların örgütü gibi. ABF’nin yönetiminde ağırlıklı olarak sosyal demokratlar olmasına rağmen içinde sol partiden insanlar, eski komünistler ve ayrıca Yeşiller de var. Biz Stockholm’de sosyal demokrat gençlerle zaman geçirip sohbet ettik. Şöyle ilginç şeyler öğrendik: Hani Fransa’da veya Türkiye’de solcu sendikalar ve daha muhafazakâr sendikalar vardır ya, İsveç’te böyle bir şey yok. Sendika varsa solcu sendika. Sendikaların içinde solun sağ kanadı ve solun sol kanadı gibi ayrımlar var. İşçilerin %80’i sendikalarda örgütlü ve bu sendikaların hepsi de doğrudan sosyal demokratlarla, Yeşiller’le veya sol partiyle bir şekilde ilişkili. Muhafazakârların, liberallerin ve çiftçi partisinin sendikası yok. Böyle bir durum var orada. Onun dışında, ABF iki temel iş yapıyor: Seminerler düzenliyorlar ve sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte kültürel, sanatsal etkinlikler organize ediyorlar. Çok basit bir sistemi var. Mesela diyorsunuz ki “1950-1960 yılları arası bu mahalledeki gençlik dernekleriyle ilgili bir çalışma yaptım ve bununla ilgili bir seminer vermek istiyorum”. ABF de “peki” diyor ve bunu programlarına alıyorlar -tabii bunu bizim hiç alışık olmadığımız bir şekilde programa altı ay önce alıyorlar. Böylece, ABF’ye gittiğinde altı ay sonra, hangi saatte, hangi odada kimin seminer vereceğini öğrenebiliyorsun. Evet böyle bir şey mümkün, eğer istersen oluyormuş demek ki. Seminerle ilgili bütün duyuruları ABF yapıyor, mekânı ABF sağlıyor. “Katılım nasıl?” dersen, bu anlamda müthiş bir katılım var. Çünkü herkes kimin ne yaptığından haberdar olmak istiyor. G.N: Herkes düzenli olarak, belediyesindeki ABF’nin altı aylık etkinlik programını takip edip 45


bunlara katılabiliyor yani? Y.K: Aynen öyle. ABF’nin en büyük örgütü Stockholm örgütü. Orada beş katlı bir binası var. Herhangi bir sivil toplum kuruluşunda çalışan birisinin, gördüğünde ağzının suyunun aktığı bir yer, cıvıl cıvıl bir yer. Örneğin içeri girdiğinizde, sol taraftaki duvarda önümüzdeki bilmem kaç senenin seminer duyuruları; sağ tarafta tiyatro, dans, gösteri gibi etkinliklerin duyuruları; içeride, seminerlere katılmak için veya oraya gelen bir yazarla sohbet etmek için sıraya girmiş birçok insan var. Yani herkesin katılım gösterdiği, çok hareketli ve müthiş bir örgüt. Daha da önemlisi, sistemin işleyişi açısından kendi ağı içinde “hayatboyu öğrenme”yi destekleyen bir yapı. G.N: Sadece gençlik alanında hizmet vermiyor, değil mi? Y.K: Evet. ABF yetişkin eğitimiyle ilgileniyor ama yetişkin derken bu, tüm yurttaşları kapsayan bir şey ve o yüzden mesela gençlik örgütleri de ABF ile çalışıyor. Örneğin göçmenlerin yoğun olduğu bir mahalleye gittik ve oradaki bir okulu ziyaret ettik. Okul büyük bir okul ama etrafta az öğrenci kaldığı için onları da başka okullara göndermişler ve şimdi ABF o okulda bir proje yapıyor. Mahalledeki gençler ve çocuklar orada iki şey yapıyorlar. Belirli dönemlerde performanslarını sergiledikleri bir dans kursu ve bir tiyatro kursu var. Bizim için belki lüks olabilir ama o okulda on bir kişi çalışıyor. Oradaki temel dert gençlerin tiyatro veya dans çalışması yapması değil, o tiyatro ve dans çalışmalarını yaparlarken geçirdiği süreçte kendilerini ve toplumu farklı şekilde öğrenmelerini sağlamak. Yani ABF orada başka bir süreci destekliyor aslında. İsveç ile ilgili bir şeyden daha bahsetmek lazım. Stockholm’deki sosyal demokratların gençlik örgütünün her dört senede bir yaptığı seçime gittik. G.N: Seçimleri gözlediniz yani. Y.K: Aynen. Öyle resmi izin almalar falan yok, elini kolunu sallayarak gidiyorsun. “Siz görevli misiniz?” diye sordular, “hayır, biz seyretmeye geldik” dedik. İsmimizi alıp yaka kartımızı verdiler ve teşekkür edip gittiler. Böyle oryantalist bir şekilde konuşmak istemiyorum ama kravatlı insanlar yoktu mesela, bu çok önemli. Ayrıca otuz yaş üstü insanlar da yoktu. Bahsettiğim bu örgüt, kadınların çoğunlukta olduğu bir örgüt. Yani bırak gençlik örgütünü, kadınların çoğunlukta olması falan bizim çok da alışkın olmadığımız şeyler maalesef. Neyse. Sonra seçimlerini yaptılar, şarkı falan söylediler. Açılış konuşması -sanırım İsveç olması sebebiyle- Lenin’den falan oldu. Tüm resme baktığımız zaman, gençlerin yapabildiği şeyler adına “genç” bir şeydi. G.N: Bizim coğrafyada gençler kendi kurumları içinde seçim sürecine girdiklerinde veya siyasi örgütlerle bir şeyler yapmaya başladıklarında bir “takım elbise” durumu, gördüğünü tekrar etme durumu söz konusu oluyor. Farklılık burada mı acaba? Hani bir gençlik kültürü vardır ya, bizde o “büyümüşün küçülmüşü” hali sanırım. Y.K: Bu konuyu daha bugün birileriyle konuştum aslında. “Orada ne güzel, burada niye böyle değil” gibi şeyler söylemek yerine aslında burada neden böyle olduğuyla ilgili konuşmak gerekiyor. Bunu da ben şöyle gözlemliyorum: Gençler sesini duyurmak için yetişkin olma zorunluluğunu hissediyorlar sanırım. G.N: Çünkü sesini duyurmanın tek yolu yetişkin olmaktan geçiyor! Y.K: Evet. Yetişkinlerde de şöyle bir dert var, kişi zaten gençse “ tabii genç” deyip geçiyor. Oysa yetişkin gibi bir genç gördüğünde ise onu daha fazla dinliyor sanki. G.N: Evet. İsveç ve gençlik çalışması hakkında biraz konuştuk. Şimdi de İngiltere 46


hakkında konuşalım. Siz İsveç’ten kafile halinde İngiltere’ye geçtiniz sanırım. Y.K: Evet, on kişilik bir ekiptik. Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanı, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nden bir müdür yardımcısı, Ankara’dan Gençlik Evi’nden Mehmet adında bir arkadaş, yine Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı’ndan iki gençlik çalışanı, Balıkesir, Sivas ve Konya’daki gençlik merkezlerinin müdürleri, British Council’dan Çağrı ve ben. G.N: Ziyaretin amacı neydi? Özellikle bir şeye bakmak için mi gittiniz? Y.K: İngiltere’nin Avrupa’daki diğer modellerden en temel farkı, gençlik çalışanı olmak için diplomaya bağladıkları okullarının olması. Örneğin Almanya’da sosyal hizmetlerle ilgili çalışanlar var ve o sosyal hizmetlerde çalışanların içinde gençlik uzmanlığı olan birileri var. Ayrıca Avrupa’nın her yerinde, sivil alanda, gençlik çalışanı diye birileri var. Fakat İngiltere’nin en büyük farkı, kurumsallaşmış ve bu işi bir diplomaya bağlamış olması. G.N: Tarihsel nedenleri mi var? Y.K: Var mutlaka. 1800’lerde kilise temelli bir çalışma olarak ve ayrıca işçi sınıfı içinde başlayan bir süreç. Tabii 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başka bir şeye doğru dönüşüyor. Ama gözden kaçırmamak lazım, oradaki gençlik çalışmasının temel derdi şu: Gençlerin aktif yurttaşlar olarak topluma katılımıyla ve gençlerin kendi kararlarını kendileri verebilmeleriyle ilgili çeşitli destekler vermek. Yani “gençlerin zaten buna ihtiyacı var, o yüzden gençlere bunu sağlayalım” değil, gençlerin kendilerinin belirledikleri ihtiyaçlarını gençlik odaklı bir çalışma süreciyle karşılamaya çalışmak. G.N: Zaten gençlik çalışması yaptığımız zaman en büyük tartışma veya en büyük gerilim, gençleri bir küme hamurun önüne oturtup “hadi evladım sen oyna bununla, başka şeylerle ilgilenme” mi diyeceğimiz, yoksa hayatlarında kararlarını oluşturdukları döneme dair bir şeyleri deneyip yanılabilecekleri olanakları mı sağlayacağımız. Y.K: Tabii orada da bazı evrensel referans noktalarını işin içine sokmak gerekiyor. Evrenselliği savunan, insan haklarını savunan, katılım ve çeşitlilik temelli bir yaklaşımla bu işi yapmak gerekiyor. Belki biraz da orada gördüklerimden bahsetmek gerek. Öncelikle çok ilginç bulduğum bir şey, bir gençlik bankası var. Bu gençlik bankası da diğer bankalar gibi para dağıtıyor ama bunu kâr amacı güderek yapmıyor ve dağıttığı parayı da geri almıyor. Tüm yönetimi gençler üstlenmiş durumda. Hangi gençlik kuruluşuna hangi süreçler üzerinden ne kadar para verileceğine, o yereldeki gençlik bankasının yönetiminde olan gençler karar veriyor. Birleşik Krallık’ta -yani Galler, İskoçya, Kuzey İrlanda ve İngiltere’de71 gençlik bankası var. Bunların bütçeleri yerel ihtiyaca göre 2000 pound ile 1 milyon 200 bin pound arasında değişiyor. G.N: Ayrıca yerel kaynağa göre de? Y.K: Evet yerel kaynağa göre de ama İngiltere’nin en temel farklılıklarından biri, her şeyin inanılmaz yerelleşmiş olması. Yani bu paranın büyük bir bölümü yerel belediyeden geliyor. Çok azı merkezi hükümetten geliyor. Bu gençlik çalışmasını tamamen yerel belediyeler üzerinden yapıyorlar ve sivil toplum kuruluşları da belediyelerden çatır çatır para alıyor. Para almaları, buradaki gibi, yaptıkları işi ve bağımsızlıklarını etkilemiyor. Hükümet olsun, yerel yönetim olsun, sivil toplum kuruluşları olsun herkes yaptığı işi politika dokümanlarına bağlıyorlar. Tabii bizim sorularımız hep şu şekilde oldu: “ama sivil toplum kuruluşlarının bu konuda çalışmaları gerektiklerini onlara nasıl söylüyorsunuz?”. Böyle şeyler yok. Çünkü zaten politika haline geldiği ölçüde o politikanın oluşturulma süreci o kadar katılımcı odaklı bir şey oluyor ki, politikayı beraber oluşturdukları için ona göre uyguluyorlar. Şöyle bir örnek vereyim: İngiltere’deki gençlikle ilgili son bir doküman var. O temel dokümanın Yeşil 47


Kitap’tan Beyaz Kitap’a gelmesi sürecinde 19 bin ayrı kişi ve kurumdan geribildirim almış durumdalar. G.N: Yeşil Kitap taslak, Beyaz Kitap nihai hâli. Y.K: 19 bin kişi ve kurumdan geribildirim almayı değerlendirebilmek ayrı bir şey ama niyet olarak bunu yapmak ve dokümanı da böylece meşru bir hâle getirmek müthiş bir yaklaşım. Başka bir şey daha: Gençlik çalışanlarının eğitildiği bir üniversiteye gittik örneğin. Bizim gittiğimiz üniversite Londra’nın doğusundaydı. Londra’nın doğusu daha yoksul bir yer, bu yüzden orada programa kayıtlı olanların yaklaşık %50’si göçmen demiyorum, Müslüman. Orada farklı gençlik çalışması ekolleri var, Müslüman gençlik çalışması ve Hıristiyan gençlik çalışması ekolleri gibi. Aslında işin içine girdiğiniz zaman başka değerler üzerinden gençlik çalışması yapan kurumlar da var. Ama Hıristiyan örgütler de dini ön plana almadan gençlik çalışması yapabiliyorlar. Aynı şeyi Müslüman örgütler de yapabiliyor. Üniversitede bence en önemli şeylerden biri, gençlik çalışanı olmak için üç senelik bir diploma veriyor olmaları. G.N: Bu sadece İngiltere’de yapılan bir uygulama, değil mi? Y.K: Evet. İngiltere’de böyle. Türkiye’de de böyle olsun mu bilmiyorum, çünkü her ülkenin şartlarına göre farklı şeyler yapmak lazım. G.N: Süreçle ilgili sanırım. Y.K: Evet ama politika ve kanunla da alakalı bir şey. Orada üç senelik bir diploma aldığınız zaman gençlik çalışanı oluyorsunuz. Ama bu üç senelik eğitimin içinde müthiş bir saha çalışması var. O saha çalışmasının başarıya ulaşıp ulaşmadığını ise gençlik alanında aktif olarak çalışan bir mentor değerlendiriyor. Eğer ondan onay alamazsanız gençlik çalışanı olamıyorsunuz ve programda bazı şeyleri tekrarlamanız gerekiyor. G.N: Bir usta-çırak sisteminde yapılıyor yani değerlendirme? Y.K: Aynen öyle. Bunun dışında, gençlik çalışmasıyla ilgili daha tematik bir de master programı var. G.N: Uzmanlaşmayla ilgili. Y.K: Evet. Lise mezunu olup farklı kurslara giderek gençlik çalışanı olabiliyorsunuz. Zaten “ben alandan geldim ve gençlik çalışanı oldum” gibi bir şey yok. Gençlik çalışanı olmak için akreditasyona ihtiyaç var. Ama akreditasyonun da getirdiği başka dertler var -meslek gibi. Bir şey daha var. Onların detached work veya street work dedikleri sokak çalışmasını gözlemleme imkânı bulduk. G.N: Bu, Türkiye’de de çok tartıştığımız bir şey aslında. Türkiye’de gençlik alanındaki mevcut örgütler hep “içeride” çalışıyorlar; birtakım gençler derneklere geliyor ve üye oluyor veya üniversite çatısı altındaysa kulüplere üye oluyorlar. Bu, “bunu kırmak mı lazım acaba” diye tartıştığımız bir şey. Y.K: Sadece gençlikle alakalı da değil, genel olarak sivil toplumda kafamız hep böyle çalışıyor. Bir mekânın olur, o mekâna insanlar gelir, o dört duvarın içinde insanlarla bir şeyler yaparsın. Fakat sokakta gençlik çalışması yaptığın ölçüde sokağı da demokratikleştiriyorsun. Örneğin orada mobil arabaları var ve onu gençlerin “takıldığı” yerlere çekiyorlar. Her gençlik çalışanı, sivil toplum kuruluşu çalışanı veya belediye çalışanı üzerine bir kırmızı mont giyiyor ve gençler sokağın neresindeyse onlarla beraber takılıyor. Bu gençler evsiz gençler değiller, yirmi yaşın altında oldukları için doğal olarak 48


sokakta takılıyorlar -Türkiye’de de olduğu gibi aslında. G.N: Erkekler için olduğu gibi diyelim Y.K: Evet erkekler için olduğu gibi, doğru söylüyorsun. Oradaki temel dert şu: Sokakta takılan gençlerin hayatta daha farklı seçimler yapabilmelerine yönelik, ilişki temelli bir çalışma yapıyorlar. G.N: Okulda veya evde almadıkları bir şeyleri alabilecekleri bir olanak sağlamak mı, yoksa okulda ve evde aldıkları şeylerin alternatiflerini görebilmelerini sağlamak mı? Y.K: Oradaki mevcut durumu bozmak değil ama karşısına geçip farklı şeylerin de olabileceğini göstermek. Ama gençlik çalışanının derdi kendi istediği alana gençleri yönlendirmek değil, gençlerin kendi seçimlerini yapabilmelerine yönelik olarak destek vermek. Bu çok önemli bir fark ve Türkiye’deki gençlik alanı için de bu farkın altını kırmızı kalemle kalın bir şekilde çizmek gerekiyor. G.N: Model olarak bakmakta şüphesiz çok fayda var Y.K: Ama yerelleştirmek de gerekiyor. G.N: Evet, aynen öyle. Çok teşekkürler. Bu deneyimlerle ilgili seninle bağlantıya geçmek isteyenler için bir iletişim bilgisi verebilir misin? Y.K: Tabii: yoruk@bilgi.edu.tr. G.N: Programımızın sonuna geldik. Önümüzdeki hafta 94.9 Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit’te tekrar görüşmek üzere...

İçindekiler menüsüne dön...

49


Gençlik Çalışmalarında Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu Gülesin NEMUTLU (03.04.2007) Yörük Kurtaran: Merhabalar. Yeni bir Herkes Farklı Herkes Eşit’te tekrar sizlerle beraberiz. Bugünkü konuğumuz Gülesin Nemutlu. Hoşgeldin Gülesin. Gülesin Nemutlu: Hoşbulduk Yörük, nasılsın? Y.K: Teşekkür ederim, iyiyim. Sen nasılsın, iyi misin? G.N: Ben de iyiyim, teşekkürler. Y.K: Bugünkü konuğumuz Gülesin; çünkü Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyasının Avrupa çapındaki önemli etkinliklerden biri İstanbul’daydı: Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu. Doğru söyledim mi? G.N: Evet. Aslında “Gençlik Çalışmalarında Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu”.31 Ama yine de doğru söyledin. Çünkü sempozyum sırasında herkes dinlerarası ve kültürlerarası diyalogdan bahsetti; fakat gençlik çalışmaları ile ne kadar ilişkilendi, o ayrı tabii. Y.K: Peki. Bugün bu sempozyumla ilgili seninle sohbet edeceğiz. Çünkü sen sempozyumun her anında oradaydın; işin başlangıcından sonucuna kadar. Ne oldu ne bitti, bize biraz bu sempozyumdan bahsedebilir misin? G.N: Tabii. Ama daha önce, bu sempozyumun Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası çerçevesinde gerçekleştirilen bir sempozyum olduğunu söylemek gerek. “Herkes Farklı Herkes Eşit”, Avrupa Konseyi32, Avrupa Komisyonu 33 ve Avrupa Gençlik Forumu34’nun girişimiyle başlamış olan bir kampanya. Avrupa çapında ve yerel çapta etkinlikleri var. Avrupa çapındaki etkinliklerini Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde yapıyorlar. Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog da İstanbul için uygun bulunmuş bir tema, “çeşitli siyasal nedenlerle”. Y.K: Tırnak içinde? G.N: Evet, aynen öyle. Mesela göçle ilgili bir sempozyum var, İtalya için uygun bulunmuş; homofobiyle ilgili bir eylem haftası var, Polonya için uygun bulunmuş -Polonya’da çıkan son yasalarla beraber ya da yasaklarla beraber demek daha doğru belki. Dolayısıyla, Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu da Türkiye’de yapılması önerisiyle karşı karşıya kaldı kısa bir süre önce. Y.K: Uluslararası bir sempozyumdu galiba, değil mi? 31

Sempozyum Herkes Farklı Herkes Eşit Kampanyası bünyesinde 27-31 Mart 2007 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. 32

http://www.avrupakonseyi.org.tr/

33

http://www.avrupa.info.tr/DelegasyonPortal.html

34 Avrupa

Gençlik Forumu hakkında bilgilenmek istiyorsanız Gençlik Postası’na göz atabilir, Avrupa Gençlik Forumu Derneği’yle iletişimi geçebilirsiniz.

50


G.N: Evet, uluslararası bir sempozyumdu. Avrupa Konseyi'ne üye 46 ülkeden gençler ve gençlik kuruluşu temsilcileri vardı. Türkiye’de gerçekleştiği için Türkiye’den katılım oldukça yüksekti. Y.K: Konsey ülkeleri dışındaki ülkelerden de yüksek katılım var mıydı? G.N: Bu sefer vardı. Çünkü sempozyumun ortaklarından biri de İslam Konferansı Gençlik Forumu örgütüydü. Böyle olunca, İslam Konferansı Gençlik Forumu’ 35na üye ülkelerden de gelenler vardı. Dolayısıyla, oldukça çok ülkeden temsilcinin geldiği ve ülke temsiliyetinin geniş olduğu bir sempozyum oldu. Y.K: Kaç kişi vardı? G.N: Yaklaşık iki yüz kişi kadardı. Y.K: Türkiye’den katılım da dahil, değil mi? G.N: Evet. Türkiye’den de 65 katılımcıyla beraber, tamamı genç, toplam 200 kişi kadardı. Sempozyum şu şekildeydi: Bir hazırlık ekibi vardı sempozyumun. İlk iki gün, tartışmalara altyapı sağlayabilecek birtakım uzmanların konuşmaları vardı. Daha sonra bir buçuk gün boyunca katılımcılar kendi tercihlerine göre seçtikleri 12 çalışma grubunda birlikte çalıştılar. Dil orada çok eğlenceli oldu tabi; bir grup çalışmaya Türkçe - İngilizce çeviriyle başlayıp Almancayla noktaladı mesela. Diğer yandan, “kaçak olarak” İspanyolca konuşan gruplar falan oldu. Y.K: Peki çevirmen yok muydu? G.N: Çevirmen vardı. Sempozyum üç dilde gerçekleşti zaten: Fransızca, Türkçe ve İngilizce. Fakat o kadar farklı ülkeden gelen insanların dile hâkimiyet yetileri de farklı olunca, Almanca, İspanyolca çalışma grupları gibi birtakım “yan-çalışma grupları” da oluştu. Bütün çalışma grupları bir buçuk günün sonunda 12 konuyla ilgili iki üç öneri getirdi; öneriler uluslararası kuruluşlara, Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Konseyi’ne, hükümetlere veya Avrupa Komisyonu'na yönelikti. Y.K: Tabii öneriler, dinlerarası ve kültürlerarası diyalog çerçevesindeydi? G.N: Aynen öyle, dinlerarası ve kültürlerarası diyalog çerçevesindeydi. Y.K: Yani, “hükümetler şunu yapsa daha iyi olur ya da şöyle yapsalar daha iyi olur” gibi mi? G.N: Evet. Daha sonra bu öneriler değerlendirildi ve son gün, yani dördüncü gün, tüm katılımcılarla birlikte bu deklarasyonun üstünden geçildi. Tabii her katılımcının veto etme hakkı vardı. Y.K: Bireysel olarak mı? G.N: Evet bireysel olarak ama “ben bunu beğenmedim, kulağıma hoş gelmedi” diye değil de, bir açıklamayla, hangi zeminde itiraz ettiğini belirterek. Sonuçta da bir sonuç bildirisi çıktı, Bakanlar Komitesi toplantısına gönderilmek üzere. Y.K: Peki sonuç bildirgesine nereden ulaşılabilir?

35

İslam Konferansı Gençlik Forumu “Medeniyetler İttifakı için Gençlik Girişimi-Youth for Alliance of CivilizationsYAOC” içinde yer almaktadır.

51


G.N: Sonuç bildirgesine Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyasının Türkiye web sitesindeki (www.herkesfarkli-herkesesit.info)36 “dokümanlar” bölümünden ulaşmak mümkün. Ayrıca, kampanyanın Avrupa internet sitesinden de ulaşılabiliyor bu deklarasyona. Y.K: Başta anlatmış olduğun atölyelerle ilgili konuşabilir miyiz? Ne tür atölyeler vardı, konuları neydi, işleyiş nasıl gelişiyordu? Oturumlarla ilgili izlenimlerini paylaşmak ister misin? G.N: Öncelikle, hazırlık ekibinde Avrupa Gençlik Forumu içerisinde çok yakın zamanda kurulmuş “dinlerarası diyalog uzman grubu” diye bir ekip vardı. Y.K: Son dönemde gençlik çalışmalarında da popüler bir konu galiba? G.N: Her alanda bir dinlerarası diyalog durumu söz konusu; akademide de böyle, medyada da böyle. Ben konuya biraz çekingen yaklaşanlardanım. Dinlerarası diyalog olması lazım, çok da harika bir şey. Fakat “hadi şimdi buna nasıl ulaşacağımızı konuşalım” diye sorgulamadan bu konu üzerinde düşünmeyi çok doğru bulmuyorum. Ne oldu da 2000’lerde sadece bu konudan ya da ağırlıklı olarak bu konudan konuşuyoruz? Buna biraz eleştirel yaklaşmak lazım diye düşünüyorum. Neyse... Y.K: Ne şekilde işledi? G.N: Avrupa Gençlik Forumu’nun içerisinde inanç temelli çalışan gençlik örgütlerinin kurduğu bir uzman ekip var. Y.K: İnanç temelli çalışan kurumlardan gelen insanlar, öyle mi? G.N: Aynen öyle. Avrupa'da örgütlenmiş farklı inanç temelli çalışan, ama baktığınız zaman yine Hıristiyanlık etrafında çalışan Hıristiyan örgütler; Yahudilik veya İslamiyet etrafında çalışan örgütler var. Ağırlıklı olarak bu üç din üzerinden gerçekleşiyor işleyiş. Dolayısıyla hazırlık ekibinde farklı alanlardan kişiler vardı. Farklı din gruplarını temsil eden kişiler de vardı. Bu çalışma gruplarının konusu da o şekilde belirlendi. 18 çalışma konusu belirlendi ve katılımcılara gönderildi. Katılımcılar ilk ve ikinci tercihlerini yaptılar. Daha sonra atölyelerin 12 tanesinde karar kılındı. Burada önemli olan bir başka şey de, sempozyumun içeriği ve çıktısının yanı sıra düzenleme süreci ve işleyişi; bu çok önemli. Y.K: Daha da dahil edici bir süreç sanırım, gençlerin de katkısıyla. G.N: Evet, çok! Y.K: Atölye başlıklarından birkaç örnek verebilir misin? G.N: Tabii. Mesela en popüler atölyelerden biri “İnsan Hakları ve Din” başlıklı olan atölyeydi. Yine başka bir tanesi “İnsan Hakları, Din ve Toplumsal Cinsiyet” atölyesi. “Silahlı Çatışma ve Din” bir üçüncüsü. Diğer yandan, “terörün dinlerarası diyaloğa etkisi” gibi bir öneri vardı fakat daha sonra katılımcılar tarafından “Terör Söyleminin Dinlerarası Diyaloğa Etkisi” olarak değiştirildi. “Medya ve Din” ve “Yerel Yönetimler ve Kültürlerarası-Dinlerarası Diyalog” diye çalışma grupları da vardı; bu şekilde uzayıp giden bir liste aslında. Y.K: Bu çalışma gruplarından çıkan önerilere baktığımız zaman, kabul edilenlerden önce reddedilenlerle ilgili bir şey söyleyebilir misin? G.N: Kesin bir şekilde veto edilen madde olmadı. Her katılımcının veto etme hakkı vardı 36

Eylül 2009 itibariyle site aktif konumunu yitirmiş durumdadır.

52


ama moderatörlerin çok büyük bir çabası oldu. Hep, bir şekilde ortak uzlaşma alanı sağlandı. Ama en büyük tartışma -ki hiç sürpriz değil- karikatür mevzusu üzerine oldu. İfade özgürlüğü ve inanç özgürlüğünde saatlerce tartışıldı bu konu. Her ikisinin de önemsendiği, dolayısıyla birbirinin haklarının çatıştığı alanlar olabileceği, ama bu çatışmaların da tarafların özeni ve dikkatiyle geçilebileceği konuşuldu. Ama yine de tartışma çok büyüdü. Y.K: Peki. Sempozyumun kolaylaştırıcılığını yapmak da çok zor bir süreç; 200 kişi aynı anda salonda, teker teker maddeler geliyor ve herkesin bir şeyler söyleme hakkı var. Birisi “hayır” derse, nedenini açıklıyor falan. O süreç nasıl yürüdü? G.N: Çok Avrupai bir süreç: “İlk önce ne yapacağımızı açıkça söyleyelim sonra insanlar yorumlarını yapsınlar, onları derleyip toplayalım ve tekrar onaya açalım”. Gerçekten de bu çok Avrupai bir süreç, benim gözlemimden çok katılımcılardan gelen geri bildirim üzerinden söylüyorum bunu; zor ama mümkün bir süreç. Fakat dinlerarası diyalog ne kadar mümkün, gerçekten o konuda hâlâ birtakım şüphelerim var. Zor ve tartışmalı bir alan. Ama kişilerarası diyalog zor bir moderasyon gerektirmesine rağmen mümkün. Y.K: Peki Gülesin, beş gün boyunca farklı atölyelerde farklı insanlarla beraber çalıştın. Bu beş gün boyunca, pozitif veya negatif, seni çok etkileyen bir şey oldu mu? Bu, bir yaklaşım ya da söylenen bir söz de olabilir. G.N: Böyle sorunca zor ama şu çok ilginçti: Din üzerinden çok gitti aslında. Sempozyumun açılışı, oturduğu zemin, dinlerarası diyaloğa yaklaşımı hep insan hakları çerçevesine oturtuldu. Zaten, Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası çeşitlilik, insan hakları ve katılım ile ilgili olmasına rağmen ağırlıklı olarak insan hakları zeminine oturan ve oradan beslenen bir kampanya. Dinlerarası diyaloğun tartışıldığı çerçeve her ne kadar insan hakları olarak oluşturulsa da; inancıyla ilgili sıkıntı yaşayan, ezilen, baskı görenlerle ilgili olarak bu iletişim platformunu kullansa da, konuşmalarda referans hiçbir zaman insan haklarına verilmiyor. O aradaki kopukluk çok çılgın bir kopukluk. Bu da çok büyük tartışmalardan bir tanesiydi. Din deyince her din için geçerli olan birçok farklı yorum var ama din dediğin şey konvansiyonel anlamıyla insan haklarıyla örtüşür mü, örtüşmez mi? Bununla yüzleşmek gerekiyor. Bu, ısrarla yüzleşmekten kaçınılan şeylerden bir tanesi oldu. Konuşmacılardan biri şunu söyledi: “Gerçekten bir dine inandığımızda ve kitaptaki öğretileri takip ederek hayatımızı sürdürdüğümüzde, farklı bir kitabın öğretisini takip eden birisiyle iletişim kurmak mümkün müdür?” Mesela bunun üzerine tartışılmadı. Bu bağlamda ciddi bir direnç var. Başka bir şey: Kendilerini ateist ve agnostik olarak tanımlayan katılımcılar da vardı. Onlar için dinlerarası diyalog çok mümkün. Çünkü hepsi zaten bir yaratıcıya inanıyor ve bu üç büyük din arasında birçok ortak nokta da var. Fakat “neden yapamıyorsunuz ki?” gibi bir durum var ortada. Ama dinleri takip eden ve yaşamı içerisinde bir tanesini seçip onu uygulayana geldiğiniz zaman, o durum pek öyle değil aslında. Şöyle komik bir olay oldu, komik yanlış bir yorum olabilir belki ama: Türkiyeli katılımcılardan biri, hatırlayamıyorum hangi ülkeden ama bir Hıristiyan ile din üzerinden konuşuyorlar. Dedi ki: “Benim de inandığım bir Allah var. Bizimki God”. İngilizce konuşuyorlar bu arada, “Tanrı” yani. Beni Tanrı yarattı seni Allah yarattı diyor. O kadar sinirlendi ki çocuk buna, 200 kişilik bir toplantıda söz alıp “bir dakika, ben tek bir Tanrı olduğunun resmi olarak açıklanmasını istiyorum!” dedi. En zorlandığımız anlardan bir tanesi oldu bu. Resmi olarak, resmi bir kurum tarafından “tek bir Tanrı vardır” diye bir açıklama! Çok ilginç, sıkıştığımız, “olur mu acaba bu diyalog” diye düşündüren anlar çok oldu. Y.K: Çıkan deklarasyonla ilgili bir şeyler söyleyebilir misin? Mesela geniş bir mutabakatın ürünü olduğu için herkesin kafasına yatan ya da az da olsa yatmayan şeyleri barındıran bir döküman herhalde. Bununla ve insanların deklarasyondan sonraki ruh halleriyle ilgili bir 53


şeyler söyleyebilir misin? Çünkü 200 kişilik bir ekip vardı, farklı ülkelerden ve farklı inançlardan. Orada ciddi bir pazarlık süreci de var sanırım? G.N: Orada uzlaşma ortamı yaratmaya dair bir çaba var; bu çaba zaman zaman çok görünür durumdaydı, zaman zaman da hiç yoktu. Az önce söylediğim gibi, fikre dair özgürlük alanı ve karikatür mevzusuyla ilgili konuşulurken çok sertleşti tartışmalar; ya da “İslam Korkusu” başlığı altında konuşulmaya başlandığında. Y.K: İslamofobi “İslam korkusu” diye mi çevriliyor? G.N: Evet, “İslam korkusu” diye söyleniyor ağırlıklı olarak. Mesela o konuda da çok büyük tartışmalar oldu: “İslam korkusu, Hıristiyan korkusu ve Yahudi karşıtlığından çok daha önemli ve önceliklidir” diyen bir taraf oldu; çünkü çok güncel. Diğer taraf ise “Hayır bunu siz yaratıyorsunuz. Siz bunu böyle söylediğiniz ölçüde bu iş daha da büyüyor ve aslında İslam korkusunu besliyorsunuz” dedi. Başka bir taraf ise “Herhangi bir ayrımcılığı bir diğerinden daha önemli görüp ona öncelik verdiğimiz zaman ayrımcılıktan bahsetmiyoruz, başka bir şeyden bahsediyoruz” dedi. İslam korkusu çok büyük tartışma alanlarından bir tanesiydi. Y.K: Sadece Müslümanlar için mi, yoksa tüm katılımcılar için mi bir tartışma konusuydu bu? G.N: Zaten genel olarak bir tartışma konusu; ama daha çok, Müslümanlar ya da kendini Müslüman olarak tanımlayanlar arasında büyük bir tartışma konusu. Çünkü “bu, İslam korkusunu besliyor mu, yoksa bunun adını koyup öne çıkararak bununla savaşmak mı lazım” diye ikili bir cephe var orada. Ama şöyle bir yorum geldi: “İslam korkusunu öncelikli olarak görüyor ve bunu ikiz kulelere bağlıyorsunuz; ama kimse ikiz kuleleri İslam korkusundan patlatmadı”. Dediğim gibi, deklarasyon Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne gidecek ve orada tartışılacak. Y.K: Sonra onaylanıyor mu? Nasıl işliyor bu süreç? G.N: O bir öneri, Konsey’in bir yaptırımı yok. Fakat Bakanlar Komitesi’nde onaylanması demek, tüm bakanların sonuç bildirgesindeki önerileri kabul etmesi ve o doğrultuda çalışacağına dair söz vermesi anlamına geliyor. Ama daha sonra o sözü takip etmek gerekiyor. Dediğim gibi, çıktısına dair birçok şey konuşulabilir, fakat sürecin işletilmiş olması, açıkçası kampanya koordinatörü olarak beni çok rahatlatıyor. Katılım, insan hakları ve çeşitlilik için Herkes Farklı Herkes Eşit diyoruz. Bu sempozyum da çeşitliliğin ve katılımın olduğu ama biraz daha insan haklarının olmasını tercih edeceğim bir sempozyumdu. Y.K: O süreçle ilgili önemli bir şey söylüyorsun. Diyorsun ki, “aslında bu anlamda da iyi bir örnek”. Bu iyi örneği gençlik alanında ya da gençlik alanının içindeki başka konularda da işletmek mümkün mü? Mesela, bir yasa çıkmak üzereyken gençlikle birlikte hareket etmek daha demokratik bir süreç olabilir mi? G.N: Sonuç odaklı ve süreç odaklı olmak burada çok çarpışıyor aslında. Katılımcılar içinde de “biz bu sonuç bildirgesini çıkarıyoruz ama bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek ki” ve “ne olursa olsun bu çatışmalardan, tartışmalardan etkilenen gençler olarak sesimizi çıkarmamız lazım ve bu, sesimizi çıkarmak için atabileceğimiz bir adım” diyen taraflar var. Her halükârda katılımcılığa, demokrasinin bu şekilde işlemesi gerektiğine inanan bir insan olarak bence her konu başlığı altında işletilebilecek bir süreç bu. Ama Türkiye özelinde konuşursak, çok da alışık olmadığımız bir süreç bu; yani yurttaşlardan çıkan bir şeyin birilerine gönderilmesine çok da alışık olmadığımız için, önce buna razı olmak gerekiyor. Çünkü herhangi bir konu hakkında hepimiz birçok şey söylüyoruz. Ama bunu katılımın bir 54


aracı olarak görmek ve “ben sesimi çıkarıyorum” diyebilmeye inanarak oraya gelmek de bir önçalışma gerektiriyor. Aksi takdirde, sunulan imkânı ve o alanı katılımın aracı olarak doldurmazsanız, o alan, birçok farklı şekilde doldurulmaya çalışılan bir alana dönüşüyor. Y.K: Bir önçalışma yapmak mutlaka gerekiyor, fikri düzeyde o duruma ulaşabilmek için. Ama bir de, bu deklarasyonlardan sonra “bunların takipçiliğini kim, nasıl yapacak?” diye çok ortada bir soru işareti var. Çünkü deklarasyon yapıyor olmak, onu karar alıcılara gösteriyor ve veriyor olmak işin bittiği anlamına gelmiyor. Aslında iş orada başlıyor; ilk adım atılmış oluyor. Çünkü onun takibi yapılmadığı sürece “bunlar konuşurlar, ederler biz de bunu önemseriz ya da önemsemeyiz” diye bir ikilem ortaya çıkıyor. G.N: Doğru. Süremiz doluyor ama önerilerden bir tanesi de şuydu: “Sempozyumun ortakları da çıkan bu sonuç bildirgesinin uygulanıp uygulanmadığını takip etsin ve bu bir süreç olsun”. “Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog İçin İstanbul Gençlik Süreci” diye bir süreç başlatıldı. Tabii sadece bu süreci değil, bu öneriyi de takip etmek gerekiyor. “Sen git onu takip et, sen de onu takip edeni takip et” gibi bir durum çıkıyor ortaya. Kişisel olarak bir çekincem var ama süreç olarak görmemizin çok iyi olduğunu düşündüğüm bir sempozyum oldu. Türkiye’deki gençlik çalışanlarından ve gönüllülerden yaklaşık yetmiş kişinin orada bu süreci yaşamış olmasının da önemli olduğunu düşünüyorum. Y.K: Sonuç olarak, belki o modeli başka yerlerde uygulamakla ilgili bir farkındalık olacak. G.N: Aynen öyle. Y.K: Harika! Çok teşekkürler bugün konuğumuz olduğun için. G.N: Ben teşekkür ederim. Y.K: 94.9 Açık Radyo’ da, bugün Gülesin ile beraber Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası çerçevesinde gerçekleştirilen “Gençlik Çalışmalarında Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu” hakkında sohbet ettik. Gelecek hafta farklı bir konuda, farklı bir konukla tekrar sizlerle beraber olacağız. Hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

55


Musevi Cemaati ve Gençlik Çalışmaları David ROMANO (08.05.2007) Gülesin Nemutlu: 94.9 Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit programına hoşgeldiniz. Yörük Kurtaran: Merhaba. G.N: Bugünkü konuğumuz Arkadaşlık Yurdu Derneği’nden David Romano. Hoşgeldin David. David Romano: Hoşbulduk G.N: Nasılsın? D.R: Teşekkürler, iyiyim. G.N: Biraz kendinden bahseder misin? Kimdir David, ne yapar? D.R: Tabii. David Romano, Türk-Musevi Cemaati’nin Arkadaşlık Yurdu Derneği’nde bir üye. İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu ve şimdi de aynı bölümde yüksek lisans yapıyor Y.K: Kaç yaşındasın? D.R: 24 yaşındayım. G.N: Biraz dernekten bahsedebilir misin? Özellikle gençlerle ilgili ne tür çalışmalarınız var? D.R: Arkadaşlık Yurdu Derneği, genel olarak kültürel etkinlikler düzenleyen bir dernek. Bu kültürel etkinlikleri de “duyarlı olmak” ve “farkında olmak” üzerinden gerçekleştiriyor. Çünkü hepimiz üniversite gençliğiyiz ve okuyoruz ama okuduğumuzu ne kadar anlıyoruz? Yaşadıklarımızın gerçekten de farkına varabiliyor muyuz? Dolayısıyla biz biraz kendimizi bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Kişisel gelişim seminerleri, liderlik seminerleri, takım çalışması, iletişim vs. Tabii ara sıra ünlü konuşmacıları derneğimize getirtmeye çalışıyoruz, onların fikirlerini alıyoruz. Bunun yanında tiyatrolar, sinemalar, konserler organize ediyoruz. Aklınıza gelebilecek olan her türlü kültürel etkinliğin içerisinde mutlaka bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. G.N: Sanırım derneğin, özellikle benzer çalışmalar yapan uluslararası kurumlarla bağlantıları da var. Bundan bahsedebilir misin biraz? D.R: Tabii. Bu, Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyasının konseptine de uygun bir şey. Çünkü biz Avrupa Yahudi Öğrenciler Birliği (EUJS)37 sayesinde İstanbul’da bir seminer olduğunu duymuştuk: Gençlik Çalışmalarında Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu 38. Biz de katıldık ve oldukça güzel geçti; eğlenceli, paylaşım dolu bir seminerdi. Diyaloğa gerçekten ihtiyaç var. Tabii tüm bunların dışında diyalogla ilişkili olarak üniversitede başımdan geçen çok ilginç şeyler de oldu. Y.K: Bunlardan bahsedeceğiz, değil mi? 37 Avrupa

çapında 34 farklı Yahudi Öğrenci Örgütlenmesinin oluşturduğu bir şemsiye örgüttür.

38

Sempozyum Herkes Farklı Herkes Eşit Kampanyası bünyesinde 27-31 Mart 2007 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilmiştir.

56


D.R: Mutlaka. İstanbul Üniversitesi’nde okuduğunuz zaman Anadolu’nun dört bir yanından gelen insanlarla beraber oluyorsunuz ve tabii herkes çok farklı. Bunları paylaşmak kimi zaman komik ama bazı trajik yönleri de olabiliyor. Bunları daha sonra konuşuruz. EUJS’a dönecek olursak, EUJS insan haklarına ve uluslararası yardımlaşmaya daha evrensel bakıyor. Dolayısıyla bunları çok iyi takip ediyorlar. Türkiye’de de böyle bir oluşum olduğunu duydukları için bize haber verdiler ve biz de katıldık; birçok kişiyle tanıştık, çok farklı deneyimler yaşadık. G.N: Diyalog mümkün müdür? D.R: Diyalog tabii ki mümkün, istedikten sonra elbette mümkün. G.N: Sempozyumdaki en büyük tartışma konularından biri buydu çünkü. D.R: Evet, yani önyargıları kırmak lazım. İnsanlar birbirlerini tanıdıkça önyargıların ortadan kalkacağına inanıyorum. G.N: Tanışmak lazım. Y.K: Evet. D.R: Bunu birebir hayatımda gözlemledim. Y.K: Başına gelen ilginç şeyleri biraz anlatsana. D.R: Peki. Üniversitenin ikinci yılında, kantinde oturuyoruz, sohbet ediyoruz; tabii politik tartışmalar var, çok ciddi konular konuşuluyor. Ben de adımı çok rahat söyleyen bir insanım. İnsanlar soruyorlar, nesin, kimsin falan diye. G.N: Nerede doğdun, nerelisin, gibi? D.R: Ve nasıl bu kadar iyi Türkçe konuşabiliyorsun? Neyse. Bunu izah ettikten sonra bir arkadaşımdan, şimdi çok yakınlaştığım bir arkadaşım, şöyle bir şey sordu: “Siz Yahudiler ne yersiniz?” Ben önce geleneksel yemeklerimiz nedir, Sefaradlar39 ne yerler ya da Hamursuz Bayramı’40mız var orada ne yeriz diye algıladım ve saymaya başladım bunları. “Hayır, bunlardan bahsetmiyorum, siz gerçekten insan olarak ne yersiniz?” diye sordu. Tabii orada “et yeriz, sebze yeriz” diye açıklama gereği hissetmiyorum ama… Çok şaşırmıştım, unutamayacağım ender şeylerden bir tanesi. Gerçekten bizim iki kolumuzun iki bacağımızın olduğunu kimi zaman unutuyorlar mı ya da farklı mı düşünüyorlar, ama çok anlaşılır değil. Y.K: Seni şaşırtan şeyler oldu mu? Çünkü çok farklı insanlarla tanıştın, sen birilerini şaşırttın diye düşünüyorum. Ama senin şaşırdığın şeyler oldu mu? D.R: Ben de İstanbul’da büyümüş, İstanbul’da yaşayan bir insan olarak sonuçta Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen insanları pek bilmiyordum. Yani benim Sivas’tan, Nevşehir’den, Diyarbakır’dan arkadaşlarım var ve üniversiteden sonra dahi hâlâ görüşüyoruz. Tabii bu farklı bir kültür ama ben bu farklı kültüre bir zenginlik olarak bakıyorum. Yani o insanlarla beraber sohbet etmek, çay içmek, hatta oturup bir rakı içmek çok keyifli. İnsanlarla aynı dili konuşuyoruz aslında. Hepimizin ortak değerleri var ve bu 39

İspanya dışında Portekiz, İtalya, Kuzey Afrika, İstanbul, Anadolu, Ege Adaları ve Bizans İmparatorluğu'ndan kalan Musevilerin de hepsi bu adla anılır. Bugün Türkiye'de yaşayan 25.000 Yahudi'nin yaklaşık %95'i Sefaradlardır. 40

Mısır'daki kölelikten kurtuluşun anısına her yıl 8 gün kutlanan bayramda Yahudiler Hamursuz Bayramı'nda hiçbir mayalı ürün ya da tahıl tüketmezler.

57


değerler üzerinden bence aynı noktaya geliyoruz. Ben de kendimi ifade ettiğim zaman insanlardan çok olumlu tepkiler aldım. Yani hiçbir zaman kendimi ifade ettikten sonra bir sorun yaşamadım. Sorun hep en başlarda oluyor. Yani biraz tanımamaktan, bilmemekten kaynaklanan sorunlar var ama insanlar birbirlerini tanımaya başladıktan sonra o diyalog zaten kendiliğinden gelişiyor. Çünkü önemli olan din, dil, renk falan değil gerçekten, insani düzeyde o iletişimi kurabilmek. Bunu başardıktan sonra, siz özünde iyi bir insansanız ve karşınızdakiyle anlaşmayı başarabiliyorsanız gerisi zaten kendiliğinden geliyor. Y.K: Peki başından daha kötü şeyler geçti mi? Yani komik değil, belki trajikomik bir şeyler? D.R: Aslında bu anlamda başımdan, Allah’a şükür, kötü bir şeyler geçmedi. Yani bunu Avrupa’daki kimi arkadaşlarımla da konuştum; Fransa’daki, Almanya’daki arkadaşlarımla. Baktığınız zaman Fransa medeniyet düzeyi güya oldukça gelişmiş, son derece kalkınmış bir ülke. Ama Fransa’da çok ciddi, şiddete varan antisemit41 olaylar var; sokakta kavgalar, sinagoga molotof kokteyli atmalar falan. Doğrusu benim Türkiye’de içimi burkan tek olay “15 Kasım saldırıları”42 . Tabii o da uluslararası terörün bir parçası ve aynı zamanda Türkiye’ye de yapılmış bir saldırı. Kişisel olarak, oturduğum yerde böyle şeyler başıma gelmedi. Caddebostan’da oturuyorum ve orası güzel bir muhit, insanları sevecen. Ama üniversitede eylemlerden dolayı, “bak sana karşı eylem yapıyoruz, sırf senin için yapıyoruz bu eylemi” diye takılanlar oluyor ama inanın hepsiyle çok iyi arkadaş olduk ve bunu söylerken de çok samimiyim. Hani “her türlü siyasi görüşten insanla arkadaşlık nasıl olur” diye sorarsanız, hakikaten olabiliyor. Çünkü bir şekilde ortak bir noktada buluşabiliyoruz. G.N: Yine dernekten bahsedersek, ne zaman bir gençlik derneğini ağırlasak ya da gençlerin de içinde bulunduğu bir oluşumu ağırlasak, her yerde olduğu gibi “daha çok erkek var bizim dernekte” diye bir şey çıkıyor karşımıza. Y.K: Ve Türkiye’nin her yerinde sayı olarak da, inisiyatif almak anlamında da hakim olan gözlem, erkeklerin daha ön planda olduğu. G.N: Geçen 26 programda hep bu onaylandı ama zaten genel olarak ülke içinde de bunu sık sık görüyoruz. Sizde durum nedir? D.R: Ben o zaman sizi biraz şaşırtayım. G.N: Lütfen. D.R: Hatta biz, derneğimizdeki kadın egemenliğinden biraz şikâyetçi durumdayız. Çünkü bitmek bilmeyen toplantılar, en ufak ayrıntısına kadar tartışılan konular oluyordu; yani bizde daha çok kadın ağırlıklı. Y.K: Bir dernek gençlik örgütü değilse, gençlerin katılımıyla ilgili ciddi sorunlar olabiliyor. Yani yetişkinlerin de olduğu yerde gençler, yönetime katılabilmek için, kendilerini ifade edebilmek için daha yetişkinmiş gibi davranıyorlar; onların kodlarıyla konuşuyorlar, onlar gibi giyiniyorlar veya genç olmak üzerinden bir şeyler yapmaya çalışıyorlar ama tam da genç oldukları için zaten sözlerini dinletemiyorlar. Sizin dernekte bununla ilgili durum nedir? D.R: Konuşmanın başında da vurguladığım gibi “duyarlılık” ve “farkında olmak” çok önemli. Tabii insanlar üniversitede okuyorlar ve bir yandan iş bulma telaşı var. Dolayısıyla, 41 Antisemitizm

Yahudi bireylere karşı gösterilen münferit nefret ve ayrımcılıktan kalabalık grupların, hatta polis ve askerin tüm bir Yahudi cemaatine yönelik örgütlü saldırılarına kadar geniş bir yelpazede meydana gelebilir. 42

15 ve 20 Kasım 2003 - İstanbul’da Sinagog, HSBC Bankası ve İngiliz Konsolosluğu bombalı saldırıları.

58


kendilerine ayıracak pek vakitleri yok, toplumla ilgilenecek vakitleri hiç yok. Böyle bir durumda en azından bizim getirmeye çalıştığımız biraz daha insanların kendilerini fark etmesi, kendi potansiyellerini dışarı çıkarması. Tabii ki ilk başlarda çok zorlandık. Yani insanlar katılımcı olmadılar, “bizim ne işimiz var burada, başka şeyler yapalım, nedir bu dernek” gibi şeyler dediler. G.N: Ne kadar zamandır var dernek? D.R: Tarihçesini bilmiyorum. Bir ara çalışmaları duraksamış, aksamış ama benim içinde bulunduğum süre son üç sene. Son üç senede biz epey bir şey değiştirdik. Yani daha katılımcı yapmaya çalıştık, insanların gelip rencide edilmeden fikirlerini söyleyebileceği bir platform haline getirmeye çalıştık ve hep zaten bunun arkasındayız; platform olmanın arkasındayız, herkesin düşüncesini özgürce söyleyebildiği, paylaşabildiği, çok farklı fikirler üretebildiği bir oluşum olmanın arkasındayız. Bundan dolayı sanırım insanlar bu duyarlı ve farkında olmak kısmında çok destek oluyorlar. Şu an gördüğümüz şey bu. Y.K: Sanırım Anti-Semitizm Zirvesi’ne katılmıştın. Biraz bundan bahsedebilir misin? D.R: Tabii. Bu aslında çok güzel bir deneyim oldu. Çünkü o zamanki Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fisher’in himayesinde Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİTOSCE) bir Anti-Semitizm Zirvesi (1 & 2) gerçekleştirildi. Tabii bizim de EUJS kaynaklı haberimiz oldu. Y.K: EUJS epey bir yardım ediyor herhalde. D.R: Evet. Ama çok ilginç bir şey var. Mesela Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, müzakereler, imtiyaz ortaklığı falan tartışılıyor ama EUJS’un herhalde en iyi çalışan Avrupa kolu biziz. Onlar gerçekten Türkiye’ye çok önem veriyor. Mesela ben ismimi söylemeden, ülkemi söyleyip “Türkiye’denim” dediğimde muazzam bir ilgiyle karşılaşıyorum. O AntiSemitizm Zirvesi’nde de gördük, her ülke kendi çapında neler yaşadığından bahsetti ve Türkiye örneği oldukça farklı. Çünkü orada Hıristiyan çoğunluk var, azınlıkta olanlar Müslümanlar ve Yahudiler ve onların arasındaki birtakım sürtüşmeler, çatışmalar. Ama burada, gerçekten de %99.9’u Müslüman olan bir toplumda Yahudi bir azınlık olduğumuzu söylüyoruz ve insanlar çok şaşırıyorlar “nasıl diyalog kuruyorsunuz, zor olmuyor mu?” diye soruyorlar. Tabii aslında zor değil ama Avrupa’dan Türkiye’nin imajını biraz farklı görüyorlar. Biz katıldığımız uluslararası seminerlerde Türkiye’yi hep farklı bir boyuttan anlattık ve çok şaşırdılar buna. Yurtdışına gitmeden önce Türkiye’nin bir Arap ülkesiymiş gibi bilindiğini bilmiyordum. Y.K: O aslında hep Avrupa’ya gittiğimiz zaman yaşadığımız bir şey. D.R: Benim başıma bu geldi ve çok şaşırdım. G.N: Arap ülkesi dediğimiz şey de başka bir imaj. Arap ülkesi dendiğinde ona yüklenen anlam artık nerede var, bilmiyorum. Y.K: Avrupa’da son dönemde antisemitizmin yükselişte olduğuyla ilgili bir şeyler okuyorum. AGİT Zirvesi’nde bununla ilgili bir şeyler konuşuldu mu? D.R: Tabii bu, son zamanlarda Avrupa’da oldukça yükselişte. Bunun nedenlerinden bazıları Ortadoğu kaynaklı çatışmalar, sürtüşmeler. Tabii Avrupa içindeki göçmen statüsünde olan Arap nüfusun artması sanırım birtakım politik dengeleri sarsıyor. Türkiye’de de birtakım olaylar var tabii. Sokakta olmasa da, şiddet boyutuna ulaşmasa da en azından çeşitli gazetelerde söylem bazında çok ciddi şeyler var. Tabii bunlar bir atmosferin getirdiği şeyler ve umarım çok kalıcı olmayacaktır. Çünkü Yahudiler yaklaşık 59


500 senedir Türkiye’de ve artık iç içe geçmişler. Yani “Türküm, Yahudiyim” ya da “Yahudiyim, Türküm” değil; “Türk Yahudisiyim” deniyor ve bunu söylemek oldukça rahat. Y.K: Sayı azalmaya rağmen. D.R: Evet azalmaya rağmen. Biz bu toplumun birer parçası olarak bunu ısrarla savunuyoruz, Türkiye’nin farklı bir model oluşunu ve gerçekten de bu anlamda diğerlerinden ayrıldığını. Bize örnekler gösteriyorlar Avrupa’dan. Ama biz Türkiye’yi örnek olarak gösteriyoruz, uygarlık bakımından. O yüzden bunları hep vurguluyorum. Vurguladıkça da bilmeyen birçok insanın olduğunu görüyorum. Tek tek bunlarla uğraştıkça da iyi bir şeyler yapmış olduğumu düşünüyorum. Y.K: Yanlış hatırlamıyorsam, Türkiye’de 20 bin civarında Yahudi var. “Ortalama bir Yahudi genci nasıldır?” desem, var mı böyle bir prototip? D.R: Özellikle son 5-10 senedir oldukça farklılaştı. Yani annemlerin, babamların dönemindeki bir genç ile şimdiki bir genç arasında çok fark var. Y.K: Ne gibi mesela? D.R: Sanırım insanlar eskiden daha kapalı yaşarlardı, daha muhafazakâr ve aile içerisinde; belki de tek bir mesleğe yönlendirilerek, sadece doktor ve avukat olmak veya sadece ticaretin içinde olmak gibi. Ama şimdi baktığımız zaman, benim yaşım üniversiteli yaşı olduğu için farklı bölümlerde okuyan o kadar farklı insanlar tanıyorum ki, birçoğu “hayır, ben siyaset veya hukuk okumak istemiyorum. Ben tiyatrocu, müzisyen olmak istiyorum” diyor. Y.K: Bu yeni bir şey mi? D.R: Evet. G.N: Yani meslek seçimi aile yönlendirmesinden daha bağımsız yapılıyor. D.R: Evet daha bağımsız. Artık gençlerin karar vermelerinde daha rahat, daha özgür olduklarını söyleyebilirim. Y.K: Bu aslında Türkiye’deki bütün gençler için de paralel bir şey. G.N: İslamofobi ile ilgili bir şey sormak istiyorum. Son birkaç yıldır karşımıza çok çıkan bir konu. Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu sırasında “İslam korkusu” da antisemitizm gibi öncelikli konulardan bir tanesiydi. Fakat hazırlık toplantıları ve devamındaki süreç içerisinde Hıristiyan korkusu adı altında da çalışmalar yapılmaya başlandı. Çok da ilginç tartışmalar yaşandı. Sizin cemaatte bu tartışmalar nereye düşüyor? Gençler tartışıyorlar mı bu konuları? D.R: En azından üyesi olduğum dernek adına konuşabilirim ki, İslamofobi gibi konuları konuşmuyoruz. Çünkü bizim ilgi alanımız çok farklı yönlerde; yani daha kültürel ağırlıklı birtakım şeylerle ilgili çalışıyoruz ama elbette dünyadaki genel gidişatın da farkındayız. Daha çok evrensel insan hakları ve değerleri üzerine konuşuyoruz. Yani antisemitizm dediğimiz zaman buna yol açan tüm ayrımcılıklara da karşıyız. Böyle olmalı zaten. G.N: Bir bütün şeklinde söyleminizi oluşturuyorsunuz. D.R: Mesela Darfur’a da aynı hassasiyetle yaklaşırız ve birtakım başka yerlerde olan ırkçılıklara, ayrımcılıklara da aynı şekilde yaklaşırız. Bunların hepsi paylaşılmalı. Bunlar algılanmadığı, konuşulmadığı sürece sanki birer büyük korkuymuş gibi kalıyor. Fakat 60


oturup tartıştıktan sonra, karşınızdakini anlama potansiyelinizi ortaya koyduktan sonra sanırım bir ölçüde hallediliyor. Çünkü mesele dinlerin meselesi değil, mesele tamamen birtakım önyargılar, yanlış algılamalar meselesidir. Y.K: Aslında önemli bir şey söylüyorsun. Gençler daha hareketliler, daha farklı meslekler yapıyorlar; toplum daha açık bir hale geliyor. Türkiye’de de toplum daha da açılıyor, belli yönlerden de kapanıyor belki ama o diyalog, insanların beraber yaşaması için temel araçlardan bir tanesi haline geliyor. G.N: Yani “oluşturulan” çok yoğun bir algı var. Y.K: Ve onu kırmanın en temel araçlarından bir tanesi de diyalog. G.N: Aynen öyle. Artık neyle karşı karşıya kaldığımızdan ziyade, ne duyduğumuz, ne okuduğumuz da çok önemli. Oluşturulan bir algı var ve onu doğrudan kıran şeylerden bir tanesi “tanışmak” aslında. Y.K: David’in üniversitedeki o deneyimleri üzerinden, aslında o “öcü”yü birileri “normal” biri olarak tanıyabiliyor. Çünkü tanımadığı ölçüde o, “öcü” olmaya devam ediyor. D.R: Kendinizi tanıtmadığınız, ifade etmediğiniz sürece o algılama orada kalıp olarak kalıyor ve bunu kırmak gerçekten çok zor. Ama bir kere denemeye başladıktan sonra, ki kolay bir şey de değildir, gerçekten kendinizi ifade etmek amacındaysanız her şekilde bunu başarabilirsiniz; yani biraz ısrarcı olmak lazım. Çünkü Avrupa’daki örnekleri biliyorum, buradaki örnekleri biliyorum ve ben burada diyalog kurmayı daha rahat başarabiliyorum. Avrupalıların birbirlerine karşı yaklaşımlarında sorunlar var gibi geliyor bana. Y.K: Sen de biraz milliyetçi bakıyorsun sanki. D.R: Değil ama en azından uluslararası ilişkiler okumanın getirisiyle Türkiye örneğini daha iyi algılıyorum sanırım. Burada çok daha rahat işliyor bazı şeyler. G.N: Son olarak, programdan önce bize bahsetmiştin, yakın bir arkadaşın telefonla sana bir sürpriz yapmış. Onu anlatabilir misin? D.R: Benim en yakın arkadaşım Konyalı ve kendisi şu anda Ankara’da vatani görevini yapıyor. Çok ilginçtir, bizim sekiz senelik bir arkadaşlığımız var ve birbirimizi hiç ihmal etmeyiz; bayram günlerinde birbirimiz ararız vs. Geçen ay bizim “Hamursuz Bayramı”mızdı. Ben hiç beklemiyordum aramasını, neticede askeri görevini yapıyor orada. Arkadaşım aradı ve bayramımı kutladı ve gerçekten çok duygu doluydu. Bunlar benim unutabileceğim şeyler değil. G.N: Çok teşekkürler geldiğin için. Seninle iletişime geçmek isteyenler için bir e-posta adresi verebilir misin? D.R: Tabii: daviromano@yahoo.com. G.N: Tekrar çok teşekkürler. D.R: Ben teşekkür ederim. G.N: Bir Herkes Farklı Herkes Eşit programının daha sonuna geldik. Tekrar görüşmek üzere, iyi günler. İçindekiler menüsüne dön...

61


Genç Kadınlar ve Gençlik Çalışmaları Selen LERMİOĞLU YILMAZ (26.12.2006) Gülesin Nemutlu: Merhaba. Herkes Farklı Herkes Eşit’in bu haftaki konuğu Selen Lermioğlu Yılmaz. Hoş geldin Selen Selen Lermioğlu Yılmaz: Hoş bulduk. G.N: Nasılsın? S.L.Y: Çok teşekkür ederim, iyiyim. G.N: Birazcık kendinden bahseder misin bize? S.L.Y: Peki, çok kısaca bahsedeyim. Yaklaşık altı yıldır sivil toplum kuruluşlarının, sivil hayatın ve aktivizmin içindeyim. Ağırlıklı olarak da kadın çalışmalarında ve toplumsal cinsiyet çalışmalarında bulundum. KA-DER’de (Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği) birçok çalışmam var, bir dönem genel sekreterlik yaptım ve hâlâ üyeliğimi sürdürüyorum; WINPEACE’in (Women’s Initiavtive For Peace Between Turkey and Greece) faal üyesiyim; KAYA’nın (Kadın Yurttaş Ağı) üyesiyim ve şimdi de ARI Hareketi’nde profesyonel olarak çalışıyorum. Kadın çalışmaları benim çok gönül verdiğim bir alan. G.N: Bu konuyu konuşmak için çok “doğru” bir konuğumuz var bugün. Türkiye’de kadınlarla yaptığınız çalışmalardan, özellikle genç kadınlarla yaptığınız çalışmalardan biraz bahsedebilir misin? S.L.Y: Tabii. Şu anda ARI Hareketi’nde bunu yapmaya başladığımız bir alan var ve başka kuruluşlar da bu konu hakkında çalışıyor. Sanırım son birkaç yıldır kadın kuruluşları olarak hep bildiğimiz ama şimdi çözümüne doğru adım attığımız bir sorun vardı aslında: Genç kadınlar harekete çok dahil olmuyorlar. Kadın hareketi çok başarılı, çok becerikli, son derece iyi örgütlenmiş bir grup fakat yeni jenerasyonun ilgisini yeterince çekemiyordu. Ancak bazı üniversitelerdeki kadın çalışmaları birimleri ve programlarının aracılığıyla bir grup olarak bunun üzerine çalışmalara başladık. ARI Hareketi’nde iki yıl önce kadın çalışmaları grubu kurulunca, “boş olan bu alanı doldurabilir miyiz, bu alanda kadın hareketine destek olabilir miyiz?” diye fikir üretmeye başladık. Şu anda yaptığımız iki çalışma var. İlki, Kıbrıs Rum Kesimi’nden “Akdeniz Toplumsal Cinsiyet Enstitüsü” (Mediterranean Institute of Gender Studies) ve Avusturya’dan “Sınır Tanımayan Kadınlar Örgütü” (Women Without Borders) ile beraber 16 – 25 yaş arası genç kadınlar için liderliğe, katılıma yönelik olarak bir el kitapçığı hazırladık. G.N: Seçilme yaşının 25’e inmesiyle de hızlanan bir süreç oldu sanırım. S.L.Y: Evet. Şimdi de atölyeler aracılığıyla bunun pratiğini yapma aşamasına geldik. Çok önemli beceriler verebileceğimiz, birbirlerini ve kadın hareketini tanıyabilecekleri bir program. G.N: Bu program bu sene mi başlıyor? S.L.Y: Kitapçığı hazırladık, bir buçuk senedir sürüyordu. Üç ülke ayrı ayrı olarak, ama ortak bir materyal hazırladığımız için biraz zorlandık fakat çok iyi bir süreçti. Bu sene uygulamasına başlıyoruz. Küçük bir projeydi ama büyüyor. Hemen 1064 başvuru aldık, 62


internet üzerinden olduğu halde. Son derece etkilendik ve şimdi 20 kişilik olan pilot uygulamayı 40’a, 50’ye çıkartmayı hedefliyoruz. G.N: İki çalışma var demiştin, ikincisi nedir? S.L.Y: Diğer çalışmamız da hâlâ fon aradığımız, üniversitelerdeki kadın kulüplerinin sayısını artırmakla ilgili projemiz; Bu kulüplerden şu anda Türkiye’de yedi tane var ve çok iyi çalışıyorlar. G.N: Peki üniversitede örgütlendikleri zaman kadın kulübü olarak isim alabiliyorlar mı? S.L.Y: Tabii. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi’ndeki, “Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü” (BUKAK) . İsterlerse “toplumsal cinsiyet kulübü” gibi başka isimlerle de örgütlenebiliyorlar. G.N: Şundan dolayı soruyorum: Ankara’da Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde, ‘94-‘95 döneminde olması lazım, kadın topluluğu için bir girişim olmuştu ve çok gayri resmi bir cevap olarak “üniversitede kadın yoktur, kız vardır” gibi bir nedenle kulübün ismine “kadın” kelimesinin alınmasına izin verilmemişti. Öyle bir şey hatırlıyorum. S.L.Y: Şu anda başka zorluklar çıkıyor. Üniversitelerden kadın gruplarının bize ilettiği, teknik anlamda yaşadıkları sıkıntılar var. Dolayısıyla dedik ki: “Böyle inisiyatif alan gruplar hazırsa, yönetimsel düzeyde ilişkiler kurarak veya istedikleri eğitimleri sağlayıp yönlendiricilik yaparak hem birbirlerini tanımalarını sağlayacak organizasyonlarla destek olalım hem de sayılarını çoğaltalım.” Proje böyle ortaya çıktı aslında. G.N: Biz ağırlıklı olarak “gençlik alanı” içinde çalıştığımız için gençlik alanındaki en büyük sıkıntıların bazıları aslında örgütlenmedeki sıkıntılar. Bu gerçi genel olarak sivil toplumda yaşanan bir sıkıntı ama örgütlerin birbirleriyle “konuşması” konusunda bir sıkıntı var. Genelde sivil alandaki bu sıkıntının gençlik alanında biraz daha zorlaştığı nokta, gençlik örgütlerindeki aktivistlerin çok kısa süreli kalıyor olması. Örneğin, üniversitede okurken ya da iş bulana kadar o örgütlenmede bir şeyler yapıyor, genelde belli bir yaş aralığında oluyor bu. Gençlik alanında örgütlenme, örgütlerin birbirleriyle ilişkisi hakkında konuştuğumuzda hep kadın alanını -örneğin Türkiye’deki kadın örgütlenmelerini- örnek alırız aslında. Fakat az önce de bahsettiğin gibi “kadın örgütlerinin içinde de genç kadınların çok fazla yeri yok” diye de duyarız hep. S.L.Y: Evet, aynen. Umarım bu bir başlangıç olur, zaten bir başlangıç. Kendi kendilerine girişim başlatan yedi üniversite kulübü var; hedef bunu artırmak. G.N: ARI’da yaptığın çalışmaların dışında da, biliyorum ki, nerede insan haklarıyla ya da kadın haklarıyla ilgili bir aktivist hareket veya eğitim toplantısı olsa koşarak gidip yardım ediyorsun. Özellikle Türkiye’de genç kadınlarla ilgili, üniversite içinde veya dışındaki gözlemlerinden bahsedebilir misin? S.L.Y: Kendi deneyimimden bir örnek vereyim, çünkü benim gibi olduğunu düşünüyorum çoğu genç kadının. Biz biraz daha şanslı bir kitleysek, eğitim şansını elde edebilmişsek ve ailelerimizde kadın-erkek ayrımcılığını birebir yaşamamışsak veya görünürde çok fazla hissettirilmeyen bir ayrımcılık yoksa kendimizi “kurtulmuş kadın” sanıyoruz, “ben çok iyi okudum, ben şunu yapıyorum, ben bunu yapıyorum ve ben eşitim” gibi. G.N: Bu da başka bir ezber aslında, değil mi? S.L.Y: Evet, çok büyük bir ezber, müthiş bir ezber. Bunu fark etmem, KA-DER’de profesyonel olarak çalıştığım üçüncü gün oldu. İlk gün “benim bu feministlerle işim olmaz, 63


ama para kazanacağım ben buradan” diyerek başlamıştım. Üçüncü gün, şu anda yapmaktan çok hoşlandığım bir toplumsal cinsiyet modülünde “dönüştüm”. Bir veya iki kişi için bile benimki gibi bir farkındalık yaratabilirsem ne âlâ. Dolayısıyla benim de bu mücadelenin içinde olmam gerekiyor. Şu anda, benim yaşadığım tecrübeyi birçok genç kadında ve genç erkekte de görüyorum -bize yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri erkeklere de başka roller yüklüyor. Bizimkisinin sadece rollerin hiyerarşik duruşundan kaynaklanan ve özel önlemler gerektiren çok daha önemli bir sorunu var. G.N: Peki biraz WINPEACE’ten bahsedebilir misin? Ne yaparsınız Türkiye’de, kaç kişidir, nasıl örgütlenir? S.L.Y: WINPEACE 1997 yılında, tam da “Kardak Krizi” gibi ateşli bir günün arkasından başlamış olan bir girişim. Yunanistan’dan Margarita Papandreu43, ki son derece feminist ve kadın hareketinin içinden olan, barış çalışmalarının içinde olan bir kadın ve Türkiye’den de Zeynep Oral birbirlerini bulup Kardak Krizi sonrası diyorlar ki: “Bizim kadın olarak bir şey yapmamız lazım”. Dolayısıyla böyle başlayan bir girişim. Çok küçüğüz esasında ama her WINPEACE üyesi aslında bir kurumu temsilen üye, dolayısıyla bu bir sivil platform tamamen. Aşağı yukarı 15-20 kadın Yunanistan’dan ve 15-20 kadın da Türkiye’den var, aktif olan. Başka üyelerimiz de var ama çok aktif olarak söyleyebileceğim üyeler bu kadar. Bu kadar küçük olmamıza rağmen epey iş başardığımızı düşünüyorum. Bir kere öncelikle birbirimize güvenmeyi öğrendik; kendi aramızda çatışma çözme eğitimleri, atölyeler yaptık, birbirimizi arkadaş olarak gördük ve o ortamı hazırladık, ki zaten ondan sonra iş yapabilir hale geldik. Bunu çok önemsiyorum. Çünkü bu olmadan, kuşkularla, güvensizlik ortamında, kaygan zeminde başlanan işlerin sonu gelmiyor. “Barış Eğitimi Müfredatı” diye bir program hazırladık ve bu da bizim her sene yaptığımız gençlik kamplarından türedi esasında. Her sene biri Yunanistan’da biri Türkiye’de olmak üzere, iki ülkeden de 15-20 gencin katıldığı gençlik kampları düzenliyoruz. G.N: Gençlik kampları sadece genç kadınlara mı yönelik? S.L.Y: Hayır, kadın erkek karışık. G.N: Barış kampları aslında? S.L.Y: Evet, barış kampları. Bu kamplarda önemli sorunları tartışmaya çalıştık. Örneğin, rolleri değişerek “Kıbrıs Sorunu”nu çözmeye çalıştılar. Çok klasik modüller ama çok kısa olan bu on beş günlük kamplarda bile inanılmaz dönüşümler gördük. Dolayısıyla bunu daha kapsamlı ve sistematik olarak yapmaya karar verdik ve bunun üzerine de barış eğitimi programı oluşturma fikri ortaya çıktı. Avrupa Birliği’nden fon alıp bir “Öğretmen El Kitapçığı” oluşturduk ve bunun pilot uygulamaları yapıldı. Örneğin, Robert Koleji bunu daimi müfredata aldı. Son olarak da Boğaziçi Üniversitesi’nde bir “Barış Eğitim Merkezi” kuruldu. G.N: Çok güzel. Biraz bu merkezden bahsedebilir misin? S.L.Y: Bu müfredatı oluşturup Yunanistan’da ve Türkiye’de de pilot uygulamaları gerçekleştirince, bu müfredatın tüm eğitim seviyelerinde uygulanıp daimi müfredatın bir parçası olması gerektiğini düşündük. G.N: Barış eğitimi olarak? S.L.Y: Evet. Çünkü barış eğitimini içeren bu kitap içinde çatışma çözme, sorunlarla baş 43

Yunanistan eski Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu'nun annesi, Winpeace kurucu üyesi.

64


edebilme, önyargılar, barışın tanımı gibi bireysel duruşlara dair, hayata bireysel bakışlara dair bir felsefe var. Dolayısıyla bunu Milli Eğitim Bakanlığı’na sunduk ve çok da ilgilenildi ama çok yavaş işleyen bir süreç. Daha sonra bunun akademik olarak geliştirilmesini, her eğitim seviyesine göre uyarlanmasını ve güncellenmesini düşündük. Bu mantıktan yola çıkıp Boğaziçi Üniversitesi ile görüştük, çok sıcak baktılar ve süreç böyle başladı. Biz WINPEACE olarak bu merkezle her zaman ilişkimizi sürdürüyor ve beraber çalışıyor olacağız zaten. Dolayısıyla okul öncesinden başlayan ve yetişkin eğitimine varan tüm eğitim seviyelerinde bu müfredat rahatlıkla daimi müfredatın bir parçası haline gelebilir. G.N: Bu barış eğitimi modülü içerisinde toplumsal cinsiyetle ilgili çalışmalar da var sanırım. Bunlardan bahsedebilir misin? S.L.Y: Toplumsal cinsiyetin bizim müfredatımızın yer alan bölümünde öğrencilerden sadece şunu istiyoruz: “Yaşadığınız ve etrafınızda gördüğünüz çeşitli yaş grupları içindeki kadın ve erkeklerden neler beklenir? Bunu yazınız”. Örneğin, 2–6 yaş arasındaki bir kız çocuğundan ne bekliyor toplum? G.N: Şirin olmasını bekler… S.L.Y: Aynen öyle. Bunun arkasından 6-10 yaş gibi, yetişkin yaşlara kadar bir yaş listesi ve kadın-erkek ayrımı var. Zaten onların bu egzersizi yapmalarından yola çıkarak bir tartışma başlatıyoruz, çok basit gibi görünen ama esas farkındalığı yaratan bu oluyor. Toplumsal cinsiyet, barış eğitimi, şiddetsiz çözüm kültürü gibi konular okul müfredatından başlayarak sistemin içinde olmalı; öğrenci, ders kitaplarında toplumsal cinsiyet ayrımcılığı görmemeli, insan haklarına aykırılıklar görmemeli, gibi bir bakış açısı bu. Bunun yanında daha o yaşlarda “o gözle bakabilmeli”; o gözle medyayı takip etmeyi, reklamları seyretmeyi, kitapları okumayı öğrenmeli ve tüm hayatı o gözle görebilme becerisini edinebilmeli. Ben yetişkinken edindim, keşke çocukken veya gençken edinebilseydim. G.N: Peki bu yaş aralıklarının karşısına kadın ve erkeklerden beklentileri yazdıkları zaman, kendi yaş aralıklarına geldiğinde herhalde tartışmanın başladığı nokta orası oluyor. S.L.Y: Çok enteresan ama başlamıyor, herkes rolünün çok farkında. G.N: Herkes kabul ediyor yani? S.L.Y: Sadece bazı gruplarda, kendisinin ideal olarak gördüğü şeyi yazma eğilimi oluyor. G.N: Örnek verebilir misin? S.L.Y: Örneğin, yemek yapmak. İdeal olan, bu işin kadın ve erkek tarafından paylaşılması -erkekler de paylaşmaya başladı zaten. Ama ne kadar? Bu ne kadar kişiden gördüğümüz bir şey? Bu soruları sorduğunuz zaman o farkındalık hemen dönüşüyor zaten, “Evet var ama ne kadar?” G.N: Evet. Şunu biliyorum ki, yaptığın eğitimlerde de, bütün konuşmalarında da, toplumsal cinsiyetle ilgili, genç olmakla, kadın olmakla ilgili bir şeyler söylediğinde kendinden yola çıkarak söylüyorsun. Bu benim çok sevdiğim ve doğru bulduğum bir yaklaşım: “kendimizi gerçeğin dışına çıkarmadan, kendimizden yola çıkarak bir şeyler söylemek”. Aslında özel hayatınla ilgili de bir şey sormak istiyorum. Hem çalışıyorsun hem gençsin, büyük bir şehirde yaşıyorsun ve bir yandan da annesin. Bütün bunlar birlikte nasıl gidiyor? S.L.Y: Zor gidiyor. Ben bir yandan bu eğitimleri verirken, beni feminist görüyorlar ama gidip evde kocamı dövmüyorum, hatta gidip yemeği yapıyorum. Bu rolleri ben de üstlenmiş vaziyetteyim. Zaten bu toplumsal cinsiyetin farkında olmak ve hayata o gözle bakmak, bu 65


rolleri anında ve rahatlıkla silip atabileceğimiz anlamına gelmiyor. Ama en azından şunu hissettiriyor: Okul hayatı, iş hayatı veya çocuk bakımından herhangi birini iyi yapamazsam vicdan azabı çekmiyorum. Çünkü ben “süper kadın” değilim. Öncelikle bunu öğrendim, vicdan azabı çekmeyebilirim. Çünkü bunlar benim bireysel tercihlerim olarak gelişmedi; bunlar bana verilmiş roller, ben doğduğum anda bunlar benim üzerimde vardı zaten. Bu anlamda çok kötü hissetmiyorum kendimi. Tabii ki bir yandan da bunu hem kendi hayatımda, hem de toplumda dönüştürmek için atabileceğim gerekli adımları da atıyorum. Sanıyorum şu an için benim yapabileceğim de bu. G.N: Son bir soru daha: Türkiye’den bir örneğini bilmiyorum ama farklı ülkelerde, genç erkeklerle de yapılan birtakım çalışmalar var. Aslında hedef yine toplumsal cinsiyet ve toplumdaki rollerle ilgili çalışmalar ama genç erkeklerle yaparak. Türkiye’de bildiğin bir örnek var mı ya da genç kadınlarla birlikte çalışırken bir yandan da bu taraftan beslemek gerekir mi acaba? S.L.Y: Karma gruplarla yapılanları biliyorum ama sadece erkeklerle yapılanı ben de bilmiyorum. Bence üniversite kulüpleri bu işi yapacak. Yani ben bu yaşta eğitmen üst bakışıyla genç erkeklere gitmek yerine, akranları olan genç kadınların onlarla beraber çalışmalarını tercih ediyorum, bence bu daha doğru bir yaklaşım. G.N: Peki. Çok teşekkürler geldiğin için. S.L.Y: Ben teşekkür ederim. G.N: Önümüzdeki hafta Herkes Farklı Herkes Eşit programında tekrar görüşmek üzere. İyi günler

İçindekiler menüsüne dön...

66


Gençlik Hizmetleri Dairesi’nde Gençlik Çalışmaları Kutlu ERŞEN (27.03.2007) Yörük Kurtaran: Merhabalar. Herkes Farklı Herkes Eşit’te tekrar yeni bir konukla beraberiz. Bugünkü konuğumuz Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı’ndan Kutlu Erşen. Hoş geldin Kutlu Kutlu Erşen: Hoş bulduk. Y.K: Kutlu ile bugün, devletin gençlik alanında sağladığı hizmetler hakkında konuşacağız. Ama konuşmamıza başlamadan önce bir bilgi vermek istiyorum. Herkes Farklı Herkes Eşit’in Avrupa çapındaki etkinliklerinden biri bu akşam İstanbul’da başlıyor: “Gençlik Çalışmalarında Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu”. Sempozyum Çarşamba, Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri olacak. Yaklaşık 35 ülkeden 250 genç burada olacak ve sempozyum dahilinde birçok atölye çalışması gerçekleştirilecek. Atölyelerden birkaç örnek vermek gerekirse, “Din, İnsan Hakları ve İnsan Hakları Eğitimi”, “Kültürlerarası Öğrenme ve Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog İçin Eğitim”, “Silahlı Çatışmalar ve Çatışma Dönüşümü İçin Kültürlerarası Gençlik Çalışması”. Katılım ve farklılık temalı birçok atölye olacak. Ayrıca sempozyum Grand Cevahir Hotel’de gerçekleştirilecek. Çok büyük ihtimalle isteyenler girebiliyor, böyle bir duyum aldık. K.E: Genel oturumlar için evet, ama atölyeler katılımcı sınırlı olduğu için atölyelere alınmıyor. Y.K: Peki Kutlu. Bize biraz kendinden bahsedebilir misin? K.E: Aslen Kütahyalıyım ama doğma büyüme Afyonluyum. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü benim için sporla başladı, çok küçük yaşlarda sporla başlamıştım. Sonrasında, 2001 yılında, Afyon Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’nde çalışmaya başladım. Y.K: Branşın neydi? K.E: Basketboldu. İlkokulda başladım ve çalışmaya başlayana kadar devam ettim. Çalışmaya başladıktan sonra bir süre antrenörlük yaptım. Daha sonra 2002 yılında, il müdürlüğünde çalışırken gençlik çalışmalarıyla tanıştım. Y.K: Fark var mı peki? Hani sporcu geleneğinden gelen birisi gençlik çalışmalarıyla tanıştığında neler oluyor? Sen nasıl tanıştın? K.E: Gençlik çalışmasıyla tesadüfen, Avrupa Konseyi 44’nden gelen bir formu doldurarak tanıştım. Y.K: Genellikle tesadüfler üzerinden oluyor bu tanışma işleri. Öyle değil mi? K.E: Evet. Sporun içinden geldiğim için, sosyal yaşamın sadece sporla sınırlı olduğunu düşünüyordum; yani “ben spor yapıyorum, şanslı bir gencim ve sosyal yaşantım var” diye düşünüyordum. Basketbol antrenörlüğü yaptığım dönemde profesyonelce düşünüyordum, yetenekli gençleri seçip onlarla birtakım faaliyetler yapmak gibi. Gençlik çalışmalarıyla tanıştıktan sonra aslında bunun böyle olmaması gerektiğini öğrendim. Çünkü 100 genç geliyor ve bunların içinden 20’sini seçiyorsunuz. Geri kalan 80 genç ne yapabilir ya da ne 44

http://www.avrupakonseyi.org.tr/

67


yapması gerekir? Gençlik çalışmalarıyla tanıştıktan sonra, yaptığım antrenörlük süresi boyunca, onları sosyalleştirmem gerektiğini düşünerek kapımı benimle çalışmak isteyen her gence açtım. İşin başarısında değildim. Benim için önemli olan o gençlerin bir şekilde bir faaliyette yer almalarını, kendilerini iyi hissetmelerini ve işe yaradıklarını görmelerini sağlamak. Y.K: Tam da bununla ilgili bir şey sormak istiyorum. Önceden daha rekabet ve kazanma odaklı bir takım çalıştırıyordun. Tabii çalıştırdığın ikinci takım da kazanmak istiyor ama orada süreç daha önemli sanırım. Örneğin, “yetenekli gençlerin olması çok da önemli değil” dedin. Neden önemli değil? Yani yetenekli olmayan gençler o tip basketbol takımından ne öğreniyorlar sence? K.E: Yetenekli olmaları bu saatten sonra benim için önemli değil. Y.K: “Ben de değiştim” diyorsun. K.E: Evet, ben de değiştim. Bunun sebebi, eğer sabırlı davranırsanız ve onlara değer verdiğinizi hissettirirseniz başarı zaten kendiliğinden geliyor. Değerli olduklarını hissettikleri anda, yetenekli olsunlar veya olmasınlar, harcadıkları çabanın iki katını harcamaya başlıyorlar ve aradaki farkı zaten kapatıyorlar. Ben bunu çalıştığım sezon boyunca gördüm. Pilot bir okul belirledim ve o okuldaki öğrencilerle çalışmaya başladım. Bana “hiçbir şey yapamazsın” dediler ama takım şampiyon oldu, yetenekli değil dediğimiz gençlerle bu işi başardık. Y.K: Sanırım gençlere güvenip onlara alan açmakla ilgili bir şey bu? K.E: Güvenmek ve onlara değer verdiğinizi hissettirmek. Y.K: Benim de gözlemim şu şekilde: Gençlere alan açıp onların sahiplenebilmesini sağladığımız ölçüde gençler geri kalanını yapıyor zaten. K.E: Evet. Y.K: Peki. Bunlar Afyon’da yapmış olduğun çalışmalarla ilgili olanlar. Ama son dönemde Ankara’da, Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı’nda çalışıyorsun. Ne yapıyorsun orada? Biraz bununla ilgili bilgi verebilir misin? K.E: Daha çok gençlik çalışmaları odaklı çalışıyoruz. Bunları da 81 il müdürlüğüne bağlı 130 gençlik merkezimiz üzerinden gerçekleştiriyoruz. Y.K: Devletin 130 tane gençlik merkezi mi var? K.E: Evet, ilçeler de dahil olmak üzere 130 tane ve bu gençlik merkezlerinin kapısı herkese açık. Önümüzdeki süreçte bu merkezlerin 7 gün 24 saat açık olmasını sağlamayı düşünüyoruz. Gençlerin de buraya gelerek kendi istek ve ihtiyaçları doğrultusunda birtakım sosyal ve kültürel faaliyetlerde bulunmalarını istiyoruz. Bunun yanında sadece merkezlerle de sınırlı kalmayıp gençlik kampları düzenliyoruz; 13-17 yaş grubuna deniz kampları, 17-24 yaş grubuna da doğa kampları. Y.K: Peki bunlar kış aylarında oluyor mu? K.E: Yazın oluyor. Y.K: Ama gençlik merkezleri on iki ay boyunca açık, değil mi? K.E: Evet, gençlik merkezlerimiz on iki ay boyunca açık. Deniz kamplarımız yaz ayları 68


süresince oluyor, o yaş grubu genellikle öğrenci olduğu için. Y.K: Peki bu kamplara katılmak ücretli mi? K.E: 13-17 yaş grubu deniz kamplarımız tamamen ücretsiz, ama sadece imkânı kısıtlı gençler için -son iki senedir yapılan bir uygulama bu. Y.K: Mesela, diyelim ki ben Denizli’den bir gencim ve geçtiğimiz sene bu kampa katıldım. Acaba tekrar bu kampa katılabiliyor muyum? K.E: 13-17 yaş grubunda bir kez. Çünkü ne kadar çok insanı faydalandırabilirsek bizim için o kadar iyi. Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı olarak dört tane tesisimiz var ve kontenjanımız bir sezon için 3 bin kişi. 81 ili düşünmek zorunda olduğumuz için bu illere belli kontenjanlar veriyoruz. Bu kontenjanlar dahilinde olabildiğince çok genci kamplardan yararlandırmaya çalışıyoruz. Y.K: Bu kamplardan yararlanmak isteyen gençler de Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı’nın internet sitesinde kamplarla ilgili detaylı bilgileri bulabiliyor K.E: Tabii. Mayıs ayında bilgiler internet sitemizde yayınlanıyor. İnternet sitemiz de: www.ghdb.gov.tr. Y.K: Bir şey daha sormak istiyorum. Sen Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı’nda çalışıyorsun ve ayrıca bildiğim kadarıyla birçok yerel eğitime de katılıyorsun. Yani bir eğitmen yanın da var. Biraz o eğitimlerden bahsedebilir misin? Gençlik Hizmetleri neyi hedefliyor o eğitimlerde, ne yapmak istiyor ve kimlerle çalışıyorsunuz? K.E: Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı, Dünya Bankası aracılığıyla bir hibe aldı. Bu hibe doğrultusunda oluşturulan bir program var. Bu program aracılığıyla biraz önce bahsettiğim gençlik merkezleri üzerinden birtakım eğitimler yürütüyoruz. Bu eğitimleri, gençlik çalışmalarının ne olduğu ve nasıl olduğuyla ilgili birtakım temel bilgileri gençlere aktarıp onlara yol gösterebilmek için düzenliyoruz. Y.K: Bu eğitimlerin tek hedefi gençler mi? K.E: Evet, tek hedefi gençler. Yani gençler ve gençlerle birlikte çalışanlar. Sonuçta bir devlet kurumu olduğumuz için, gençlik merkezi müdürlerimiz ve il müdürlerimiz var. Onlara da bu eğitimlerin bir benzerini uyguluyoruz. Y.K: Yani hedef kitle hem gençler hem de gençlerle çalışan yetişkinler. K.E: Evet, gençler ve onlara kolaylaştırıcılık yapan kişiler. Y.K: Peki. Biraz eğitimlerden bahsedebilir misin? En azından içerikle ilgili bilgi verebilir misin bize? K.E: On üç tane eğitim paketimiz var. İkinci paketten sonra, alanında uzman kişilerle, daha çok tematik konularla ilgili eğitimler veriyoruz. Bunlar bazıları çevre, kadın, engelli ve çocuk hakları gibi temalar. Ama ilk iki eğitim daha çok gençlik çalışmasındaki temel konular üzerinden tasarlandı. Bunlar da gönüllülük, gençlik çalışması ve organizasyon yönetimi gibi konular. Y.K: Anladığım kadarıyla bu eğitimler üzerinden çok ciddi bir saha deneyimin oluştu. Sahaya gittiğin zaman gençlerle ilgili olarak “beni en çok şu etkiliyor” dediğin bir şey var mı?

69


K.E: Gençler aslında neyi nasıl yapmaları gerektiğinin çok fazla farkında değiller. Ama onu fark ettikleri an ve bir şeyler yapabildiklerini gördüğü zamanki heyecanları beni her seferinde çok etkiliyor. Örneğin ikinci paket eğitimi için Erzurum’a gitmiştim. İlk eğitimimizdeki katılımcı illerimizden bir tanesi, faaliyetlerini bağlı bulunduğu il müdürlüğünün içinde gösteriyordu. Ama biz gençlik merkezlerinin tamamen ayrı ve tam donanımlı binalar olmasını istiyoruz ve bunun için de birtakım çalışmalar yürütüyoruz. Y.K: Pardon sözünü kestim ama “tam donanımlı” derken neyi kastediyorsun? K.E: Tam donanımlı derken, o bölgede yaşayan gençlerin ihtiyaçlarına göre donanımlar; tabii bunları bilenler de onlar. Yani neye ihtiyaçları varsa, ne tür faaliyetler yürütmeyi düşünüyorlarsa onlara yönelik donanımları olan yapılar olsun istiyoruz. Bununla ilgili olarak, illerimizden bir tanesi ilk eğitimimizde birtakım serzenişte bulunmuştu, “gelip anlatıyorsunuz, çok güzel ama bizim ilimizdeki ihtiyaçlarımızı nereden biliyorsunuz?” gibi. Biz de onlara bu ilk iki paket sonrası için görevler vermiştik. Bu görevlerden bir tanesi de, illerine döndükleri zaman oradaki gençlikle ilgili çalışan sivil toplum kuruluşlarının bir listesini hazırlamak ve bunlarla tanışmaktı. İkinci pakete geldikleri zaman şöyle bir şey söylediler: “Biz bunların ne kadar işe yarayabileceğinden emin değildik ama ilk pakette bize verdiğiniz görevlerle şunu gördük ki, biz sadece sivil toplum kuruluşlarını ziyaret ederek şu anda bir bina sahibi olmak üzereyiz. Ne kadar haklı olduğunuzu, bizim de bir şeyleri yapabileceğimizi ve aslında işin bizde bittiğini gördük. Bu da bizi çok sevindirdi”. Bu onları sevindirdi tabii, ama bizi on kat daha fazla sevindirdi. Y.K: Kesinlikle. Peki, her ildeki gencin ihtiyaçları, davranışları vs. farklı mı oluyor? Onları mutlaka ayıran ve aynılaştıran şeyler vardır ama gözlemlediğin kadarıyla ortak olan ve çok farklı olan şeyleri söyleyebilir misin? K.E: Ortak olan şeyler, biraz önce söylediğim gibi -bu bazı iller için geçerli- faaliyetlerini gerçekleştirebilecekleri kendilerine ait tesislerinin olmaması. Y.K: Ve bununla ilgili de bir rahatsızlıkları var. Yani bir şeyler yapmak için imkân istiyorlar. K.E: Tabii tabii. Bir şeyler yapıyorlar da zaten. Kimi gençlik merkezleri var, il müdürlüğü içinde bir odadan ibaret. Bir takım oluşturmuşlar ve muhteşem faaliyetler gerçekleştiriyorlar. Daha da fazla şey yapmak istiyorlar, daha faydalı olmak istiyorlar, daha fazla sorumluluk almak istiyorlar. Bunun için ayrı yapılara ihtiyaçları var, birçoğunun ortak noktası bu. Farklılıkları ise ihtiyaçlarıyla alakalı, yani Ankara ile Van’ı kıyaslayamayız. Çünkü oralardaki gençlerin ihtiyaçları farklı, farklı şeyler yapmak istiyorlar ve farklı şekilde düşünüyorlar. Y.K: Afyon’dan başlayan ve Ankara’da devam eden bir çalışmanın içindesin. K.E: Evet. Y.K: Sen kendine baktığın zaman, beş sene önceki Kutlu ile şimdiki Kutlu arasında ne gibi bir fark var? Sen kendini daha farklı hissediyor musun veya sende bazı değişiklikler oldu mu? Yani bu süreçte kendinle ilgili bazı şeyler de öğrendin mi? K.E: Tabii öğrendim. Kendi hayatıma baktığım zaman, bizler de aslında sosyal gençlerdik. Y.K: Artık genç değilsin yani, öyle mi? K.E: Gencim. Y.K: Kaç yaşındaydın? 70


K.E: Otuz, tam sınırdayım. Ben lojmanda büyüdüm ve bir şeyler yapıyordum. Mesela o zaman özel radyo yoktu ve biz lojmanda radyo yayını yapıyorduk. Gazete basıp lojmanda yaşayan insanlara dağıtıyorduk. Tiyatro grubumuz vardı, oyun sergiliyorduk. Bunu niye yaptığımızın, nasıl yaptığımızın farkında değildik. Sadece bir şeyler yapmış olmak için, zamanımızı değerlendirmek için yapıyorduk. Şimdi baktığımda, o zamanlar biri olsaydı da “bu gençler bir şeyler yapıyorlar, bunlara yardımcı olalım” deseydi ya da “bunları nasıl destekleriz, nasıl yol gösteririz, önlerini nasıl açabilir” diye birileri fark etmiş olsaydı. Bu sayede belki de o dönemdeki arkadaşlarımla beraber hepimiz farklı yerlerde daha farklı, daha güzel şeyler yapmış insanlar olabilirdik. Gerçi yine güzel şeyler yapıyoruz ama bugün düşündüğümde dert olarak kendime şunu edindim: Bir kişinin hayatını bile değiştirebilirsek bu bizim için çok büyük bir başarı. Çünkü bir hayatı iyi yönde değiştiriyorsunuz. Bugün gençlerin hepsi bir yerlerde iyi ya da kötü bir şeyler yapıyor zaten. Önemli olan onlara yol gösterebilmek ve önlerini açabilmek. Y.K: Sen de bu yolculuğun bir yerinden tutunuyorsun. K.E: Evet, bir yerinden katılayım ve benim de bir faydam olsun. Yani bir şeyler yapmak istiyorum. Y.K: Benim de bu tip çalışmalarla ilgili şöyle bir gözlemim var: Gençlerle çalışmaya başladığın zaman otoritenden vazgeçmek zorunda kalıyorsun. K.E: Kesinlikle. Y.K: Çünkü gençlere kelepçe takmaya başladığın anda gençler bunu çok doğal olarak istemiyorlar. Kendi kararlarını verdikleri ölçüde zaten daha güçlü insanlar oluyorlar, ayakları daha da yere basıyor. Bu yüzden gençlik çalışanı olarak, benim kararlarımı vermelerini sağlamak yerine kendi kararlarını vermeleriyle ilgili olarak benim onlara destek olmam gerekiyor, aslında gençlik çalışması da bu. Peki, son bir soru daha. Eğitimle ilgili olarak, bundan sonraki dönem ne zaman başlıyor? K.E: Bundan sonraki dönem yaklaşık iki ay sonra başlayacak. Tematik eğitimler. Y.K: Peki. Bizi dinleyen gençler varsa ve bu eğitimlere katılmak isterlerse kendi illerindeki il müdürlükleriyle mi iletişime geçiyorlar? K.E: Evet. Orada daha çok gençlik merkezi müdürlerimiz ilgileniyorlar bu eğitimlerle. Gençlik merkezlerine uğrayıp bu konularla ilgili çok detaylı bilgi alabilirler. Y.K: Gençlik merkezlerinin nerelerde olduğuyla ilgili bilgi de Gençlik Hizmetleri’nin web sitesinde var. K.E: Tabii. www.ghdb.gov.tr adresinde bu bilgiler mevcut. Y.K: Bir de e-posta adresini söyleyebilir misin? Belki seninle de bu konular hakkında irtibata geçmek isteyenler olabilir. K.E: Tabii: bilgi@genclikhizmetleri.gov.tr ve kutluersen@genclikhizmetleri.gov.tr Y.K: Peki. Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı? K.E: Gençler bizim için önemliler, herkes için olduğu gibi. Gençler için hep beraber bir şeyler yapalım, onlara sorumluluk verelim ve bekleyelim. Göreceğiz ki çok iyi şeyler olacak. Y.K: Çok teşekkürler bugün konuğumuz olduğun için. 71


K.E: Ben teşekkür ediyorum. Y.K: Evet bugün ilk defa, gençlik alanıyla ilgili olarak devlette çalışan birini konuk ettik. Çok da zevk aldık. Tekrar çok teşekkürler bugün buraya geldiğin için. Herkes Farklı Herkes Eşit’te bu hafta Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı’ndan bir gençlik çalışanı ile, Kutlu ile beraberdik. Gelecek hafta farklı bir programda görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

72


Habitat için Gençlik Derneği Başak DEMİR (19.06.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba. 94.9 Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız. Bugünkü konuğumuz, Habitat için Gençlik Derneği’nden Başak Demir. Hoşgeldin Başak. Başak Demir: Hoşbulduk. G.N: Nasılsın? B.D: İyiyim, teşekkürler. G.N: Öncelikle biraz kendinden bahseder misin? B.D: Tabii. İstanbul’da oturuyorum. Şu an Habitat için Gençlik Derneği’nin genel sekreteriyim. Bunun dışında “Bilenler Bilmeyenlere Bilgisayar Öğretiyor” adlı projenin sorumluluğunu yürütüyorum. İki sene gönüllü olarak çalıştıktan sonra, olabildiğince gençlik çalışmalarına destek vermeye çalışıyorum. G.N: Kaç yaşındasın? B.D: 27 yaşındayım. G.N: Bugün Başak ile gençlerin katılımı hakkında konuşacağız. Geçen hafta bir demokrasi forumuna katılmıştın Başak, değil mi? B.D: Evet. G.N: Biraz bundan bahsedebilir misin? Neredeydi, kimler vardı, konular nelerdi? B.D: İsveç’te, Avrupa Konseyi45 ile İsveç Demokrasi Bakanlığı’nın ortaklaşa düzenlediği bir forumdu. Avrupa Konseyi üye ülkelerinden dörder delege ve Avrupa Konseyi’nin farklı kurumlarından temsilciler vardı. Orada demokrasi ve katılım üzerine konuştuk. G.N: Kaç gün sürdü? B.D: Üç gün sürdü. G.N: Programda neler vardı? Yani Avrupa Konseyi düzeyinde demokrasi ve katılım nasıl tartışılıyor? B.D: Aslında bu, her sene tekrarlanan bir proje. Mesela geçen seneki konu “siyasi partilerin demokrasiye katılımı” üzerineydi. Bu sene de konu, “insan hakları ve sivil toplum örgütlerinin katılımı” üzerineydi. Seneye de Madrid’de “e-yönetişim” üzerine olacak, internetin siyasi katılıma olan desteği tartışılacak. Avrupa Konseyi, bunu uzun bir süreç ve farklı görüşlerin bir arada buluştuğu bir platform olarak düşünmüş. Biz de aslında gençlerin bakışını yansıtmak için orada bir panele katıldık. G.N: Panel neyle ilgiliydi? B.D: Örgütlenme, ifade özgürlüğü ve sivil toplumun güçlendirilmesiyle ilgiliydi. 45 45 http://www.avrupakonseyi.org.tr/

73


G.N: Avrupa Konseyi içerisindeki karar mekanizmasında -Avrupa için Gençlik Danışma Kurulu- Türkiye’den tek temsilci sensin aslında. Biraz bundan bahsedebilir misin? B.D: Aslında Avrupa Konseyi’nin başlı başına bir gençlik sektörü var ve bu gençlik sektörü diye tanımladığım kurumda kararlar hükümet temsilcileri ile genç sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin bir arada buluştuğu, ortak karar alma mekanizmasının olduğu bir danışma kurulu niteliğinde. Biz buna Gençlik Danışma Kurulu diyoruz. Bu kurulda Avrupa Konseyi üye ülkelerinin hükümet temsilcileri bir platformda buluşuyorlar. G.N: Gençlikle ilgili hükümet temsilcileri? B.D: Evet. Karşılarında da farklı sivil toplum kuruluşlarının otuz genç temsilcisi var ve beraber, ortak bir şekilde dökümanlar geliştiriyorlar, politikalar geliştiriyorlar ve hatta Konsey’in gençlik bütçesiyle ilgili kararları bile beraber alıyorlar. Bu geliştirilen stratejiler de üç yılda bir Bakanlar Toplantısı’nda tartışılıyor. G.N: Bu aslında ortak yönetişime dair iyi bir örnek. B.D: Hatta tek bir örnek diyebiliriz. Yani bu kadar başarılı ve otuz senedir süren farklı örnekler var ama en iyi yönetilen ve gerçekten de iyi bir şekilde yürüdüğünü düşündüğüm tek örnek belki de. G.N: Sen de Türkiye’den tek temsilcisin, değil mi? B.D: Evet, şu anda Türkiye’den tek temsilciyim. G.N: Ama sadece temsilci değil, bunun haricinde de bir görevin var sanırım. B.D: Evet, başkan yardımcısıyım. G.N: Bu Gençlik Danışma Kurulu’nda hükümet temsilcileri ve sivil toplum kuruluşlarından gelen gençler var, dedik. Bunlar nasıl belirleniyor? Yani gençlerin gündeme yeni bir şeyler koyma şansı var mı, yoksa zaten hazır bir gündeme dair fikir mi beyan ediyorlar? B.D: Üç yıllık bir gündem belirleniyor ve o üç yıllık gündeme de hükümet temsilcileriyle birlikte gençler de karar veriyorlar. Ben geçtiğimiz seneden itibaren bu danışma kurulunda yer almaya başladım. Aslında bizim şu an üzerinde çalıştığımız gündem bir önceki Bakanlar Kurulu’nda onaylanan gündem, yani bizden bir önceki danışma kurulunun seçtiği gündem. Şu an gündemin içinde tabii ki insan hakları, katılım, gençlik politikalarının geliştirilmesi ve bunların alt başlıkları var; hem danışma kurulunun hem de ülke çapında gençlik sivil toplum örgütlerinin beraber geliştirdiği ve uyguladığı Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası var mesela. Bunun dışında da farklı ülkelerdeki gençlik sektörlerinin durumunun incelenip Avrupa Konseyi’nin bunun için ne yapması gerektiği, sadece öneri değil belki de hangi projeleri desteklemesi gerektiği üzerinde çalışıyoruz. Yönetim kurulu olarak yılda iki kez toplanıyoruz. Bunun dışında da Demokrasi Forumu gibi farklı platformlarda gençlerin bakış açısını yansıtmaya çalışıyoruz. G.N: Peki farklı ülkelerdeki gençlik politikaları dediğimiz zaman, Türkiye ile ilgili ne söyleyebilirsin ve iyi örnek olarak gösterebileceğin ülke politikalarından bahsedebilir misin? B.D: Aslında tek tek bir ülke politikası değil bu, bir Norveç ile bir Azerbaycan’ı karşılaştırmak çok kolay olmuyor. Fakat bu iyi örnekleri bir araya getirip ülkenin uygun şartlarına göre de bunları desteklemeye çalışıyoruz. Aslında bence Türkiye’de çok önemli iyi örnekler var ve bunlar sadece Avrupa Konseyi boyutunda değil, Avrupa ve Birleşmiş Milletler gençlik zirvelerinde de yansıtabildiğimiz çok iyi örnekler. Mesela ben kendi 74


uyguladığım bir projenin katılım yönünden çok önemli bir adım olduğunu düşünüyorum: “Bilenler Bilmeyenlere Bilgisayar Öğretiyor”. Baktığınızda gönüllü eğitmenler dezavantajlı gençlere temel bilgisayar eğitimi veriyor ve bu bir yandan da Türkiye’de gerçekten bir edönüşüme yol açabilecek projelerden biri. Büyük projeler yürüttüğümüzü düşünüyorum. Ayrıca Türkiye çapında farklı kurumların da çok önemli projeler yürüttüğünü düşünüyorum. G.N: Kamunun gençlik alanına sağladığı hizmetlere hükümetlerin gençlik politikaları ve devletin gençlik politikaları anlamında baktığımızda, sivil örgütlenmelerin yaptıkları iyi örneklerden öte iyi örnek olarak bahsedebileceğimiz neler var? B.D: Türkiye’de bütüncül bir gençlik politikasının eksikliğini hep beraber hissediyoruz. Bu konuda zaten uzun zamandır Yerel Gündem 21 Ulusal Gençlik Parlamentosu ile birlikte çalışmalar yürütmeye çalışıyoruz. Hükümete gençlik politikası üretilmesi doğrultusunda farklı önergeler veriyoruz. Sadece önerge vermek değil, sivil ağlar ve yapılanmalar oluşturarak gençlerin örgütlü bir şekilde karar alma mekanizmalarına dahil olduğunu görebiliyoruz. Yani gençler eşit ortaklar olarak kabul edilmeye başlandı Türkiye’de de. Hızla daha fazla ilerleyeceğimizi düşünüyorum ama tabii ki şu anda bir gençlik politikası olduğunu söyleyemem. G.N: Farklı ülkelerden iyi örnekler deyince, en çok iyi uygulamanın olduğu ülkelerden biri de İngiltere. Yani benim bildiğim kadarıyla gençlik alanında kamunun sağladığı hizmetler ve belediyelerde gençlerin katılımıyla ilgili en iyi örneklerden biri İngiltere. B.D: Aslında İngiltere’de uygulanan ve paylaşmak istediğim çok iyi bir örnek var. Cardiff’te son on yıldır uygulanan bir program. Bir gençlik örgütlenmesi farklı sivil toplum örgütlerinde örgütlü olan gençleri belediyenin meclis üyeleri ve başkanıyla bir araya getirip yeni politikalar oluşturulmasına destek veriyor. Aslında ilk başta çok zorlanmışlar; kimse gelmek istememiş, sorular cevaplanmamış vs. Ama şimdi gençlerin getirdiği sorular bir sonraki toplantıda politikaları değiştirmiş, yeni projeleri devreye sokmuş. G.N: Aslında sormak istediğim başka bir şey daha var: 27 yaşındasın, Habitat için Gençlik Derneği’nde çalışıyorsun ve bir yandan da Avrupa Konseyi’nde Avrupa için Gençlik Danışma Kurulu’nda bir temsiliyet sandalyen var. Bütün bu işlere nasıl girdin? B.D: Aslında sorunun cevabı çok kolay. Babam Urfa’da çalışıyordu ve ben de babamı ziyarete gitmiştim. O zamanlar Habitat için Gençlik Derneği, Güneydoğu Anadolu bölgesinde Gençlik için Sosyal Gelişim Programı’nı yürütüyordu ve program kapsamında dokuz ilde Gençlik ve Kültür Evleri kurulmuştu. Urfa’daki Gençlik ve Kültür Evi’nin bir danışma kurulu üyesi Marmara Üniversitesi’nden Harran Üniversitesi’ne geçmişti. Babam da Harran Üniversitesi’nde çalıştığı için bizi tanıştırmıştı. O kişi de bana “Habitat için Gençlik Derneği’nde çalışmak ister misin?” diye sordu. Ben o zaman TESEV’de (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) gönüllüydüm. Ben de “evet” dedim, çünkü bir gençlik örgütlenmesine dahil olmak istiyordum. G.N: Kaç yaşındaydın o zaman? B.D: 21 yaşındaydım. Daha sonra İstanbul’a geldim ve kendimi bu işlerin içerisinde buldum; çok da mutluyum. G.N: Peki bu süreç neyi değiştirdi Başak Demir’de? Bu işlere girmemiş olsaydın muhakkak çok farklı olurdu ama şimdi bu işlere girmiş olmak, gençlik alanında, gençlik çalışmalarında olmak ya da sivil alanda aktif olmak en çok neyi değiştirdi? B.D: Habitat için Gençlik Derneği’ne gidip gelmeye başladığımda aynı zamanda Koç 75


Üniversitesi’nde araştırma görevlisiydim. Yerel Gençlik Merkezleri’nin Eskişehir’de bir ulusal koordinasyon toplantısı vardı ve bu benim için ilk toplantıydı. O zamana kadar zaten ne yaptığımdan çok emin değildim. Ama oraya gittikten sonra, gerçekten de uzun zamandır arayışı içinde olduğu şeyi buldum. Hem çok fazla olgunlaştığımı düşünüyorum bu süreçte hem de bu çalışmanın insanların hayatlarına ne büyük katkı sağladığını görüyorum. Gençlik çalışmalarında bulunmak gerçekten beni duygusal olarak inanılmaz tatmin etti ve bu yüzden gönüllü olarak çalışmaya devam ettim. Bunu aslında benimle birlikte gönüllülüğü tatmayan arkadaşlar da paylaşabilseydi, belki gönüllülük kültürünü Türkiye’de çok daha hızlı bir şekilde yaymış olabilirdik. G.N: Bir de Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyasıyla ilgili bir şey sormak istiyorum. Bu kampanya Türkiye’de de devam ediyor ve birtakım çalışmalar yapılıyor. Zaten ana temalar çeşitlilik, katılım ve insan hakları gibi aslında üstünde çalışması çok kolay olmayan ama çok da gerekli olan konular. Gençlik Danışma Kurulu’nda olmana da dayanarak soruyorum: Farklı ülkelerde neler yapılıyor, biraz oralardan örnekler verebilir misin? B.D: Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası Avrupa’da gerçekten sivil toplum örgütlerinin ve gençlerin inancıyla yürüyen bir kampanya; on yıl önce yapılmış, şimdi tekrarlanıyor. En azından her üye ülkede bu kampanya biliniyor. Aklıma gelen ve iyi örnekler arasında paylaşabileceğim birkaç proje var aslında: Bunlardan bir tanesi “Yaşayan Kütüphane”. Aslında bu, Gençlik Danışma Kurulu’nda da “nasıl yaygınlaştırırız” diye çok tartıştığımız bir şey. Bunu şu an Norveç’te uyguluyorlar. Bildiğim kadarıyla siz de bu projeye Türkiye’de başlayacaksınız. G.N: Evet. Kampanya bünyesinde biz de Türkiye’de yapmak istiyoruz ama önce kaynak bulmamız gerekiyor. B.D: Desteklemek isteyenlere tavsiye ederim, çok güzel bir proje Yaşayan Kütüphane. Onun dışında İtalya’da on farklı bölgede tanıtım çalışmalarının yürütüldüğü büyük bir festival var. Böyle farklı gençlik festivallerinde, gençlik buluşmalarında Herkes Farklı Herkes Eşit’in tanıtılması ve insanların görsel bir şekilde bilinçlendirilmesi için uğraşılıyor. Biz de Habitat için Gençlik Derneği olarak çeşitlilik, katılım ve insan hakları konularını bütün projelerimize dahil ederek bu çizgide ilerlemeye çalışıyoruz. Belki de Yerel Gündem 21’e gönlümü bağlamamın sebeplerinden bir tanesi de bu. G.N: Şimdi “Yaşayan Kütüphane” dedik ama ne olduğundan bahsetmedik. Birazcık bahsetmek lazım: Yaşayan Kütüphane, aslında bildiğimiz normal bir kütüphane gibi; çalışanları, kitapları, kitapları almaya gelen ziyaretçileri var. Fakat Yaşayan Kütüphane’de kitaplar insan ve ağırlıklı olarak da aslında çok sık “okumadığımız” insanlar, ayrımcılığa uğrayan insanlar. Bunun yanında Yaşayan Kütüphane, Başak’ın da söylediği gibi, geniş katılımlı gençlik festivallerinde ve gençlik buluşmalarında, daha çok gencin ulaşabileceği yerlerde gerçekleştirilen bir proje. Bir genç kütüphaneye gelip katalogdan çeşitli profillere bakıyor ve bir yaşayan kitabı bir süreliğine kütüphaneden ödünç alabiliyor. B.D: Zedelemeden. G.N: Evet, zedelemeden. O süre içerisinde görüşme gerçekleşiyor; sormak istediği soruları soruyor ve cevapları alıyor, sorduğu sorunun ne kadar uygun bir soru olduğuna göre bazen de almıyor. Daha sonra da kitabı iade ediyor. Bunun bir uygulamasını biz de Türkiye’de yapmak istiyoruz. Örneğin polis memurları Yaşayan Kütüphane’de kitap olabiliyor. Etnik köken, cinsel yönelim, din gibi çeşitli konularda ayrımcılığa uğrayan insanlar kitap olabiliyor. Yani yurtdışındaki deneyimlere baktığımızda ilginç bir proje ve Türkiye’de de çok ilginç bir deneyim olabilir. 76


B.D: Kesinlikle. G.N: Başarabilirsek, bu yıl içerisinde yapmayı istiyoruz. B.D: Çok güzel olur. G.N: Evet programımızın sonuna geldik. Geldiğin için çok teşekkürler Başak. B.D: Ben teşekkür ederim. G.N: Bu arada, seninle bağlantıya geçmek isteyenler için bir e-posta adresi verebilir misin? Derneğin de olabilir. B.D: Tabii. Habitat için Gençlik Derneği’nin telefon numarası: 0 212 275 74 98-36. İnternet adresi ise: www.habitaticingenclik.org.tr G.N: Çok teşekkürler yeniden. İki hafta sonra yine Herkes Farklı Herkes Eşit programında görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

77


ARI Hareketi Gençlik Çalışmaları Sait BAŞTÜRK (21.11.2006) Gülesin Nemutlu: Merhaba. Herkes Farklı Herkes Eşit radyo programının dördüncü haftasındayız. Bugünkü konuğumuz ARI Hareketi’nden Gençlik Çalışmaları Koordinatörü Sait Baştürk. Hoşgeldin Sait. Sait Baştürk: Hoşbulduk. G.N: Nasılsın? S.B: Çok teşekkür ederim, iyiyim. G.N: Biraz kendini anlatır mısın? S.B: Tabii. Şu anda ARI Hareketi’nde Gençlik Çalışmaları Koordinatörü olarak çalışıyorum. Zamanımın çoğunu bu sosyal çalışmalar alıyor. Anadolu’ya gidiyorum işim gereği. Tabii bu, yorucu olmasının yanı sıra aynı zamanda da insanı motive eden bir şey, dolayısıyla keyif alıyorum. Bütün arkadaşlarımı kendi yeteneklerini harekete geçirebilecekleri etkinliklerde yer almaları için teşvik etmeye çalışıyorum. Bundan önceki eğitimimi Muğla Üniversitesi’nde aldım ve orada da üniversite kulüpleriyle çeşitli etkinlikler yapıyorduk. Genel olarak böyle. Yörük Kurtaran: Nerelisin? S.B: Trabzonluyum. G.N: Bu gençlik çalışmalarının okulu olmadığı için böyle bir alaylılar var; Sait de o alaylılardan, eski alaylılardan birisi. Y.K: Arı Hareketi nedir, ne kadar zamandır var ve alanda gençlerle neler yapıyor? S.B: 1994 yılında kurulmuş ARI Grubu, 97’den itibaren de ARI Hareketi ismini alıyor. Asıl amacı, geleceğin toplum liderlerini yetiştirmek. Üç alanda çalışmalar yapıyoruz: gençlik çalışmaları, uluslararası ilişkiler ve yerel kalkınma. Ama aynı zamanda toplum ve siyaset veya kadın çalışmaları gibi gönüllülerimizden gelen talepler üzerine, bizzat onların içinde yer aldığı çalışmaları da sürdürüyoruz. Bu kapsamda Anadolu’yla da çok sıkı bir irtibatımız var. Bunun yanında Brüksel’de bir ofisimiz ve Amerika’da da bir vakfımız var. Yurtdışında lobi yapmaya çalışan bir etki alanımız var. Yurtiçinde de uluslararası ilişkiler alanında eğitim odaklı çalışmalar yapıyoruz. Gençlik çalışmaları kapsamında gençlerin katılımını teşvik edici çalışmalar yapıyoruz, gençlere yönelik olarak 1999’dan itibaren daha etkin hâle gelmiş çalışmalar sürdürüyoruz. Örneğin, “Gençnet Konferansları” olarak bilinen Gençnet projemiz var. Bu projenin amacı da, gençlerin katılımının önündeki engelleri kaldırıp onları -özellikle yerel anlamda- daha etkin hâle getirebilmek. G.N: Daha çok, yereldeki katılımları üzerine mi Gençnet projesi? S.B: Projenin asıl amacı, yerelde etki alanları oluşturmak. Orada başarılı olan arkadaşlarımız ulusal çapta çalışmalar yapmak istiyorlar ve başarılı da oluyorlar. G.N: Bu gençler “katılmaz” diye bir bilgi var elimizde, şehir efsanesi mi bu? Tüm bu deneyimlerin üzerinden, gençler niye katılmaz, sorun nerede? 78


Y.K: Veya katılmak isterler de katılamazlar mı? S.B: Çok doğru. Bu, 1999’da bir araştırma konusu oldu. Bir araştırma yaptırdık, Türk gençliğinin katılımının önündeki engeller neler ve bunu nasıl açabiliriz diye. “Demir Üçgen” dediğimiz bir bulguya vardık. G.N: Somut bilgi geliyor… S.B: 70’li 80’li yıllarda maalesef gençliğin olduğu yerde sorun var gibi algılanmış -var demiyorum böyle algılanmış- ve gençliğin katılımı sınırlandırılmış. Bunu sınırlandıranlar da bizden çok uzak insanlar değil. Önce ailelerimiz temel etkiyi muhafaza edebilmek için, farklı derneklerde ve vakıflarda yer alarak çocuğunun dayak yemesini ve sorun yaşamasını engellemek için çocuğuna bu tür yerlere gitmemesini tavsiye etmiş. G.N: “Aman evladım sen uzak dur, okulunu bitir” sendromu. S.B: Aynen öyle. Okul yönetimi de öğrenciyi sadece dersine girip evine giden kişi olarak algılamış; kulüpmüş, sosyal etkinlikmiş veya sosyal alanmış, onlara da müsaade etmemiş. Sistemin zaten kendisi de üç genci bir arada görünce “bunlar ya kavga ederler ya da camı indirirler” mantığıyla hareket etmiş ve onların önünü tıkamış. Gençler bu nedenle, biraz da ailelerinden çekinerek, uzak duruyorlar diye gözlemledik. Y.K: Anladığım kadarıyla Türkiye’de de geziyorsun. Senin gözlemin ne? Aslında gençler belirli süreçlere katılmak istiyorlar mı, böyle bir talep var mı? G.N: Demir Üçgen işlevini görüp gençlerin artık katılmak dahi istememesini sağlamış ve hatta isteği de köreltmeyi başarmış olabilir mi? S.B: Bir grup genç arkadaşımız hakikaten çok etkin, imkân olsa yapamayacakları iş yok. Enerjileri var ve bunu da hayata geçirmek için çabalıyorlar. Bir grup arkadaşımızın da isteği yok, etkinliği yok. Etkinlik denince de akıllarına ilk gelen sinemaya gitmek, konsere gitmek oluyor. Dolayısıyla etkin olan arkadaşlarımız sadece İstanbul, İzmir ve Ankara’da değil, Türkiye’nin birçok yerinde varlar. Yerellerinde imkân bulamadıkları ve daha çok imkân bulacaklarına inandıkları için bu yerlere kaçıyorlar. Aslında üniversite için gelen arkadaşlarımızdan görüyoruz ki farklı kulüpler kurmak istediklerini, üniversite yönetimlerinin de buna izin vermediklerini söylüyorlar. Halbuki bu genç arkadaşlarımıza fırsat verilse hem üniversitenin tanıtımı yapılabilir, hem de akademik kadro tarafından görülemeyen ama gençlerin ihtiyacı olan birçok etki alanı yaratılabilir. Ama fırsat bulamıyorlar. Birçok genç arkadaşımız her ne kadar sınırlandırılsa da çok etkin çalışmalar yapıyor. Y.K: Bazı üniversitelerde hakikaten şöyle kurallar var. “Ben havacılık kulübü kurmak istiyorum” diyorsun, “havacılık kulübü zaten bu okulda var, neden ikincisini kuruyorsun, git onlarla beraber çalış” deniyor; bu, Türkiye’de birçok üniversitedeki anlayış. Kurma süreci zaten çok kâbus bir iş olmuş durumda. Gençlerin tek görevi derslerinde başarılı olmak olduğu için kulüp kurmaya ne gerek var! Değil mi? S.B: Arkadaşlar, dediğin gibi havacılık kulübü kurmak istiyorlar ve okul yönetimi “işletme kulübü var, onun altında çalışın” diyor. Y.K: O da ayrı bir vaka tabii. S.B: Yönetimin bakış açısı… G.N: Büyük resimde şu sıkıntı da var: Genç dendiği zaman akla ilk gelen şey öğrenci. 79


Genç kelimesi öğrencinin yerine kullanılıyor. Her genç öğrenci değil, her öğrenci de genç değil aslında; orada bir açılım yaratmak lazım. Bir yandan da şöyle bir durum var: Şu anda ülkedeki en yüksek sayıda örgütlü gençlik, etkinliğini bilemem ama üniversite içerisindeki örgütlü gençlik aslında. Üniversite içerisindeki kulüpleşme engellendiği ve birtakım sıkıntılar yaratıldığı sürece, yurttaşların örgütlenme kültürüne bir tür engel konmuş olunuyor. S.B: Kesinlikle. Y.K: Tabii tüm bunların dışında daha yapısal dertler de var, “bu benim kulübüm, başka gençlere de ihtiyaç yok” gibi. Yani, katılımın önündeki engel bizzat gençler de olabiliyor. Böyle bir yanı da var. S.B: Olaya şöyle de bakmak mümkün galiba: Türkiye’de en büyük güç, gençler; nüfus oranı olsun, işgücü olsun, enerjisi olsun, bu en büyük gücü durdurmak için daha büyük bir güce ihtiyaç var. Biz o gücü durdurmak için uğraşmasak aslında iki büyük gücümüz olacak ve Türkiye’yi sıçratacak bir hamle yapabileceğiz. Gençliğin -fırsat verilirse- çok daha büyük çalışmalar yapacağından şüphe duymamak lazım. Yabancı arkadaşlarımız staj yapmak için geliyorlar ve kurumumuzdan giderlerken “ne aldınız buradan, sizin için ne farklıydı burada?” diye soruyoruz. “Türkiye’de müthiş bir enerji var” diyorlar. Biz bu enerjiyi kullanabilirsek çok daha büyük adımlar atacağız. G.N: Sait aynı zamanda “Herkes Farklı Herkes Eşit” kampanyasının Ulusal Kampanya Komitesinde de yer alıyor. Kampanya bünyesinde yapılacak olan etkinliklerden ara ara bahsediyoruz aslında. Sait, biraz da Arı Hareketi’nin içerisinde bu tema etrafında yapılanlardan bahsedebilir misin? S.B: Bu kapsamda yaptığımız ve gençliği hedef alan birtakım çalışmalar var. Biraz önce konuşmuştuk aslında. Sınırlandırmak istemiyoruz ama değişime ve dönüşüme en açık kitle, üniversite gençliği. Teknolojiyi yakından takip edip bunu hayatına en iyi adapte eden kitle, yeniliklere daha açık olan üniversite gençliği ve hedef kitlemizi üniversite gençliği olarak aldık. Bu kapsamda “Herkes İçin İnsan Hakları” diye bir projemiz var, insan hakları konusunda bir bilinç uyandırmak için. Ancak Türkiye’de insan hakları denince belli bir grup algılanıyor, ama biz bunun herkes için günlük hayatımızda olduğunu anlatmak istiyoruz. Basit bir örnek vereyim: Bankada kredi kartı borcu ödemek için sırada bekleme zahmeti çekmek de bir insan hakları ihlali. Gençlerin bunu sahiplenerek belli bir değişimin ve dönüşümün gerçekleşmesini amaçlıyoruz. Y.K: Peki bu devam ediyor mu hâlâ? S.B: Proje üç yıllık bir projeydi ve şu anda bitti. Anadolu’da yirmi beş toplantı ve iki büyük konferans gerçekleştirdik. Anadolu’daki toplantılara üniversitelerde, kulüplerde yer alan ya da STK’larda yer alan gençler ve genç muhabirler katıldı. Etki edeceğiniz alanın kolaylaştırıcılığına baktığınız zaman genç gazetecileri de buraya dahil ettik. Hukukçuları, akademisyenleri de buraya davet ederek onlarla ortak toplantılar organize ettik. G.N: Önemli bir çalışma; çünkü insan hakları alanında çalıştığınız zaman, insan haklarının sadece hukuki boyutu olan bir mesele gibi algılanmasını da kırmak gerekiyor. Diğer taraftan, insan haklarının hayatın içinde olduğunu, hepimize dokunduğunu ve dolayısıyla savunuculuğunu da hepimizin yapması gerektiğini yaymak başlı başına bir çaba aslında. Y.K: Dışında bir şey değil aslında; sağda solda, her yerde olan bir şey. S.B: Belki trafik de insan hakları ihlalidir aslında. Yarın da “Anahtar Gençliktir” adlı 80


projemiz için Trabzon’a gidiyoruz -yine bu farklılıklara işaret eden bir proje. Avrupa Birliği sürecinde Türkiye’ye zorluk çıkartan iki ülkedeki -Avusturya ve Yunanistan- genç nesle Türkiye’nin kafalarında canlandırdıkları gibi olmadığını, farklı yaşam koşulları olduğunu göstermeye çalışan bir proje. Avusturya’dan bir akademisyen de bizim konuğumuz olacak. “Gelin, sizi sadece İstanbul’daki, İzmir’deki değil; Trabzon’daki, Kars’taki gençlerle de tanıştıracağız” diyoruz. Y.K: Çok önemli bir şey söylüyorsun. Yunanistanlı gençlerin böyle bir önyargısı var, aslında buranın gençlerinin de Yunanistanlı gençlerle ilgili bir önyargısı var. Ben, bu yüzden hareketlilik temelli projeleri çok gerekli buluyorum. Bu önyargıları kırmak adına gençlerin bir araya gelip bir şeyler yapmalarını sağlayan projeler çok anlamlı. S.B: Kesinlikle. Mesela geçen yıllarda gittiğimiz toplantılarda Avrupa Birliği konusunda genç arkadaşlarımızın düşüncelerini soruyorduk, tam oran veremeyeceğim ama sanırım yarı yarıyaydı. “Neden AB’ye girmeyi istiyorsunuz?” diye soruyoruz, “burada iş bulamazsam oraya giderim” diyorlar; “Neden AB’ye girmeyi istemiyorsunuz?” diye soruyoruz, “AB bizi bölecek” diyorlar. Önyargılar bu şekilde oluşuyor aslında. Türk gençliğinin de genel olarak böyle bir önyargısı var maalesef. Aslında bu tür etkileşimlerle mevcut önyargıları yıkabiliriz. G.N: Ben de öyle bir dönemin çocuğu olarak yetiştirildim. Hep bir netlik arıyoruz “bu doğru, bu yanlış” veya “doğru diye bunu söyledi öğretmen” gibi. “Doğru” diye sarılmak istediğimiz bir netlik, kesinlik var. Konu diyalog olduğunda, “sen gel beni tanı, ben geleyim seni tanıyayım” olduğunda, zorlanıyoruz bir yandan da. S.B: Çok haklısın Gülesin. Mesela bizler biliyoruz ve bilen birçok arkadaşımız da var: Ulusal Ajans’ın değişim programları bu ülkede birçok şeyin dönüm noktasıdır. Birçok genç, aklında oluşturamadığı yurtdışı deneyimini bu programlar aracılığıyla gerçekleştiriyor. Avrupa’nın da iyi yönleri, kötü yönleri var. Bunu kıyaslama yöntemi ve fırsatı buluyor gençler. Biz bu tür şeylere açık olursak ve “bizden başkası düşmanımızdır” mantığıyla hareket etmezsek vizyonumuz daha da genişleyecek. G.N: Farklı olanla herhangi bir diyaloğa girildiğinde -bu fark ülke de olabilir cinsiyet de olabilir- “insanlar kendileriyle ilgili bir şeyler öğrenir” diye daha önceki programlarda da konuklarımızdan duyduğumuz bir şey var. Ulusal Ajans’ın programıyla yurtdışına giden arkadaşların doldurdukları formlarda bu ülkeyle ve yaşadığı yerle ilgili olarak “birçok şey fark ettim” gibi çok fazla geribildirim var. Y.K: Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası çerçevesinde üç temel değer var: insan hakları, katılım ve çeşitlilik. Gençlerin siyasete katılımı için seçilme yaşının 25’e indirilmesiyle ilgili Arı Hareketi’nin bir çabası vardı sanırım. Onunla ilgili de bilgi verebilir misin? Son dönemde o yasa da değişti. S.B: Tabii. 2002 yılında, biraz önce bahsettiğim Gençnet Konferanslarına gelen arkadaşların ortaya çıkardığı bir proje bu aslında ve 2003 yılında da bir milletvekili üyemiz vasıtasıyla meclise taşındı. Başka bir kanunla birleştirildiği için, orman yasasıyla birleştirildiği için, Cumhurbaşkanı orman yasasını veto edince bu yasa da veto edilmiş oldu. Biz bunun takipçisi olduk ve devam ettirdik. Son sürece geldiğimizde de www. 25yas.com, www.25yas.org ve www.25yas.net web sayfalarını açtık. Anadolu’nun birçok ilinden, hatta yurtdışından da arkadaşların buraya girip imza atma şansı oldu. Katıldığımız toplantılarda bazen şöyle bir şey çıkıyor: “bu yasa erken geçti”. Nasıl erken geçti, üç sene önce geçmeliydi. “Erken geçti” dememek için daha ne kadar beklememiz gerekiyordu? Y.K: Seçilme yaşının 25’e inmesi çok önemli. Tabii seçilme yaşının 25’e inmesi siyasi 81


partilerin de bu kanun üzerinden milletvekili veya belediye seçimlerinde gençlere yer vereceği anlamına gelmiyor. Yasal olarak o hakkın var olması, o hakkın kullanılacağı anlamına gelmiyor. Belki aslında onunla ilgili de bir şeyler yapmak lazım. S.B: Çok doğru bir noktaya geldin Yörük. Bazen şöyle sorular geliyor: “550 milletvekilinden kaçı 25-30 yaş arasında olacak?” Bizim amacımız sayısal olarak bir farklılık ortaya koymak değil, o enerjiyi oraya taşımak. Bunu gittiğim yerlerde de söylüyorum, kadınların Türkiye’de eşit koşullarda olmasına rağmen erkeklerden daha az maaş alması bir sorundur. Nedenini de söyleyeyim: Çünkü o kanunu yapan da erkektir. Gençlik politikalarını yapanlar da maalesef yaşlı amcalarımız, dedelerimiz. Orada bazı genç arkadaşlarımız yer alırsa, gençlerin ihtiyaçları ve eğilimlerine de hitap etme şansımız olur. Bunun da ötesinde, 30 yaşta kalsaydı eğer, bir gencin aklında şu oluşabilirdi: “Ben bir üniversiteye gideyim, askerliğimi yapayım, evimi kurar, çocuğum olur vs. Zaten bunlar olduktan sonra da siyasete girmeye fırsat kalmaz”. Ama 25 yaşında meclise girme hayali kuran bir genç üniversite sıralarında kendini yetiştirir; Türkiye’nin sorunlarına odaklanır, çözümler üretmeye çalışır, fırsatlarını değerlendirmeye çalışır. Şunun hayalini kurar: “Ben 25 yaşında milletvekili olma şansına erişirsem bir şeyler yapabilirim”. Y.K: Ben bir de bu 25 yaş işini aslında bir sürecin ilk adımı gibi görüyorum. Çünkü mantığını anlamak mümkün değil. G.N: Bitmedi, yeni başlıyor. Y.K: Aynen. Bir örnek vereyim: 18-19 yaşında oy verebiliyorsun. Birileri diyor ki “18- 19 yaşında oy verebilirsin ama seçilemezsin”. 25 yaşı daha aşağıya çekmekle ilgili de çalışma yapmak gerek. Eğer insanlar 18 yaşında seçebiliyorlarsa yine aynı yaşta da seçilebilmeliler. S.B: 18 yaşında seçebiliyor, eğer bir işletme sahibiyse vergi veriyor. 20 yaşındayken, “askerlik görevindir” denilip eline silah veriliyor. “Ev geçindirebilirsin” denilip evlenme hakkı veriliyor. “Oy verebilirsin” diyerek oy pusulası eline tutuşturulabiliyor. Ama milletvekili seçileceksen, aman! G.N: Evet. Bir Herkes Farklı Herkes Eşit’in daha sonuna geldik. Sait, geldiğin için çok teşekkür ediyoruz. S.B: Ben teşekkür ederim, çok keyifli oldu. G.N: Önümüzdeki hafta tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın. Y.K: Hoşçakalın

İçindekiler menüsüne dön...

82


SODEV (Sosyal Demokrasi Vakfı) - Gençlik Kampları Cem MİRZANLI (30.01.2007) Yörük Kurtaran: 94.9 Açık Radyo’dan herkese merhabalar. Gülesin Nemutlu: Merhaba Y.K: Bugün aramızda Sosyal Demokrasi Vakfı Gençlik Platformu’ndan Cem Mirzanlı var, hoşgeldin Cem Cem Mirzanlı: Hoşbulduk. Y.K: Nasılsın, iyi misin? C.M: Teşekkürler iyiyim, sizler nasılsınız? Y.K: Teşekkürler biz de iyiyiz. Bugün Cem ile aslında SODEV Gençlik Platformu’nun Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası kapsamında neler yaptığı hakkında konuşacağız. Tabii bundan önce bize kendini biraz tanıtır mısın? C.M: Tabii. SODEV Gençlik Grubu üyesiyim. Aynı zamanda Gençlik Platformu kampanya sorumlularından birisiyim ve Abant İzzet Baysal Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü son sınıf öğrencisiyim. Y.K: Kaç yaşındasın? C.M: 23 Y.K: Peki nerelisin? C.M: İstanbulluyum, 1952’den beri ailem burada yaşıyor. Y.K: Peki bize biraz SODEV’den bahsedebilir misin? Nasıl bir kurumdur, neler yapar? C.M: SODEV, sosyal demokrasinin ve insan haklarının toplumda daha fazla yerleşmesi amacıyla kurulan ve bununla ilgili olarak bünyesinde birçok sivil toplum kuruluşu üyesi, sanatçı ve siyaset adamı bulunduran ve demokrasiye inanan ve demokrasinin yaşaması için mücadele eden bir vakıf. SODEV bünyesinde biz gençler ise birçok etkinlikte bulunuyoruz. Y.K: SODEV Genç, diye mi geçiyor? C.M: SODEV Gençlik Grubu diye geçiyor. Çünkü Vakıflar Yasası’na göre gönüllü üye olarak katılabiliyoruz. Y.K: SODEV Genç, SODEV içinde ne yapıyor? Bugüne kadar neler yaptı? C.M: Sosyal Demokrasi Okulu bünyesinde faaliyetlerde bulunuyor. Bu okul, sosyal demokrasinin gelişimi, Türkiye’de ve dünyadaki sosyal demokrasi anlayışları, sendikal hareketler, öğrenci hareketleri, sivil toplum kuruluşları arasındaki sosyal demokrasi, kadın hakları, çevre hakları gibi konularda etkinlikler gerçekleştiriyor. G.N: Yılda kaç genç katılabiliyor bu okula?

83


C.M: Yaklaşık yüz kişi. Y.K: Herkese açık mı? C.M: Tabii. İsteyen herkes katılabilir ve SODEV’in sitesinde de bununla ilgili bilgiler bulunabilir. Y.K: Bir de sizin daha önce yapmış olduğunuz gençlik kampları var sanırım. C.M: Evet. Onlardan da bahsedeyim yeri gelmişken. Yaz ve kış dönemi olmak üzere iki gençlik kampı düzenliyoruz. Bu kamplara çeşitli sivil toplum kuruluşlarının gençlik birimlerinde çalışan gençler katılabiliyor ve burada gençlerin sorunlarıyla, siyasal hayata bakışlarıyla ilgili çok verimli bir dönem geçiriyorlar. Bu kamp tamamen SODEV’in bünyesinden karşılanıyor, programını da gençler hazırlıyor ve tamamen bize ait bir kamp oluyor. SODEV Gençlik Platformu olarak bu yılki kış kampını Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası üzerinden yapacağız. G.N: Nerede ve ne zaman gerçekleşecek? C.M: Şubat ayı sonunda gerçekleştirmeyi düşünüyoruz ve bu kampta çalışma yapmak isteyen herkese açığız. Y.K: Peki, Herkes Farklı Herkes Eşit kampıyla ilgili neler yapmayı düşünüyorsun? C.M: Öncelikle kampın gerçekleşmesi için Türkiye’nin her yerinden genç arkadaşlara ihtiyaç var. Kampın ilk gününde gençlerin toplumsal ve siyasal hayata bakışları hakkında tartışacağız ve bununla ilgili etkinlikler yapacağız. Çünkü on sene veya yirmi sene sonra Türkiye’nin toplumsal, sanatsal ve siyasal hayatında var olacak olanlar bizleriz. Dolayısıyla bazı şeyler için çok önceden temel oluşturmamız gerekiyor. Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyasını da kampın ikinci gününe denk getirdik. Bunun yanında uçurtma şenliği de gerçekleştireceğiz, çeşitli eğlenceli etkinlikler de olacak ve hatta çiğ köfte partisi falan yapmayı düşünüyoruz. Y.K: Kaç gün sürecek ve nerede olacak bu kamp? C.M: Dört gün diye planladık. Bandırma’da, Tüm Otel’de gerçekleşecek. G.N: Peki siyasal hayata, sanatsal hayata, genel olarak hayata katılmak için on yıl bekleyecek miyiz? C.M: Mutlaka beklemeyeceğiz, yaptığımız tüm faaliyetler devam edecek. Bu yüzden buradayız ve bu kampı yapıyoruz. G.N: Çünkü bu “bekleyin, büyüyünce bu ülke sizin olacak” söylemi, gençlik alanının temelini oluşturan şeylerden bir tanesi gibi. Y.K: Aynen öyle. C.M: Sonuçta, birileri bizi yönlendirmiyor; fikirleri, projeleri biz üretiyor ve uyguluyoruz. Y.K: Peki. Diğer gençlik kamplarına baktığın zaman, sen de sonuçta diğer gençlerle beraber olmak gibi bir gelenekten geliyorsun, etrafındaki gençler Türkiye’deki gençlere nasıl bakıyorlar veya sen nasıl bakıyorsun? C.M: Türkiye’de gençlik apolitize olmuş durumda ve bu da toplumsal hayatta olan şeylere tepki vermememizden kaynaklanıyor. Evsiz, barksız bir insan için mülkiyet özgürlüğü bir 84


şey ifade etmez veya cebinde gazete alacak parası olmayan birisi için basın özgürlüğü gerçekten bir anlam ifade etmeyebilir. Tabii ki bunların temelinde ekonomik sorunlar yatıyor ve sonuçta, ekonomik özgürlüğünüz olmadığı sürece siyasal özgürlüğünüz de kısıtlanıyor. Bunların önüne geçmek için birçok çalışma yapılıyor ve biz de gençler olarak elimizden geldiğince bu temel üzerinden çalışmalar yapıyor ve bunların kırılması için çabalıyoruz. Y.K: Hep merak ediyorum, bu tip kamplara veya toplantılara Türkiye’nin farklı yerlerinden gençler geldikleri zaman ne konuşuyorlar? Yani geceleyin falan “ya bizim okuldaki not sistemi böyle” gibi şeyler mutlaka konuşuluyordur, tabii öğrenci olanlar için. Bunun dışında, 15-20 genç bir araya geldiği zaman gerçekten ne konuşuyorlar? C.M: Bu gençler belli dinamikleri, enerjileri ve potansiyelleri olan insanlar ve bir araya geldiklerinde çok yapıcı, toplumun yararını gözeten fikirler ortaya çıkıyor ve bu bağlamda da kamplar çok güzel ve eğlenceli geçiyor. Y.K: Eğlenceli geçiyor mu hakikaten? C.M: Evet, çok eğlenceli geçiyor. Katılmak isterseniz, buyurun. Y.K: Ben yaş haddinden emekli olduğum için katılamam sanırım. G.N: Birçok konuğumuzla özellikle gençlik alanındaki çeşitli projeler ve etkinliklerden konuştuğumuz zaman, “genç kadınların katılımı ne kadar?” diye sorarız hep. SODEV’in yaptığı çalışmalarda durum nasıl, erkekler mi daha aktif? Y.K: Çünkü bizim öyle bir gözlemimiz var. Yani kadınların sayısının daha fazla olması, kadınların yönetimsel anlamda daha fazla sorumluluk aldığını göstermiyor. Sivil toplumda, sosyal sorumluluk projelerinde kadınların sayısının daha fazla olmasına rağmen inisiyatif alan kadınların sayısı daha azmış gibi bir izlenimimiz var. Acaba SODEV’de de durum böyle mi? C.M: Türkiye’nin toplumsal yapısına baktığımız zaman, ataerkil bir toplumdan geldiğimiz için kadın her zaman ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor. Ama ben buna karşıyım ve feminist ideolojiye de çok saygılıyım. SODEV bünyesinde biz karşı cinslerimize, bayanlara, tabii ki öncelik veriyoruz. Onlar da bizim kadar bu kampanyanın içindeler ve bizden daha fazla çalışıyorlar. Doğal olarak da yönetimde konuşmak hakkına bizden daha çok sahipler. G.N: Peki Cem, nasıl oldu da bu Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası içinde bulunmaya karar verdiniz? Nasıl tanıştınız kampanyayla, süreç nasıl gelişti? C.M: Öncelikle bu sivil topluma nasıl girdiğimi kısaca anlatayım. Sevgilimle ayrılmıştım. Tabii insan bir boşluğa düşüyor ve bir şeyler yapmak istiyor. O dönemden sonra SODEV ile tanıştım ve oradaki dinamik ekibe katılıp motivasyonumu sağlayarak birçok etkinlikte bulundum. Bu kampanyayı duyduğumuzda dikkatimizi ilk çeken şey, gençlerin katılımı, plan ve projelerde etkin olmasıydı. Bunun doğrultusunda kampanyanın gönüllü eğitimine katıldım. Eğitim sonrasında SODEV bünyesindeki gençlik grubuyla birlikte bu kampanyanın nasıl olduğunu konuştuk; onları bilgilendirdim ve onlar da en az benim kadar bu kampanyayı sahiplendiler. Sonrasında bir eylem planı hazırladık ve kampanyanın kamuoyuna nasıl duyurulacağına dair etkin yöntemleri araştırmaya başladık. İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi’nin de bu kampanya bünyesinde engelliler ve engelli aileleriyle birlikte bazı etkinlikler yaptığını öğrendik. Sonrasında onlarla temasa geçtik ve bizi çok iyi karşıladılar, yapacağımız etkinlikler için bize destek oldular ve gerekli materyalleri sağladılar. Daha sonra, yapacağımız kampın kamuoyuna duyurulması için belediyelerle ortak çalışma alanları oluşturmak istedik. Beyoğlu Belediyesi Gençlik Merkezi ile 85


yaptığımız görüşmede kampanyanın bazı etkinliklerini İstiklal Caddesi’nde yapmaya karar verdik. Elimizde yeterli materyal olmadığı için şu anda bunu yapamıyoruz ama elimize geçtiği anda bunu gerçekleştireceğiz. Herkes Farklı Herkes Eşit kapsamından sonraki etkinliğimiz ise, az önce bahsettiğim Bandırma’daki gençlik kampı olacak. Diğer yandan da “10.000 Fotoğraf 10.000 Hikâye” çalışmasına başladık: SODEV bünyesinde bulunan birçok sanatçı, siyaset adamı, toplumun üst kademesinden insanlarla görüştük ve onlardan bu çalışma kapsamında destek aldık. Kamptan sonra daha etkin bir şekilde bu çalışmayı yürüteceğiz. Y.K: İlkbahar’da daha hızlanacaksınız yani. C.M: Aynen öyle. G.N: Bahar aylarında, özellikle üniversite gençleri arasında kampanyayı daha da hızlandıracak şeylerden biri de, bahar şenliklerinde yapılacak çalışmalar. Y.K: Sanırım Mart ayında, Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası çerçevesinde bir sempozyum olacak. G.N: Evet. Y.K: Bununla ilgili biraz bilgi verebilir misin? G.N: Tabii. “Herkes Farklı Herkes Eşit”, Avrupa Konseyi ve Avrupa Gençlik Forumu’nun başlattığı ve dolayısıyla Konsey’e üye tüm ülkelerde gerçekleştirilen bir kampanya. İki düzeyde gerçekleştiriliyor: yerel etkinlikler ve Avrupa çapında etkinlikler. Örneğin Cem ile tanıştığımız gönüllü eğitimi, SODEV’in ve diğer kurumların kampanya kapsamında yapacağı etkinlikler yerel etkinlikler. Avrupa çapında yapılan etkinliklere örnek ise, “Gençlik Çalışmalarında Dinlerarası ve Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu”. Bu sempozyumu da Avrupa Konseyi46 İstanbul’da yapmayı önerdi ve Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı ile birçok görüşme yapıldı. Tarihler kesinleşmediği için şimdi tam olarak belirtemiyorum ama Mart ayının son haftası gibi yapmayı planlıyoruz bu sempozyumu ve şu anda bunun hazırlıklarını yapıyoruz. Y.K: Gençler ve gençlik kuruluşları bu sempozyuma katılmak, sempozyumda bir şeyler söylemek isterlerse, katılımla ilgili nasıl bir süreç işliyor? G.N: Şu anda zaten katılım şartlarını oluşturmaya çalışıyoruz. Kaç kişi Avrupa’dan katılacak, kaç kişi Türkiye’den katılacak ve seçim nasıl yapılacak gibi kriterler üzerinde çalışıyoruz. Bununla ilgili net bir karara vardığımızda, bu karar, ağırlıklı olarak bu alandaki kişilerin üye oldukları genclik-stk@yahoogroups.com ve stkduyuru@yahoogroups.com eposta gruplarına gönderilecek. Bunun haricinde de herkesfarkliherkesesit.blogspot.com adresinden de öğrenilebilecek. Y.K: Bu arada kampanyanın yeni bir web sitesi dizayn ediliyor, değil mi? G.N: Evet, çok az kaldı. Tabii diğer yandan da bu radyo programından bilgilendirme yapmaya devam ederiz. Y.K: Peki. Şimdi tekrar Cem’e dönelim. Birkaç senedir öyle ya da böyle gönüllü faaliyetler içinde bulunuyorsun. Gönüllülüğe başlamadan önceki Cem ile bugünkü Cem arasında bir fark var mı sence?

46

http://www.avrupakonseyi.org.tr/

86


C.M: Evet, gerçekten var. Var olan potansiyelim bu faaliyetler sayesinde, SODEV sayesinde açığa çıktı diyebilirim. Ben de gençler adına, toplum adına bir şeyler yapmak hedefindeydim. Bir ölçüde de olsa bunları gerçekleştirebildiğim için mutluyum. Y.K: Peki kendinden yola çıkarak baktığın zaman, sence gönüllü olan gençlerde ne gibi şeyler değişiyor? Mesela “üç sene önce şöyle biriydim ama şimdi biraz daha böyle biriyim” diyebileceğin bir şey var mı? C.M: Aslında ilk etapta çevre bir şekilde değişiyor, daha fazla senin düşüncelerinin doğrultusunda hareket eden gençlerle birlikte çalışıyorsun. Y.K: Gençlerle gönüllülük hakkında konuştuğumuz zaman hep karşımıza çıkan bir şey var: Farklı illere gidip farklı gençlerle tanıştıklarından bahsediyorlar. Senin de böyle tecrübelerin oldu mu? C.M: Tabii ki. Örneğin Tunceli’ye gittim, aslen de Tunceliliyim zaten. İstanbul’a nazaran orada, eğitim gibi, gelir dağılımı gibi sosyal şartlar bir eşitsizlik doğuruyor ve arkadaşlarımız bunlarla boğuşmak durumunda kalıyorlar. Onlarla birçok etkinliği birlikte gerçekleştirdik ve bu hâlâ devam ediyor. Tabii ki bu şartları düzeltmek bizim elimizde. Biz demokrasiyi, insan haklarını, çeşitliliği akıl ve bilim temelinde gerçekleştirebilirsek her şeyin daha güzel olacağına inanıyor ve bu ülkenin doğusundan veya batısından olsun, insanlar arasında bir fark olmadığını düşünüyorum. G.N: “Bu düşünceler büyüyünce değişiyor mu acaba” diye düşünüyorum da, umarım on yıl sonra da bu şekilde düşünürsün. Peki. Cem, size ulaşmak isteyenler için iletişim bilgilerinizi verebilir misin? C.M: Öncelikle, Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası çerçevesinde yaptığımız gençlik kampına Türkiye’nin her yerinden arkadaşlarımızı bekliyoruz. Ayrıca kampanyada gönüllü olarak çalışmak isteyenleri de bekliyoruz. İletişim için internet adresimizi vereyim: www.sodev.org.tr. Ayrıca gençlik sayfasının “etkinlikler” bölümünden kampanya ve kamp hakkında detaylı bilgilere ulaşılabilir. E-posta adresimiz ise: genclik@sodev.org.tr. Telefon numaramız: 0 212 292 52 52. Dileyen bana da ulaşabilir: cemmirzanli@hotmail.com. Tabii ben tek başıma değilim, çok dinamik bir ekibe sahibiz. G.N: Umarız Herkes Farklı Herkes Eşit kampını tamamladıktan sonra sizi tekrar ağırlama şansımız olur ve kampın nasıl geçtiğiyle ilgili konuşabiliriz. Y.K: Önümüzdeki dönemde gençlik kuruluşlarının Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası kapsamında yaptıkları işleri birbirleriyle konuşmaları için de bir şeyler yapmak istiyoruz aslında. Cem çok teşekkür ederiz programımıza katıldığın için. C.M: Ben teşekkür ederim. Y.K: Bugün Sosyal Demokrasi Vakfı Gençlik Platformu’ndan Cem Mirzanlı ile Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyasıyla ilgili neler yapacakları hakkında sohbet ettik. Gelecek hafta görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

87


İsveç, Gençler ve ABF (Arbetarnas Bildningsförbund) Adnan BOZKURT (31.07.2007) Yörük Kurtaran: Merhaba, Herkes Farklı Herkes Eşit’te tekrar beraberiz. Bugün ABF (Arbetarnas Bildningsförbund) Botkyrka örgütünden Adnan ile ABF örgütü ve İsveç’teki sosyal demokratların gençlik kolları hakkında sohbet edeceğiz. Adnan Bozkurt: Evet. Y.K: Programa başlamadan önce Adnan, “benim Türkçem biraz sorun olabilir, sen bana yardım edebilir misin?” dedi ama bence Türkçen harika. Adnan biraz kendinden bahsedebilir misin? A.B: Ben 27 yaşındayım, Bulgaristan Sofya’da doğup büyüdüm. Babam Türk, annem de Bulgar Türkü. 1990’dan beri İsveç’te oturuyoruz, Stockholm’da. 2 yaşında küçük bir çocuğum var. ABF’de çalışıyorum. Y.K: Birazdan bahsederiz zaten ABF’den. A.B: Evet. ABF’den önce sekiz sene postanede çalıştım, postacı olarak. Bu süre zarfında sendikada aktiftim. ABF’ye girişim de bu sayede oldu aslında. Y.K: Biraz ABF’den bahsedebilir misin? Nasıl bir örgüt? Tarihsel olarak işçi sınıfıyla da organik bir bağı var sanırım. A.B: Yani Türkçeye çevirirsek: “İşçilerin Eğitim Birliği”. 1912’de federasyon olarak kuruluyor, tüm İsveç’te. Birçok üyesi var. Ama üye olanlar da örgütler. Kişisel üyelik değil. Y.K: Nasıl örgütler üye ABF’ye? A.B: Örneğin işçi sendikaları, sol siyasi partiler. Ayrıca İsveç’te çok fazla yabancı var ve örgütlüleri, bu örgütler de üye; örneğin Türk dernekleri. İsveç’teki sivil toplum örgütlerinin çoğu ABF’ye üye. Y.K: Hem il hem ilçe düzeyinde ABF’nin çeşitli ofisleri var sanırım. Ne yapıyor ABF? A.B: Az önce söylediğim gibi 1912’de kuruluyor ve bu da tesadüf değil. 1912’de devlet kütüphane açılmasına maddi destek veriyordu ama bunun için federasyon olmak gerekiyordu. ABF’nin bu tarihten önce de çalışmaları vardı ama bu tarihte, yardım alabilmek için federasyon oldu. Bize üye olan örgütler eğitimler yapıyorlar ve biz de onlara maddi ve ayni şekilde yardımlar sağlıyoruz. Y.K: Bir sivil toplum kuruluşu bir eğitim yapmak veya seminer yapmak isterse finansal destek veriyorsunuz. Bunun dışında bir oda isterse, bir eğitim alanı isterse onu da sağlıyorsunuz, değil mi? A.B: Evet. Diğer taraftan, ilk defa bir seminer yapmak ister ve birilerini davet etmek isterse, faaliyeti organize etmek için bu konuda da yardımcı oluyoruz. Y.K: Mesela hangi konularda yapılıyor bunlar? A.B: Çok farklı konular olabilir. Mesela bir grup, el işi yapmak ve öğrenmek isteyebilir ya da Küba’da olup bitenleri tartışmak isteyebilir. Hepsine yardımcı oluyoruz. İsveç tarihi, 88


Avrupa tarihi, işçi sınıfının tarihi de olabilir bu konular. Keza daha güncel bir konu üzerinde de olabilir. Y.K: Dikkatimi çeken bir konu var ve bizim, Türkiye’de alışık olduğumuz bir şey değil bu. Devlet ABF’ye para veriyor, ABF de bu parayı diğer sivil toplum kuruluşlarıyla paylaşıyor. Yani ABF parasını devletten alıyor. A.B: Evet. Y.K: Bu bizim alışık olmadığımız bir şey. A.B: Tabii bu da tamamen sorunsuz değil. Biz devlete bağlı olmadığımız için gurur duyuyoruz ama diğer yandan da yapabileceğimiz birçok şey devlete bağlı. Y.K: Peki ABF sadece devletten mi sağlıyor finansmanını, yoksa başka kurumlardan da para alıyor mu? A.B: Alabiliyor. Örneğin sendikayla bir proje yapacağımız zaman sendika bu projeye kaynak sağlıyor. Ama bize gelen paranın çoğu devletten geliyor. Devlet bu para için çok fazla şart da koymuyor. Yani bu parayı kendi inisiyatifimiz doğrultusunda kullanabiliyoruz. Y.K: Hükümetin sosyal demokrat olması, liberal veya muhafazakâr olması sizin aldığınız parayı ya da hükümetin sizin aldığınız paraya karışmasını etkiliyor mu? Yoksa bu hükümetlere bağlı olmayan bir devlet politikası mıdır? A.B: İsveç’in nüfusu 9 milyon. Bizim istatistiğimize göre bu 9 milyon kişinin 1 milyonu her sene bizim faaliyetlerimize bir şekilde katılıyor. Y.K: Her dokuz kişiden biri. A.B: Evet. Birisi eğitim görüyor, birisi seminere geliyor vs. Yani bu sistem epey bir oturmuş halk arasında ve bunu kaldırmak zor. Ama yine de bunu hoş görmeyen, kaldırmak isteyen ve bunun yerine de vergiyi düşürmeyi öneren sağ partiler var. Tabii bu da bir korkumuz aslında. Y.K: ABF aslında sosyal demokratlarla ve sosyal demokratların solundaki sol partiyle ciddi bir ilişki içinde. Peki, ülkedeki diğer partilerin de ABF gibi örgütlenmeleri var mı? Mesela muhafazakârların ya da liberallerin de büyük sivil toplum kuruluşları var mıdır? A.B: Var. Yani ABF kurum veya örgüt olarak dokuz örgütten biri. Diğer partilerin de örgütleri var. Diğer yandan, başka kurumların da bu tür örgütleri var. Örneğin, üniversitelerin ABF gibi kurumları var. Y.K: Bu dediğin dokuz örgütte neler var mesela? A.B: Üniversitelerin, kiliselerin, liberal partilerin, çiftçilerin örgütleri var ve onların hepsi aşağı yukarı ABF kadar faaliyet gösteriyor. Ama ABF en büyüğü ve en eskisi. Y.K: Genelde Türkiye’deki bu tür faaliyetlere katılanlara baktığın zaman gençler var ama gençlerin içinde kadınların sayısı belki biraz daha az. Gençlerin ABF’nin faaliyetlerindeki katılımı, inisiyatifi nedir? Bir de kadınların katılımı ne oranda? A.B: Biz her sene istatistiksel çalışmalar yapıyoruz. Bizim gördüğümüz şu: en fazla gençler ve yaşlılar katılıyor. Tabii gençler ve yaşlılar farklı kategoriler. Mesela gençlerin belediyede bir müzik grubu var ama müzik yapacak yeri yok. Biz onlara bir alan verebiliyoruz. 89


Y.K: Ve bunu ücretsiz olarak sağlıyorsunuz? A.B: Evet ücretsiz. Kaç saat çaldıklarının kaydını tutuyoruz. Biz de bu kayıt doğrultusunda devletten para alıyoruz. Y.K: Sizden para alan bir sivil toplum kuruluşu saat üzerinden kayıt tutuyor. Sonra yerelde iş yapan bütün sivil toplum kuruluşları o saat üzerinden tuttuğu kayıtları size veriyor. ABF de devletten para isterken saat üzerinden istiyor. Bütün sistem o zaman saat üzerinden işliyor. A.B: Evet. Bu çok önemli, her şey saat üzerinden oluyor. Mesela bir dernek herhangi bir konuda eğitim yaptı. Kaç saat olduğunu bize rapor ediyorlar. Biz de o saat karşılığında para veriyoruz ve o para da bazen yer kirasına veya eğitim için aldıkları kitaba gidebiliyor. Y.K: Saat üzerinden bir maliyet hesabı yaptığımızda az çok ne kadarlık bir yardım söz konusu? A.B: Fazla bir para değil ama aşağı yukarı saat başına 3 Euro. Ama dediğim gibi, bu para yer kirasına veya eğitim malzemelerine de gidebiliyor. Y.K: Peki Adnan, bir de bu ABF kimliğinin dışında İsveç’teki sosyal demokrat partinin gençlik kolunda da bir şekilde faaliyetler yürütüyorsun, değil mi? A.B: Evet. Y.K: Bildiğim kadarıyla Stockholm’deki gençlik örgütü partinin biraz daha solunda bir örgüt. Biraz bundan bahsedebilir misin? Ne yapar mesela Stockholm’deki gençlik örgütü? A.B: Genç olmak her yerde aynı. Birçok kampanya yapıyoruz, gençlerin de hoşuna gidiyor herhalde kampanya yapmak ve epey de yetenekliler. Y.K: Ne tür kampanyalar mesela? A.B: Mesela, geçen sene seçimler vardı. Sağ partiler kazandı; çoğunluk kazandı ve hükümet kurdular. Şu anda belediyenin evlerini özelleştirmek, satmak istiyorlar. Bu sorunun etrafında kampanyalar yapılıyor. Diğer bir örnek: İsveç’te bir kral var ve ona karşıyız; bunun etrafında kampanyalar yapılıyor. Y.K: Krala karşı yürütülen kampanya herhalde uzun yıllardır devam ediyor. A.B: Evet, aslında 1917’den beri devam ediyor. Y.K: Peki. Biraz gençlik örgütünün çalışma prensiplerinden bahseder misin? Mesela seçimler oluyor mu veya oluyorsa parti yönetimi o seçimlere karışıyor mu? Bir yönetim kurulu var mıdır? Yani o sistem nasıl yürüyor? A.B: Gençlik örgütünün başında bir federasyon var. O federasyonun altında da yirmi altı şube var. Stockholm büyük şehir olduğu için orada iki şube var. İki senede bir kongre yapılıyor ve orada bir kurul seçilip prensipler belirleniyor. Y.K: Daha çok “bu yönetim iki sene içinde bunları yapacak” gibi bir eylem planı mı? A.B: Bu prensipler, daha temel, uzun süre devam edecek bir program aslında. Y.K: İşin değerleriyle mi ilgili? A.B: Evet, daha çok ideolojik tarafı. Diğer taraftan kongrede alınan kararlar da yapılacak 90


işlerle ilgili. Mesela iki sene içerisinde belli konularda üç büyük kampanya yapılacak. Y.K: Peki, mesela Stockholm’deki gençlik örgütünün kaç üyesi var? A.B: Stockholm’deki iki örgütün şu an yaklaşık 5 bin üyesi var. Y.K: Peki, bu 5 bin gencin etrafında da başka bir halka var mı? Yani bu gençlerin etkilediği başka bir genç kitle? Bütün etkinlikler, bütün kampanyalar bu 5 bin genç üzerinden mi yürüyor, yoksa partiyle bir şekilde formel olarak bir ilişkisi olmayan, ne bileyim anarşistler veya daha çok küresel muhalefetle hareket eden ve partinin içinde yer almayan kesimlerle de birlikte yürüyor mu? Şundan dolayı soruyorum: Buradaki siyasi partilerin gençlik kolları pek de toplumsal muhalefeti örgütlemek üzerinden işler yapmıyorlar. Daha çok, kendilerini yetiştirip partide daha üst kademelere gelmek için partiyi bir giriş basamağı gibi kullanıyorlar. A.B: Yani bu anlamda bizim örgütün içinde böyle bir şey yok. Gençlerin birçoğu sendikadan geliyor. İsveç’te işçi sendikası ile sosyal demokrat parti arasında birçok anlamda çok uzun zamandan beri bir işbirliği var. Birçok sendikalı genç de sosyal demokratların gençlik örgütüne üye oluyor. Şu anda ana partiyle ilişkiler iyi ama zaman zaman kötü de olabiliyor. Y.K: Mesela hangi konularda gençlik örgütü ile parti anlaşmazlığa düşüyor? A.B: Mesela üç sene önce, İsveç’in, Euro para birimine geçmesiyle ilgili bir referandum vardı. Orada bir anlaşmazlık oldu. Y.K: Gençlik örgütü “hayır” mı dedi? A.B: Gençlik örgütü “hayır” diyemedi. Y.K: Yani yönetimi “hayır” diyemedi ama taban “hayır” dedi. A.B: Evet. Bu da partiyle olan ilişkilerde birkaç sorun yarattı. Ama asıl büyük sorun 1912’de yaşanmıştı. Sosyal demokratların gençlik örgütlerinin tümü partiyi bırakmıştı. Y.K: Peki. Son iki üç gündür burada Gençlik Çalışmaları Birimi ve Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın ortaklaşa düzenlediği ve sizin de desteklediğiniz bir eğitim var. Bugün bildiğim kadarıyla Freire’ler (Paulo Freire) falan tartışılıyor. Dünden beri de ilginç tartışmalar gerçekleşiyor. Biraz bununla ilgili, kendi deneyimin üzerinden, bir şeyler söyleyebilir misin? A.B: İlk gün sanki hazır değildim ve biraz da tuhaf oldu benim için. Sanki gençlerin sorunları, tartıştıkları konular, argümanları aynı; yani İsveç ve Türkiye birçok yönden çok farklı ama gençlerin sorunları aynı. Yani onların dediklerini İsveççeye çevirsek ve bir İsveçli okusa, bu eğitimin Türkiye’de olduğuna inanmayabilir, İsveç’teki herhangi bir gençlik eğitimi sanabilirdi. Y.K: Bu tabii iyi bir şey mi, kötü bir şey mi bilmiyorum ama en azından ilginç. A.B: Gençlerin sorunları olması iyi bir şey değil gerçi ama bu demektir ki, İsveç’teki bir genç ile Türkiye’deki bir genç işbirliği yapabilir. Y.K: Aynı dili konuşabilirler. A.B: Evet. Y.K: Peki. Çok teşekkürler bugün programımıza katıldığın için. Umarım seni bir kez daha 91


konuk edebiliriz. A.B: Ben teşekkür ederim. Y.K: Bugün ABF’den Adnan Bozkurt ile beraberdik. Bir sonraki programda tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

92


AEGEE Avrupa Burcu BECERMEN (13.02.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba, 94.9 Açık Radyo’dayız. Herkes Farklı Herkes Eşit programına hoşgeldiniz. Yörük Kurtaran: Merhaba G.N: Bugünkü konuğumuz Burcu Becermen. Burcu ile bir gençlik örgütlenmesi olarak Avrupa AEGEE ve deneyimleri hakkında konuşacağız. Hoşgeldin Burcu. Burcu Becermen: Hoşbulduk. G.N: Nasılsın? B.B: Teşekkür ederim iyiyim, siz nasılsınız? G.N: Biz de iyiyiz, çok teşekkürler. Öncelikle biraz bize kendinden bahsedebilir misin? B.B: Burcu Becermen 26 yaşında, İstanbul’da yaşayan, asıl mesleği konferans tercümanlığı olan, yaklaşık 6-7 yıldır da Türkiye’de ve Avrupa’da gençlik alanında çalışan bir insan. Y.K: Hemen bir şey sormak istiyorum: AEGEE nasıl okunuyor? Yani “aje” mi? “eyci” mi? Herkes farklı bir şekilde söylüyor da, doğrusu nedir? G.N: Tabii bir de açılımını söylemek lazım B.B: Aslında ikisi de değil, “ayje” diye okunuyor. Çünkü ilk olarak Paris’te kurulan bir öğrenci organizasyonu ve tam açılımı da “Association des États Généraux des Étudiants de l’Europe”. Türkçesi: “Avrupa Öğrencileri Forumu”. Y.K: Peki ne yapıyor AEGEE? B.B: AEGEE aslında herhangi bir öğrenci organizasyonundan çok daha farklı olarak, sadece öğrenci hakları ve benzeri üniversite konularında değil de, daha çok “Avrupa bütünleşmesi” ve “sınırsız bir Avrupa” konusunda çalışıyor. Bu amaca yönelik olarak da konferans, yaz üniversitesi, değişim programları ve daha büyük çaplı projeler de yapıyor. Ama aslında AEGEE’nin en büyük misyonlarından bir tanesi, sınırların oldukça fazla olduğu bir Avrupa’da, özellikle de hepimizin aklındaki sınırların çok fazla olduğu bir Avrupa’da, farklı yerlerden gençlerin bir araya gelerek ortak bir şeyler üretmesini sağlamak. Y.K: Sadece üniversitelerde mi örgütlü? Yani öğrenci olmak bir önkoşul mudur? B.B: Öğrenci olmak bir önkoşul değil AEGEE’ye üye olmak için. Bizim aslında çok da net olarak tanımlanmamış bir yaş aralığımız var. 35 yaşına kadar her genç AEGEE’ye üye olabilir, yani AEGEE’nin eski üyelerinin üye olduğu ağımıza üye olabilirler. Aslında ilk olarak üniversitelerde başlıyor; gerek ofis tesisi, gerekse diğer üniversite öğrencilerine erişim konusunda daha kolay olduğu için. Ama üniversite öğrencisi olmanız gerekmiyor. Y.K: Yani, ODTÜ’de AEGEE vardır, Ankara Üniversitesi’nde AEGEE vardır, diye mi yürüyor; yoksa Ankara’da AEGEE vardır diye mi yürüyor işleyiş? 93


B.B: Bu konuda AEGEE’nin önemli bir özelliği var, söylemeden geçemeyeceğim: AEGEE başta milliyetçilik olmak üzere pek çok ulusal şeye karşı çıktığı için, tamamen yerel ve Avrupa düzeyinde örgütlenen bir kurum. Hiçbir şekilde AEGEE Türkiye, AEGEE Hollanda ya da AEGEE Yunanistan diye bir şey yok ve yerel düzeyde de örgütlendiği için Ankara Üniversitesi’nde bir AEGEE örgütlenmesi veya Hacettepe Üniversitesi’nde bir AEGEE örgütlenmesi de yok. Tek bir AEGEE vardır her kentte ve o AEGEE örgütlenmesi belli kentlerdeki diğer üniversite öğrencilerine açıktır. Elbette ODTÜ’de de bir AEGEE ofisi olabilir, Ankara Üniversitesi’nde de bir AEGEE ofisi olabilir ama ikisi birbirine bağlıdır. G.N: AEGEE lokallerinin özel bir ismi var galiba? B.B: Biz onlara “Antenna” diyoruz. Y.K: Sen hangi Antenna’dansın peki? B.B: Ben Ankara’danım, Ankara’da okuduğum için Ankara’ya üye olmuştum. G.N: Şimdiye kadar programa davet ettiğimiz konukların çoğuyla yerelliğe çok önem vermekten bahsettik. Biliyorum AEGEE de yerelliğe çok önem veriyor ama çok yaygın bir yerelliği var. Oradaki koordinasyon nasıl yürüyor? Hani, bir merkez ofisi var mıdır, o yapı nasıl çalışır ya da farklı yerellerdeki AEGEE örgütlenmeleri nasıl iletişim kurarlar? Biraz bundan bahsedebilir misin? B.B: Tabii. Aslında AEGEE’nin ulusal bir yapısı olmaması gerçekten çok idealist ama her Antenna dediğimiz yerel birimin bir yürütme kurulu var ve Brüksel’de de dokuz kişiden oluşan bir merkezi yürütme kurlu var. Bu dokuz kişi de, bizim “Agora” dediğimiz ve yılda iki kez yapılan genel kurulla seçiliyor. Esas yürütme tamamen merkezi yürütme kuruluna ait ama onların işini kolaylaştıralım diye, örneğin bir kısmı sadece İskandinav ülkelerini ya da Balkan ülkelerini kapsayan, “Ağ Komisyonu” dediğimiz toplam on yapı var. Y.K: Peki Avrupa’da kaç Antenna var? B.B: İsveç’ten Gürcistan’a kadar yaklaşık 256. Y.K: Peki Türkiye’de? B.B: Türkiye’de tam sayıyı bilmiyorum ama en az 15 tane olması lazım. G.N: Bir genç AEGEE ile çalışmaya başladığında neler oluyor? B.B: Ben kendimden yola çıkarak anlatayım. Üniversite 2. sınıftayken Almancamı geliştireyim diye Alman Kültür Merkezi’ne gidiyordum ve oradaki birisi vasıtasıyla AEGEE ile tanıştım. AEGEE’ye katılan herkesin başına gelen ilk şey, tamamen ayrı bir dünyanın dili -hiçbir şekilde anlamadığınız birçok kavram duyuyorsunuz, Antenna, Agora gibi. Ama AEGEE’ye üye olduğunuzda başınıza şöyle şeyler de geliyor: Öncelikle Avrupa’nın her yerinden birçok arkadaş ediniyorsunuz. Örneğin ilk başlarda gezdikten, eğlendikten sonra “Ermeni Meselesini” konuşabileceğiniz Fransız arkadaşlarınız olur; Kıbrıs konusunu rahatlıkla konuşabileceğiniz Yunan arkadaşlarınız olur ve hatta ortak bir şeyler yapmaya başlarsınız. AEGEE’ye üye olunca insan aslında dünyaya farklı bakmaya ve ne yapmak istiyorsa o konuda inisiyatifler almaya yönelir. Y.K: Peki. Hep şöyle bir mit var ya hani, “ah şu Avrupalılar var ya” diye. AEGEE’ye katıldıktan sonra bu konuda insanlarda bir değişim oluyor mu, yoksa o insanlar hakikaten de önyargısız başka bir düzlemden mi gelip o sisteme katılıyorlar? B.B: Kesinlikle hayır, kimse önyargısız gelmiyor; elbette hepimizin önyargıları var ve ben 94


bunu oldukça doğal ve insani buluyorum. Yani hiçbirimiz gökten zembille inmiyoruz ya da AEGEE’ye üye olunca oradan kimse süper donanımlı çıkmıyor. Önyargılar hep var ama AEGEE önyargıların kırılması konusunda önemli bir rol oynuyor; çünkü “o insanlarla” birlikte çalışıyorsunuz. Olay sadece gezmek ve görmekle kalmıyor, birlikte çok ciddi projeler organize ediyorsunuz ve bunu yaparken de Avrupa düzeyinde bir sorunu ortak bir şekilde çözmeye çalışıyorsunuz. İnsan o noktada gerçekten de milliyetinin o kadar önemli olmadığını, insan olmanın daha önemli olduğunu anlıyor. Ama bir de şöyle bir şey var: Bence AEGEE, Avrupa’nın ufak bir yansıması. Avrupa’da ne kadar önyargı varsa AEGEE gibi Avrupa bütünleşmesine açık bir kuruluşta da önyargılar var. G.N: Peki bürokrasi de var mı? B.B: Tabii, olmaz mı! Mesela bu önyargıya bir örnek vereyim. Türkiye’deki ilk AEGEE lokali İstanbul. 1992 yılında katılıyor ve o sıralarda Berlin Duvarı yıkılıyor ve zaten AEGEE de stratejik olarak Doğu’ya doğru genişlemek istiyor. Ama o sırada Yunanistan’da bir genel kurul organize ediliyor ve o genel kurulda da “Türkleri ağımıza dahil edelim mi, etmeyelim mi?” gibi bir tartışmalar yapılırken, Yunanistanlı arkadaşlar kendi organize ettikleri etkinliği protesto ediyorlar. Yani bunların hepsi AEGEE üyesi ama gerçekten de önyargılar hep var. Fakat 3-4 sene sonra, insanlar birbirlerini tanıdıkça, bu yaşananların çok da makul olmadığını anlıyorlar ve hatta “hadi gelin bir Türk-Yunan sivil diyaloğu başlatalım” gibi önerilerde de bulunabiliyorlar. Y.K: Biraz bundan bahsedebilir misin? Türk-Yunan diyaloğu dedin, aslında atölyeler ve toplantılar yapılan bir festivaldi o, değil mi? Adı “Kayafest” sanırım? B.B: Evet, Kayafest. Bu proje, Türk-Yunan Sivil Diyaloğu, yaşanılan bu deneyimlerden sonra AEGEE’nin Türk-Yunan ilişkileri hakkında çalışma isteğiyle ortaya çıkıyor. Öncesinde bir “Barış Akademisi” projesi yapılıyor ve hatta koordinatörü de Dijan Albayrak’tı. Daha sonra da Avrupa Komisyonu’nun ve diğer pek çok kuruluşun desteğiyle de bu proje gerçekleştiriliyor. Amaç da “iki ülkede de sivil toplum çok zayıf ve düzgün yürüyen organizasyonlar yok; hadi beraber projeler yapalım, iki toplum arasında, gençlik organizasyonları arasında bir ağ oluşturalım” mantığıyla ortaya çıktı. Proje resmen 2003’te başladı ve ilk etkinlik, iletişim temalı, Sakarya’da gerçekleştirildi. Çünkü Sakarya’da o zaman kadar hiçbir uluslararası etkinlik yapılmamıştı. Gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler geldi. Daha sonra Kayafest’i organize ettik ve bu benim için gerçekten de en önemli etkinliklerden bir tanesiydi. Y.K: O kuşaktan, yani AEGEE’nin o kuşağından, Kayafest’te bir şekilde görev yapan insanların çok ilginç anıları var. B.B: Kesinlikle. Kayafest çok ilginç bir proje. Kayafest, tam adı “Kayaköy Gençlik ve Kültür Festivali”, Fethiye’nin eski bir Rum köyü olan Kayaköy köyünde gerçekleşti. Mübadeleden sonra tamamen boş kalmış, bırakın restorasyonu hiçbir şekilde ışıklandırılmamış ve herkesin unuttuğu hayalet bir köy. Festivali burada gerçekleştirmeyi düşündük ama “acaba yanlış anlarlar mı?” diye de endişelendik, mübadeleden dolayı. Ama daha sonra burayı gerçekten de önemsediğimiz için, içinde çeşitli atölye çalışmaları, konserler, sivil toplum kuruluşları fuarı gibi pek çok şeyi barındıran bir festival yaptık. Y.K: Müthiş bir sonuç kitabı da çıktı sanırım. B.B: Aynen öyle. Ben projenin koordinatörü olduğum için çok fazla objektif şeyler söyleyemiyorum ama gerçekten de öyle. Bu sonuç kitabının içinde bütün etkinliklerin özetlerini ve ileride Türk ve Yunan organizasyonlar bir araya gelip de gerek bu konularda ya da başka konularda etkinlik yapmak isterlerse diye “kimler var, neler yapılabilir, neler 95


sorun olabilir?” gibi deneyimleri içeren bilgiler var. G.N: Özellikle önyargılarla ilgili çalışırken, önyargıları oturup konuşmanın yanı sıra aslında insanlar beraber bir şeyler yaptıklarında, o önyargılar daha iyi kırılıyor. Gençlerin bir araya gelmesi ve ortak bir şekilde bir şeyler yapmasıyla ilgili çalışmalar yapan çok fazla örgüt var. Ama iş farklı kurumlarla da çalışmaya gelince orada birtakım zorluklar oluyor. AEGEE büyük oranda bu zorlukları aşmış olan örgütlerden bir tanesi. Biliyoruz ki, Türkiye’de ve Avrupa’da yaptığı çalışmalarda da birçok lobi faaliyetleri yürüttü ve birtakım sonuçlara ulaştı. Bunlardan biraz örnek verebilir misin? Bize oradan hikâyeler anlatabilir misin? B.B: AEGEE’nin merkezi Brüksel’de ve bunun en temel nedenlerinden bir tanesi, Brüksel’deki elçiliklere, Avrupa Birliği kurumlarına veya diğer kurumlara yakın olup bu lobi faaliyetlerini gerçekleştirmek. Örnek vermek gerekirse, hepimizin bildiği bir Erasmus Programı var. Avrupa’nın her yerindeki ve bazı program ülkelerindeki öğrenciler bu programa katılıp farklı ülkelerde öğrenimlerine devam edebiliyorlar. Şu anda Türkiye’de tam sayıyı bilmemekle birlikte, binlerce öğrenci bu programdan yararlanıyor. 1985-1987’lere dönersek, AEGEE kurulduğunda, AEGEE’nin kurucuları o zaman eğitim politikalarına harcadıkları bütçe kalemini artırmak istemeyen Fransa, Almanya ve İngiltere gibi ülkelere Champs-Élysées Sarayı’nda rest çekerek, bu konu hakkında çok ciddi bir lobi faaliyetinde bulundular. Daha sonra Erasmus Programı fikri doğdu ve bu program resmi olarak uygulamaya konuldu. Ama AEGEE, “Türkiye de bu programa dahil olsun ve onlar da bu deneyimi yaşasın” diye bir taraftan Türkiye’de Bakanlar Kurulu’na öneri sunarken, diğer taraftan da Avrupa’daki bütün AEGEE lokalleri birleşip Brüksel’de lobi yaparak Türkiye’nin 2002 yılında programa dahil olmasında etkili oldu. Y.K: Bildiğim kadarıyla sen Avrupa’da AEGEE’nin yönetim kurulunda bir yıl görev yaptın. B.B: Evet. Y.K: Avrupa’da gençlerin lobi yapması nasıl bir şey? B.B: Bu tür işlerde hiçbir zaman bir “sihirli değnek” yok. Öncelikle, hangi konuda lobi yapmak istediğinizi çok iyi bilmeniz lazım. Mesela yine bir örnek üzerinden anlatayım. Şu anda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki öğrenciler bu programlara katılamıyorlar; çünkü onların üzerinde ciddi bir izolasyon var. Bu durumda ne yapar AEGEE? Önce oradaki durumla ilgili bir rapor hazırlar; gerekirse bir iki basın toplantısı yapar -her yerde gazeteci öğrenci arkadaşlarımız olduğu için bu, işimizi de kolaylaştırıyor. Daha sonra Brüksel’de AEGEE Avrupa, üye olduğu diğer öğrenci veya gençlik kuruluşlarıyla beraber faaliyetler gösterir. Ama en önemlisi Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu milletvekilleri, bizi destekleyebilecek kuruluşlar ya da oradaki büyükelçilikler tek tek ziyaret edilerek konu hakkında lobi yapılır. Diğer taraftan da Türkiye’de ya da K.K.T.C.’de hükümetle görüşülür. Y.K: Bir yıl Brüksel’de bulunmuşluğun üzerinden sormak istiyorum: Avrupa’da genç olmakla Türkiye’de genç olmak arasındaki farklar nelerdir? B.B: Zor bir soru. Tabii farklı ama çok benzer noktalar da var. Farklı noktalar var, çünkü Türkiye’de gençler çok daha farklı bir eğitimden geçiyorlar; bizim eğitim sistemimiz ile pek çok Avrupa ülkesindeki eğitim sistemi arasında büyük farklar var. Diğer taraftan, işsizlik oranı çok yüksek ve bizde gençler gelecek hakkında çok karamsarlar. Bu, Avrupa’da da bazı ülkelerde var, mesela Polonya’da. Ama büyük bir çoğunluğunda durum böyle değil. Dolayısıyla Avrupa’daki gençler çok daha fazla şansa sahipler. Örneğin vizeden muaflar ve istedikleri her yere gidebiliyorlar. Tabii artık herkes internete erişebildiği için benzer noktalar da var. Bunu göz önünde bulundurursak hayata bakışları, hayattan beklentileri veya kendi aralarındaki muhabbetlerinin de çok farklı olduğunu düşünmüyorum. 96


G.N: Başka bir taraftan baktığımızda da, zaten burada olmayan homojenlik orada da yok. Geçen sene yapılan, gençlerin Avrupa algısını ölçmeye çalışan araştırmaların bir tanesinde, “Avrupalılar bizi çok yanlış tanıyor, çok büyük önyargıları var; biz biliyoruz onları” diye bir çıktı var. Yani Avrupa’yla ilgili bir şeyler söylerken kendi sözünden çok emin olup, ama “Avrupalılar Türkleri nasıl görüyor sizce?” diye sorulduğunda ise “kesin yanlış görüyorlar” diye bir cevap var. Senin deneyiminde de buna benzer bir çıktı var mı? B.B: Bu da bir önyargı bence; çünkü bu tamamen kişilere bağlı bir şey. Yani, eğer siz Türkiye’de yaşayan bir genç olarak gerçekten bir şeyler okuyup, araştırıp, başka yerlerden insanlar tanıyabiliyorsanız gerçekte ne olup ne bittiğini çok daha iyi fark edebilirsiniz. “Avrupa’da gençler bizi istemiyor, sevmiyor” gibi hissediyoruz ama oradaki gençler çok da fazla bir şey bilmiyor bizim hakkımızda. En son yapılan anketlere göre Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin gençleri eski jenerasyona göre, Türkiye’nin AB’ye üye olmasını daha fazla istiyorlar. O yüzden bu tür “bizi sevmiyorlar, istemiyorlar” gibi bakış açıları yanlış algılamalardan ve kopukluklardan geliyor diye düşünüyorum. G.N: Bu noktada da herkes için “hareket edebilme özgürlüğü” çok önem kazanıyor yine. B.B: Evet. Y.K: Kapatmadan önce bir soru daha: Mesela ben Ankara’da bir gencim ve AEGEE ile bir şeyler yapmak istiyorum. Ne yapmam gerekiyor? B.B: Aslında çok fazla bir şey yapmanıza gerek yok, ofise uğramanız ve üye olmanız yeterli. Y.K: Belli zamanlar var mı, üye olmak için? B.B: Bu aslında her yerel kuruluşun kendi karar verdiği bir şey. Yani her “yerel”in yönetimsel olarak bazı üye alma dönemleri olabilir; bu tamamen onlara ait bir karar. Ama dediğim gibi ofise uğrayıp, belki web sitesini gözden geçirip hangi etkinliklerin olduğunu öğrenerek mevcut çalışma gruplarında işe başlayabilirsiniz. Zaten önce, gerek AEGEE gerek sivil toplum hakkında çeşitli eğitimler oluyor ve hali hazırda devam eden projeler tanıtılıyor. Y.K: Bugün Burcu Becermen ile AEGEE hakkında sohbet ettik. Çok teşekkür ederiz katıldığın için B.B: Ben teşekkür ederim Y.K: Başka bir programda tekrar sizlerle birlikte olmak dileğiyle, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

97


Sosyal Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği Gençlik Çalışmaları Başak EREL – Goncagül GÜMÜŞ (16.01.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba, 94.9 Açık Radyo’da Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız. Yörük Kurtaran: Merhaba G.N: Bugünkü programımızda iki konuğumuz var: SKYGD diye söylemeye alışkın olduğumuz, Sosyal Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği’nden Başak Erel ve Goncagül Gümüş. Hoşgeldiniz. Başak Erel: Merhaba, hoşbulduk. Goncagül Gümüş: Hoşbulduk. G.N: Öncelikle birazcık kendinizden bahseder misiniz; kimsiniz, ne yapıyorsunuz? B.E: Başak Erel, Radyo-Televizyon-Sinema bölümü mezunuyum, yaklaşık beş yıldır fotoğrafla ve sivil toplumla ilişkiliyim. Şu anda da içinde bulunduğum projede çocuklarla birlikte fotoğraf atölyesi yapıyorum. Y.K: Fotoğrafçı mısın peki? B.E: Fotoğrafçı derken neyi kastettiğimize bağlı; evet fotoğraftan hayatımı da kazanıyorum, hobi olarak fotoğraf da çekiyorum. G.N: Peki. Goncagül? G.G: Ben de 1999 itibariyle bu alanda çalışıyorum; önce deprem sonrası çalışmalar, sonra da sokakta çalışan çocuklarla çalışmalar. Şimdi de Çingenelerle çalışıyorum. Bunun dışında, öğrenciyim ama çok aktif olduğu söylenemez. Y.K: Yanlış hatırlamıyorsam ikiniz de 30 yaş altındasınız. Bugüne kadar zaten hep genç arkadaşları buraya konuk ettik, bugün de öyle. Peki, SKYGD ne yapıyor, nasıl bir kurum, biraz bundan bahsedebilir misiniz? G.G: SKYGD, 1999’da deprem sonrası çalışmalar yapan bir grup gönüllünün kurduğu bir dernek aslında. 2001 yılında resmen kuruldu. İstanbul merkezli bir kuruluş ve şube çalışması yürütmüyor; projeler üzerinden farklı illerde çalışmalar yürütüyor. Ağırlıklı olarak “risk altındaki” çocuk grupları üzerine çalışıyor. Bugüne kadar Diyarbakır, Kocaeli, Afyon ve İstanbul’da çeşitli projeler yürüttü. Çalışmalarını yerel yönetimlerle aktif işbirliği halinde yürütüyor ve ayrıca bunu çok önemsiyor. Aslında çocuk merkezli çalışıyor ama çocuğun çevresinde olan aile, okul, muhtarlıklar gibi çocuğu çevreleyen yapılarla ilgili projeler yürüten bir kuruluş. Y.K: Yeni bir kurum aslında. G.G: Evet. 1999’dan 2001’e kadar da çalışmalar yürüttü ama resmen 2001’de kuruldu. Y.K: Sanırım ikiniz de Çingenelerle ilgili bir projede yer alıyorsunuz. Bu proje eski bir proje 98


aslında ve şu anda başka bir şeye evrilmiş durumda, bir alan çalışması oldu galiba. Biraz bundan bahsedebilir misiniz? G.G: Aslında SKYGD’nin çalışma tarzı, bir program üzerinden bir ile girmek ve o ilin sorunlarına ve ihtiyaçlarına göre yerel yönetimle ortak çalışmalar yürütmek. Tabii o projeler bir süre sonra farklı noktalara evriliyor. Örneğin İzmit deprem sonrası da göç almaya devam eden bir yer olduğu için, orada, çalışan çocuklara yönelik bir çalışma başlattık; SHÇEK (Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu), belediye, valilik, baro ve diğer kurumlarla birlikte bir merkez kurduk. Daha sonra o merkez çalışmalarını yürütürken mahalle çalışmaları da yapıyorduk. Mahalle ve saha çalışmalarında gördük ki, Çingene çocukların ve ailelerin daha özel ihtiyaçları var. Üçü de birbirinden farklı özelliklere sahip üç Çingene mahallesi vardı İzmit’te. Buralara gidip insanlarla sohbet ettik, kâğıt toplayıcılığı ve ayrıştırmalı çöp toplayıcılığı yapan ailelerle vakit geçirdik. O noktada İzmit’te başka bir proje gelişti; Romanların yaşadığı mahallede bir birim açmak ve bu birime de mahalleden bir Romanın istihdam edilmesi yoluyla çocukların ders çalışabilecekleri, kadınların vakit geçirebilecekleri ve erkeklerin maç izleyebilecekleri bir sosyal mekân yaratmak hedeflendi. Çünkü Türkiye’nin her yerinde de artık görüyoruz ki bu mahallelerde sadece kahvehaneler, düğün alanları var ama bunun dışında herhangi bir hizmet modeli yok -sağlık ocaklarını bile bu mahallelerde görmek çok mümkün olmayabiliyor. Bu birim bir yıl çalıştı ve hâlâ çalışmaları devam ediyor. Oradaki deneyim nereye, nasıl taşınabilir noktasında da, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu ve Edirne Roman Kültürünü Araştırma Geliştirme ve Yardımlaşma Derneği ile birlikte bu projeyi geliştirdik. Bu proje de bölgelere gidilip ziyaret edilerek seçilen dört ildeki Zonguldak, Çanakkale, Mardin ve Batman- Roman gruplarla çalışmaları içeriyor. Y.K: Mardin ve Batman’da da Çingenelerin olduğu bölgeler var, öyle mi? G.G: Evet. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da da varlar ama Türkiye’de buna dair yapılmış herhangi bir çalışma yok. G.N: Daha görünmezler yani? G.G: Evet. Bizim de onları bulmamız çok zor oldu. Y.K: Peki belirli illerde yoğunlaşma var mı? “Çingeneler şu bölgede daha fazladır” gibi bir şey söyleyebilir miyiz? G.G: Örneğin Çanakkale ve Edirne, nüfuslarının yoğun olduğu bölgeler. İzmir, Adana, Mersin de öyle. Ama her bölgede varlar aslında, bazen bir mahalle bazen birkaç mahalle de olsa. B.E: Yoğun olarak göç de ediyorlar, mevsimlik göçleri de çok fazla. Y.K: Ben de şimdi tam onu söyleyecektim. Mersin ve Adana dediğimiz zaman, aslında bunlar belirli dönemlerde göç alan iller. G.N: Programdan önce sormuştuk “Çingene mi diyeceğiz, Roman mı diyeceğiz?” diye. Şimdi her ikisini de kullanıyoruz. Yani neye göre değişiyor ya da kim belirliyor bunu? En azından saha deneyiminiz üzerinden bu konu hakkında bir şeyler söyleyebilir misiniz? G.G: Konunun uzmanı olmamakla birlikte, birçok sempozyum, okuma ve pratik bir dört yıl üzerinden söylenebilecek şey sanırım şu: Etnik olarak bu grubun adı “Çingene” olarak geçiyor. Fakat bu, Türkiye’de ve birçok ülkede “Roman”a dönüşmüş durumda. İlk ilişki kurduğumuzda “Türk’üz” ya da “Kürt’üz” diyorlardı. Bir süre sonra o ilişki daha dostane olduğunda ve güvenle desteklenmeye başlandığında, Roman olduklarını kabul ediyorlar. 99


Fakat o ilişki biraz daha ilerledikçe “hayır, biz aslında Çingene’yiz” diyorlar. Bunu da şöyle açıklıyorlar: “Çingene sözcüğü Türkiye’de birçok yerde, hatta birçok sözlükte dahi çok aşağılayıcı şeylerle karşılık buluyor”. Dolayısıyla bunun üstesinden gelmek adına Roman diye bir kavram üretilmiş. Örneğin kendilerini birbirleriyle kıyaslarken “biz Roman mahallesiyiz, iyiyiz; onlar Çingene mahallesi, kötü” diyebiliyorlar. Türkiye’deki ilk Roman derneği 2001’de kuruluyor ve Çingene ismiyle kuruluyor. Ama daha sonra bu tartışmalardan dolayı onlar da isimlerini Roman derneğine çevirdiler. Böyle ikircikli bir durum var ama biz bu tartışmaya pek fazla girmiyoruz; önemli olan onların kendilerini nasıl ifade ettikleri. Biz etnik temelli bir çalışmadan çok bu grupların sorunları ve ortak çözüm yollarıyla ilgileniyoruz. Y.K: Projenin geçmişinden biraz bahsettiniz. Peki, bugün projeyle ilgili ne yapıyorsunuz? Biraz bahsedebilir misiniz? G.N: Çocuklarla bir şeyler yaptığınızı söylemiştiniz, belki bunlardan bahsedebiliriz. B.E: Gittiğimiz mahallelerde insanların güvenini kazanmak için ilk önce çocuklarla iletişime geçmek çok daha iyi bir yol oluyor. Çocuklarla daha önce İzmit’te yaptığımız bir “karanlık oda” çalışmamız vardı, üç aylık dersler ve atölye çalışmaları halinde. Bu çalışmayı da daha önce Özcan Yurdalan 47 ve ekibinin 1999’da depremden sonra yaptığı çalışmadan uyarladık. Fakat bu projede uyguladığımız metot, teknik kısımları alınmış ve çocukların kendi hayatlarına uyarlayabileceği bir metot şeklindeydi. Çok basit tekniklerle bir haftalık bir çalışma yapıyoruz ve hemen ardından da kendilerinin istedikleri konularda çekimler yapmaya başlıyoruz. Daha sonra da mahallelerde yerel sergiler düzenliyoruz; çocuklarla birlikte mahallenin en sevdikleri yerlere bu fotoğrafları asıp, onların kendi yarattıkları dünyalarını başkalarıyla da paylaşmalarını sağlıyoruz. G.G: O mahalleler çok fazla girilen mahalleler olmadığı için, her çalışmamızda en çok zorlandığımız şey, bu sergiler. Fakat o mahalleler girilebilir ve yaşanılabilir yerler. O mahallelerin ait olduğu şehrin yöneticilerini, o şehirde bir şeyler yapmak isteyen STK temsilcilerini de alıp o mahallelere götürüyoruz ve güzel de bir etkileşim oluyor aslında. Y.K: Halkın katılımı nasıl peki? Yani o mahallenin insanı kendi çocuklarının çektiği resimler hakkında neler söylüyorlar, neler düşünüyorlar? B.E: Her şeyden önce Çingene mahallelerinde, insanların evlerine girdiğinizde de anlıyorsunuz, fotoğraf onların çok önem verdiği bir şey. Ne kadar fakir olsalar da o evlerin duvarlarında mutlaka bir fotoğraf oluyor. Bu yüzden onlar görselliğe çok yatkın insanlar zaten. Örneğin, Zonguldak’ta yerel basının ve belediye başkanının davetli olduğu bir sergi düzenledik, mahallenin girişine iplerle fotoğrafları astık. 15-20 dakika sonra misafirler sergiyi ziyarete geleceği için “çocuklar, lütfen misafirlerimiz gelmeden fotoğraflarımızı sergiden almayalım” dedik. O sırada da ben kamerayla sergimizin çekimini yapıyordum ve çocukların kendi aralarından seçtikleri biri benim yanıma gelip “Başak Abla” deyip bir şeyler anlattı. Daha sonra yanımdan gidince dönüp baktığımda sergide hiçbir fotoğraf yoktu. Çocuklar kendi inisiyatifleriyle sergiyi iptal etmiş oldular. Çünkü çocukların tek derdi fotoğraflarını oradan alabilmek, sergi falan umurlarında değil; çok da anlaşılabilir bir şey bu. Y.K: Bir de sanırım mahalle çalışmasının sonucunda sempozyum gibi bir şey var, değil mi? B.E: Evet. İstanbul’da olacak bu sempozyum ve Mayıs ayında düzenlemeyi düşünüyoruz. 47 Ankara

Fotoğraf Sanatçıları Derneği ve Fotoğraf Vakfı kurucuları arasında yer alan Özcan Yurdalan ve ekibi 1999 depremi sonrasında Fotoğrafçı Çocuklar Atölyesini yürütmüştür.

100


Hem çalıştığımız dört ildeki Çingene gruplarından birileri hem de o ilin yerel yönetimlerinden birileri davet edilecek. Onların yaşamsal sorunlarına dair bir tartışma ortamı yaratmayı hedefliyoruz. Ayrıca bu sempozyumda projemizi anlatan bir belgesel ve hem bizim çektiğimiz hem de çocukların çektiği fotoğraflardan oluşan bir de sergi olacak. G.G: Ama bu sempozyum öncesinde, çalışma yürüttüğümüz her ilde Roman gruplar ile Roman örgütlerini bir araya getiriyoruz ve aynı zamanda da yerel kurumlar ile bir araya gelip toplantılar yapıyoruz. Aslında sempozyum bunların bir final çalışması gibi olacak ve diğer yandan da son dönemde İstanbul’da kentsel dönüşüm adı altında başlayan yıkım sürecini de gündeme getireceğiz. Çünkü yıkımlar sonrasında insanlar ciddi sorunlar yaşıyorlar. Y.K: Peki sempozyumun ardından aynı kitleyle yine bir şeyler yapmak ve projeyi geliştirmekle ilgili bir fikir var mı? G.G: Benim altı yıllık alan çalışması deneyimimden edindiğim şey, projede çalışmaktan çok alanda çalışmanın size beraberinde birçok sorun getirdiği; daha sonra da bu sorunları tartışıp onları projelendirmek ve onlara kaynak aramak doğru bir yöntem. Tabii Türkiye’de son dönemde fonlara göre proje hazırlanıyor. Dolayısıyla biz bu projeyi yürütürken Zonguldak’taki durumun çok daha sorunlu olduğunu gördük. Bunun yanında Çanakkale’de 5 bine yakın bir nüfus var ve oradaki problemler de çok ciddi. Batman ve Mardin, Romanlar açısından hem nüfusun daha düşük olduğu yerler hem de bölgenin genel sorunlarına dahil gibi duruyorlar -tabii ki orada da kimliklerinden dolayı yaşadıkları sorunlar var. Dolayısıyla Zonguldak ve Çanakkale’ye yoğunlaşmamız var şu an ve proje bitiminde yeni çalışmalar oluşacak. G.N: Çingenelerle beraber çalışırken gençlerle ilgili fark ettiğiniz, gözlediğiniz bir şeyler var mı? Türkiye’nin neresine bakarsanız bakın gençlerin nüfus olarak çoğunlukta olma durumu söz konusu. Ama nüfus olarak çoğunluktayken diğer taraftan da gençlere özel olarak yapılan herhangi bir şey yok ve gençlik dönemi de hayatla nereden ilişki kurulacağını belirleyen bir dönem olduğu için o döneme çok dikkat etmek gerekiyor. Tüm bu saha deneyiminden hareketle, Çingene gençlerle ilgili neler söyleyebilirsiniz? G.G: Bizim gözlemlediğimiz hep şu oldu: Evet, Türkiye’de sosyal ve ekonomik anlamda ciddi sorunlar var: işsizlik, eğitim, sağlık, konut gibi. Çingenelere baktığınızda bu sorunların iki kat arttığını görüyorsunuz; bunlara ulaşımlarında ciddi sorunlar var. Romanlara dair “onlar formel hayatı reddederler, enformel hayatı yaşarlar ve aslında eğitimle çok da ilişki kurmak istemezler” gibi önyargılar var. Kesinlikle bu böyle değil, çocuklar için de, gençler için de, yetişkinler için de. Romanların “kendi kurtuluşlarına” dair söyledikleri tek şey, çocuklarının eğitim alabilme şansıdır. Yetişkin kuşak zaten eğitim alamamış, genç kuşak alamıyor ve çocukların da eğitimle ilişkilenmesine dair ciddi sorunlar var ve bunların çözümüne ilişkin olarak sizin geliştireceğiniz model bir noktada işe yarıyor ama çözüme götürmesi mümkün değil. Gençlere, eğitime devam etmelerine yönelik bir şey yapmak istediğinizde, o mahallelerdeki okulların çok kötü olması gibi sorunlarla da karşılaşabiliyorsunuz. Y.K: Birbirine bağlı birçok sorun var. G.G: Evet. Dolayısıyla bütünlüklü çözüm önerileri ve modeller yaratmak gerekiyor. Ama burada sadece Romanlar üzerinden düşünebileceğimiz bir durum da yok, ekonomik olarak daha iyi olan ülkelerde belki bu şekilde tartışılabilir ama Türkiye’de zaten sorunlar yumağı varken Romanlara artı bir şey gerekiyor, fakat o artı şeyi yapmanız bile yeterli olmuyor. Örneğin çocuğu okula başlattığınızda çocuğun çalışabileceği bir ev, bir ortam yok, insanlar 101


içinden kanalizasyon geçen 40-45 m² evlerde oturabiliyorlar. Gençler enformel çalışma alanlarında veya illegal alanlarda yer alabiliyorlar ve bizim mülakatlarda söyledikleri bir şey var bu gençlerin: “Biz bunu yapıyor ve yaşıyoruz ama burada olduğumuzu neden kimse sormuyor?” Y.K: Görünür olmak istiyorlar ya da seslerinin duyulmasını istiyorlar sanki. G.G: Tabii tabii. Bu bir tercih değil ve buna tercih olarak bakmamak gerekiyor. Y.K: Evet. Peki. Programımıza katıldığınız, zamanınızı ayırdığınız için çok teşekkürler. Umuyoruz farklı bir programda tekrar birlikte olabiliriz. Son olarak, size ulaşmak için iletişim bilgilerinizi verebilir misiniz? B.E: Tabii ki. SKYGD’nin telefonu: 0 212 252 70 54 ve internet adresimiz de: www.sosyalkulturelyasam.org G.N: Tekrar çok teşekkürler geldiğiniz için. B.E: Biz teşekkür ederiz G.N: Önümüzdeki hafta tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

102


Gençlik Eğitimleri ve Tutum Değişikliği E. Sener ÜNAL (20.02.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba. 94.9 Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız. Yörük Kurtaran: Merhaba G.N: Bugüne kadar programımızda çeşitli gençlik eğitimlerinden bahsettik, insan haklarıyla ilgili olan veya homofobiyle ilgili olan. Bugünkü konuğumuz ise bu bahsettiğimiz eğitimlerin arka planında eğitmen olarak çalışan arkadaşlarımızdan biri: Sener Ünal. Kendisiyle tutum değişikliğine yönelik eğitimler ve “deneyimsel öğrenme” hakkında konuşacağız. Hoşgeldin Sener. Sener Ünal: Hoş bulduk. G.N: Birazcık kendinden bahseder misin bize, kimdir Sener Ünal? S.Ü: 1978 yılının Temmuz sıcağında doğmuş, yaptığım işlerin ve kendi karakterimin cevabı olarak “kimsin sen?” sorusuna cevap veremeyen biriyim aslında. Sadece şunu söyleyebilirim: Yaklaşık altı senedir gençlik alanında eğitimle ilgili bir şeyler yapmaya çalışan naçizane bir insanım. Y.K: Peki. Bu gençlik alanındaki eğitimlerde formel olmayan yöntemler 48 nelerdir? Mesela okuldaki eğitimden ne farkı var? S.Ü: Aslında konuyu “deneyimsel öğrenme döngüsü” üzerinden anlatmakta fayda var. Deneyimsel öğrenme döngüsünün farkı, herhangi bir tema ya da konu üzerinde, o konunun deneyimlenmesini sağlayan metotları kullanarak yapılan bir eğitim sistemi ya da metodolojisi diyebiliriz. Tam da bu noktada, aslında önemli olan iki unsur var: katılımcı ve eğitmen. Her ikisini de deneyimlediğim için, ikisinin çok da farklı yerlere konulmaması gerektiğini düşünüyorum. Y.K: Hangisinde olmak daha zor? S.Ü: Bu galiba ne kadar işin içinde olduğunuzla alakalı. Şu anda, katılımcı olmak daha zor geliyor, çünkü uzun zamandır deneyimlemedim. “Deneyimlemedim” dedim, buradan devam edeyim. Deneyimsel öğrenme metodolojisi içinde formel olmayan yöntemler kullanmaya çalışıyoruz. Bunun asıl amacının da özellikle gençleri, üzerlerine yapışmış veya artık bir şekilde kalıp halinde kalmış o “düşünce” ve “değer” gibi birtakım olguları yavaş yavaş değiştirmeleri konusunda cesaretlendirmek olduğunu düşünüyorum. Bu aynen şuna benziyor: Kendinizde bir değişiklik yaptığınızda, örneğin eğer uzun saçlıysanız ve bir gün saçlarınızı kestirdiğinizde aynaya bakıp “ben bu muyum?” diye bir tepkiyle karşılaşmak gibi. Y.K: Çok içten anlattın, saçların uzun muydu? S.Ü: Evet. Bir şeyleri ancak deneyimlediğimiz zaman daha iyi farkına varıyoruz ve onu da 48 Ayrıntılı

bilgi için Nurhan Yentürk, Yörük Kurtaran ve Gülesin Nemutlu tarafından derlenip ,2008 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından çıkarılmış olan Türkiye’de Gençlik Çalışması ve Politikaları kitabından ‘Gençlik Çalışmaları Kapsamında Formel Olmayan Eğitim’ makalesine bakabilirsiniz.

103


hayatımıza başka bir dönemde uygulamaya çalışıyoruz. Böyle bir döngüden bahsediyorum aslında. G.N: Bir şeyi öğrenmek için onu deneyimlemek gerek diye bahsettik. Örneğin, yoksullukla ilgili bir farkındalık yaratmak için ceplerindeki parayı mı alıyoruz? Nasıl oluyor o deneyim ya da deneyimlemek dediğimiz durum? S.Ü: Aslında “evet deneyimledik ve her şeyi anladık” gibi bir durum yok orada, lakin üzerine düşünmek de gerekiyor yaptığımız şeyin. Biz eğitimlerde konuya odaklı metotlar kullanarak, kendi yaşantılarında görmedikleri bir olguyu farklı bir ortamda görmelerini sağlamaya çalışıyoruz. G.N: Deniyorlar aslında. S.Ü: Evet. Yani daha önce denemedikleri bir şeyi deniyorlar ve o anda -güvenli bir ortamda- bunun üzerine düşünme fırsatı yakalıyorlar; çünkü bir şeyleri düşünüp sonra onları yorumlamak çok da alışkın olduğumuz bir şey değil. Daha sonra “öyle de olabilirmiş” düşüncesini yaratınca zaten işin gerisi kişinin kendisine kalıyor. Y.K: İşe yarıyor mu? S.Ü: Bence işe yarıyor ama galiba eğitimden sonra o eğitime katılanlara birtakım destekleri de vermek gerekiyor. “Eğitime katıldın ve değiştin” gibi bir şey yok. İşe yaraması süreçte ne kadar destek verdiğimizle doğru orantılı. Y.K: Bir de, farklı düzeylerdeki katılımcıların ortak bir deneyimden aynı sonucu çıkarmama olasılığı yüksek mi? Tamamen kişilerin kim olduklarına, hayata nasıl baktıklarına ve o eğitimden sonra ne yaptıklarına göre değişen bir süreç sanırım, değil mi? S.Ü: Aynen öyle. G.N: Başlangıç noktaları da birbirlerinden farklı olarak ve farklı birikimlerle o deneyime giriyorlar. S.Ü: Şöyle bir şey de eklenebilir: Farklı insanların bir araya gelmesi öğrenme düzeyini arttıran bir durum; çünkü deneyimsel öğrenmenin temelinde “birbirinden öğrenme” de var. G.N: Farklı insanların bir araya gelmesi mi, farklı insanların farklılıklarını ortaya koyabildikleri bir şekilde bir araya gelmesi mi? Yani şunun üzerinden düşünüyorum: Okuldayken biz de çok farklıydık ama aynı üniforma, aynı sıra vs. gibi şeyler de vardı. S.Ü: Aslında biraz da eğitmenin görevi bu, farklı insanların bir araya geldiğinde düşüncelerini ortaya koyabilmesi için bu ortamı sağlaması gerek. Y.K: O güvenli ortamı? S.Ü: Evet, güvenli ortam dediğim tam da bu. Bir araya getirmek ilk adım ama daha sonra güvenli bir ortam yaratmak lazım ki düşüncelerini ortaya dökebilsinler ve farklı düşüncelerden de bir şeyler alabilsinler. Y.K: Peki bu metotlar Türkiye’de gençlik alanında çalışan sivil toplum kuruluşları tarafından uygulanıyor mu? S.Ü: İşin çok içinde olduğum için “evet, uygulanıyor” diyebilirim ama aslında nerelere baktığımıza göre değişiyor. Şu anda hızlanmış bir süreç var ve bundan sonra artık “yerine oturma” dönemine girebilir. Fakat sivil toplum kuruluşları özellikle gençlerle çalışırken 104


deneyimsel öğrenme gibi metotları kullanmayı istiyorlar ve bu konuyla ilgili kaynakları kullanmak için de ellerinden geleni yapıyorlar -çünkü çok aktif bir yöntem. Y.K: Şöyle bir geleneğimiz var ya: “Ben araba tamircisi olmak için eğitim aldım ve dünyanın en iyi araba tamircisi oldum”. Örneğin ben eğitmen olmak istesem bununla ilgili bir süreç var, ama sanırım bu biraz da insanların “hamurunda olmasıyla” ilgili. Mesela, insan haklarıyla ilgili bir eğitim sürecine girdiğimde gerçekten de insan haklarına çok saygılı biri mi oluyorum? S.Ü: Tabii ki bu eğitmen olma sürecini tecrübe etmek çok önemli ve bu sürecin bittiği bir nokta olduğunu da düşünmüyorum. Ama mutlaka kişinin içinde de bir şeyler olması gerekiyor. Y.K: Herkes eğitmen olamaz mı diyorsun? S.Ü: Bu kadar kesin söylemiyorum ama galiba içinde bir coşku olması gerekiyor bununla ilgili. G.N: Peki bu gençlik eğitmenliği denilen mevzu nasıl bir şey? Bunun bir formasyonu, bir okulu var mı? Nasıl eğitmen oluyor bu insanlar? S.Ü: Aslında bu konularla ilgili kanalları takip ederseniz birçok “Eğitmen Eğitimi” çağrısı duyabilirsiniz. G.N: Tabii çoğunlukla sivil toplum kuruluşları tarafından. S.Ü: Evet. Tabii ki kurum önceliği, eğitimin amacı gibi belirli kriterler de var ama bundan önce kendimize bakıp “ben eğitmen olur muyum, olmaz mıyım?” gibi bir sorunun cevabını da eğitime katılmadan öğrenemiyoruz. G.N: Yani deneyimsel öğrenme döngüsüyle çalışabilen bir eğitmen olmak için, önce deneyimsel öğrenme döngüsüyle işleyen bir eğitmen eğitimine katılmak lazım. S.Ü: Evet ama başta onu fark etmeden yapıyoruz, daha sonra farkına varıyoruz. Tam da bu noktada, eğitime katıldıktan sonra kendimize bir yol seçiyoruz. Aslında her eğitmenin kendisine göre belli yolları ve metotları var -ki zaten bundan dolayı eğitim vermek bir takım işi. Dolayısıyla herkes kendi eğitim verme tarzını yaratıyor ve mutlaka başlarda birilerini örnek alıyoruz, her şeyde yaptığımız gibi. Ama kendi yolunu çizerken aslında “herkes eğitmen olabilir mi?” sorusunun cevabı geliyor. Her meslekte olduğu gibi, işini hakkıyla yapan ve yapmayan insan modelleri bu alanda da var. G.N: Burada tabii “niye?” sorusu da önemli; niye tutum değişikliği yaratmaya çalışıyoruz bu eğitimler aracılığıyla? Mesela sen altı yıldır bu alanda çalışıyorsun; birçok eğitmen eğitimi yaptın, birçok farklı eğitmenle farklı şehirlerde, farklı ülkelerde eğitimlere katıldın. Niye? S.Ü: Çok sevdiğim bir cümleyi, bir anlatımı paylaşayım öncelikle: “Doğru yolu yürümek gerekiyor”. Kendimce bir doğru yolum var. Bunu açmam gerekiyor ama öncelikle “yanlış yol doğru yürünmez”i ortaya koymak lazım. Aslında birçok yol var karşımda ve kendi hayatımda tam da bana uyan yolu bulmanın peşindeyim ve hâlâ arayıştayım, bu da aslında döngünün bir parçası. G.N: Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın Eğitim Departmanında, Eğitim Koordinatörü olarak çalışıyorsun. Biliyorum ki vakıf bünyesinde de “sağlık okuryazarlığı”, “üreme sağlığı”, “homofobi”, “insan hakları” gibi çeşitli eğitimler gerçekleştiriliyor ve bu eğitimlerin çağrısı yapıldığında da özellikle yerel örgütlenmelerden ve ağırlıklı olarak da üniversite 105


öğrencilerinden ciddi sayıda başvuru geliyor. Aynı soruyu bu sefer bu kişiler için de sormak istiyorum: Bu ülkedeki gençler niye gençlik eğitimlerine bu kadar çok başvuruyorlar? S.Ü: Sanırım şöyle bir şey var orada: Bir ormanda kendinize bir yol aradığınızı düşünün. Eğer daha önce birisinin açmış olduğu bir yolu bulursanız oradan gitmek daha kolay. Bu yüzden gençler belli örnekleri ve o örneklerdeki kişilerin kendilerini çok farklı yerlerde geliştirdiklerini görüyorlar ve bu yolda kendilerini geliştirebileceklerini düşünüyorlar. İnsani bir ihtiyaç olarak kendilerini geliştirme peşinde insanlar ve bence bu çok doğru. Dediğim gibi bunun bir sonu yok ve bu yola girmek ile bu yolda kalmak arasında çok büyük bir fark var. Bazen artık bu işlerle uğraşmak istemeyip ayrılanlar da oluyor ama hayatı kendisiyle bu şekilde anlamlandırmaya çalışan gençler devam ediyorlar. Herhalde “niye?” sorusunun cevabı, kendilerini geliştirmek için. G.N: Bir eğitmen arkadaşım şöyle demişti: “Benim başıma ne geldiyse başkalarının başına da o gelsin istiyorum, bu yüzden eğitmen eğitimi yapıyorum.” S.Ü: Bir şeylerin peşinden giderken sanırım formata da dikkat etmek lazım. Çünkü birçok eğitim var etrafta ve bazen bir şekilde beklentiniz karşılanmayabiliyor, bu da aslında eğitimi nasıl tasarladığınızla ilgili. Benim de bir arkadaşım “en iyi eğitim katılımcısız eğitimdir” der. Yani katılımcılar olmasa eğitim çok kolay olur ama aslında tam da o katılımcılar orada olduğu için o eğitimi yapıyoruz, yoksa eğitim yaptığımız için birileri oraya gelmiyor. G.N: Eğitimle ilgili çok şeyden bahsettik, öğrenmeyle ilgili bir şey sormak istiyorum şimdi. Az önce verdiğin “orman” örneğindeki gibi, bahsettiğimiz anlamdaki eğitim gidilmiş olan ve gidilmemiş olan yolları göstermekse, yani katılımcıya “şu yoldan git” ya da “bunlar yollar, sen seç” demek mesleğinizi nasıl yaptığınızla ilgili sanırım. İki ekol var aslında, sen hangi ekoldensin? S.Ü: Tam da bu noktada bazen diğer eğitmen arkadaşlarla çatışıyoruz. Çünkü deneyimsel öğrenme, belirli metotların belirli bir akış içerisinde uygulanmasıyla çok alakalı. Biliyoruz ki, “birçok metodu arka arkaya koyduk ve eğitim yaptık” denilen eğitimler de var. Ben galiba tam tersindeyim bunun; oraya gelen insanlarla beraber o yolları ortaya koyup herkesin ne istediğine önem vermek gerekiyor, diye düşünüyorum. G.N: Bir de eğitimlerle ilgili “demlenmek” diye kullandığın bir kavram var, hani “yaptık, kurcaladık, biraz demlensin” dersin. Biraz bundan bahsedebilir misin, öğrenme sürecinde “demlenmek” ne demektir? S.Ü: Biz bir şekilde günde 20 bardak çay içebilen bir yapıya sahibiz ve çayın bir şekilde demlenmesi için biraz beklemesi, tadını alması gerekiyor. Eğitimden çıktıktan sonra “eveeet süper bir eğitimdi ve ben çok değiştim; küresel ısınmayı durduracağım, insan haklarını savunacağım” gibi şeyler söylenebiliyor ama diğer taraftan da bunları hayatımıza uygulayabilmek gerekiyor. İşte o sürece de “demlenmek” deniyor. Bazen yalnız kalmamız gerekiyor kendimizle. G.N: Yani fark etmek ile tutumu değiştirmek arasındaki süreye diyoruz. S.Ü: Evet. Ama bazı çaylar uzun sürede demleniyor bazıları ise kısa sürede. G.N: Çayı yapana göre de değişir mi? diyerek de konuyu eğitmene bağlayabiliriz. S.Ü: Daha çok çaya göre değişiyor sanki. G.N: Peki. Çok teşekkürler geldiğin için

106


S.Ü: Ben teşekkür ederim G.N: Gençlik eğitimleri ve deneyimsel öğrenmeyle ilgili sana ulaşmak isteyenler için bir iletişim adresi verebilir misin? S.Ü: Tabii: sener.unal@tog.org.tr ve senerunal@yahoo.com. Telefonum da: 0 535 501 89 21. G.N: Tekrar çok teşekkürler. 94.9 Açık Radyo’da Herkes Farklı Herkes Eşit programının sonuna geldik. Bugün Sener Ünal ile gençlik eğitimleri, deneyimsel öğrenme ve tutum değişikliği hakkında konuştuk. Tekrar görüşmek üzere, iyi günler.

İçindekiler menüsüne dön...

107


Gençlik Eğitimlerinde Değerlendirme Erhan OKŞAK (25.09.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba. 94.9 Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız. Yörük Kurtaran: Merhaba G.N: Bugünkü konuğumuz Erhan Okşak. Bugün Erhan ile konuşmak istediğimiz şey, sivil toplum kuruluşlarında özellikle tutum değişikliğine yönelik olarak yapılan eğitim kursları ve bunların etkileri. Hoşgeldin Erhan. Erhan Okşak: Merhaba hoş bulduk. G.N: Bize biraz kendinden bahseder misin? Kimdir Erhan, ne yapar, ne eder? E.O: Bir psikologum, asıl mesleğim bu. Bunun yanında da birtakım eğitim projelerinde izleme ve değerlendirme çalışmalarını 49 yürütmeye çalışıyorum. Y.K: Ne tür projeler? E.O: Aslında bugüne kadar bir büyük projede çalıştım, Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın “Demokrasi ve Haklarımız”50 isimli projesiydi . G.N: Daha önce de bu programda Demokrasi ve Haklarımız projesinden konukları ağırlamıştık zaten. Bu proje daha çok demokrasi ve insan hakları özelinde gençlerde tutum değişikliği yaratmaya yönelik bir eğitim programı. E.O: Sadece tutum değişikliği değil, bilgi, beceri ve tutum diye adlandırırsak daha yerinde olur sanırım. G.N: Evet. Biliyoruz ki birçok projede izleme ve değerlendirme yapılmıyor ama yapılması öneriliyor. Peki, eğitimlerde izleme ve değerlendirme nasıl kurgulanıyor? E.O: Aslında “nasıl kurgulanır?”dan ziyade “niye kurgulanır?” ile ilgili bir şeyler söylemekte fayda var. Bununla ilgili olarak kabaca üç şey söyleyebiliriz, hangisi diğerinden daha değerli bilemem ama duruma göre değişir gerçi. Öncelikle fon verenlerle ilgili bir tarafı var, verilen fonun ne kadar verimli kullanıldığıyla ilgili. Bir diğeri projeyi yürütenlerle ilgili, “ne yapıyoruz?”, “nasıl yapıyoruz?”, “amaç ve hedeflere ne kadar ulaşabildik?” gibi birtakım sorulara cevap aramak için. Diğer taraftan ise, bu projeyi duyurmak, sonuçlarını yaygınlaştırmak ve bir yandan da bu alanda çalışanlara bilgi vermekle ilgili bir kısmı var. Çok kabaca bu üç başlık altında toplayabiliriz. Asıl dert bundan sonra başlıyor: Nasıl kurgulanır? Bir projenin farklı aşamalarında uygulanan bu değerlendirme sürecini de birkaç başlıkta toplayabiliriz. Bunlardan bir tanesi, “girdiler ve çıktılar”. Yani bir proje için ne gibi girdiler gerekiyor ve bu girdiler sonucunda ne gibi çıktılar alınabilir? Bunun dışında, reaksiyona dair bir çalışma yapılabilir. Reaksiyon derken de katılımcının beklentilerini içerecek şekilde, dahil olduğu projeden ne aldığıyla ilgili vereceği tepkiler.

49 Avrupa

Konseyinin Gençlik Çalışmalarında Eğitim Değerlendirmelerine ilişkin yayınlamış olduğu kaynak kitaba buradan ulaşabilirsiniz. 50

Demokrasi ve Haklarımız Eğitim Programı İzleme ve Değerlendirme raporlarına buradan ulaşabilirsiniz.

108


G.N: Yani “öğrenen kişi” ile öğrenilmesi beklenen bilgi, beceri ve değişmesi beklenen tutum arasındaki ilişki midir bu reaksiyon? E.O: Evet. Öğrenmesi beklenen kişinin, neyi ne kadar aldığına dair bize verdiği bilgidir aslında. En kapsamlı kısımlarından bir tanesi de sonuçlar ve etkiler üzerine bir değerlendirme çalışması yapmakla ilgili olan kısım -tutum, davranış, bakış açısı değişikliği ve bilgi ve beceri gelişimi üzerine odaklanan kısım. Buna ekleyebileceğimiz bir şey daha var, yapısal bir değişiklik aslında. Mesela bir eğitim programını alan katılımcının, dönüp, yer aldığı organizasyonda birtakım yenilikler yapması ya da aldığı konuyla ilgili orada birtakım yapısal değişikliklere gitmesi gibi. “Nasıl kurgulanıyor?” kısmı belki de tamamen projenin amaç ve hedefleriyle ilgili olan kısmı. Yani bir değerlendirme planı yapıyor olmak projenin ya da eğitim programının amacıyla ilgili olan bir şey. Aslında hangi alanda çalışacağınızı amaç ve hedeflerle iyi bir şekilde eşleştirmek ve süreç planını yaptıktan sonra da veriyi nasıl toplamak gerektiği üzerine çalışmak gerekiyor. Y.K: O zaman değerlendirmeyi nasıl kurguladığınla alakalı olarak veriyi toplamak için farklı yöntemler de var. E.O: Aynen öyle. Aslında birbirini izleyen adımlar şeklinde ilerliyor. G.N: Tüm uygulama süreci kurgulanırken, hatta kurgulanmadan önce, değerlendirme sisteminin kurgulanması gerekiyor ki uygulama içerisinde o verinin toplanacağı alana yerleştirilebilsin ve uygulama ve değerlendirme bir şekilde “örülebilsin”. E.O: Evet. Dolayısıyla değerlendirmeyi yapacak kişinin ya da ekibin projenin en başından itibaren var olması gerekiyor. Y.K: Yapılan işi değerlendiren insanın, o işi yapan veya bir şekilde o hizmetten yararlanan insanla aynı kişi olması önemli mi? E.O: “O işi yapan” derken? Y.K: Mesela ben insan haklarıyla ilgili bir projede, gençlerin insan haklarıyla ilgili bilinçlenmesi konusunda gençlerle çalışan biriyim. Benim, işimi doğru yapıp yapmadığımı, projenin amaçları ve hedefleri vs. bütün o sürecin kurgulanmasıyla ilgili değerlendirmeyi yapan kişi de ben miyim? E.O: Aslında şöyle bir şey soruyorsun: Değerlendirmeyi yapan kişi veya ekip, içeriden biri mi olsa daha iyi, yoksa projeden bağımsız biri mi olsa daha iyi? Y.K: Evet, çünkü bu çok tartışılan bir şey. G.N: Tabii, “bağımsız bir değerlendirme mümkün mü?” diye de bir tartışma var. E.O: Evet. Yani bu soruyla da girebiliriz konuya. Özellikle formel olmayan bir metodu 51 temel alan bir eğitim programı üzerinde çalışıyorsanız ve tutum değişikliği hedefliyorsanız, bence hem içeriden hem dışarıdan olan birinin değerlendirmeyi yapması uygun olur gibi. Y.K: “Hem içeriden hem dışarıdan” derken metotları bilen anlamında mı, yapılan işi bilen anlamında mı, yoksa ekibi bilen anlamında mı? 51 Ayrıntılı

bilgi için Nurhan Yentürk, Yörük Kurtaran ve Gülesin Nemutlu tarafından derlenip ,2008 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından çıkarılmış olan Türkiye’de Gençlik Çalışması ve Politikaları kitabından ‘Gençlik Çalışmaları Kapsamında Formel Olmayan Eğitim’ makalesine bakabilirsiniz.

109


E.O: Her ikisinden de bahsediyorum; zaten metotları bilmek olmazsa olmazlardan bir tanesi. G.N: “Girdi”den bahsettiğimiz noktada zaten yöntemi biliyor olması gerekiyor. E.O: Evet. Araçlar geliştirmesi ve bu konuda bilgisinin olması gerekiyor. İçeriden olmak demek, sürece dahil olmak demek. Tabii burada biraz problem çıkıyor; “nereden sonra içeride, nereden sonra dışarıdasın?” gibi bir soru var. Örneğin ben böyle bir problem yaşadım. Fakat içeride kalmakla ilgili bir sebat gösterdiğiniz zaman, süreç kendi sınırını bir yerde çiziyor. Nerede girip nerede çıkmak, nerede içeride ve nerede dışarıda olmakla ilgili olarak içinde olduğunuz program zaten size birtakım cevaplar veriyor. Y.K: O sınırı çizmek de, aslında o değerlendirmeyi yapan insanın ne kadar iyi bir değerlendirmeci olup olmadığıyla ilgili bir şey sanırım. G.N: Erhan ve Ferhat (Çakaloz) daha önce beraber izledikleri bir projenin raporunun başında “biz bu işin şu kadar içine düştük, şu kadar da dışında kalmaya çalıştık” gibi, içinde bulundukları pozisyonu çok güzel açıklamışlardı. Ki zaten bunu açıklayarak değerlendirmeye dair sonuçlar verildiğinde raporu okuyan kişi onu bir bağlam içerisine de yerleştirebiliyor. O noktada, değerlendirmeciler ya da izleyen kişiler “uzaylılar” olmaktan çıkıp, “bunları böyle etkilemiş ve bu zeminden hareketle projenin çıktılarıyla ilgili bir şeyler söylemişler” denilebiliyor ve bu durum daha da anlamlı bir hâl alıyor. E.O: Değerlendirmecinin “uzaylı” kimliğinden kurtulabildiği bir nokta var ve o noktaya gelebilmek için de içeride olmak gerekiyor. Tabii şu anda konuştuğumuz içeride olmak durumu, eğitimin içinde olmak durumu. Bir de projenin içinde, proje ekibiyle birliktelik anlamında içeride olmaktan konuşursak eğer, bunun da kendini belli eden bir sınırı var. “Bir ayak içeride, bir ayak dışarıda” diye konuşmakta fayda var ama bu sınırın nerede çekileceğini de buradan, mikrofonun başından söylemek kolay değil. Y.K: Son günlerde, Hrant Dink’in öldürülmesi gibi bazı tatsız olaylardan sonra insanlar “ya işte eğitimsiz insanlar, eğitim aslında çok önemli, en büyük derdimiz eğitim” gibi şeyler söylüyorlar. Örneğin insan hakları üzerinden baktığımız zaman, birileriyle bu alanda çalışılsa, tabii ki projenin metotları ve nasıl kurgulandığı çok önemli, herhangi bir tutum değişikliği oluyor mu? Yani, eğitim işe yarıyor mu? E.O: Yaşamak işe yarıyor mu, gibi de cevaplanabilir bu soru. Ama bence eğitim işe yarıyor. Aslında “yaşamak işe yarıyor mu?” derken şunu demeye çalışıyorum: Sonuçta benim içinde çalıştığım projelerde “deneyimsel öğrenme” üzerine kurgulanmış birtakım eğitim programları var; yaşamak, deneyimlemek gibi şeylerden bahsetmeye çalışıyorum aslında. Hani hazır bilginin verildiği ve bir şekilde “hap gibi yutulduğu” bir sistemden ziyade… Y.K: Ama o da bir şeyler öğretiyor, değil mi? E.O: Elbette. Bir bilgi girdisi söz konusu ama o bilginin ne çeşit bir tutuma yönlendirdiğiyle ilgili olarak farkında ya da bilincinde olunması konusunda birtakım problemler var aslında; böyle bir sistemden gelindikten sonra işin en enteresan kısmı ise ortaya çıkan direnç. Örneğin katılımcıların büyük bir kısmı ezberci eğitim sisteminden şikâyet ettikleri halde deneyimsel öğrenmeyle ilgili bir durumla karşı karşıya kaldıklarında, çoğu zaman farkında olmadan engelleyemedikleri içsel bir direnç ortaya çıkıyor ve bu inanılmaz güzel bir şey aslında. Y.K: Senin hoşuna gidiyor tabii. E.O: Evet. Çünkü bir tutumu değiştirmek ya da bir tutuma yönlendirmekle ilgili 110


çalışıyorsanız ve bir şeylerin “yer değiştirmesini” istiyorsanız, ilk önce karşılaşacağınız şey dirençtir. Bunun ortaya çıkıyor olması da “doğru” sayılabilecek yerlere dokunduğunuzun bir işareti olarak algılanabilir -yaptığımız çalışmalarda gördüğümüz şey de bu. Tabii diğer taraftan, bu direnç dramatik de bir direnç. G.N: Çünkü ezber bozuluyor. E.O: Bunu görmek de zor değil aslında. Katılımcı size “ne oluyor bana?” gibi bir soruyla gelebiliyor. Bir şaşkınlık, bir kırılma, bir şeyler oluyor. Tabii o bir haftalık eğitim programında ve daha sonraki süreçlerde bu direnç işlendiği zaman o tutum değişikliği gerçekleşiyor. Y.K: Aslında eğitimde değil de, eğitimi takip eden süreçte mi o değişiklik başlıyor? E.O: Evet. Başka bir şeye dönüşmekle ilgili konuşuyorsak, bu, eğitimin sonrasıyla ilgili bir süreç ve değerlendirme sürecinin takip çalışmasının yapılmasının en önemli gerekliliği de bu aslında. G.N: “Demlendikten” sonra da bir bakmak gerekiyor. E.O: Aynen öyle. Bu çok güzel bir sözcük bunu anlatmak için. Belli bir duruma maruz kalınıyor, ona karşı bir direnç gösteriliyor, o bir şekilde toparlanmaya çalışılıyor, bir yandan bir bilgi girdisi ve edinilen beceriler de var ve bütün bu malzemeyle yüz yüze kaldıktan sonra belli bir “demlenme” sürecine ihtiyaç duyuluyor. Özellikle tutum değişikliğinin anlaşılması için takip süreci çok önemli ve anlamlı. İşe yarıyor mu? Evet, yarıyor ve bu gözlemlenebiliyor. G.N: İnsan haklarıyla ilgili özellikle tutum değişikliğine yönelik birtakım eğitimler tasarlandığında, sonuç olarak o eğitimlerin başlangıç ve bitiş günleri oluyor -üç gün, beş gün, yedi gün ya da beşer günden iki kez eğitim gibi. Gençlerle çalıştığımızı düşündüğümüzde, en çok gelen sorulardan biri de “yirmi beş yılın yarattığı birikimi beş günde değiştirmek mümkün mü?”. Bu çok büyük bir soru aslında, çünkü yirmi beş yıldır aileden, okuldan, çevreden ve birçok yerden oluşmuş bir ezber var. E.O: Evet. Karşımıza aldığımız şey büyük bir birikim ve dolayısıyla bir haftanın sonunda büyük bir değişim bekliyor olmak çok akıllıca olmaz gibi. Dediğim gibi, tutumla çalışıyorsanız eğer, takip süreci çok önemli oluyor. G.N: Evet. Süremizin sonuna geldik. Sana ulaşmak isteyenler için bir e-posta adresi verebilir misin? E.O: Tabii: erhanoksak@gmail.com adresinden bana ulaşılabilir. G.N: Çok teşekkürler. E.O: Ben teşekkür ederim. G.N: Bugün Erhan ile birlikte ağırlıklı olarak sivil toplum kuruluşlarında gerçekleştirilen ve tutum değişikliği beklentisiyle tasarlanmış eğitimlerin izlenmesi ve değerlendirilmesi üzerine konuştuk. Önümüzdeki hafta tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın. Y.K: Hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

111


Avrupa Konseyi İnsan Hakları Eğitimi Programı Laden YURTTAGÜLER (09.01.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba, 94.9 Açık Radyo’da Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız. Yörük Kurtaran: Merhabalar G.N: Bugün, içinde çalıştığımız alan için çok önemli olan bir konuğumuz var ve biz onu çok önemsiyoruz; Laden Yurttagüler52 aramızda. Hoşgeldin Laden. Laden Yurttagüler: Merhabalar G.N: Nasılsın? L.Y: Teşekkür ederim, iyiyim. Y.K: Dinleyiciler herhalde Laden’i Açık Radyo’daki programından da tanıyorlardır. L.Y: “Meleğin Gör Dediği” Cuma günleri 16:30’da Açık Radyo'da. G.N: Tekrar hoşgeldin programımıza. Öncelikle kendinden biraz bahseder misin? L.Y: Aslında belki de Meleğin Gör Dediği’nden başlamak lazım. Sosyal haklar alanıyla ilgili bir program. Benim de bir program ortağım var, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu’ndan Başak Ekim. Bunun dışında uzun süredir insan hakları alanında çalışıyorum. Özellikle de insan hakları eğitimiyle ilgili kafa yoruyorum; hem eğitmen, hem de içerik geliştirmeye yönelik olarak. Bunun içinde de özellikle sosyal haklar alanına bakıyorum. Y.K: Tabii tüm bunların yanında bir de kadın hareketiyle de ilişkidesin. L.Y: Evet, ama o daha geçmişten gelen bir şey; daha çok üniversitenin ilk yılları. Ama dediğim gibi çoğunlukla insan hakları ve sosyal haklar alanında. Y.K: Şimdi nerede çalışıyorsun? L.Y: İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi’ nde çalışıyorum. Orada, daha çok tabandan gelen ve hak alanında çalışan STK’lara yönelik olarak kapasite geliştirmeye dair hem eğitimler yapıyoruz, hem de bunlar genelde hak temelli çalışan STK’lar olduğu için, onların birbirleriyle görüşmesini sağlayacak ağlar oluşturmaya çalışıyoruz. Bir zemin sağlama çalışması aslında büyük oranda. G.N: Çok yakın zamanda tamamladığın ve bu sene içinde yayınlanacak bir kitap var aslında. Avrupa Konseyi, insan haklarıyla ilgili 2000 yılından beri Avrupa’da, Konsey ülkelerindeki gençlik örgütlerine açık bir fon yürüttü. Türkiye’den de bu fondan yararlananlar oldu. Laden bu çalışmada, bu fon programından fon alan projelerin incelendiği ve birtakım sonuçların çıktığı bir değerlendirme hazırladı ve bu değerlendirme de bir kitaba dönüştürüldü. Biraz bundan bahsedebilir misin? Y.K: Belki şundan da bahsetmek lazım; o fon, Avrupa Gençlik Vakfı ile doğrudan alakalı bir 52

İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi ve aynı Üniversite’de STK Eğitim ve Araştırma Birimi’nde çalışıyor.

112


fon. L.Y: Aynen öyle. Aslında mevzu şu: Gülesin’in de eğitmen havuzunda bulunduğu Avrupa Konseyi53, 2000–2003 yılları arasında gençlerle ilgili bir program hayata geçiriyor. Dertleri, tabanda çalışan gençlik örgütlerine ulaşmak; bunlar zaten bizim “gençlik STK’ları” dediğimiz STK’lar ve ulusal olmak durumunda değiller, yerel de olabiliyorlar. Örnek veriyorum; eğer Türkiye’den olsaydı böyle bir örgütlenme, sadece İstanbul veya Ankara’dan bir örgütlenme değil başka illerden olan örgütlenmeler de hedef kitle oluyor. Mesela Kütahya’da bir gençlik derneği var... Y.K: Kütahya Gençlik Derneği L.Y: Amaç tam da onun gibi örgütlenmelere ulaşmak. Bir de diyagonal biçimde tüm sahada sosyal dışlanma -her anlamda sosyal dışlanmadan bahsediyorum sadece ekonomik olandan değil- ayrımcılıkla ilgili bir mücadele; cinsiyetle ilgili veya etnik ya da azınlıklarla ilgili bir ayrımcılık gibi konulara odaklanma durumları vardı. Bununla beraber “İnsan Hakları Eğitimi Gençlik Programı”nı başlattılar; 2000–2003 ve 2003–2005 yılları arası devam etti. Şimdi de 2006 – 2008 programı devam ediyor. Y.K: Tematik mi ilerledi program? L.Y: Orada iki önemli nokta var. Hem kapasitelerini geliştirmeyi amaçlıyorlar sahadaki gençlik örgütlerinin, hem de tematik olarak ilerliyor program. Tematik olarak ilerlediğinde coğrafi alana dair konu seçiyorlar; ilk dönem Güneydoğu Avrupa ülkeleri öncelikliydi. Y.K: Türkiye de dahil mi bu ülkelere? L.Y: Bir Güneydoğu Avrupa ülkesi olarak dahil değildi, ama o ülkelerle aynı haklardan yararlanabiliyordu -bu parantezi koymak lazım, insanların aklına gelecektir muhtemelen. 2005 yılına kadar Türkiye’den hiçbir örgütlenme bu fona başvurmadı ya da programdan örgüt olarak yararlanmadı. Böyle bir veri var. Bir tane başvuru var, o da ortak başvuru olarak yapılmış 2005’e kadar; Polonya, Türkiye, Kıbrıs ve Yunanistan’ın yaptığı başvuru. O da reddedilmiş. Fakat Türkiye’den birçok kişi birey olarak insan hakları eğitiminden yararlandı. Bu yüzden de Gülesin’e referans verdim, belki biraz bahseder eğitimin içeriğinden. Çünkü program bunların hepsinin bir araya geldiği bir bütün. Zaten o zaman tüm bu süreç ortaya çıkıyor; eğitmenler yetiştiriyorsunuz, onları başka ülkelere gönderiyorsunuz, var olan ve geliştirmek istediğiniz kavramsal çerçevenin yayılmasını sağlıyorsunuz ve aynı zamanda başvurmaları için de örgütlenmeleri davet ediyorsunuz. G.N: Ayrıca, insan hakları eğitimi konusunda alandaki gençlik eğitmenlerinin, örgütlerinin ve insan hakları eğitimi alanında çalışmak isteyecek öğretmenlerin kullanabileceği “Compass” adlı bir insan hakları eğitim kitabı çıkıyor. Sanırım Türkçeye “Pusula”54 adıyla çevrildi; İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınlarından çıkıyor. Laden’in söylediği gibi eğitim materyali, eğitmenleri, projesine sağlanabilecek kaynağı ve içerik desteğiyle tam bir insan hakları eğitimi destek paketi. Y.K: Bu aslında şu açıdan da bir örnek değil mi? Genelde belirli temalar çevresinde fon sağlayan kuruluşlar var. Fakat sadece fon vermekle kalmayıp farklı destekler vermek adına, o kavramın kuruluşlar tarafından benimsenmesi adına da bir örnek teşkil ediyor. 53

http://www.avrupakonseyi.org.tr/

54

Avrupa Konseyi'nin İnsan Hakları Eğitimi Gençlik Programı kapsamında hazırlamış olduğu COMPASS , İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından İnsan Hakları Hukuku Çalışmaları dizisinin bir parçası olarak Türkçe'ye çevrilerek Nisan 2008ʼde "PUSULA: Gençlerle İnsan Hakları Eğitimi Kılavuzu" başlığı altında basıldı.

113


“Kapasite geliştirmek için sadece finans sağlamak yetmez, başka destekler de sağlamak lazım” yaklaşımı için de iyi bir örnek. L.Y: Aynen öyle düşünüyorum G.N: Peki bu değerlendirmeyi yaparken ve kitabı hazırlarken Avrupa Konseyi’nin sağladığı tüm bu resme mi baktın, yoksa fon verilmiş projeler ve onların değerlendirmesine mi baktın? L.Y: Daha çok, fon verilmiş projeler ve onların değerlendirmesine baktım. Keşke insan hakları eğitimlerine katılmış kişilerle de derinlemesine görüşmeler yapabilseydim diyorum, kitabı 2007 Ocak’ta teslim etmiş biri olarak. Böylece bunu da değerlendirme raporuna yansıtabilirdim. Bu arada daha çok pilot projelere baktım. Pilot proje derken en fazla 7600 Euro’ya kadar fonlanan, insan hakları ya da insan hakları eğitimiyle ilgili yapılan herhangi bir projeden bahsediyorum, ortak ülkelerdeki ortak kuruluşlarla da olabilir. Proje 7600 Euro olmak durumunda değil, projenin bir parçasını da fonluyorlar; 20 bin Euro’nun 7 binini fonlamak gibi. Y.K: Mesela 50 bin Euro’luk projenin 7600 Euro’sunu fonluyorlar mı? L.Y: Tam da buna baktım aslında, hangi projeler neden reddediliyor diye. 45 bin Euro’nun 7000’i istendiği noktada, “Konsey olarak biz yaptığımız katkıyla orada ciddi bir etki yaratmıyoruz” diye düşünerek fonlamamışlar. 15 binin 7000’ini veya 20 binin 7000’ini fonluyor. Y.K: Daha çok, 1/3’ü gibi fonluyor ama o oran düştükçe fonlamıyor. L.Y: Aynen öyle. Bu da bence çok anlaşılır bir şey. 50 bin Euro’nun 7000’ini fonluyor olmak o gençlik örgütünde ciddi bir etki yaratacaktı mı, çok emin değilim. Mevcut amaç, bir etki yaratmak ve o etkiyi de gençlere bir alan sağlayarak veya fon sağlayarak gerçekleştirmek. İkincisi de, biraz önce Yörük sormuştu, “hangi tematik alanlarda verildi, farklı farklı mı?” diye. 2000–2003’de ilgilendikleri, daha çok ilgilendikleri alan Güneydoğu Avrupa iken, tema da sosyal dışlanmaydı. Bu, Avrupa Konseyi’nin Avrupa Komisyonu 55 ile aldığı kararlarla da çok ilişkili; 1995’ten beri sosyal dışlanmaya bakıyorlar. Y.K: Her yönüyle sosyal dışlanma? L.Y: Aynen öyle. 2000 yılındaki “Lizbon Stratejisi” ile beraber bu zaten meşru bir zemin kazanıyor. 2003–2006 arasına baktığımızda özellikle toplumsal cinsiyet çok öne çıkıyor. Coğrafi bölgeyi bırakmışlar kavramsal olarak, onun yerine toplumsal cinsiyet gelmiş. Azınlıklarla ilgili projeleri de fonluyorlar bu dönemde. 2005’e doğru İslamofobi (İslam korkusu) gibi bir kavram var. Y.K: Tam bununla ilgili bir şey sorabilir miyim? Fonlamayla ilgili temalar Avrupa’daki “yüksek politika” dediğimiz düzeydeki dalgalanmaların birebir yansımasıyla da alakalı mı acaba? L.Y: Ben çok benzetiyorum. Bilemiyorum, aslında Gülesin’in de o alanda deneyimi var... G.N: Tüm bu proje başvuruları hazırlanırken, itiraf ediyorum Laden kitabı yazarken fonların bir kısmına baktım, 30-32 tane temanın olduğu bir liste var ve başvuracağınız proje bu konular arasında hangisine denk düşüyor diye bir de soru var. Laden’in biraz önce söylediği gibi temanın sosyal dışlanma olması ve daha sonra da toplumsal cinsiyet olması, 55

http://www.avrupa.info.tr/DelegasyonPortal.html

114


13-24 Mart 2000 tarihlerinde gerçekleştirilen Lizbon Zirvesi’nde AB’nin, istihdamı güçlendirmeye ve bilgi üzerine kurulu bir ekonomi çerçevesinde ekonomik reform ve sosyal uyumu gerçekleştirmeye yönelik yeni stratejisi (Lizbon Stratejisi) olarak tanımlanmıştır. Lizbon Stratejisi ile Avrupa Birliği'nin bilgiye dayalı, rekabet edebilir, gelişmiş işgücüne ve sürdürülebilir kalkınmaya dayanan bir ekonomiye sahip olması; yenilikçi faaliyetlerin güçlendirilmesi; sosyal güvenlik ve eğitim sistemlerinin modernleştirilmesi amaçlanmaktadır. Strateji kapsamında, 2002 yılına kadar tüm okulların internet bağlantısının sağlanması, 2003 yılında temel kamu hizmetlerinde elektronik ortama geçilmesi ve 2010 yılında istihdam oranının %70 düzeyine çıkarılması gibi, üye ülkelerin istihdam, eğitim ve bilgi teknolojileri alanlarında 10 yıllık bir sürede ulaşmaları gereken hedefler belirlenmiştir. Son dönemde de tema, İslamofobi. Şimdi, temalar o “yüksek politika” ile şöyle ilişkileniyor: Hani her proje başvurusunun önünde “biz bu fonu niye açtık” diye bir bölüm var ya, orada aslında ne tür program ve ne tür temalara öncelik verileceği büyük harflerle yazıyor. Fon ihtiyacıyla da ilişkili olarak kuruluşlar, orada yazan temalar öncelik alanlarıysa o kutucukları işaretleyip o tarafa doğru yürümeye başlıyorlar. Mesela İslamofobi 2000’li yılların formunda yok ama 2006’daki formda var ve bunun da bir nedeni var; sahadaki herkes İslamofobi çalışmak istediği için değil, ama oraya konduğunda da işaretleniyor. L.Y: Çok temelde şöyle bir şey var: 1999’da toplanılıp 2003’ün öncelik alanları belirleniyor; toplantılar yapılıyor, kavramsal çerçeveler oluşturuluyor. Benzer biçimde diğer seneler için de daha önce toplanılıyor. Mesela 2006'da toplandıklarında, Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyasıyla birlikte 2006-2008’in temaları insan hakları, katılım ve çeşitlilik diye seçildi. G.N: Bu da tesadüf değil. Kitap ve insan hakları eğitimiyle ilişkili olarak, Avrupa Konseyi’nin gençlik ve insan haklarıyla ilgili fonlama desteklerine bakmıştın; 46 ülkeden teorik olarak başvuru gelmiş olmalı. L.Y: Bu ülkelerin hepsinden başvuru gelmiyor tabii. Bazıları bugüne kadar hiç başvurmamış, mesela Malta. Türkiye sadece ortak olmuş ama hiç başvurmamış. Başka bir örnek Andorra. G.N: Ülkelere ve Konsey’in gençlik politikalarına baktığın zaman 90’ların başından beri coğrafi bir yaklaşım var; Kafkaslar diye apayrı bir öncelik belirliyorlar, Güney Avrupa diye başka bir öncelik belirliyorlar. İnsan hakları eğitimi temelinde baktığında bu ülkelerin seçtiği konular ve belirledikleri önceliklerle ilgili bir şeyler söyleyebilir misin? Önemli farklılıklar var mı? L.Y: Şunu söylemek lazım: Daha çok, Kafkasları ve Güney Avrupa’yı fonluyorlar. Böyle ayırmak hiç de hoşuma gitmiyor ama Avrupa’nın batı kesiminden, mesela İngiltere’den, proje geldiğinde ikinci öncelik haline geliyor. Rapora da yazdım, ne kadar göz önüne alınır bundan emin değilim ama İngiltere’de de tabandan örgütlenen herhangi bir gençlik örgütünün insan hakları eğitiminde bulduğu kaynak Sırbistan’dan çok da fazla değil aslında. Y.K: Öyle mi? Yereldeki belediyeler destek veriyor diye biliyorum ben. L.Y: Öyle, insan haklarından bahsediyorsak. Y.K: Son dönemde sosyal devletteki belirli kısıntılar yüzünden bu tür fonlara ulaşmakta bir sorun var. Yapısal bir dert var çünkü. L.Y: Tam da öyle. Fransa’da bunu çok radikal bir biçimde görüyoruz. Mesela bir sene Fransa’dan gelen 6 projenin hepsi reddedilmiş. Reddedilen projelere baktım, bütçeleri 115


doğru yazılmamış mesela. Ben olsam ben de reddederdim. Ama eğer Fransa diye reddediliyorsa orada çok ciddi bir sorun var, çünkü tam da tabandan gelen örgütlenmeler ve göçmenlerle çalışan örgütler başvurmuşlar. Doğal olarak, eğer orada ayrımcılığa karşı veya insan hakları eğitimiyle ilgili bir eğitim veriyorsanız onun desteklenmesi gerekiyor, fakat onu destekleyen hiçbir şey yok zaten. G.N: Zaten uluslararası olduğu zaman kurum, ülkeleri homojen olarak saymak gibi bir hata her zaman oluyor. Aslında bu bir tercih belki de. Artı bir şeyler getiriyor belki, ama eksi bir şeylere de neden oluyor. Y.K: Peki. Ne tür projelerin fonlandığını merak ediyorum. Gençlik alanında, Avrupa’da, yerelde ne tür projeler var? G.N: İnsan hakları eğitimi denince ne yapmışlar? L.Y: Compass’ta 16 alan var: Toplumsal cinsiyet, sosyal haklar, yoksulluk, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, çocuk hakları, eğitim hakkı gibi temalar var. G.N: Terörü çok istemişlerdi ama yetiştiremediler L.Y: Medya var. G.N: Terör deyince medya geliyor aklımıza, bu da ayrı bir konu tabii. L.Y: Bu 16 başlık kapsamında insan haklarıyla ilgili herhangi bir proje yapabilirsin. Genel eğilim, bunlardan birini işaretlemek ve projeyi bunun üstüne kurmak. Şöyle çarpıcı şeyler var: Azerbaycan, Gürcistan, Sırbistan ve Makedonya gibi ülkelerde toplumsal cinsiyetin çok öne çıktığını görüyorsun. Bu bir. G.N: Başvuru sayısı mı çok, bu yöne destek mi? L.Y: Destek alan çok; buradaki başvuru sayısına bakmadım doğrusunu söylemek gerekirse. İki: Yine benzer ülkelerde toplumsal cinsiyetle ilgili başvuranlar ya aile içi ve hane içi şiddetle ilgili ya da insan ticaretiyle ilgili projeler yapmışlar. Bunları da kadınlar üzerinden kodluyorlar. Bu bana çok enteresan gelen şeylerden bir tanesi. Birçok ayrıntıya bakmak lazım bunu oradan çekip çıkarmak için, ve bu, çok da ihtiyaç odaklı bir şey. Y.K: Yenilikçi bir proje var mı aklında? Hani acayip iyi bir projeydi dediğin bir proje? L.Y: Var, Macaristan’dan bir proje var. Bayıldım ve hatta sonra e-posta gönderdim onlara; rapor çerçevesinde değil, onlar da çok nazikti, cevap verdiler. Aslında seninle daha önce konuştuğumuz bir mevzu bu. Gençler fotoğraf makinesiyle sokağa çıkıyorlar. Ama sokağa çıkanlar mülteci. Budapeşte’de, görece daha muhafazakâr bir yerde oturuyorlar. Mahalleyle olan ilişkilerini düzenlemeye çalışıyorlar. Proje hem o gençlere ait, tutum değiştirme ve kendi pencerelerinden bir şeyleri sergileme, iletişim becerilerini geliştirme gibi konularda kapasite geliştiriliyor; hem de mahalleye ait bir şey. Sergi açıyorlar mesela, bu yerel katkı. Ayrıca mahallede çeşitli eğitimler düzenleniyorlar, açık havada yapılan eğitimler. Sergiden sonra bir film gösterimi yapılıyor, film gösteriminde bir de röportaj yapılıyor. Arkasından mahalleyle gençlerin bir araya gelerek bir şeyler yapması sağlanıyor. Bence diğerlerinden en farklı ve dahiyane olanı buydu. Çünkü Afrika veya Güneydoğu Asya’dan gelen gençlerin kaldığı bir yurtta oluyor etkinlik. Y.K: Burada, gençlik çalışmasında olan klasik bir hikâye de var sanırım. Gençlerin, gönüllülük ilkesiyle topluma katılımını sağlamakla ilgili bir adım atılmış olunuyor. Çünkü gönüllülük toplumsal katılımın araçlarından biri haline geliyor. 116


L.Y: Tam da varoluşlarını meşru bir zemine oturtuyor göçmen gençlerin. Hem mülteci, hem genç oldukları için iki kere katmerli katmerli dışlanıyorlar. Böylece bu süreç başka bir şeye dönüşüyor. Y.K: Bu, işin Konsey kısmı. Son bir şey daha sorayım, Gülesin belki sen de cevap verebilirsin buna. Gençlik alanında Avrupa Komisyonu’nun da bir bilgisi ve bu alana bir etkisi var. Konsey'in hayata bakışıyla Komisyon’un hayata, gençlik alanına ve insan haklarına bakışı arasında bir fark var mı? G.N: Söz almak istiyorum. Y.K: Evet, hatta belki bu soruyu doğrudan sana sormak lazım Gülesin. G.N: Avrupa çapında baktığında Konsey ve Komisyon, politika düzlemindeki en önemli iki kurum. Avrupa komisyonu, gençlik alanındaki tüm politikalarını yurttaşlık temeline ve hatta Avrupa yurttaşlığı temeline oturturken, Konsey, gençlik alanındaki politikalarını ısrarla insan hakları zeminine oturtuyor. Haliyle bu iki kurum da anlaşamayabiliyorlar ve çok farklı iki ekole sebep oluyorlar; Türkiye’de de hem fon hem de içerik anlamında gençlik örgütlerine en önemli desteği yapan iki kurum olarak iki farklı ekolü yaratıyorlar, yurttaşlık temelinde ve insan hakları temelinde olması itibariyle. İyidir veya kötüdür, bunu başka bir programda tartışalım. L.Y: Bir şey söyleyeceğim, başka bir programda olmayacağımı varsayarak. Bu iki ekolün bir çıktısı olarak istihdam sahibi olan gençler yaratmak ile genç olarak kendini gerçekleştirmek arasındaki gerilim de ayrı bir konu olarak duruyor; bence bu, çok kritik olan şeylerden bir tanesi. Y.K: Harika. Ben de bir katkı yapayım, sonra programı kapatalım. Komisyon’un her sene Türkiye’ye gençlik alanı için sağladığı finansmanın miktarı milyon Euro’lar karşılığında ama Konsey’in sağladığı miktar 30–40 bin Euro civarında. Eğer gidişatı yanlış yorumlamıyorsam Konsey’in kaynakları, Konsey’in yapısı gereği daha da düşecek. Bu bilgiyi de paylaşmakta yarar var. Bugün, İstanbul Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi’nden Laden Yurttagüler ile beraberdik. Avrupa Konseyi ve insan haklarıyla ilgili ve de Konsey’in gençlik alanına sağladığı fonlarla ilgili sohbet ettik. Gelecek hafta görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

117


Baykuş Gençlik Eğitimleri Neslihan ÖZTÜRK (14.08.2007) Yörük Kurtaran: Merhabalar. Yeni bir Herkes Farklı Herkes Eşit'te, yeni bir konukla tekrar beraberiz. Bugün Neslihan Öztürk bizlerle beraber olacak. Hoşgeldin Neslihan. Neslihan Öztürk: Hoşbulduk. Y.K: Genel olarak gençlik alanındaki kapasite geliştirme eğitimleriyle ilgili, özel olarak da “Baykuş Eğitimleri” ile ilgili konuşacağız ama bundan önce bize biraz kendinden bahsedebilir misin? N.Ö: Ben Neslihan, 27 yaşındayım. Yaklaşık sekiz aydır İstanbul Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi'nde çalışıyorum. Bundan evvel de dört yıl kadar Toplum Gönüllüleri Vakfı'nda saha sorumlusu olarak çalıştım. Y.K: Bir de arada Avrupa Gönüllü Hizmeti var. N.Ö: Evet, Letonya'ya gittim. Orada altı ay bir gençlik merkezinde gönüllü olarak çalıştım ve Kasım ayında da döndüm. Y.K: Kasım'dan beri de Bilgi Üniversitesi'ndesin? N.Ö: Evet. Y.K: Peki. Baykuş Eğitimleri diyoruz ya, önce isim: neden Baykuş? N.Ö: “Baykuş bilendir, baykuş bilgedir” gibi bir fikirle ortaya çıktı. Bir de Gençlik Çalışmaları Birimi yaptığı tüm çalışmalarında, projelerinde logo ya da sembol olarak bir hayvanı kullanmayı seviyor. Mesela Gepgenç Festival de bunlardan bir tanesi. Y.K: O logo geyikti, değil mi? N.Ö: Evet. Bu eğitimler için de bir hayvan ararken baykuşu bulduk. Y.K: Ama şanssızlık da demek baykuş. N.Ö: Evet, böyle bir şey de var. Bunu birinci eğitimden sonra fark ettik.  Birinci eğitimde başımıza birtakım aksilikler geldi ama şimdi her şey yolunda. Y.K: Peki. Biraz bahsedebilir misin bize nedir eğitim programı, neyi amaçlıyor, nasıl eğitimler var? Bu arada bütün soruları ben sormayacağım çünkü bu eğitimlerin bir tanesinde ben de eğitmenlik yaptığım için aslında karşılıklı muhabbet edeceğiz, onu da söylemek lazım. N.Ö: Eğitim programı genel anlamda, Türkiye'de gençlik alanında çalışan kuruluşların kapasitelerini geliştirmeye yönelik bir program. Beş tane olması planlandı ve şu ana kadar üçü gerçekleşti: “Gençlik Çalışması”, “Gençlik Çalışmalarında Formel Olmayan Yöntemler” ve “Gençlik Çalışmalarında İnternet Teknolojileri ve İletişim”. Bu eğitimler Temmuz ayı içerisinde bitti. Eylül ayının ilk haftası “Uluslararası Gençlik Çalışmalarında Dil Kullanımı” eğitimi var ve daha sonra da, herhalde Eylül ayının son haftası yapacağız, “Yerel Gençlik Çalışması” başlıklı bir eğitimimiz olacak.

118


Y.K: Peki kimler katılabiliyor bu eğitimlere? Yaş aralığı nedir? N.Ö: Gençlik alanında gönüllü ya da profesyonel olarak çalışan herkes başvurabiliyor. Sadece, dil kullanımı ve internet teknolojileri için en fazla 25 yaş sınırı getirdik. Y.K: Ne tür örgütler var? Şundan dolayı soruyorum: Benim de gözlemlediğim kadarıyla gençlik alanında sivil toplum kuruluşu gibi çalışan üniversite kulüpleri var, gençlerin kendi inisiyatifiyle kurulmuş olan dernekler var, hukuki yapıya ve tüzel kişiliğe sahip olmamasına rağmen örgütsel yapısı varmış gibi, sivil toplum kuruluşuymuş gibi çalışan daha gevşek ağlar, inisiyatifler var. Bir de galiba konusu gençlik olmamasına rağmen uzmanlık alanıyla ilgili olarak gençlerle çalışan kuruluşlar var ama aslında o kuruluşlar genel olarak gençlerle çalışmıyorlar. N.Ö: Evet. Mesela ilk eğitimde, Gençlik Çalışması eğitiminde, SOGEP (Sosyal Kalkınma ve Cinsiyet Eşitliği Politikaları Merkezi) vardı. SOGEP'in genç kadınlarla ilgili bir projesi başlıyor ve bir gençlik grubu oluşturdular. Onlar da SOGEP adına eğitime başvurdular. SOGEP aslında gençlerle gençlik alanında çalışan bir kurum değil. Eğitimle ilgili olarak, genelde yerelde çalışan örgütlerden çok fazla başvuru var: küçük dernek, topluluk, üniversite kulübü, liseler gibi. Y.K: Farklı illerden, değil mi? N.Ö: Evet, farklı illerden. Y.K: Nerelerden var mesela? Var mı aklında birkaç örnek? N.Ö: Van var, İzmir var. Antalya, Bursa, Burdur, Manisa... Y.K: Türkiye'nin birçok yerinden yani? N.Ö: Yaklaşık elli il diyebiliriz. Y.K: Ciddi bir sayı. Başvurulara baktığınız zaman daha çok üniversite kulüpleri mi, dernekler mi, biraz önce bahsettiğimiz gibi uzmanlık alanı gençlik olmadığı halde gençlerle çalışan kurumlar mı veya bir tüzel kişiliği olmamasına rağmen bir nevi inisiyatif gibi çalışan örgütler mi var? N.Ö: Şöyle söyleyebilirim: Daha çok, yerelde örgütlenmiş ve yerelde çalışan dernekler ve inisiyatifler var. Y.K: Peki neler yapıyor bu kuruluşlar? N.Ö: Aslında farklı şeyler ama hemen hemen aynı yere çıkıyor da diyebiliriz. Gençler, yerelin ihtiyacına yönelik herhangi bir konuda bir araya gelip projeler yazıp, kaynağını geliştirerek bu projeleri gerçekleştiriyorlar; eğitimle ilgili olabiliyor, çevreyle ilgili olabiliyor... Y.K: Uluslararası bir bağlantıları var mı? N.Ö: Bazılarının var. Y.K: Peki sence bu, gençlik alanında çok olan bir şey mi? Yani, yerelde çalışan kuruluşların uluslararası gençlik kuruluşlarıyla bağlantısının olması. N.Ö: Çok olan bir şey değil. Alanda, yerel anlamda alanda çalışan hemen herkesin bu bağlantılardan haberi var ama yereldeki gençler için bu imkânlardan faydalanmak aslında zor. 119


Y.K: Neden zor? N.Ö: Dil sıkıntısı var. Uluslararası kaynak ya da uluslararası ortak dendiğinde biraz gözlerinde büyütüyorlar. Aslında bir kere yapsalar çok da kolay olabileceğini görebilirler. Y.K: Peki, bir şey daha soracağım. Senin, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü bünyesindeki Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı’yla da bir eğitmenlik anlamında bir ilişkin vardı. Mesela gençlik merkezlerinde, yani devletin elindeki gençlik merkezlerinde, sanırım 130 tane olması lazım, bir şeyler yapan gençler ile Baykuş Eğitimleri'ne katılan gençler arasında bir farklılık var mı sence? Herhangi bir konuda olabilir; yani hayata bakışları olabilir, geldikleri yer olabilir. N.Ö: Baykuş Eğitimleri'ne gelenler, alandaki çok farklı yerellerden, çok farklı kurumlardan gelen gençler. Fakat Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü'nün bünyesindeki gençlik merkezlerinde yapı biraz daha belli; oranın zaman içerisinde oluşmuş ve artık gençlerin davranışlarına da yansımış kendine ait bir kültürü var. Y.K: Ne gibi farklılıklar var mesela? Çok da ayrıştırmak istemiyorum ama ayrı iki kültür var mı, yoksa az çok da olsa bu gençler ortak paydada buluşuyor ve bu da kendi içinde kendi kültürünü oluşturuyor mu? N.Ö: Tabii tabii. Gençlik merkezlerinden gelen gençlerin, ki Baykuş Eğitimleri’nde de yaklaşık on beş kişi vardı, söylemleri biraz daha ezberci gibi geliyor bana. Aslına bu konularda genelleme yapılmaz. Bunları kişisel gözlem olarak paylaşayım. Kötü bir şey söylemek istemiyorum, kötü bir şey de değil aslında bu söylediğim; yani “ezberciler ve ezberlediklerini yapıyorlar” demek değil bu. Fakat her şeyin arkasında “ahlaklı” olmak, “erdemli” olmak, “Atatürk İlke ve İnkılapları'na sahip çıkmak” gibi bir söylem var. Tabii ki erdemli olunur, ahlaklı olunmalı ama sürekli bunu telaffuz ediyor olmak, kişisel olarak bende sıkıntı yaratıyor. Diğer taraftan da, genel olarak yereldeki gençlik merkezlerinden yararlanan gençler, merkezde hizmet veren gençler veya merkeze gidip faydalananlar olsun, aslında o yerelde yaşayan daha avantajlı gençler veya gençlik merkezlerinin ulaşabildiği gençler. Tabii ki gençlik merkezlerinin kapısı herkese açık ama iletişimden kaynaklanan bir problem de olabilir bu. Y.K: Ama bu, genelde gençlik alanıyla ilgili bir dert, değil mi? Hani üniversite okuyanlar zaten bu ülkede “genç” oluyor ya! Ama bu alanda “aktif” olanlara baktığımız zaman veya siyasi partilerde aktif olanlara baktığımız zaman herhalde daha çok öğrenciler veya mezun olmuş gençler var. N.Ö: Evet. Y.K: Bu, belki üniversitelerde farklı imkânları görüp bu işlerin içine girmeleriyle de ilgili olabilir diye düşünüyorum, değil mi? N.Ö: Çok alakalı, tabii ki çok alakalı. Y.K: Peki. Baykuş Eğitimleri ile ilgili olarak; kaç gün sürüyor bu eğitimler, eğitimlerde neler oluyor? Mesela, “gençlik çalışması” diyorsun ya, neler yapıyorsunuz bu eğitimlerde? N.Ö: Üç tam gün ve ilk ve son günler yarım olmak üzere, toplamda beş günlük eğitimler. Aslında geride bıraktığımız üç eğitimde de oturmuş bir şey oldu: Eğitimin başlığı ne olursa olsun ilk gün tüm katılımcılarla birlikte genel anlamda sivil toplum, Türkiye'de sivil toplum ve gençlik çalışmaları konularını mutlaka tartışıyoruz. Y.K: Bu aslında, yapılan işi genel olarak sivil toplumda konumlandırmakla ilgili bir şey, 120


değil mi? N.Ö: Aynen öyle. Çünkü eğitimin konusu “Gençlik Çalışmalarında Formel Olmayan Öğrenme” ise, katılımcıların hem kendilerini bir yerde konumlandırmaları hem de alanda yapılan işleri görmeleri açısından önemli bir yöntem. Gençlik çalışmaları ve sivil toplum tartışması bundan sonraki eğitimlerde de mutlaka olacak. Y.K: Peki. Türkiye'deki sivil toplumla ilgili, aktif olmakla ilgili veya yurttaşlıkla ilgili farklı algılar var mı? N.Ö: Çok enteresan tartışmalar oluyor. “Sivil Toplum” oturumunda çeşitli yargılar var: “sivil toplum kuruluşlarının görevi devletin yapamadıklarını yapmaktır”, “sivil toplum kuruluşları insanların boş vakitlerini değerlendirdikleri yerlerdir” gibi. Bu yargılar üzerinden tartışmalar yapılıyor ve çok enteresan şeyler çıkıyor aslında. Genelde “sivil toplum kuruluşu, devletin yapamadığı şeyleri yapmak için vardır” gibi bir anlayış hakim. Y.K: O galiba biraz da hangi örgütten geldikleriyle alakalı bir şey olabilir diye düşünüyorum. Çünkü genelde gençlik alanındaki bu tip örgütlere baktığınız zaman, devletin aslında yapmadığı ve belki de yapmayı çok istemeyeceği şeyleri yapıyorlar, farklı kültürlerden gençlerin bir araya gelmesi ve bir şeyler yapması gibi. Belki devlet ileride bunu yapmak ister ama en azından bugün için bu, çok anlamadığı bir şey. İletişim teknolojileriyle ilgili olan üçüncü eğitimde İnsan Hakları Derneği'nden bir arkadaş vardı. Bu arkadaş az önce bahsettiğimiz yargılar içinde “sivil toplum kuruluşları, devletin yaptıklarını izler” yargısının arkasında çok durdu. Çünkü İnsan Hakları Derneği geleneğinden geldiği ve o derneğin yaptığı iş de bu olduğu için aslında çok da haklı bir yerde duruyordu ve “...tabii ki sivil toplum kuruluşları yerelde hizmet de verir ama, belki de en asli görevlerinden bir tanesi devletin yaptıklarını izlemektir, bununla ilgili raporlar yazmaktır, lobicilik faaliyetleri ve savunuculuk yapmaktır” gibi şeyler söylemişti ve bu da durduğu yer açısından anlamlı aslında. N.Ö: Evet. Bir yandan da aslında herkes geldiği kurum üzerinden o yargıları tartışıyor. Bu anlamda o tartışmayı başka kurumlardan gelen insanlarla, başka yerlerden bakan insanlarla yapmak ve çalışmaya devam etmek aslında çok faydalı. Y.K: Başka bir öğrenme yaratıyor, değil mi? N.Ö: Evet. Y.K: Peki Neslihan, eğitimlerin içeriğinden bahsederken biraz önce “internet teknolojileri” dedin. N.Ö: Evet. Y.K: Dışarıda konuşurken de aslında orada bir simülasyon kurduğunuzdan bahsettin; gençlik çalışması, internet üzerinden aktivizm gibi. Bu iş nasıl oluyor? N.Ö: Şöyle oluyor: Gençlik çalışması ve sivil toplumla başladık, kurumlar biraz daha birbirlerini tanıdılar, daha sonra “iletişim nedir?” sorusuna değindik ve sonra da yaklaşık bir buçuk günlük bir simülasyon gerçekleştirdik. Y.K: Evet N.Ö: Bu simülasyon için de katılımcıları üç gruba ayırdık ve her gruba birer görev verdik. Mesela bunlardan bir tanesi, seçilme yaşının indirilmesiydi. Diğerleri ise, ÖSS'nin kaldırılması ve Kyoto Protokolü'nün imzalanmasıyla ilgiliydi. Önce simülasyonu anlattık. Bu 121


simülasyon bir bilgisayar laboratuvarında gerçekleşti. Kısaca şöyle: Tüm gruplar bu konularla ilgili kendi kampanyalarını internet üzerinden yürütecekler. Bununla birlikte bu gruplara da destek olacak 3–4 kişilik teknik bir ekip vardı. Gruplar, hem kendi iç iletişimlerini hem gruplar arası iletişimi hem de teknik destek ekibiyle olan iletişimi internet üzerinden kurmak durumundaydılar ve sadece iki kez yüz yüze iletişim kurma imkânları vardı. Teknik destek ekibinin de bir blog sayfası ve bir de e-mail adresi vardı ve bu ekip de iletişimi internet üzerinden kurmak durumundaydı; grupları buradan destekliyor, “açık kaynak” kullanımı gibi internetteki yeni teknolojilerin haberlerini ve hatta “çay-kahve molası” gibi eğitim sürecine dair bilgileri de buradan duyuruyordu. Zaman zaman katılımcılar blog açtılar, web sayfası oluşturdular ve çektikleri videoları “youtube” sitesine yüklediler. Teknik destek ekibi, kendi blog sayfasına onların haberlerini de koydu ve birbirlerinin yaptıkları işlerden de bu sayfa aracılığıyla haberdar oluyorlardı. Y.K: O zaman, 7–8 saatlik bir sürede web sitesi yaptılar, videoları çekip ve düzenleyip “youtube”a yüklediler, kendi aralarında elektronik posta grupları kullandılar, değil mi? N.Ö: Evet. Ertesi gün de birbirlerine kampanyalarını anlattılar. Hatta şöyle şeyler oldu: Bir gün önce kurulmuş olan web sitesine girip “ÖSS'nin kaldırılmasını ben de destekliyorum arkadaşlar” diye yorum yazan katılımcılar vardı. Çok eğlenceli ve çok verimli bir süreçti aslında, katılımcılar da çok keyif aldılar. Y.K: Güzel. Bundan sonra iki tane daha eğitim var demiştin, Eylül ayında mı? N.Ö: Evet, bir tanesi 3–7 Eylül tarihinde İstanbul'da olacak: Uluslararası Gençlik Çalışmalarında Dil Kullanımı. Diğer eğitimin, Gençlik Çalışmalarında Aktivizm, tarihi henüz belli değil. Y.K: Sonra da bu eğitimlerin eğitim kitapçıkları çıkıyor, değil mi? N.Ö: Evet, kitaplar çıkacak. Kitaplarda, hem rapor mahiyetinde o eğitimlerde neler olduğuyla ilgili bilgiler hem de eğitimlerin son gününde bahsettiğimiz, konuyla ilgili makaleler, web sayfaları gibi kaynakçalar paylaşılacak.56 Y.K: Yani, modülleri de insanlarla paylaşıyorsunuz ki isteyenler de bu modülleri kullanabilsin. N.Ö: Evet. Mesela, Sakarya Üniversitesi'nden bir katılımcı, Gençlik Çalışmalarında Formel Olmayan Öğrenme eğitiminden sonra bizden sunumları, makaleleri, kitapları aldı ve kurumuna gidip orada bunları aktarmış. Bu eğitimlere katılan katılımcılardan da zaten bu eğitimde aldıklarını kendi kurumlarıyla paylaşmalarını bekliyoruz. Biz aslında arkadaşlarla, kitaplar yayınlandıktan sonra “bu işi yerele nasıl yayarız” diye konuşacaktık ama bunu yapmaya başlayanlar oldu bile. Y.K: Aslında dert, kurumlardan gelen kişiler aracılığıyla o kurumların kapasitelerini geliştirmek sanırım. N.Ö: Evet, öncelikli olarak. Y.K: Peki bundan sonra bununla ilgili bir devam projesi gibi bir şey var mı? N.Ö: Düşünmekteyiz. Önümüzdeki dönemde Eyüp'e, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin

Tüm Baykuş Eğitimlerinin modüllerine Gençlik Çalışmaları Birimi’nin internet sitesindeki *.pdf dosyalarından ulaşılabilir. 56

122


Silahtarağa'daki kampüsüne taşınıyoruz ve orada bir gençlik merkezi57 gibi bir yer olacak. Yine eğitimlerde olduğu gibi bu alanda çalışan gençler 10–12 günlük çalışma ziyaretlerine gelecekler, staj gibi. Devamını böyle düşünüyoruz ama henüz kaynak aramaktayız. Y.K: Ve sonuçta bu eğitimlere katılanlar o çalışma ziyaretlerine gelecek ve bir nevi ikinci yıl da bu program devam edecek gibi gözüküyor, değil mi? N.Ö: Evet. Y.K: Harika. Peki, sana ulaşmak isteyenler için iletişim bilgilerini verebilir misin? N.Ö: Tabii. E-mail adresi: neslihan@bilgi.edu.tr ve telefon numarası da: 0 212 311 75 92 Y.K: İnternet sitesi? N.Ö: http://genclik.bilgi.edu.tr Y.K: Peki, konuğumuz olduğun için çok teşekkürler. N.Ö: Rica ederim. Y.K: Herkes Farklı Herkes Eşit'te bugünkü konuğumuz İstanbul Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi'nden Neslihan Öztürk'tü ve “Baykuş Eğitimleri” hakkında sohbet ettik. Farklı bir Herkes Farklı Herkes Eşit'te tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

57

Kısa Dalga Gençlik Merkezi

123


Toplum Gönüllüleri Vakfı “Demokrasi ve Haklarımız” Projesi Cevher KAHRAMAN – Halil ÖZ – Özlem EZGİN (31.10.2006) Yörük Kurtaran: Herkes Farklı Herkes Eşit’in ilk programına hoşgeldiniz. Programı Gülesin Nemutlu ile birlikte sunuyoruz ama bugün kendisi “Çeşitlilik” ile ilgili bir gençlik forumu için yurtdışında, bu yüzden aramızda olamayacak. Stüdyomuzda bugün üç konuğumuz var: Özlem Ezgin, Halil Öz ve Cevher Kahraman. Hoşgeldiniz. Öncelikle çok kısa olarak kendinizi tanıtabilir misiniz? Özlem Ezgin: Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda (TOG) çalışıyorum, Demokrasi ve Haklarımız projesi sorumlusuyum.58 Halil Öz: Bandırma’da okuyorum ve yaşıyorum. Ben de Özlem’in biraz önce bahsettiği projede gönüllü olarak çalışıyorum, ilk dönem eğitmenlerdenim. Öyle bir şekilde devam ediyor hayat. Cevher Kahraman: İstanbul Üniversitesi’nde okuyorum. Özlem’in bahsettiği projede gönüllü eğitmen olarak çalışıyorum. Ben de ikinci kuşak eğitmenim. Y.K: İlk kuşak ve ikinci kuşak diye iki ayrı kuşak mı var? Ö.E: Evet, çünkü proje iki senelik bir proje. Aralık ayında ikinci senesini dolduracak. Halil ilk sene uyguladığımız eğitmen eğitimlerine, Cevher de ikinci sene uyguladığımız eğitmen eğitimlerine katıldı. Bu nedenle aralarında bir kuşak farkı var. Y.K: Peki biraz projeden bahsedebilir misiniz? İnsan hakları ve gençlik dediğimiz zaman farklı STK’ların bünyesinde farklı projeler var. Bu proje de iki senedir devam ettiğine göre belki sürdürülebilirliğiyle de ilgili bir şeyler söyleyebilirsiniz. Bu proje neyi amaçlıyor, şimdiye kadar neler yapıldı? Biraz bahsedebilir misiniz? Ö.E: Proje, Türkiye’de gençlerde ve çocuklarda demokrasi ve insan hakları alanındaki temel konularda farkındalık yaratmak için oluşturuldu. Onları bu alanda aktivist kılmayı, eyleme geçirmeyi hedefledik. Bunun için proje dahilinde iki farklı araç geliştirdik: gençlere yönelik bir eğitim programı ve çocuklara yönelik bir kutu oyunu. Eğitim programında iki aşama var, bunu eğitmen eğitimleri ve gönüllü eğitimleri olarak yapıyoruz. Eğitmen eğitimleri için web sitemizden açık çağrı açıyoruz, başvuruları alıyoruz. Bu eğitmen eğitimine katılan arkadaşlarımız daha sonra yaygınlaştırma eğitimlerine katılıyorlar. İki senede Türkiye’nin neredeyse 20 ilinde 30’a yakın eğitim verdik ve 400’den fazla gence ulaştık. Bu genç arkadaşlarımız eğitimlerden sonra insan haklarıyla ilgili projeler üretmeye başladılar, çeşitli aktivist faaliyetlerde bulundular. Çocuklar için bir kutu oyunu ürettik: “rengârenk”. Bunu da Türkiye genelinde, 20 den fazla okulda, 600 çocukla oynadık. Aslında projenin, onlar için ne kadar özel ve anlamlı olduğundan belki Halil ve Cevher de bahsedebilirler. Y.K: Gençlerin gençlere eğitim vermesinden bahsediyoruz. Bunlar nasıl eğitimler oluyor? Mesela, “arkadaşlar haklarınız bunlardır” deyip -hani okuldaki vatandaşlık derslerindeki 58

2010 yılı itibariyle bu görev Hakan Kahraman tarafından yürütülmekte olup,Özlem Ezgin, vakıftaki görevine Gençlik Araştırmaları ve Sosyal İlişkiler Departmanı (GASİ) sorumlusu olarak devam etmektedir.

124


gibi- haklarını ezberleyip mi eğitimden çıkıyorlar, yoksa daha farklı yöntemler mi var? H.Ö: Tabii ki öyle olmuyor. Senin de söylediğin gibi, eğitim veren kişiler genç. Eğitim verdikleri insanlar da genellikle üniversite öğrencisi veya üniversite öğrencisi yaşındaki gençler. O yüzden biri eline tebeşiri alıp bunları bilmeniz gerekiyor şeklinde bir uygulama yapmıyor. Bunun yerine yaygın öğrenme dediğimiz, biraz daha deneyimleyerek öğrenme metotlarını kullanıyoruz. Çeşitli modüller geliştiriliyor. Bunun üzerine kişiden kişiye öğrenme sağlanıyor. C.K: Yani modüllerin arasında, eğitime katılan arkadaşların aktif katılımlarını gerektiren uygulamalar var. Örneğin ayrımcılıkla ilgili bir atölye çalışması yapıyoruz. Orada eğitmenler kadar katılımcılar da aktif oluyor ve deneyimsel öğrenme daha fazla gerçekleşiyor. Hem insanlar daha fazla sahiplenmiş oluyor hem de biri eline kalemi alıp tahtada bir şeyler anlatmadığı için daha da etkili oluyor. Y.K: Deneyimsel öğrenme diyoruz, formel olmayan eğitim yöntemleri 59 diyoruz. Peki, atölyelerden bir tane somut örnek verebilir misiniz? Mesela bir oturum ne kadar sürüyor? Ö.E: Yaklaşık bir buçuk saat sürüyor ve çok çeşitli konularda atölyeler yapılıyor. Proje koordinatörü olmadan önce ben de bu eğitmen eğitimlerinin katılımcısıydım. Y.K: İki sene önce ilk kuşak? Ö.E: Evet, iki sene önce ilk kuşak. Benim için en çarpıcı oturumlardan bir tanesi “Haklar Çatışması” atölyesiydi. İlk defa mülkiyet hakkının yaşam hakkından daha önemli olduğunu savunan bir kişi olmak zorunda kaldım. O güne kadar hiç düşünmediğim bir şeydi bu. İsterseniz kısaca bahsedeyim atölyeden. Y.K: Tabii, lütfen. Ö.E: Bu arada söylemek lazım, birçok eğitimde Compass’tan yararlanıyoruz. Avrupa Konseyi’nin insan hakları eğitimi için oluşturduğu kitap. Bizim için de büyük bir bilgi kaynağı. Y.K: Ek bir bilgi: Bildiğim kadarıyla Compass’ı İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları Türkçeye çeviriyor. Sanırım 2007 sonbahar gibi basılmış olacak60. Ö.E: Evet. Bu kitaptan yararlanılarak uyarlanmış olan atölyemizde bir ilaç şirketi var. Güney Afrika’da hükümet AIDS’i önlemek için insanlara kopya ilaç satıyor; çünkü ilaç fiyatları çok pahalı ve insanlar bunu ödeyebilecek maddi güce sahip değiller, bu yüzden de ölüyorlar. Doğal olarak ilaç şirketi de buna dava açıyor. Bunun üzerine katılımcıları gruplara ayırıyorsunuz. Bir grup hükümet, diğeri ilaç şirketi, bir diğeri sivil toplum kuruluşu oluyor ve bir de yargıçlar grubu var. Her grup içinde bulunduğu rol gereği olaya bakmak zorunda kalıyor. Ben ilaç şirketi grubundaydım ve mülkiyet hakkını savunmak zorundaydım. Karşıdan birileri de yaşam hakkını savunuyorlardı; bu arada, bu gerçek bir dava. O an gerçekten bunu düşünmek zorunda kaldım. Bu eğitimlerde deneyimlemek çok önemli. Bazı şeyleri hiç bir zaman yaşayamıyor olabilirsiniz, ayrımcılık atölyesinde olduğu 59 Ayrıntılı

bilgi için Nurhan Yentürk, Yörük Kurtaran ve Gülesin Nemutlu tarafından derlenip ,2008 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından çıkarılmış olan Türkiye’de Gençlik Çalışması ve Politikaları kitabından ‘Gençlik Çalışmaları Kapsamında Formel Olmayan Eğitim’ makalesine bakabilirsiniz. 60

Avrupa Konseyi'nin İnsan Hakları Eğitimi Gençlik Programı kapsamında hazırlamış olduğu COMPASS , İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından İnsan Hakları Hukuku Çalışmaları dizisinin bir parçası olarak Türkçe'ye çevrilerek Nisan 2008ʼde "PUSULA: Gençlerle İnsan Hakları Eğitimi Kılavuzu" başlığı altında basıldı.

125


gibi. Örneğin, hiçbir zaman bir eşcinselin yaşadığı zorlukları yaşamıyorsunuz ya da fark etmiyorsunuz. Ama ayrımcılık atölyesinde, elinizdeki rol kartı bir eşcinseli canlandırmak olduğu için ve bazı haklarınızı kullanamadığınızı fark edemediğiniz zaman, adım atamadığınız zaman “bir dakika” diyorsunuz, “demek ki bunlar da var”. Bizim eğitimler böyle tamamen; hissetmek ve deneyimlemek üzerine, yoksa 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabul edilmesini bilmek değil derdimiz. Y.K: Gençler çeşitli eğitimler alıyorlar ve o eğitimleri başkalarına verdikleri zaman başkalarındaki değişimlerle ilgili çok şeyler söyleniyor. Ama madalyonun bir de diğer tarafı var. O eğitimi veren gençlerde nasıl bir değişim oluyor, hayatlarında neler değişiyor? Yani farklı bir gözle hayata bakıyor muyuz? Bunlarla ilgili bir şeyler söylemek isteyen var mı acaba? Ö.E: Cevher belki projelerinden bahsetmek ister C.K: Ben Bilecik’te eğitmen eğitimine katılmıştım. O eğitimden sonra hayatımda birçok şeyin değiştiğini fark ettim. Yani bu değişim bir süreç üzerinden oluyor ve hâlâ o değişimin devam ettiğini görüyorum. Çünkü her eğitime katıldığımızda katımcılardan da çok şey alıyoruz. Onlarla aramızda olan alışveriş bizi güçlendirdiği gibi, hayatımıza da gerçekten farklı bir bakış açısı kazandırıyor. Bizim, demokrasi eğitiminden sonra ortaya çıkan bir proje fikrimiz vardı ve onu geliştirdik. Şu an insan hakları ve ihlalleri konusunda bir fotoğraf yarışması yapıyoruz. Ardından gelen 100 fotoğrafı da Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde, daha çok kamuya açık alanlarda sergilemeyi düşünüyoruz. Bu projeyle, hem eğitimlerden gelen talep doğrultusunda hem de aktivizm adına bir şeyler yapmış olacağız. Ayrıca insan haklarıyla ilgili bir farkındalık oluştururken de kişisel gelişimimize katkısı olacağını düşünüyorum. Y.K: Peki Cevher, genelde elektronik posta gruplarına bakıyorum. Mesela bugün Toplum Gönüllüleri’nin e-posta grubunda (gencgonulluler@yahoogroups.com) ABD’nin Irak’ı işgaliyle ilgili yazılar vardı. Eğitim sürecinden sonra, mesela Toplum Gönüllüsü gençler biraz daha bu tür projeler yapmaya başladılar mı? C.K: Bu eğitimleri alıp insanların farkındalıkları arttıktan sonra eskisi kadar duyarsız kalamıyorlar, bir şeyler yapmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Bu zorunluluk yanlış olacak belki ama, “bir şeyler yapmalıyım” diyorlar. Biz, naçizane, bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Haftaya Salı günü, 7 Kasım saat 14:00’de, İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi’nde bir konferansımız olacak. Y.K: Herkes katılabiliyor mu konferansa? C.K: Tabii. Öğrenci Kültür Merkezi’nde olduğu için katılabiliyor. Özcan Yurdalan ve Tolga Sezgin, Irak’a ABD işgalinden önce canlı kalkan olarak giden fotoğrafçılar. Oradaki deneyimlerini bizlerle paylaşacaklar. Ayrıca bu fotoğraflara www.narphotos.net adresinden ulaşabiliyorsunuz. Ardından işgallerle ilgili bir söyleşi olacak. Ben buradan herkese açık çağrı yapıyorum: Herkesi Salı günü bekliyoruz. Y.K: Bir de Halil, ben bundan yaklaşık bir sene önce bu projenin filmini seyrettim. Senin orada “insan hakları bizden uzak, tepemizde bir yerde değil, tam da günlük hayatımızda kullandığımız şeylerden ibaret” dediğini hatırlıyorum. Bununla ilgili bir şeyler söylemek ister misin acaba? H.Ö: Tabii. Ben çevremde de bunu gördüm. İnsanlar, insan hakları ihlali dendiği zaman uzaklarda bir yerlerde düşünüyorlar, örneğin Afrika’da ya da Irak’ta. Aslında günlük yaşamda da çok fazla var ve o ihlalleri yapanlar da bizleriz. Çok da farkında değiliz, çünkü 126


hak ne ihlal ne çok fazla bilmiyoruz. Sen “eğitimden sonra ne kazandınız?” diye sormuştun, işte ben bunu kazandım. Eğitmenim ama her gün insan haklarını ihlal ediyorum. Örneğin, her gün kırmız ışıkta geçtiğimde başkasının bir hakkını ihlal ediyorum belki. Çevremde de en büyük değişikliğin bu olduğunu gördüm. Bu yüzden ben bu projeyi seviyorum. Y.K: Kendinizde, en azından gördüğünüz yanıyla bir değişim bu. Peki, etrafınızdaki insanlar sizde bir değişim görüyor mu? Bir geribildirim veriyorlar mı? Örneğin, gençlik projelerinde insanların sevgilileri “sen bu gönüllülük işlerine girdikten sonra çok değiştin” gibi şeyler derler. Böyle şeyler söylüyorlar mı, insan hakları “işlerine” takıldıktan sonra? Ö.E: Tabii. Artık randevu yerlerimiz değişti. Eskiden barlarda, Beyoğlu’nda buluşurken şimdi, “Özlem şu eylemde buluşuyoruz” deniyor, Taksim’de ya da Kızılay’da. Buluşma alanlarımız ve yaptığımız ortak şeyler değişti. H.Ö: Ben de okula gitmediğim boş zamanlarda, devamsızlık yaptığım zamanlarda “kesin bir eyleme gitmiştir” falan deniyor. Y.K: Peki Özlem, farklı projelerle ilgili planlar var mı acaba? Bu tip projelerin yürüyebilmesi için kaynaklara ihtiyaç var. Tabii fonsuz da yürüyebilen bir kısmı olabilir. Kafanızda bir fikir olarak “şunu yapmak istiyoruz” diye bir şey var mı acaba? Ö.E: Var aslında. Çünkü aynı zamanda bizim projemize katılmış 600’ün üzerinde genç var, onlardan da talep var, “biz artık başka şeyler yapmak istiyoruz, kendimizi geliştirmek istiyoruz” diye. Bunlardan bir tanesi, içinde eğitimlerimizin de bulunduğu homofobi ve ayrımcılık üzerine bir proje. Hatta bazı ortaklıklarla onlara eğitimler de sağlayacağız, yeni bir şeyler yapacaklar. Biz de yeni bir proje tasarlamayı düşündük, “Yaşayan Kütüphane” diye. Y.K: Nasıl bir proje bu? Ö.E: Aslında normal bir kütüphane gibi işliyor, fakat kitaplar yaşıyor. Kitapları alıyorsun, okuyorsun ve geri getiriyorsun. İstersen süresini uzatıyorsun. Kitapların hepsi birer insan, hikâyesi olan insanlar. Bizim hedefimiz, Türkiye genelinde 20 kitaba ulaşmak. Yaşayan Kütüphane’yi özellikle gençlerin yoğun olduğu yerlerde, mesela festivallerde ve şenliklerde, bu demokrasi grubuyla beraber uygulamak istiyoruz. Şu anda da hazırlıklarını yapıyoruz. Y.K: Bir şey daha soracağım. Mesela ben İstanbul’da bir gencim ve demokrasi ve insan hakları konusunda eğitim almak istiyorum. Ne yapmam gerekiyor? Bununla ilgili bilgi verebilir misiniz? Ö.E: Tabii. Öncelikle TOG’un web sayfasında (www.tog.org.tr) tüm bu bilgileri paylaşıyoruz. Burada, Demokrasi ve Haklarımız projesinin kendi web sayfasına bir bağlantı var: http://demokrasi.tog.org.tr. Buradan takip edebiliyorsunuz. Mesela, İstanbul’da Aralık ayında bir eğitmen eğitimi yapacağız ve bu eğitim Avrupa Konseyi destekli bir eğitim olacak. Çünkü bahsettiğim gibi biz Compass’ı kullanıyoruz ve Compass’ın kullanımını destekleyen bazı fonlar var. Avrupa Konseyi’nin sağladığı bu fonlardan birini de biz aldık ve bu sayede bu eğitmen eğitimini yapacağız. Aramıza 20 eğitmen daha katılacak ve büyüyerek devam edeceğiz. Bu sene sonuna kadar da dokuz tane gönüllü eğitimi yapacağız. Bunlara da herkes katılabilir. Bunlar da yine projenin web sayfasından takip edilebilir. Y.K: Akran eğitimi tarafından biraz bahsettik, aslında bu insan haklarıyla ilgili olan kısmı. 127


Bunun dışında farklı gençlik örgütlerinin ihtiyaçlarına cevap vermek adına farklı eğitimlerde de bulunuyor musunuz? H.Ö: Aslında bu projenin sadece TOG üzerinden yürümesi çok da doğru bir şey değil. İhtiyaç olduğunda ve böyle fırsatlar olduğunda, bütün eğitmen arkadaşlar buna katılmak ister. Şubat ayında Bandırma’da, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlükle ilgili bir proje yapmayı düşünüyoruz. Altı AB ülkesiyle birlikte Türkiye’de bu tür imkânları kovalıyoruz. Ama insanlarda “ben de gideyim, eğitime katılayım” gibi bir anlayış olmadığı için eğitmen arkadaşlarım çok da fazla şans bulamadı. Y.K: Belki orada o talebi yaratmak adına da bir şeyler yapmak gerekir. Çünkü belli tip gençler var projelerde. Biz programa başlarken “buraya iki tür insan gelebilir: ya genç olanlar ya da genç olmadığının farkında olan yetişkinler” dedik. Ben ikinci kategoriye giriyorum ve de o çerçevede yetişkinlerin bir söylemi var: “Gençleri çağırıyoruz ama gelmiyorlar” gibi. Ben burada söylediklerinizden gençlerin bu işlerle ilgilendiğini, ancak o kurulan dilin daha farklı olması gerektiğiyle ilgili bir şey anlıyorum. Gençleri çağırmak başka bir şey ama onlarla beraber bir şeyler yapmak daha farklı bir şey. Bir şey daha var. Cevher sen İstanbul’dasın, Halil sen de Bandırma’dasın. Gençlere buralarda mı eğitim veriyorsunuz, yoksa başka illerde de veriyor musunuz? İşin içinde sanırım bir kültürlerarası öğrenme de var. H.Ö: Mesela ilk eğitimi Diyarbakır’da vermiştik Özlem’le beraber. İkinci eğitimi ise Bandırma’da verdim. Fakat Bandırma’da olması bizi biraz daha zorladı. Y.K: Eğitmenlerin farklı illerde eğitim vermesi özellikle yapılan bir şey mi acaba? Ö.E: Evet özellikle yapılan bir şey. Hem eğitmenlerin hem de katılımcıların çok farklı yerlerden geliyor olmasına dikkat ediyoruz. Örneğin biz Halil’le gittiğimizde hak ve ihlal tanımlarımız vardı, ama onlar bize “sizin hak dediğiniz şey ihlal, ihlal dediğiniz şey hak” dediler ve böylece yeni bir öğrenme süreci başladı. O açıdan başka yerlere gidilmesine çok önem veriyoruz. Y.K: Şu an bizleri dinleyen herhangi bir gençlik grubu bu eğitimle ilgili bilgi almak isterse seninle iletişime geçiyor ve bu iki üç günlük eğitimlerin bir parçası olmak için de süreci başlatmış oluyor. Ö.E: Evet. Y.K: Peki. Bugünkü programımıza katıldığınız için çok teşekkürler Ö.E: Biz teşekkür ederiz. Y.K: Bugün Özlem Ezgin, Halil Öz ve Cevher Kahraman bizimle beraberdi ve Demokrasi ve Haklarımız projesiyle ilgili sohbet ettik. Haftaya tekrar bizi dinlemeniz dileğiyle. Hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

128


Gençlik ve Sosyal Haklar Projesi Volkan YILMAZ (03.07.2007) Yörük Kurtaran: 94.9 Açık Radyo’da, yeni bir Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız. Bugün yine genç bir konuğumuzu var: Volkan Yılmaz. Hoşgeldin Volkan. Volkan Yılmaz: Hoşbulduk. Y.K: Nasılsın, iyi misin? V.Y: Teşekkürler, iyiyim. Y.K: Bugün seninle gençlik ve sosyal politika alanına dair bir şeyler konuşacağız. Öncesinde biraz kendinden bahseder misin? V.Y: Tabii. Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda, Gençlik ve Sosyal Haklar projesinde çalışıyorum. Bir yandan da Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Sosyoloji öğrencisiyim. Bir yıl önce Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu vasıtasıyla sosyal haklar ve sosyal politika alanında çalışmaya başladım. Y.K: Peki. Biraz yürüttüğünüz projeden bahsedebilir misin? Yani sosyal haklar kendi içinde çok büyük bir külliyat ve bununla ilgili birçok teorik tartışma da var ama “gençler ve sosyal haklar” dendiği zaman, bu, çok konuşulan bir alan değilmiş gibi geliyor; alana baktığımız zaman biraz daha “grilik” varmış gibi değil mi? V.Y: Aslında gençlik ve sosyal haklar iki ayrı alan. Hem gençlik politikalarından bahsediyorsunuz hem de sosyal politikalardan bahsediyorsunuz. Senin de bildiğin üzere zaten gençlik alanında Türkiye’de yapılan çok fazla bir şey yok. Sosyal politika anlamında da aslında bir İskandinavya seviyesine ya da Avrupa’daki sosyal refah devleti modeline yaklaşmış bir Türkiye olmadı hiçbir zaman. Ama yine de burada bir tartışma yürüyor, az ya da çok. Aslında proje bu iki tartışmayı birbiriyle “konuşturmak” istiyor. Yani sosyal politikaya bakarken gençliği bir dezavantajlı grup ya da bir kimlik olarak ele alıp bu perspektiften bakabilmeyi ve gençlik alanında da gençliğin sadece bir üst-orta sınıftan ibaret olmadığını, aslında gençlik dediğimiz şeyin sosyal politikalarla güçlendirilebileceğini anlatmaya çalışıyor bu proje. Y.K: Sanırım bir eğitim programı ve bunun yanında da bir rapor kısmı var bu projenin. V.Y: Aynen öyle. Bu eğitimlerde, Avrupa Komisyonu’nun61 eğitimleriyle başlayan formel olmayan akran eğitimleri modeli uygulanacak. Aslında sosyal haklar alanında böyle bir eğitim örneği yok. 20 genç eğitmen olacak ve bunun için bir eğitmen eğitimi programından geçiyorlar. Şu anda ilk eğitmen eğitimini bitirdik. Y.K: Kaç günlük bir eğitim bu? V.Y: Beş günlük bir eğitim; yoksulluk, sosyal dışlanma, dayanışma, eşitlik gibi genel sosyal hak kavramları üzerine yoğunlaşan bir eğitim. Ama akran eğitimi modelinin bir getirisi, hocanın size bir şeyler anlattığı akademik eğitimin dışında bir eğitim olması. Bu anlamda, eğitim dediğimiz zaman Türkiye’de anladığımız eğitimden bahsetmiyoruz. Bizim

61

http://www.avrupa.info.tr/DelegasyonPortal.html

129


uyguladığımız eğitimler deneyimsel öğrenme metotlarıyla 62 gerçekleşiyor. Bir anlamda rol oyunlarıyla bir şeyleri deneyimleyip sonrasında üzerine konuştuğumuz bir eğitim. Bu eğitimin de daha sonra yaygınlaştırma eğitimleri olacak. Y.K: Yani eğitmen eğitimini alan gençler sonra yaygınlaştırma eğitimi yapacaklar. Peki kimlerle? V.Y: Yine gençlerle, çoğunluğu üniversite öğrencisi bu gençlerin. Eğitmen eğitimine katılan bu 20 gencin 10’u Toplum Gönüllüleri Vakfı’ndan, diğer 10’u da başka sivil toplum kuruluşlarındandı. Bunun da iyi bir şey olduğunu düşünüyorum, çünkü çeşitliliği sağlamış olduk bir anlamda. Örneğin Uluslararası Af Örgütü’nden, AEGEE’den, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği’nden katılımcılar vardı. Y.K: Ve farklı illerden sanırım, değil mi? V.Y: Evet. Diyarbakır, İzmir, Samsun, Kars gibi illerden katılımcılar vardı. Bunun eğitime, oradaki tartışma ortamına canlılık getirdiğini düşünüyorum, çünkü herkes farklı deneyimlerden geliyor. Şimdi o arkadaşlar dört kişilik gruplarla İzmir’de, Ankara’da, Samsun’da, Diyarbakır’da ve İstanbul’da toplam beş eğitim gerçekleştirecekler, yine yirmişer kişiyle birlikte. Bu eğitimler de yine Toplum Gönüllüleri’nden ve diğer sivil toplum kuruluşlarından eşit sayıda katılımcıların olacağı üç günlük eğitimler olacak. Aslında sonrasında da yeni bir şey denemeye karar verdik: “Yüz yüze eğitim” diye bir modül oluşturmaya çalışıyoruz. Y.K: Eğitimler zaten yüz yüze değil mi? V.Y: Evet ama bunun bir farkı var. Yayınlaştırma eğitimine gelen her katılımcının gidip diğer kişilerle bir kart oyunu oynayacağı bir eğitim olacak. Bu kart oyununda aslında sizin “politika yapıcılar” olarak birçok alanda politika üretmeniz ve tartışmanız bekleniyor. Temelde bir oyun üzerinden sosyal haklar ve sosyal politika konuşabileceğiniz bir modül tasarlandı, bu da aslında gelişmekte olan bir süreç. Y.K: Peki. Bir de rapor yanı var demiştik. V.Y: Rapor, gençlik ve sosyal haklar raporu temelde ama üniversite öğrencilerine bakıyor. Aslında Türkiye’de gençlikle ilgili olarak üniversite öğrencilerinin dışında bilgiye erişmeniz, istatistiğe erişmeniz çok da kolay bir şey değil. Bu anlamda alandaki ilk rapor olacak. Kalitatif ya da kantitatif bir araştırma üzerine kurulu değil. Ama temelde içinde gençlik çalışanlarının, sosyal politika çalışanlarının bulunduğu bir ekip var. Rapor temel olarak iki alanda yazılacak. Teorik tartışmalar olacak, “gençlik Avrupa’da ne zaman bir sorun haline geldi?”, “Türkiye’de gençlikten bahsetmek ne demektir?”, “gençlik bir kimlik midir?” gibi tartışmalar. Sonrasında da tematik olarak, örneğin “barınma hakkı ve gençlik” gibi bir başlıktan bahseden bir bölüm olacak. Barınma, sağlık, istihdam, eğitim gibi temel sosyal hak alanlarını içeren bölümlerden oluşacak aslında. Gençlik ve sosyal haklar alanındaki ilk rapor olacağı için, tek sesli bir rapor olmamasını ve bu alanda çalışan diğer paydaşlarla görüşüp onların sesini de bu rapora ekleyelim istedik. Bunun için, örneğin Başak Kültür ve Sanat Vakfı ile “zorunlu göç ve gençlik” üzerine görüştük; Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu ile “gençlik, sosyal politika ve vatandaşlık” üzerinden nasıl bir tartışma yürütüldüğü üzerine görüştük. Bunun gibi birçok sivil toplum kuruluşu aslında bizimle birlikte bu alanlarda söz söyleyecekler. Yani bir anlamda hep beraber bir rapor çıkartıyor 62

Deneyimsel öğrenmeyle ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz. Mark Taylor, “Gençlik Çalışmaları Kapsamında Formel Olmayan Eğitim”; Türkiye’de Gençlik Çalışması ve Politikaları. edt. N. Yentürk, Y. Kurtaran, G. Nemutlu; İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınevi (2008)

130


olacağız. Y.K: Peki raporu yazanların durduğu yer ile diğer örgütlerin katkı yaptığı yer arasında bir hayata bakış farklılığı var mı? V.Y: Kesinlikle var. Y.K: Peki rapora yansıyor mu bu? V.Y: Evet, yansıyor. Aslında yansımasının da iyi bir şey olduğunu düşünüyoruz. Çünkü asıl amaç bu projeyle birlikte gençlik ve sosyal haklar alanında bir tartışma başlatmak. Bu bir “son” projesi değil, bir başlangıç projesi olacak. Örneğin, Türkiye Sosyal Forumu ve Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu: Biri ağırlıklı olarak vatandaşlık üzerinden bir tartışma yürütmenin daha iyi bir siyasi pozisyon olduğunu söyler ve onun üzerine çalışırken, diğeri bir yandan bu pozisyona saygı duyup bir yandan da bu konulara uluslararası perspektiften bakılması gerektiğini söylüyor. Her ikisinin de raporda olmasından biz çok mutluluk duyacağız. Çünkü bu alan için gayet anlamlı pozisyonlar. Y.K: Eğitim sonuçta bir deneyim getirecek, rapor ise projeye bilgi üzerinden bir katkı sağlayacak. Bunların diğer paydaşlarla paylaşılmasıyla ilgili bir alan olacak mı daha sonra? V.Y: Evet, projenin 2-3 Kasım’da Ankara’da iki günlük bir sonuç konferansı olacak. Biraz, hani her projenin sonunda olan “bitsin de bir sonuç konferansı yapalım”dan çıkarmaya çalışacağız bunu. İlk gün, bu alanda çalışmış, bu alana emek vermiş ünlü kişilerin gelip konuşmasını planladığımız bir açılış oturumuyla birlikte başlayacak ve projedeki deneyimlerimizi aktaracağız, “biz gençlik ve sosyal haklar alanına bakmaya çalıştık ve eğitimde ve raporda bunlara ulaştık” diye. Bu arada “biz” diye bahsettiğim sadece projeyi yazanlar ve projenin koordinatörü değil, aynı zamanda da gençler. Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın da başından beri altını çizdiği şey buydu: Gençlerin hem proje üretim aşamalarına hem de politika yapma aşamalarına katılmaları. Burada da projenin içinde bir şekilde yer almış gençler de sonuç konferansında olacak ve bunları birebir sunan, tartışan kişiler olacaklar. Gençlik ve Sosyal Haklar Sonuç Konferansı’nın aslında önemli diğer bir kısmı da, projenin kendisini anlatmanın ötesinde, tematik oturumlarının olması. İkinci gününde de böyle bir şey planlıyoruz. Örneğin: “Medikolar”. Türkiye’de şu anda çok tartışılan ve “Medikomu Vermiyorum” kampanyasıyla da gündeme oturmuş bir konu. Medikolarla ilgili bir oturum olmasını planlıyoruz. Bu oturum hem Medikomu Vermiyorum inisiyatifinden arkadaşların hem de Sağlık Bakanlığı’ndan bürokratların olacağı, aynı zamanda da bu alanda çalışan akademisyenlerin katkı sağlayacağı bir oturum olacak. Böylece belki bir diyalog da başlayabilir. “Gençlik ve sosyal haklar alanında bu kadar insan çalışıyoruz ve ne yapabiliriz?” sorusunun cevabını arayacağız. Y.K: Yani sonuç konferansı değil, aksine, bir sürecin başlangıcı olacak. V.Y: Aynen öyle. Y.K: Herhalde geçtiğimiz son 3-4 aydır bu projenin hayata geçmesiyle ilgili olarak sosyal politika alanında çalışan birçok kurum ve uzmanla da ilişkiye geçtin. Genel olarak baktığın zaman, sosyal haklarla ilişkili olarak çalışan kurumların gençlerle ilişkisi var mı? Varsa eğer bu ilişkiye nasıl bakıyorlar? Eminim kadınlarla, engellilerle, yoksullarla ilgili çok şey söylüyorlar ama gençlerle ilgili bir şey söylüyorlar mı? V.Y: Aslında ilk tanıştığımızda neden “gençlik ve sosyal haklar?” diye soran birçok örgütle tanışmış olduğumuzu anladık. Yani gençlik perspektifiyle bakıp sosyal haklar çalışması 131


yapan dernek var mı, çok emin değilim. Bunun üzerine eğilen, bunun üzerine tartışan kimseyle tanışmadık aslında. Ama bir yandan da buna bakmak isteyen birçok kuruluş da var. Eğer bu sosyal haklar dediğimiz şey ihtiyaç temelliyse ve gençlerin de kendine özgü ihtiyaçları varsa, gençlik özelinde bu alana bakılması ve gençler üzerinden de bir savunuculuk yapılması gerekiyor. Ama bir yandan da sınıf temelinde sadece sosyal politikaya bakılabileceğini ve bunun dışında da bir savunuculuğun kabul edilemeyeceğini söyleyen ve aslında sınıf söylemi içerisinde gençleri eriten bir söylemle de karşılaştım. Bence birlikte çalışılabilecek birçok dernek var. Hem Avrupa’da hem de Türkiye’de sosyal haklar bir küme olarak geriye çekiliyorken, spesifik olarak gençliğe bakmıyor olmalarından dolayı sosyal haklar alanında çalışanları suçlamak pek adil olmaz herhalde. Çünkü zaten temel olarak bir sorun var. Y.K: Yeni gençler “tali” mi kalıyor bu tartışmada? V.Y: Gençler tali kalmıyor kesinlikle ama bir yandan her köşeyi tutmak da anlamlı geliyor bana. Örneğin, barınmayla ilgili olarak İnsan Yerleşimleri Derneği’nin yaptıkları çok anlamlı geliyor bana -Romanlar özelinde ve birçok alanda barınma sorununa bakabiliyorlar. Ama gençliği eklemlemek, o köşeler tutulurken çok olası bir şey. Mevzu, en azından o köşeleri kaybetmemek hiçbir zaman. Y.K: “Yoksullar, kadınlar, engelliler” dediğimiz zaman aslında bunları hemen refleksif olarak söylüyoruz. Bunları yatay olarak kesen gençlik diye de bir şey var. Yani yoksullar var, genç yoksullar var; kadınlar var, genç kadınlar var gibi. V.Y: Tabii. Mesela, hapishanelerde yapılan çalışmalar, suç ve ceza gibi kavramlar üzerinde tartışılıyor. Ben, “gençlik perspektifinden buna bakabilir miyiz?” diye sorduğumda görüştüğüm kurumlardan genellikle olumlu bir tepki alıyorum. Çünkü bu adli infaz yasalarının temelinde bir gençlik tartışması yok tabii, ama bir yandan da son dönemde gençlerin çok fazla suçlu olarak nitelendirildiği ve hapse girmeye başladıkları tartışılıyor. Dolayısıyla gençlik özelinde suç oranında artış varsa bunu da tartışmak gerekiyor. O süreçte, gençlik yaş aralığında insanın birçok ihtiyacı oluyor ve bunlardan bir tanesi de eğitim olabilir; üniversiteye gitmekten bahsedebiliriz ya da bunun yerine çalışmaktan bahsedebiliriz. Fransa’daki tartışmalar da bunu çok temelde gösteriyor aslında. Sadece sınıf tartışmasından gidersek ve o perspektiften bakarsak, Fransa’daki gençlik sendikalarının karşı çıkışını anlamak güçleşebilir. Fransa’da ilk işe girişlerle ilgili bir yasal düzenleme yapılıyordu ve bu sayede gençler çok daha kolay bir şekilde işten çıkartılabilecekti. Bir anlamda gençlerin istihdama katılmaları zorlaştırılacak ve çok daha kolay gözden çıkartılmaları sağlanacaktı. Bu aslında bir gençlik sorunudur. Evet, bir sınıf sorunu olduğu kadar bir gençlik sorunudur da. Dolayısıyla bu tür konulara gençlik özelinde de bakmak anlamlı bir yaklaşım. Y.K: “Gençler” dediğimiz zaman gençleri çocuk söyleminde eritmek gibi bir şey de var aslında. Genelde bu alandaki insanlarla konuştuğun zaman sohbet, gençlerden çocuklara doğru gidiyor. Böyle bir şey gözlemledin mi? V.Y: Evet, gözlemledim. Çocuk alanına dair çok şey bilmediğim için pek bir şey söylemek istemiyorum ama genç ve çocuk arasındaki temel fark, gencin tam bir birey olarak hayata katılabilir ve karar alabilir bir insan olması. Aslında bu yüzden de karar almasın diye çocuk söyleminde eritiliyor gibi geliyor bana. Tabii ki çocuk hakları üzerinden de çocukların karar alma mekanizmalarında yer almalarından bahsederken, aslında Türkiye’de gençliğin çocuk söylemine dahil edilmesi “hayır onlar karar almasınlar, biraz daha biz öğretelim ve bu yoldan yürüyelim” gibi geliyor bana. Diğer yandan da, siyasi partilerdeki gençlik kolları da bu şekilde sanki; oraya girersin, biraz öğrenirsin ve sonra karar alabilirsin -yetişkin 132


olduğunda! Y.K: Bu arada sormayım unuttum: kaç yaşındaydın? V.Y: 22 Y.K: 22 yaşında bir genç ve birçok kurumda da gönüllü çalışan biri olarak, “gençler” dediğimiz zaman kendi dışındaki bir şeyler hakkında konuşmuyorsun aslında, kendinle ilgili bir şeylerden konuşuyorsun. Sen kendini nasıl konumlandırıyorsun? Yani son iki yıldır sende bir değişiklik var mı? Çünkü insanlar senin hakkında konuşuyorlar aslında. V.Y: Genç olarak kendimi tanımlamaya başlamak çok yeni aslında. Çünkü gençlik üzerinden ne yapılabilir diye düşünmemiştim. Bir yandan da siyaset bilimi ve sosyoloji okuduğum için olsa gerek, başkaları adına konuşmaktan hoşlanıyorum sanırım. Üzerine konuşabileceğim, benim dışımda birçok insan grubu var ama gençlik dendiğinde biraz kendi ihtiyaçlarına dönmek gerekiyor herhalde. Medikolar bunun çok güzel bir örneği. Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda çalışmaya başlamadan önce hiçbir sosyal güvencem yoktu, çünkü ailemin yoktu. Tabii ki bu bir yandan sosyal güvenlik ve sosyal politika sorunu benim için. Üniversitenin sağladığı böyle bir olanak vardı, sosyal güvencen olmasa bile medikoları kullanarak sağlık sistemine dahil olabiliyordun. Artık yok oluyor. Ama benim bir yerde çalışıyor olmam bunu sorun etmemem anlamına gelmiyor. Üniversitenin içindeki karar alma mekanizmalarında var olmak veya olmamak tartışmaları da aynı şekilde. Üniversite öğrencisi bir genç olarak bunlar benim için çok önemli. Mesela, öğrenci kulüplerinin bilmem nereye taşınması konusunda benim söz hakkım var mı, yok mu? Ya da açılacak olan seçmeli derslere sadece hocalar mı karar verecek, yoksa ben de bir şeyler söyleyebilecek miyim? Aynı şekilde dört yıldır gönüllü olarak çalıştığım yerde ben de bir şeyler söyleyebilecek miyim, yoksa birileri benim adıma proje yazacak ben de gidip onu uygulayacak mıyım? Bu sorular gibi temel dertler var. Tabii bu bir yandan da demokrasi ve gençlerin de bu demokrasi içinde bir grup olarak tanınması sorunu. Yani sürekli olarak çocuk üzerinden gidip “sen bir şeyler öğreneceksin, eğitim şart” gibi şeyler söylemek yerine, ben genç olarak ihtiyaçlarımı söylemeliyim ve seninle birlikte eşit bir pozisyonda bunu konuşabilmeliyim. Bu sorunlarla uğraşmak aslında bana, başkaları üzerinden değil de kendi durduğum yerden, kendi ihtiyaçlarım üzerinden bir şeyler söyleyebilmeyi kattı. Y.K: Peki. Programımızın sonuna geldik. Bu konuda seninle konuşmak, görüşmek isteyenler için bir iletişim bilgisi verebilir misin? V.Y: Tabii: volkan.yilmaz@tog.org.tr. Projeyle ilgili bilgi almak isteyenler için de: http:// genclikvesosyalhaklar.tog.org.tr Y.K: Çok teşekkürler katıldığın için. V.Y: Ben teşekkür ederim. Y.K: Bugünkü konuğumuz “Gençlik ve Sosyal Haklar” projesinde çalışan Volkan Yılmaz’dı. Bir sonraki programda, yeni bir konukla Herkes Farklı Herkes Eşit’te tekrar görüşmek üzere.

İçindekiler menüsüne dön...

133


Üreme Sağlığı Akran Eğitim Programı Meri İZRAİL (28.08.2007) Yörük Kurtaran: 94.9 Açık Radyo’da, yeni bir Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız. Bugünkü konuğumuz Meri İzrail, hoşgeldin Meri. Meri İzrail: Hoşbulduk. Y.K: Bugün Meri ile Y-Peer (Youth Peer) gençlik ve üreme sağlığı ağıyla ilgili sohbet edeceğiz. Meri, sohbete başlamadan önce bize biraz kendinden bahsedebilir misin? M.İ: Tabii. 26 yaşındayım, Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda Üreme Sağlığı Akran Eğitimleri projesinde çalışıyorum 63. Aynı zamanda bu bahsettiğimiz Y-Peer ağının Türkiye temsilcilerinden biriyim. Y.K: Peki. Biraz bahseder misin bize o zaman, nedir bu Y-Peer ağı ve ne yapar? M.İ: Y-Peer aslında “genç akran” demek, adının tam açılımı da “Genç Akran Eğitimi Ağı”. Bu ağ aşağı yukarı 2000 yılından beri Türkiye ve Türkiye’den başka 39 ülkede aktif. Y.K: Peki 2000 yılından beri Türkiye’de mi aktif, yoksa diğer ülkelerde mi? M.İ: Türkiye’de de aktif. Aslında Türkiye’de canlanıp hareketlenmesi bir iki yıl gecikiyor. Bu ağ, üç kıtada aktif olan, Kuzey Afrika, Doğu Afrika, Orta Asya, Doğu Avrupa, Türkiye ve Balkanlar’daki birçok ülkede çalışan farklı STK’ların -ki kamu kuruluşları da dahil olabiliyor bu ağın içine- oluşturduğu bir ağ. Üreme sağlığı ve cinsel sağlık alanında gençlerin gençleri eğitmesi üzerinde çalışıyor, yani akran eğitimi üzerine çalışıyor. Y.K: Üreme sağlığı ve cinsel yolla bulaşan hastalıklar gibi konulara baktığın zaman, aslında bunlarla ilgili yapılan çalışmalar var ama bu ağ daha çok gençlere yönelik bir ağ. Ne farkı var bu ağın? M.İ: Aslında bu alanda gençlere yönelik çalışmalar yapılması gerekliliği, ayrıca gençlere yönelik bir şeyler yapılması gerekliliği biraz geç fark edilmiş. Yani gençler genelde toplumun sağlıklı bir kesimi olarak kabul edildiği için onlara sağlık alanında ayrıca bir yatırım yapılması çok düşünülmemiş daha önce. Y.K: Spor da yaptığımız için Türkiye’de hep… M.İ: Aynen. Zaten Türkiye’de gençlik ve spor hep birlikte anılıyor. Daha, yeni fark edilen bir ihtiyaç aslında bu. Çünkü üreme sağlığı ve cinsel sağlık alanında gençlerin bu konuyla yeni tanışmaları, deneyimsiz olmaları ve risk almaya meyilli olmaları yüzünden ve aynı zamanda ilk cinsel deneyim yaşının düşmesi yüzünden gençlerin bu konuda ayrıca desteğe ihtiyacı olduğu ve onlara yönelik ayrı çalışmalar yapılması gerektiği fark edilmiş. Akran eğitimi de bu amaçlar için geliştirilen araçlardan bir tanesi. Akran eğitimi tabii ki tek başına bir çözüm değil. Yani akran eğitimi zaten tercihen daha önce okulda almış olmamız gereken ama almadığımız bilgileri bize bir şekilde aktaran ve tek başına bir çözüm olmayan, diğer çözümler için bizi yönlendiren farklı sağlık hizmetlerini almamız için bizi destekleyen bir araç.

63

Meri İzrail 2010 yılı itibariyle Doğu Akdeniz Kalkınma Ajansında AB uzmanı olarak görev yapmaktadır.

134


Y.K: Biz de bu programda aslında akran eğitimiyle ilgili hep konuşuyoruz ama biraz bahsedebilir misin bize? Hani gençlerle beraber çalışıyorken, gençlerin gençlerden öğrenmesi, akranların bir şekilde bir öğrenme ortamında bir araya gelmesi vs. Biraz bunlardan bahsedebilir misin? Yani metotlar olarak, yapı olarak normal bir eğitim sürecinden, eğitim ortamından biraz daha farklı mı? M.İ: Tabii ki farklı. Öncelikle alışageldiğimiz normal sınıf eğitiminden çok farklı, her şeyiyle farklı aslında. Öğretmen-öğrenci ilişkisinden daha farklı bir ortam var orada. Yani eğitmen var, katılımcı var ama eğitmen de katılımcıların akranı olduğu için onlara daha eşit bir yerden sesleniyor; ve aynı zamanda kullandığı metotlar itibariyle de eşitlik ortamını destekleyen bir yaklaşım bu. Daha katılımcı yöntemler kullanan, gençlerin çeşitli uygulamalarla “yaşayarak öğrenmesini” destekleyen ve aslında ansiklopedik bilgi aktarımı ya da üreme sağlığı anlamında bir tıp bilgisi vermeyi değil, hayatımızda kullanacağımız bazı yaşam bilgilerini vermeyi ve pekiştirmeyi amaçlayan bir yöntem. Aslında eğitimlerimiz diğer sınıf eğitimlerine göre daha eğlenceli geçiyor. Yaptığımız şeyleri “oyun” diye bilinen birtakım uygulamalarla destekliyoruz. Ayrıca eğitimlerin başında ve sonunda birtakım ölçümler yaparak ne kadar fark yarattığımızı görmeye çalışıyoruz. Y.K: Eğitimlerin süresi ne kadar? Bir eğitimin olabilmesi için bazı şartlar var mı? Yani, insanlar akşamları eve gidiyorlar mı, aynı ortamda mı bulunuyorlar, kaç kişi oluyor? Biraz bunlardan bahsedebilir misin? M.İ: Farklı farklı aslında. Yani bu sürecin farklı noktalarında farklı şeyler yaşanıyor. Önce bir eğitmen eğitimi oluyor ve akranlarını eğitecek eğitimciler yetiştiriliyor; burada daha uzun bir eğitim süreci söz konusu -beş günden yedi sekiz güne kadar uzayabiliyor. Bu eğitmen eğitiminde aslında 20 – 25 katılımcı, eğitmenlerle beraber genelde bir arada konaklayarak geceyi gündüzü yoğun bir şekilde kullanıp daha sonra sahaya çıkmaya hazırlıyorlar kendilerini. Daha sonra sahada yapılan eğitimler ise, ulaşılabilecek kitlenin ihtiyaçlarına ve onlara nerede ulaşabileceklerine göre değişik şekillerde uygulanabiliyor veya uyarlanabiliyor. Eğer bir sınıf ortamında yapılacaksa, yani eğitim yapmak için okulda öğrencilerin bulunmasından faydalanacaksak, 45 dakika da bizim için anlamlı bir süre; ama tercihen biz kendi yaptığımız yaygınlaştırma eğitimlerini iki tam günlük programlar halinde yapıyoruz. Y.K: Günde kaç saat yapılıyor bu eğitim? M.İ: Sabah 09.30 gibi başlayıp akşam 18.00 gibi bitiyor. Yoğun bir program oluyor. Ama dediğim gibi farklı durumlara göre ayarlamalar yapılıp daha kısa ve daha sürekli, yani haftada bir buluşmalar şeklinde tekrarlanan şekle dönüştürmek de mümkün aslında. Y.K: Peki. Sanırım farklı yerlerde de iki senedir uygulanıyor. Biraz bundan bahsedebilir misin? Yani üniversite gençleriyle beraber yapılıyor. Okul dedin az önce, mesela başka okullarda yapıldı mı? Nerelerde yapıldığını anlatabilir misin? M.İ: Bizim, Toplum Gönüllüleri Vakfı ile yaptığımız proje daha çok üniversite gençlerini hedef alıyor, vakfın hedef kitlesi açısından da uygun düşen bu olduğu için. Liselerde bunu çok yapamıyoruz aslında, yapmayı istediğimiz bir şey olmakla birlikte. Ancak bu işi Türkiye’de yapan sadece Toplum Gönüllüleri Vakfı değil, başka kuruluşlar da yapıyor ve onların ulaştığı farklı kesimler de mevcut. Y.K: Neden liselerde yapamıyorsunuz? M.İ: Çünkü bu konu liselerde genel olarak kabul görmemiş, müfredatın bir parçası değil ve biraz da hassas bir konu olduğu için. Genelde muhafazakâr yaklaşımlarla da karşılaştığı 135


için, bakanlıkta falan, müfredatın parçası haline gelmedi Türkiye’de. Birçok ülkede aslında durum çok benzer şekilde. Bazı liselerde sağlık dersi içinde işlenen birtakım şeyler var ama liselerde henüz zorunlu eğitime dahil olmadığı için aslında herkese ulaştığını bildiğimiz o sekiz yıllık eğitim sürecinde bu konular hâlâ yok. Bunun yanında sivil toplumun girişimleriyle oralara girmeye çalıştığımızda da çeşitli zorluklarla karşılaşıyoruz; okul yönetimi tarafından veya bakanlık tarafından. Y.K: Peki gençler derken az çok bir yaş aralığı verebilir misin? Çalıştığınız kişilerin, eğitmenlerin profilleri nasıl? M.İ: Biz Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda yaptığımız eğitimlerde 15-25 yaş arası kitleye sesleniyoruz ama bu konunun farklı yaş gruplarının ihtiyaçlarına göre uyarlanması da mümkün. Yani eğer ulusal alanda yaygınlaştıracağımız akran eğitimi projesini ortaokul gençleri için yapmak istiyoruz dersek, uygun bir çalışma yapıp bunu da gerçekleştirebiliriz. Y.K: Peki o zaman metotlar ve yaklaşım biraz daha farklılaşıyor mu? M.İ: Biraz değişecektir ve muhtemelen konuların bilgi içeriği de azaltılacaktır. Ancak şu anda benim içinde bulunduğum böyle bir çalışma yok. Y.K: Birçok eğitimde bulundun ve birçok gençle bu proje çerçevesinde iletişime geçtin. Bu tecrüben üzerinden, özellikle üreme sağlığı konusunda gençlerin en çok neye talebi var? Yani nerede eksiklik var ve o konuda daha farklı neler yapmak lazım? Yani “şu spesifik konuda ilginç şeyler var ve belki bunun üzerinde biraz daha çalışmak lazım” diyebileceğin konular var mı? M.İ: Aslında birçok alanda bilgi var gibi gözüküyor, yani bir şeyler biliniyor belki ama deştikçe görüyoruz ki bu bilgiler yalan yanlış, hasbelkader internetten ve ilginçtir ki çoğu da porno sitelerden edinilmiş birtakım bilgiler. Kimi zaman eğitimlerde de buradan edinilmiş bilgilerden dolayı bize gelen enteresan sorularla karşılaşıyoruz. Aslında bu alandaki bilgiyi böyle zor erişilebilir olmaktan çıkaran bir şeyler yapabilmek çok önemli. Akran eğitiminin bu konuda bilhassa başa baş çalışması gereken genç dostu, sağlık hizmeti verecek ve vermesi gereken kuruluşlar var; üniversitelerin medikoları ve liselerdeki revirler dahi bu konuda önemli kuruluşlar. Y.K: “Genç dostu” derken ne demek istiyoruz? Yani, ne bileyim sağlık ocakları da üreme sağlığı hizmeti veriyor, AÇSAP’lar da (Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması) üreme sağlığı hizmeti veriyor. Ne farkı var genç dostu bir sağlık hizmeti ile diğer hizmetlerin? M.İ: Yani yaklaşım farkı var aslında. Gençlere bu konuda ulaşırken onların bu konudaki tecrübesizliği, utangaçlığı, heyecanı ve yapılabilecek olan yanlışlar düşünülerek bir yaklaşım sergilenmesi gerekiyor. Ayrıca gençlerin bu konuda yetişkinlerden daha farklı sağlık sorunları da olabilir. Mesela, Sağlık Bakanlığı’nın bu konuda bir çalışması vardı, kendi personelinin bir kısmını üreme sağlığı ve cinsel sağlık alanında genç dostu hizmet verilebilmesi için eğitti. Ama tabii ülkenin büyüklüğü, doktorların sayısı vs. düşünülünce bunlar hep küçük kalan çalışmalar. Bu alanda çalışmak üzere birtakım kurumlar da açıldı aslında. Üniversitelerde açılan bazı birimler var, bazı sağlık ocakları bu hizmeti verebilmek için desteklendiler ve personelleri de özel eğitimler aldı. Türkiye çapında bunların sayısı henüz 40’ı bulmadı. İstanbul’da dört tane var mesela. Sayıca azlar. Akran eğitimleriyle aslında biz, gençleri bu kurumların hizmetlerinden faydalanmaya yönlendirmek istiyoruz. Y.K: Bir talep yaratmak belki de… M.İ: Aynen öyle. Fakat hem akran eğitimlerinin ulaşabildiği kitle sınırlı olduğu için hem de 136


bu kurumlar daha çok “az rastlanan” kurumlar olduğu için bunları bir araya getirmek, koordine etmek çok kolay olmuyor. Y.K: Bir de bu ağın yaptığı şeylerin dışında aslında savunuculuk faaliyetlerine yönelik üreme sağlığıyla ilgili yapılan işler var, bir kampanya var. O kampanyanın da sözcüsü sanırım Kargo grubunun solisti, değil mi? M.İ: Evet, Koray Candemir. Y.K: Bu savunuculuk faaliyetinin adı da “Bir Gençlik Hikayesi”. M.İ: Evet. Y.K: Biraz bundan bahsedebilir miyiz? Kampanya bu ağın neresinde duruyor? M.İ: Aslında bundan bahsederken, bu ağın iskeleti olan ve bu ağı ayakta tutan Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’ndan (UNFPA) da bahsetmekte fayda var. Bu ağın bu kadar aktif olabilmesi, bu kadar çok STK’yı işin içine katabilmesi, bu kadar çok ülkede yaygın olabilmesinin en önemli sebebi UNFPA’in bu işi destekliyor olması ve aslında onların bu işi başlatmış olması. Bu aynı zamanda birçok STK için iyi bir ortak bulmuş olmak anlamında da motive edici bir şey. Y.K: Tabii. Çünkü güvenilir bir kurum, yaptığı iş belli vs. M.İ: Aynen öyle ve uluslararası anlamda da akran eğitiminin bazı standartlara ulaşması için önemli bir katkı sağlıyor. Zaten Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın yaptığı projedeki ortağı da UNFPA. Aynı şekilde Türkiye’de UNFPA savunuculuk faaliyetleri çerçevesinde “Bir Gençlik Hikayesi” adlı bir kampanya da yürütüyor. Bir Gençlik Hikayesi kampanyası için UNFPA’in ortağı da Habitat için Gençlik Derneği. Bu kampanyayla birlikte aslında az önce bahsettiğim henüz zorunlu eğitimde müfredatın bir parçası olmayan cinsel sağlık ve üreme sağlığıyla ilgili temel bilgileri 2010 yılına kadar müfredatın bir parçası haline getirebilmek hedefleniyor. Yani bu kampanya, bu konuda bir kamuoyu yaratmak ve gençlerin bunu talep eder hale gelmesini ve son kertede karar alıcıların bunu duyup buna göre düzenlemeler yapmalarını hedefleyen bir kampanya. Kampanya 2007 baharda başladı ve 2008’de de devam edecek. Aslında www.birgenclikhikayesi.com sitesinde kampanyanın ne kadar renkli ve eğlenceli gittiğini görebilirsiniz zaten. Bu kampanya çerçevesinde hem bu siteden cinsel sağlık ve üreme sağlığıyla ilgili birtakım temel bilgilerin verilebilmesine çalışıyoruz hem de bunu bir şekilde gençlerin gündemine sokacak faaliyetlere yavaş yavaş başlıyoruz. Örneğin, önümüzdeki aylarda bazı savunuculuk eğitimleri olacak. Y.K: Çağrısı da yeni yapıldı galiba, değil mi? M.İ: Evet yeni yapıldı. Bunlara başvurmak için aslında lise mezunu olmak yeterli, üniversite öğrencisi olmak gerekmiyor. Bir STK’da daha önce aktif olarak çalışmış olmak gerekiyor. Bu eğitimler yedi ilde yapılacak, yedi coğrafi bölgenin her birinde. Y.K: İller belli mi? M.İ: 2007 yılı içinde üç tane olacak; Eskişehir, Mardin ve Karadeniz’de bir il -Trabzon veya Samsun, tam emin değilim şu an. Geri kalanları 2008 baharına doğru olacak. Her bir ilde yapılacak eğitimlerle farklı illerden gelen gençlerin, aldıkları savunuculuk eğitimleri çerçevesinde aslında Bir Gençlik Hikayesi kampanyasının sözcüleri, savunucuları olmaları bekleniyor. Buradan çıktıktan sonra umuyoruz ki onlar da kendi yerel erişim alanlarında karar alıcılarla, gençlerin cinsel sağlık ve üreme sağlığıyla ilgili hakları ve bu konudaki ihtiyaçları hakkında lobi faaliyetleri yapacaklar. Az önce dediğim gibi, 2010 yılına kadar da 137


bu konuyu ulusal gündeme taşımak ve karar alıcıları bunu müfredata sokmaları konusunda zorlamak istiyoruz. Konu zor bir konu ve bunu daha konuşulabilir hale getirmek istiyoruz. Çünkü bir şeyin talep edilebiliyor olması o konunun bir şekilde benimsenmiş ve bilinmiş olmasını gerektiriyor. Bilinmesi için de konuşulması gerekiyor. Y.K: Aslında insanların günlük hayatlarını doğrudan ilgilendiren bir şey olmasına rağmen konuşulması o kadar ayıp bir şey ki, insanlar onu konuşmuyorlar ve alternatif kanallardan öğrenmeye çalışıyorlar ama öğrendikleri kanalların yeterliliği çok sorgulanabilir olduğu için de başka sorunlar ortaya çıkıyor. M.İ: Aynen öyle. Bu sadece Türkiye’de de böyle değil aslında. Yani bizden bu konuda daha ileride olduğunu düşündüğümüz, gençlerin cinselliği yaşayışı anlamında Türkiye’den daha özgür olan birçok ülkelerde bile benzer şeyler söz konusu. Oralarda da örneğin kilisenin bu konuda baskısı var ve bu konunun gündeme taşınmasından onlar da endişe duyuyorlar. Çünkü gündemde olursa sanki bir teşvik oluşacakmış gibi algılıyorlar. Y.K: O yüzden konuşmuyorlar, değil mi? M.İ: Aynen öyle. Konuşmayınca kimse sevişmeyecek gibi bir umut var herhalde. Dediğim gibi sadece Türkiye’de değil birçok yerde bunlar yaşanıyor ve bunların ciddi sonuçları var aslında. Konuşulmadığı için insanlar bu konuda dertlerini de ifade etmekten kaçınıyorlar. Doktora gitmeye ihtiyaçları olduğunda bunu da yapmaktan kaçınıyorlar; sonuçları ciddi sağlık sorunlarına kadar varabiliyor veya istenmeyen gebelik durumlarında bu yüzden “ertesi gün hapı” gittikçe daha fazla kullanılan bir yöntem haline geliyor ya da kürtaj artık son çare oluyor. Bunların sayısı gittikçe artıyor ve tüm bunlar da bizim doğum kontrol yöntemi olarak kabul ettiğimiz yöntemler değil. Ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor bunun sonuçları, bu yüzden de bunları konuşulabilir hale getirmek gerekiyor. Y.K: Hem eğitim için hem de kampanya için bir şey sormak istiyorum. “Biz en çok şunda zorlanıyoruz” veya “aslında keşke şurası şöyle olsaydı” dediğin bir yer var mı? M.İ: Konumuz biraz daha kolay olsaydı mesela. Y.K: Aslında bu Türkiye’deki çalışmalar biraz önce bahsettiğin gibi farklı ülkelerdeki çalışmaların bir parçası. Peki, ağın kendi içindeki bilgi paylaşımıyla ilgili de bir şeyler söyleyebilir misin? Yani bu eğitimler, kampanyalar küresel bazda nasıl birbirleriyle konuşur? M.İ: Tabii. Aslında çoğunlukla internet üzerinden gidiyor bu iş. İnternette www.youthpeer.net adında bir sitemiz var, Türkçesi yok ne yazık ki. Uluslararası bir ağ olduğu için biz de İngilizceyi çok sık kullanıyoruz. Bu ağın her yıl gerçekleştirdiği bazı toplantılar var. Zaten bu ağın ileride neler yapacağına dair kararları alan ekibin içerisinde gençlerin katılımı da söz konusu. Yani sadece UNFPA bu işin başını çekiyor ve yapıyor değil, gençler de bu işin içinde bir şekilde yer alıyorlar. Aynı zamanda her ülkede muhtelif ulusal e-gruplar aracılığıyla belli bir iletişim ağı sürdürülüyor ve gelen bilgiler yine internet üzerinden uluslararası ağa ve uluslararası ağdan da yine aynı şekilde ulusal ağlara aktarılıyor. Y.K: Böylece iyi örnekler birbirleriyle paylaşılıyor. M.İ: Evet, aynen öyle. Yani bu yolla, bir yerde geliştirilen iyi bir yöntemi başka bir yerde uygulama şansına sahip oluyoruz. Y.K: Peki. O zaman öncelikle genç akran ağının ve Bir Gençlik Hikayesi’nin internet sitesine nasıl ulaşılır? Ayrıca sana ulaşmak isteyenler için de kendi iletişim bilgilerini 138


verebilir misin? M.İ: Tabii. Bir Gençlik Hikayesi için www.birgenclikhikayesi.com. Buradan aslında Youth Peer ağına ulaşan linklere de ulaşabilirler. Dediğim gibi Bir Gençlik Hikayesi hem bizim kampanyamızla ilgili bilgileri derleyen hem de kampanya dışında da gençlerin bu konuda ihtiyaç duyabilecekleri birtakım temel bilgilere ulaşabilecekleri bir kaynak aslında. Youth Peer hakkında bilgi almak için www.youthpeer.net. Bu site İngilizce bir site ama sitenin forum bölümünde her ülke kendi dilinde ayrı şeyler tartışabiliyor, oradan da bir şeylere ulaşmak mümkün. Bana ulaşmak için de meri.izrail@tog.org.tr adresini kullanabilirler. Y.K: Peki. Çok teşekkürler, bugün programımıza katıldığın için. M.İ: Ben teşekkür ederim. Y.K: Bugün, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu tarafından da desteklenen genç akran ağıyla ilgili olarak Meri İzrail ile sohbet ettik. Başka bir programda tekrar görüşmek üzere hoşçakalın. M.İ: Hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

139


Ayrımcılık ve Homofobi Projesi Onur KAPIKIRAN (06.02.2007) Yörük Kurtaran: Merhaba, 94.9 Açık Radyo’ya, Herkes Farklı Herkes Eşit programına hoşgeldiniz. Gülesin Nemutlu: Merhaba. Y.K: Bugün Malatya’dan bir konuğumuz var: Onur Kapıkıran. Hoşgeldin Onur. Onur Kapıkıran: Hoşbulduk. Y.K: Onur ve arkadaşları homofobi hakkında çalışıyorlar. Bu konu hakkında konuşacağız ama öncesinde kendinden biraz bahsedebilir misin? O.K: Tabii. Mersin doğumluyum. Şu an Malatya’da, İnönü Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü 3. sınıf öğrencisiyim. Yaklaşık üç yıldır da Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda gönüllü olarak çalışmaktayım. Y.K: Gönüllü olarak çalıştığında farklı üniversitelerden farklı insanlarla birlikte bir şeyler yapıyorsun. Bu açıdan baktığın zaman, İnönü Üniversitesi’nde okumak nasıl bir şey? O.K: Zor tabii ki. Açıkçası başka üniversitelerle karşılaştırdığımız zaman, yaptığımız projelerde kendimizi rahatlıkla ifade edemiyoruz, çok rahat hareket edemiyoruz. Çünkü şehirden kaynaklı sıkıntılar var, şehir ile üniversite arasında kopukluk var. Y.K: O her yerde var galiba. O.K: Evet ama Malatya’da daha yoğun. Yani üniversitede faaliyet gösteren bir topluluk olarak şehir merkezine gittiğimiz zaman insanlar, “siz üniversitede okuyorsunuz, sizi desteklemiyoruz” diye açıkça söylüyorlar. Y.K: Malatyalı olsan da bu böyle mi? O.K: Örneğin ben Mersin doğumluyum ama aslen Malatyalıyız. Fakat yine de desteklemiyorlar. Bunun birçok sebebi var tabii: Üniversite yönetiminin tutumu, üniversitenin halkla kopukluğu vs. Aslında fikir çatışmasından kaynaklanıyor ve bize çok yansıyor. G.N: İnönü Üniversitesi’nde kaç öğrenci var? O.K: Yaklaşık 20.000. Y.K: Ciddi bir sayı. O.K: Çok güzel bir kampüsün içinde sekiz fakülte var ve amaç da zaten bizi şehirden uzaklaştırmak; yani “şehir merkezinden öğrencileri uzaklaştıralım ve burada bir hayat kuralım” gibi bir anlayış var. Kampüs anlamında güzel ama sosyal, kültürel faaliyetler anlamında aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Y.K: Kaç kulüp var? O.K: 60 kulüp var.

140


Y.K: Peki daha ziyade “aktivist” işler yapan kulüpler var mı? O.K: Aktivist anlamda yok; çünkü izin yok. Toplum Gönüllüleri Öğrenci Kulübü içinde insan hakları çalışma grubunu kurduk ve orada üniversite öğrencileri için faaliyet göstermeye çalışıyoruz; fakat çok da kolay olmuyor. Örneğin, Gepgenç Festival 64’deki Ayrımcılık ve Homofobi atölye çalışmasına katılmak için izin almaya çalıştım ama vermediler. Niye? “Çünkü Bilgi Üniversitesi’nde ‘Ermeni Konferansı’ yapıldı!” Bunları biz orada birebir yaşıyoruz. Y.K: Homofobi atölyesi olduğu için değil Bilgi Üniversitesi olduğu için, değil mi? O.K: Aynen öyle. G.N: Homofobi projesinden bahsedelim mi biraz? Nasıl başladı, neler yapıyorsunuz, şu an hangi aşamada? Y.K: Öncelikle fikir nereden çıktı? O.K: Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın “farklılıklara saygı” ilkesi üzerinden ve yine bu kurumdaki “Demokrasi ve Haklarımız65 ” projesi kapsamında aldığımız eğitimin üçüncü günü proje oluşturma aşaması sırasında ortaya çıktı. ODTÜ’den, Bilkent’ten ve başka üniversitelerden beş kişi oturduk ve bu projeyi yazdık. Bu şekilde ortaya çıkan ve şu anda yaklaşık yüz kişinin uğraştığı, genel olarak ayrımcılık ve önyargılar üzerine çalışan bir proje haline dönüştü. Bu süreç içerisinde proje ortakları da arttı. Örneğin şu an Uluslararası Af Örgütü, LGBTT ve Kaos GL destek veriyor. Ayrıca, homofobi üzerine çalışan psikologlar destek veriyor ve böylece daha da büyüyoruz. G.N: Projeyi oluşturmak için oturup kafa yorduğunuz dönemi çok iyi hatırlıyorum ama arada benim görme şansımın olmadığı bir de eğitim var; yakın zamanda bir eğitim gerçekleştirdiniz. Bu eğitimden bahsedebilir misin? Amaç ve hedefleri nelerdi, neler gerçekleşti? O.K: Öncelikle, bu eğitimi gerçekleştirmek çok zor oldu. Çünkü yaptığınız proje homofobiyle ilgiliyse, kaynak bulmak gerçekten çok zor. Y.K: Peki genel olarak insan haklarıyla ilgili olursa proje, o zaman da kaynak bulmak zor mu? O.K: O da zor ama insan hakları içinde özellikli olarak “homofobi” diye bir başlığınız olunca daha da zor; ben de bu işlerin içine girince öğrendim zaten. Dolayısıyla bu projeye Demokrasi ve Haklarımız projesinden kaynak ayrıldı ve proje öyle gerçekleştirildi. Y.K: Peki sence neye kaynak bulmak kolay veya neye kaynak bulmak zor? O.K: Örneğin iki sene önce Malatya’da gönüllülüğe başladığımda yaptığımız iş, ihtiyacı olan okullara yardım götürmekti; okulları boyuyorduk, çocuklara ders veriyorduk vs. Bunun 2006 ve 2008 yıllarında İstanbul'da gençlik kuruluşlarının katılımıyla düzenlenen Festival'lerin sonuç kitaplarına ulaşabilirsiniz: http://genclik.bilgi.edu.tr/docs/GePGeNc2006Kitap.pdf http://genclik.bilgi.edu.tr/docs/ GePGeNc2008Kitap.pdf 64

Daha detaylı bilgi için proje koordinatörü Hakan Kahraman’la iletişime geçebilirsiniz: hakan.kahraman@tog.org.tr 65

141


için para bulmak kolay; çünkü “okul boyuyorlar, iyi çocuklar bunlar” gibi bir bakış var Y.K: “Zararsız çocuklar bunlar” gibi. O.K: Evet. Tabii konu insan haklarına gelince, homofobiye gelince “dur bakalım, ne oluyor” gibi şeyler söylüyorlar. Yani sadece maddi anlamda değil manevi anlamda da destek vermiyorlar, oturup konuşmuyorlar bile. G.N: Homofobik olabilirler mi? O.K: Homofobik de değiller sanırım. Bilmediklerinden ve niçin bilmediklerinden dolayı bir şey söylemiyorlar; ne düşündüklerini, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Merakları var ama bilinçaltımıza o kadar çok şey işlenmiş ki bu ülkede, anlatsak da ve bize hak verseler de o bilinçaltı birden devreye giriyor. G.N: Refleks haline gelmiş artık. O.K: Eğitimle ilgili sorunuza gelince66, Aralık ayında Ankara’da yirmi beş kişinin katılımıyla gerçekleşti eğitim ve Uluslararası Af Örgütü, Kaos GL ve psikologlar destek verdi; eğitmen ekibi onlardan oluştu. Y.K: Peki Ankaralılar mı katıldı? O.K: Türkiye’nin farklı illerinden katılım oldu; İstanbul, Muğla, İzmir, Malatya, Diyarbakır, Van gibi illerdendi katılımcılar. Amacımız da bu konu hakkında bilgisi olan, bu konuları düşünmüş, tartışmış kişilere ulaşmak değil; tam tersine, bu konuyla ilgili sıkıntısı olan, homofobik tutumları ve önyargıları olan kişilerin bir nebze de olsa önyargılarını kırmak ve onlara bu işin böyle olmadığını göstermekti aslında. Fakat bunu Kaos GL yapmak istediğinde gerçekleştiremiyor. Y.K: Adı Kaos GL olduğu için, değil mi? O.K: Aynen öyle. Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın çok geniş bir sahası olduğundan, bu bizim için bir şanstı; çünkü birçok üniversitede örgütlenmesi var ve oradan gelebilecek farklı fikirlerden birçok gönüllü arkadaş var. Tabii yirmi beş kişinin yaklaşık yirmisi önyargıyla geldi; zaten eğitime başladığımızda “ben nereye geldim!” diye şaşıranlar da oldu. Eğitimin en önemli çıktısı ise, iki gün sonra herkesin ortak noktada buluşabilmesiydi. İki günde dünyayı değiştiremezsin; homofobik birine “ben artık eşcinselleri çok seviyorum” dedirtemezsin ve önyargıların da hepsini kıramazsın ama şu çok açık: Yemek yerken, sohbet ederken birebir oturup konuşunca çoğu şey değişiyor. İki gün sonunda eğitimin bir teması vardı: “Dokunmak”. Zaten Türkiye’de engelli olduğu için, kadın olduğu için, dini, dili, ırkı vs. dolayısıyla ayrımcılığa uğrayan birçok insan var. Bundan dolayı eğitimdeki herkes, uğradığı ayrımcılıktan ötürü ortak bir noktaya gelebildi. Yani, “ben engelli olduğum için ayrımcılığa uğruyorum, sen cinsel yöneliminden dolayı ayrımcılığa uğruyorsun” gibi. Y.K: Yani sonuç ayrımcılığa oturdu, değil mi? O.K: Evet. Zaten amacımız da homofobi üzerinden genel anlamda ayrımcılığı tartışmaktı; genel anlamda ayrımcılık ve önyargılar üzerinden tartışıp konuyu homofobiye getiriyorduk. “Niye homofobi?” diyenler de var; yani “Türkiye’de cinsel yöneliminden dolayı ayrımcılığa uğrayanlar çok mu fazla ki, siz illa bu projeyi yapıyorsunuz? Engelliler var, dininden dolayı Ayrımcılık ve Homofobi Eğitimlerinin Değerlendirme raporuna Toplum Gönüllüleri Bilgi Bankası Yayınlar & Raporlar bölümünden ulaşabilirsiniz: 66

142


ayrımcılığa uğrayanlar var, onlar için neden bir şey yapmıyorsunuz?” diyorlar. Kürşat Kahramanoğlu67’nun bir makalesinde “ayrımcılığın hiyerarşisi” diye bir kavram var; yani ayrımcılık üzerine konuşurken “beş tane ayrımcılık say” dediğimiz zaman cinsel yönelime karşı yapılan ayrımcılık aklımıza gelmiyor, iki sene önce benim de aklıma gelmiyordu. Ne kadar içine girersek o kadar farkında oluyoruz. Y.K: Eğitimden bahsediyorsun ya, eğitimde neler yaptınız da insanlar farklı düşünmeye başladılar? Yani nasıl bir eğitimdi bu? O.K: Aslında eğitimi “birileri çıksın ve bir şeyler anlatsın üzerinden” değil de, herkesin içinde olduğu ve bir şeylerin paylaşılmasını istediğimiz bir eğitim olarak tasarladık. Homofobi üzerine çalışan psikolog arkadaşımız bir psikodrama gerçekleştirdi; yani eğitim ortamı olsa bile bazı şeyleri çok rahatlıkla söyleyemiyoruz, çünkü setler çekiyoruz önümüze. Psikodrama yöntemiyle içimizde var olan önyargılarımızı çıkarmaya çalıştık ve çoğu kişi çok şaşırdı, ağlayanlar bile oldu. Fakat sonuçta önyargılarımızın farkına vardık. “Yok” diyoruz ama bazı atölyelerde, olduğunu görüyoruz. Direkt olarak tartışmanın faydalı olmayacağını düşünerek katılımcıların üzerine çok gitmeden, ilk olarak bilgilendirme yoluyla başladık; çünkü kavramlar hakkında da çok fazla bilgimiz yok. G.N: Orası da çok tartışmalı bir nokta; bilmediğin için aynı şeylerden bahsedemiyorsun doğal olarak. O.K: Evet. İki günün sonunda tekrar kavramlara döndük ve tartıştık; gey, lezbiyen, biseksüel, travesti, transseksüel gibi kavramları bilmeden konuştuğumuzda ne konuştuğumuzu karıştırıyoruz. Belki de bilmediğimiz için önyargılarımız bu kadar çok. Ama öğrendikçe, konuştukça, tartıştıkça önyargılarımızın azaldığının farkına vardık. Gelen sorular çok zordu ve bundan dolayı bir kutu oluşturduk; birebir soramayanlar sorularını o kutulara atıyorlardı. Y.K: İlginç sorular var mıydı? O.K: Cinsellikle ilgili çok soru vardı. Orada da önyargılar çıktı aslında; gerçekten çoğu şeyi bilmediğimizi fark ettik. Örneğin, Kaos GL bir dergi çıkarıyor ama bu dergiyi almakta zorlanıyoruz, hatta alamıyoruz. Neden Kaos GL’deki yayınlardan yararlanamadığımızı konuştuk; çünkü “Kaos GL’de heteroseksüellerin yeri yok” diye bir imaj var, ama aslında böyle bir şey yok. Örneğin ben şu anda Kaos GL ile çalışıyorum ama heteroseksüelim. Eğitimin en önemli çıktısı olarak bilgi eksikliğini gördük. Eğer bir şey hakkında ne kadar az bilginiz varsa o kadar çok önyargınız oluyor. G.N: Projenin bu aşamasından sonra Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası kapsamında da bir şeyler yapacaksınız sanırım. Bundan da bahsedebilir misin, neler yapmayı planlıyorsunuz? O.K: Öncelikle, çok farklı ortamlarda yine projeyi duyurmaya çalışacağız. Örneğin bir arkadaşımız önümüzdeki günlerde İspanya’da bir eğitime katılıyor, orada duyuracak; Toplum Gönüllüleri Vakfı çatısı altında yapılan Gençlik Konseyi’nde atölyeler düzenlemeyi düşünüyoruz. Y.K: Gündeme getiriyorsunuz bu işi yani? G.N: Gündeme geldi zaten, gündemden düşürmüyorlar aslında. 67

1999 senesinde Uluslararası Gay ve Lezbiyen Federasyonu'nun (ILGA) genel sekreteri seçilmiş olan Kahramanoğlu’nun insan hakları merkezli köşe yazılarını BirGün gazetesindeki köşesinden takip edebilirsiniz.

143


O.K: Gündeme getirmediğimiz, hakkında konuşmadığımız ve tartışmadığımız sürece hiçbir şey değişmiyor. Daha sonra ise İstanbul’da ve yine Ankara’da olmak üzere iki eğitim daha olacak; bu eğitimler bütün sivil toplum kuruluşlarına açık. Ayrıca, sadece Toplum Gönüllüleri için de bir eğitim olacak. Mayıs ayında da “Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma Günü”68nde yer alacağız; bu organizasyona destek vereceğiz. Aslında biz de bu organizasyondan önce Ankara’da, herkese açık olan bir “ulusal homofobi karşıtı buluşma günü” düzenlemeyi düşünüyoruz; Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyası bu noktada çok önemli bir yerde duruyor bizim için ve bu kampanyanın duyurulmasının da ne kadar önemli olduğunun farkındayız. Bundan dolayı proje logosu olarak iki logoyu da kullanmayı düşünüyoruz. Şu anda logomuz yok ama Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyasının logosunu kullanıyoruz. Bu kampanyanın da Türkiye’de çok fazla duyurulması gerektiğine inanıyoruz, çünkü projemiz tam da bu kampanyanın içinde yer alan bir proje: “Herkes farklı herkes eşit” G.N: Harika. Bu hafta da programımızın sonuna geldik. Programı kapatmadan önce, size ulaşmak isteyenler için bir e-posta adresi veya bir telefon numarası verebilir misin? O.K: Tabii. Aslında Toplum Gönüllüleri Vakfı’ndan da çok rahat ulaşabilirler bize. Ama ben yine de kendi iletişim bilgilerimi de vereyim. Telefon numaram: 0 543 352 41 55. E-posta adresim de: okapikiran@mynet.com. Y.K: Çok teşekkürler programımıza katıldığın için. O.K: Ben teşekkür ederim, bu konun gündeme getirilmesi noktasında beni davet ettiğiniz için. Y.K: Bugün Onur Kapıkıran ile beraberdik. Gelecek hafta tekrar görüşmek üzere hepinize iyi günler.

İçindekiler menüsüne dön...

68

Dünya Sağlık Örgütünün, eşcinselliği, hastalıklar listesinden çıkardığı güne işaret eden 17 Mayıs Uluslararası Homofobi Karşıtlığı Günü, cinsiyet kimliği veya cinsel yönelimlerle ilgili tüm fiziksel, ahlaki veya sembolik şiddetlere karşı eylem ve karşı durma günüdür.

144


Yavaş Gamats Dilara DEMİR – Melih KAHRAMAN (14.11.2006) Yörük Kurtaran: Merhabalar. Herkes Farklı Herkes Eşit’in üçüncü programına hoşgeldiniz. Bugün yine iki genç konuğumuz var: Dilara Demir ve Melih Kahraman. Kendileriyle Ermenistan’dan ve Türkiye’den gençlerin katıldığı bir yaz okulunu, “YavaşGamats” adlı projeyi konuşacağız. Ama önce konuklarımızla tanışalım. Dilara, senden başlayalım mı? Dilara Demir: Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü öğrencisiyim. Biraz STK geçmişim var; bazı kurumlarda gönüllük yaptım ve bu projeye de Helsinki Yurttaşlar Derneği aracılığıyla ulaştım. Şu an İstanbul Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi’nde gönüllü olarak çalışıyorum. Y.K: Kaç yaşındasın? D.D: 22 yaşındayım. Y.K: Peki. Melih, biraz da senden bahsedelim. Melih Kahraman: Ben de İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü son sınıfta okuyorum ve Dilara gibi olabildiğince sivil toplumun içinde kalmaya çalışıyorum. İstanbul’dayım ve bu yıl son yıl olduğu için biraz stresliyim. Bu organizasyondan HYD aracılığıyla “Irak Dünya Mahkemesi”nde çalıştığım zaman haberim oldu. Başvurdum ve aslında seçilmem de tesadüf oldu diye düşünüyorum. Ben, çok kişi başvurur ve seçilemem sanıyordum. Y.K: Peki “Yavaş”ı anlıyorum ama “Gamats” ne demek? M.K: Gamats da Ermenice yavaş demek D.D: Anlamı: “yavaş yavaş birbirimize ısınıyoruz”. Organizatörler ilk anlattığında biz de anlamadık ama gerçekten yavaş yavaş birbirimize ısınmaya başladık. Y.K: Proje ne zaman hayata geçti? D.D: 9–18 Ağustos 2005 tarihleri arasında, Türkiye ve Ermenistan’dan on ikişer üniversiteli genç Antakya’da buluştu. Çok güzel bir otelde kaldık. On gün sürdü. On günün içeriğini biraz akademisyenlerin konuşmaları, biraz grup çalışmaları, tartışmalar ve biraz da eğlence oluşturdu. Onların hepsi Yerevan Üniversitesi’ndendi. Ayrıca, bizim aramızda da Türkiye’de yaşayan bir Ermeni arkadaşımız vardı. İlk günden son güne kadar önyargı seviyelerimizde epey bir gelişim gösterdik. Y.K: Peki insan oraya gitmeden önce kafasında bir şeyler kuruyor mu ya da gittikten sonra da “şöyleymiş ya da şöyle değilmiş” dediğiniz oldu mu? Melih? M.K: Ermenistan ile olan ilişkilerimiz adına değil de, hani “3-5 kişiyi bir araya toplanıp bir şeyler değiştirebilir miyiz” gibi bir önyargım vardı. Ama bir anlamda bu işin, bireyleri yetiştirmek olduğunu anladım. Gerçekten de, “bir grup genç birlikte zaman geçirelim”den çıktı ve “bunun farkına varalım ve başkalarının da bu gerçeğin farkına varması için çalışalım”a dönüştü. Birçok argümanda birçok eğitimde olsun, arkadaş çevremde olsun bunu çok kullanmaya başladım. Bu deneyimimi çok kullandım insanlara karşı, devamlı 145


bunu tavsiye ettim ve etrafa bunu yaymaya başladım. Günlükler tuttuk; herkes her gün bir şeyler yazıyordu ve daha sonra bunu sitemizde yayınladık, zaman içinde neler değişmiş diye. Başlangıçta birçok Ermeni arkadaşta tarih gereği Türkiye’ye karşı inanılmaz bir kin varken, son günlere baktığınızda oradaki kinin hükümetlerin suçu olduğunu, gençlerin bunu sahiplenmemesi gerektiğini ve aslında anlayışla bu işin çözülebileceğini, siyasi olarak değil de toplumsal olarak çözülebileceğini anladıklarını yazmışlardı. Bu bize çok ilginç geldi. Y.K: Aynı şekilde Türkiye’den gelmiş gençlerin günlüklerine baktığınız zaman neler vardı? D.D: Tabii oralarda da benzer hikâyeler var. Sadece, hani belki biraz sosyolojik olarak bakıldığında, onların milliyetçiliğinin kurgulanma şekli 1915’te olanlarla ilgili. Oysa bizim milliyetçiliğimizi kurgulamamız daha çok “herkes bize düşman” üzerinden oluşmuş. Daha sonra baktığımızda Ermenistan hakkında bir şey bilmediğimizi fark ettik; Ermenistan’ın dininin ne olduğu, nüfusun ne kadar olduğu, nasıl geçindikleri hakkında hiçbir fikrimiz yokmuş. Bilgisizlik de aslında başka bir şeyi getiriyor; söyleneni alıyorsunuz gibi oluyor, ben öyle hissetmiştim. Y.K: Peki programdan bahsedebilir misiniz? Nasıl ilerledi, neler yaptınız, eğlendiniz mi? “Hep çok ciddi konular tartışılıyor ve hiç kimse gülmüyor” gibi bir durum mu vardı, yoksa biraz daha farklı mı oldu gençler var diye? M.K: Aslında çok profesyonelce hazırlanmış bir organizasyondu. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü; kalacağımız yerden öğle yemeğimize kadar, insanları olabildiğince uyum içinde ve bir arada tutmaya çalışıyorlardı. Yer seçimi çok güzeldi: Hatay, Türkiye’nin bir ucu. Çok fazla insanın bilmediği, Türkiye’ye sonradan katılmış bir şehir. Ben bilmiyordum, orada yerel halk Arapça konuşuyor. İnsanlar Türkçeyi günlük hayatlarında çok kullanmıyorlar, çünkü sınırda yaşıyorlar. Biliyorsunuz Hatay önceden Suriye’nin bir parçasıydı. İnsanlar orada çok daha farklı. Türkiye’nin bir anlamda orada farklı kültürlere, farklı dillere komşu olduğunu görüyorsunuz. Mekân olarak da çokkültürlü bir yer. Tarih boyunca, yüzyıllar boyu imparatorluklara başkentlik yapmış; çoğumuz bunu bilmeyiz ama aslında önemli bir yer. Orada ziyaretlerimiz oldu, eski kiliseleri ve Ermeni köylerini ziyaret ettik; orada hala Ermeni köyleri var. Onların kutsal günlerine katıldık. Gün içerisinde dersler görüyorduk. Sizi sıkmayan bir okul formatı düşünün. Dersler karşılıklı tartışma şeklinde geçiyordu ve günün sonunda bir proje hazırlıyorduk. Birlikte ortak gösteriler düzenliyorduk. Gazete çıkarıyorduk, en önemlisi belki de; her gün belirli gruplar halinde günlük gazete çıkıyorduk. Diyelim ilk gün dört kişi görevli, oradaki hocalarla röportaj yapıyor, arkadaşlarıyla ya da kendiyle ilgili bir şeyler yazıyor. Ufacık da olsa bunun bir parçası olmuş olmak, yazınızın olması falan çok güzel bir şey. Ben yazımı gösteriyordum bütün arkadaşlara. Y.K: Bunu ben yazdım diye mi? M.K: Evet. Y.K: Peki dil olarak ne kullanıyordunuz, İngilizce mi? D.D: Evet, İngilizce konuşuyorduk. Ama nasıl diyeyim, mesela yemekler veya kültürle ilgili bir şeyler geçtiğinde mutlaka ortak kelimeler vardı, anlaşıyorduk. Bazen kendi dilimizi de konuşurken anlayabiliyorduk birbirimizi. Y.K: Bir şey soracağım, 20-25 genci dünyanın neresinde olursa olsun bir yere koyduğunuz zaman bir şekilde eğleniyorlar. Böyle ilginç anılarınız var mı acaba?

146


D.D: On gün içinde yaşadığımız birçok şey vardı. Bu arada çok güzel otel diyoruz, biraz oteli açayım isterseniz. Otel, eski bir sabun fabrikası ve o yüzden çok otantik bir yer. Genel olarak taştan yapılmış ve çok güzel bir mimarisi var. Otelin avlusunda düğün vardı ve biz de o gün dışarı çıkıp sıkılıp dönmüştük. Muhabbet ediyoruz, gitar çalanlar var. İnanmazsınız, Britney Spears ve Tarkan şarkıları söylüyoruz hep birlikte. Bir baktık ki insanlar halay çekiyor düğünde. “Hadi gidip biz de çekelim” dedik ve hepimiz başladık halay çekmeye. Epey bir oynadıktan sonra gidip gelin ve damadı kutladık. O süperdi hakikaten. M.K: Bazı türküler vardı, mesela hem Türkçe hem Ermenice söylüyorduk. Y.K: Sarı Gelin mesela. M.K: Evet. M.K: Yemeğe giderken, yemekler konusunda da ufak tefek tartışmalara giriyorduk. Tatlı ya da yemek geliyor, biz adını söylüyoruz “hayır hayır, o bizde şöyle” diyorlar. D.D: Ama en komiği imambayıldı yemeğiydi. Yemek geldi ve biz, “imambayıldı” dedik. Onlar da “evet imambayıldı, Ermeni yemeği” dediler. Biz de imamın ne olduğunu onlara anlatmaya çalıştık, “imam Müslüman, sizin olamaz o yemek” diye. Sonra da, “hepsine Osmanlı yemeği diyelim gitsin” falan dedik. Y.K: Bugün aynı ekiple görüşmeye devam ediyor musunuz? Yeni proje fikirleri var mı? M.K: Var. Bir grup kurduk. Grup üzerinden devamlı diyaloğumuz devam ediyor. Birlikte katılabileceğimiz projeleri konuşuyoruz. Y.K: Onlar da sizler gibi sivil toplumda aktif gençler mi, yoksa sadece üniversitede okuyan gençler mi? M.K: Kesinlikle çok aktif gençler. Onlardan bize devamlı haberler gelir, dünyanın dört bir yanındaki konferanslarla ilgili. Zaten tartışmaları da sunumları da gayet iyiydi. Hepsi olayın bilincindeler. Tabii aralarında bazı konularda katı arkadaşlar da vardı; ilk günden itibaren kendi yaşadıkları tarihi bize karşı sert bir şekilde savunan ve yaşanılanları koyu bir şekilde, belirli isimler altında dillendiriyorlardı. Ama hepsi, ne olursa olsun bunun farkındaydı. Y.K: Türkiye’den böyle insanlar var mıydı? D.D: Bizim aramızda çok yoktu ama kendi aramızda konuştuğumuzda çıkıyordu ortaya. Her iki kesim de “milli eğitim” sürecinden geçtiği için gizli bir katılığımız var. Ama dediğiniz gibi, sivil toplumdan, daha seçilmiş insanlar gibi gelmişlerdi. Yani az kişiye, kendi iletişim kaynaklarından duyurmuşlar haberi. Üniversiteden de belli hocalara söylemişler. Bizde de öyle oldu. Y.K: Ermenistan’da genç olmak ile Türkiye’de genç olmak arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları deneyimleyebildiniz mi? D.D: Aslında şöyle… Y.K: Dinleyiciler görmüyor ama ben bu soruyu sorunca Dilara ellerini havaya kaldırdı “ben cevaplayacağım” diye… D.D: Gruplara ayrıldık ve her grup kendi kendine bir tiyatro oyunu sergiledi. Bir grup kendi etnik müzikleriyle halay çekti. Bir grup Ermenice-Türkçe sözlük çıkarttı. Bir grup daha vardı, o da bizim grubumuzdu. Biz “daha akademik takılalım, Ermenistan-Türkiye 147


karşılaştırması yapalım” dedik; milli eğitim, zorunlu askerlik, evlenirken olan töreler gibi konulardan bahsettik. O yüzden içimden geldiği için o soruyu öyle yanıtlamak istedim. Mesela onların askerliklerinin 24 ay olduğunu öğrendim. Y.K: Zorunlu mu? D.D: Evet, zorunlu ama belli bir şey ödeyebiliyorlar. Bir de çok ilginç bir şekilde, özel üniversiteye gidenler askere gitmek zorunda ama devlet üniversitesindekiler askerliği erteleyebiliyorlar. Askerlikte çok fazla yolsuzluk olduğunu söylediler; gitmeyenlerin parayla, alttan alta gitmeyeceğini falan söylediler. Onlarda da bekâret çok önemli bir şey ve evlenirken havlu bağlayanlar da oluyormuş. Bunun dışında, medyayı çok tartıştık mesela. Y.K: Ben de onu soracaktım; hani farklı şeyler var ama, mesela Britney Spears diyorsunuz, herkesin Britney Spears dinliyor olmasında da başka bir şey var… M.K: Onu ayrı incelemek lazım, globalleşme adı altında. Y.K: Bir de hareketlilik projelerinde gençlerin farklı kimliklerle bir araya gelip birbirlerinden bir şeyler öğrendikleri zaman kendi ortamlarına döndüklerinde iki türlü çıktısı oluyor. Öğrendiklerini aktarmakla ilgili bir heyecan içine giriyor gençler ama geri döndüğün yer senin gibi değişmiş olmuyor, aynı kalıyor. Belki sen değişmiş oluyorsun. Bununla ilgili bir deneyiminiz var mı aklınızda? Veya zaten geldiğiniz yerler aslında değişmiş yerler mi? M.K: Şimdi Türkiye bir değişim süreci içinde; zor da olsa Avrupa Birliği yolu üzerinde, yeni nesil biraz daha bir şeylerin farkında ve -genelleyemem ama- gençlerin birçoğu en azından bazı şeyleri sorgulamaya başlayamadı. Ben geri döndüğümde, evet bir şeyleri öğrenip bir şeyleri anladığımı düşünüyorum ama insanlar siz daha ağzınızı ilk açtığınızda bilindik klişe milliyetçi duygularla saldırıyorlar. Birçok kişi hiçbir şey okumamıştır bunun üzerine ama oradan buradan duyduğu şeyleri anlatırlar. Ama siz biraz daha inatçı oluyorsunuz, “bakın ben bunu böyle böyle gördüm, bu insanların bizden çok farkı yok” diyorsunuz. Bu insanlarla bizim yemeğimiz aynıysa, dansımız aynıysa hiçbir şekilde aksini ispat edemezsiniz ki, sizin topraklarınızda yüzyıllar boyu yaşamamışlar. Yani belli bir süre sonra gitmek zorunda kalmışlar ama aynı toprakları paylaşmışsınız. Bu noktadan sonra size bu kadar benzeyen insanları bu kadar dışlamanın ne alemi var? Tarihi bir kenara bırakın, saç renginiz aynı yemeğiniz aynı, sadece aranızda bir sınır var ve tarihte geçmiş bir münasebet yüzünden gerçekten çözülemeyen sorunlar var. İnsanlara bunu anlatmaya başladığınızda, “ben bunu deneyimlediğim için böyle düşünüyorum” dediğim noktada, daha çok dinlemeye başlıyorlar. “Peki, ne oldu?” diye soruyorlar, “onlar nasıldılar, ne düşünüyorlardı?”. Yani daha çok dinlenilmeye başladım, en çok onu fark ettim. Y.K: “İyi insanlar mıydı?” gibi sorular olmadı mı? D.D: Mesela, son gün değerlendirme toplantısı yaptık, her sivil toplum kuruluşunun organizasyonunda olduğu gibi. Ne düşündüğümüzü, nasıl geçtiğini falan söylüyorduk. Bir Ermenistanlı arkadaş “gerçek bir Türk’e dokundum ben, daha fazla ne olabilir ki” dedi. Onun üzerinden çok eğlenip güldük, ben de bunu anlattım etrafımdaki insanlara. Hakikaten biraz gerçek Türk’e, gerçek Ermeni’ye dokunmak lazım sanırım. Bunu çok konuştuk sonra, “gerçek nedir ki?” diye. Y.K: Oraya gitme fikri var mı? M.K: Bu sene ya da önümüzdeki dönem. Herkes farklı şeylerin peşine düşünce aynı grubu tekrar toparlamak çok zor ama Türk gruptan arkadaşlar İstanbul’a geldiği zaman görüşüyoruz. 148


Y.K: Peki. Bir de -sormazsam ölürüm- genelde hareketlilik projelerinde böyle 10-15 gün boyunca gençler bir araya gelince aşklar oluyor. M.K: “Kız mı verdik, erkek mi verdik” gibi mi? Y.K: Bence işin en önemlisi kısmı bu. Var mı böyle bir şey? Burada biz bize konuşuyoruz. D.D: Benim bildiğim yok M.K: Benim gözlemlediğim yakınlaşmalar vardı, ben çok mu gözlemlemişim acaba? D.D: Tüh! Benim gözümden kaçmış. M.K: Muhakkak oluyor, olması da çok normal. Y.K: Projede ne olup ne bittiğini öğrenmek için bir de internet sitesi var galiba. D.D: Evet: www.yavasgamats.org Y.K: Ayrıca, Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin sitesinden de ulaşılabiliniyor mu? D.D: Evet. Aynı zamanda GePGeNç FeSTiVaL’de projeyle ilgili bir atölye düzenleyeceğiz. Y.K: 5-10 Aralık’ta İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü’nde D.D: Evet Y.K: Sanırım bu web sitesinden bütün günlüklere, kişilere, gazetelere de ulaşılabiliniyor. D.D: Evet. Gazeteler çok ilginç, izleyicilerin okumalarını tavsiye ederim. Sözlüğü de çok eğlenceli. Y.K: Geçen hafta burada Avrupa Gönüllü Hizmeti yapmış üç arkadaş vardı ve “tavsiye ediyor musunuz?” diye sorduk. Siz de gerçekten farklı bir şey yaşamış gençler olarak, sizler böyle bir deneyim yaşamayı tavsiye ediyor musunuz? D.D: Etmez miyiz! M.K: Böyle bir konuda çok fazla kaynak bulamazsınız, o yüzden gidip görmek, dokunmak lazım. Y.K: Peki, yavaş yavaş programımızı kapatalım. Bugün “YavaşGamats” projesi hakkında konuşmak için Melih ve Dilara bizlerleydi. Katıldığınız için çok teşekkürler arkadaşlar. D.D: Biz teşekkür ederiz M.K: Teşekkürler Y.K: Bir başka Herkes Farklı Herkes Eşit’te görüşmek üzere. Hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

149


“Okuluma Dokunma” Platformu Çağdaş DOĞAN – Seçil ARIKAN (11.09.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba. 94.9 Açık Radyo’ya, Herkes Farklı Herkes Eşit programına hoşgeldiniz. Yörük kurtaran: Merhaba. G.N: Bu haftaki programımızda konuklarımız Çağrı Doğan ve Seçil Arıkan. Hoşgeldiniz. Çağdaş Doğan: Hoşbulduk. Seçil Arıkan: Hoşbulduk. G.N: Bu hafta Altı Nokta Körler Vakfı ve “Okuluma Dokunma” Platformu hakkında konuşacağız. Ama bundan önce biraz konuklarımızı tanıyalım. S.A: Seçil İstanbul’a üniversite için gelip İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirip uzun yıllar kitapçılık yapmış birisi. Daha sonra ise sosyal faydası daha fazla olan bir alanda çalışmak istedim ve Altı Nokta Körler Vakfı’nda yöneticilik yapmaya başladım. G.N: Ne kadar zamandır oradasın? S.A: Yaklaşık iki yıldır. G.N: Peki. Zaten az sonra vakıftan bahsedeceğiz ama önce Çağrı’yı da tanıyalım. Ç.D: Çağrı da Seçil gibi İstanbul’a üniversite dolayısıyla gelmiş birisi ve 1993 yılından beri de İstanbul’da yaşıyor. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden sonra, bilgi teknolojileri gibi aslında üniversitede takip ettiği programla ilgisi olmayan bir alanda çalışmaya başlamış birisi. Bu süreçte de Altı Nokta Körler Vakfı ve Altı Nokta Körler Derneği’nde bazen gönüllü bazen de yönetim kurulunda rol alarak sosyal etkinliklerde bulunmaya çalışan birisi. Y.K: Ben hemen bir şey sormak istiyorum, çünkü insanlar merak ediyorlar. Altı Nokta Körler Vakfı ile Altı Nokta Körler Derneği arasındaki fark nedir? S.A: Dernek vakıftan daha eski aslında. Dernek, 1970 yılında Türkiye’de yetişkin görme engellilerle ilgili rehabilitasyon verilmediği bir dönemde vakfı kurmuş ve vakfın kurucu üyesi. Hâlâ yönetim kurulunda derneğin üyeleri yer alıyor. 1972 yılında, yetişkin görme engellilere rehabilitasyon hizmeti vermek amacıyla vakıf kurulmuş. 1974’te de Milliyet gazetesinde bir kampanya düzenlenmiş ve 1 milyon TL toplanmış. Y.K: O zaman için ciddi bir para sanırım. S.A: Evet, o gün için ciddi bir para. Bu toplanan para da şu an Emirgan, Reşitpaşa’da bulunan Altı Nokta Körler Rehabilitasyon Merkezi’nin inşaatı için harcanmış. 1974 yılında da rehabilitasyon merkezi eğitime açılmış ve o tarihten beri de, yaklaşık 33 yıldır, devam ediyor. Y.K: Rehabilitasyon merkezinden de bahsedeceğiz ama bundan önce, vakıf neler yapar, biraz bundan bahsedebilir misin?

150


S.A: Aslında vakfın öncelikli hedefi, yetişkin görme engellilere rehabilitasyon eğitiminin düzenlenmesi; onların eğitilmesi, onlara meslek kazandırılması, işyerlerinde istihdam edilmesi. Tabii istihdamdan sonra onların kontrol edilmesi de var. Bugüne kadar da benzer bir perspektifte çalışılmaya devam edildi. Geçen sene bir Avrupa Birliği projemiz oldu: görme engelliler projesi. Bu projede Avrupa Birliği uyum sürecinde yasaların Türkiye’ye aktarılması, daha doğrusu direktiflerin ve yönergelerin aktarılması ve uygulamada karşılaşılan problemlerin Türkiye’deki görme engellilere anlatılması üzerine çalışıldı. Avrupa Körler Birliği de proje ortağımızdı. Proje şu anda sonuçlanmak üzere ve bunun çıktısı da hem bir web sitesi hem de kitap olacak. Ç.D: Rehabilitasyon merkezi, sonradan kör olmuş, sonradan görme yetisini kaybetmiş, doğuştan görme yetisine sahip olamayan ve eğitim olanaklarından faydalanamamış ve görmeden kendi hayatını bağımsız bir şekilde nasıl yaşayabileceği konusunda herhangi bir eğitim almamış insanlar için 1970’lerde kurulmuş bir merkez. Zaten adı rehabilitasyon merkezi, oradan da hangi amaç için çalıştığı anlaşılıyor. Burada bir görmeyenin görmeden önce de yapabildiği şeyleri yine yapabilir hale getirmek için verilen eğitimler var. Merkezin arazisi de 1970 yılında bir sözleşmeyle otuz yıl için belediye tarafından sağlanıyor. 2000 yılında dolayısıyla bu süre doluyor. Bu süre dolduktan sonra da Altı Nokta Körler Vakfı ve Altı Nokta Körler Derneği belediyeyi bu sürenin uzatılması için ikna etmeye çalışıyor. G.N: Bu, 30 Mayıs ile başlayan süreç mi? Ç.D: 30 Mayıs’tan önceki süreç bu. Yani 2000’den 2006’ya kadar, ulaşabildiğimiz, belediyeye yakın çeşitli kaynaklarla belediye başkanını ve belediye meclisini bu 1970 yılında yapılan anlaşmanın uzatılması için ikna etmeye çalıştık. Ancak şimdiye kadar bu çabalarımıza olumlu bir tepki alamadık. 2006 yılında belediye meclisi o arazinin tahliyesine yönelik bir karar alıyor ve 30 Mayıs’ta, Okuluma Dokunma Platformu’nun kuruluşuna neden olan, Altı Nokta Körler Rehabilitasyon Merkezi’ne o arazinin yedi gün içinde boşaltılmasıyla ilgili bir tebligat gönderiyor. G.N: Bununla ilgili konuşacağız zaten ama şimdi bir adım geriye gelip senin görme engelin ve bu tecrüben üzerinden konuşmak istiyorum biraz. Doğuştan mı, sonradan mı? Ç.D: Doğuştan. En azından kendimi tanıdığımdan beri görmediğimi biliyorum. G.N: Peki, Altı Nokta Körler Rehabilitasyon Merkezi’nde bulundun mu veya oradan faydalandın mı? Ç.D: Hayır. Orada yararlanıcı olarak bulunmadım. Altı Nokta Körler Vakfı’nın üyesiyim ve orada hizmetlerin verilmesi için katkı sağlamaktayım. Tabii ki verilen hizmetlerin önemini kavramak için aslında görmemek gerekmiyor, çünkü sonradan kör olanları daha çok ilgilendiren bir durum. Y.K: Farklı eğitim süreçleri midir onlar? İki kavram kullanıyorsunuz: sonradan kör olanlar ve doğuştan körler. S.A: Aslında ikisi farklı süreç değil. Sonuçta aynı eğitime tabi tutuluyorlar, yaklaşık altı ay süren bir eğitim var. Ç.D: Şu anlamda farklı olabilir: Siz doktorsunuz mesela, mesleğinizi icra ederken herhangi bir kalıtsal ya da dışarıdan gelen bir etkenle görme yetinizi kaybettiniz. Bu durumda çocuklukta verilen eğitim verilemez, daha hızlı bir şekilde eğitim verilmesi lazım. Sizin belki doktorluk yapmanızı değil de başka alanda kendinizi gerçekleştirebilmenizi sağlayacak, ama görme yetisini kullanmadan da hayatınıza devam etmenizi sağlayacak eğitimler 151


verilmesi lazım. O anlamda farklı olabilir. Yani ben doğuştan görmeyen biri olarak zaten görerek yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyorum. Önceden yaşadığın bir hayat var ve sonra tamamen farklı bir hayata geçiş yapıyorsun. Y.K: Adaptasyon süreci var, değil mi? Ç.D: Evet. O açıdan tabii ki farklı. Bunun aynı zamanda psikolojik yönleri de var, bu açıdan da etkili bir süreç bu rehabilitasyon süreci. Diğer taraftan da, kendiyle aynı konumda bulunan insanlarla tanışıp durumunu normalleştiriyor. G.N: O bir arada olmanın yanı sıra bir de deneyim paylaşımı var herhalde, değil mi? Ç.D: Kesinlikle. G.N: Yani herkesin gördüğünü varsaydığımız bir dünyada ve bir düzen içerisinde bu deneyimi paylaşmak çok şey öğretir herhalde. Ç.D: Evet. Rahatlatıcı olduktan sonra zaten, “tamam ben artık görmüyorum” dedikten sonra, görme yetisini kullanmadan nasıl yaşanabileceğini tasarlaması için ona bir altyapı oluşturuyor. Y.K: Merkezde bununla ilgili nasıl hizmetler veriliyor? Belki biraz da merkezden konuşmak lazım, çünkü çok önemli işler yapıyor. G.N: Hani az önce “görerek yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyorum” dedin ya, biz de böyle bir rehabilitasyon merkezinin ne yaptığını ve bunun önemini bilmediğimiz için belki de kapanıyor olmasıyla ilgili hareket etmiyoruz. S.A: Beş buçuk aylık bir temel eğitim programı var. Bu programdaki tüm dersler önemli ama en önemli derslerden bir tanesi “bağımsız hareket”, yani baston eğitimi. Hem içeride hem de dışarıda rahat dolaşabilmeyi sağlıyor. Kişisel eğitim dersi veriliyor, ki bu ayakkabı bağlamaktan son süreçte yemek pişirmeye uzanan ve günlük hayatta rastlayabileceğiniz her türlü hareketi kapsayan bir süreç G.N: Cep telefonu, bilgisayar kullanımı mesela. Y.K: Son beş senedir varmış bunlar. S.A: Evet. Bunun dışında özellikle, sanıyorum sonradan görme engelli olanlar için daha önemli, beyin-el koordinasyonunu sağlamaya yönelik “modelaj” ve iş atölyesi dersleri var. Modelaj dersinde elleyerek, yoklayarak anladıkları bir objenin kilden modelini yapmaya çalışıyorlar. Daha önce öğrenmemiş olanlar braille, yani kabartma yazı öğreniyorlar. Abaküs ile basit matematik öğreniyorlar. Y.K: Haftada kaç saat oluyor bu eğitimler? S.A: Aslında rehabilitasyon merkezi yatılı bir merkez. Dersler sabah saat 09.00 ile öğleden sonra 15.30 arası oluyor, tabii öğleyin bir saat yemek arası var. Y.K: Bir kişi o zaman bir sene boyunca bu okula yatılı olarak devam ediyor. S.A: Evet, beş buçuk ay boyunca yatılı olarak devam ediyor. Y.K: Sonra onların yerine başkaları mı geliyor? Yani sistem nasıl işliyor? S.A: Beş buçuk ay sonra sertifikalarını alıyorlar ve ayrılıyorlar. Daha sonra başka insanlar geliyor. Ayrıca, bu temel eğitimin içinde santral operatörlüğü ve bilgisayar eğitimi de var; bu 152


konularda da ciddi çalışmalarımız mevcut. Bir de blok halinde bir mesleki eğitimimiz var, o da masaj eğitimi. Masaj eğitimi bir yıl sürüyor. Beş buçuk aylık süreci başarıyla tamamlayan arkadaşlardan eğitimcilerin “masör olabilir” ya da “masöz olabilir” diye karar verdikleri on kişi bir sonraki yıl masaj eğitimine devam ediyor. Y.K: Peki her sene temel eğitimden yaklaşık kaç kişi yararlanıyor? S.A: İki dönem, toplam 70 kişi yararlanıyor. Ç.D: Bir de bu merkez, Türkiye’deki iki merkezden biri. Bir de Ankara’da, Yenimahalle’de muadili olduğunu söyleyebileceğimiz bir merkez daha var. Y.K: Yani Türkiye’de bu işi yapan iki kurum var. Ç.D: Evet, başka kurum yok. S.A: Aşağı yukarı kapasiteleri de birbirine yakın. G.N: Vakıf 1972 yılında kuruldu ve yılda 70 kişiye beş buçuk ay boyunca destek veren bir yer dedik. Y.K: Ve Türkiye’deki bu tip iki merkezden biri dedik. G.N: Evet, bir tanesi İstanbul’da ve diğeri de Ankara’da. Ama İstanbul’daki şu an tehlike içinde. Şimdi Çağrı’ya vermek istiyorum sözü. 30 Mayıs’tan sonra neler oldu, bu süreçten bahsedebilir misin? Ç.D: Tabii. Arazinin kullanımıyla ilgili olarak belediyenin Altı Nokta Körler Derneği ile bir sözleşme yaptığını söylemiştik. 30 Mayıs’taki tahliye tebligatından sonra merkezin yedi gün içinde boşaltılması isteniyordu. Y.K: Boşalttınız mı? Ç.D: Hayır. Merkez şu anda eğitime devam ediyor, 30 Mayıs’tan sonra başlattığımız bu sosyal muhalefet ve kampanyadan kaynaklı bir baskı oluştuğu için hâlâ devam ediyor eğitim. G.N: Okuluma Dokunma kampanyası, değil mi? Ç.D: Evet. Haber duyulur duyulmaz bu tahliye talebine karşı çıkan bir kamuoyu oluştu hemen. Merkezin boşaltılacağı söylenen gün, yani zabıtaların boşaltmaya geldiği gün o kamuoyu adına Altı Nokta Körler Derneği ve Altı Nokta Körler Vakfı bir basın açıklaması yaptı. G.N: Yedinci gün yani. Ç.D: Evet. İlk tepkimiz bu oldu. Sonra bu tepkiler basında yer aldığında belediye başkanı Sayın Kadir Topbaş o arazinin parasal değerinden dem vurdu. O arazinin değerlendiğini ve belediyeye gelir sağlamak için satılacağını söyledi. Biz de buna karşı 11 Haziran’da o arazinin toplumsal ve kamusal değerini anlatmak üzere bir basın açıklaması yaptık ve orada yapılan işlerle ilgili belediye meclisi üyelerine dağıtılmak üzere dosyalar hazırladık. 11 Haziran’da belediye meclisini ziyaret ettik. Orada tabii “güvenlik” tedbiri alınmıştı. Hepimizin girmesi engellendi ama biz temsilci bir grup olarak içeri girip grup temsilcileriyle görüşüp onları ikna etmeye çalıştık. Y.K: Belediye meclisinin toplantılarını yurttaşların seyredebilmesi zaten çok olağan bir şey, 153


değil mi? Sonuçta bu bir yasal hak ama siz o gün oraya alınmadınız. Ç.D: Evet. Zaten toplantıya girmek gibi bir hedefimiz yoktu o gün, ama sadece talebimizi anlatmak ve o dosyaları teslim etmek istiyorduk. Amacımız, belediye meclisinin istediğimiz yönde karar almasını sağlamaktı. Sonrasında da talebimizi toplumsallaştırmak ve daha güçlü bir kamuoyu oluşturmak amacıyla da “Okuluma Dokunma” başlıklı bir kampanya başlattık. Şu anda kampanyamız devam ediyor. Bu kampanya vesilesiyle birçok sivil toplum kuruluşu, dernek, sendika ve inisiyatifin de desteğini aldık. Aynı zamanda aydın, sanatçı ve akademisyenler de kampanyaya imzalarıyla destek verdiler. İnternette sürdürdüğümüz bu kampanya aracılığıyla şu ana kadar 35 bin civarında kişinin imzasını aldık. Alanlarda topladığımız imzalarla birlikte de yaklaşık 100 bine yakın imza elde ettik. G.N: Peki bu bir baskı yarattı mı belediyenin üzerinde? Ç.D: Bizi oyalamak için “tamam anlıyoruz sizi” gibi şeyler söyleniyor. Ancak randevu taleplerimiz belediye başkanı tarafından kabul edilmedi. Bu konunun çözüme kavuşturulması yönündeki talebimiz de, yani bu araziyle ilgili sözleşmenin 30 yıl daha uzatılması isteğimiz, kabul edilmedi. G.N: Ayıp bir şey soracağım belki ama, arazinin değeri için ne diyorlar? Gerçekten merak ediyorum. Bu konuda bir rakam söylüyorlar mı? Y.K: Herhalde kendilerince, senede 70 kişinin böyle bir eğitimden yararlanmasından daha pahalı. G.N: Tabii, orası kesin. Ç.D: Toplumsal ve kamusal değerinden daha değerli olduğunu düşünüyorlardır herhalde. Ama ekonomik değerini bilemiyoruz. Y.K: Peki yasal süreç ne durumda şimdi? Çünkü 30 Mayıs’ta çıkmadınız ve onlarla bir ilişki kurmaya çalışıyorsunuz. İşin üzerinden de yaklaşık üç buçuk ay geçmiş durumda. Yasal süreç nasıl işliyor bu durumda? Ç.D: Açıkçası şu an sürüncemede. Bizden merkezi tahliye etmemiz istendi ama orada devam eden faaliyet sadece Altı Nokta Körler Vakfı’nın devam ettirdiği bir faaliyet değil, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ile yürütülen bir faaliyet. Dolayısıyla bir vakıf ile devlet kuruluşu arasında yapılmış bir protokol var. Ayrıca “devletin sürekliliği” ilkesi diye bir ilke de var. Şu anda tahliye talebinin durdurulmasıyla ilgili olarak mahkemeye başvurduk ama bununla ilgili bir sonuç alınmadı henüz. Tabii biz hukukçu değiliz ama bu işin sosyal bir boyutu var ve belediyenin ikna olması gerekiyor. Arazi belediyeye ait, belediye ikna edilsin ki süre uzasın ve bu arazi okulun arazisi olarak kalsın. Y.K: Peki. İnsanlar bu kampanyaya destek verebilmek için ne yapabilirler? Yani sesinizi duyurmanız, belediyeyle iyi bir diyalog kurabilmeniz, daha fazla insanı ve kurumu bu kampanyaya çekebilmeniz için nelere ihtiyacınız var? Ç.D: İnsanlar bizimle iletişim kurabilirlerse beraber neler yapabileceğimizi çok daha ayrıntılı bir şekilde değerlendirebiliriz. Sonuçta, istediğimiz yönde her türlü müdahale bizim açımızdan makbul aslında. Yani imza kampanyamıza destek vermeleri, bunun yanında belediyeyle ilişkileri varsa onlarla ilişki kurmamızı sağlamaları ya da bu arazide sürdürülen faaliyetlerin değerini anlatmaları çok önemli. Bunun dışında oranın ziyaret edilmesi de önemli. Şu anda hâlâ orada bir eğitim sürdürülüyor. O okulun ziyaret edilmesi ve görülmesi dahi bizim açımızdan çok önemli. Herkesi oraya davet ediyoruz. Özetle, bunu gündemde tutmak için yapılacak her türlü faaliyet çok önemli. 154


G.N: Her tür sahip çıkış kampanyada işinize yarıyor. Ç.D: Evet. Geçen Cumartesi günü yaklaşık 250 kişilik bir grupla Taksim’de yürüyüp derdimizi anlatmaya çalıştık. Bugün de belediye meclisini tekrar ziyaret edip görüşmeye ve bazı meclis üyesi arkadaşlarımızı ikna edip istediğimiz yönde karar alınması için önerge vermelerini sağlamaya çalıştık. Şu an için henüz hiçbir girişimimizden sonuç alamadık aslında. G.N: Ama devam edeceksiniz. Ç.D: Evet, devam ediyoruz. G.N: İnternet sitenizden bu gelişmeleri takip edebiliyoruz, değil mi? Ç.D: Evet, gelişmeler takip edilebilir ve destek verilebilir. Bu işin içinde daha fazla sivil toplum kuruluşu olursa daha etkin faaliyetler yapabiliriz. Sivil toplum kuruluşları Okuluma Dokunma Platformu’na da katılabilir. G.N: Çok teşekkürler geldiğiniz ve bunları paylaştığınız için. Ç.D: Biz teşekkür ederiz. S.A: Teşekkürler. G.N: Herkes Farklı Herkes Eşit bu hafta konuklarıyla beraber “Okuluma Dokunma” dedi. Umuyoruz dokunmazlar ve okul hizmetine devam eder. Tekrar teşekkürler. Y.K: Yeni bir Herkes Farklı Herkes Eşit’te tekrar buluşmak üzere hoşçakalın. G.N: Hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

155


Medikomu Vermiyorum Meltem ORAL – Tuna ÖZTÜRK (17.07.2007) Yörük Kurtaran: 94.9 Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit’te tekrar beraberiz. Bugün stüdyomuzda iki konuğumuz var: Küresel Eylem Grubu’ndan (KEG) Tuna Öztürk ve Meltem Oral. Hoşgeldiniz. Tuna Öztürk: Hoşbulduk. Meltem Oral: Hoşbulduk. Y.K: Bugün “Medikomu Vermiyorum” kampanyası hakkında konuşacağız. Ama bundan önce biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? M.O: Meltem ben. Öğrenci değilim açıkçası, KEG aktivistiyim. Aynı zamanda Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (Küresel BAK) ve BarışaRock aktivistiyim. Kampanyalar yapıyoruz, şu an gerçi seçim dolayısıyla başka kampanyalar yapsak da en kısa zamanda yine KEG kampanyalarına devam edeceğiz. Y.K: Kaç yaşındasın? M.O: Bu cuma 18 olacağım. T.Ö: Ben de son sorudan başlayayım: 23 yaşındayım. Meltem’in saydığı gibi ben de aynı kampanyalarda aktivistlik yapıyorum. Yani temelinde antikapitalist, savaş karşıtı kampanyalarda çalışıyoruz, aktivistlik yapıyoruz. Sokakta bir şeyler yapmaya çalışıyoruz genelde. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Harita Mühendisliği okuyorum. Y.K: Peki. Medikolarla ilgili konuşacağız dedik. Öğrenci olmayanların çok bildiği bir konu değil sanırım. O yüzden mediko nedir, faydaları nelerdir, biraz bunlardan bahseder misiniz? T.Ö: Medikolar için, üniversitelerde bulunan küçük hastane tipi birimler diyebiliriz. Öğrenciler buradan ücretsiz sağlık hizmeti alıyorlar. Y.K: Her üniversitede var mı? T.Ö: Her üniversitenin böyle bir hizmeti yok. Üniversite özelse kendisiyle alakalı, değilse devletle alakalı bir durum. Mesela benim okuduğum okulda, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde var. Ama AKP hükümeti, neoliberalizmin Türkiye’ye bakan yüzü olarak sağlıkta özelleştirme kapsamında medikoları tasfiye edecek. Biz de KEG olarak “Medikomu Vermiyorum” kampanyasını inşa ettik ve 2006 Kasım’ında Ankara Üniversitesi’nde bir basın açıklamasıyla bu kampanyayı başlattık. Y.K: Ne yapıyorsunuz kampanya bünyesinde? T.Ö: Kampanya bünyesinde şu an aktif bir durum yok. Çünkü diğer kampanyalar ve seçim kampanyaları devreye girdi. Ayrıca durgun da bir dönemdeyiz. M.O: Okullar da tatil. Y.K: Okullar tatil olunca aktivizm duruyor mu?

156


M.O: Mediko kampanyası bir süre askıya alındı tabii. T.Ö: Ama okul döneminde, 12 Mayıs’ta büyük bir eylem gerçekleştirdik Ankara’da. Bunun öncesinde de 11 Mart’ta Türk Tabipler Birliği’nin “Beyaz Eylemler” adındaki eylemler dizisinin bir parçası olan Beyaz Miting69 için KEG olarak Ankara’daydık. Y.K: Medikolar öğrencilerin çok kullandığı merkezler midir? T.Ö: Evet. Kendi üniversitemden örnek verecek olursam, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde okuyan öğrencilerin çoğu şehir dışından gelen öğrenciler; ya ucuz bir evde ya da yurtta kalıyorlar ve ailelerinden aldıkları harçlıklarla geçiniyorlar veya bulabilirlerse burs buluyorlar. İşte bu öğrencilerin bütün sağlık sorunlarını, sağlık güvencelerini mediko sağlıyor. Y.K: Ve ücretsiz? T.Ö: Evet ücretsiz sağlanıyor. Y.K: Şu anda da ücretsiz hizmet sağlamaya devam ediyor, değil mi? Sanırım yasa başka bir döneme ertelendi. T.Ö: Evet yasa ertelendi, ertelenmeseydi 1 Ocak 2007’de yürürlüğe girecekti. Anayasa Mahkemesi yasayı Temmuz ayına erteledi ama yasa, yeni hükümetin görüşmesi için yürürlük tarihi olan 1 Ocak 2008’e ertelendi. Şimdi ne olacak bilmiyoruz, ama kampanya çerçevesinde durdurmak için bir şeyler yapacağız. Soruya tekrar dönecek olursak, şu an öğrenciler ücretsiz olarak yararlanıyor ama bu yararlanma tamamen kısıtlı vaziyette. Çünkü yasa 2007 Ocak’ında yürürlüğe gireceğinden dolayı medikolar için bütçe ayrılmamıştı. Bu yüzden medikolar kısıtlı hizmet veriyor; yeterli pratisyen hekim yok, uzman doktor yok, yeterli teçhizat yok. M.O: Medikolar zaten, öğrencilerin yorumlarından edindiğimiz bilgiye göre ağır aksak ilerliyor ve çok da dört dörtlük bir hizmet sağlamıyor, ama en azından öğrencinin bir güvencesi. Örneğin gece yarısı rahatsızlandığımda gidebileceğim bir yer var, şimdi ise ne kadar paran olduğuyla ilgili bir durum bu. Tamamen ücretli hale getiriliyor. Y.K: Sonuçta bu konu öğrencileri doğrudan ilgilendirilen bir konu. Yani üniversitede okuyan bir genç için muhafazakâr olmak, demokrat olmak fark etmiyor; bütün farklı düşünceleri yatay kesen bir konu. Bunun kampanyasını örgütlediğinizde çeşitli kesimlerden buna destek veriliyor mu? T.Ö: Kesinlikle; çünkü bu kampanya, bireysel ve aşağıdan örgütlenen bir kampanya. Sonuçta sağlık bu, sokaktaki adama da sorsanız destek oluyor. Kaldı ki zaten bu Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasası kapsamında olan bir değişiklik. Yani buna SSGSS ile bağlantılı olarak sokaktaki insanı da katabiliyorsunuz. Medikolarla da üniversitedeki öğrencileri bu kampanyaya çekebiliyorsunuz. Y.K: Üniversitelerde hakikaten gençler destek veriyorlar mı bu kampanyaya? M.O: İlk olarak Ankara’da başladı kampanya. Daha sonra Kütahya’da, İzmir’de, Manisa’da, Zonguldak’ta toplantılar yapıldı. En son İzmir’de, 18 Şubat’ta böyle bir toplantı yapıldı bütün üniversiteler olarak beraber mücadele etme kararı alındı. O zamandan beri de herkes kendi okulunda standlar açıyor, bildiriler dağıtıyor. Mesela İzmir’de, genel olarak 69

Kampanya ve mitingle ilgili kısa bilgi notunu linkteki Gençlik ve Sosyal Haklar Raporu 120 ve 121. sayfalarında bulabilirsiniz.

157


SSGSS yasa tasarısıyla ilgili büyük bir mücadele yürütülüyor; tek tek sağlık ocakları geziliyor, insanlar bilgilendiriliyor. Orada birçok deneyim var. Bu konuda referandum da yapıldı İzmir’de, 500 bin kişi yasanın geçmemesini istedi. Bu mediko kampanyası da, özellikle İzmir’de büyük bir şekilde ilerliyor. Y.K: “Özellikle şu şehirde daha örgütlü ilerliyor” dediğiniz bir yer var mı? T.Ö: Evet: İzmir. Çünkü İzmir pilot bölge olarak seçilmişti. Orada zaten etkileri de yavaş yavaş görülmeye başlandı, mesela sağlık ocakları birer birer kapatılmaya başlandı. Meltem’in de anlattığı gibi Beyaz Referandum yapıldı, insanlar sağlık ocaklarının önüne gelip sandıklarda oy kullandı. İzmir KEG’den bir doktor arkadaş bir olay anlatmıştı: Halk otobüsünde giderken yolculardan birisi “ya durun şurada sandık var, ben oy kullanacağım” demiş ve bütün herkes inip oy kullanmış ve sonra otobüse tekrar binip yola devam etmişler. Y.K: Harika. Peki, bundan sonra kampanyayla ilgili olarak ne var? Çünkü Meltem’in az önce bahsettiği gibi yazın öğrencilerin olmaması kampanyayı inişe geçiriyor. Ama Eylül, Ekim gibi üniversiteler açılıyor olacak. Bundan sonrasıyla ilgili olarak aklınızda bir plan var mı? Yani nasıl örgütlenecek, kampanya nereye doğru gitmek istiyor? M.O: Öncelikle BarışaRock var Ağustos ayında ve bu fırsatı iyi değerlendirmek lazım. Orada öğrencilerin toplanacağı, bu yasayla ilgili olarak neler yapabileceğimizi tartışabileceğimiz bir forum düzenlemeyi düşünüyoruz. Bu çok büyük bir fırsat bizim için. Geçen sene BarışaRock’a binlerce insan geldi ve büyük çoğunluğu, hepsi üniversiteli olmasa da, genç ve öğrenciydi. Orada medikolarla ilgili bir toplantı olacak ve bununla ilgili büyük bir karar da oradan çıkacak. Ama Ekim ayında tekrar medikolarla ilgili bir eylem yapmayı planlıyoruz. T.Ö: Yani yeni hükümete bir mesaj vermek istiyoruz, “biz medikomuzu vermek istemiyoruz; bu, sağlığın ticarileştirilmesidir, sağlık temel bir haktır ve parayla satılamaz” diye. BarışaRock’taki forumdan çıkacak fikirler doğrultusunda böyle bir eylem düzenlemeyi düşünüyoruz. Y.K: Ve ondan sonra belki bu hareketi diğer üniversitelerde yaygınlaştırmakla ilgili bir eylem planı da çıkabilir. T.Ö: Zaten var. 33 kampüste arkadaşlarımız var ama tabii Karadeniz, Akdeniz gibi bölgelere de ulaşmamız lazım. Y.K: Kampüs mü, üniversite mi? T.Ö: Kampüs. Y.K: Biraz da Türkiye’de belirli bir konuda kampanya yapmaktan bahsedebilir misiniz? Bu iş zor mu, kolay mı? Başınıza gelen ilginç şeyler var mı? Kişisel deneyimleriniz üzerinden neler söyleyebilirsiniz? T.Ö: Anı falan gelmiyor gerçi aklıma da… Y.K: Peki birisi sana “bu ülkede kampanya yapmak kolay mı?” diye sorsa, ne dersin? T.Ö: Çok kolay. Çünkü yaptığımız işi sokakta yapıyoruz, sokaktaki insana yönelik yapıyoruz. “Sokaktaki insana yönelik” derken hizmet değil bu, onların sorunlarına yönelik. Sokaktaki insanın sağlık problemi olabilir, bununla ilgili SSGSS karşıtı kampanya var; sokaktaki insan savaş karşıtı olabilir, bununla ilgili olarak Küresel BAK’ın yıllardır yürüttüğü 158


bir kampanya var; sokaktaki insanın ırkçılıkla, milliyetçilikle ilgili sorunu olabilir, bunun için de Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De girişiminin yürüttüğü kampanya var; ya da gençtir ve muhaliftir, Barışarock var. Y.K: Sizin için etrafınızdaki gençleri bu kampanyalara dahil etmek daha kolay olabilir, zaten arkadaşlarınızdır. Ama arkadaşınız olmayan, mesela sizden farklı giyinen, farklı kitaplar okuyan ama bir şekilde az çok aynı yaş grubunda olan insanları bu tip konulara çekmek kolay mıdır? Kendi deneyiminiz üzerinden ne söyleyebilirsiniz? M.O: Ben aslında en büyük zorluğu kendi arkadaşlarımda yaşıyorum. Y.K: Niye sence? M.O: Hiçbir fikrim yok. Onlarla çok sık tartışsam da genelde hoşlarına gitmiyor bu durum sanırım. Y.K: Bunu şunun için soruyorum: Geçenlerde bir hocanın, Demet Lüküslü70’nün, doktora tezini okudum. 20-30 yaş arası gençlerle derinlemesine görüşmeler yapmış. Orada önemli bir şey var aslında. Gençler aslında duyarsız değiller etrafa ama örgütlenmekle ilgili dertleri var. Yani, niye bilmiyorum ama bunu çok istemiyorlar. Ama hayata duyarsız değiller. Hani “bugünün gençleri” diye başlayan bir efsane var ya… M.O: Apolitik diye! Y.K: Evet. Ben ona çok katılmıyorum. Sizin deneyiminiz nedir? T.Ö: Bu ancak örgütlenmeyle mümkün. O gençleri de çekebilecek kampanyalar inşa edebilmek gerek; bu insanların çoğu genç, çoğu kadın. Bu insanlar başka bir enerjiyi savunan insanlar; bu insanlar antikapitalist hareket içinde yer alabilecek genç insanlar; bu insanlar ırkçılık, milliyetçilik karşıtı insanlar. KEG gibi, Küresel BAK gibi kampanyalar çerçevesinde bu insanları kazanabiliriz ve bu iş sadece örgütlenmeyle mümkün. M.O: Yapılan kampanyaların tümü elbette ki var olan bir şeylere karşı yapılan kampanyalar. Bahsettiğimiz bu gençlerin önceki kuşaklarının yaşadıklarını düşünecek olursak, hepsi aslında bir şey yapmamaya itilmiş vaziyetteler. Bunları anlatmakta çok zorlanıyoruz aslında, “gelin ve görün” diyoruz. Biz aslında somurtan insanlar değiliz; aksine, balonlar, davullar, marakaslarla hoplaya zıplaya bir şeyler yapıyoruz ve genç olmak böyle bir şey; bunu anlatmak lazım, bunu anlayabildikleri noktada bence her gence ulaşmak çok daha kolay. T.Ö: Zaten sokakta da görenler geliyor yanınıza. Anlattığınızda da hemen size katılıyor. Y.K: Bu tip kampanyalarda, bu tip gençlerin kendilerini başka bir şekilde ifade edebildiği alanlarda, aslında gençler kendileri gibi olmak istiyorlar. Yani biri gelip de orada “sen şöyle davran, şurada sıraya gir” gibi şeyler söylediği ölçüde o kampanyaya giriş zorlaşıyor aslında. Örgütlenmeyle ilgili olarak benim böyle bir gözlemim var. Yani iş ne kadar yatay olursa gençleri bu işin içine katmak da o kadar kolay oluyor. M.O: Bu kampanyalar süresince kimse bize “şunu yap, bunu yap” demiyor; oturup bu kampanyaları beraber inşa ediyoruz. Bundan dolayı ben hâlâ buradayım. T.Ö: Çünkü hiyerarşi yok. Hiyerarşi olmayınca her fikir eşit derecede kabul görüyor, savunuluyor ve eşit derecede değerlendiriliyor. Zaten kampanyalardaki bütün kararlar da 70

Yeditepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak görev yapmakta olan Yrd. Doç. Dr. Demet Lüküslü’ye dlukuslu@yahoo.com adresinden ulaşabilirsiniz.

159


böyle alınıyor. Y.K: Bir de şöyle bir argüman var, şeytanın avukatlığını yapayım: “ama çok insanı karar mekanizmasına kattığımız zaman da verimlilik azalıyor, oysa ki bazı zamanlarda çok hızlı ilerlemek gerekiyor, aksi takdirde refleks gösteremiyoruz”. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? T.Ö: Valla refleks gösterme deyince aklıma Genelkurmay’ın çağrısı geldi. Her neyse… M.O: Bu insanlar sonuçta bir fikir birliği içerisindeler. Yapılan her şeyde oy çokluğu değil, oybirliği diyoruz; önemli olan bu. Oturup, konuşup tartışarak herkesin hemfikir olduğu bir şey üzerinden kampanya yürütülüyor ve bunun da verimi azalttığını hiç düşünmüyorum. Bunun en büyük örneği, KEG’in 28 Nisan’da düzenlediği “Başka Bir Enerji Mümkün” eylemi. Açıkçası şaşkınlıktı benim için, ben hiç böyle bir şey beklemiyordum. Y.K: Neden? M.O: Elbette ki kampanyayı inşa edelim derken birçok sorunla karşılaşıyorsunuz. Bir yandan teorik, politik tartışmalar sürerken bir yandan da maddi engellerle karşılaşıyorsunuz. Güç bela, ite kaka ilerlemiş bir kampanyada böylesine coşkulu, böylesine ses yaratan bir eylemin olması beni çok şaşırttı. T.Ö: Bu kampanyaların tüm etkinlikleri ve eylemleri bir odada alınan kararlar değil zaten; yerel örgütlenmelerle oluyor bu iş ve İzmir’de, Ankara’da, Bursa’da ve diğer başka yerlerdeki süreçler üzerinden gelişiyor. Y.K: Peki. Birazdan programımızı kapatacağız. Son olarak, şu anda yirmili yaşlardasınız ve daha kaç yaşına kadar kampanyalar düzenlemeyi düşünüyorsunuz? M.O: Ben başka bir dünyayı kurana kadar burada durmayı düşünüyorum. T.Ö: Herkesin yaşamak istediği başka bir dünyası vardır, o dünyaya kadar devam edecek herhalde. Y.K: Harika. Peki, size ulaşmak isteyenler, özellikle bu mediko kampanyasıyla ilgili olarak, nasıl ulaşabilirler? T.Ö: Medikomu Vermiyorum kampanyasıyla ilgili olarak bir internet sitemiz var: www.medikomuvermiyorum.org 71. Ayrıca www.kureseleylemgrubu.org adresinden de bizlere ulaşabilirler, soru sorabilirler. Y.K: Peki. Çok teşekkürler bugün konuğumuz olduğunuz için. M.O: Rica ederiz T.Ö: Biz teşekkür ederiz. Y.K: Bugün stüdyomuzda Tuna ve Meltem ile beraberdik, Medikomu Vermiyorum kampanyası hakkında onlarla sohbet ettik. Bir sonraki Herkes Farklı Herkes Eşit’te görüşmek üzere, iyi günler. İçindekiler menüsüne dön...

71

Kampanyanın yürütüldüğü dönemde aktif olan site 2010 itibariyle erişim dışı kalmıştır. 2008 yılında yürürlüğe giren SSGSS ardından yayınlanan Sağlık Uygulama Tebliği hakkında Türk Tabipler Birliği tarafından yapılan değerlendirmeye buradan ulaşabilirsiniz.

160


Tutukevlerinde Gençler Necmettin YEMİŞ (22.05.2007) Yörük Kurtaran: Merhaba. 94.9 Açık Radyo’da, Herkes Farklı Herkes Eşit’te tekrar beraberiz. Gülesin Nemutlu: Merhaba Y.K: Bugünkü konuğumuz Necmettin Yemiş, hoşgeldin Necmettin. Necmettin Yemiş: Hoşbulduk. Y.K: Necmettin hayatını önce yaşlılarla sonra çocuklarla ve daha sonra da gençlerle çalışarak geçirmiş bir sivil toplum aktivisti. Bugün kendisiyle tutuklu gençlerle ilgili konuşacağız, tabii bunun öncesinde bize biraz kendinden bahsedebilir misin Necmettin? N.Y: 1978 Rize doğumluyum ve yaşamımın çoğu Ankara’da geçti. Sivil toplum yaşantım 13 yaşındayken TEMA ile başladı. İlk profesyonel çalışmam ise Türkiye İşçi Emeklileri Derneği’nde oldu; üç yıl çalıştım. Y.K: Ne yaptın orada? N.Y: Orada kömür ve gıda yardımı yapılıyordu, ben de bu yardımın ihtiyaç sahiplerine ulaşmasındaki iletişimi sağlıyordum. Y.K: Kaç yaşındaydın o zaman? N.Y: 19-20 yaşlarındaydım. Daha sonra çocuk haklarıyla ilgili sivil toplum kuruluşlarında çalışmaya başladım. Bu arada edebiyat dergilerinde de çalışıyordum. Sonra tesadüfen tutukevlerinde yapılacak olan bir projenin ilanını gördüm ve o projeye katıldım. Ankara, Sincan Çocuk Tutukevi’72nde dört sene boyunca edebiyat atölyesi gerçekleştirdim. Bundan sonra da çocuk hakları ve genel olarak da insan haklarıyla ilgili çalışmaya başladım. Y.K: Sonra da hâlâ devam eden bir gençlik dönemi var. N.Y: Evet. Gençlik dönemi benim için daha yeni, iki senelik bir şey. Gençlik Sosyal Gelişim Programı’nda bilfiil çalıştım. Bu program Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bağlı olan, 81 ilde 130 gençlik merkezi üzerinde yapılan bir program. G.N: Tutukevindeki gençlerle yapılan çalışmalara dönersek, süreç nasıl işliyor? Yani bir çocuk ya da gencin adaletle başı derde girdikten sonra neler oluyor? N.Y: Tabii bahsedeyim ama önce şunu söylemekte fayda var, ben sosyal hizmet uzmanı ya da hukukçu değilim. Yeni yasaya göre 13 ile 15 yaş arasındaki bir genç suç işlediği zaman adliyeye yansıyor ama savcının takdirine göre tutukevine veya ıslahevine yollamayabiliyor. Y.K: 13 yaşının altında olursa? N.Y: 13 yaşının altında olursa aileye teslim ediliyor ve aile uyarılıyor. 15 ile 18 yaş arasında ise, suçun niteliğine ve hakimin takdirine göre tutukevine ya da ıslahevine 72 Ankara

Çocuk Hakları Platformu’nun hazırladığı ,Sincan Çocuk Tutukevi’ne dair değerlendirmeleri içeren ,Çocuk Adalet Sistemi ve Koruma Mekanizmalarıyla ilgili Çalıştay Raporuna buradan ulaşabilirsiniz.

161


gönderiliyor veya gözetim altında tutuluyor. Gözetimde ise sosyal hizmet uzmanına teslim ediliyor. Y.K: Tutukevi ve ıslahevi arasındaki fark nedir? N.Y: Islahevinin adı değişti, “eğitimevi” oldu. Bir çocuk suç işlediği zaman, mahkemesi devam ettiği sürece, doğrudan tutukevine gönderiliyor. Mahkemesi sonuçlandığı takdirde ise eğitimevine yollanıyor. Eğitimevine giren çocuklar, eğer okulu varsa okuluna devam edebiliyor, çalışıyorsa işine gidebiliyor. Yani, akşam eğitimevinde olmak şartıyla, dışarıya çıkabiliyorlar. Y.K: Zaten 18 yaşından sonra suç işlemişse, genç olmasına rağmen yetişkinler gibi o sürece giriyor, değil mi? N.Y: Onda da bir değişiklik var. Yanlış hatırlamıyorsam 18 ile 22 yaş arasındaki gençler tutukevleri içinde “gençlik tutukevi” diye ayrı bir koğuşta kalıyorlar. Çünkü onlar için de farklı bir uygulama var, meslek eğitimi veya okuma-yazma kursları gibi. Çünkü 15 yaşındaki bir genç ile 20-21 yaşındaki bir genci aynı yere koyamazsınız, ciddi anlamda problem çıkıyor. G.N: Biraz tutukevinin içinde gençlerle yapılan çalışmalardan bahsedebilir misin? Doğrudan verilen hizmetler mutlaka vardır, mutlaka birtakım gönüllü çalışmalar yapan kuruluşlar vardır ve kesin o çalışmaları yapmak kolay değildir. Bunlardan ve özellikle kendi deneyimlerinden bahsedebilir misin? N.Y: Kısaca bahsedeyim. Hukukçular hukuk boyutunda gençlere destek veriyorlar, çünkü onların mahkemesi hâlâ sürüyor. Y.K: Ve bunu ücretsiz olarak, bir hak olarak sağlıyorlar. N.Y: Evet. Sağlık açısından da doktorlar sürekli sağlık yardımı yapıyorlar. Diğer taraftan da sivil toplum kuruluşları destek veriyorlar, bunların bazıları mesleki eğitim ve okuma-yazma kursları veriyor. Benim dönemimde sportif ve sanatsal projeler vardı. Herhangi bir gönüllü tutukevine gidip resim, müzik, şiir atölyeleri yapabiliyordu, ama sadece hafta sonu yapılabiliyordu. Tabii sivil toplum örgütleri tutukevine çat kapı giremiyorlar. Y.K: Tam da onu soracaktım aslında. N.Y: Bu şekilde gidemiyorlar çünkü bunun bir süreci var. Öncelikle Adalet Bakanlığı’na bir dilekçeyle başvuruyorlar ve oraya girecek gönüllülerin CV’lerini veriyorlar. G.N: CV’yi değerlendiriyorlar. N.Y: Evet, sakıncalı bir durum var mı diye. Y.K: Peki bir mülakat süreci var mı? N.Y: Evet var. Oraya girecek olan gönüllüler Adalet Bakanlığı’ndaki eğitim salonuna toplanıp uzmanlarla tanıştırılıyor ve ne yapacakları anlatılıyor. G.N: Tabii bu sivil toplum kuruluşlarının inisiyatifinde, değil mi? N.Y: Adalet Bakanlığı artık sivil toplum kuruluşlarıyla çalışmaya başladığı için bu süreç de kendilerinin bir politikası olmuş durumda. G.N: Tutukevine girmeden önce gönüllülere eğitim veriyorlar yani. 162


N.Y: Evet. Y.K: Bakanlığın, sivil toplum kuruluşları ile bir işbirliği var dedin. Oradaki işbirliği bir protokol üzerinden mi belirleniyor? N.Y: Protokol üzerinden yürüyen de var hakimin ya da savcının inisiyatifiyle yürüyen de var. Ama son iki senedir Adalet Bakanlığı’yla yapılan tüm işler protokol çerçevesinde yapılıyor ve herhalde Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarıyla en iyi çalışan bakanlık Adalet Bakanlığı’dır; çünkü tutukevinde çalışmak, hele orada çocuklarla çalışmak çok zor. G.N: Tutukevindeki çocuklarla ve gençlerle çalışan çok fazla sivil toplum kuruluşu yok sanırım; gönüllü olarak çalışan insanlar var belki ama kuruluş olarak çok yok galiba. Kimler var bu alanda, biraz bundan bahsedebilir misin? N.Y: Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı ve Özgürlüğünden Yoksun Gençlerle Dayanışma Derneği (Öz-GeDer) var; bir ara Semiha Şakir Vakfı ilgileniyordu ama şu anda tutukevinde proje yapmıyorlar. Ağırlıklı olarak bu üç kuruluş çalışıyor. Y.K: Yanlış hatırlamıyorsam Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı ile Öz-GeDer’in hedef kitlesi doğrudan tutukevindeki gençler ve çocuklar, değil mi? Özellikle bunun için kurulmuş durumdalar. N.Y: Evet G.N: Tutukevinde kaldıkları süre içerisinde destek alabilecekleri ve haklarını korumak için çalışan sivil toplum kuruluşları var. Bir de bu işin tutukevinden çıktıktan sonrası var aslında. Orada uzmanlaşmış devlet kurumu ya da sivil toplum kuruluşu var mı? N.Y: Öz-GeDeR’den örnek vereyim. Adalet Bakanlığı ile bir protokol imzaladılar. Tutukevinden çıkan gençlerin barınma yeri yoksa onlara barınacak yer veriyorlar. Adalet Bakanlığı’nın gözetimi altında bir gençlik evi var. Çocuklar orada kaldıkları süre boyunca okullarına ve işlerine devam edebiliyorlar. Bunu Öz-GeDer ile birlikte yapıyorlar. Y.K: Peki bu belirli bir süre için tanınan bir hak mı? N.Y: Evet, belirli bir süre için. Şunu da eklemek lazım: Bazen de hakim gözetim verebilir. Yani “tutukevine yollamıyorum sizi, gençlik evinde gözetim altında olacaksınız” diyebiliyor. Y.K: Ne demek “gözetim altında olmak”? N.Y: Adalet Bakanlığı tarafından atanan bir sosyal hizmet uzmanının gözetiminde, gençlerin okula veya işe gidip gitmediği ya da kötü bir şeyler yapıp yapmadığının kontrol edilmesi. Y.K: O sosyal hizmet uzmanı bir nevi rehberlik de yapıyor mu? N.Y: Tabii, yapıyor. Y.K: Peki soru şu: “Gerçekten” yapıyorlar mı? N.Y: Evet, yapıyorlar. Ama eksiklikler var. G.N: Her şeyden önce sayıyla ilgili sorunlar var. N.Y: Tabii. Uğraşamıyor. Yanlış hatırlamıyorsam, şu anda gençlik evinde 8-10 genç var. Y.K: Peki kaç tane gençlik evi var. 163


N.Y: Benim bildiğim bir tane var. Y.K: Tutukevindeki tecrübelerin üzerinden, 15-18 yaş arası bir gencin tutukevinde bir günü nasıl geçiyor? N.Y: 2004 yılında, çoğunlukla bir koğuşta 6-7 kişi kalıyordu. Sabah sayım için kalkıyorlar, yataklarını düzeltiyorlar. Daha çok kitap okuyorlar ya da televizyon izliyorlar. Her koğuşta televizyon, banyo ve diğer ihtiyaçlarını karşılayacak minimum sistemler var. Y.K: Bu tabii Sincan’daki. Yani söylediklerin sadece Sincan’daki için mi geçerli yoksa Türkiye’deki diğer tutukevleri için de geçerli mi? N.Y: Zaten sadece Sincan’da çocuk tutukevi var. Ama eğitimevi dediğimiz ıslahevleri İzmir, Ankara ve Elazığ’da var. Tabii bir de, büyük koğuşların içinde çocuk koğuşları var. Y.K: Peki, devam ediyordun bir gün nasıl geçer diye. N.Y: Sohbet ediyorlar, incik boncuk yapıyorlar. Günleri böyle geçiyor ve canları çok sıkılıyor. Onun için “dışarıdan” gelen gönüllüleri gerçekten bekliyorlar; hafta sonunu iple çekiyorlar, bir şeyler yapalım diye. Okuma-yazma bilmeyenlere, hafta içi Milli Eğitim Bakanlığı’ndan gelen öğretmenlerce eğitim veriliyor. Açıkçası bu da çok sağlıklı yürümüyor, çünkü çocukların seviyeleri farklı ve bir öğretmen var. Ama en azından başka bir salona gitmeleri bile onlar için bir değişiklik. G.N: Tutukevinde yapılan çalışmalar deyince, her alanda olduğu gibi, önce erkekler geliyor insanın aklına. Genç kadınlar, kızlar için durum nedir? Yani ayrı tutukevleri, ayrı çalışmalar var mı? Sivil toplum kuruluşları ayrıca onlarla çalışıyor mu? N.Y: Türkiye’de şu anda, tutukevindeki erkek çocuklarla yapılan çalışmalar ön planda. Türkiye’de, tutukevlerindeki kız çocuklarla ya da genç kadınlarla ilgili olarak sivil toplum kuruluşlarının veya devletin yaptığı bir program yok. Sadece İzmir’de kız çocuklarına yönelik bir eğitimevi açıldı. Mahkeme kararı çıktığı takdirde İzmir’e gönderiliyorlar, ama mahkemesi devam eden genç kızlar kadın koğuşlarında kalıyor. Y.K: Türkiye’de gençlerin yararlanabildiği belirli imkânlar var, gençlik programları gibi. Gençlerin tutukevinde olması bu hizmetlerden yararlanmalarını etkiliyor mu? Senin bildiğin bir örnek var mı? N.Y: Benim bildiğim, Avrupa Gönüllü Hizmeti yapmış iki kişi var. İkisinin de başı adaletle derde girmiş iki genç arkadaşımız. İlk söylediğimizde bizi ciddiye almadılar “bizi yollamazlar, bizim sicilimiz ‘kirli’” dediler. Ama biz zorladık ve çocuklar da istekliydi zaten. Sonra kendi projelerini buldular, biz sadece yol gösterdik. Şu anda ikisi de yurtdışında Avrupa Gönüllü Hizmeti’ni yapıyor. Y.K: Yaklaşık 8-10 senedir bu alandasın ve farklı hedef kitlelerle farklı ortamlarda birçok şey yaşadın. Sende bir şeyler değişiyor mu? İnsan tabii ki değişiyor ama yaptığın şeyle bağlantılı olarak, sen kendine ayna tuttuğun zaman ne görüyorsun? N.Y: Gerçekten değiştim, özellikle tutukevindeki çalışmalarım sırasında. Yani eskiden sabırlıydım ama şimdi daha da sabırlı oldum. Bu iyi mi, kötü mü bilmiyorum ama tutukevindeki çalışmalar beni değiştirdi. Yaşlılarla çalışmak da çok değiştirdi. Çünkü bu kitlelerle nasıl çalışılacağını bilmiyorduk ve bu da bir sabır gerektiriyordu. Onların dili de farklı, çocuklarla olan iletişim de farklı. Y.K: Bir de gençler var dedin. 164


N.Y: Gençler de var ve son iki seneden beri gençlerle çalışıyorum. Onların dili de farklı. Yani üçünü de görmüş oldum. Aslında bir taraftan da kötü; çünkü bazı şeyleri erken yaşamak, kucağında 5-6 tane karpuzun olması gibi. Bazen kendime kızıyorum, “niye her şeyi bu kadar çabuk gördüm” diye. Bunun yerine bir süreci izleseydim daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum. G.N: Özellikle gençlik alanında Necmettin Yemiş derneklere kurucu üye olmakla da ünlü bir sima. Kaç derneğe üye oldun? N.Y: En son on ikiydi. Küçük bir açıklama: Gerçekten on iki kuruluş çok gibi gözüküyor ama bu işlere on üç yaşında başladım ve kendimi tanımakla başladım; çevreyle başlıyorsun, yetmiyor çocuk, insan hakları, yaşlılar… G.N: Kafa açıldıkça ilerliyorsun. N.Y: Aslında doğruyu mu arıyorum bilmiyorum ama bazen yanlış yaptığımın da farkındayım. Şimdiki gençlere önermiyorum, çünkü sonra bu süreç bir yerde “patlıyor”. Y.K: Son bir soru daha: Tutukevindeki gençlerle çalışmak ile son iki senedir çalıştığın gençlik merkezlerindeki gençlerle çalışmak arasında bir fark var mı? Yaklaşım açısından veya işlerin yürümesi açısından olabilir. N.Y: Var. Gençlik merkezine gelen gençlerle tutukevindeki gençler farklı. Ama gönül isterdi ki tutukevindeki bir genç, gençlik merkezine gidip oradan da faydalanabilsin. Y.K: Bu mümkün değil mi şu anda? N.Y: Şu anda yasal olarak “tutukevinden çıkmış bir genç gençlik merkezine giremez” diye bir şey yok ama gençlik merkezinde çalışanlar bunun için hazırlıksızlar. O gençlerle nasıl çalışacaklarını, nasıl diyalog kuracaklarını bilmiyorlar. Orada onlar için sosyal hizmet uzmanlarının olması gerekiyor. G.N: “Engelliler giremez” diye de bir şey yok ama dönüp baktığınızda kaç engelli hizmet alıyor merkezlerden? Bu da sorulması gereken bir soru. Programımızın sonuna geldik. Necmettin çok teşekkürler geldiğin için. Seninle bağlantıya geçmek isteyenler için bir eposta adresi verebilir misin? N.Y: Tabii: necyem@yahoo.com. G.N: Çok teşekkürler yeniden. N.Y: Ben teşekkür ederim. Y.K: Farklı bir Herkes Farklı Herkes Eşit’te tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

165


Genç Sinemacılar Stadyumda Şiddet Kısa Filmi Emin GÖRGÜN – Kenan ÖZER (12.12.2006) Yörük Kurtaran: Merhabalar. Açık Radyo’da yeni bir Herkes Farklı Herkes Eşit’te yine birlikteyiz. Bugün yanımızda iki genç sinemacı var: Kenan ve Emin. Hoşgeldiniz. Gülesin Nemutlu: Hoşgeldiniz Y.K: Biraz kendinizden bahsedebilir misiniz bize? Kenan, senden başlayalım istersen. Kenan Özer: Ben İstanbulluyum. Ege Üniversitesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü’nden geçen sene mezun oldum. Biraz uzatmalı oldu ama iyi de oldu aslında. Y.K: Kaç “dikiş”? K.Ö: Bir dikiş var aslında ama bir de hazırlık okuduğum için altı yıla tekabül ediyor. Esprilere de konu oldum, “tıp mı okuyorsun” falan diye. Ama güzel oldu. Y.K: Emin sen neler yapıyorsun? Emin Görgün: Ben hala okuyorum Ege Üniversitesi’nde. İki yıldır da Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda iletişim sorumlusu olarak çalışıyorum. Üniversite yıllarında Kenan ile beraber bir ekibin de desteğiyle kısa filmlere imza attık ve sinema sevgisi her zaman içimizde olduğu için kısa film üzerine biraz sohbet edelim istedik sizlerle. Y.K: Hani, genç sinemacılar dediğimiz zaman bir de sektörde yetişkin sinemacıların olduğu gerçeğini de alttan alta söylemiş oluyoruz. Genç sinemacı olmak hakikaten farklı bir şey mi? Bunun avantajları, dezavantajları var mıdır? Nasıl bir şey genç bir sinemacı olmak? E.G: Genç sinemacı olmak, genç olmakla ilgili bir şey. Sinema aslında bir dışa vurum, bir anlatı; herkes bir şekilde kendini ifade ediyor sinemayla. Genç sinemacı derken de, aslında genç olarak dünyayı algılayıp bu şekilde yorumlayan ve sinemayla kendini anlatmaya çalışan insanlardan bahsediyoruz. Olanı biteni daha farklı gören, farklı bir enerjiye sahip olan, daha farklı noktalarla derdi olan insanlara tekabül ediyor aslında genç sinemacı diyebileceğimiz kitle. Tabii ki çok sınırlı bir kitle ama… Y.K: Sınırlı mı hakikaten? G.N: Genç, orada, acemi demek değil mi? E.G: Kesinlikle. K.Ö: Bir de Türk sinemasında hep bir buhran olduğu söyleniyor. Serdar Akar ekolüyle başlayan bir atılım vardı, “genç sinemacılar” diye. O da biraz etkili oldu. “Hadi bu kaderci zihniyeti kıralım” açısından da genç sinemacılar diye bir kavram çıktı. Y.K: Peki etrafınıza baktığınız zaman, kendisini ifade edebilmenin yolunu sinemada bulan arkadaşlar var mı, sinemayla uğraşan ve etrafa bu gözlükle bakan? E.G: Gerçekten çok fazla arkadaşımız var bizim gibi. Biz yedi kişilik bir ekibiz. Toplumsal gerçekçi düşünüyoruz. Dışavurumlarımız da bu konuda. 166


Y.K: Şimdi burada “toplumsal gerçekçi” deyince herkes birbirine baktı, böyle bir sinsi sinsi güldü. Nedir bu toplumsal gerçekçilik? E.G: Çünkü dertlerimiz var. Babam inşaatçı, Karadenizliyiz. Y.K: Neresinden? E.G: Trabzon. Zaten Karadenizliler ya imamdır, ya inşaatçıdır ya da fırıncıdır ya; babam da inşaatçı benim. Hep mimar olmamı veya mühendis olmamı istedi. Sinema okumam hiç aklının ucundan geçmiyordu. Böyle bir kalıp var insanların gözünde. Ya doktorsundur ya mühendissindir, başka bir şey olmaz. “Ne iş yapıyorsun?” diye soruyorlar, ne yapayım “film çekiyorum, senaryolarım var, bağımsız projelerde yer alıyoruz, arkadaşlarımla bir şeyler yapmaya çalışıyoruz” deyince, “e ne yapıyorsun” diye soruyorlar yine. Y.K: Gülesin sana da aynı şeyi sormuyorlar mı mesleğin ne diye? G.N: Soruyorlar Y.K: Ne diyorsun? G.N: “Çevre mühendisliğinden mezunum, gençlik örgütlerinde gençlik çalışanı olarak çalışıyorum” diyorum. Benim için de bütün kurulu olan hayal doktor olmam ya da öğretmen olmamdı, kadın mesleği olarak! Benim de öyle bir şey olmam gerekiyordu. O ortak bir sorun herhalde, bunu anlatamamak. Y.K: Peki. Bir de, Emin senin Bergama ile ilgili çektiğin kısa bir film vardı. E.G: Evet. Aslında o Bergama ile ilgili bir film değil, Bergama’daki sivil inisiyatifi harekete geçiren kişilerle, onlardan birisi olan avukat Semih Özay’ın hayat hikâyesiyle ilgili bir film. Dolayısıyla o hayat hikâyesinin gideceği yer de Bergama ile ilgili olacağı için, son noktada Bergama filmi diye anılmaya başlandı. Yine Kenan ve ekipteki arkadaşlarımızla beraber çektiğimiz bir filmdi o. Orada bireysel hayatı anlatırken, aktivizmle ilgili de vurgu yapmak istedik; çünkü orada gördüğümüz hayat gerçekten sorunlarla ilgili. Sorunlarla ilgili nasıl bir mücadele içine girilebileceğine dair sağlam mesajlar verebilecek bir karakter bulmuştuk. O karakter zaten filmin içeriğini doldurabilecek nitelikteydi. Ve o karakterin, birkaç arkadaşıyla beraber bir inisiyatif oluşturup oradaki köylülerle birlikte böylesi bir soruna karşı örgütlenebilmiş bir hayatı var. O hayatın temelindeki dinamikleri, o hayatın tecrübe ve bilgi birikimini, Bergama İnisiyatifi ile aynı potada eritmeye çalışan bir film yaptık. Y.K: Ne kadar sürdü çekimi? E.G: Yaklaşık dört ay kadar sürdü. K.Ö: Kurgu çok uzun sürdü. Y.K: Normalde öyle midir, kurgu çekimden daha mı uzun sürer? E.G: Senaryonuz varsa çekimleriniz kısa sürüyor. Yani böyle bir taslağımız ve haritamız vardı, “şunlara gidilecek, şunlarla konuşulacak” diye bir önaraştırmamız vardı. Onlar hazır olduktan sonra daha hızlı yol alıyorsunuz. Böylece kurguda da daha hızlı yol alabiliyorsunuz. Y.K: Bir de bu belgesel çekiminde, aslında insanların kafasında kurduğu şey, çekmeye başladıktan sonra sizi başka yerlere götürüyor galiba. Başında kurguladığın şeyden başka bir şey haline geliyor sanırım.

167


E.G: Bugün Akbank’ta “Hayta” adlı filmimiz gösteriliyor. Onda biraz böyle bir süreç yaşadık. Biz üç yıl önce karar vermiştik yapmaya ama Hayta değildi. İlk etapta sizin dediğinize geliyor; aslında biz, İzmir’deki Göztepe-Karşıyaka rekabetini anlatmak istiyorduk. Y.K: 35 ile 35,5? E.G: Evet, onun altında daha başka, derinlemesine şeylerin olduğunun farkına vardık; holiganlığa genel bir bakış açısı. Şiddete, toplumdaki şiddete bakalım dedik. Sonra holiganların mahallelerine, semtlerine gittik. Onları alıp, Alsancak Stadı’na getirip kalenin yanına oturtup ellerine bir top vererek bir röportaj değil de, işte köfte arabasının yanında veya kahvehanesine giderek röportajlarımızı yaptık. Ortaya bambaşka bir şey çıktı. K.Ö: O filmin derdi sahadaki şiddet değil, toplumsal şiddetti. Y.K: O da toplumsal gerçek yani… K.Ö: Medyanın alışılagelmiş bir deyişi var, “birkaç kendini bilmez” diye. Hayta’da anlatıyoruz: “Onlar sadece tribünde değil”. Önlemler alınıyor ya derbilerden önce, mesela küfür için. Ama küfür sokakta da var, politikacılar da küfür ediyorlar; yani küfür her yerde. Biz oraya gittik ve kahvehanelerinde çekim yapıyoruz, ayrıntılı çekimler yapıyoruz. Bir tane fotoğraf gözümüze çarptı. Göztepe fotoğrafları vardı. Genç bir çocuğun fotoğrafı vardı. “Bu kim?” diye sorduk. Oradaki amigolardan birinin manevi çocuğuymuş. Y.K: Ne demek “manevi çocuğuymuş”? K.Ö: Annesi babası yokmuş; orası Tepecik, zor şartlarda yaşanılan bir semt. “Ne oldu?” diye sorduk. Çocuk mahallenin köpeklerinden birine “hoşt” demiş, köpeğin sahibi de çıkmış ve çocuğu vurmuş. Bundan sonra o tribün kültürünü orada görüyoruz; çocuk için paralar toplanmış, cenazesi kaldırılmış. Yani sadece medyanın bize aktardığı gibi değil. G.N: İşin içinde çok başka şeyler var. K.Ö: Zor şartlarda yaşıyor bu insanlar. Birkaç kendini bilmez denilerek bunları göz ardı edemeyiz. E.G: Yani o filmin derdi de şu: Gerçekten toplumumuzdaki şiddetten uzaklaştırılan bir yapı var. Film de buna aslında biraz gönderme yapmaya çalışıyor. G.N: Tribünde olan da gündüz sokakta olanın görünür olduğu yerlerden bir tanesi. E.G: Aynen. Sadece oradaymış gibi algılanıp, bir maçın öncesinde ve sonrasındakilerle donatılıp iyice gerçeklikten uzaklaştırılan bir yapı var şu an karşımızda. Biz biraz buna değinmeye çalıştık filmde, tabii bu da bir genç algısı. G.N: Bu bahsettiğimiz kısa filmlerle ilgili olarak ya da genç sinemacılarla ilgili olarak, “bağımsız sinema” da dediniz. Tamamen kendi kaynaklarınızla mı yapıyorsunuz? Üç, üç buçuk aydan bahsediliyor. Bir destek var mı? Y.K: Popüler deyimle, sponsor var mı? E.G: Sponsor çok aslında. Turizm Bakanlığı’nın desteği var, TRT’nin desteği var. Projenizi beğenirlerse karşılık beklemeden kamera ve tripod gibi her türlü şeyi sunuyorlar bize. Ama biz mesela Hayta belgeseli için Türkiye Futbol Federasyonu’na bir e-posta gönderdik. Hiçbir cevap gelmedi.

168


K.Ö: Onların tabiriyle “Lütfen” dedik, ama olmadı. G.N: TRT’nin verdiği birtakım desteklerden bahsettiniz. Peki beğenip beğenmemek kriterleri nedir? Neye göre seçim yapılıyor? E.G: Aslında biz GePGeNç FeSTiVaL’de bununla ilgili bir atölye yaptık ve diğer genç arkadaşlarla bu işi paylaşmak istedik. Kısa film çekmek ya da bir öğrenci filmi çekmek, mutlaka bir sponsora veya bir destekçiye ihtiyaç duyulacak bir nokta değil. Bir dışavurum unsuru olarak herkesin neyle ilgili derdi varsa, bunu bir şekilde kime ulaştığını bilmeden, film aracılığıyla ifade edebilir. Y.K: Teknolojinin gelişmesiyle de aslında maliyetler bir hayli düştü, değil mi? Dijital kamera ve ev bilgisayarında da kurgu yapılabiliyor olmasından bahsediyorum. E.G: Ama o da bir yere kadar oluyor. Bergama’ya gitmek istediğimiz zaman, kendi harçlıklarımızla, otobüsle gidiyoruz. Kaset alıyoruz, ışık götüremiyoruz, ses problemlerimiz oluyor. Okuldayken, özellikle okuldaki arkadaşlarım, okuldan kamera veya bir alet aldığımız zaman bize, “mutlaka yarın getirin” diyorlar. Sanatın yarını olmaz ki… G.N: Doğru... E.G: Altın Portakal’a değinmek istiyorum mesela. Altın Portakal, Türkiye’nin en prestijli organizasyonlarından biridir. Kısa filme verdiği ödül 1500 YTL, ama uluslararası ödülü 60 bin YTL. Bu özetliyor aslında kısa filme verilen önemi ve değeri. Y.K: Biraz daha üvey evlat gibi mi kısa film, sinema sektöründe? E.G: Sektör deyince zaten üvey evlat oluyor kısa film. Sen kısa film yapıyorsan, bu, uzun metrajlı filme geçiş yapmak için bir dönemdir görüşü var. Y.K: Doğrusu uzun metrajdır ya! E.G: Kısa film başlı başına ayrı bir olay. Daha zordur aslında. Benim açımdan daha zor. Daha az şeyle daha çok şey anlatmak istiyorsun. K.Ö: Bir de şimdi yeni bir şey çıktı, yeni bir süreç doğdu. Tabii böyle eleştiriyormuşuz gibi olmuyor ama bunları sohbet ettiğimiz için anlatıyoruz. Şöyle bir şey var: “Bir kısa film çekilir, bir uzun film çekilir ve başarısız olunur. Sonra dizi çekilir, para kazanılır ve istediğin film çekilir” gibi yeni bir model var sektörde. Y.K: Bir de herkes yönetmen olmak istiyor ama kimse kameraman olmak istemiyor. Belki iyi kameramanlar yetişirse, alanın gelişmesiyle ilgili çok başka açılımlar olabilir. Hani, her sinema okuyan yönetmen mi olur? E.G: Benim kurgucu olmak isteyen arkadaşlarım da vardı, nargile içerek bilgisayarın başında olmak istiyordu mesela. Ben onu anlamıyordum, o da beni anlayamıyordu, “manyak mısın, dağda taşta ne işin var” diye bakıyordu. Yönetmen daha bir etikettir; biraz daha popüler olduğu için yönetmen olmak istiyorlar. Ben de yönetmen olmak istiyorum. Kendi çapımda yönetmenim. Kamera da kullanıyorum; mesela biri gelip bana “kameramı kullanır mısın?” derse, hayır demem. K.Ö: Sinema çok farklı ayrıntılardan oluşan bir bütün. Kurguyu da bileceksin, kamerayı da bileceksin; işin bütününü bilmek lazım, kurguyu bilip sete katılmazsan işin çok zor. G.N: Toplumsal gerçekçi konuşuyoruz, toplumsal cinsiyetçi bir soru soracağım: Bu kısa filmle uğraşanların hepsi erkek midir? Bu benim cahilliğim de olabilir, bu genç sinemacılar 169


daha çok erkek mi? E.G: Hayır. Kadın arkadaşlarımız da var bu işi yapan. Kadınlar demişken, kadınlara yönelik şiddetle ilgili bir iş var gündemde; o biraz daha toplumsal gerçeklik tarafından. Kadınlara, kadınlarla ilgili ayna tutacağız, kendilerine nasıl bir şiddet uygulanıyor diye. K.Ö: İnsanların aklına önce töre cinayetleri geliyor; biz çok başka bir açıdan yaklaşmak istiyoruz, onun derininde neler var diye. Y.K: Peki. Artık yavaş yavaş programı kapatmanın zamanı geldi. Bugün bizlerle beraber olduğunuz için çok teşekkür ediyoruz. Umarız başka bir programda yeni projenizle ilgili de sohbet ederiz. G.N: Çok teşekkürler geldiğiniz için Y.K: Bugün iki genç sinemacı arkadaşımızla beraberdik. Herkes Farklı Herkes Eşit’in bir sonraki programında tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

170


GePGeNç FeSTiVaL Murat ALEMDAR (28.11.2006) Yörük Kurtaran: Merhaba. Herkes Farklı Herkes Eşit'in beşinci programına hoşgeldiniz. Gülesin Nemutlu: Merhaba. Bugün aramızda Murat Alemdar var, İstanbul Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi'nden73. Hoşgeldin Murat. Murat Alemdar: Hoşbulduk. Y.K: Nasılsın, iyi misin? M.A: Teşekkür ederim, iyiyim. Fakat GePGeNç yaklaştıkça stres artıyor. Stres değil gerçi ama heyecanlı bir bekleyiş var. Y.K: Bugün Murat Alemdar ile GePGeNç FeSTiVaL hakkında konuşacağız. Çünkü Murat, GePGeNç FeSTiVaL’in 74 proje koordinatörü. G.N: Festivalle ilgili konuşmadan önce, biraz kendinden bahsedebilir misin? M.A: Gençlik Çalışmaları Birimi'nde çalışıyorum. Bu ekibe Temmuz 2006’da katıldım. Balıkesir Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdim ve şu anda İstanbul Bilgi Üniversitesi Avrupa Etüdleri’nde yüksek lisans öğrencisiyim. Bir yandan da bu projede çalışıyorum. Y.K: Kaç yaşındasın? Bu arada onu da öğrenelim. M.A: 24 Y.K: Peki. Bize biraz GePGeNç’ten bahsedebilir misin? Nedir bu festival ve neden yapılıyor? M.A: Tabii. Bu bir gençlik örgütleri festivali. Özellikle son yıllarda AB kapsamında Ulusal Ajans’ın gençlik projelerini fonlaması sayesinde gençlik projelerinin sayısı arttı. Örgütlü gençlik grupları çeşitli alanlarda projeler yapmaya başladı. Bu festival de, bu tür projeler yapan ve aktif çalışan gençlerin bir araya gelip, yaptıkları çalışmaları birbirleriyle paylaşıp diğer gençlere açabilmeleri için bir alan. Beş gün sürüyor. 5 Aralık Salı akşamı bir partiyle başlıyor ve 10 Aralık'ta bitiyor. Festival, İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü'nde gerçekleşecek. İçerisinde iyi çalışmaların sunulduğu bir “İyi Örnekler Konferansı” da var. Y.K: Gençlik alanındaki iyi örnekler mi? M.A: Evet. Y.K: Kaç tane var mesela? M.A: 33 tane “iyi örnek” var festivalde. Bir de sempozyum var. Bu sempozyum, gençlerle ilgili akademik araştırmaların sunulduğu bir alan. 13 tane araştırma ve bir de panel var. Onun dışında gençlik kuruluşları fuarı var, üç gün açık kalacak. Burada da 120 kuruluş masa açıp kendisini ve yaptığı çalışmaları anlatacak. Festival boyunca süren 100 73

Murat Alemdar 2010 yılı itibariyle İstanbul 2010 Gönüllü Programı Koordinatörü olarak görev yapmaktadır.

74

2006 ve 2008 Gepgenç Festival kitaplarına buradan ulaşabilirsiniz.

171


civarında serbest atölye var. Bunların içinde kısa film atölyesinden, gençlerin görme engelliler için yaptıkları sesli kitap kaydı atölyesine, ebru gibi sanatsal etkinliklere kadar çok farklı konularda çalışmalar var. Bir de tabii “Curcuna” kısmı var. Curcuna kısmında da daha çok sinema, tiyatro, müzikal, sergi, parti gibi daha eğlenceli sayabileceğimiz etkinlikler var. Özetle böyle. G.N: GePGeNç ile ilgili Murat’ı, Herkes Farklı Herkes Eşit radyo programında ağırlamak heyecan verici ve bir yandan da çok güzel. Çünkü biz de festival hazırlığıyla ilgili işin birebir içindeyiz. Y.K: Peki Gülesin, aslında bu fikir nasıl ortaya çıktı, biraz bundan bahsetmek lazım hep beraber. Bu işin içindeki en eski insanlardan biri olarak biraz konuşmak ister misin? G.N: Aslında, bir olay olduğunda bir şeylere müdahale etmek için ayaklanmak ve “evet bunu istiyoruz” ya da “hayır bunu istemiyoruz” diyerek yan yana gelmek bir yandan çok kuvvetli bir yandan da düzenlemesi çok zor bir şey. Özellikle de son yıllarda yapılan birçok iyi girişim var. Hepsine yetişmeye çalışıyoruz; küresel ısınmaya karşı yapılan eylemlere yetişmeye çalışıyoruz, kadına karşı şiddete yetişmeye çalışıyoruz. Fakat bir şekilde, özellikle gençler arasında, böyle etkinliklere katılmanın önünde bir korku ve bir engel var. Türkiye’de 15 milyon genç var ve bu gençlerin aldığı hizmetler sınırlı. Ama “talep yok” diye de bir söylem var. Bir yandan da yerelinde kendisiyle ya da çevresiyle ilgili işler yapan birçok gençlik örgütü var. Festivalin çıkış noktası şu: “Nasıl olur da bu gençlik kuruluşları yan yana gelir, bir diyalog başlar, birbirlerinden bir şeyler öğrenir ve bir yandan da yan yana geldiklerinde ‘varız ve buradayız’ diye ses çıkartabilirler”. Bu ülkede gençler var ve “sadece sorun değiliz, sadece ekonomik güç değiliz; başka bir şey de var” diyebilir. Bunu böyle bir seri toplantı şeklinde yapmak yerine festival şeklinde yapalım, gençler doğrudan gençlik politikasına ilişkin birtakım öneriler geliştirebilsinler istedik. Dolayısıyla GePGeNç Festival, eğlenmek için evet, ama tüketmekten çok bir araya gelip bir şeyler üretmek için de bir yan yana gelme platformu aslında. Y.K: Peki süreçle ilgili biraz konuşalım mı? Festival için 2005 Aralık ayında, 13 ay önce çeşitli e-mail gruplarına bir e-mail gönderdik, “bir festival yapıyoruz ama bunu tek başımıza değil beraber yapmak istiyoruz” diye. Herhalde kolay olan tek başına yapmaktır. Bir şekilde bu işin içinde yer almak isteyen gençlik kuruluşları, gençler bizimle iletişime geçsin ve bu işi beraber yapmaya çalışalım istedik. O zaman 30 örgüt mü başvurmuştu? G.N: Evet. Y.K: Şimdi böyle bir “organizasyon komitesi” var: farklı illerden 30 gençlik örgütü. Onlar bu sürecin bir yerinde duruyorlar herhalde değil mi? Programla ilgili bir şeyler söyleyebilir misin Murat? Programın içeriği nasıl oluştu, belki biraz ondan bahsedebilirsin. M.A: Programın içeriği de, tam da bu organizasyon komitesi gibi oluşturuldu, “böyle bir festival yapmak istiyoruz ama festivalde neler yapılacağını da belirleyelim” diye bir açık çağrı yaptık e-mail gruplarına. Toplamda 200‘ün üzerinde başvuru geldi, “biz şu konuda bir atölye yapmak istiyoruz”, “İyi Örnekler’de şu çalışmamızı sunmak istiyoruz” diye. G.N: Tümü gençlik örgütlenmeleri mi? M.A: Büyük oranda evet. Birkaç tane de, hedef kitlesi gençler olan başka kuruluşlar var. G.N: Sonuçta, 200 civarı aktif inisiyatif festivale başvuru gönderdi, “biz de içinde olmak istiyoruz” diye. M.A: Aynen öyle. 172


Y.K: Hepsi de dernek, vakıf, üniversite ve kulüp değil. Bir şekilde tüzel kişiliği olmasa da bir gençlik grubu veya inisiyatifi vs. gibi kuruluşlar da var, değil mi? M.A: Aynen öyle. Birkaç gencin bir araya gelip bir inisiyatif oluşturarak çalıştığı gençlik grupları var -bazıları tam olarak gençlik grubu bile diyemeyeceğimiz, iki veya üç kişiden oluşan gruplar hatta. Pek hatırlayamadığımız yerlerden gelen gençler var. Bu nedenle, bir yandan organizasyonla uğraşıyoruz ama içeriğini de çok merak ediyoruz. Hiç duymadığımız hikâyelerle karşılaşacağız. Daha önce hiç birlikte yapmaya çalışmadık. Şimdi hep birlikte yapmaya çalışacağımız bir festival var ve çok keyifli geçeceğini düşünüyorum. G.N: Nerede olacak festival? Yerini ve tarihini bir kez daha tekrar etmekte fayda var. M.A: Festival, İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü’nde. Dolapdere Kampüsü’ne Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nin önünden ücretsiz servisler olacak. Bir kere daha hatırlatmakta fayda var belki: Festivaldeki tüm etkinlikler -partiler hariç- herkesin katılımına açık ve ücretsiz. Y.K: Yani, Bilgi Üniversitesi'ne gidip festival programını alıyorum veya internetten programa bakıyorum ve festivalde yerimi alabiliyorum. İstediğim atölyede yerimi alıp festivalin bir parçası olabiliyorum, öyle mi? M.A: Aynen öyle. Dikkat etmek lazım en az 15 dakika önce orada olmak gerekiyor. Çünkü atölyelerden 15 dakika önce kayıtlar kapanacak. Dolayısıyla, web sitesinden (www.gepgencfestival.net)75 festival programına ulaşabilir ya da ofisimize uğrayıp buradan edinebilirsiniz. Böylece kendi ajandanızı oluşturup festival boyunca istediğiniz etkinliğe katılabilirsiniz. G.N: Şimdi GePGeNç Festival'i niye ağırlıyoruz bu programda, belki onu söylemek gerekiyor. Sadece aynı ofiste çalıştığımız için değil, “festival çok yaklaştı aman kimi çağıralım” da değil. Festivalin bu yılki teması, programının da konusu olduğu gibi: “Herkes Farklı Herkes Eşit”. Herkes Farklı Herkes Eşit kampanyasıyla ilgili festivalde olacak bir şeyler var mı? M.A: Festivalde kampanyanın logosu var, tüm broşürlerde de var zaten. Bütün program hazırlanırken de bu tema etrafındaki çalışmaların bir araya gelmesine öncelik verildi. Festival esnasında kampanyayla ilgili tanıtımlar, broşürler ve çalışmalar olacak. Y.K: Peki hep gençlik kuruluşlarından bahsediyoruz. Belki gençlere hizmet veren kuruluşlardan da bahsetmek gerek. Örneğin devlet kuruluşları veya hükümetlerarası kuruluşlar da var mı? Çünkü onlar da gençlik alanının bir parçası konumundalar. Gençlik kuruluşları dışında gençlerle ilgili başka hangi kurumlar geliyor, biraz ondan bahsedebilir misin? M.A: Tabii. İlk olarak Gençlik Spor Genel Müdürlüğü’nden Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı burada oluyor. Y.K: Onu da gururla söyleyelim. Gençlik Spor Genel Müdürlüğü’nün altındaki gençlikle ilgili tek daire başkanlığı -on üç tane sporla ilgili ve bir tane de gençlikle ilgili daire başkanlığı var. M.A: Onun dışında, Devlet Planlama Teşkilatı altında kurulan ve Avrupa Birliği Eğitim ve 75

Festival web sayfası 2010 yılı itibariyle aktifliğini yitirmiş durumdadır, 2008 Gepgenç Festival Bloguna buradan ulaşabilirsiniz.

173


Gençlik Programları’nın fon dağıtımını yapan Ulusal Ajans var. Yine, aslında çok merkezi değil ama Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullar ve öğrencileri de var, çünkü bu gençlik programlarından faydalanıyorlar ve proje üretiyorlar. Uluslararası kurumlar olarak Birleşmiş Milletler’in Türkiye’deki temsilciliklerinden Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu , Dünya Bankası gibi başka kuruluşlar da var. Avrupa çapında kurulu şemsiye örgütlerin Türkiye temsilcilikleri var. Düzenleme komitesinde yer alan AEGEE Avrupa Öğrencileri Forumu gibi çok sayıda uluslararası gençlik kuruluşu var. G.N: 200 civarında kuruluş var diyorsun; gençlikle ilgili 110 tane atölye gerçekleşecek diyorsun, diyoruz. İyi örnekler var. Bu büyük bir organizasyon ve organizasyonun hazırlığında tam zamanlı olarak ücretli kaç kişi ve gönüllü olarak kaç kişi çalıştı? O hazırlık sistemi nasıl işledi, biraz da ondan bahsedebilir misin? M.A: Festival fikri ilk çıktığında ücretli çalışanı yoktu. Daha sonra birim kuruldu: Gençlik Çalışmaları Birimi. Orada iki ücretli çalışan vardı ve daha sonra ben katıldım. Büyük ölçüde otuz gençlik kuruluşu kafa yordu bu işe. Dolayısıyla festivalle ilgili şu anda ücretli çalışan sayısı üç ama festivalle ilgili çalışan sayısı belki de 300. Yani büyük ölçüde değil, belki de tamamen gönüllü hazırlanan bir festival; çünkü işin arkasında, mutfağında harıl harıl çalışan çok sayıda genç var ve belki de öngöremediğimiz şekilde zor bir organizasyon. Birçok etkinlik var, parti var: 5 Aralık Salı akşamı Yeni Melek’te. Ayrıca önemli de bir şey yaptığımızı düşünüyoruz. İstanbul dışından da bir şekilde gençleri katmak için birtakım sponsorluklar aracılığıyla konaklama ve ulaşım hizmetleri sunuyoruz. Sultanahmet’teki hostellerde İstanbul dışından gelen yaklaşık 200 kadar gencin beş gün boyunca konaklamasını ve bu festivale katılmasını sağlamaya çalışıyoruz. G.N: Hem aktif olarak bir şeyler düzenlemek hem de ziyaretçi olup festivalin atölyelerini ziyaret edip katılmak için, değil mi? M.A: Evet. Festivali önemli kılan şeylerden biri de belki, birlikte hazırlanması ve çok sayıda örgütün buraya katkı yapması. Ama şimdi bunu değerli yapacak şey, çok sayıda gencin gelip burada yapılan şeyleri ziyaret etmesi ve bunlarla bir şekilde ilişki kuruyor olması. Dolayısıyla şimdi ikinci adımdayız ve tüm genç arkadaşları festivale bekliyoruz. Y.K: Zaten alanda iş yapan gençlik kuruluşlarının ya da gençler için bir şeyler yapan kuruluşların birbirlerini tanıması adına çok ciddi bir fırsat bu. Bunun dışında, bu gençlik örgütleri ne yapıyor diyen gençler için de çok büyük bir fırsat; çünkü belki de hayatlarını değiştirecek bir imkân ayaklarına geliyor. Belki şöyle düşünmek lazım: Gönüllülükle veya gençlik örgütlenmeleriyle ilgilenmeyen bir gencin festivale takılması, olsa olsa hayatının en sıkıcı günü olabilir sadece. Oysa hakikaten o günün içine girip, oradaki insanlarla ve kurumlarla tanışıp o atölyelerde bulundukça belki de hayata çok farklı bir yerden bakma imkânı bulacak. O anlamda da hedef kitle olarak gençlik kuruluşları birbirleriyle ilişki kursunlar ki onlar için de farklı bir deneyim olabilir, diye düşünüyorum. G.N: Çok net bir örnek üzerinden gitmek lazım. GePGeNç FeSTiVaL, İstanbul’da yapılan ve tüketime değil sosyal alana vurgu yapan bir festival. Bundan önce 1999- 2002 yılları arasında Ankara’da, Gençlik Servisleri Merkezi “Avrupa Gençlik Festivali”ni düzenlemişti ve aslında gençlik alanında çalışan birçok kişi de bu festivale katılmıştı. Ne yazık ki Ankara’da festival devam etmiyor ama İstanbul’da umarım devam edecek. Bu tür yerlerde yan yana gelmek, birçok insanın daha önce görmediği bir şeylere bakmasına da vesile oluyor aslında. Y.K: Tarihle ilgili de bir şey söylemek lazım belki. 5 Aralık, yani festivalin başladığı akşam, “Dünya Gönüllüler Günü”. 10 Aralık da “Dünya İnsan Hakları Günü”. Tesadüfen Aralık ayında yapıyoruz değil, bilinçli bir şekilde Aralık ayında yapıyoruz. Bir de böyle bir tarafı 174


var herhalde. M.A: Belki bir yandan da hatırlatmak lazım, Gürcistan’dan ve Romanya’dan iki gençlik kuruluşunun üyeleri geliyor ve onlar da yaptıkları çalışmalarla ilgili iki ayrı atölye düzenleyip fuarda kendi masalarını açacaklar. Bu yıl için çok fazla yabancı misafirimiz yok ama herhalde önümüzdeki yıllarda uluslararası katılıma da açık olan, bölgesel bir gençlik festivaline doğru gidecek. Y.K: Bir de ben programa baktığım zaman aslında çok farklı ihtiyaçlara yönelik bir içerik görüyorum. Örnek vermek gerekirse; mesela, Erasmus Programı ile Türkiye’de okuyan Fransa’dan bir arkadaş, Fransa’daki öğrencilerin yeni çıkan iş yasasına karşı protestosunu ve sonucunda iş yasasının geri çekilmesini içeren, nasıl örgütlendikleri ve örgütlenmelerde neler yaptıklarıyla ilgili bir atölye düzenliyor. Onun dışında ayrımcılıkla ilgili atölyeler var. Böyle konular varken bunun yanında Tango atölyesi gibi etkinlikler de var, ki bu da ciddi bir konu. “Ciddi” derken algı olarak ciddi değil ama çok ciddi bir iş. İşin eğlence kısmıyla ilişkili olan birçok atölye de mevcut aslında. G.N: Ben de tam bunu soracaktım, atölyelerden bir iki örnek verilebilir mi diye. Hani benim aklımda kalan ve festivali anlatırken etkilendiğim örneklerden bir tanesi: Şırnak’tan bir ekip geliyor festivale, kısa film festivali düzenlemişler. İyi Örnekler Konferansı’na başvurusu geldi. Şimdi Şırnak’ta bir grup genç kısa film festivali düzenledi deyince kulağa nasıl geliyor bilmiyorum ama eksik geliyor. Çünkü şöyle bir bilgiyle birleştiğinde belki daha da anlamlı olur: Şırnak’ta sinema yok. Dolayısıyla festival, içinde yapılan işleri paylaşırken bunların nereden geldiği, neye hizmet ettiği gibi birçok şeyin tartışılabileceği de bir platform aslında. Murat’tan da benzer bir şey rica edeceğim. Kimseyi ayırmak kayırmak için değil ama festivalin içinde gerçekleşeceklerle ilgili bir iki örnek verebilir misin? M.A: Madem sen kendini etkileyen bir örnek verdin, benim de olmak istediğim atölye, Altay Öktem’in yürüteceği “fanzin atölyesi”. Fanzin, aslında çok fazla insanın bilmediği, ama çok sayıda gencin kendini ifade etmek için kullandığı bir araç. Aynı anda fotokopi makinesinin de yardımıyla fanzin hazırlayacaklar. Fanzinle ilgili az çok geçmişi de olan birisi olarak gidip orada Altay Öktam’le fanzin üzerine konuşmak, tartışmak, fanzin yapıyor olmak beni çok heyecanlandırıyor. G.N: Benzer bir örnek Hangar Sanat Derneği. O da yeni kurulan bir gençlik inisiyatifi. Onlar da çeşitli eylemlerde sanatın kullanımıyla ilişkili olarak atölyeler düzenliyorlar. Sokakta yapılan eylemlerde, protestolarda, sanatın nasıl kullanılabileceğine ilişkin örnekler verirken, orada, festivalde bir şeyler hazırlayıp bunu uygulamaya geçirmek gibi bir planları var. Y.K: Peki o zaman Murat, insanlar GePGeNç FeSTiVaL’e nasıl ulaşıyor bir daha tekrarlayabilir misin? M.A: Tabii. Önce www.gepgencfestival.net adresine girip festivalin tüm programını orada gün gün görebiliyoruz. Daha sonra Taksim’den, AKM’nin önünden Dolapdere Kampüsü’ne ulaşım imkânı var. Onun dışında 5 Aralık Salı akşamı açılış partisine, Yeni Melek’e gelmek isteyen arkadaşlar da yine parti biletlerini Gençlik Çalışmaları ofisinden ve çeşitli üniversitelerde kurulan standlardan alabiliyorlar. Y.K: Veya kapıdan da alabiliyorlar herhalde? M.A: Evet. Y.K: 6 Aralık’ta da GePGeNç başlıyor ve 10’u akşamına kadar devam ediyor. Herkes elini 175


kolunu sallayarak gelebiliyor, kimliğini gösterip içeri girebiliyor ve istediği atölyeye de katılabiliyor. M.A: Aynen öyle Y.K: Peki, çok teşekkürler bugün aramızda olduğun için. Bugün, Herkes Farklı Herkes Eşit’te İstanbul Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi’nden, GePGeNç FeSTiVaL’in koordinatörü Murat Alemdar ile beraberdik. Tekrar çok teşekkürler katıldığın için. G.N: Teşekkürler Murat. M.A: Ben teşekkür ederim. Y.K: Bütün dinleyicilere iyi bir hafta diliyoruz. GePGeNç FeSTiVaL’de görüşmek üzere...

İçindekiler menüsüne dön...

176


GePGeNç Festival II Gülesin NEMUTLU – Yörük KURTARAN (05.12.2006) Gülesin Nemutlu: Merhaba. Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız, Yörük Kurtaran ve Gülesin Nemutlu olarak. Yörük Kurtaran: Merhaba G.N: Bugün bizim için çok önemli bir gün, öncelikle bunu paylaşmak isteriz. Dünyanın geri kalanı için ne kadar önemli bilemiyorum ama bizim için çok önemli; çünkü bir buçuk yıldır hayal ettiğimiz, planladığımız GePGeNç FeSTiVaL bugün başlıyor. Festival hazırlıklarının yorgunluğuyla buradayız, “acaba nasıl geçecek” düşüncesinin heyecanıyla buradayız. Dolayısıyla “kendi gündemimizden kaçmayalım o zaman, bugün yine festivalden konuşalım” dedik. Y.K: Evet. Festival gerçekten bizim için önemli ama bugün ayrıca “5 Aralık Dünya Gönüllüler Günü”. Festival başlamışken Dünya Gönüllüler Gününü76 de kutlayalım, mevcut ve potansiyel gönüllülerin. G.N: Evet. Dediğimiz gibi yorgunluğumuz, heyecanımız ve gündemimizle buradayız. Bu arada, GePGeNç FeSTiVaL ile internet sitesine 77 baktığınız zaman orada bulabileceğiniz birçok bilgi var ama çok özetle GePGeNç FeSTiVaL’in yapmaya çalıştığı şey; gençlerin ve gençlik kuruluşlarının bir araya gelebilecekleri bir platform oluşturmak. Böyle söyleyince de birazcık gençlik çalışanı, gençlik alanı gibi konularda konuşalım istiyoruz. Y.K: Gençlik alanında, özellikle de Avrupa temelli gençlik çalışmalarında, formel olmayan yöntemlerle gençlerin eğitimi vs. dediğimiz zaman, bu “formel olmayan yöntemler” Türkçeye “yaygın eğitim” olarak çevriliyor. Ancak Türkçe’de yaygın eğitim başka bir anlama geliyor; terzilik kursu, muhasebe kursu gibi. G.N: Mesleki eğitime de gönderme yapıyor. Y.K: Aynen öyle. Bu yüzden, “formel olmayan yöntem” diye çevirirsek Türkçeye, belki onunla ilgili bir de bilgi vermek gerekir. Çünkü gençlik alanındaki eğitimler ve gençlik alanının en önemli temalarından biri, formel olmayan yöntemlerle eğitim herhalde. Sen de 4 – 5 senedir bu konuda Avrupa çapında çalışıyorsun. G.N: Aslında formel olmayan eğitimden ziyade “formel olmayan öğrenme”78 diye başlı başına bir şey var ve festivalin işleyişi de bunun üzerinden yürüyor. “Gençlik alanı, gençlik çalışmaları, örgütlenmiş gençlik yan yana gelsin ve birbirinden öğrensin” derken, bunu seri toplantılar şeklinde yapmak da mümkün. Ama seri toplantılar şeklinde olduğunda ben 1985’ten beri dünyanın birçok ülkesinde kutlanan ve Birleşmiş Milletler tarafından adlandırılan “Uluslararası Gönüllüler Günü”. 76

Festivalin kitabına http://genclik.bilgi.edu.tr/ adresindeki Dokümanlar Menüsünden, Kitaplar alt başlığından ulaşabilirsiniz. 77

Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi sahibi olmak için Avrupa Komisyonu ve Avrupa Konseyi’nin işbirliği çerçevesinde düzenli olarak çıkan Coyote Dergisi’nin 6. (http://youth-partnership.coe.int/youth-partnership/ publications/Coyote/11/Index) ve 11. (http://youth-partnership.coe.int/youth-partnership/publications/Coyote/ 11/Index) sayılarına bakılabilir. 78

177


gitmem. Bu formel olmayan öğrenme, resmi olan ve formel olan ortamlar ya da biçimler değil; insanların daha rahat olduğu, insanların birbirlerine karşı hoşgörüsünün de yüksek olduğu ortamlar. Çünkü okuldaki gibi, toplantıdaki gibi resmi değil. Böyle ağır kodlar yok. Dolayısıyla formel olmayan bir ortam, insanların bir şeyleri denemeleri ve denediklerinden bir şeyler öğrenmeleri üzerine kurulu. Y.K: Bir de sanırım gençler formel olmayan yöntemler aracılığıyla farklı biçimlerde öğreniyorlar. İnsanların farklı açılardan, farklı araçlarla öğrenmeleri ve kişiye özel farklı ortamlar yaratılmasından bahsediyoruz. Mesela ben geçenlerde böyle bir test yaptım kendime; bir işin teorisini öğrenmeden pratiğini yapamayacak bir insan olarak çıktım. Böyle bir gerçek var. G.N: Zaten öğrenmeyle ilgili tüm konu, farklı şekillerde ve farklı yöntemlerle öğreniyor olmak. Mesela öğrenme testi yaptın. Büyük ihtimalle teorisini öğrenmeden pratiğini yapamam diyorsun. Yaparsın aslında, ama ağırlıklı olarak yapamazsın. Bir öğrenme şeklimiz daha ağır basıyor. Öğrenme ya da paylaşım diye kodlarsak, bir şeylerin öğretiliyor veya dayatılıyor olmasına karşı olduğumuza göre ve bir yandan da kişilerin ne öğreneceklerini özgürce seçebilecekleri bir ortam hayal ettiğimiz için, festivaldeki yaklaşık yüze yakın atölyede kullanılacak olan yöntemler işte bu formel olmayan yöntemlerle oluşturulmuş durumda. İnsanların, denemedikleri ve deneyip yanıldıkları; yaptıkları ve yapmadıkları şeylerden bahsettikleri bir ortam: Bu, bir grup gencin yan yana gelip “ah işte ben küçükken” diye geçmişlerinden bahsettikleri oturumlar değil tabii ki. Konuyla ilgili daha rahat olabilecekleri ve bir şeyler deneyebilecekleri bir ortam sunmak daha ağırlıklı olarak. Y.K: Bu, işin tabii ki atölyeler kısmı; yaklaşık yüz atölye var. G.N: Ben daha çok biliyorum ama... Festival bugün başlıyor daha sayısından emin değiliz. Y.K: Yüz civarında atölye var. Bunun dışında, gençlik alanında yapılan çeşitli projeler ve örgütlenme biçimleri de mevcut. Mesela “İyi Örnekler Konferansı” var; Perşembe ve Cuma günleri bu konuda 33 tane oturum var diye hatırlıyorum. G.N: Sabah saat 10:00’da başlıyor oturumlar ve akşam 17:30’a kadar sürüyor. “İyi Örnekler”in ilk günü yirmi, ikinci günü on beş civarında oturum var; hem gençlerin yaptığı, hem de gençlerle ilgili olan farklı projelerden iyi örnekler aslında. Y.K: Bir şey daha soracağım. Konuşmaya başladığımızdan beri gençler diyorsun, gençlik çalışanları diyorsun. Var mı böyle birileri, kimdir bu gençlik çalışanı? G.N: Ahh ah! Y.K: Ne demek gençlik çalışanı? G.N: Gençlik çalışanı, daha çok, Avrupa gençlik çalışmaları kökenli bir kavram aslında. Y.K: Japonya’da yok mu? Büyük ihtimalle vardır… G.N: Var tabii ki. Yine klasik, Avustralya, Kanada, Japonya, Amerika, İsrail... Öyle bir başka ekol var. Y.K: Ayrı bir Kuzey ekolü var G.N: Evet, Kuzey ekolü var. Bir anlamda, bir de Avrupa ekolü var. Gençlik çalışanı, tarihçe olarak baktığımızda, “büyüyünce gençlik çalışanı olayım” dedirten bir kavram değil aslında. Çok çok temelinde, evet bir biçimde çocukluktan yetişkinliğe geçerken o geçiş döneminde, gençlerin hani örgütlenip bir “olay” çıkardığı zaman “bunlar sakinleşsin” diye açılan 178


birtakım gençlik merkezleri var. Bu merkezlerde çalışan insanlara da öncelikli olarak “gençlik çalışanı” denmeye başlanıyor. Büyük oranda 1950’lerin başında İngiltere’de başlıyor.79 Fakat Türkiye’den bahsedersek buradaki gençlik çalışanları, sivil toplum kuruluşlarında gönüllü ya da profesyonel olarak çalışan kişiler. Yapılan işin içine, sivil alandaki işin içine, daha çok gençleri dahil etmeye çalışan kişiler. Gençlik çalışanıyım diyen kişilerdeki motivasyon, 2006 Türkiye’si bağlamında belki de, “şimdi bu gençler birbirlerini kırarlar dökerler, bunları biraz ıslah edelim” değil, aksine, birey olarak, yurttaş olarak kendilerini tanımalarını; bir şeylerin yanında, bir şeylerin karşısında durmalarını sağlamak ve birtakım olanaklar sunmak. Y.K: Orada belki biraz da gönüllülük konusuna girmek gerekiyor. Gönüllülük dediğin zaman “devletin yapmadığı işleri yurttaşlar, insanlar olarak dayanışarak yapalım ve aslında devletin yapmadığı işi biz yerine getirmiş olalım ve her şeyi de devletten beklemeyelim” gibi bir yaklaşım var. Gönüllülüğün aslında bu amaca hizmet ettiğine inanan çok ciddi bir ekol var. “Birilerinin 'yardım'a ihtiyacı var. Aman birilerine yardım edelim, bunu da boş zamanlarımızda gönüllü olarak yapalım ki iyi bir toplum olalım, yardımsever olalım” gibi bir yaklaşım da mevcut. Tabii bunu başka bir yerden de kurup nereye istersen dayandırabilirsin aslında; ne bileyim, ahlaklı bir toplum olalım gibi. Ama gönüllülüğe biraz da, mesela gençlik alanı özelinde, gençlerin topluma katılımının önemli araçlarından biri olarak bakmak gerekiyor sanırım. Zaten gençlerin toplumun yönetim mekanizmasına katılımıyla ilgili çok ciddi dertler var. Ama oradaki bir soruna çözüm bulmak için gençler aktifleştiği sürece gönüllülük, gençlerin katılımını sağlayan önemli araçlardan biri haline geliyor.80 G.N: Çok çok katılıyorum bu söylediğine. Türkiye’de gençler arasındaki gönüllülük kavramının bu ikilem içerisinde olduğuna da katılıyorum. Burada da belirleyici olan yine o gençlerle çalışanlar. “Gençlik çalışanı genç olmaz” diye de bir durum yok; gençlik çalışanlarının çoğu genç zaten. Ama bana sorarsan belli bir yaştan sonra gençlik çalışanı olmamak lazım. Dolayısıyla bu bahsettiğin “yardım etmek ve devletin yapmadığını yapmak” ile “birey olup, inisiyatif alıp, duruş sahibi olmak” arasındaki yaklaşım ve tanımlama farkının belirlenmesinde gençlik çalışanının hayata bakışı da çok önemli. Y.K: Kurumun duruşu da çok önemli tabii. G.N: Evet. Bu arada belirtmek lazım, cumartesi sabahı GePGeNç FeSTiVaL'de saat 10:00’da Evren Ergeç'in panelist olarak katılacağı, gençlik çalışanı olmakla ilgili bir oturum var. Yine, Açık Radyo’da program yapan Laden Yurttagüler gönüllülükle ilgili konuşuyor cumartesi sabahı. Y.K: Elimde festivalin kitapçığı var. Özellikle iyi örneklere bakıyorum, biraz önce konuştuğumuz konuyla ilgili... G.N: Bu arada unutmadan söyleyelim: Festival, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Dolapdere Kampüsü’nde. Y.K: Biraz önce bahsediyorduk ya hani, gönüllük gençlerin katılımının araçlarından biri olabilir diye. Mesela, elimdeki kitapçığa göre “BUSOS Örgütlenmesi” adlı oturum bir gençlik kuruluşunun beş senedir o sürekliliği nasıl sağladığıyla ilgili çok ciddi bir iyi örnek. 79

Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.infed.org/youthwork/b-yw.htm

Gönüllülükle ilgili kavramsal bir tartışma için bkz. Laden Yurttagüler ve Alper Akyüz, “Gönüllülerle İşbirliği”, STK Eğitim ve Araştırma Birimi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006 - http://stk.bilgi.edu.tr/docs/ gonullu.pdf 80

179


Çünkü gençlik örgütlenmelerinin devamlılığı ve sürdürülebilirliğiyle ilgili bir sorun var. İnsanlar hayatlarında bir süre genç oluyorlar. Bir süre sonra sistemden çıkıyorlar, çünkü büyüyorlar. G.N: Birincisi bu. İkincisi de, üniversitelerdeki kulüpleri üniversite örgütlenmesi deyip geçmemek lazım; çünkü gençlerin en örgütlü olduğu alanlardan bir tanesi üniversite örgütlenmeleri. Eskinin ve yeninin çatışması vardır, kendi içinde çok eğlencelidir ama o sürekliliğe zarar verir. BUSOS örgütlenmesi, bu zorluğu aşabilmiş örgütlenmelerden biri olduğu için İyi Örnekler Konferansı'nda. Y.K: Belki şunun altını çizmekte yarar var. Gençlik alanında çalışan bir arkadaşım söylemişti, gençlik örgütlerindeki bir travmadan bahsetmişti: John Steinbeck'in “Fareler ve İnsanlar” kitabındaki travma diye. O kadar çok seviyorsun ki; elinde tutuyorsun, sıkıyorsun ve öldürüyorsun örgütü. O yüzden süreklilik anlamında BUSOS oturumuna katılmakta yarar var diye düşünüyorum. Bir de Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun (UNFPA), konuştuğumuz akran eğitimleri, formel olmayan yöntemlerle ilgili bir oturumu var İyi Örnekler Konferansı'nda. O da yaklaşık 45 - 50 ülkede hâlâ aktif olan, gençlerden gençlere ve formel olmayan yöntemlerle gençlerin üreme sağlığı konusunda bilgilenmesini sağlayan, üreme sağlığıyla ilgili bir ağ. Bunun Türkiye ayağında çeşitli kuruluşlar veya gençler bir şekilde yer alıyorlar. Bu aslında Y-Peer denilen ağın nasıl yürüdüğünü, neler yaptığını çok ciddi bir şekilde masaya yatıran bir oturum olacak herhalde.81 G.N: Ben de sempozyumdan birkaç örnek vermek istiyorum. Sempozyum bu Cuma ve Cumartesi devam ediyor. Cuma günü sabah “Gençliğin Çıkış Arayışları” diye bir oturum var; Orkun Azak’ın 68 kuşağıyla ilgili yaptığı alan çalışması ve Gazi Üniversitesi’nden Mehmet Güzel’in gençlerin özgürlük arayışlarıyla ilgili bir çalışması yer alıyor. Daha sonra saat 14:00 ile 15:30 arasında Cuma günü Dolapdere’de, Marmara Üniversitesi’nden Prof. Dr. İnci Ertan’ın “Üniversite Gençliğinin Değerleri: Korkular ve Umutlar” adlı TESEV çalışmasının sunumu var. İnci Hoca ile beraber Yeditepe Üniversitesi’nden Demet Lüküslü de gençlik ve çeşitlilikle ilgili çalışmasını sunuyor. Daha sonra Cuma saat 16:30’dan itibaren üniversitelerde cinsel kimliklerle ilgili bir oturum var: Boğaziçi Üniversitesi’nden Şebnem Keniş ve Ezgi Kepsutlu, üniversitelerde kadın-erkek rolleriyle ilgili çalışmalarını paylaşıyorlar ve daha sonra da Yeşim Başaran, Akyan Sapoğlu ve Can Ersener üniversitelerdeki eşcinsel deneyimlerle ilgili oturumda yer alıyorlar. Bu, sempozyumun Cuma günkü programı. Cumartesi günü ise gençlik ve sivil toplum kuruluşları, daha sonra da gençlik ve kültürle ilgili bir oturum var. Son olarak da saat 13:30 ile 15:00 arasında Türkiye’de çocukluk halleriyle ilgili bir oturum var. Y.K: Şimdi kitapçığa bakıyorum da, gençlik alanının kendine has bir dili var. G.N: Her alanda olduğu gibi ortak bir dil oluşturuluyor ve bu bir süre sonra insanın ayağına dolanmaya başlıyor. Gençlik alanının dahil edici bir alan olma derdi varsa, bunun farkına varıyor olmak lazım. Y.K: Aynen öyle. Bir de festivalin katılımcılarıyla ilgili burada ismi geçen 150 gençlik kuruluşu var. Bu gençlik kuruluşlarının 120 tanesi Cuma, Cumartesi ve Pazar günü Dolapdere Kampüsü’nde “Sivil Toplum Kuruluşları Fuarı”nda olacak. Bu 120 kuruluşun bir şekilde kendi ağındaki gençler de orada olacak, ama onun dışında bildiğim kadarıyla

Halen Y-Peer ağının Türkiye ayağı, UNFPA ve TOG ortaklığında yürütülüyor. Bu konuda ayrıntılı bilgi almak için Başak Tuğsavul (basak.tugsavul@tog.org.tr) ile kontağa geçilebilir (http://ureme.tog.org.tr/). Ayrıca aynı konuyla ilgili savunuculuk faaliyetleri UNFPA ve Habitat için Gençlik Derneği işbirliğinde hayata geçiyor (http://www.habitaticingenclik.org.tr/birgenclik.asp). 81

180


Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı’nın82 ağından gelen gençler de olacaklar, oradan gelen yaklaşık yetmiş genç var. Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı, devletin bu konudaki bir numaralı adresi sanırım. Benzer biçimde Ulusal Ajans da...83 G.N: Festivalde, sivil örgütlerin ya da gençlerle çalışan sivil örgütlerin yanı sıra, devlette de kendisine “ben gençlere hizmet vermek üzere kuruldum” diyen kurumlar da bulunacak. Festival sadece sivil alanda bir diyalog değil, aynı zamanda devletin gençler için çalışan yapıları ile sivil inisiyatiflerin tanışması için de bir platform. Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri fuar açık olacak. Programı oluştururken kültür-sanat etkinlikleri, sergiler ve gösterilerin olduğu bölüme “Curcuna” demiştik. Ama galiba asıl curcuna fuar alanında olacak; 120 örgüt kendini tanıtacak. Ben fuar için de heyecanlanıyorum ve biraz da korkuyorum. Y.K: Bir de bir “korsan bayrağı” hikâyesi var. Bununla ilgili bir şeyler söylemek ister misin? G.N: Tabii ki. Festival programında yer alan atölyelerin haricinde, festivale katılmak için başvuru formunu dolduramayıp festivalde yer alamamış ama festival içerisinde bir şeyler yapmak isteyen gençler var. Biz festivali mümkün olduğunca açık bir şekilde kurgulamak istediğimiz için bir korsan bayrağı açacağız. O korsan bayrağının altında program yer alacak. Programda olmayan ama GePGeNç içerisinde gerçekleşecek etkinliklerin ismini, yerini, ne zaman başlayacağını ve ne zaman biteceğini yazacağız. Tabii ki malzeme vs. ihtiyacı olan varsa da danışma masası aracılığıyla bizimle bağlantıya geçebilecek. Herkes korsan bayrağının altına, nerede ne yapmak istediğini yazıp davet açabilecek. Y.K: Harika. Bunun dışında, katılımla ilgili bir kayıt süreci var mı? Bu süreç nasıl yürüyor? G.N: Etkinlikler herkese ve her zaman açık. Kayıt yok. Dolayısıyla katılmak isteyenlerin yapması gereken tek şey, katılmak istediği oturumdan 15-20 dakika önce Dolapdere Kampüsü’ne gelmek. Y.K: Yer kapmak? G.N: Evet. Yani çok büyük oranda “erken gelen oturur” mantığıyla işleyen bir festival. Bütün odalarda gönüllüler var zaten, atölyelerin gerçekleşeceği yerlerde yardımcı olacaklar. Y.K: Festival alanında, Curcuna kapsamında birkaç sergi de olacak; belki biraz da bunlardan bahsetmek lazım. Bir tanesi: “Bomba Atma Kart At Girişimi”. Bu girişimin sergisinde, İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında Türkiye’de sokaklarda kurulan tanıtım masalarında, insanların savaşa karşı elleriyle yapmış oldukları çeşitli kartpostallar sergilenecek. Bir diğer sergide de Afganistan’dan Pakistan’a mülteci olarak giden, Afgan mülteci kampındaki gençlerin kendi etraflarıyla ilgili çektikleri fotoğraflar yer alıyor; Picture People adlı İngiltere’deki bir kuruluştan Neville Mountford adında bir fotoğrafçı tarafından gerçekleştirilecek. Nev tamamen kar amacı gütmeden çeşitli yerlerde bu işi yapıyor; Afrika’da ve Pakistan’da bu işi yaptı. O sergi de sanırım Perşembe akşamından itibaren festival alanında olacak. İnanılmaz güzel resimler var orada. G.N: Yarın sabah açılacak sergilerden biri de, British Council’ın iklim değişikliğiyle ilgili sergisi. O sergi ben buraya gelmeden önce kuruluyordu. Yarın sabahtan itibaren açık. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü altında faaliyetlerini yürüten gençlikle ilgili daire başkanlığı www.ghdb.gov.tr/ 82

Yaşam Boyu Öğrenme ve Gençlik Programları’nın Türkiye’deki yürütücü kuruluşu olan Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Başkanlığı’nın kısa adı – www.ua.gov.tr 83

181


Y.K: Açık Radyo'da iklim değişikliğinden bahsetmek herhalde daha da anlamlı... Peki. O zaman yavaş yavaş sohbetimizi bitirelim. Bu akşam Yeni Melek’te Aylin Aslım’ın konseri var, giriş 5 YTL. G.N: Konserle beraber artık festivali de açıyoruz Y.K: 20:30’da kapılar açılıyor, bunun dışında festivalin tüm etkinlikleri İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü'nde olacak. Yarından itibaren farklı gençleri veya bir şekilde sokakta gördükleri gençleri görmek isteyen insanlar için Dolapdere Kampüsü önümüzdeki beş gün boyunca açık olacak. Bizi dinlediğiniz için çok teşekkürler, başka bir Herkes Farklı Herkes Eşit’te görüşmek üzere. Hoşçakalın. G.N: Hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

Karşı Festival BarışaRock 182


Funda ATA (17.04.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba. 94.9 Açık Radyo’da, yine Herkes Farklı Herkes Eşit programındayız. Bugün BarışaRock İnisiyatifi’nden Funda Ata ile beraberiz. Hoşgeldin Funda. Funda Ata: Merhabalar, hoşbulduk. G.N: Biraz kendinden bahsedebilir misin? F.A: Tabii. Ben bir BarışaRock aktivistiyim, diğer yüzlerce Barışarock aktivisti gibi. Beşinci senesinde de hâlâ uğraşmaya devam ediyorum BarışaRock’la. Yapısı BarışaRock’a benzer kampanyalarda da uğraşmaya devam ediyorum, savaş karşıtı ve küresel ısınma karşıtı kampanyalar gibi. Ama vaktimin çoğunu Barışarock’a ayırıyorum ve bunun için koşturuyorum. Yörük Kurtaran: Peki BarışaRock nedir, bu fikir nasıl doğdu? Biraz bundan bahsedebilir misin? Beş senedir de içindesin zaten. F.A: Tabii. Bu beşinci sene, gerçi nasıl olduğunu biz de anlayabilmiş değiliz. Bir taraftan anlatılabilir bir şey ama bir taraftan da nasıl olduğunu toparlayıp anlatmak zor. Çünkü “nasıl oluyor da oluyor?” diye düşünüyoruz her sene. İlk sene ortaya çıkışı bir başka festivale karşı oluşundandı aslında. Ama ana teması “savaş karşıtlığı” idi. Bu tema giderek daha da oturdu ve esas tema haline geldi. Y.K: Yani bir şeye karşı olmaktan savaş karşıtlığına döndü. F.A: Evet, savaş karşıtlığına ve daha başka şeylere karşı olmaya döndü. Bu sene mesela küresel ısınmaya karşı, aynı zamanda ırkçılığa da karşı. Yani gündemde ne varsa, dünyaya baktığımızda dünyanın dertleri nelerse o dertlere yönelik bir şeyler yapmaya, sözümüzü söylemeye çalışıyoruz. Alternatifi olduğunu söyleyenlerin oraya gelip kendilerini ifade etmesini sağlamaya çalışıyoruz. BarışaRock böyle bir festival. G.N: Beşinci yılında BarışaRock’ın içeriği gibi birtakım şeyler değişti ama yapılışıyla ilgili neler değişti? Mesela içinde kimler yer alıyor? F.A: İlk sene bu işi başlatan ilk üç arkadaştan şimdi sadece biri var. Diğer arkadaşlar zaman içerisinde yerlerini yeni arkadaşlara bıraktılar. Bir kere insanlar giderek değişiyor, çoğalıyor, farklılaşıyor ve her şeyden önce yaş ortalaması daha aşağı iniyor. Y.K: Bununla ilgili olarak “az çok şu yaş civarı” gibi bir şeyler söyleyebilir misin? F.A: On dört yaşında BarışaRock aktivisti de var yetmiş yaşında BarışaRock aktivisti de var. İkisi beraber kafa kafaya verip ortak bir şeyler yapmayı başarabiliyorlar. Ama 14-18 ve 18-20 yaş arası aktivistlerin sayısı giderek çoğalıyor ve bu güzel bir şey. Onlar festivale kendi renklerini kattıkça festival kalabalıklaşıyor ve kocaman bir şey olmaya başlıyor. Bizim büyümemizin hikâyesi de bu, daha çok genç insanın işin ucundan tutması ve kendilerini BarışaRock’a, BarışaRock’ı da kendilerine ait hissetmesi. Y.K: Yanlış bilmiyorsam, %100 gönüllülerin desteğiyle yapılan bir festival. Biraz da bununla ilgili bilgi verebilir misin? Mesela gönüllüler sürece nasıl dahil oluyorlar? F.A: Herkesin katılımına açık olabilmesi için öncelikle “bulunabilir” olmak gerekiyor, isteyen istediği zaman bulabilmeli. Bunu sağlayabilmek için her hafta düzenli olarak toplantılar 183


yapıyoruz. Yaklaşık üç aydır da toplanıyoruz zaten. Y.K: Bütün sene boyunca toplantı yapıyor musunuz? F.A: Evet. Festival bitince üç ay mola verip dinleniyoruz, ancak kendimize gelebiliyoruz. Daha sonra tekrar toplanmaya başlıyoruz. Her hafta Çarşamba günü Karakedi Kültür Merkezi’nde toplantılarımızı yapıyoruz, dört senedir hiç değişmedi. G.N: Çarşamba günleri saat kaçta? Belki katılmak isteyen olabilir. F.A: Saat 19.30’da. Y.K: Az çok kaç kişi geliyor toplantılara? F.A: Değişiyor. Bazen 150 kişi bazen 30 kişi oluyoruz, festival yaklaştıkça bu sayı artıyor. Son bir ay 200-250 kişilik toplantılar yaptığımız oluyor. Geçen sene ve bu sene İstanbul dışında da düzenli toplantılar yapılmaya başlandı. Y.K: O illerdeki kişilerin katılımıyla ilgili süreç nasıl işliyor? F.A: Onlar da festivalin bütününe dair konuşmak için toplanıyorlar. Yani sadece biz karar vermiyoruz, her şeye hep birlikte karar veriyoruz. Ankara’da, Bursa’da, İzmit’te düzenli toplantılar yapılıyor. İzmir’de desteklediğimiz ve kardeş festival ilan ettiğimiz, bizim gibi işleyen bir festival var. Y.K: Nedir adı? F.A: Rock-A. Onlar da aynı konsept içinde ilerliyorlar; nükleere, küresel ısınmaya, ırkçılığa karşı olmak gibi. Onlar da haftada bir toplantı yapıyorlar İzmir’de. İnsanlar toplantılara katılıp istedikleri her öneriyi sunabiliyorlar. Sonra biz onları toparlıyoruz, değerlendiriyoruz, genel eğilimi belirliyoruz ve genel eğilimle de festivali şekillendiriyoruz. Bizde “parmak usulü demokrasi” yok; yani oylama yapmıyoruz, birbirimizi ikna etmeye çalışıyoruz. Y.K: Tam da bununla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Bu tip yatay örgütlenmelerde tartışma süreci aslında çok önemli bir süreç. Ama o süreç uzadığı ölçüde hareket etmekle ilgili bir zorluk oluyor mu acaba? Beş senelik bir deneyim üzerinden bununla ilgili bir şeyler söyleyebilir misin? F.A: Doğrusu çok zorluk yaşamadık şimdiye kadar, aksine, hareket etmemizi kolaylaştıran bir süreç oldu. Çünkü kimse kimseye bir şey dayatmıyor ve zaten ortada belirlenmiş bir hedef var. Hedefi tartışmıyoruz, derdimiz festivali gerçekleştirmek. Bunun köşe taşları üzerinde de herkes hemfikir. Bu tür zorlukları yaşamayınca, pratik üzerine tartışmalar uzasa dahi bir şekilde sona eriyor ve yola devam ediyoruz. Herhangi bir hareket güçlüğü veya sorunu yaşamıyoruz. Çünkü BarışaRock’a gelen insanlar ve oradaki gönüllüler, tabiri caizse “bindirilmiş kıtalar” değiller. Sonuç olarak herkes kafasına yatanı yapıyor, ikna olduğu şeyi yapıyor. İşin güzelliği de kolektif olması zaten. Herkesin farklı bir BarışaRock anlayışı var. Yani benim için BarışaRock’ın ifade ettiği şey ile bir başkası için ifade ettiği şey aynı olmak zorunda değil. Kime sorsanız herkes kolaylıkla BarışaRock hakkında bir şeyler söyleyebilir. Y.K: Ama değerler çerçevesinde genel bir konsensüs var sanırım. F.A: Tabii ki. Zaten şunda anlaşıyoruz: Savaş karşıtı hareketin ve küreselleşme karşıtı hareketin bir parçasıyız. Bunlarla birlikte hareket etmeye çalışıyoruz. G.N: Peki bu beş yıl içinde festivale gelenlerle ilgili bir değişiklik var mı? 184


F.A: İlk sene 5 bin kişiydik, ikinci sene ise 10 bin. Üçüncü sene 30-35 bin kişi olduk ve çok şaşırdık, nereden çıktı bu insanlar diye. Geçen sene ise ne diyeceğimizi bilemedik, çünkü 80-85 bin gibi bir sayı vardı ortada. Y.K: Profil değişiyor mu peki? F.A: Hayır. Profil değişmiyor ama festival kalabalıklaşıyor. Y.K: Peki kalabalıklaşmasının nedeni BarışaRock’ın bir festival olarak Türkiye’de daha geniş bir kabul görmesi ve mesajının daha da netleşmesi mi, yoksa Türkiye’deki muhalefetin güçlenmesinin ve sayısının artmasının bir yansıması mı? F.A: Her ikisi de önemli ama ikincisinin daha önemli olduğunu düşünüyorum. Gerçi bazı insanlar içerisinde bulunduğumuz döneme karamsar bakıyorlar ama ben pek öyle bakmıyorum doğrusu; çok karamsar olmamak lazım. İnsanların gözü kulağı her zaman açık, yani dünyaya bizim gibi bakan çok fazla insan var -özellikle gençler. Bir kere kafalarında yenilgi düşüncesi yok. Hakikaten dünyayı değiştirme istekleri var, farklı yöntemleri tartışıyorlar. BarışaRock onlar için kendilerine benzeyen insanlarla buluşma mekânı ve giderek bundan daha fazla haberdar oluyorlar. Bundan dolayı genişliyor. Çünkü tüm dünyada bize benzeyen insanların sayısı giderek artıyor. Y.K: Peki Funda, bu seneki BarışaRock’la ilgili biraz bilgi verebilir misin? Mesela hangi gruplar çıkacak? F.A: Tabii. Fakat gruplar henüz belli olmadı. Bizde şöyle bir sistem var: Biz genellikle herhangi bir gruba “gelip çalar mısın?” diye sormuyoruz. Y.K: Beş senedir de sormadınız mı? F.A: Hayır. Gruplar kendileri geliyorlar ve “biz çalmak istiyoruz” diyorlar. Çünkü BarışaRock aktivisti olmak ve sahneye çıkıp çalmak ayrı şeyler değil bizim için. BarışaRock’ta çıkıp şarkı söylemek BarışaRock aktivisti olmak demek, bizimle aynı fikirleri paylaşmak demek. Zaten bütün müzisyenler gönüllü ve hiçbir şekilde para almıyorlar, aksine, yüzsüzlük ediyoruz ve ihtiyacımız olduğunda onlardan da para istiyoruz. BarışaRock’ın farklılığı burada. Yani bu insanlar bizimle beraber çöp topluyorlar, sahne arkasında taşınması gereken şeyleri taşıyorlar ve her türlü sürecin içerisinde yer alıyorlar. Eh, iş böyle olunca da kimseye “gelip çalar mısınız?” diye sormuyoruz. Geliyor insanlar ve birlikte inşa ediyoruz. Gruplar da büyük olasılıkla Mayıs ayı sonunda belli olur. Y.K: Takvim genelde böyle mi yürüyor? Yani üç ay kadar önce belli oluyor. F.A: Aşağı yukarı Mayıs ayı sonunda genel hâli belli oluyor ve bir dengeye oturtmaya çalıştığımız için de son hâli daha sonra belli oluyor. Çünkü bizde “ana sahne” ve “amatör sahne” gibi ayrımlar olmadığı için amatör diye tabir edilen ama bizim amatör demediğimiz yeni gruplara ve albümü olmayan gruplara da yer vermeye çalışıyoruz. Bunu belirleyebilmek için de biraz vakte ve tartışmaya ihtiyacımız oluyor. Y.K: Mesela elli grup başvuruyor ama otuz grupluk yer var diyelim. O zaman bazı gruplara “kusura bakmayın” mı diyorsunuz? F.A: Demek zorunda kalıyoruz. Geçen sene 500 grup başvurdu, sahneye çıkan grup sayısı 25’le sınırlı kalmak zorunda oldu. Biz de sahneye çıkmak isteyen grupları toplayıp konuşuyoruz. Y.K: Demoları da dinliyorsunuz herhalde. 185


F.A: Evet dinliyoruz. Rock yelpazesi içerisinde her türden birilerinin yer almasını sağlamaya çalışıyoruz. Elbette bu yelpaze dışına da çıkmaya çalışıyoruz; başka tür müzikten insanların da sahnede kendilerini ifade etmesini sağlamaya çalışıyoruz. Biraz zor bir süreç oluyor doğrusu ama bir şekilde oluyor. G.N: “Üç aydır toplanıyoruz” dedin. BarışaRock’ın toplantılarının üçüncü ayında gündemi nedir? Yani bugünlerde neler konuşuluyor? F.A: Aslında “niye bu kadar çok toplantı yapılıyor” diye insanın sorası geliyor ama… Y.K: Sürekliliği sağlamak açısında kesinlikle düzenli toplantılara ihtiyaç var. G.N: Uzlaşmacı bir süreçse zaten o kadar toplantı yetmiyordur bile. F.A: Bu aralar “iki sahne olsun mu”, “elektronik müzik yer alsın mı” diye tartışıyoruz. Ayrıca, hangi alanda yapacağımızı konuşuyoruz, yine eski yerde mi yapacağız diye. Mali süreçleri nasıl gerçekleştireceğimizi konuşuyoruz. Mali süreçler sponsorlarla gerçekleşmiyor, çünkü bizim sponsorumuz yok. Y.K: Peki biri gelse ve “size böyle bir kaynak sağlamak istiyorum ama benim logomu bir yere koyun” gibi bir şey dese? F.A: Hayır, yok öyle bir şey. Bizde destekçi usulü var. Biz firmalardan ve ticari yerlerden destek almıyoruz. Sivil toplum kuruluşlarının ve bireylerin desteğiyle yapıyoruz bu işi. Onlara gidip ihtiyaçlarımızı sunuyoruz -ki bu ihtiyaçlar alanda kullanılacak çöp torbasından kurulacak olan sahne sistemine kadar yaklaşık 150 kalem demek. Bunları sağlayabilmek için birçok insana gidiyoruz ve hepsiyle tek tek görüşüyoruz. Bildirilerimizi bile matbaalar gönüllü olarak basıyor; pankartlarımızı toplantılarda kendi aramızda topladığımız paralarla hazırlıyoruz. Herkes katabildiği desteği katıyor ve festivali bu şekilde gerçekleştiriyoruz. Tabii bu uzun bir süreç, kolay halledilebilecek bir süreç değil. Şimdiden bu tarz görüşmelere başladık. Tabii bu arada bizim dışımızdaki çeşitli kampanyalara da destek veriyoruz. Y.K: Ne tür kampanyalar mesela? F.A: 17 Mart’ta bir savaş karşıtı miting vardı, onun çalışmalarına destek verdik. Şimdi ise 28 Nisan’da Küresel Eylem Grubu’nun düzenlediği “Başka Bir Enerji Mümkün” mitingi var ve oraya da katılacağız. Geçen senelerde de bu tür kampanyalara destek verdik. Kendimizi inşa ederken ve festivali gerçekleştirmeye çalışırken, bir taraftan da benzer kampanyalara destek vermeye çalışıyoruz. Y.K: Son dönemde sahneye grupların çıkmasının yanı sıra atölyeler ve çeşitli toplantılar da yapılmaya başlandı. Bununla da ilgili bilgi verebilir misin? F.A: Tabii, sadece sahneden ibaret değil festival. Mesela üç senedir söyleşiler de yer alıyor. Y.K: Nerede oluyor söyleşiler? Çadırda falan mı? Geçen seneden hatırlıyorum, bir gece vakti BarışaRock’a yukarılardan bir yerden girdim ve hayatımda gördüğüm en etkileyici manzaralardan biriydi o. Göz alabildiğine çadırdı her yer, müthişti. F.A: Evet çok fazla çadır var ve başa çıkmakta zorlanıyoruz bazen. Bazı gönüllü arkadaşlarımız şimdiden “ne yapacağız, nasıl başa çıkacağız bu çadırlarla” diye plan yapmaya başladılar; neyi nereye koyacaklarını belirlemek için alana gidip yer bakıyorlar. Söyleşilere gelince, iki gün boyunca gerçekleşecek bir söyleşi programı oluşturuyoruz. 186


Yapabildiğimiz kadar çok çeşitli kampanyalardan ve sivil toplum kuruluşlarından insanları oraya getirmeye çalışıyoruz. Bu sene biraz daha uluslararası yapmaya çalışacağız; İngiltere’deki, Fransa’daki, Almanya’daki ve mümkünse Ortadoğu’daki kampanyalardan da insanları getirmeye çalışacağız. Bunun yanında film gösterimleri oluyor dört senedir ve bu sene de yapılacak. Vizyondaki filmler değil de, muhalefeti anlatan kısa filmler ve amatörce çekilmiş filmler göstermeye çalışıyoruz. Atölyeler var. Mesela bu sene arkadaşlar “karşı sanat” çalışmaları yapacaklar. Geçen sene ise “Disiplinlerarası Buluşma” örgütlemeye çalıştılar; resim, fotoğraf, plastik sanatlar gibi alanlarda çalışmaları olan ve katılmak isteyen herkese açık bir platform. Tabii bir de tiyatrolarımız var. İlk başta bizim aklımızda yoktu ama geçen sene kendiliğinden gelişen bir süreç oldu -ilk seneden itibaren destekçimiz olan “Mahşer-i Cümbüş” sayesinde. Geçen sene on bir tiyatro vardı, bu sene bu sayı şimdiden otuza çıkmış durumda ve daha da artacak gibi görünüyor. Ayrıca bunların da uluslararası olması için çeşitli adımlar atılıyor. Başlı başına tiyatro kısmı var bu işin ve tiyatro festivali bölümü de örgütleniyor. Y.K: Tabii tüm bu gelişmeler sonucunda da kara kara düşünmeye başlıyorsunuz sanırım. F.A: Evet. O kadar yaygınlaşmaya başladı ki “ne yapacağız, nasıl toparlayacağız bu işi” diye düşünmeye başladık bile. Tabii bu güzel bir şey aslında, herkes kendini ifade etmeye çalışıyor ama nasıl toparlayacağız kısmı da bir muamma olmaya devam ediyor. Bir de, 28 Nisan’daki eylemden sonra ilk basın açıklamamızı gerçekleştireceğiz. Duymuşsunuzdur belki, BarışaRock’ta sahne alan gruplardan “Deli” grubu hakkında ÖSYM’yi eleştiren bir şarkılarından dolayı dava açıldı. Hem onlarla dayanışabilmek için hem de BarışaRock’ın ilk açıklamasını yapabilmek için 8 Mayıs gecesi Taksim’de, “Studyo Live”da buluşacağız. Y.K: Deli’nin konseri mi var? F.A: Evet, Deli’nin konseri var ve onlara destek vermek için “Hariçten Gazelciler” grubu da sahneye çıkacak. Herkesi bekleriz. Y.K: Peki o şarkıyı da söyleyecekler mi? F.A: Evet söyleyecekler. Ayrıca gecemizin adı: “Hepimiz Deliyiz”. G.N: Festivalin uluslararası kısmıyla ilgili bir şey sormak istiyorum. Bu, bu senenin bir açılımı, değil mi? Bir de, mesela komşu ülkelerde, BarışaRock’ın yapılış biçimine ve yaşayış biçimine benzer başka festivaller var mı? Y.K: Hani İzmir’deki kardeş festival gibi. F.A: Aslında ilk seneden beri çabamız bu festivali uluslararası hale getirmek. Mesela ilk sene Lübnanlı bir grup vardı, İngiltere’den gelen bir grup vardı. Her sene mutlaka bir uluslararası katılım oldu. Çeşitli ülkelerden gelen gruplar sahne aldılar ve bunun yanında zaman zaman başka ülkelerden aktivistler de geldi ama bir türlü bu işi uluslararası alanda duyulan, örgütlenen bir hâle çeviremedik. Bunun sıkıntısını yaşıyoruz açıkçası ve bu konuda olanağı olanlar varsa da desteklerini bekliyoruz. Başka yerlerde de var böyle festivaller ama henüz bir koordinasyon sağlayamadık. G.N: Peki. BarışaRock ile ilgili sizinle bağlantıya geçmek isteyen veya destek vermek isteyen birilerinin sizlere ulaşabilmesi için iletişim bilgilerinizi verebilir misin? F.A: Kullandığımız iki web sayfası var ve orada telefon ve e-posta adresleri mevcut. Bu adresler: www.barisarock.org ve www.barisarock.biz84 . Bu ikinci adres forum için aslında. 84

Program tarihinde güncel olan bu adresler festivale ara verilmesi nedeniyle 2010 yılı itibariyle güncelliğini yitirmiştir.

187


İsteyenler her iki adresten de çok kolay bir şekilde bağlantıya geçebilirler. Ayrıca, toplantı yerini ve saatini de bulabilirler. Y.K: Bir BarışaRock ofisiniz var mı? F.A: Aslında belirli bir yerimiz yok; doğrusu biraz dağınık bir inisiyatifiz. Ama kişilerin eposta adresleri, telefonları var ve beş senedir de aynı yerde toplantı yapıyoruz zaten. Yine tekrarlayayım: Çarşamba günleri saat 19.30’da Beyoğlu’nda, Karakedi Kültür Merkezi’nde. Herkesi bekliyoruz. G.N: Çok teşekkürler geldiğin ve bunları bizimle paylaştığın için F.A: Ben teşekkür ederim. G.N: Herkes Farklı Herkes Eşit programının sonuna geldik. Önümüzdeki hafta tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın. Y.K: Hoşçakalın.

İçindekiler menüsüne dön...

188


Yaşayan Kütüphane Erhan OKŞAK (23.01.2007) Gülesin Nemutlu: Merhaba. 94.9 Açık Radyo'da, Herkes Farklı Herkes Eşit programıyla yine beraberiz. Bugünkü konuğumuz Erhan Okşak, hoşgeldin Erhan. Erhan Okşak: Hoşbulduk. G.N: Nasılsın? E.O: İyiyim, sen nasılsın? G.N: Ben de iyiyim, teşekkür ederim. Erhan'ı daha önce de konuk etmiştik aslında, “Demokrasi ve Haklarımız” projesinin izleme-değerlendirme süreciyle ilgili olarak. E.O: Evet. G.N: Bugün, geçen aylarda BarışaRock'ta gerçekleşen “Yaşayan Kütüphane” projesiyle ilgili konuşacağız. Bize biraz bahseder misin, Yaşayan Kütüphane nedir, ne demektir85? E.O: Tabii. Yaşayan Kütüphane, bir kütüphanedir. G.N: Adı üstünde... E.O: Evet. Okuyucuları var, kütüphane görevlileri var ve kitapları var. Yaşayan Kütüphane, yaşayan kütüphanedir. Çünkü kitaplar aslında gerçek kişiler, insanlardır. Yaşayan Kütüphane'de iki temel derdimiz vardı, belki bundan bahsetmek lazım. G.N: Evet. E.O: Bunlardan bir tanesi, gündelik yaşamda çok fazla bir araya gelme şansı bulamayan insanları belli bir çerçevede kişisel paylaşım süreci içerisine sokabilmek. İkincisi de, Yaşayan Kütüphane'deki kitapların nasıl seçildiğiyle ilgili olan kısmı. Aslında bu kısım biraz da önyargılar üzerinden giden bir süreçti. Yani, Yaşayan Kütüphane'deki ikinci temel derdimiz, önyargılar üzerine çalışmaktı. G.N: Biraz kütüphanenin nasıl işlediğinden bahsedelim mi? Çünkü hemen anlaşılır, kolay anlaşılır bir iş değil bu Yaşayan Kütüphane. E.O: Doğru, haklısın. Biraz nasıl işlediğinden bahsedelim. Okuyucular kütüphaneye geldiklerinde kütüphane görevlisi arkadaşlar okuyucuyu karşılıyorlar, biraz Yaşayan Kütüphane'den bahsediyorlar ve kataloglara göz atmasını istiyorlar. Bu kataloglarda, kütüphanede yer alan kitaplar ve bu kitapların altında da o kitaplarla ilgili olarak toplumda bulunan genel-geçer birtakım önyargılar yer alıyor. Okuyucu, kataloglara göz attıktan sonra okumak istediği kitabı belirliyor ve kütüphane görevlisine bunu bildiriyor. Daha sonra kütüphane görevlisi, eğer kitap müsaitse ve o anda başka bir okunma veya dinlenme anında değilse, okuyucu ve kitabı bir araya getiriyor. Diğer bir ekip de, çadırın çevresinde, okuyucu ve kitabın ortalama 45 dakika sürecek bire bir okuma sürecini gerçekleştirecekleri bir alan oluşturuyorlar. 45 dakika sonunda da okuyucu, kitabı kütüphaneye iade ediyor.

85

2007 BarışaRock’ta gerçekleştirilmiş olan ilk deneyimi de içeren Yaşayan Kütüphane Düzenleyici Rehberine buradan ulaşabilirsiniz.

189


G.N: Evet. E.O: Kütüphane temel olarak böyle işliyordu. G.N: Kitaplar insan, dedik. Okunan kitaplar insan olduğuna göre, insan olan bir kitabı alıp 45 dakika okurken sadece kitaplar konuşmuyor galiba? E.O: Tabii ki. Yani asıl dert de o zaten. Bir kitap, sorduğunuz sorulara cevap veremiyor. Ama Yaşayan Kütüphane'de şunu yaşama şansınız var: Sadece kitap konuşmuyor, okuyucu sorular sorabiliyor veya bir şeyler anlatabiliyor, kitap da soru sorabiliyor. Dolayısıyla, oradaki içeriğe biz çok müdahale etmiyoruz. G.N: Daha çok, özel bir okuma anı? E.O: Evet. Özel bir okuma anı ve kişisel deneyim üzerinden gerçekleştirilen bir paylaşım alanı. G.N: Evet. Aslında ben de oradaydım. Kitapların ayrı bir macerası oldu, okuyucuların ayrı ve kütüphanecilerin ayrı bir macerası oldu. İstersen kitaplardan başlayalım: Kimdir bu kitaplar, nasıl ulaşıldı, ilk teklif edildiğinde böyle bir işin içinde yer almaya ne tepki verdiler? Biraz katalogdan ve kitaplardan bahsedebilir miyiz? E.O: Tabii. Bu arada kataloğun oluşma sürecinden de bahsedelim mi? G.N: Lütfen. E.O: Öncelikle, bu alanda, bu projeyle ilgilenen yaklaşık 15 kişilik bir ekiple bir toplantı yaptık ve böyle bir kütüphanede ne tür kitaplar olmasını istediğimizi, ne tür kitaplar olursa iyi olabileceğini ve kimlerin okunmak istiyor olabileceğini düşünerek bir liste çıkarmaya çalıştık. G.N: Kitap başlıkları listesi? E.O: Evet, kitap başlıkları listesi çıkarmaya çalıştık. Yaklaşık 60–70 başlıklı bir liste ortaya çıktı. Daha sonra, “acaba bu başlıklarla ilgili nasıl önyargılarımız var; kendi önyargılarımız neler, duyduğumuz önyargılar neler?” diyerek bunlar üzerine kafa yorduk. Sonra ise, hem kitap başlıklarını hem de önyargıları birtakım e-mail grupları aracılığıyla başka insanlara ulaştırdık ve projeden bahsedip “önyargılarınıza ihtiyacımız var” dedik. Oradan gelen bilgilerle birlikte bu listeyi sadeleştirmeye ve kütüphanenin amacı ve hedefleri üzerinden de yavaş yavaş daraltmaya başladık. Daralan bu 30–35 kitap başlıklı listeye de birer birer ulaşmaya çalıştık. G.N: Kimler vardı kütüphanede? Katalogdaki kitaplardan -başlık olarak tabii- bahsedebilir miyiz biraz? E.O: Meslek grupları vardı mesela; avukat, bankacı, ressam, psikolog gibi. Eski uyuşturucu bağımlısı kitap başlığımız vardı. HIV pozitif, gey, lezbiyen, transseksüel, travesti, Ermeni, Kürt, Yahudi, barmaid, görme engelli gibi başlıklar vardı. Eksik söylemiş, atlamış olabilir miyim acaba, şu anda tam hatırlayamadım ama. G.N: Bir biçimde toplum içinde gerek yaptığı meslekle, cinsel yönelimiyle, nereli olduğu ya da kendisine seçtiği veya kabul ettiği kimliğiyle ilgili bir katalog bu sanırım. Hani, hakkında çok konuştuğumuz ama belki kendisiyle çok konuşmadığımız bir katalog. E.O: Evet. Hakkında çok konuştuğumuz ama insan insana çok şey paylaşmadığımız bir katalog aslında. 190


G.N: Kitaplara “Yaşayan Kütüphane'de kitap olur musunuz?” diye gidilirken öncelikli olarak örgütlülere gidildi galiba? O süreçten biraz bahsedebilir misin biraz? E.O: Evet. Açıkçası böyle bir kriter de bulundurduk zihnimizde. Çünkü her ne kadar çok iyi niyetle yapılan bir şey olsa da bire bir paylaşım esnasında -bu daha önce gerçekleştirilen yaşayan kütüphanelerden gelen önerilerde de var- herhangi bir okuyucu bir kitaba karşı rahatsızlık verici, aşağılayıcı veya suçlayıcı birtakım tutum ve davranışlarda bulunabilir. G.N: Yani, festival alanı herkese açık bir festival alanı ve dolayısıyla okuyucular üzerinde bir kontrol söz konusu değil. E.O: Aynen öyle. Bu yüzden de, karşılaştıkları önyargılar veya yüz yüze kaldıkları bu ayrımcılıkla ilgili belli bir derecede farkındalığı olan ve bununla baş etme yeteneği geliştirmiş insanların orada kitap olarak bulunmalarını tercih ettik. G.N: Evet. Feminist kitabı hatırlıyorum mesela: “kendine bakmaz, çirkindir, erkek düşmanıdır” gibi gayet sert olabilecek önyargılar vardı katalogda ama feminist kitabın bu tür önyargılara ya da sorulara daha önce cevap verebilmiş olması da bir avantaj tabii. E.O: Kesinlikle öyle. Dediğim gibi, belli bir noktada hazırlıklı ve bunlarla daha önce karşılaşmış ya da baş edebiliyor olması, orada “sağlam” durabilmesi açısından oldukça önemli, hem bizim için hem kitabın kendisi için hem de okuyucu için. G.N: Bir de işin içerisinde, tüm bu Yaşayan Kütüphane'yi kurgulayan ekibin dışında, Yaşayan Kütüphane anında kütüphaneci olarak görev yapan ya da kitap görüşmelerini takip ederek süreyi tutan birtakım gönüllüler vardı... E.O: Evet. Harikulade insanlar, gerçekten harikulade insanlar. G.N: Biraz gönüllülerden bahsedebilir miyiz o zaman? Ya da aslında ondan önce bir adım geriye gidip, “kimdir bu Yaşayan Kütüphane’yi yapan insanlar ya da kurumlar?” Belki buradan da başlayabiliriz. E.O: Tabii. Yaşayan Kütüphane, Toplum Gönüllüleri Vakfı ile İstanbul Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi işbirliğiyle hayata geçen bir proje. G.N: Gönüllüler? E.O: Gönüllüler, daha çok Toplum Gönüllüleri Vakfı'ndan, tabii ki zaman zaman da Gençlik Çalışmaları Birimi'yle çalışan arkadaşlarımızdan oluşuyor aslında. Hani, bu fikri çok seven, bu fikirle heyecan duyan ve bir şekilde bir parçası olmak isteyen arkadaşlarımızdı ve çok da keyifli çalıştık onlarla birlikte. Çünkü gerçekten hevesli ve arzuluydular ve dönüp kulağıma çalınan şeylere baktığım zaman, hem kitapların geribildirimlerini hem de gönüllülerin geribildirimlerini düşündüğümde, bu kadar keyifle, koordineli, hevesli bir şekilde iş yaptıkları; bir şeyler ürettikleri ve bir şeyler paylaştıkları ender yaşantılardan biri olduğunu söylüyor herkes. Sadece gönüllüler değil, kitaplar da böyle söylüyor. G.N: Peki. Yaşayan Kütüphane normal bir kütüphane gibi işliyor, farkı, kitapların insan olması. Okuyucular geliyor, kitapları alıp belli bir süre okuduktan sonra zarar vermeden iade ediyorlar. E.O: Evet. G.N: Peki, nereden çıktı bu fikir? E.O: Bu, bize ait özgün bir fikir değil. Bu fikir, daha doğrusu Yaşayan Kütüphane, ilk defa 191


2000 yılında Danimarka'da uygulanıyor, “Şiddeti Durdurun” isimli bir sivil toplum kuruluşu tarafından. Orada, yine büyük bir rock festivali olan “Roskilde Festivali”nde yapılıyor ve daha sonra Avrupa Konseyi'nin Gençlik Programları arasına dahil ediliyor. O tarihten itibaren de Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde uygulanıyor. Bildiğim kadarıyla şu ana kadar 2530 kere yapılmış olması gerekiyor ama bir yandan da Türkiye'deki ilk deneyim bu. G.N: İlk deneyim ama son olmamasını istediğimiz bir deneyim. E.O: Tabii ki. G.N: Tekrar projenin hedeflerine dönmek istiyorum aslında. Söylediğin iki hedefin ikisi de ağırlıklı olarak okuyucuları odağa alıyor gibi; okuyucuların önyargıları ve okuyucuların, hakkında konuştukları ama kendisiyle konuşmadıkları gruplarla bir araya gelmeleri. Fakat Yaşayan Kütüphane'nin gerçekleşmesi sırasında, öğrenenler ya da algısı veya düşüncesi farklılaşanlar sanıyorum ki sadece okuyucular değildi. Ben yine kitaplara gelmeye çalışıyorum aslında. E.O: Evet. Zaten bu deneyimin bütünü aslında kitaplar için yeni bir şeydi. Her zaman yaptıkları şeyi yapmalarını istedik biz onlardan, her zaman oldukları şeyi olmalarını istedik; yani, kendileri olmalarını istedik. Kitaplar günlük yaşantılarında da sık sık bir şeyleri anlatmak çabası içerisindeler ama ben farklı bir çerçeve sağlamış olduğumuzu düşünüyorum. Farklı bir çerçevede bir şeyler anlatmaya ve kendilerini ifade etmeye çalışmak, yeni bir deneyim olarak bir öğrenme zaten. Bunun yanında, birbirlerini de tanıdılar aslında. Yani, kitaplar da tanıştılar bir şekilde. Şöyle geribildirimler de aldık: “ben şöyle şöyle düşünüyordum ama okuyucularla karşılaştıkça daha farklı göründüğümüzü de anladım”. Bundan hareketle, birtakım yeni bakış açıları edindiklerini de düşünüyorum. G.N: Bir de kütüphanenin günlük işleyişine dair bir şey sormak istiyorum. Bildiğim kadarıyla Yaşayan Kütüphane'nin öncelikli hedef kitlesi gençler ve bu proje de gençlerin yoğun olduğu mekânlarda yapılması önerilen bir proje. Dolayısıyla tercih edilen mekânlar daha çok festivaller oldu. Sizin deneyiminizde de kütüphane tüm gün tüm gece çalışmadı, belli çalışma saatleri vardı, değil mi? E.O: Evet, belli çalışma saatleri vardı ve bunu da festivalin genel işleyişine göre belirlemeye çalıştık. Kütüphane, üç gün boyunca kapılarını sabah saat 11.00'de açıyordu ve akşam saat 18.00'e kadar devam ediyordu. G.N: Hani, kitapçılara gittiğimiz zaman görürüz ya, “çok okunan kitaplar”, “rafta tozlanan kitaplar”. Böyle şeyler oldu mu? E.O: Oldu tabii, oldu. Bir kere şunu söyleyeyim: inanılmaz yoğundu. Yani çok okunanı az okunanı bir an için bir kenara bırakalım, inanılmaz yoğun geçti; talep çok fazlaydı ve bu hepimizi mutlu etti ama kitapları birazcık yordu. Yine de onların yüzünde yorgun ama keyifli bir ifade görmek önemliydi bir yandan da. Diğer taraftan, belirtmek gerekir mi bilmiyorum ama, daha çok okunan kitaplar oldu. G.N: Rafta kalan kitap olmadı ama? E.O: Evet. Gerçekten rafta kalan kitap olmadı ve hatta bu söz konusu bile olamaz zaten. G.N: Peki. Yaşayan Kütüphane'yi biraz daha hissedebilmemiz adına, aklında kalan bir anekdot ya da “şu bizi çok etkiledi; şaşırdık, güldük” dediğin bir şey var mı? E.O: Birçok şey var aslında ama beni kişisel olarak en çok etkileyen şey, son günün kapanış toplantısıydı. Çünkü orada, yaptığımız şeyi hep birlikte yapmış olduğumuzu daha 192


çok hissettim; küçücük bir alanda, bir arada, kitapların yaşadıkları deneyimleri kendilerine özgü şekillerde paylaşmaları... G.N: Şu da dillendi galiba: sık sık ayrımcılığa uğrayan bu kitapların tek başına kendi kimliklerini açıklamaları başka bir şey ama, orada kendini açıklamaya çalışan birçok kişiyle yan yana olmaları da iyi bir histi sanırım. E.O: Evet. G.N: Peki, yavaş yavaş kapatıyoruz programı. Yaşayan Kütüphane devam edecek herhalde, değil mi? E.O: Evet, devam edecek. Bu ilk deneyimimizdi zaten ve aslında daha önceki uygulamalardan ve önerilerden bize “yapın ama çok da büyük hayaller kurmayın” diye söylenen, ilk deneyimin genelde pek de iyi gerçekleşmediğiydi. Fakat bizim hayal ettiğimizin ötesine geçti ve bu da bizim için devam etmesiyle ilgili büyük bir motivasyon. Sadece bunu biz devam ettireceğiz diye de bir şey yok; Yaşayan Kütüphane'yi bir yerlerde gerçekleştirmek isteyen herkese de kendi deneyimlerimiz üzerinden destek vermeye oldukça açığız. G.N: Tam bu noktada hemen bağlayalım. Madem Yaşayan Kütüphane’ye ev sahipliği yapmak isteyen ya da düzenlemek isteyen kuruluşlara destek vermeye açıksınız, o zaman size ulaşılabilecek bir e-mail adresi verebilir miyiz? Gerçi bir e-günlük var, belki onun adresini verebiliriz. E.O: http://yasayankutuphane.blogspot.com adresinde Yaşayan Kütüphane'nin bir egünlüğü var ve orada kütüphane esnasında yaşananlarla ilgili bir şeyler bulunabilir ve fotoğraflarla birlikte keyifli şeyler de görülebilir. Bir de Yaşayan Kütüphane'nin kendi web sitesi var, o da: www.yasayankutuphane.net . Buradan da iletişim bilgilerine ulaşılabilir ve her türlü bilgi alınabilir. G.N: Geldiğin için çok teşekkürler Erhan. E.O: Ben teşekkür ederim. G.N: Kitap değildin ama çok iş yaptığın bir süreç oldu. Tekrar çok teşekkürler geldiğin ve bizimle paylaştığın için. Bir başka Herkes Farklı Herkes Eşit programında tekrar birlikte olmak dileğiyle iyi günler diliyoruz. E.O: İyi günler

İçindekiler menüsüne dön...

193


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.