FANZİNİMİZE GÖSTERDİKLERİ İLGİ VE DESTEKTEN DOLAYI Çİ LEK K AFE L’A CO U S T I Q U E PA LMİYE KA FE OL D HARABES AYRIK OTU MAESTRO PUGA COFFEE BL ACK CAT KIRA ATH A NE MEMPHİ S ve H AYRULLA H ELMAS’a
TEŞEKKÜR EDERİZ Buraya yazacak çok fazla bir şey yok aslında. Aynı şeyleri tekrar etmeyi de istemem. Altıncı sayımızı da sizlerle buluşturmayı başardık. Gösterdiğiniz ilgi sürekli artıyor ve bu bizi çok mutlu ediyor. Tüm arkadaşlarıma tek tek teşekkür ediyorum herkes çok büyük bir çaba gösterdi. Ancak Melis Tatar ve Samet Aydilek bu ay fanzin uğruna kilometrelerce yürüdüler, saatlerce dil döktüler. Bu büyük yorgunluğun karşılığı olmaz ama onlara buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Ayrıca Dilek ablamıza ve tüm Çilek Kafe çalışanlarına ve bir de Barış ve L’acoustique ailesine tekrar teşekkür etmeyi kendime borç bilirim. Bu sayımızla birlikte artık Kadıköy ve ODTÜ’de de yerimizi aldık. Umarım deplasmanda da başarılı olur ve hanemize puanlar yazdırırız :) LEVENT ÜSTÜNBAŞ EMRE ÜTÜKLER | MUSTAFA DUYMUŞ | EMRE SÜZER| GÜNEŞ KOÇ | SAMET IŞIKAY | AYKUT ÇAKAR FURKAN UZUN | YAVUZ | MERVE BOZEYOĞLU | ÖMER ŞİAR BAYSAL | ÖZGE ŞENTUNALI ENDER ÇOBANOĞLU | MESUT “PROOFHEAD” ÇİFTÇİ | AYSUN AKTUNA |MELİKE KOÇ DİLAY ÖZCAN | AHMET TÜRKAN | BERK KARLI | SETENAY AKSU | BATUHAN PALA LEVENT ÜSTÜNBAŞ | FURKAN ÜSTÜNBAŞ | DORUK DEMİRÜSTÜ | TUNAHAN SİL | DOĞUKAN IŞIK SAMET AYDİLEK | CAN DOĞAN | HASAN UKİL | UTKU TAN ÇAĞLAN | MELİS TATAR | ÖZLEM ÖZKAN SELİN ÖĞRETEN | ÖZLEM KALEMCİ | MEHMET ŞAMİL DAYANÇ | KEREM YENDİ REDAKSİYON KAPAK TASARIM/DİZGİ TEKNİK İŞLER
FURKAN ÜSTÜNBAŞ | SAMET IŞIKAY LEVENT ÜSTÜNBAŞ LEVENT ÜSTÜNBAŞ ÖMER ŞİAR BAYSAL
@GetikDergi @getikdergi getikdergi@gmail.com facebook.com/getikfanzin
2
TWITTER INSTAGRAM MAİL FACEBOOK
AH AGAH AH!
ÖYKÜ | EMRE ÜTÜKLER
A
rabesk ile b ir b ir i a r d ın a hal t er m i s al i y ük lenen g e r ç e k ü s tü a c ıl ar k ahr am an del i k anlılar ta r a fın d a n s ır tl anı l ı r k en “ Y ı k ı l m a d ı m ay aktayım!” d iy e g u r u r lanı y or duk . Y eş i l ç am i le o lmayaca k te s a d ü fle r ile m ut l ul uk l ar k i m i z a m an bölünü y o r d u k imi z am ans a bu böl ünen m u tluluklar m u tlu s o n la n ok t al anı y or du. K al p n a klinden y ılla r ö n c e e ş in in hay at ı nı k ur t ar m ak i çin eş ine ka lb in i v e r e n le r den t ut un “ N ’ ay ı r ! N o ’lam az s iz k a r d e ş s in iz !” e k adar geni ş bi r y el p a ze de ül k enin g e r ç e k lik a lgı s ı s ak at l anı y or du. H a yatın ac ı ge r ç e ğ in in iç in de ol an bi r ey l er i ç i n b u e lbette s o r u n d u , fa k a t o nl ar ı n ar dı ndan bi r d e g erçeklik a lg ıs ı b ilg is a y ar oy unl ar ı v e t el e v izyon ile iy ic e s a k a tla n a n nes l e Y eş i l ç am v e a ra b es k in etkis i ç o k d a h a k ö t ü ol du. B u nes l i n g e rçek lik le h iç b ir ilg is i k a lm adı . S os y al m ed y a d a k urm aca ö y le y a z ıla r a denk gel i y or um k i, istesem b u k a d a r k ö tü yaz ı y az am ay ac ağı m ı d üşünüyo r u m. He m a r a b e s k , hem Y eş i l ç am h e m de bi lg is a y a r o y u n la r ı ndan f ı r l am ı ş bi r y a zı kal em e a lma y a ç a b a la yac ağı m bur ada da. Ba kal ım ne k a d a r k ö tü y a z a bi l ec eği m ? K ahr a m a n ı mı m ı s o r u y o r s u n u z ? E l bet t e Samet … Bu öy le bir y a z ı k i bu y az ı da nor m a l hiç bi r o la y y o k tu r . İ ns anl ar y ür ü m e z uç ar; y a a ğ la r y a g ül er y a da öl ür … Po lis tarafında n mo lo to f k o k t ey l i y l e( ! ) öl dür ül en Sa met’in m e z a r ın ı z iy a r e te gel di m . R ahm et l i ç o k ac ı çekti y a , to p r a ğ ı b i l e k ar ar m ı ş ş i m di d e n , “Bir sul a y a y ım to p r a ğ ı, s us am ı ş t ı r f ak i r . ” d iye düş ündüm. Sa ğ ıma s o lum a bak ı ndı m . Ç eş m e ve bi don a r a d ım. Yü z m et r e ç apr az ı m da b ir çeşme gö z ü me iliş ti. Çe ş m ey e v ar dı ğı m da “Anton Fransuva Hayratıdır.” y az ı y or du. Bir bi dona s u y u d o ld u r u p , m ez ar ı na dök t üm , t op rak kabul e tme d i s u y u . T el ef ondan E m r e Ayd ın açtım b u n u n ü z e r in e , E m r e A y dı n eş l i -
ği nden bi r b a r d a k su yu zo r l a i çi r d i m . M e za r ın ay ak uc una o tu r u p kıkır d a ya r a k si g a r a tü ttü r m ey e baş l a d ım . Sa m e t ki m se d e n b i r şe y i ste y em ez di . N e p a r a i ste m i şti b i r i si n d e n b u g ü n e k adar , ne si g a r a . Be n i m se ta m te r si n e b i r şe y i s t em edi ği m i n sa n yo ktu r . Si g a r a ku l l a n m a sa m bi l e def al a r ca si g a r a i ste m i şi m d i r . Bi r se fe r i n d e S am et par a sızl ıkta n ve si g a r a sızl ıkta n kıvr a nı r k en y ol d a n g e çe n b i r i si n d e n b i r si g a r a i ste di m . A r dı nd a n Sa m e t’ i n ka r şısın d a o si g a r a yı pi s pi s t üt tü r d ü m . Sa m e t’ i n ça r e si z b a kışl a r ın ı hal a daha u n u ta m a m . Şi m d i d e p i s p i s si g a r a i ç m ey e başl a d ım . Bi r ya n d a n d a a çtım İb r a h i m E r k al ’ ı . E f ka r b a stı b e n i . Şa ka ta b i i g ü l m e kte n öl üy or um da ci d d i b i r ta vr ım d a yo k d e ğ i l . Gü v en K ı r aç , M a su m i ye t fi l m i n d e n fır l a yıp g e l se “ S am et nede n ö l d ü ? ” d i ye so r sa b a sa ca ğ ım ti r a dı . T opr ak b a şl a d ı a ğ l a m a ya . Bu n u n ü ze r i n e çı k ar t t ı m t üt ü n to h u m l a r ın ı e kti m to p r a ğ a , “ Fa ki r , t üt ünl er i ke n d i ye ti şti r si n d e p a r a ve r m e si n !” dedi m . B unl a r ı d ü şü n d ü m d e Sa m e t’ i n e km e k t en, bi ç m ekte n , to p l a m a kta n a n l a m a d ığ ın ı b i r an bi l e düşü n m e d i m . Ka zm a yı to p r a ğ a vu r u p , t ohum l ar ı bi r b i r b ır a ktım . Bi r d e g ü ze l su l a d ım . Z at en m eza r d a n fışkır a n g ö zya şl a r ı d a tü tü n ü k ol ay büy ü tü r d i ye d ü şü n d ü m . Gö zya şl a r ı i çi n pl ay l i s t de h a zır l a m ıştım . Em r e Ayd ın , C e m Ad r i an, A y na , H a l u k L e ve n t… Bu sır a d a si g a r a m da bi t t i t abi i . M e za r ta şın a b a stım Sa m e t’ i n … Ü ç gün s onr a m ü zi kl e b a ş b a şa b ır a ktığ ım m e z ar i l e t üt ü n to h u m l a r ın ın ya n ın a g i tti m . M e za r ı k az m ay a b a şl a d ım . Sa m e t’ i ya ttığ ı ye r d e n çı k ar t t ı m . T o h u m a ka çm a m ıştı h e n ü z. Asl ın d a S am et ’ i n ö l d ü ğ ü fa l a n d a yo ktu . Agah ’ ın ta v s i y es i ne uym u ş se vg i l i si Sa m e t’ e d ö n sü n d i ye di r i di r i t op r a ğ a g ö m m ü ştü k. Sa m e t’ i d i r i d i r i t opr ağa göm e r ke n e ski se vg i l i si n i n h a n g i r a s y onal i t ey e d a ya n a r a k Sa m e t’ e g e r i d ö n e ce ğ i n i i s e düş ünü p d ü şü n m e d i ğ i m i zi l ü tfe n so r m a yın . N ey s e s or an l a r a “ Aşkta n ö l d ü .” ye r i n e m o l o t of k ok t ey l i yl e ö l d ü d e d i k. Be l ki b a şka b i r kız S am et ’ i n d i r e n i şi n d e n e tki l e n i r d e Sa m e t’ e a b a y ı y ak ar di ye ya p tık b u n u . Ya n ın a i ki ü ç g ü n d e bi r uğr ay ı p ye m e ğ i n i su yu n u g ö tü r ü yo r d u m Sa m et ’ i n. O i se a yr ıl d ığ ı se vg i l i si m e za r ın ı zi ya r e t eder um udu yl a m e za r ın i çi n d e n çıkm ıyo r d u . Ak l ı nc a t üm p l a n ı b e r b a t e tm e kte n ko r ku yo r d u . Bu y üz den de si g a r a i çe m i yo r d u . Be n d e ka r şısın a geç i p t üt t ü r d ü kçe tü ttü r ü yo r d u m . Be kl e d i kçe ke der i ar t an Sa m e t’ e se r u m n i ye ti n e İb r a h i m Er ka l v er i y or , y a r a sın a tu z b a sıyo r d u m . H ü n g ü r h ü n gür ağl ı y or a ğ l a d ıkça d a to p r a k su ya d o yu yo r du. A nt on Fr a n su va h a yr a tın d a n d o l d u r u p d ö k t üğüm s uy u to p r a k b u yü zd e n ka b u l e tm i yo r d u . A h A g ah A h! N e iş le r a ç t ın ba ş ım ıza . 3
NEREDEYSE YALAN NEREDEYSE HAKİKAT ÖYKÜ | MUSTAFA DUYMUŞ
E
vimde oturmuş, aç karnımı ne ile doldursam diye düşünüyordum. Talihin benden yana olmadığı zamanlardı. Yere yüzüstü uzandım ve öylece durmaya karar verdim. Yüzümü ve bedenimi herhangi bir yere bırakınca, daha iyi hissedecekmişim gibi bir hisse sahibim ve bunu bir insanın, bir insana neden sarıldığına eşdeğer olarak görüyorum. Aslında çokta anlamsız değil bu davranışım. Beş on dakika kadar kollarımı kullanmadan bile olsa yere sarıldıktan sonra bundan sıkıldım. Dolaba doğru ilerledim, bulduğum iki yumurtayı kırıp iyice çırptım. Ocağın altını yakıp güzel bir omlet yaptım, içine beyaz peynir ve kekikte koydum. Bir an bile duraksamadan onu öylece tavada bırakıp dışarı çıktım. İhtiyacım olan şey besin değildi ve açlık çektiğimde guruldayan karnımın belki de besinden fazlasına ihtiyacı vardı. Sokak sokak gezdim, ihtiyacım olan şeyi düşündüm. Kesin sonuçlara varamadıysam da eksikliğini duyduğum şeyin şevkat olduğuna kanaat getirdim. Seçim yapmadan herhangi bir sokağın, herhangi bir kaldırım taşına oturdum. Kısmen parçalanmış ceketimin cebine elimi atıp bir parça peçete çıkardım, önüme koydum ve bacaklarımı uzatıp uzandım. Kısmen ıssız bir sokaktı. Yaklaşık üç saat boyunca uzandım, gözlerimi hiç açmadım. Uyumuş bile olabilirdim. Önüme dönüp baktığımda peçetenin üzerinde yaklaşık on sekiz lira vardı. 4
Gülmekten kendimi alamadım ve parayı cebime koyup sokak sokak yürümeye devam ettim. Aynı şeyi seçmeksizin birçok sokakta tekrarladım, gece olmak üzere iken cebimde yetmiş dört lira olmuştu. Buna inanamıyordum. Hayatımı sokakta uzanıp kendime ait düşüncelere dalarak geçirebileceğimi düşündüm.İnsanın hiçbir şeye ihtiyacı olmadan ve hiçbir şey yapmadan devam edebileceğine o anlarda inanmıştım. Günlerce tekrarladım bu davranışımı. Rahattım ve uzandığım taş parçasından geçimimi sağlıyordum. Ağzını bile açmadan dilenen ve kazanan insanları şimdi anlıyordum. Diğer dilencileri siktir edin. Emin olun kokan nefesleri içinde boğulmalarını tercih ederim. Dilenmiyordum bile. Sadece uzanıp düşüncelerime bırakıyordum kendimi. İster acı çekeyim, ister mutlu olayım isterse kaybolayım ve insanlar hakkımda ne düşünürse düşünsün. Umrumda olan tek şey evde sarhoş olunca ağzına kadar dolu bir küllüğü yere düşürüp düşürmeyeceğimdi. Genellikle düşürüyordum ve kahkahalar içinde kendimi yerden yere atıyordum. Bir gün kaldırımın birine uzanmış, düşüncelerimin beni mahvetmesine olanak sağlamışken güneş tam çaprazımdan kapalı olan gözkapaklarımı aydınlatıp yakarken, bir kadın yanıma sokuldu ve dürtüp o müthiş sıcak düşüncelerimden beni ayırdı. Gözlerimi kırpıştırırken ben, elimi tutup; ‘’Haydi kalk yıkanmak gerek.’’ dedi. O an haftalardır duş almayı unuttuğumu fark ettim. Aslında kirli olduğumu düşünmüyordum. Uykudan yeni uyanan bir insan ifadesiyle; ‘’Tamam hadi gidelim.’’ dedim. Yedi sokak geçtik ve ilk sağa döndük. Sokağın adı yükselendi. Binanın ya da dairenin numarasını hatırlamıyorum. Yürüdüğümüz sokaklar boyunca elimi tutmaktan çekinmemişti ve sürekli bir insanın en büyük ihtiyacının temiz olmak olduğunu aksi halde o insanın sağlıklı düşünemeyeceğine dair bir şeyler anlatmıştı. Ben ise tek kelime etmemiştim. Beni ölüme bile götürse hiçbir şeyin umrumda olmadığını fark etmiştim kendimde. Dairesine çıkıp içeri girdik ve olduğum gibi kendimi bulduğum ilk kanepeye bıraktım. Sanki, sarhoş sevgilisine fedakarlık gösteren bir kadın gibi sokulup ayakkabılarımı çıkardı. Bunu nerden bildiğimi sormayın bile. İnanması güç ama gerçekten acının hakim olmadığı anaç bir gülümsemesi vardı. Uzandığım kanepeden büyük uğraşlarla kaldırdı beni, üstümde ne varsa -buna donum da dahil- çıkardı. Hiçbir ereksiyon yaşamadan soluğu sıcak suyun altında aldım. Elime bir duş bezi ve sabun tutuşturup iyice her yanımı ovalamamı istedi. Bu dediklerini yapamayacağımı söylediğimde, kızacağına neredeyse eminken sabunu ve duş bezini eline alıp boynumdan taşaklarıma ve ayaklarıma kadar köpürttü. Dizlerinin üzerine çökmüşken dönüp bana 'seni pisliğinden arındıracağım' dediğini hatırlıyorum. O an düşüncelerimin bir kısmından beni kurtaracağına inandım. Nedense düşüncelerimin üzerime yapışmış birer pislik olduğunu hissettim. O sırtımı keselerken ben kirli düşüncelerimi keselediğine neredeyse inanmıştım. Neredeyse. Temizlenme kısmı sona erdikten sonra bana küçük bir havlu verdi ve kurulanmamı istedi. Kurulanırken gözlerimi kalçalarına diktim. Gerçekten iriydiler; bir erkeğe hayal kurdurabilecek türden. Üzerimde olan kıyafetlerimi giymeme izin vermeyip eski erkek arkadaşlarından kalan birkaç şeyi üzerime geçirmemi istedi. Diretmeden kabul ettim ve giydim. Benden çok daha uzun, cüsse sahibi olduklarından emindim. O kıyafetlerin içinde kendimi on dört yaşında bir velet gibi hissetmiştim. Beni karşısında gördüğünde umutsuz hissedeceğini düşünsem bile tam aksine güleç bir yüzle 'yanıma gel' dedi. Gittim. Anlam veremediğim bir şekilde uzun uzun sıkı sıkı sarıldı bana. O an kendimi yere uzanmış halimden çokta farklı hisset-me-dim. Kendimi kanepeye tekrar bıraktım, yüzümü ona dönüp; ‘’Sen iyi kalpli ve iri götlü kocaman bir eksisin ve dünya eksi işareti ile dolu.’’ dedim. Bunu neden söylediğimi ise bilmiyorum, hissetmekle alakalıdır muhtemelen. Yanıma gelip göğsümün dibine oturdu, tıpkı hastanede sedyede uzanan bir insan gibi hissettim kendimi. Saçlarımı eline alarak 'buradan bir an önce gitmeni istiyorum' dedi. Gözlerine baktım, gözlerime baktı. Ayakkabılarımı giyip kokmuş kıyafetlerimi alarak kısmen kurumuş, kısmen uzun saçlarımla kendimi yeniden sokağa attım. Evimin yolunu tuttum ve eve vardığımda onun o muhteşem kıçını hayal ederek otuz bir çektim. Paganini'ye yüklenmeye karar verdim ve Pollock' u düşündüm. Ucuz ama kaliteli ölümsüzlüğün keşfini alkol ile sunuyordu, samimiydi Pollock. Hiçbir davranış ve hiçbir şey, yüklemeye çalıştığımız o anlam kadar anlamlı değildi bu hayatta. Bu sefer elime patlatırken büyük bir çığlık attım. Anlam, o çığlıkla kendini tamamlayabilmişti. Ertesi gün sokağa çıktığımda önüme açabileceğim tek bir peçetem olmadığı fark ettim. Bende gidip bir iş buldum kendime ve o günden beri neredeyse her gün büyük bir şişe şarap içiyorum. NEREDEYSE… 5
AGA CİNAYET VAR!
YAZI | EMRE SÜZER
E
ğer diğer yazılarımın takipçisiyseniz,çocukluğumda önemli yeri olan beni etkilemiş şeyler hakkında yazdığımı farketmişsinizdir. Bunlardan belki de en önemlisi polisiye edebiyattır. İlginç bir şekilde polisiye edebiyata ilgimin önemli sebeplerinden biri sıkıcı ödev ve derslerden kaçıp vakit geçirecek bir şeyler okuma isteğimdi. İlk aldığım kitapta bunun paralelinde Sherlock Holmes’un Kızıl Dosya adlı kitabı oldu. Kitabı elime ilk alışımı ve kitaptan aldığım hazzı hala hatırlarım, ilk kez işte bu kitap sayesinde polisiye edebiyatla ve dahi dedektif Sherlock Holmes ile tanışmıştım. Kitaptan aldığım zevkle Sherlock Holmes’un diğer kitaplarını almaya ve içinde Sherlock Holmes geçen her şeyi takip etmeye başladım öyle ki hayatımda hiç gazete kuponu toplamamış ben 50 kupon toplayıp bütün Sherlock Holmes külliyatına sahip olmuştum. Bir süre sonra polisiyenin içine daha çok girmek istedim ve yeni yazarlar keşfettim. Bu tanıdığım yazar hepinizin bildiği Agatha Christie oldu. Agatha Christie’den sonra benim altın polisiye çağım başladı diyebilirim. Bunu dünyadaki ve Türkiye’deki diğer yazarlar takip etti. Ben bir polisiye hayranı haline geldim. Behzat Ç daha dizi haline getirilmemişken ‘’Her Temas İz Bırakır’’ ı Ankara’dan getirdiğimi de belirteyim. Bu yazının size, polisiye okumak isteyenlere bir yol olmasını istiyorum ve beğendiğim kitapları size de aktarmak istiyorum. İşe Türk polisiye edebiyatından bakarsak genel kanının aksine Türk edebiyatı polisiye türünde çok iyi örneklere sahip. Bunun başında bu edebiyata büyük emek harcamış usta yazar Ahmet Ümit geliyor. Türk polisiye romanı okumaya Ahmet Ümit ile başladım ve kitaplarından çok büyük keyif aldım özellikle belirtmemde fayda var Ahmet Ümit’ in ‘’Beyoğlu Rapsodisi’’ okuduğum en iyi kitabı diyebilirim ama ne yazık ki Ahmet Ümit sevdam büyük bir düşüş sergiledi. Açıkçası ustanın yeni kitaplarını beğendiğimi söyleyemem. Ahmet Ümit’in en iyi kitaplarını sıralayacak olursam benim nazarımda 1. Beyoğlu Rapsodisi, 2. Patasana, 3. Kavim şeklinde 6
bir liste yapıp bu kitaplarını şiddetle tavsiye ederim. Ahmet Ümit’ten bahsettikten sonra diğer beğendiğim Türk polisiye edebiyatı yazarlarına geçebiliriz. Beni tanıyanlar kimden bahsedeceğimi anlamıştır. Bu isim tabii ki Emrah Serbes. Emrah Serbes’e olan saygımı ve sevgimi başka bir sayıda yazmak istediğim için uzun tutmayacağım ve Emrah Serbes’in polisiye bazında 2 kitabını önereceğim bunlar ‘’Son Hafriyat’’ ve ‘’Her Temas İz Bırakır’’ bu iki kitapta Behzat Ç hikayeleri, Behzat Ç fanlarının bu kitapları okumamasını büyük bir kayıp olarak gördüğümü belirtmeliyim. Biraz daha eskilere gidersek Peyami Safa’nın,’’Server Bedi’’ mahlasıyla yazdığı ‘’Cingöz Recai’’romanlarını da edinip okumanızı öneririm. Bu kadar Türk polisiye yazarından bahsetmişken Celil Oker’i ve Alper Canıgüz’ü atlamak olmaz. Ne kadar diğerleri kadar isimleri bilinmese de Celil Oker ve Alper Canıgüz de polisiye olarak iyi eserler vermiş durumdalar. Celil Oker’in ‘’Kramponlu Ceset’’,Alper Canıgüz’ün ‘’Oğullar ve Rencide Ruhlar’’ını şiddetle tavsiye ederim. Benim Türk Polisiyesi hakkında bahsedeceklerim bu kadar. Tabi ki daha derin bir araştırmayla kıyıda köşede kalmış güzel polisiye romanlar bulabilirsiniz. Dünya edebiyatına gelecek olursak hepimizin Sherlock Holmes’u ve Agatha Christie’yı bildiğini varsayıp diğer önemli bir yazardan bahsetmek istiyorum. Fransız yazar Jean-Christophe Grange yazdığı polisiye kitaplarında kullandığı ayrıntılı cinayet tasvirleri biraz mide bulandırsa da türünde çok başaralı kitaplara sahip bir yazar. Grange’ın ise şiddetle önereceğim kitapları; ‘’Leyleklerin Uçuşu’’, ‘’Kızıl Nehirler’’ ve ‘’Siyah Kan’’. Size ilk onumu yapıp yazıyı sonlandırmak istiyorum: 1. Emrah Serbes - Son Hafriyat / 2. Ahmet Ümit - Beyoğlu Rapsodisi / 3. Emrah Serbes - Her Temas İz Bırakır / 4. Agatha Christie - On Küçük Zenci / 5. Sherlock Holmes - Baskerviller’in Köpeği / 6. Jean Christophe Grange - Kızıl Nehirler / 7. Alper Canıgüz - Cehennem Çiçeği / 8. Agatha Christie - Doğu Ekspresinde Cinayet / 9. Agatha Christie - Nilde Ölüm / 10. Celil Oker - Kramponlu Ceset
YAZI | GÜNEŞ KOÇ
Göz kamaştıran bir güzelliğe sahip olan Aphrodite (venüs), güzellik tanrıçasıdır. Krons, babası Uranos’u devirirken bir orakla babasının cinsel organını kesmiş ve denize atmış. Uranos’un denize düşen cinsel organından döllenen denizin köpüklerinden doğmuş Aphrodit. Bir bahar sabahı Kıbrıs adası kıyılarına birden köpüren beyaz bir dalga vurmuş, dalga çekildiğinde kıyıda kalan deniz kabuğunun kapağı açılmış ve içinden güzeller güzeli Aphrodit çıkmış. Kumsalda yürüdüğünde bastığı her yerden rengarenk çiçekler çıkarmış. Zaman tanrıçaları olan Horalar onu karşılamışlar, vücudundaki tuzlu deniz suyunu iyice temizlemişler, uzun saçlarını örüp başını altın bir taçla süslemişler, üzerine tülden süslü elbiseler giydirip, boynuna kıvılcımlar saçan kolyeler takmışlar. Daha sonra onu alıp Olympos’a çıkarmışlar. Olympos’taki tanrılar bu güzeli görünce hayranlıklarını gizleyememişler. O günden sonra Aphrodite güzellik ve aşk tanrıçası olarak Olymposta diğer tanrı ve tanrıçalarla birlikte yaşamaya başlamış. Aprodite güzelliği ile sadece tanrıların değil insanlarında gönlünü fethetmiş. İnsanların kalplerine sevgi ve aşk tohumları serpiyor onlara neşe ve sevinç veriyormuş. Diğer yandan kimi zaman bu neşe ve sevinç aşk acısına da dönüşebiliyormuş. Güzelliğinden mi bilinmez karmaşık bir aşk hayatı varmış. Aphrodit ölümlü ve tanrı bir çok kişiyle birlikte olmuş ancak sadece tanrı Hephaistos ile evlenmiş. İstemeden
Birth of Venus-Sandro Botticelli 1486
VENÜS
yaptığı bu evlilikte kocasını Ares ile aldatmış. Ares ve Aphrodit gizli gizli buluşurlar ve gün doğmadan ayrılırlarmış. Bu yasak ilişkiden Phobos(korku), Deimos(dehşet) ve Harmonia(uyum) doğmuş. Bir gün Güneş onları görmüş ve kocası Hephaistos’a haber vermiş. Buna çok sinirlenen Hephaistos intikam planları yapmış ve tuzak kurmuş. İki sevgili tüm bunlardan habersiz Hephaistos’un hazırladığı tuzağa düşmüşler ve ağın içinde kıskıvrak , çırılçıplak yakalanmışlar. Kıskançlıktan gözü dönen Hephaistos bütün tanrılara haber vermiş ve onları bu vaziyette rezil etmiş. Diğer tanrıların yardımıyla ağlardan kurtulan Ares , Güneş çıkmadan Trakya eteklerine çekilmiş. Çok utanan Aphrodit ise Kıbrıs’a kaçmış. Aphrodit’in diğer bir sevgilisi de Hermesmiş . Tanrı Hermes tanrıların en hızlısı , en kurnazı sayılırmış. Bu beraberlikten çift cinsiyetliliğin ilk örneği Hermaphroditos doğmuş. Bunun yanı sıra Adonis ve Ankhises ile ilişkileri varmış. Frigya prensesi kılığına girerek ilişki kurduğu Ankhises'ten olan çocuğu Aeneas ve diğer bir başka tanrı çocuğu Eros en ünlü çocuklarıymış. Güzel tanrıça gücünü sadece insanlar ve tanrılar üzerinde göstermezmiş, o tüm tabiata söz geçirebilirmiş. Tek bir tatlı bakışıyla kudurmuş dalgaları sakinleştirir, nefesi ile deli gibi esen rüzgarları dindirirmiş. Yeryüzünde her şeyi o diriltir, o canlandırırmış.Kurumuş çiçekleri tekrar canlandırır, dünyayı süsler, güzelleştirirmiş. 7
SESSİZLİĞİN ANATOMİK DAĞILIMI
ÖYKÜ | SAMET IŞIKAY
Uyuyamadığım gecelerin sayısı oldukça artmıştı. Bazı geceler yürüyecek halim kalmayacak kadar kendimi yoruyor karşılığında ise deliksiz bir uyku düşlüyordum yalnızca. Fakat yastığıma gömdüğüm vakit başımı, bir odun parçası ağırlıyordu başımı. Bu da yetmezmiş gibi yıllardım uykularıma eşlik eden yatağımın boğazından yanlışlıkla geçmiş bir yemek artığıymışım gibi beni öğürdüğünü hissetmek, canımı sıkıyordu. Bu öğürtünün sesini duyuyordum. Duyduğum ses bana yaşlı bir kadının can çekişmesini andırıyordu. Tavanda ise çürüyüşün o köpüklü kokusu vardı. Islaktı tavan, su damlacıkları oluşmuştu. Ben sıkışıyorum dostlarım. Seyretmeyi çok sevdiğimiz o vinç kadar ağır bir şeyler taşıyordu içim. O vinç devriliyor, ben sendeliyordum. Adımlarım bir ileri iki geri gidiyordu. Gücüme gidiyor dostlarım; yürüyememek. İçimde taşıdığım o ağır şey, her yerimi kaplamış sızlatıyordu. İçimi çevreleyen yaralarım, pansuman dışında elinizden bir şey gelmeyen yaralarım, içimdeki coğrafyayı oluşturuyordu. Adımlarım kısa ve yavaş, direniyordum. Ne zaman bir köşe başına ulaşsam, ağzıma kan tadı geliyordu. Dönüp yeni bir sokağa koyulmak korkutuyordu beni. Mazgallar vardı o sokaklarda; yıllarca kül tablası olarak kullandığım mazgallar, şimdi beni ürküten o mazgallar. O köşe başını zorlukla dönmüştüm. Yan yana dizilmiş binalar, binaların kucaklarında balkonlar vardı. Balkona asılmış kurumayı bekleyen çamaşırlar bana el sallıyorlardı. Solumda kalan eski binanın içine idrarını akıttığı o mazgalı görmüştüm. Usulca yanaşıyordum mazgala doğru. Bu esnada dizlerim titriyor, dişlerim birbirine çarpıyordu. Beni oluşturan parçalarım yavaş yavaş bedenimden kopuyor, sağa sola savruluyordu. Dağılıyorum ben dostlarım. Mazgalın önüne geldiğimde içinde bana o aralıktan bakan şey; kalbimdi. Kalbim bu eski binanın hemen önündeki o mazgala sığınmıştı. Eğer biraz bilince sahip olsaydı atmaktan vazgeçerdi. Fakat direniyor aralıktan balkondaki çamaşırları seyrediyordu. Dağılım başlamıştı, bunu iliklerime kadar hissediyordum. Bedenimde boşluklar oluşuyordu. Saydamlaşıyorum ben dostlarım. Bu durumda hafiflemeyi beklerken, tam aksine daha ağır bir hal alıyordu içimde taşıdığım şey. Yürümeye karşı olan direncim gittikçe azalıyordu. Bir öksürük almıştı beni. Senkronize sesler çıkartıyordum. Bu esnada ben bir tütün sarmış, mazgalı geride bırakmış, bir köşe başına yol alıyordum. Akciğerlerimi, en azından bir tanesini kusacağımdan korkuyordum. Tütünümün dumanıyla doldurdukça ciğerlerimi, gürültü kesiliyor biraz daha uysallaşıyordum. Ağlayan bir bebeğe emzik vermek gibiydi, ben derin bir nefes aldıkça içime, sesi kısılıyordu ciğerlerimin. Başımı usulca kaldırdığımda, gördüm onları. Ben kustuğumu hatırlamıyorum. Fakat bir çift ciğer el ele tutuşmuş süzülüyordu, sardığım tütünün dumanı peşinde. Az ileride bir ev vardı; yıkık dökük. Dışarıdan içerisi görünüyor; ortasında bir soba, duvarda büyük bir tablo, tablonun önünde kırmızı bir koltuk. Kırmızı koltuğun üzerinde karaciğerim; mavi bir battaniyeye sarınmış siroz olmanın peşinde. Dağılıyorum ben dostlarım. Burnum ise geçmiş kokuların peşinde. Sizin de olmaz mı öyle hiç? Bir sokağın kokusu, babaannemin tahta bavulunun içine sokar beni. Adını dahi bilmediğim bir çiçeğin kokusu, çocukluğum tüter. Geçen kıştan kalan montumdan çıkan tütün kırıntılarının kokusu, terleyen avuç içimin kokusu ve hatta bazen dölümün o hüzünlü kokusu; gençliğimin en güzel zamanlarının kokusudur. Burnum benim, en dirençli ortağım. Kulaklarımı bıraktığım yeri hatırlamıyorum. Hatırladığım; eskisinden daha az duyuyorlardı. Aşina seslere karşı eşiğini yükseltmiş, onları algılamaya gerek duymuyordu. Kulağım; dört harf, iki hece nota dökümü. Bakın şimdi hatırladım dostlarım; boşlukta yayılan sesi sinerse bir ağaca diye, bir ağaç topluluğu içerisinde barksız dolanır kulaklarım benden gittiklerinden beri. İçimdeki boşluklar azımsanmayacak kadar çoğalmış, diğer taraftan içimde taşıdığım o şey ise beklemediğim kadar ağırlaşmıştı. Tüm hücrelerim şehrin ara sokaklarına dağılmış, becerebilenler kendini gördüğü köşe başına çiviliyordu. Geri kalanlar ise sokaklarda caddelerde insanların bastıkları zemini yumuşatıyor, onlara bir an olsa da plajda yürüme hissi veriyorlardı. Fakat her adımlarında yüzlercesi yok oluyordu. İçimde taşıdığım o ağır şey; bu sessizlikti. Saydamlaşmıştım, insanoğlu içimden geçiyor, fark etmiyordu beni. Geriye boşluklarımı delen damarlarım kalmıştı, görüyordum onları. Havası alınmış bir lastiği andırıyorlardı. Ruhumu çepeçevre sarmış, sıkıyorlardı. Ruhum sıkışıyor dostlarım. Sonrası soğuk, çok üşüdüm, üşüyorum. Üşümek; sevdiğim kadını evine bıraktığımda dönüş yolunda edindiğim bir alışkanlıktı. Şimdi de uyuyamadığım gecelerin birinde çok üşüyorum. Ve şimdi bu sessizlikte, benim duygularım sözcüklerimin üzerinde kalıyor. 8
EVET EVET!
GÜÇ YENIDEN YÜKSELIYOR! YAZI | AYKUT ÇAKAR
“Mutlaka görmeli Aralık 17’de bu filmi” üstat Yoda olsaydı kesinlikle böyle derdi. Evet Star Wars
hayranlarının on yıllık özlemleri 17 Aralıkta serinin son filmi olan “The Force Awakens” ile son bulacak. İnsan gerçekten merak etmeden duramıyor. Ön gösterime gidemeyecek olmam da güzel okulumun o tarihte vize koymasıdır. Okulum hakkımda şu an içimden gerçekten de çok güzel cümleler geçiyorum tahmin edebiliceğiniz gibi. Son filmin konusu nedir? Karakterler kimlerdir? Bu tür konuları inanın ki bilmiyorum ve bilmek dahi istemiyorum. Bilirsem eğer; filmin tüm sürprizi kaçıcakmış gibi geliyor. Ama bildiğim şeyler var ki; bir Star wars hayranı olsanız da olmasınız da, sizi şaşkınlık içerisinde bırakabilecek türden şeyler. Bu yazımda da sizlere 7 adet Star Wars hakkında bilinmeyen bilgiler vereceğim. Neden 7 adet dediğinizi duyar gibiyim, bunun sebebi ise çıkacak olan filmin 7. film olmasıdır. Bir nevi saygı olarak da bunu böyle algılayabilirsiniz. Fakat ben daha fazla bilgi bulmak istiyorum derseniz, biraz araştırma yapmanız gerekebilir. Sadece benim yazımı okuyarak sosyal ortamınızda hava atmayın derim ben. Araştırın ve havanızı öyle atın. Fazla dağıtmadan isterseniz 7 maddemize başlayalım. 1-Toplam olarak 82 adet video oyunu bulunmaktadır. Benim gibi bir oyun bağımlısı olarak tek bir isim altında gerçekten bu çok fazla oyun demektir. Bunların 25’i film oyunu yani konusu filmle aynı , 57 ise orjinal oyun şöyle açıklamam gerekirse basit örneklerle, Stormtrooper olabildiğiniz ya da filmdeki uzay gemilerini uçurabildiğiniz oyunlardır. 2-5,6,7 serilerinin kahramını Luke Skywalker’ın yaşadığı gezegenin adı Tatooine Fas da bir şehrin adıdır. 3-Darth Vader serinin ilk filminde sadece 12 dakika gözüküyor. Bunu okurken biraz sessiz okuyun ne olur ne olmaz her an force choke(güç boğması) ile boğulabilirsiniz 4- Filmlerde tabikide 70’lerdeki üçlemeden bahsetmek daha doğru olacak kullanılan özel efekt araçları arasında patates ve ayakkabı bulunuyordu. Ne için kullandıklarına gelirsek asteroid olarak kullanıyolardı. Bütçe az verilmiş olsa gerek. 5-Filmin yapımcısı Star Wars ismini beğenmemiş ve ismin değiştirilmesi için yarışma düzenlemiş olsada isim aynı kalmıştır. Acaba bu bilgiyi duyduktan sonra yapımcıyı gören veya duyan olmuş mudur? 6-Bu bilgi gerçekten benim çok hoşuma giden bir bilgidir. Yazmadan önce bunu belirtmek istedim okuyunca zaten anlayacaksınız neden olduğunu. Hayranları tarafından Jediizm adlı bir din bile kurulmuştur. Evet yanlış duymadınız bir din. Dini inançlarını yerine getirme şekilleri nasıldır bilmem ama bir Jedi olmak gerçektende havalı olmaz mıydı? 7-1978-1986 yılları arasında tam olarak 250 milyon adet oyuncak hayranları tarafından satın alınmıştır. Gerçekten inanılmaz bir rakam bana göre. Hatta bir ara Bim’de satılan figürlerden şu an evimde 4 adet vardır. Star Wars sadece 6 filmden oluşan bir film serisi değil. Kendi içerisinde filmin geçen dönemin öncesini ve sonrasını anlatan alt dizilerden tutun çizgi romanlara çizgi dizilere kadar bir çok evren barındırıyor. Ben sadece 6 filmi izlemiş biri olarak sizlere bu 7 bilgiyi verdim ve umarım gelecek olan filmi sinema da izlerken bu bilgileri hatırlayıp bana da bir selam çakarsınız. Geçmesi güzel bir ay umuduyla. 9
HANGİYolcusu YOLUN YOLCUSUSUN? Hangi Yolun ÖYKÜ | FURKAN UZUN ‘’Kendi yolunda yanlış gitmek, başkasının yolunda doğru gitmekten iyidir.’’ Fyodor Dostoyevski
G
idilecek yerler olduğu sürece yolculuklar anlamlı. Fakat artık varmak istemiyorum. Varılan her yer, bir sonraki yolculukları peyda ediyor. Yorgunum. Hoş, terminaller insanların birbirine en çok yaklaştıkları yerler. Tren, otobüs ya da uçak hiç fark etmiyor. Sonuçta herkes bir yolun yolcusu ve en çok yolculukta birbirlerine yaklaşıyorlar. Rötar yapmaya ya da yolda kalmaya dursun bütün yolcular adeta kırk yıllık devrimciymiş gibi anında bir oluveriyor. Bu hikayede olduğu gibi. Müşterinin her zaman haklı görüldüğü bir ülkede insanların devrimcilik damarı para ödedikleri zaman kabarıyor. Başka türlü herkes anarşist, herkes öcü. Zifiri karanlığın dört bir yanını sardığı otobüsün yolu aydınlatan farının önüne tünemiş onlarca insan var. Sırt sırta vermişler de yardımlaşma derdindeler. Herkes telaşla parmağının ucuna gelen numarayı tuşlamaya çalışıyor. ‘’Kodumun telefonu çekmiyor dağ başında.’’ Daha uzun bir süre burada kalacakmışız gibi gözüküyor. ‘’Ya dayı ver şu telefonu allah aşkına.’’ Hiçbir aramaya karşılık verilmiyor. Bütün çabalar yersiz. ‘’Yahu teybi falan açın da bari keyfimizi bulalım be ya.’’
E
n dar zamanda bile keyif çatabilmek önemli. Benimse hiç tadım yok. Uzakta karanlığa bulanıp farın ötesinde yüzleri aydınlanan yolcuları izliyorum. İnsanlar en çok yolculuklarda birbirine yaklaşıyorlar dedim ama benim kim olduğumu bile bilmiyorsun. Belki bu yolun yolcusu bile değilim. Yazarın kaleminin ucundan sarkan sıradan bir üçüncü tekil şahıs olabilirim. Bugün tadım da yok dedim ya işte, kendi ağzımdan konuşacağım. Yazar da boşvermiş belli izin veriyor. Anladım, ikna olmadın. Merak hiç bastırılamıyor değil mi? Baksana şimdi bütün merakını hikayenin kurgusundan çekip kendi üzerime aldım. Fakat bunlar hiç önemli değil. Tıpkı telaşla telefondan birilerine ulaşmaya çalışan şu yolcuların eylemlerinin hiçbir ehemmiyetinin olmaması gibi. Teknolojinin çaresiz kaldığı dağ başında tek başımıza yalnızız. Otobüsün motoru bilinmeyen bir arızadan dolayı durmuş. Hava serin. Kulaklarımıza çok uzaktan uluyan hayvanların sesi ilişiyor. Sigaramı körüklüyorum. İçim ısınıyor. Elim cebime, telefonuma gidiyor. Evet sinyali yakaladığımı biliyorum. Şans durduk yere yüzüme gülüyor. Fakat ben kimsenin yüzüne gülmüyorum. Umrumda değil. Kendimi buraya ait hissediyorum. 10
K
eşke hep yolda kalsak. Zaten terminalde göz göz geldiğim şu yıpranmış ama bir o kadar mütevazi görünen kızın da nereye gittiğini iyiden iyiye merak ediyorum. Acaba şehre vardığımızda hangi sokakları dolduracak? Kendisine kafamdan bir hikaye uyduruyorum. Üniversiteden yeni mezun olmuş. Ailesinin yanına dönüyor. Belki de nişanlısını ziyaret edecek. Hasta birine yardım etmeye gidiyor da olabilir. Bakışları ne kadar da puslu öyle. im bilir, otobüs hiç yolda kalmamış da yol kenarında hacetimi gidermemi bekliyor da olabilir. Kafamdan uydurduğum hikayeleri yol boyunca düşlüyor da olabilirim. Belki de bütün bu düşündüklerim aracın penceresinden dışarıyı izlerken aklıma gelmiştir. Zaten insan artık yalnızca kendiyle baş başa kaldığında düşünebiliyor. En yalnız olduğum zamanlar yolculuklar değil mi? Hayat, otobüs penceresinden bir film şeridi gibi akıyor. Kendi kendime düşünüyor, pencereden yansıyan buğulu hayatı düşlüyorum.
K
N
eden sonra teybin sesi dağ başını dolduruyor. Kamuran Akkor’un efsunlu sesi hepimizin üzerinde. Telefonun bir işe yaramadığını düşünenler müzik kulaklarına iliştiği anda ceketlerini ilikleyip omuz hizasında otobüsün yanına diziliyorlar. Şimdi hepimiz yan yana dizilmişiz. Tanımadığım birine sigara uzatıyorum. Sonra da kibritimi tek çakışta tutuşturup, sigarasını yakıyorum. Teşekkür ediyor. Bu yolun yolcusu değil gibi. Üzerinde bir eğretilik var. Elimdeki hayali kadehi kaldırıp kendisine doğru sallıyorum. Gülümsüyor. ‘’Afiyet olsun’’, diyor. Gözlerinden anlıyorum. ‘’Heyt be ne de güzel söylüyor.’’ Söylüyor tabi. Tam da bu âna uygun. Bir ateşe attın beni. Alev alev yaktın beni.
G
öz göze geldiğimiz kız mevcudiyetimin farkında değil. Belli üşümüş de otobüsün içine girmiş. Montuna sımsıkı sarılmış, başı cama dayalı. Dışarıya baksa zifiri karanlıkta yalnızca yan yana dizilmiş adamların tellendirdiği sigaralarının turuncu korunu görecek. Ateş böcekleri gibi. Hiç bu tarafa bakmıyor. Kamuran bağırıyor ama onun gözleri yavaşça kapanıyor. Bir kez daha alev alev diyor. Dedikçe dağ başı daha bir ısınıyor. Otobüs şoförü de yanımıza gelmiş. Sigarasını avcunun içine gömmüş de kırk yıllık derbeder gibi acımasızca içine çekiyor. Şarkı daha fazla alevlenince dayanamayıp konuşmaya başlıyor, ‘’Tükürdüğümün arabası bu halde yola çıkmaz dedim de dinletemedim.’’
M
üşteri memnuniyeti için çabalayan kurumsal düsturu boş verip bizden biri oluvermiş. Şoförün serzenişine ortak olan yolculardan birkaçı da onunla beraber patrona saydırıyor. Patronun ruhu duymuyor diye de koydukça koyuyorlar.
H
ayali kadehimden bir yudum daha alıp havada sallıyorum. Az önce sigara uzattığım genç de, ‘’Yarasın abime’’ diye bağırıyor. Eyvallah koçum. Yol boyu muziplik peşinde olan muavin de yerinde durur mu. Bir koşu otobüsün içinden vişne suyunu kapıp geliyor. Elimize tutuşturduğu pet bardaklara pay ediyor. Müzik, dağ başı, vişne suyu derken damarlarımızda bir tek alkol eksik. Muavinin gevşek hallerinin farkına varan şoför göz ucuyla gence ayar veriyor. Yirmilik delikanlı. Umrunda değil. İçinden o da koyuyor. Şoföre, patrona, hayatın tam ortasına...
E
traf Çakıl Gazinosuna dönmüş. Alışkın olmadığımız dağın berrak havası yoğun oksijenden dolayı hepimizi sarhoş etmek üzere. Göz ucuyla otobüsteki kıza bakıyorum. Çoktan uykuya dalmış. Kamuran söyledikçe açılıyorum. Bakışlarımı kızdan koparıp yol kenarındakilere dikiyorum. Herkes şen şakrak şarkıya eşlik ediyor, Gönül sabret demem artık.
T
am o sırada cebimdeki telefon çalmaya başlıyor. Kamuran Akkor’un isyankar sesini Mozart’ın 40. senfonisi bastırıyor. Herkes susup gözlerini bana dikmiş. Kendi kendime şaşırmış gibi yapıyorum. Bak sen şu işe meğer telefonum çekiyormuş. Hay sokayım diyorum sonra içimden. Keşke geceyi burada geçirseydik. 11
GEÇMİŞTE BİR GECE -2-
ÖYKÜ | YAVUZ
-GEÇEN SAYIDAN DEVAM-
P
encerenin önünde annemin bu sözlerini duyunca ilk başta ikimizde afalladık. Beklemeye başladık. Yarım saat sonra bir adam belirdi yolun ilerisinde. Bizim eve doğru yaklaştığını anladığımız için bir aracın arkasına geçip adamı izlemeye başladık. Adam bizim evin zilini çaldı. Annem kapıyı açtı ve adamı içeri aldı. Salonun camından tekrar içeri baktığımızda ikisini de göremiyorduk. İçeri odalardan birisine geçtikleri belliydi. O an piç olduğumuzu anladık. Şaşkınlığımızı atmamız çok uzun sürdü. Uzun süre kaldırıma çöküp kafamızı ellerimizin arasına alıp sessizce oturup kaldık. O bir sigara yaktı. Gelecekte hala sigara ve sigara şirketleri varmış. Bir an bu geçti içimden. Sonra saçma bir düşünce olduğunu düşündüm. Yıllardır baba dediğim adamın gerçek babam olmadığı tekrar tekrar geldi aklıma. “Bunu düşünmemeliyiz.” deyişiyle irkildim. “Düşünmemiz ve yapmamız gereken daha önemli işler var. Hadi toparlan. İçerideki herifi hiç görmedik. Babamız olsa bile ki biyolojik babamız. Biz baba olarak tanıdığımız adamı öldürdük. Bizim için bir tereddüte neden olmaz onu öldürmek. Bak şöyle yapıyoruz. Çıkmasını bekliyoruz ve kapıda belirir belirmez onu öldürüyoruz. Ama dur, dur, dur. Bu yaptığımız tam aptallık. Çoktan tohumlar ekilmiş olacak. Ama yine de o herifi öldürelim ve sonra içeri girip anneme de iki kurşun sıkalım ve bu iş bitsin. İşte çözüm bu!” diye hiddetli bir konuşma yaptı. Bu konuşma benim şaşkınlığımı daha da arttırdı. Bir an da nasıl bu kadar cani olabilirdi? Bunu ona sorduğumda geleceğe hakim olan vahşetin yanında şu yapacağımızın hiçbir öneminin olmadığını söyledi. Beklemeye başladık. BÖLÜM 4 | HER ŞEYİ DÜŞÜNEN BİR BEYİN Silahımı kapıya doğrulttum ve biyolojik babamın çıkmasını beklemeye başladım. Zaman geçmiyordu sanki akrep ile yelkovan üst üste çakılıp kalmıştı o an. Bekliyorduk. Bekledik ve bekledik o ana kadar. Sokağı beyaz bir ışık ele geçirene kadar. Ardından iki soğuk namlu hissettik enselerimizde. Uzun süredir bu zamandaydık ve yerimizi tespit etmelerine yetecek kadar vakit kazandırmıştık onlara. Birkaç dakika sonra evin kapısı açıldı ve o adam çıktı. Bize hiç bakmadan bizi yakalayan askerlere baktı ve “Tam planladığımız gibi. İşte ikisi de elimizdeler.” dedi. Bu gece yaşadıklarıma alışmaya başlamışken yeniden kendimi rüyada hissetmeye başladım. Ama bu sefer yalnız değildim, gelecekteki Serdar da aynı duygular içerisindeydi. Şaşkınlığımızı atamadan biyolojik babamız konuşmaya tekrardan başladı. “Her zaman senden bir adım öndeyiz Serdar. Senin zamana serpiştirdiğin arkadaşların kadar bizim de zaman serpiştirdiğimiz ajanlarımız var ve şu an arkadaşlarını temizlemekle meşguller. Yorgo, Hasan, Murat, Turan, Nikolai, Suat, William, Mehmet, Selin, Eda, Victoria hepsi çoktan ölmüştür. Bitti Serdar sen kaybettin. Zaman makinesini silemeyeceksin gerçeklikten. Bizi de öyle. 12 Dedim ya her zaman senden bir adım öndeyiz. Az önce anneni becerdim ve sen işimi kolaylaştıra-
rak babanı öldürdün. Şimdi ondan doğacak çocuğu ben yetiştireceğim. Makineyi benim güdümümde icat edecek ve artık sana ya da şu genç haline de ihtiyacımız kalmadı, artık sizi de öldürebiliriz. Ve evet bunu hemen şimdi yapacağız Serdar. Sen kaybettin. Zamanın ve gerçekliğin efendileri artık biziz. Sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe kadar.” Biyolojik babamız beni işaret etti. “Onu öldürün. O ölünce zaten diğeri de yok olacak. Bu pislikler için fazla enerji harcamaya gerek yok. Biliyor musun Serdar? Sayende büyük bir terfih alacağım. Belki beni Avrupa asayiş komutanı yaparlar. Avrupada çok ayaklanmacı var güncel zaman diliminde. Bazıları zaman makinelerini çalıp rastgele eylemler yapıyorlar. Onları tespit etmesi, etkisiz hala getirmesi uğraştıyor, biliyor musun? Bunları sana neden anlatıyorsam? Zaten öleceksin.”. Üzerime doğrultulan namlunun ucu birden kırmızı bir renk almaya başladı. Gelecekteki Serdar bana baktı. “Bu bir antimolekül silahı. Yine benim yani bizim icatlarımızdan. Seninle temas ettiği an seni moleküllerine ayıracak. Merak etme ve korkma. Bir şey hissetmeyeceksin. Bitti. Buraya kadar. Özür dilerim.”. Demesiyle benim önüme atmalası arasında iki saniye bile geçmedi. Silahın ucundan çıkan ışık hüzmesi ona isabet etti ve ortalığı bir toz bulutu kapladı. Silah birisiyle temas edince ortaya çıkan görüntü bu diye düşündüm. Göz gözü görmüyordu. Fırsatı değerlendirip, kapısı açık bırakılan evime girdim.Babamın tabancasını sakladığı sandığa doğru koşmaya başladım. Yatak odasına girdim. Annem uyuyordu. Sandığın üzerindekileri kenara fırlattım. Sandığı açıp tabancayı buldum. Bu arada dışarıdan sesler geliyordu. Toz bulutu dağılmış ve benim kaçtığımı anlamış olduklarını düşündüm. Yatak odasına gürültüyle az önceki iki asker girdi. Annem seslere uyanıp çığlık atmaya başladı. Hızla arkasına geçerek silahı kafasına dayadım. Askerler de silahlarını bana doğrulttular. Az sonra içeriye biyolojik babam girdi. “Aptallar indirin silahlarınızı. O kadın ölürse biz hiç var olmamış oluruz. Bunu düşünemeyecek kadar aptal mısınız?” diye bağırdı. Annem az önce seviştiği adamın iki askerle içeri dalmasına ve tanımadığı başka bir adam “aslında oğlu” tarafından rehin alınmasına şaşırmaktan başka bir şey yapamadı. BÖLÜM 5 | KAÇIŞ YOLU Annem ağlıyordu. Olanlara bir anlam veremiyordu. Biyolojik babam ise sinirliydi. Az önce hayalini kurduğu terfih ondan an ve an uzaklaşıyordu. Dahası tetiği çektiğim an yok olacağını biliyordu. “Çabuk biriniz kolunuzdaki zaman makinesini bana doğru fırlatsın.” diye bağırdım. Cevap vermediler. İsteğimi tekrarladım. Israrla cevap vermiyorlar biyolojik babamdan gelecek emirleri bekliyorlardı. Sonunda annem sessizliğini bozdu ve “Alex neler oluyor?” diye haykırdı. Biyolojik babamın adını öğrenmiştim sonunda. Alex anneme baktı. “Sakin ol sevgilim. Hepsini açıklayacağım ama önce şu arkandaki parazitten kurtulmamız lazım. Sakin ol hallediyorum.” dedi. Askerlerden birisinin kolundaki saati isteyerek annemi öldüremeyeceğimi belli etmiştim. Aslında artık annem bile sayılmazdı. Çünkü karnındaki çocuk hiç bir zaman ben olmayacaktım. Belki fiziksel olarak ben olabilirdim ama ben gibi yetişmeyecekti. İki saat önce yolun aşağısında öldürdüğümüz adam yetiştirmeyecekti onu. Ama annemi yine de öldüremezdim. Onu şimdi öldürürsem onlar silinecekti ve bana ne olacağı meçhuldü. Silinecek miydim yoksa kendi zamanıma dönecek miydim? Bunlar umurumda değildi. Artık yaşamak ve sonuna kadar mücadele etmek istiyordum. Gelecekte nasıl öleceğimi biliyordum. Buna şahit olmuştum. Kendi geleceğimi kendim şekillendirmek ve o şekilde ölmek istemiyordum. Tüm bunları düşünürken iki dakika geçmişti. Dikkatimi toparladım ve yeniden bağırdım; “Zaman makinesi istiyorum, hemen şimdi. Yoksa birazdan hep beraber yok oluruz ve her şey gerçekten biter.” Askerlerden birisine bakıp kafasını yukarı aşağı salladı. Asker kolundaki saati çıkartıp bana doğru attı. Alex bana baktı ve “Sonsuza kadar kaçamazsın. Elbet seni yeniden bulacağım ve yok edeceğim. Her şey henüz bitmemiş olabilir ama sadece biraz zaman kazandın. Ama unutma ki saat benim aleyhime işliyor. Artık yalnızsın. Ve yine unutma ki terfihimi alacağım Serdar.” dedi. Saati iki bin yıl öncesine ayarladım ve annemin omuzuna dokunarak benimle birlikte geçmişe gelmesini sağladım. Yolculuk bittiğinde annemin yüzü sapsarı olmuştu. Kendini yere attı ve çığlık ata ata ağlamaya başladı. “Ne oluyor? Neler oluyor? Bu ne tür bir kabus? Allahım ölmek istiyorum! Ben ne tür bir şeyin içerisindeyim?” diye dövünüp ağlıyordu. Onun zırlamasıyla kaybedecek vaktim yoktu. Makine yeniden kullanılır olduğunda üç bin yıl ileriye alıp onunla birlikte yeniden seyahat ettim. Ve bunu durmadan tekrarladım. Onlar ilk gittiğim zamanı tespit edene kadar ben üç yolculuk yaptım ve bu böyle katnalarak devam etti. Beni yakalayamayacaklarından emin olana kadar annemle birlikte zamanda yolculuk yapıp durduk. Ve bu sırada kaçmaktan başka yapabileceklerim üzerinde düşünecek çok vaktim oldu. Zamanda yolculuk yaparak bu düzene karşı çıkan insanları bulacak ve onları zamanın çeşitli yerlerine serpecektim. Evet bir saat önce benim için kendini feda eden gelecekteki haliminde tam olarak yaptığı buydu ve başarısız olmuştu. Ama bu sefer bir adım önde olduğunu hisseden bendim. 13
KAÇIŞ ÖYKÜ | MERVE BOZEYOĞLU
K
oşuyordum. Koşmaktan bitap düşene kadar, ciğerlerim patlayana kadar... Dilim dışarıda, mahallenin haylaz çocukları tarafından korkutulan nefes nefese kalmış bir sokak köpeği gibi koşuyordum. İnsanlardan, onların bayağı hayatlarından, kendime bir türlü yer bulamadığım şatafatlı dünyalarından, aşağılamalarından, hor görmelerinden, kendini beğenmişliklerinden, koşulsuz şartsız inandıkları ve doğru diye addettikleri her şeyden ama en çokta kendimden ve kafamın içinde durmadan konuşan “ben”den kaçmak için ardıma bakmadan koşuyordum. İçimdeki tarifi zor kurtulmuşluk hissi de beni onaylar cinstendi, başarıyordum. Kaçıyordum. Kalbim, kafatasımın içinde dışarı çıkmak için canla başla uğraş verirken, dizimin bağları koptu ve asırlardır dünyayı omuzlarında taşıyan ben Atlas, olduğum kişiye yakışmayacak bir hareketle kendimi boşluğa bıraktım. 14
Kesik kesik solumalarım yerini düzenli nefes alışverişlerine bıraktığında, dizlerimi toza toprağa bulayan çakıllı yoldan kalktım. Birkaç adım ilerimde duran banka doğru son bir gayretle yürüdüm. Tüm ağırlığımı banka bırakır bırakmaz, yüzleştim acı gerçekle, dünyanın öbür ucuna kadar bile koşsam asla kaçamayacaktım benden, kendimden. İçimin karanlığına karanlık katan kara bulutlar gökyüzünü kaplamış, etrafımdaki birkaç cılız attan başka yaşam belirtisi olmayan bu yer ruhumu sıkmıştı. Evimden koşarak kaçtığım o andan beri kurtulduğuma inandığım o lanet iç sesim, en ufak bir duraksamamda yine yakama yapışmış, benden hesap sormaya başlamıştı. “Utanıyorum senden! Ne kadar zavallı olduğunu bir görebilsen, sende utanırdın kendinden...” Kafamın içindeki o kibirli sesi her seferinde ayaklarımı yerden kesiyor, ruhumu bir anda yerle bir ediyordu. Onun varlığından tüm benliğimle nefret ediyordum.Keşke diyordum, keşke onu içimden söküp atabilsem.
Hayatın boyunca saklandın, hayatın boyunca elini taşın altına sokup bu çarkın içinde yer almak için kılını bile kıpırdatmadın. Şimdi de durmuş bana onların seni kendi dünyalarına kabul etmediklerini söylüyorsun. Senin gibi korkağı ne yapacaklardı, öpüp başlarına mı koymalarını bekliyordun? Ömrün boyunca kendine acıdın sen! Babasız bir çocuk olmanın suçunu onlara attın! Annenin para karşılığı bedenini satmasını yargılamak şöyle dursun, onu yücelttikçe yüceltin, kutsal ilan ettin kendi dünyanda. Peki o ne yaptı? İlk fırsatta tekmeyi bastı sana! Kendisine bile saygısı olmayanın, doğurduğu piçe saygısı olsun istedin! Hep insanlardan bir şey bekledin. Hep üstüne titrensin, başın okşansın, sana ayrıcalık sağlansın istedin. Bu dünyada düşene bir tekmeyi de insanların attığını bile bile anlaşılmayı diledin onlardan. Bir kere zayıf olduğunu gösterip sonra da saygı duymalarını bekledin...Doğrusu sen hep bekledin. Sen sadece bekledin. Gidenleri uğurlayamadığın yetmedi, bir ümit, o insanın midesini bulandıran çaresizliğinle dönmelerini bekledin. Rıfat oğlum, bak bu böyle olmaz, bir işin ucundan tut, şu hayatta bir yer edin dedikçe ben, sen kendini odalara kapattın. Kendini evlere kilitledin, anahtarları da yedi kat sandıkların içine saklayıp, bilinmezlik denizlerine attın. Şimdi de gelmiş beni suçluyorsun. Bu kadar korkak, bu kadar silik, bu kadar kaderci olmasaydın sende! O yaşayışlarına çamur attığın ama içten içe hasetlendiğin insanların kalbini her kırışlarında ağladığın geceler bir tek ben vardım senin yanında. Her şeyden vazgeçtiğin, hayat kadını anneni en son gördüğün o köprünün üzerinden yere çakılmak istediğin geceler ben tuttum seni kolundan. Ben olmasam, bir bok olmazdı senden şimdi karşıma geçmiş benden nefret ettiğini söylüyorsun, ulan ben senin için kendimden vazgeçtim be! Yeter ,sus artık! Her şeyi sanki ben istemişim, bu acınası yaşamı hak etmişim gibi davranmayı kes! Dayanamıyorum artık. Katlanamıyorum. Ben mi söyledim sana, beni her düşüşümde tutmanı? Ben mi istedim senden ağlanacak omuz olmanı? Benim sana bile anlatamadı-
ğım milyon tane şey varken senin o kendini beğenmiş tavrınla, her şeyi biliyormuş gibi konuşmandan bıktım. Defalarca kaçmak istedim senden, defalarca öldürmek istedim seni! Gecelerce senin ruhun duymazken yok olup gitmen için dualar ettim. Hayali kiralık katiller tuttum, seni kafanın içinde hiç beklemediğin bir anda öldürsünler diye. Sen de farkındaydın istenmediğinin. Kaç gece yastığının altına bıçaklar koyduğunu fark etmedim mi sanıyorsun? Sen de içten içe korkuyordun benden, kafamın içinde yatmaktan. Ama çekip gitmedin, çekip gitmedin ve kalarak bana hayatı daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmek için uğraştın! Hayır, uğraştın denmez, bunun için özel çaba sarf ettin. Sen en iyiyi oynadın, oturduğun yerden hep alkış bekledin. Daima ayağa kalkmamı, hayata tutunmamı, devam etmemi söyledin, her düştüğünde ayağa kaldırdın ama asla bir daha düşmeyeyim diye elimden sıkı sıkı tutmadın. Sen hep bana çelmeler taktın. Ne zaman biraz iyi hissetsem, bana unutmak için çırpındığım şeyleri anımsattın. Kalbimdeki, ruhumdaki ateşi körükledin. Kabul et, korktun! İt gibi korktun çekip gitmemden. Çünkü biliyordun, gidersem eğer kafanın sonsuz karanlığında bir başına kalacağını. Şimdi gelip bana zavallı olduğunu söyleyemezsin. Buna hakkın yok! Çünkü asıl zavallı, asıl aciz, asıl her gülümseyen bakıştan başını okşamasını bekleyen korkak sensin! Ben değil. Yağmur damlaları birer ikişer vücudumu dövmeye başlayınca anladım hava kararmış saat epeyce geç olmuştu. Tüm hayal kırıklıklarımla kendimi attığım banktan kalktım. Ceketimin yakasını dikleştirdim ve düğmelerini kapadım. Kasırga etkisi yaratarak geldiğim yoldan usul usul evime geri dönerken tanıdık ses kafamın içinde yankılandı. “Oğlum Rıfat, eve giderken markete uğrayalım da içecek bir şeyler alalım, boğazım kurudu.”
15
COMMENTARIUS ÖYKÜ | ÖMER ŞİAR BAYSAL
-geçen sayıdan devamBÖLÜM -2-
B
abam üçüncü ve son kez öldüğünde devletimizin sınırları, kimsenin yaşamadığı, daha doğrusu kimsenin, en yiğit ve cesur askerlerimizin bile, bir gün fazladan kalmak istemediği doğudaki buz denize kadar uzanıyordu. Üçüncü seferinde yine inanmak istememiştim, yine söylenti olduğunu düşünmüştüm, bir gün sonrasında, devlet mührünü taşıyan mektubu aldığımda, saç köklerimde başlayan ağrıyla karışık acı, köklerini yüreğime kadar saldı, o günden beri, hep hıçkırarak iç çekmişimdir. Babam gerçekten sevilen bir devlet adamıydı, gaddar değildi, devletimizin diğer yöneticileri gibi kurnazlık peşinde de değildi, iyi yaptığı ve gerçekten iyi olduğu bir şey vardı, nitelikli bir devlet adamında bulunması gereken bir şey. Bazıları babamda olanın cesaret olduğu söylüyor, bazıları, buzdan bir dağı eritecek kadar sıcak yürekli olduğu için sevildiğini söylüyor. Her neydiyse birazından bana da katılmış olmasını ümit ediyorum. etal soğuktur, tıpkı dünyamız gibi, kumaştan daha soğuktur, plastikten ve özellikle tahtadan. Küçükken babama sormuştum, fırından yeni çıkmış elmalı çöreğin, aynı fırından çıkmasına rağmen, hamuru dilimi yakmazken elması neden dilimi yakıyor diye, çünkü; “yeterince soğumasını beklemiyorsun güzel kızım” demişti ve bana her maddenin bir öz ısısı olduğu anlatmıştı. Cebinden çıkardığı, neredeyse kusursuz bir küre şeklinde olan çelik bilyeyi bana vermişti. “Baksana, bu bilye cebimde durmasına rağmen ne kadar da soğuk.” Bilyeyi elime aldım, avucumun içinde tuttum, git gide ısınmıştı, babama geri vermek istedim, “sende kalsın” dedi ve gülümsedi. Ne zaman babamı özlemle ansam, çalışma masamın çekmecesinden bana verdiği çelik bilyeyi çıkartıp, tatlı serinliğini hissediyorum, babamın ellerine dokunuyormuşum gibi hayal ediyorum, ısındığında tekrar çekmeceye kaldırıyorum. er yanı çelikten inşa edilmiş bir at, öylesine zarif hareket ediyor ki, bir ruha sahip olmadığına inanmak çok güç. Onlara, “metale ruh üfleyenler” diyoruz, çelik fabrikasında metale can vermek için her bölgeden en yetenekli sanatçılar, mimarlar, mühendisler, teknikerler, işçiler bu fabrikada ter döküyor, onların mükemmel icatları olmasaydı, sanırım dünya üstünde ki yaşam kırılmış ve soğuk ta olsa var olamazdı. arın atlarımıza binip kuzeye, buzdan bir duvar gibi düz, sakin ama ürkütücü olan Aynia dağına doğru yola çıkacağız. Ardında ki tehlikeleri bilmiyoruz, keşif ekibinde iki de asker olacak, Tank ve Dozer, onlar her ne kadar maceracı bir ruha sahip olsalar da, tehlikeyi sezdiğimiz anda dönmemiz gerekiyor. Yolumuz uzun, kamp eşyalarını hazırlamam gerekiyor, iki farklı yerde kamp kurmayı planladık, ilki Aynia’nın tepesinde, yüksekte olmak bize fayda sağlayacak, diğeri ise, erişmek istediğimiz RTJ’lerin bulunduğu bölgenin hemen dışında olacak. Bazı araştırmacılarımız, ürettiği enerji seviyesi düşmüş olsa da yarılanma ömrünü tamamlamamış radyoizotop termoelektrik jeneratörleri bulup kullanabileceğimize inanıyorlar. Bu inanışı, yakın zamanda bir haydut kaşiften ele geçirilen, antik bir devletin “GİZLİ” ibaresiyle damgaladığı, RTJ’lerin konumunu gösterir harita destekler nitelikte. ynIa karşımızda, hep anlatılmıştır büyüklüğü fakat görene kadar, sözler yeterli değil, zihninizde böyle bir görüntüyü oluşturabilmeniz için. Tırmanış için hazırlık yapıyoruz, güzergahımız belirlendi, en hantal olanlarımız için bile çok dik değil fakat katedilmesi gereken yol maalesef ki uzayacak. Atlarımız, üçüncü günün akşamına dek saklanma konumunda bekleyecekler,bu süre içinde dönemezsek, içlerinden en hızlısı şehre dönecek. Günlüğümün bir kopyasını ona aktardım, umarım sağ salim döneriz. devam edecek... 16
M
H
Y
A
HAYVAN GİBİ ŞEY YAPMIŞLAR YAZI | ÖZGE ŞENTUNALI
Hayvanlar doğumlarından dakikalar sonra ayağa kalkıp dünyayla yüzleşirler. İnsanların doğasında böyle olmadığı elbette ki bilinir. Annelerine ya da onları büyütecek birilerine ihtiyaç duyarlar. Peki doğada yalnız başına kalmış birileri varsa… Doğduğu andan itibaren yalnız başına kalmış insanları anlatan birçok yazı yazılmış, filmleri çekilmiştir. Bunların bir kısmı gerçekmiş mesela. Çocukken izlediğim Tarzan filminde maymunlar tarafından büyütülen bir çocuk vardı. O zamanlar hatta belli bir yaşıma kadar da hayvanların yetiştirdiği insanların olamayacağını düşünürdüm. Bu tür yaşanmışlıkların olduğunu öğrendiğimde de gerçekten şaşkınlığımı gizleyememiştim. Bu tip insanları araştırdığımda izlediğim Tarzan filmi kadar şirin olmadığını da farkettim. Peki bu insanlar vahşi doğada nasıl yaşamış? Çok eski zamanlardan, 1797 yılında Fransa’da kaybolan Victor 12 yaşında ormanda yalnız başına bulunmuştur. Paris’e getirilerek incelemeye alınmış; yemesinden, yara izlerinden dolayı yaşamının çoğunu vahşi ortamda geçirdiği farkedilmiştir. Çıkardığı ses sadece hırıltı olduğu tespit edilmiştir. Psikolog P. Pinel tarafından Victor’a eğitilemez idiot tanısı konmuştur. Buna rağmen zihinsel engelli çocukların eğitimi için çalışan öğretmen birkaç kelimeyi söylemeyi ve emirlere itaat etmeyi öğretmiştir. Fakat hiçbir zaman konuşmayı tam anlamıyla öğrenememiştir. 1828 yılında ise ölmüştür. Kurtlar tarafından büyütülen Kamala ve Amala’nın hikayesi vardır. 1920’de dişi bir kurt ile uzun saçlı insan görünümlü yavrular bulunmuştur. Birtakım hazırlıktan sonra yavrular yakalanarak araştırılmış. Kızlardan biri 8 diğeri ise 1,5 yaşında olduğu ortaya çıkmıştır. Yetimhaneye verilen kızlar kurtlar gibi gece yarıları uyumuyorlarmış. Bunun dışında çiğ et yemekle birlikte suyu dilleriyle içmeleri, yiyeceklerini çömelerek yemeleri gibi birçok davranışları ve görünümleri itibariyle kurda benzemişlerdir. Çıkardıkları sesler ise kurtlar gibi ulumaymış. 1 yıl kadar sonra Amala ve Kamala hastalanmış, ardından küçük kız Amala ölmüştür. Kamala ise sağlığına kavuşarak 3 yıl sonra yürümeyi, tuvalet eğitimini ve birçok kelime öğrenmiş. Fakat yine de arada kurt hareketlerinden vazgeçmemiştir. Peki bu kurtlar hep elin oğlunu mu büyütmüş? Tabi ki de hayır. Hepimizin bildiği gibi Altar’ın oğlu Tarkan’ı da hayvanlar büyütmüştür. Kostok denilen hain tarafından öksüz ve yetim bırakılan küçük Hun’u bulan kurtlar bu sabiye sahip çıkıp diğer evlatlarından ayırmamışlar. Tarkan da ona kol kanat geren bu hayvanların emeğini boşa çıkarmamış ve hayırlı bir evlat olup vatanına milletine ömür boyu hizmet etmiştir. Modern hayata uyum sağlamakta uyum problemi yaşamayan gümüş eyerli kahramanımız daha sonra Tevetoğlu soyadını almıştır. 1991 yılında bir grup kadife maymunla birlikte ormanda bulunan John Ssebunya, 4 yaşında ortadan kaybolduğu, 3 yıl boyunca maymunlarla yaşadığı ortaya çıkmıştır. Onlar gibi ağaçlara tırmanıp yiyecek bulmayı öğrenmiştir. Bulunduğu yıldan itibaren okumayı yazmayı öğrenmiş. Dahası artık insanlar gibi normal bir hayat sürmektedir. Diğer hayvanlara nazaran maymun tarafından yetiştirilen çocuğun kısa zamanda normal yaşama ayak uydurması insanlığın maymundan gelmesinin bir sonucu olabilir mi diye akla gelmiyor değil ya da hala maymun kalan insan var mıdır acaba? Görüldüğü üzere; insan maymundan geliyorsa, şimdiki maymunlar neden insan olmuyor diye sorsak da cenazemize maymunlar geliyor. Ama yine de hayvanlaşmanın lüzumu yok! 17
BIR MEFTUNUN BUHURLU DÜŞÜ
ÖYKÜ | ENDER ÇOBANOĞLU & MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ ÇİZİM | AYSUN AKTUNA
Sabah zorlukla doğrulabildi yatağından Mercan. Yine darmadağın uyanmıştı. Bugün tam bir hafta olmuştu. Aynı rüyayı görüyor, rüyanın aynı yerinde sanki birileri uyanması için onu zorluyor ve uyandırıyordu. Nihayet üçüncü günün sonunda, bu rüyayı ciddiye aldı. Yatağını değiştirdi. Daha rahat bir yatak aldı kendine. Tüm camları kapıları kilitledi, dördüncü günün gecesinde yatağa heyecanla girdi. Yine aynı rüyayı görmüştü ve yine aynı yerinde uyanıvermişti. İnat etti. Bir gece daha denedi şansını. Nafile! Altıncı günün akşamında kasabanın çok uzağındaki eski bağ evine geldi. Ortalıkta kimsecikler görünmüyor, yakınından tek bir yol bile geçmiyordu. Gece, nihayet bu rüyanın sonunu görebileceğini düşünerek uykuya daldı. Sabah söverek doğruldu yataktan. Yine görememişti. O sinirle kasabaya tüm yolu yürüyerek geri döndü. Vardığında akşam olmuş, hava kararmaya başlamış, yorgunluk ve öfke onu tüketmişti. Son bir inatla, yatsı ezanına kadar sokaklarda dolaşıp gördüğü rüyayı düşünmeye başladı. Bir güzellik, onun ellerinden tutuyordu. Nerede olduklarını soruyordu kıza. Kız, “Yerin yedi kat altındayız, korkma” diyordu. “Aç bir yüzünü göreyim” diye üsteliyordu Mercan. Kız kıkırdıyor, “İçin yanıyorsa korkma, tenimdir seni böyle yakan” diyordu. Sonra aniden iki kişi Mercan’ın üzerine atlıyor, bayıltana kadar dövüyorlardı. Mercan’ın bayılırken son gördüğü ise topal bir adamın sürükleye sürükleye götürdüğü kız oluyordu. Böylece rüyada bayılırken aslında uyanıveriyordu. Yarabbi kimdi bu kız? Ne istiyordu? O adamlar kimlerdi? Yedinci gece nihayete dair pek bir ümidi kalmadan yatağına uzandı Mercan. Kısa süre sonra uykuya daldı. Sabah zorlukla doğrulabildi yatağından. Hiçbir şey söylemedi. Nafileydi işte. Ama bir haftadır aynı rüyayı görmenin de elbette bir hikmeti vardı. Anlaşılan o, bu hikmete erişebilecek biri değildi. Düşündü, zaten şu 18
hayatında Allah’ın hangi nimetinden, hangi hikmetinden payını alabilmişti ki? Yatağından çıktı, üzerindekileri günlerdir değiştirmediğini fark etti. En iyisi bir hamama gidip yıkanayım diye düşündü. Kasabının karşılıklı iki çarşısının ortasındaki yoldan yürüyüp, Kırık Tas Hamamı’na ulaştı. İçeride kimsecikler yoktu. Sevindi, yalnız başına, su henüz kirlenmemişken yıkanabilirdi. Bir süre şişman hamamcıyı aradı gözleri. Aksi gibi bu herif de yoktu ortalıkta. Şansına küfredip kurnalardan birinin başına geçti. Tam o esnada bir köşeden onu seyreden ihtiyarı fark etti. Beli bükülmüş, sakalları iyice uzamış, çelimsiz bir çalılık gibi duruyordu. İhtiyar, ona kıs kıs gülüyor, Mercan’ın şaşkın suratı şekilden şekle giriyordu. Neden sonra Mercan öfkeli bir şekilde sordu: “Hayırdır babalık, sabah sabah kendine eğlence mi arıyorsun?” İhtiyar gülmeyi kesip ciddileşti: “Hayır evlat, sendeki perişanlığı görüyorum ve çaresizliğine gülüyorum.” Mercan bu sefer şaşkınlıkla , “Neyim varmış ki benim? Sen ne biliyorsun?” dedi. İhtiyar Mercan’a baktı ve doğruldu. Ayağa kalktığında Mercan’ın gözleri açıldı. Bir köşeye sinmiş bu dede, bir anda her omzunda kırk kesik baş asılı, kılıcı fermanla mübarek ilan edilmiş bir cengâver gibi görünmüştü gözüne. Gelip Mercan’ın tam yanına sokuldu. Parmağını havaya kaldırıp konuşmaya başladı. “Bak sen bu rüyaları tam yedi gecedir görüyorsun. Evet, biliyorum, dinle şimdi. Bu rüyanın sonunu görmenin bir yolu var. Biliyorsun, bu kasabanın iki çarşısı var: Uzun Çarşı ve Geniş Çarşı. Bu iki çarşıda aynı işi yapan iki adam var, iki duvarcı. Bunlar bir birine düşmandır. Sen, yarın gideceksin ve her birine tam on üçer gün çıraklık edeceksin. Ne yaparsan yap, bu adamlara kendini çırak olarak kabul ettir. Ama dikkat et, sakın ola her ikisine de çıraklık edeceğini belli etme. Yirmi yedinci günün sabahında, tam iki çarşının ortasında uzanan yoldan tepedeki camiye git. Sabah namazını bekle. Ama namazı kılma, cemaatin dağılmasını bekle. Camiden çıkacak son adamı takip et. Bu adamın bir tek kızı vardır. Adamın yerini, yurdunu öğren. Sonra da bir yolunu bul, git kızını iste. Adam ne yaparsa yapsın, bu kızı istemekten vazgeçme. Adamın, kızını sana vermeye razı olduğu gece o rüyanın sonunu göreceksin.” Mercan yutkundu. İhtiyar gülümsedi, kurnadan bir tas kaynar su doldurup Mercan’ın başına döküverdi. Yüzü yanan Mercan can havliyle ayağa fırladı. Gözlerini tutarak soğuk suyu bulmaya çalıştı. Kendine geldiğinde dede ortalıkta yoktu. Hemen kurulanıp hamamdan çıktı. Yine kimsecikler yoktu etrafta. Kapıdan uzanıp sağa sola bakındı ama ihtiyarı göremedi. Mercan, evine ulaştığında yüzünün acısı henüz geçmemişti. Düşündü. Bedavaya günlerce çıraklık yapacaktı. Sırf bir rüya uğruna çekilecek şey miydi bu? Hem de hiç tanımadığı bir adamın hiç tanımadığı, hatta neye benzediğini bile bilmediği kızını isteyecekti? Hangi aklı başında insan yapardı ki bunu? Sonraki bir hafta boyunca Mercan işi gücü bıraktı. Tüm gün yatağında oturuyor, uykusu gelince yatıyor, rüyayı görüyor, aynı yerinde uyanıyordu. Ne kızı görebiliyor, ne adamları seçebiliyordu. Bir haftanın sonunda yine kendine söverek doğruldu yatağından… Uzun Çarşı ve Geniş Çarşı, kasabadaki iki büyük çarşının adıydı. Bu iki çarşıda her şeyi bulmak mümkündü. Her malı satan, her sanatı yapan yalnız ve yalnız bir usta dükkân işletirdi. Tek rakipleri ise diğer çarşıda aynı işi yapan ustalar, dükkânlardı. Bu yüzden iki çarşı esnafı bir birine düşmanlık beslerdi. Mercan, önce Uzun Çarşı’nın kapısından içeri girdi. Sordu soruşturdu. Uzun Çarşı’nın duvar ustası Bigamuhlis’i bilmeyen yoktu. İstanbul’un surlarında halen yıkılmadan duran taşlar hep onun dizdikleriymiş. Taa Çin’den gelip Bigamuhlis’e yalvar yakar olmuşlar, Aman bu ne büyük ustadır, gelsin bize de öğretsin sanatını diye. Mercan, Bigamuhlis’in kapısını çaldı ve kendiliğinden açılan kapıdan geniş bir atölyeye girdi. Bigamuhlis, yüzünden nur uçmuş, gözlerinde çakmaklar çakan, insanı ayakta uyutup dört yanını tuğlayla örebilecek kadar “işinin ehli” bir adamdı. Mercan, Bigamuhlis’e bakıp konuşmaya başladı. İşi öğrenmek için geldiğini, çıraklık yapmak istediğini söyledi. Bigamuhlis, hiç beklenmeyecek bir şekilde Mercan’a bir tokat patlatıp hırıltıyla güldü: “Aradığım enayi ayağıma geldi. Bana bak, söylediğim hiçbir şeye itiraz etmeyeceksin. Kabul edersen, gel çırağım ol.” Devamı gelecek sayıda...
19
FOTOĞRAF / YAZI | MELİKE KOÇ
zencefillimon
Çocukken okuduğum Frances Hodgson'un romanı 'Gizli Bahçe' geldi aklıma... şımarık Mary'nin kapısı kilitli bir bahçe metaforuyla içindeki bahçeyi keşfetmesi ve ruhunu iyileştirmesi ile biten bir romandır benim için... şimdi kökleri hala toprağa bağlı bu gövdesiz ağaca bakıyorum da umutla... keşfetmediğim kaç gizli bahçem daha vardır acaba?...
20
ispanaksevmem Onunla ilgili hatırladığım ilk anı yeleğinden tutmaya çalışırken merdivenlerden düştüğüm gün. Onu çok seviyor ve hep giydiği kahverengi yeleğinden elimi hiç çekmiyordum. Düşmek pahasına bile. Yanılmıyorsam 5-6 yaşlarındaydı bu anım. Gür sesiyle, alnına değen beyaz kaşlarıyla, bebek gibi baktığı 94 model şahiniyle mahallede saygın bir beyefendiydi. Elinden biran olsun düşmeyen sigarasıyla beni yeleğine takıp panayıra götürür, şımarıklığıma sinirlenip beni öylece bırakıp gezerdi. Yaşım ilerleyip babama kafa tuttuğum yıllarda yeleğiyle bana siper olup babamdan beri kurtarırdı. İki katlı müstakil bi evde yaşıyorduk. O, alt katımızda 21 merdiven uzağımdaydı. İlk göz ağrısıydım, saklamadan hissettirirdi. Biliyordum ki onun üçüncü çocuğu olan, kışın battaniyeyle örttüğü arabası bile benim yanımda değersizdi. İstanbul’a döndüğümde bana matmazel diye sarıl yine DEDE. İyi ki doğdun.
FOTOĞRAF / YAZI | DİLAY ÖZCAN
21
BEN ROMA, ÖLÜYORUM YAZI | AHMET TÜRKAN Osmangazi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Elemanı ayal kurmana gerek yok, açık bir şekilde oradayım. Topraktan fısıldıyorum sana, taşların arasından, batıllarından ve eylemlerinden. Büyük bozkırların içinden, dev yapılardan, bizzat güneşten, uçan bir kartalın sesinden, bir kıvılcımdan, kan lekesinden sana fısıldıyorum. Benim hikâyem senin genlerinde, konuştuğun kelimelerde, dinlediğin müzikte, korkularında hatta… Ben Roma, insanlar tarafından kuruldum, bir fikir oldum, ses buldum ve şimdi ölüyorum, dinle.
H
ritanya’da sisli bir ormanın kıyısında oturan üzgün bir kadın, Anadolu’da bir kayaya –bu kez kendi karısı için- biçim veren bir mezar ustası, Mısır’da güney çöllerinden gelecek hayaletleri evinin penceresinde, yanan kandil ışığı yüzündeki gölgeleri ortaya çıkarırken bekleyen çocuk, Kumran’da hayatın sırrını papirüslere yazan derviş, gözleri hep gökyüzünde, bizzat Ephesos’ta bir bilge ya da bir çiftçi, ne kendinden ne de benden haberi olan, Fırat’ın kıyılarında. Milyonlarca hikâye var bedenime kazınmış, taşlardan ve topraktan fısıldıyorum sana hepsini, duyuyor musun?
B
elix qui potuit rerum cognoscere causas. Ne kadar geriye bakarsan o kadar anlarsın. Şimdi görüyorum, herkes gerçeği arıyor, burada ve dünyanın her yerinde, certé, hic et ubique terrarum. Bir gerçek aslını aşar. Ben de aştım. Nereden geldilerse geldiler o insanlar güzelim Latium’a. Altın başaklar fışkırırdı topraklarından ve kanla sulanırlardı çoğu zaman. Kadınlar, erkekler ve çocuklar ördü surlarımı kimse girmesin diye ve ben sahiplenildim. Ruhum önce kılıçların ucunda, sonra sözlerin içinde ve bir idealde taşındı bilinen tüm dünyaya. Ondandır yoktur daha güçlü bir ses “Roma”dan başka.
F
nsanlarım duvarların dışına taştı. Önce korktular, sonra başkalarının korkuları oldular. Güzelim Hannibal kapılarıma kadar geldiğinde önce, çok korktular hem de. “İdealler yok olmaz” diye fısıldasam da mermerlerin arasından, bir şehir bir Romalı için her zaman bir şehirden fazlası oldu. Memento quia pulvis es. Her şey tozdur aslında, bunu unuttular. O zamanlar tanımaya başladım insanları, çocuklarımı. Şimdi sen daha iyi biliyorsun, belki de daha az. Natura abhorret a vacuo, doğa boşluktan korkar, insan da öyle. Kadim bir korku getirdi dünyayı bu hale.
i 22
erkes bir kurtuluş olarak hayal etti ölmeyi ancak hepsi korktu. İster bir demirci, ister çiftçi, isterse bir asker olsun, hep aynı oldu. Ölüm korkusunun tek çaresi olarak unutulmamayı gördüler. Bugün etrafındaki her şey işte bu aciz duygunun ürünü. “Uygarlık” dediğin bir korkunun çocuğu. Oysa quia pulvis es et in pulverem reverteris, sen bir tozsun ve toza geri döneceksin. Gecenin zifirinde dışarı çıkıp ışıksız bir yolda yürü kendi başına, yıldızlardan başka hiçbir şey yoktur elinde ki onlar da sonsuzluğun ve sonun sembolleridir artık. Jüpiter, Mars, Venüs, Orion, Sirius… Çok eski sonsuzlukların tanrıları, hepsi tek tek öldü.
H
en de ölüyorum. Ölümüm bir kılıcın Etrüsklü bir askere saplanmasıyla başladı, yani doğumumla. Çünkü her doğum ölümün başlangıcıdır. Hora fugit, önce tüm İtalia, sonra Europa, Macedonia, Dacia, Britannia, Libia, Aegyptus, Asia, Mesopotamia. Yollar, askerler, devlet adamları, insanlar, insanlar, insanlar. Benim gölgemin aydınlığında kutsandılar. Artık benim ömrüm cilt cilt kitap sayfalarıyla biçiliyor ancak onların değil. Keşke tek tek anlatılsa hepsinin küçük büyük hayatı, o da şairlerin olsun artık. En sevdiğimdir söz sanatlarının. Şiirlerle sarılıdır benim imparatorluğum. Görmeliydiniz Horatius’u, tepelerimde, mezarlıklarımda, ormanların içinde hülyalara dalar gezerdi de bulamazdı aradığı aşkını. Çünkü aradığı gibi bir aşk yoktu, sonradan Vergilius söyledi bunu, Aeneas’ın dilinden Dido’nun saçlarını gördüğünde gökyüzünde, Ovidius bir de. Üç şair, üç yanımı şiirlerle sardı. Bir tarafı karanlık, bir tarafı aydınlık, bir tarafı hayallerde bulanık.
B
onra ne oldu? Sonra çocuklarım birbirini öldürmeye başladılar. Senin takviminize göre (çünkü benim takvimim benim doğumumla başlıyor) peygamber saydığın bir çocuğun doğumundan 43 yıl önce bir Ekim sabahında birbirlerine girdiler. Pompeius ve Caesar, isimlerini savaşla onurlandırdılar ki oysa hiçbir isim savaşla onurlandırılmaz. Hırslarının kurbanı oldular sadece. Sonra onların tarafları onların arkasından savaşa girdi. Savaşlar tanrı doğurur mu? Savaşlar tanrı doğurdu. Octavianus Roma’nın tanrısı oldu, Augustus, benim de tanrım… Roma için bir insan her zaman bir insandan fazlası oldu. Ab imo pectore, ben üzerimde taşıdığım her bir insanı sevdim.
S
dıma kurulmuş, benim sesim olan meclisler sustu. Sesim tek bir insanın sesinde can buldu, principii. Öyle sandılar. Adım fetihlerin ve savaşların ve korkunun ve fakirliğin önünde anılmaya başlandı. Çıldırmış hükümdarlar at sürdüler üstümde, işte o zaman ilk kez ölümümü gördüm. Refah ve huzur getiren adım artık fakirlik ve savaşla anılıyordu ve bir leş tarlasına döndü topraklarım. Peygamberinin doğumundan sonraki birkaç yüzyılda. Kim karşı koyabilmişti ki düzenin bozulumuna da ben koyacaktım. Her şey amansız bir dengeye, her şey amansız bir karmaşaya evrilir. Evrenin kuralı budur, entropia.
A
ine de hiçbir şey tam olarak yok olmaz. Nasıl bakıyorsun bana? Ne kadar anlıyorsun insanlarımı? Sana benziyorlar, hatta senin gibiler. Korkuları, arzuları, hırsları ve acizlikleri aynı seninkiler gibi. Eşit değildiler, senin gibi ve paraya iğrenç bir arzu duyuyorlardı. Yine de kötü ve iyi aynı kesede barınır ve biri diğerinin kafasını ezmez her zaman. İnsanı sevmek kötülüğü de sevmektir aynı zamanda çünkü iyilik de kötülük de insandandır. Siz erdemlerimi düşünün.
Y
u arada sadece sana kadar ulaşan yaklaşık dört yüz yazar, iki yüz filozof, otuz coğrafyacı, altmış şair, kırk tarihçi doğurdum. Unutma ve anla diye. Gerçekten sahip olacağın tek şeydir bellek. Sadece önemli insanları duyma diye, binlerce yazıt dikildi toprağa. Herkes eşittir hislerde. Bak, oku da kendini gör. Ölümde nasılsın, yaşamda nasıldın? Gör hepsini, anla farklı olmayacak hiçbir şey.
B
en Roma, ölüyorum. Hayal kurmana gerek yok, açık bir şekilde oradayım. Topraktan fısıldıyorum sana, taşların arasından, batıllarından ve eylemlerinden. Bazı insanlar düşünceleriyle de taşıdı beni, bazı insanlar, benden yüz yıllar sonra tüfekleriyle, toplarıyla ve hepsi ilk önce “Roma” dedi. İmparatorlar doğdu adımla kutsanan, diktatörler çıktı adımla öldüren. Hepsini izledim, gülümseyerek bazen, bazen de ağlayarak. Yine de ben bir şiirin dizelerinde, bir öykünün orta yerinde, bir güzellemenin kafiyesinde, bir fırçanın gidip geldiği tuvalin derinliğinde, bir çocuğun yaşayan gözlerinde görmek isterim kendimi. Sen de şimdilik bundan sonraki birkaç sayfada gör beni. Beni anlatan milyonlarca kelime var, kendimi anlatacak bu kadar. Memento mei…
B
23
NON SCHOLAE, SED VITAE DISCIMUS*
KAT 3 DAİRE 8 LEVENT ÜSTÜNBAŞ BATUHAN PALA FURKAN ÜSTÜNBAŞ EMRE SÜZER BERK KARLI
* Okul için değil, hayat için öğreniyoruz. Levent: Bu sayıda kapaktan da anlayacağınız üzere konumuz Roma. Bu yüzden yanımda dört tane tarihçi var. Batuhan, Furkan, Berk ve Emre Kat 3 Daire 8 e hoş geldiniz. Ben yine direkt konuya gireyim. Öncelikle Roma çok büyük ve çok uzun süre yaşamış bir devlet bu yüzden hakkında her şeyi konuşamayacağımız kesin. O yüzden ben diyorum ki herkesin bildiği Roma’dan başlayalım. Yani en büyük sembolü olan Kolezyum’dan. Dizilerin hepimize öğrettiği Roma’dan.Bakalım ne kadarını doğru ne kadarını yanlış biliyoruz. Batuhan: O zaman önce Kolezyum’un inşaası ile başlayalım. Roma’da bir dörde bölünme süreci yaşandı buna tetrarşi diyoruz. Bu dönemden güçlü çıkan kişi komutan Vespasianus oldu. İmparator olup Flavius hanedanını kurduktan sonra oğlu Titus’u Kudüs’te bırakıyor. Titus babasının ölümünün ardından Roma’ya giderken Süleyman mabedini yağmalıyor ve oradan edindiği hazine ile babasının adına Roma’da çok büyük bir arena inşa ettiriyor. İnşa edildiği dönemde dünyada daha büyük bir yapı olmadığı iddia edilir. Emre: Hatta Kolezyum ilk yapıldığında içinin suyla doldurulup deniz savaşları yapıldığı söylenir. Kesin bir bilgi yoktur ama yapılan kazılar sonucunda bunun olabileceği söylenir. 24
Levent: Peki. Kolezyum adını nereden almıştır? Berk: Asıl adı Kolezyum değil. Flavianus Amfitiyatro. Yaptıran Hanedanın adı yani. Girişinde Nero’nun Colossal heykeli bulunduğu için zamanla bu isimle anılmaya başlanmış. Levent: Ve burada Gladyatörler dövüşmüş. Peki kim bu gladyatörler? Batuhan: İlk çıkış noktası esirler. Savaşlarda esir alınanların bazısı köle pazarlarında sergilenemeyecek kadar yaralı ve tabii iyi para etmeyecekler. Bu sebepten bu insanları arenaya çıkartıp ölümüne dövüştürüyorlar. Fakat halk buna bayılıyor ve bu iş bir endüstri haline geliyor. Furkan: Bu esirleri de şöyle ayıralım. Roma’ya teslim olmaya direnen halktan ziyade captivitas yani savaş tutsağı olarak ele geçirilen askerler tercih ediliyor. Çünkü öncesinde asker olan birini köle yapmak çok mantıklı değil ve bu insanlar hali hazırda savaşçı olduklarından en iyi bildikleri işte kullanılıyorlar. Yani aslında gladyatörler de köle. Tek farkları var. Sahnede olmaları ve ciddi miktarda taraftarlarının olması. Öyle ki bazen bu popülarite onların özgür kalmasını dahi sağlıyor. Levent: Peki Spartaküs’e gelelim o zaman. Tarihin ilk devrimcilerinden olan bu gladyatör kimdir? Dizide anlatılanlar ne kadar doğru? Furkan: Spartaküs önderliğindeki köle isyanı doğru. Krasusla karşılaşana kadar Roma birlik-
lerini’de mağlup etmeyi başarıyorlar hatta. O yönden dizi yanlış değil. Abartı olduğu kısım şu her dövüşte illa birileri ölmüyor. Ölüm oranı 100 dövüşte 14 gibi bir şey. Bir de Spartacus dahil hemen hemen her Roma yapımızda gördüğümüz o İmparatorun ayağa kalkıp elini facebookun “beğen” işareti yaptıktan sonra aşağıya doğru indirmesi diye bir şey yok kayıtlarda. Emre: Zaten her dövüşte birinin ölmesi maç kaybeden futbol klübünün kapatılması gibi bir şey. Çünkü gladyatörlerin ciddi manada takipçileri var. Haksızlığa uğrayan bir gladyatör yüzünden isyan bile çıkabilir. O kadar çok takip edilen bir şey çünkü. Levent: Ee. Tabi onlar işi epikleştirmek için yapılmış şeyler. Furkan: Aynen öyle Bir de şu var. Gladyatörler giydikleri zırh ve kuşandıkları silahlara göre de ayırılırlar. Yani Spartacüs’ün elinde kılıç, başında miğfer ve kolunda zırh varsa bu donanım tipine murmilo denir. Karşısındaki retiarius şeklinde donanmalıdır. Retiariuslarda ince bir zırh üç dişli mızrak ve ağ kullanırlar. Yani öyle dizideki gibi kafaya göre silah seçimi olmaz. Levent: Şu özgürlük kazanma meselesini de çok merak ediyorum. Batuhan: Gladyatörün başarısı ile alakalı. Halk tarafından çok seviliyor ve taraftar topluyorsa imparator halkını memnun etmek için gladyatör’ü özgürleştiriyor. Özgür kalanlar genelde silah ustalığını iş olarak seçiyorlar. Kılıç dövülen bir dükkanın üzerinde(tabelasında) ise falanca tarihte özgür kalan gladyatör yazıyor. Bu durumu o bulgulardan ediniyoruz. Levent: Şimdi birazda Roma’nın en çok ilgi çeken dönemine geçelim. Yani Sezar ve Agustusun zamanlarına. Ayrıca bu dönemi anlatan bir dizi de var. BBC’nin çektiği Rome dizisi oldukça ciddi bir yapımdır ve ben hala ara ara izlerim bazı
sahnelerini. Berk: Kısaca anlatmak gerekirse hikaye şöyle başlar Sezar Galya seferini kazanır ve bu Roma için önemlidir çünkü Galya uzun süre direnir Roma’ya . Bu olay hali ile Sezara büyük bir şöhret kazandırır. Levent: Asteriks çizgi romanları boşuna değildir yani. (gülüşmeler) Emre: Güzel kullanır şöhretini halkın gözünde. O dönemde Roma bir cumhuriyet. Tabi bu bizim anladığımız şekilde değil ancak bir senato var hani Roma’nın sokaklarında hala yazan S.P.Q.R var ya onlardır işte Roma’yı yöneten. Sezar direk bunu yıkıp Tiranlığın yolunu açmak istiyor. Levent: Bu kısımda moderatörlük gömleğimi çıkartıp biraz konuşayım. Sezar’ın bu isteği tabii ki senatoyu rahatsız ediyor. Sezar bir ilk daha gerçekleştiriyor hatta bir kuralı çiğniyor ve askeri birliklerin giremediği Roma şehrine lejyonlarını sokuyor. Fakat bu sırada Roma şehri senato tarafından boşaltılmış ve Sezar’ın silah arkadaşlarından biri olan Magnus Pompey Sezara karşı ordu topluyor. Her neyse Sezar kazanıyor bu savaşı ve Pompey Mısıra kaçıyor. Bu noktada Pompey’in cumhuriyet yanlısı olduğunu söyleyebiliriz. Emre: Sezar ile ilgili benim ilginç bulduğum şey şudur: Belki de dünyanın en ünlü devlet yöneticisidir. Sezar dediğiniz de herkes tanır. Ancak sadece 4 yıl hüküm sürmüştür, yine de diktatör olmayı başarmıştır. Levent: Diktatörlük o zaman için sadece bir unvan sanırım değil mi? Furkan: Aynen öyle, imparator, kral gibi bir ünvan. Levent: Yani gazeteciler Sezar’a istedikleri gibi soru soramıyorlarmış. (gülüşmeler) Furkan: Bir de şunu ekleyeyim:Pompey’in cumhuriyet yanlısı olması konusunda haklısın ancak daha da önemlisi 25
Sezar ve Roma yöneticileri arasındaki sınıf farkı. Yani Sezar’ın soylu olmaması da rahatsız ediyor senato ve Pompey’i. Levent: Şu sınıflara da kısaca bir değinelim o zaman okuyucularımız da daha iyi oturtabilsin kafasında. Batuhan: Roma’da vatandaşlar üçe ayrılır. Patriciler, plebler ve köleler.. Patriciler Roma’nın soylularıdır. Plebler normal halk ve köleler de ası üstünde. Sezar ise aristokrat bir aileden gelmesine rağmen soylu değildir. Bu yüzden başa geçmesini istemezler. Zaten öldürülmesinin sebebi de budur. Yani o dönemin cumhuriyetçilerinin demokratik oldukları sonucunu çıkartmayın henüz olmayan kavramlar bunlar. Levent: Tabi burada da tiyatral bir şey var. Sezar’ın o haldeyken sen de mi Brütüs demişliği yok. Bu Shakespeare’in meşhur Julius Sezar oyunundan bir replik. Emre: Bir de şu var Sezar asker olduğundan politika da çok başarılı değil hatta genelde bastırmak ve ele geçirmek üzerine hamleler yapıyor. Biraz da bu yüzden hedef oluyor. Çünkü politikaları açık. Ancak ondan sonra gelen Agustus bu durumu iyi süzüyor. Önce muhalifleri temizliyor ve hiç bir unvanı almaya yönelik hamle yapmıyor. Yaptığı diğer hamleler tüm unvanların ona verilmesini sağlıyor. Levent: Agustus konusuna girdin madem oradan devam edelim. Zaten Sezar’ı öldürdük. Emre: Dediğim gibi Agustus Sezar’la çok vakit geçirmiş bir adam ve manevi oğlu zaten. Agustus’un bir diğer özelliği hem felsefeyi hem de halkı iyi bilen birisi olması. Hatta çok ünlü bir heykeli vardır ve bu heykel bir kariyer özeti gibidir. Ayaklarının çıplak olması halktan biri olduğunu sembolize eder. Zırhında savaşmadan kazandığı toprakları sembolize eden figürler vardır. Apollo ve Artemis gibi tanrılara yer verilmiştir. Eros, Agustus’un elini tutmuştur. Levent: Zaten hiç bir zaman Diktatör unvanını kabul etmemiş bir liderdir değil mi? Furkan: Kesinlikle öyle. Kendisinden Primus inter pares yani eşler arasında birinci ya da ilk vatandaş diye bahseder. 26
Batuhan: Aslında Sezar tiran olmasına rağmen senatoya son vermemiştir. Buradan yola çıkarak şunu rahatlıkla diyebiliriz Agustus Roma’nın ilk imparatorudur. Levent: Roma ile ilgili bir diğer ilginç durum da din meselesi. Pagan bir toplum ve Paganlık o dönem için oldukça köklü ve organize bir din ancak devlet olarak din değişikliğine gidiliyor ve bir nevi Hristiyan devrimi yaşanıyor. Bunun sebeplerini merak ediyorum. Batuhan: Hiçbir kültür, mit yahut din kendinden öncekini almadan yaşayamaz. Hıristiyanlık da böyle doğuyor aslında. Bu bakımdan çok garipsenecek bir ilerleyiş yok ancak asıl tetikleyici yine Roma’nın sınıf meselesi. Levent: Yine iktisata bağladık çok mutluyum. Furkan: İktisadi olmasından ziyade direkt insani bir durum. Roma’nın kölelik sistemi şimdiye kadar görülmüş kölelik sistemlerinin en büyüğü. Bir şeyi değiştirmek istiyorsan da önceki sistemin ezdiği insanları yanına toplarsın. Kölelerin de nüfusu bu kadar fazla olunca taşlar yerine oturuyor. Roma böyle güçlü bir halk hareketini kaldıramayacağından devlet olarak Hıristiyanlığı kabul ediyor. Levent: Ne yazık ki son sözlerinizi almak zorundayım. Emre: Konu Roma olunca kısaca toparlamak çok zor. Tiber nehrinin kenarında kurulan ve dünyaya hükmeden. Binlerce, yüzlerce yıl sonra bile dünyayı etkileyen, ihtişamlı bir devlet Roma. Furkan: Şu an, Roma’nın hüküm sürdüğü topraklar üzerinde yaşayan her devletin öykündüğü. Hatta kendine “Roma olmak” hedefini koyduğu bir medeniyeti bir kaç sayfaya sığdırmak zor. Konuştuğumuz ancak buraya yazamadığımız bir çok şey var. Nero, Caligula, Doğu Roma(Bizans) ve Bizans eserleri ile ilgili oldukça ilginç şeyler anlattık. Ancak ne yazık ki yerimiz kısıtlı. Lakin bu sohbetin tamamını dinlemek isterseniz YouTube kanalımızı ziyaret edebilirsiniz. qr kodunu okutmanız yeterli.
NASIL BİR SARAY KADINI OLACAKSIN? YAZI | SETENAY AKSU
R
eenkarnasyon geyikleri başladığında herkes kendini ya kraliçe ya prenses(piremses) hiç olmazsa düşes ve kontes olarak hayal ediyor. Geçmiş çağların aspirin bile olmayan imkansızlığını görmezden gelirsek fena fikir değil. Akat kadının yerinin günümüzde hala medeni şartlara ulaşamadığını düşününce eski çağlarda yaşama meraklısı hemcinslerimin kendini sarayda hayal etmesini anlayabiliyorum. Ancak şu soruyu sormam gerekiyor: Nasıl bir saray kadını olacaksın haspam? onanma subayı olan kocası öldükten sonra bir sirk sahibi ile zorla evlendirilen pagan bir kadın vardı. İşte bu kadının hikayesi bizim asla yaşamak istemeyeceğimiz hikayelerden. Fakat bir de kızı vardı ki sanırım bir çoğumuzun rüyalarını süsler. İşte ben size bu kadından bahsedeceğim; yani bizans imparatoriçesi Theodora’dan. enüz bir çocuk olan bu kız, hipodrom çevresinde bir pandomim sanatçısı olarak kendini gösterir. Sanatı ile eve biraz para getiren Theodora büyüyüp serpildikçe dayanılmaz güzellikte bir genç kadın olmaya başlar. Bu durum Theodora’nın önünde yeni ufuklar açar ve fahişelik yapmaya başlar. Kısa zamanda ününe ün katar ve Doğu Roma’nın en ünlü kortezanlarından olur. Kortezan terimi İngilizcede courtesan olarak kullanılmaya devam eder ve “güzelliğin yanında zeka ve yeteneğe de sahip ve çoğunlukla tek bir erkeğe metreslik eden üst sınıf fahişe.” anlamına gelir. O zamanki Bizans imparatoru Justinianos (Justinyen) bir gün felekten bir gece çalmak ister ve tabii ki kentin en ünlü fahişeleri saraya getirtilir. O gece Thedora’nın imparatora ne marifetler gösterdiğini bilmiyoruz fakat gecenin sabahında Justinyen’in gözlerinin Theodora dışında bir şey görmediğini biliyoruz. Bu gözü kara aşk öyle bir aşktır ki ne saray soylularının muhale-
D H
fetleri ne de halkın ağzındaki dedikodular Justinyen’i yıldırmaz. Theodora güzel bir kadındır. Her güzel kadın gibi tehlikelidir ve her tehlikeli kadın gibi tarihin akışını değiştirecek kadar etkilidir. Ancak Theodora’nın taht oyunlarını kendisinden daha iyi bilen bir düşmanı vardır. Bu düşman İmparatorun annesi Lupicina’dır. Bir soylu ile bir fahişenin evlenmesine izin vermeyen Doğu Roma yasalarının önündeki tek çıkış yolu Justinyen’in annesinin rızasıdır. Ancak bu rızayı asla alamayan çift Lupicina’nın ölmesini bekler. Ancak geçen bu süre aşıkları yıldırmaz ve Lupicina’nın ölümü ile yasalar değişir. Çiftimiz erer muradına, Roma halkı çıkar kerevetine. Asıl hikaye bundan sonra başlar. Theodora kralı kaptım diye yan gelip yatmaz. Yer ama çalışır. Fahişeler için manastır inşaa ettirir ve fakir halkla sürekli iyi ilişkiler geliştirir. 532 yılında çıkan Nika ayaklanması ise Theodora’nın tarih sahnesindeki en önemli hareketidir. İsyan sırasında saraydan kaçmaya çalışan imparatora “Bir hükümdar için tahttan güzel mezar olamaz” der ve “Öleceksek mor kefenle öleceğiz. En uygunu budur” diye ekler. İsyanın bastırılmasında büyük rol oynayan Theodora’nın ülke yönetimindeki etkisi bu olaya bakınca daha iyi anlaşılmaktadır. Evlenme, boşanma, zina gibi konularda çıkarttığı yasalarla da kadın haklarını koruma konusunda tarihi bir öncülük yapmıştır. Theodora hakkında çok daha fazla bilgi var ancak ben burada bitiriyorum. İşte tüm bunlara bakınca Theodora’dan etkilenmemek mümkün değil ancak diğer yandan da iktidar tutkusunu görmezden gelemiyorum. Başta sorduğum soruya tekrar döneyim. Nasıl bir saray kadını olacaksın? Theodora’nın hangi özelliği etkiledi seni? Sarayda yediği buzlu bademler mi? Yoksa verdiği mücadele mi? 27
L a p a r t e s ÖYKÜ | BATUHAN PALA
İ
lkbaharın son perdeleriydi. Eğlence ve zevkin merkezi olan Pompei’de sonbahar rüzgârları esiyor, şehre son ılık yağmurlar düşüyordu. Tanrılar Pompei’den elini çekmiş gibi mesafeli bir tavır takınıyordu. Bu sahil şehri artık fahişelerin bile örtünmesi gerektiğini, Vezüv Yanardağı gibi homurdanıyordu. Poseidon Akdeniz sahillerinden derinlere yolculuğunu başlatmıştı. Pompei, o şarap festival günlerinden, şaşalı unutulmaz kan dolu arena ve köle gösterilerinden uzak serin günlere giriyordu. Zengin ve elit kesimin yaşadığı bu kent Apollon’un bir lütfu gibiydi. Ne kadar tanrı heykellerinden, villalardan, tiyatrolardan, önünden geçince kokusuna hayır diyemeyeceğiniz ve çocukların okula giderken uğrak yeri olan fırınlardan, berberlerden, ipek tüccarlarından ve ihtişamlı büyük hamamlardan oluşsa da asıl şehrin mimari yapısını; imparatorların saygınlığını temsil eden ve şehrin ortasında bulunan arena tamamlıyordu. Terli kumlar ve onurlu gladyatörlerin kan kokularıyla barbarlık burada vücut buluyordu. Şehir aynı zamanda ticaretin beşiği sayılıyordu. Şehir; dar sokakların tapınaklara çıktığı ve sevgililerin buluşma yeri olan güzel çeşmeleri ile her ne kadar muhteşem süslenmiş olsa da kuzeyli Kelt bir köle olan Lapartes bütün bu kültürden bunalıyordu. zun boyu, belirgin yüz hatları, iri elmacık kemikleri ile beyaz tenli yüzündeki Pompei kırmızısını kıskandıran yanakları mavi gözleri ile birleşiyordu. Baktığınızda gözünüzden asla kaçmayacak olan iri ve uzun kolları onu, Ovidius'un bir yandan ballı şarabını yudumlarken bir yandan da Atina'da eğitim almış soylu bir Romalıyı tasvir ederken kaçınılmaz ilham kaynağı yapıyordu. Lapartes şehrin en zengini olan Eumachia'yı her sabah uyandırıyor, uyandırmadan önce de kahvaltısını en ince ayrıntısına kadar inceliyordu. Gün boyu onun isteklerini yerine getiriyor, onunla davetlere gidiyor, politik konuşmalarına kulak misafiri oluyor ve ikiyüzlülüğün ne demek olduğuna şahit oluyordu. Nefret ettiği sahibesine her gün gülümsemek ve tatmin edici cevaplar vermekten öte ona her gece zevk dolu dakikalar yaşatmak zorunda kalıyordu. Her gün işlerin daha da sarpa sardığı bu dönemde; Vezüv sürekli homurdanıyor, Roma'daki yangın ve salgın hastalıklar imparator Titus' un tahtını sınıyordu. Bunu fırsat bilen Pompei aristokratları ve Eumachia halkı galeyana getirmesini iyi biliyorlardı. 28
U
L
apartes ruhunun derinliklerinde buraya ait olmadığı hissini artık bastırma gereği duymuyordu. 2 sene önce ölen sevgilisinin ölümünü içinden atamadığını ve ölmesinin tek sorumlusu sahibesi Eumachia'nın her gece zevk istekleri Lapartes’i artık içinden çıkılmaz ruhsal bunalımlara, saatlerce dalmasına ve cevapsız sorulara itiyordu. Hayatında hiçbir şey artık onu içinde bulunduğu ruhsal derinliklerden alamıyor, tanrılara küfür etmesine engel olamıyordu. Yazmak için sahibesinden çaldığı kalem haricinde arkadaşı olmayan Lapartes, sahibesinden başka hiç kimseyle konuşmuyor, sadece ölen sevgilisi Callia' yı düşünüyordu. Sahibesine bir şey yapamadığı için kendine ne kadar kızgın olduğunu, işe yaramaz, cesaretsiz hatta bir erkek bile olamadığını Callia'nın geriye kalan eşyalarına bakınca daha çok düşünüyor ve bu onu zincirlerle kendi içine bağlıyordu. yuyamadığı gecelerden biriydi. Soğuk bir akşam sırtını duvara vermişti. Bir kölenin yokluğunun hiç bir anlam ifade etmeyeceğini düşünüyordu. Tanrılara inancını yitirmiş ve ne kadar cesaretsiz, her şeyi bildiği halde sahibesine ses çıkaramayan, sevgilisinin ölümüne göz yummuş haysiyetsiz biri olduğu düşüncesi artık onu geri dönülmez kararlar vermeye itiyordu. Sabaha kadar içini kemiren her şey onu esir alıyor, Lapartes sahibesinden çok içinden çıkamadığı bu dipsiz kuyulara köle oluyordu. Gün geçtikçe sararan yüzünün uykusuzluktan şişen gözaltlarının farkına varan sahibesine biraz hasta olduğunu ve geçeceğini söylüyordu. Her sokakta sevgilisinin hayalini gören Lapartes, halsizlikten o gece uyuyakalmış ve Callia ile rüyasında çok sevdiği fırıncının arkasındaki çeşmede buluşmuştu. Ellerini tutuyor ve ona güzel sözler söylüyordu. Kaçamak ama heyecanlı bu bulaşma, Lapartes' e köle olduklarını eğer ikisinin de yokluğu fark edilirse ceza alacaklarını unutturmuştu. Callia ile ateşli bir öpüşmeye dalmıştı. Tam bu sırada villadaki başka bir köle olan Suriyeli Samaris onun ter içinde kaldığını görüyordu ve korkarak onu uyandırdı. Lapartes terler içinde uyandı, bir süre düşündükten sonra Samaris' e sarılarak kafasındakileri kararlı ve geri dönülmez tonlamalar içinde anlattı. Onun yardımına ihtiyacı vardı. Sabaha kadar konuştuktan sonra Samaris' ikna olmuşa benziyordu. Lapartes artık neler olacağını çok iyi biliyordu, kölesi olduğu kör kuyulardan, Callia' nın her yerde beliren suretinden, kâbuslardan ve sevgilisinin beyninin içindeki sesinden kurtulmasının tek yolu buydu. Çocukluğundan beri Pompei sokaklarında dolaşan Lapartes için planını hazırlamak çok da zor olmamıştı. Zor olan bu kararı verme iradesiydi. Sevgilisi ölmüştü, onu geri getiremezdi her şey için çok geçti ama bu içinden çıkılmaz ruhsal bunalımlar artık bu soruları geride bıraktırıyordu. Onun için bir kurtuluş yolu gerekliydi ve artık kararını vermişti. Onu bunaltan şeylerin başında; kafasında sürekli Callia ve Eumachia’nın istekleri olsa da o, bu toplumdan artık kendini soyutlamıştı. Çok iyi biliyordu ki intihar bu toplumun üyesi olmadığını gösteren tek eylemdi başka her türlü her eylem öyle ya da böyle bu toplumun üyesi olduğuna işaret ediyordu.
U
-devam edecek-
29
OMNES VIAE ROMAM DUCUNT YAZI | LEVENT ÜSTÜNBAŞ
B
aşlıkta yazan cümleyi, yani: “Bütün yollar Roma’ya çıkar.” Sözünü duymayan yoktur. Bu söz bana tarih tekerrürden ibarettir sözünü hatırlatır. Hatta aynı anlama gelecek şekilde kullanmışlığımda vardır. Özellikle siyasi olaylara bakıp Roma İmparatorluğu döneminde yaşanmış bir örneğini bulmam zor olmuyor. Tabii bunu yapan sadece ben değilim. Örneğin; sosyalizmi bir devrim ile değil evrim ile açıklayan “Fabyanistler” isimlerini düşmanıyla doğrudan savaşmak yerine arkadan dolaşıp sonuca gitmeyi seçen Romalı general Fabius Cunctator’dan almıştır. Bunun gibi bir çok terim, olay, isim yani “şey” adını latinceden alır. Bunun sebebi bir çok şeyin temellerinin o dönemde olmasıdır, tabi ancak şöyle bir şey de var: Quidquid latine dictum sit, altum viditur. (Latince söylenen kulağa derin gelir.) Tabii her şey isimlendirilecek değil. Ancak Hristiyanlığın Roma İmparatorluğunda nasıl yayıldığına dair biraz bilginiz varsa 4. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında ortak noktalar olduğunu görebilirsiniz. Günümüzün malum kara kıyafetlileri o dönemin Parabolanilerinin hem yöntem hem nitelik hem de arzuladıkları şey bakımından reenkarnasyonu gibidir. 30
Dönemin “ılımlı” Hristiyanlarının ise yine dönemin elleri kanlı patriği Cyrill için söyledikleri bize bir yerden tanıdık gelir: “Gerçek Hristiyanlık bu değil.” Roma’ya öykünen bir diğer yanımız da özel mülkiyet anlayışıdır. İktisat erbablarının gini katsayısını kullanarak, sade vatandaşın ise “makas açılıyor” diyerek anlatmaya çalıştığı zengin-fakir arasındaki uçurum Roma’da üstüne bir de sınıf ayrımı eklenerek katmerlenmiştir. En üst sınıf olan patrisyenleri (yani soylular, yani aristokratlar, yani koçlar, yani sabancılar) plebler (sanırım biz) takip etmekteydi. Bir de köleler (sanırım bu da biz) vardı ki onların vay haline yurttaş bile sayılmıyorlardı. Aslında bu benzeşen değil, süregelen bir durumdur. Ancak benzeşen bir durum olarak düşünürsek köleleri günümüzde emeği sömürülenler olarak görebiliriz. Tabii bu durumda Spartaküs ve arkadaşlarını da dönemin Zapatistaları, hatta Spartaküs’ü de dönemin Che’si olarak kabul edebiliriz. Kardeşim o zaman adamlar komünizm nedir bilmiyorlardı ki derseniz kalbinizi kırarım. Spartaküs deyince aklınıza dizi geliyorsa çok gücenirim. “Peki neden?” Diyenler için açıklayayım. O zamanlar tabii ki ideolojik ilerleme şimdiki gibi değil ve bazı kavramlar bırakın olmamayı, hayal bile edilemezdi. Ancak özgürlük hareketinden yola
çıkarak böyle bir benzetme yapabiliriz. Hatta buna bir diğer örnek de Roma İmparatorluğundaki Hristiyan hareketidir. Karl Marx’ın “Fransa’da Sınıf Savaşımları” adlı kitabının önsözünde Friedrich Engels şu satırları kaleme almıştır: “Bundan hemen hemen tam 1.600 yıl önce Roma İmparatorluğunda da tehlikeli bir devrimci parti ortalığı kasıp kavuruyordu. Bu parti, dini ve devletin bütün temellerini baltalıyordu. İmparatorun iradesinin en yüce yasa olduğunu açıkça reddediyordu. Vatansızdı, enternasyonaldi, Galya'dan Asya'ya kadar bütün imparatorluk yüzeyinde yayılıyor, imparatorluğun sınırlarından ötelere taşıyordu. Bu parti, uzun zaman yeraltında gizli baltalama eyleminde bulunmuştu. Ama uzunca bir süreden beri gün ışığına çıkacak kadar güçlü olduğuna inanıyordu. Hıristiyan adı altında tanınan bu devrimci parti orduda da güçlü bir biçimde temsil ediliyordu. Koskoca lejyonlar hıristiyandı. Putatapıc ı ulusal dinin resmi törenlerine katılmaları emredildiğinde, devrimci askerler küstahlıklarını, zırhlı başlıklarına protesto ettiklerini belirten özel işaretler —haçlar— takmaya kadar vardırıyorlardı. Üstlerinin kışlalarda adet halini alan hır çıkarmaları da bir işe yaramıyordu. Ordusunda düzenin, emre uymanın ve disiplinin nasıl baltalandığını gören imparator Dioelétien artık daha fazla kendini tutamadı. Enerjik bir biçimde işe el koydu. Çünkü henüz vakit vardı. Sosyalistlere karşı bir yasa çıkardı, yani hıristiyanlara karşı bir yasa demek istiyorum. Devrimcilerin toplantıları yasaklandı. Lokalleri kapatıldı ya da yıkıldı, hıristiyan işaretleri, haç, vb., Saksonya'da kırmızı mendillerin yasaklandığı gibi yasaklandı. Hıristiyanlar devlet görevlerinde çalışamaz oldular, askerlikte onbaşı olma hakları bile yoktu. O dönemde, "bireyin saygısını" uyandıran bugünkü kadar iyi eğitilmiş yargıçlar olmadığına göre, hristiyanların mahkemelerden adalet arama hakla-
rı düpedüz yasaklanmıştı. Hıristiyanları ayrı tutan bu özel yasa da etkisiz kaldı. Hristiyanlar, yazılı yasayı, duvarlardan alay ederek söküp attılar. Dahası var, söylendiğine göre, Nicomedie'de hristiyanlar, imparatorun oturduğu sarayı ateşe verdiler. Bunun üzerine imparator, öcünü MS 303 yılında hristiyanlara karşı büyük kıyıma girişerek aldı. Bu, bu cins kıyımların sonuncusu idi. Ve o kadar etkili oldu ki, on yedi yıl sonra ordunun büyük çoğunluğu hristiyanlardan oluşuyordu ve Dioclétien'den sonra gelen ve papazların Büyük adını taktıkları Roma İmparatorluğunun yeni hükümdarı Konstantin, hristiyanlığı devlet dini ilân ediyordu.” Yani bu pasajdan ve öncesinde yazdıklarımdan yola çıkarak Roma’da yaşanan bir olayı birden fazla yerde referans gösterebiliriz sonucuna varıyorum. Roma’dan bahsedip “hukuk” konusuna değinmemek olmaz. Hani bizim Mecelle’den medeni hukuka geçerken örnek aldığımız İsviçre medeni hukuku vardır ya. Heh işte onlar da İus Civille’yi yani Roma vatandaşlar hukukunu örnek almıştır. Özellikle Sümer ve Helen medeniyetlerinin de büyük katkısının olduğu hukuk mevzusunda olayı derleyip toparlayan ve bu sayede modern hukukun babası olma şerefine nail olan yine Roma’dır. Günümüz lümpeninde Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisi büyüktür. Amerika’ya özenilir, Amerikalı olmak, Amerikalı gibi yaşamak istenir. Green Card başvuruları dolar taşar. Amerikan rüyası ruhları sarar. İşte bunun tüzel kişilik bazındaki karşılığı Roma’dır. Yani devlet adamları Roma konsüllerine özenir hatta sadece devletler değil şirketler de organizasyonlarını Roma gibi kurmak isterler. Godfather filminde avukat Tom Hagen ve Frank Pentangeli eskiden ne kadar güçlü olduklarını belirtmek için tıpkı Roma lejyonları gibiydik der. Tüm bunların sebebi Roma’nın günümüzün yapısını oluşturan teşkilatlanma ve yönetim başarısıdır. İşte bu yüzdendir ki istesek de istemesek de “Bütün yollar
Roma’ya çıkar.”
31
TEK BİR KÖLE KALMAYANA DEK YAZI | FURKAN ÜSTÜNBAŞ
K
ölelik… Bir insanın başka insanların mülkü olması. Kölelik denince ilk akla gelen devlet Roma İmparatorluğudur kuşkusuz. Fakat Roma’dan önce Sümer’e, Akat’a, Babil’e gidip, o uygarlıklardaki kölelik ile Roma’dakini karşılaştırmak, Roma’daki köleliğin boyutlarını anlamak açısından önemlidir.. Sümerler’de de köleler efendilerinin malı sayılmakla birlikte, kölelik, Yunan ve Roma’daki kölelik sistemine göre daha yumuşak kurallara sahiptir, Sümer’de köle mülk edinme hakkına sahiptir ve bunun yanında para biriktirerek özgürlüğünü satın alabilir, evlenebilir. Akatlar hakkında yapılan çalışmalarda ise, köleliğin Akatlar’da borç hukukunun içinde önemli bir yeri olduğunu görürüz, bir tüccar, ödemediği borç yüzünden köle yapılabiliyordu. Babil’deyse, köleliğin gelişiminin altında parasızlıktan dolayı çocuklarını köle olarak satan aileler yatar. Babil’de köleler efendinin malı sayılır, köleye zarar veren kişi, efendiye tazminat öderdi. Babil’de de köleler birbirleriyle evlenebiliyordu. Köle, özgürlüğünü satın alabildiği gibi sahibi tarafından da azat edilebilirdi. irkaç eski uygarlıkta köleliğin durumu buydu. Roma’da ise insanlar liber (hür insanlar) ve (servus) köleler olarak ikiye ayrılmıştı. Roma’da kölelik iki şekilde görülmüştür; doğuştan köle olanlar ve hürriyetini kaybederek köle olanlar. (Capitus Deminito). Köle bir kadından doğan çocuk, babası hür olsa da köle sayılırdı. Fakat köleliğin artış nedeni köle doğanlardan çok, hürriyetini kaybedip köle statüsüne düşenlerdi. Roma’da savaşlarda esir alınan askerler, hatta savaşta teslim olmayan halk köle olarak kullanılmıştır. Roma’nın yükselişiyle tutsaklar sürekli artmış ve çok fazla sayıya ulaşan köleler uzun zaman boyunca merhametsizce muamele görmüşlerdir. Savaş tutsakları dışında, Romalılar da köle statüsüne düşebilmekteydi. Asker kaçakları, uzun süre borcunu ödemeyenler, ailesi tarafından satılan çocuklar köle olurlardı. öleliğin hukuki durumuna baktığımızdaysa, yazının başında bahsettiğim uygarlıklara kıyasla Roma’da köle hukukunun daha acımasız olduğunu görebiliriz. Hatta -köle hukuku- kavramı bile, başlı başına yanlış bir kullanım olabilir. Zira, Roma’da efendi, köle üzerinde her hakka sahipti. Köleler ‘’gerçek kişi’’ değildi. Hukuken tanınmış bir kişilikleri yoktu. Bu durumu en net şekilde görebileceğimiz durum evliliktir. Bir kısmından yazının başında da bahsettiğim bir çok uygarlıkta köleler kendi aralarında evlenebiliyorken, Roma’da köleler ‘’kişi’’ olarak algılanmadığından, iki kölenin kurdukları birlikteliğin hiçbir hukuksal tanımı yoktu. oma’da köleler, gerçek kişiler olmasa da, kamu suçları işlediğinde insan olması ceza için yeterli görülüyor, aynı suçtan yargılanan özgür birine göre daha fazla ceza alıyorlardı. Kölelerin işlediği suçlardan ötürü sahiplerinin suçlu sayılmasıyla da sık karşılaşılırdı. Kölesi suç işleyen sahip, para cezası ödeme veya köleyi davacı tarafa teslim etme yolunu seçebilirdi.
B
K R 32
K
ölelerin mülkiyet olarak görüldüğünü anlamak için inceleyebileceğimiz başka bir durumda köleye karşı işlenen suçlardır. Köle, sahibi dışındaki birinin zulmüne uğrarsa, kölenin değil, efendisinin dava açma hakkı doğardı. Efendilerin kendi köleleri üzerindeki acımasız tutumlarıysa, Hıristiyanlığın Roma’yı etkisi altına almaya başlamasına kadar hiçbir hukuki yaptırımla karşılaşmamıştır. öleliğin Roma’da durumu özetle buydu. Kölelik zaten başlı başına bir işkenceyken, tarihte görülmüş en sert şekline maruz kalmak, Roma içinde farklı dönemlerde köle ayaklanmalarının ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Ayaklanmalardan en büyüğü MÖ.73-71 arasındaki Spartaküs önderliğindekiydi. İnsanın başka bir insan üzerindeki tahakkümüne karşı girişilen ilk isyanı incelerken, efsane olan Spartaküs ile gerçek Spartaküs’ü ayırmamız gerekir. Efsaneye göre Spartaküs, doğuştan köleyken, bugün Roma dönemi üzerinde çalışan bir çok araştırmacıya göre Spartaküs bir dönem orduda bulumuş, Roma’ya hizmet etmiş bir askerdi. O dönem Trakyalı fakir ailelerin çocukları için en iyi tercih orduda asker olmaktı. Spartaküs için dönüm noktasıysa kimi araştırmacılara göre, kendi hakına karşı savaşması istenmesiydi. Spartaküs’ün bunu reddettiği ve ordudan kaçtığı, yakalanınca köle olarak satıldığı fikri yaygındır. Spartaküs artık köleydi, sahibi tarafından dövülebilir, öldürülebilir çeşitli işkencelere tabi tutulabilirdi. Spartaküs, Capua adlı bir şehirdeki gladyatör okuluna satıdı. Asillerin eğlencesi için arenaya çıkıp kendisi gibi gladyatör olarak satılmış yoksulları öldürmesi istenecekti. partaküs, kendisi gibi gladyatör olan Crixus’la birlikte bir kaçış planladı ve uyguladı. Gladyatör okulunun sahibi Batiatus’u ve bir çok muhafızı öldürerek yetmiş civarında köleyle kaçtı. Kaçtıktan sonra Vezüv Yanardağı’na sığındılar. Senato, durumu ciddiye almıyor, yetmiş kölenin giriştiği basit bir kaçış olarak görüyordu. Dağın etrafını kuşatması için küçük bir ordu gönderildi. Roma, kölelerin dağda çaresiz kalacaklarını düşünüyordu. Fakat köleler, gece olduğunda halatlarla dağdan inip Roma askerlerine sürpriz bir saldırı yaptılar. Spartaküs, eski bir Roma askeriydi, Roma lejyonlarının geniş alanda savaşmaya alışık olduğunu biliyor ve vurkaç taktikleriyle saldırıyordu. Bu yönüyle Spartaküs’ü tarihin ilk gerilla hareketinin lideri olarak da görebiliriz. partaküs Vezüv’den çıkmayı başardıktan sonra isyana binlerce köle katıldı. Sayıları kısa zamanda yüz bine yaklaştı. İsyancılar karşılarına çıkan Roma lejyonlarını yenerek Güney İtalya’ya egemen duruma geldiklerinde Roma, ancak tehlikenin farkına varacaktı. İsyancılar geçtikleri yerlerdeki köleleri özgürleştiriyor, ganimetleri eşit olarak dağıtıyorlardı. MÖ 72 yılında, Roma, iki konsül yönetiminde bir orduyu Spartaküs üzerine gönderdi, isyancılar bu orduyu da yenmeyi başardı. Fakat, ordunun büyümesi bir problem haline gelmişti. Ordu, gerilla savaşı için çok büyük olmasına rağmen, Roma ordusuyla meydan savaşına girmek için de küçüktü. Bu durum isyancılar arasında da kısa sürede ayrışmaya neden oldu. Spartaküs, Roma’nın bir köle ordusunun bu şekilde kalmasına daha fazla izin vermeyeceğini biliyordu ve Alpler’i geçip İtalya’dan ayrılmayı önerdi, Crixus ve onu izleyen grupsa İtalya’da kalıp doğrudan Roma üzerine yürüme taraftarıydı. Bu ayrışmadan sonra, Crixus, Roma üzerine yürümüş, Lucius Gellius komutasındaki ordunun saldırısına uğramış ve kendisini destekleyen 30.000 kölenin bir çoğuyla birlikte öldürülmüştür. Yunan tarihçi Appian’a göre, Spartaküs, savaş taktiği konusunda ayrı düşseler de, Crixus’un intikamını almak için elinde tuttuğu üç yüz Roma’lı savaş esirini öldürmüştür. oma senatosu isyanın artık isyanın kesin olarak bastırılmasını istiyordu ve komutayı dönemin en zengin ve en güçlü komutanı olarak görülen Crassus’a verdi. Crassus o dönem oldukça gaddar olarak tanınan bir komutandı. Uzun süredir uygulanmamakta olan ‘’desimasyon’’ cezasını getirdi. Desimasyon, savaşta herhangi bir korkaklık gösteren askeri birliğini onarlı gruplara bölünmesinden sonra, çekilen kura sonucunda aralarından bir askerin kendi arkadaşları tarafından taşlanarak öldürülmesidir. rassus’un emrinde, kölelerle şimdiye kadar savaşan hiçbir komutanda görülmemiş bir ordu vardı. Crassus, köle ordusuna karşı ardı ardına galibiyetler alırken, Spartaküs, korsanlarla anlaşarak kölelerin bir kısmını Sicilya’ya geçirmeyi ve direnişi orada sürdürmeyi düşündü fakat korsanlar parayı almalarına rağmen, köleleri Sicilya’ya geçirmeyerek ihanet etti. orsanların ihaneti, Crassus’un ordusunun gücü, Pompey’in de ordusuyla Crassus’a yardıma geliyor oluşu Spartaküs’ü tamamen çaresizlik içinde bıraktı. İsyancılar tamamen düzensiz bir biçimde cepheden Romalılara karşı saldırıya geçti. Köle ordusu tamamen kırıldı, ordunun çok büyük kısmı savaşta hayatını kaybetti, hayatta kalanlar ise Roma’dan Capua’ya kadar çarmıha gerildi. Sömürülenlerin, ezilenlerin, kendilerini ezenlere karşı başlattığı en kitlesel ayaklanmanın lideri olan Spartaküs’ün savaşta akıbetiyse hiçbir zaman netlik kazanmadı. Cesedi asla bulunamadı. partaküs’ün mücadelesinden geriye kalansa köleliğe karşı yakılan isyan ateşidir, zincirlerinden başka kaybedecekleri olmayanların, kazanacakları bir dünya için verdiği savaştır... 33
K
S S
R C
K S
SİZ HATAYI EN BAŞINDA YAPIYORSUNUZ!
YAZI | DORUK DEMİRÜSTÜ
Geçen sayı beni göremeyince üzüldüğünüzü biliyorum. Benim yazıları cidden okuyan var mı merak etmiyor değilim. Okuyan varsa, evet, patron beni atmadı. “Kardeşim sen bi’ gez gel istersen” dedi, bir tur attım geldim. Kimle konuşsam yazısıyla ilgili olumlu olumsuz aldığı yorumlardan bahsediyor, bana öyle şeyler hiç söylemiyorsunuz. Patron bana özel sayı basıyor da benim yazıyı asıl sayıya mı basıyor anlamadım. Şimdi siz bu giriş yazısını okuduktan sonra “Ne diyor lan bu?!” diyerek sonraki yazıya geçeceksiniz. Size bir ortaya karışık içerik yapayım: Asterix, Sezar’a gömüş, ilk gazete, Serdar Ortaç konseri ve kapanış. Yok yok, her an her şeyden bahsedebilirim. Konu: Roma imparatorluğu. Kat 3 Daire 8’de bahsederler zaten. Bana söylediklerinde gözümde iki kişi canlandı. Zaten bana “sen çağrışım yapma” derler. Gottfried John (filmde Sezar), Roberto Benigni (aynı filmde Sezar’ın yancısı) İkisi de İlk Asterix filminden. Neden onlar? Çünkü ben, Roma ile o zaman tanıştım. Bana daha eski geliyordu ama 99 filmiymiş. Romalılar ve Galyalılar. Filmden etkilenip “Galyalıyım ben” diye kapılara dayanmışlığım, yastık yumruklamışlığım da var. Batı’daki ilk gazeteyi biliyor musunuz? “Acta Diurna”. “Günlük faaliyetler” olarak çevrilmiş. Ne kadar doğru, orasını bilemem. Roma’nın günlük resmi haberlerinin taşa ya da metale kazınmış olarak servis edildiği ve kamusal alanlara asılıp gelip geçenin gözüne sokulan şeyler. Yani ilk, günlük, resmi gazete. Geçen gün sınavından çıktım, oradan biliyorum. Günlük-resmi dediği de mahkeme kayıtları, doğumlar-ölümler, evlilikler (kimi-nasıl-nerede yendik şeklinde. Tabii o zamanlar 5n1k daha farklı; ama var gördüğünüz üzere) gibi önemli haberler. Eski nesil magazin haberleri. Ha, arada bir de borsayla ilgili ticari şeyler. Kayıtlara göre M.Ö 131 yılında ilk sayısına rastlamışlar. Bazen -nadir de olsa- bu Acta kopyaları kâtipler tarafından çoğaltılır ve bilgi verme amaçlı olarak eyalet valilerine gönderilirmiş. Dur aklıma geldi, şunu da sıkıştırayım: Acta senatus (yani Roma Senatosu’nun tartışma ve karar zabıtlarına verilen ad), M.Ö 59 yılında Konsül, Julius Caesar tarafından halka açılana kadar gizli tutulmuştu. Halka açmak dediği de gazeteye basmak işte. Sonra da tarihin ilk sansürleriyle karşılaşıyoruz zaten. Caesar’dan sonra gelen yöneticiler “Bu kadar şeffaf olmasak yahu” diyerek basmışlar sansürü. Sonra zaten nerede değişik insan, nerede değişik iş var hepsi Roma’dan geliyor. Bir imparator tebdil-i kıyafet diye kadın kıyafetleriyle mi dolaşmamış, millet sosyalleşmek adına tuvaletlere mi doluşmamış. Ne gariplik ararsan var bunlarda. Aklıma geldi, soylular, hani şu sadece mor giyme hakkına sahip olan tipler, heladan gizli geçit yapıp pavyona çıkartmışlar yolu. Böyle de bir toplum. Hayır, yıl milattan önce bilmem kaç, neyi kimden gizliyorsun? Sanki her yerde şu anki gibi kamera var. Bu arada, demiştim ya ilk gazeteyi biliyor musunuz diye. Hah işte, bilmeseniz de olurmuş. 34 Siz şimdikilerin hepsini biliyor musunuz? Anca ana akım!
ŞAMANİZM YAZI | SAMET AYDİLEK
Ş
amanizmin ne olduğunu az çok hepimiz biliyoruz. Şamanizm için kısaca, trans halindeki şamanlar vasıtasıyla ruhlar ve insanlar arasında bağ kuran inanç sistemi diyebiliriz. Zor bir coğrafyada yaşayan atalarımız, gerek sosyal yaşam gerekse doğa ile mücadelelerinde Şamanizm onlara rehberlik etmiştir. Bizler de günlük yaşamımızda hala bu rehberi kullanıyoruz. Şamanizm dediğimizde aklımıza öncelikle Orta Asya gelse de daha çok dünya genelinde görülen temel inanış. Çünkü benzer gelenekleri Güney Amerika ve Kuzey Avrupa’da da görüyoruz. Dinlerden önce insanların doğayı dinleyip, pratik çözümler bulduğu sistemde diyebiliriz. Lohusalı kadına bağlanan kırmızı çaputtan kedi görünce çektiğimiz saça kadar hepsi Şamanizmin günümüzdeki devamı. Daha önce hiç lohusalı kadınların neden kırmızı kurdele taktıklarını ya da küçükken neden rüyalarınızı suya anlattığınızı düşündünüz mü?
Ş
aman inancına göre yeni doğum yapan kadını rahat bırakmayan kötü ruhlar için kırmızı çaput takılır. İnanca göre bu kırmızı çaput kötü ruhları kovar. Bu olayın Türkçe karşılığı ise bir hastalık olan ‘’albastı’’dır. Anadolu da ise doğum yapan kadını kırk gün boyunda albastıdan korumak için yalnız bırakmazlar. Kırk günün sonunda anne bebeği ile kırk uçurmak için bir komşuya ziyarete gider.
B
ir diğer gelenekse özellikle çocuklara, rüyanın suya anlattırılmasıdır. Orta Asyada anneler o gün çocuklarının gördüğü rüyaları bir nehir kenarında suya bakarak anlattırır ve nehir o rüyayı alır götürür. Bazı kaynaklarda Orta Asyalı insanların bu kadar özgüvenli olmasının bundan kaynaklandığı yazıyor. İnsanlar böylece içlerinde hiçbir şey tutmuyor özgürce anlatıyor. Diğer adetleri sıralamak gerekirse, su dökerek uğurlama, kurşun dökme, nazar boncuğu, dilek çaput ve hatta tüm dillerde ayçiçeğinin karşılığı güneşten türetilmiştir fakat Türkçe’de ayçiçeği denilmesinin nedeni dahi şamanizmdir.
N
e kadar coğrafi olarak uzaklaşsak da hala atalarımızın geleneklerini devam ettiriyoruz. Bugün insanlarımızın kullandıkları dilden, devam eden geleneklere kadar pek çok şeyi Orta Asyadan taşıdık. Bugünün gidişatını anlamak için biraz da o eskilere bakmamızın gerekli olduğunu düşünüyorum.
35
YAZI | TUNAHAN SİL
B
DENYOLUK TESTİ
u sayıda adından da anlayacağınız üzere “Ne kadar denyosunuz” testi yapacağız size. Öncelikle aşağıdaki listeden en sevdiğiniz sanatçıyı seçin, sonra vereceğim formülde DP(denyoluk puanı) yazan yere koyun ve denyoluğunuzu bulun, ölçeğimiz sıfır ve yüz arasında.
1-Ozzy Osbourne 2-Eric Clapton 3-Lars Ulrich 4-Jon Bon Jovi 5-Dave Mustaine 6-Axl Rose 7-Chris Cornell 8-Steven Tyler 9-Scorpions denen o karaktersizlerin hepsi 10-Bono Eğer karar verdiyseniz sonuçlara geçediye başlıyor benim zenci kardeşlerime saydırmaya. lim. Sonra gidiyor kanki kanki takıldığı George Har1- Bu karaktersizi seçtiyseniz tebrik ediyorum, kendisi world class klasmanında bir denyo çünkü. Sahnede kıçını açsın mı istersin, efendim konsere gelen herkesi bi kovaya tükürtüp sonra o kovayı üstlerine mi döksün istersin, yarasa kafası mı koparsın istersin civciv mi ezsin istersin her türlü itlik köpeklik var. Yetmediği gibi sırf albüm kontratı almak için karısının elalemle fingirdeşmesini(ki kadını bi görsen seçimden ötürü kafadan bi +10 puan denyoluk var zaten) göz ardı etmesini mi istersin, Justin Bieber’a o kadar laf ettikten sonra beraber takılmacaları ve MTV’deki Biri Bizi Gözetliyor tadındaki programından bahsetmiyorum bile, tam bir leş herif tebrik ediyorum seni. Denyoluk puanın 88.(harbi denyo bu ama) 2- Bu abimizi seçtiysen sana iki seçenek sunuyorum; oğlunun ölümünden sonrasıysa kastın mülayım adammışsın denyo olmaz senden. Ha amma diyosan ki “Yok ağbi ya kıriim zamanları falan böyle cef bek olsun cimi peyc olsun” o zaman başlıyorum güzel kardeşim. Bu karaktersiz herif tam bir faşo, bi keresinde Birmingham konserinde olay çıkıyor bu faşo da diyor ki “zaten bu kasımpaşalılar geldiğinden beri ingilterenin bi tadı tuzu kaçtı, hayır bizim ekmeğimiz bize yetmiyor bu devletin derdi ne” 36
rison(Beatles)’ın hanımını önce bafiliyor, sonra bi de Layla’yı yazıyor. Sonra heroyinin kokayinin dibine dibine vuruyor bu gidiyor elaleme arabayla çarpıyor, sen de gelip bunu seviyorsun helal valla. Denyoluk puanın 67. 3- Allahım adını gördüm midem kalktı. Hayır bir insan hem davul çalamayıp, hem de bununla övünür mü? Bu herifte var işte arkadaş. Adamda her türlü entrika desen var, ego desen allahı var, karaktersizlik desen önde bayrak tutanı, boy desen yok ama gel gör ki Dave Mustaine denen karaktersizi çekemeyip gruptan attırıyor, James neden benden çok dikkat çekiyor diye her türlü kavgayı çıkarıyor, resim çizip tanesini 5M$’dan satıp bi de üzülüyormuş gibi yapıyor.(Bu esnada elinde şampanya var tabi) Tam bir Kayserili olan bu herifse favorin, denyoluk puanın 72. 4- Geldik bir başka kanı bozuğa. Sen gel topu topu 3 tane albüm yap düzgünce, onların da bi canlısını, bi akustiklerini, bi canlı ve akustiğini, bi de canlı ve akustik ama mtv unplugged olanı diye 4 farklı kombinasyonunu yayınla, yetmezmiş gibi Richie Sambora’nın emeğine yatarak kul hakkı da ye, bi de utanmadan grubun adını Bon Jovi koy, helal olsun valla. Denyoluk puanı 87(Çünkü sevmiyorum) Devamı diğer sayıya...
FOTOROMAN
ÖYKÜ | DOĞUKAN IŞIK
Esmer teninin üzerinde sigara yanıklarıyla ucube bir sokak dilencisinin gözbebeklerine yansıyan görüntüler, alabildiğine anlamsız geliyordu o gün. Yüzünde yaşadığına dair tek bir iz yoktu. Çıkık elmacık kemiklerinin alt bölümünde, her biri başka yöne bakan biçimsiz sakalları dahi uzamaktan sıkılmış görünüyordu. Yorgun bir hayvan gibi düzensiz ve hırıltılı soluyor, etrafına miyop miyop bakıyordu. Gökyüzünde donuk bir aydınlık vardı. Yüzünde; iki gözü, sevimli bir burnu, çatlamış dudaklarıyla yuvarlak bir çenesi olan küçük bir kız, kaldırım taşlarında hep aynı renge basarak yürümeye çalışıyordu. Yanaklarındaki uçuk pembe huzur farkedilmeyecek gibi değildi. Dilenci, ufaklığın yol boyunca aynı oyunu oynayarak uzaklaşırken, giderek küçülüp kayboluşunu seyretti. Gençlerin, âşık olduktan biraz şarap sonra yanaklarının aldığı renk ile küçük kızın pembe huzurunu değiştirseler kimse farkedemez, diye düşündü. Rüzgârın sabah keskinliği, ıslak köpek kokusuyla dans ediyordu. Saatler ilerledikçe önünden onu farketmeden geçen insanların sayısı artıyor, evlerin önüne parkedilmiş arabalar yeniden çalıştığında, benzinin fısıldayarak motora dolduğunu hissedebiliyordu. Güneş, cadde boyunca akan kalabalığı aydınlatmak için boynunu eski apartmanların arasından uzatıp tatlı tatlı gülümsüyordu. Soğuk bir kış sonu doğduğu Cezayir'in bu yaşlı sahil kasabasında; boşvermişliklerine sığınmış, eksik bir adam olarak yaşıyor olması, onu daha büyük bir boşvermişliğe itiyordu. Keskin fransız kokusu ve fransızca fısıltıların geçişi, entellektüel kozmetiğinin altında oldukça mide bulandırıcıydı. Sokaklardaki ölümün ağır kokusu, yaşamın karmaşık dokusuyla bir olup bütün bu çürüyüşün renklerini oluşturuyordu. Zaman zaman etraf bulanıklaşıyor, görüntüler silikleşip kaybolurken, yerini farklı bir zaman diliminde, farklı bir mekâna bırakıyordu. Rengârenk benekler ahenkle büyüyüp küçülürken bütün nesneler tekrar karmaşıklaşıyor, kendini yeniden semtin soğuk kaldırımlarında köpekler gibi titreyerek uyanırken buluyordu. Yıllar önce kaybettiği hafızasına şimdi aklı da ekleniyordu. Başının üzerinde hâleler oluşturarak uçuşan sigara dumanının içerisinde kaybolmuş bir gezegen gibi öylece duruyordu. Aniden kafası infilâk etti. Biçimsizce parçalanmış kafatasından ıslak kelimeler ortaya saçılmış, fikirleri soluksuz kalmıştı. İrili ufaklı birkaç gazete küpüründen bozma kağıt parçası havada süzülerek zemine düşüyordu. Düşünceleri kanıyor ve kafasında
o âna ait düşünceleri alıp gidebilse herşey yok olacakmış hissi veriyordu. Kafasını kaldırdığında, karşısında uyku çığlıkları atan gözleri, aynadan dışarı fırlayıp yakasına yapışacakmış gibi geldi. Odanın ortasındaki sehpanın üzerinde yanan mum ile sabah güneşi birbirleriyle mücadele ediyordu. Uykusu, her tarafından fısıltılar yükselen korkunç ve soğuk bir mağaraydı. Parmaklarını suratında dolaştırdı. Traş olmalıydı. Traş olduğunda daha genç gösterdiğini düşünüyordu. Yaşlanmaktan çıldırasıya korkuyordu. Parmakları yüz hatlarında aylak aylak dolanmayı bıraktı. Her zamanki gibi acımasız bir hızla uzayan siyah ötesi sakallarının arasında yakaladığı kızıl olanların hatrına traş olmaktan vazgeçti. Bedeninin mekanik hareketleri yavaşladı. Duraksadı. Gözlerini aynadaki aksine sabitledi. Ertesi güne farklı bir varlık olarak uyanmış olmayı diledi. Franz Kafka bir sabah uyandığında böcek olmamış mıydı? O da pekâla bilinçaltında kurduğu, rüyasındaki o ucube dilenci olabilirdi. En az onun kadar sorumsuz, kuralsız, boşvermiş, boşverilmiş olarak devam edebilirdi kaldığı yerden. Başucundaki komidinin üzerinde duran ikinci el Steinbeck'in sert kapağını işaret parmağıyla kaldırdı. Amaçsızca yeniden yerçekimine teslim etti. Aklı, orta karar bir fransız yazarının kalemine saklanmış gibiydi. Hep birşeyler eksik, yarım yamalaktı. Nasıl ki bulutların yıldızları yutması yağmura işaretse, henüz ne olduğunu kestiremediği bir duygunun zihnini dolduracağı da bu işaretin ikiz kardeşiydi. İstem dışı bir hamleyle radyonun eskiyerek boyası dökülmüş düğmesine dokundu. Radyodan gelen saat sekiz anonsu kulaklarında yürürken, üniversite son sınıftayken hoşlandığı sarışın kızın hiç ulaşamadığı hayali zihninde belirdi. Güzel vücudunun yumuşak kıvrımlarına göz kapakları diz çöküyordu. Hangi romanda okuduğunu hatırlamadı ama yazının bir bölümünde, mutluluktan katedralin kubbesindeki güneş yazarın oluyordu. Öyle hissetmeyeli kaç sonbaharı takvim yapraklarına gömdüğünü hesap edemedi. Aklına gelmesin diye aklını kaçırmayı bile denemişti. Becerememişti. Gözlerini kapattı. İrili ufaklı benekler karanlıkta dans ederken herşey yeniden bulanıklaşıyor, dilencinin hayatına geri dönmek endişesiyle kalbi giderek daha seyrek atıyordu. Göz kapaklarının arasından dışarı kafasını uzattığında; her yerde kurumaya yüz tutmuş nemli kelimeler, çürümeye başlamış tombul fikirler, yerlere saçılmış gazete küpürü bozması soluk renkli kâğıtlar ve parçalanmış kafatası kemikleri, sıraya konulmamış görüntülerin oluşturacağı bir fotoromanı 37 andırıyordu.
GERÇEK BİR ŞAMPİYON
YAZI | CAN DOĞAN |TANDEMDERGİ
G
rand Slam denildiği zaman akla gelen
ilk spor Avustralya Açık, Roland Garros, Wimbledon ve Amerika Açık nedeniyle hep tenis olmuştur. Fakat, Serena Williams ve Novak Djokovic'in birer turnuvayla kaçırdığı bu başarıya başka bir spor dalında ulaşıldı. Bunu başaran da bir insan değil; bir at: Americarn Pharoah... Ahmed Zayat'ın sahibi, Bob Baffert'ın antrenörü olduğu bu safkan, yarış hayatına başladığı ilk koşuda 5.olurken, ileride kazanacağı başarıların sinyallerini pek verememişti. Ancak ne olduysa bu yarıştan sonra oldu. Jokey olarak Victor Espinoza ile anlaşıldı ve birincilikler ard arda gelmeye başladı. 3 Eylül 2014'te Del Mar'daki koşuda ilk birinciliği elde ettikten sonra, FrontRunner Stakes, Rebel Stakes ve Arkansas Derbisi'ni kazanan American Pharoah gözünü; Kentucky Derbisi, Preakness Stakes ve Belmont Stakes'ten oluşan "Triple Crown"a dikmişti. 2 Mayıs 2015'te başlayan bu serüveni, 16 Mayıs 2015 ve 6 Haziran 2015'teki galibiyetlerle süslemeyi başaran safkan, tarihte "Triple Crown"u gerçekleştiren 12.at oldu. 29 Ağustos 2015'te Saratoga'da koşulan Travers Stakes'te, birinci koşusundan bu yana ilk kez(aynı zamanda son oluyordu) pistten Keen Ice'ın ardından ikincilikte kalarak, yenilgiyle ayrılıyordu. Sahipleri tarafından müthiş bir planlama yapılarak koşturulan American Pharoah'ın, 31 Ekim 2015'te koşacağı Breeders Kupası, kariyerinin son yarış olacaktı. Eğer bu yarışı kazanırsa tarihte Triple Crown'u gerçekleştirip üstüne bir de Breeders'tan zaferle ay rılan -yani Grand Slam yapan" ilk safkan olacaktı. 38
Nitekim, çok kolay bir yarış sonrası, rakiplerini nallarından çıkan tozlarla başbaşa bırakıp, seyirciyi son bir kez selamlayıp, gerçek bir şampiyon olarak pistlere eşi benzeri görülmemiş bir vedayla "hoşçakal" dedi.Çoğu konuda olduğu gibi atçılıkta da, iki ülke arasında büyük farklar var. Bizim ülkemizdeki şampiyon safkanlar sakatlanana kadar koşturulur veya eski gücünü kaybetse bile dahi şehir şehir gezdirilerek sahibinin cebini doldurması amaçlanır. Son yıllarda Ayabakan dışındaki şampiyonlarımız başta Kafkaslı ve Turbo olmak üzere hep zorunluluktan dolayı pistlere veda etmek zorunda kaldılar. Kafkaslı, Turbo'yu geçmek için kendisini zorlayan sahibine bu başarıyı tattırsa da, bir daha eski formunu yakalayamamasına sebep olacak bir sakatlığa maruz kaldı. Turbo ise kazanılacak kupa bırakmamasına rağmen daha fazla ikramiye açlığıyla pistlerdeki yerini almaya devam etti. Ta ki geçilmeye ve sakatlığına mağlup olana kadar... American Pharoah gibi, yarış hayatı 11 koşudan oluşacak bir safkan ülkemizde yetişir mi bilemem ama en azından bu safkanın bütün at sahiplerine ve Türkiye Jokey Kulübü'nün tüm üyelerine örnek olması en büyük temennim. Koşan bütün safkanlara, sadece sahiplerinin ceplerini dolduracak bir araç olarak değil, kendi kariyerini geliştirmeye çalışan birer sporcu gözüyle bakıldığı takdirde bu branştaki sorunların çoğunu camiadan kaldıracağımıza dair hiç şüphem yok. Önce American Pharoah'ın açık mavi-sarı formasına, sonra da terörün yine vurduğu kırmızı-beyaz-lacivert renklere selam olsun...
ŞİİR | HASAN UKIL
Sen gelsen şimdi, hoş gelsen Gülüşün güneşim olsa, Dağılsa karanlığım. Gelsen, otursan yanıbaşıma Yeşillense yüreğimin sararan yaprakları Şiirler okusam sana yine Gülsen, gözlerinde kuşlar uçuşsa Sen gelsen şimdi, açsa tomurcuklar çiçek olsa Yüreğim heyecanla çarpar, yokuş aşağı koşan bir çocuğun yüreği gibi, sen gelsen Haydi sen şimdi çık gel Hep açık sana; kapım, kalbim, can evim Büyütme özlemleri Tükeniyor belki de vakit Sen çık gel, hoş gel 39
FOTOĞRAF | UTKU TAN ÇAĞLAN