Bölüm 1: Bazen taşınmak cehennemdir "Henüz farkına varmamış olman önemli değil, yine de izliyorlar seni. Ve sabırla bekliyorlar, zamanının gelmesini." -iepolat-
"Hey! Duru çabuk gel, bunu mutlaka görmelisin!" İkizimin heyecanlı sesi evin yan tarafından geliyordu. Ne göstereceğini merak ettiğim halde arabadan inmedim. Ne pes etmek ne de evle yüzleşmek için hazırdım. Kasabaya ulaşmak için geçtiğimiz eğri büğrü ve kıvrımlı yollarda, kendimi hiç zorlamama gerek kalmadan şikâyet edecek bir sürü şey bulmuştum; şikâyet etmeye ara verdiğim ender zamanlarda da sessizliğimle aileme işkence etmeyi sürdürmüştüm. "Duru! Sana diyorum, gelsene!" Neden arabadan inmediğimi kendime hatırlatmak istercesine yüksek sesle, "Buraya taşınmak istemedim; ama kimse beni dinlemedi!" diye söylendim. "Ben peşlerinden sürükleyebilecekleri bir arka teker değilim, bunu öğrenmeleri gerekiyor!" Bir insanın yaşamayı istemediği bir yerde mutlu olması mümkün olabilir miydi hiç? Aileme göre kesinlikle olabilirdi ki şu an buradaydık. Artık burada yaşamak zorundaydık. Merakımı yenmek istercesine elimdeki e-kitap okuyucuyu biraz daha sıktım. Okuduğum paragrafa dikkatimi vermeye çalıştım. "Duru, beni duymuyor musun? Çabuk gel. Onları kaçıracaksın!" "Yeter ama Deniz!"
Deniz'i yeterince tanıdığım için bana göstereceği şeyin, özellikle normalden daha sinirli olduğum bugün, ilgimi çekmeyeceğini tahmin ediyordum. Yine de merakım irademi yendi ve kendimi daha fazla tutamadım. Arabanın kapısını açıp iki adımda Deniz'in yanına vardım. Deniz, kafasını gökyüzüne doğru kaldırmış, tepemizden uçan leylekleri izliyordu. "Göç ediyorlar, görüyor musun?" diye sordu leyleklere hayran hayran bakarak. Bana dönüp de benim uçan leyleklere bakmadığımı fark ettiğinde sinirlenerek, "Duru, bana değil, onlara baksana!" diyerek beni azarladı. Kardeşim, normalde sakin bir insandı. Saniyeler içinde normale döndü ve "Normalde göç zamanları Ağustos ortasından Eylül başına kadardır; ama görünüşe göre bu sene biraz erkenciler. Çok güzel bir görüntü değil mi?" diyerek sorusunu yineledi. "Umarım göç etmeye gönüllülerdir," dedim kuru bir sesle. "Gerçi büyük ihtimalle bize benziyorlardır; ailelerine ayak uydurmak zorunda olduklarından bu sene evlerini erken terk etmişlerdir, kim bilir. Bizimkiler de bizim liseyi bitirip, üniversiteye başlamamızı bekleyebilirdi taşınmak için. Sadece bir senemiz kalmıştı; ama sanki arkalarından kovalayan varmış gibi düzenimizi bozup, buraya yerleşmeye karar verdiler." Söylediklerim doğruydu. Beş gün öncesine kadar evimizde taşınmakla ilgili tek bir cümle bile geçmemişti. Kardeşimle ben, doğduğumuz günden beri yaşadığımız evde gayet mutluyduk. Bir gece televizyon izlerken telefonumuz çalmış; ardından annemle babam arkadaşlarıyla yemeğe çıkacaklarını ve biraz gecikeceklerini söylemişlerdi. O gecenin sabahında kavga sesleriyle uyanmıştık. Bizim evimiz için olağan dışı bir şeydi bu. Çünkü o güne kadar annemle babamın kavga ettiklerini hiç duymamıştık. Babam, anneme "Haklıydım!" demişti. "Hiç ayrılmamalıydık oradan. Neden seni dinledim ki..." Cevap olarak annemin, hıçkırık sesleriyle bölünen, kesik kesik sözcüklerini duymuştuk. "Oradan öyle çok nefret ediyorum ki sen tahmin bile edemezsin. Benimle aynı şeyleri yaşamadığın için beni anlayamıyorsun." "Söyle bana, anlat o zaman, oradan ayrılmamız ne işe yaradı? Şimdi senin yüzünden o da aynı şeyi yaşamak zorunda kalacak." diye tıslar gibi bir fısıltıyla cevap vermişti babam. "Aynı kayıplar tekrarlanacak. Hem de niçin?" diye sorduktan sonra sinirli bir şekilde kendi sorusunu kendisi cevaplamıştı, "Sen, sana hatırlattığı şeyler yüzünden
oradan nefret ettiğin için. Oysa her şey ne kadar kolay olabilirdi. AH! Keşke seni dinlememiş olsaydım." Ardından odamızın kapısı açılmış, "Eşyalarınızı hazırlayın, taşınıyoruz!" demişlerdi bize. Açıklama yapmaya gerek duymamışlardı. Neden diye sorduğumuz zaman da herhangi bir cevap vermemişlerdi. Deniz, beni duymazlıktan geldi. Bilinçli yapıp yapmadığını hiçbir zaman anlayamasam da zaman zaman sanki benim ağzımdan çıkanlar hiç söylenmemiş gibi davranma huyu vardı. İri gözlerini olduğundan daha büyük gösteren gözlüğünü düzelterek, "Belki kış bu sene biraz daha erken gelecek, belki biraz daha sert geçecek; o yüzden erken göç etmeleri gerekmiştir." diyerek konuştuğumuz konuyu yine leyleklere getirdi. Özgürce uçan leylekleri izlemek güzeldi, hoş bir görüntüydü; ama her zamanki gibi kardeşimin biraz abarttığını düşünüyordum. Ayrıca onun apar topar buraya taşınmamız konusunda gösterdiği tepkisizliği ve bu duruma kolayca adapte olma potansiyeli de beni rahatsız ediyordu. Kardeşim, ailemizin göz bebeğiydi ve şüphesiz içimizde en akıllı olanımızdı. Oldukça bilgiliydi ve bildiklerini sergilemek konusunda da kesinlikle mütevazi değildi. Onun bu huyu bana onunla uğraşmak istediğimde gayet güzel kozlar verse de zaman zaman onu kıskanmaktan kendimi alamıyordum. Kafamı sinirle çevirdiğimde gözüm az ilerideki dala konmuş garip görünümlü, iri baykuşa takıldı. Mantıksız olduğunu biliyordum; ama baykuş, sanki söylediklerimizi anlıyormuş gibi manalı bir ifade ile bize bakıyordu. Gergin bir sesle, "Bu hayvan sinirimi bozuyor," dedim. Deniz, "Senin sinirini bozmayan herhangi bir şey var mı bu dünyada?" diyerek bana takıldı. Sesini incelterek, "Hangi hayvan senin sinirini bozuyor, göster bana." dedikten sonra bakışlarımı takip etti ve baykuşu gördü. "Ah! Bu baykuştan bahsediyorsun." dedi heyecanla. "Çok çirkin." diyerek burnumu kırıştırdım. Oysa Deniz, baykuşun çirkinliğinden hiç etkilenmemiş gibiydi. Kafasını baykuşa doğru uzatarak, "İlginç, çok ilginç. Gördüğüm ve bildiğim hiçbir türe benzemiyor. Sanki
bütün baykuş türlerinden bir şeyler almış, hepsini beceriksizce kendisine katmış." dedi. "Bu çirkin olduğu gerçeğini değiştirmiyor." Gözlüklerini düzelttikten sonra bana sanki sığ bir insanmışım gibi eleştirel bir bakış atıp, "Baykuş, başını en çok döndürebilen kuştur, biliyor muydun bunu? Hatta gördüğün zaman kafasını 360 derece döndürdüğünü düşünebilirsin; ama hiçbir kuş bunu yapamaz. Maksimum 270 derece döndürebilir." diyerek ekledi her zamanki bilgiçliğiyle. Onun, her şeyi ben bilirim ifadesini gördüğümde ve ders verir tarzda söylediği sözleri duyduğumda; suratımda ekşi bir şey yediğim zamanlardaki hoşnutsuz ifade oluşmuştu. "Ayaklı ansiklopedi gibisin Deniz! Gerçekten ama gerçekten çok sıkıcısın!" derken ona ve baykuşa arkamı dönmüş; yaşamayı bırak, görmeyi bile istemediğim eve nihayet bakmaya karar vermiştim. Kendime dürüst olmam gerekirse ev beklediğimden güzeldi. Buraya taşınmadan önce yaşadığımız küçük apartman dairesinden oldukça farklıydı. İki katlı, sarımtırak boyalı evin ön bahçesi beyaz çitlerle yoldan ayrılmıştı. Bilinçsizce, "Fena değil." diye mırıldandım. Annem, artık odamı Deniz'le paylaşmak zorunda olmadığımı da söylemişti. Ama yine de bunlar benim mutlu olmam için yeterli değildi. Kendimi bildim bileli en yakın arkadaşım Begüm'dü ve Begüm bu kasabada yaşamıyordu. Begüm'ü hatırlamak yine gözlerimin dolmasına sebep olmuştu. Ağlama isteğime karşı koymak istercesine kafamı iki yana salladım. Üzgün olmak yerine kızgın olmayı tercih ettiğimden, "Sadece bir senemiz kalmıştı." diyerek niye kızgın olduğumu kendime hatırlattım. Arkamdan gelen sesler ve gülüşler, beni düşüncelerimden ayırıp o ana dönmemi sağladı. Görünüşe göre Deniz, biriyle gayet neşeli bir şekilde sohbet etmeye başlamıştı. "İnanılmaz," dedim kendi kendime. "Buraya yeni geldik ve bu çocuk daha şimdiden kendine arkadaş buldu. Bu onun için bile bir rekor olmalı." Arkamı dönüp baktığımda onun küçücük, beyaz bir köpekle oynadığını ve bizimle yaşıt gözüken bir gençle şakalaştığını gördüm.
Deniz, bizi tanıştırmak için, "Bu Duru, benim ikiz kız kardeşim," dedi beni göstererek. "Duru, bu da Orçun. Ailesiyle birlikte yandaki evde oturuyorlarmış." Karşımda duran, sevimli bir ifade ile bana gülümseyen çocuğa baktım. Oldukça yakışıklıydı, yüzü bir heykeltıraşın elinden çıkmışçasına muntazamdı. Farklı bir zamanda karşılaşmış olsak, hele bir de yanımda Begüm varsa, ona bayılacağım kesindi. Ama yanlış zamanda yanlış yerdeydi. Hala ağlamamak için kendimi zor tutuyor, tek bir kelime bile söylesem kaskatı maskemin un ufak olacağından korkuyordum. Umursamaz bir ifade ile Orçun'a baktım, sonra hiç ses çıkarmadan arkamı dönüp evin kapısına doğru yürüdüm. Kapıyı açtım ve eve girdim. Evin içinde durduğum yerde, dışarıdan gelen sesleri hala duyabiliyordum. Deniz şaşkın bir ses tonuyla, "Seninle alakası yok," diyerek açıklama yapıyordu Orçun'a, "Buraya taşınmayı hiç istemiyordu; ama bizimkiler onu dinlemedi. Bunun için öfkeli." Benim için 16 yıldır aynı evde büyümüş olmamıza rağmen, hala Deniz'i şaşırtabiliyor olmam aslında şaşılacak tek şeydi. İnsanlara sürekli benim davranışlarım hakkında açıklamalar yapıyor; onların, neyi niçin yaptığımı anlamalarını sağlamaya çalışıyordu. Orçun'un sesini duydum ardından, "Aldırma, dışarıdan gelenler ilk başta bu küçük kasabaya alışmakta zorluk çekerler ama kısa sürede bir daha hiç ayrılamayacakları kadar bağlanırlar. O da diğerlerinden farklı değil; sonu da farklı olmayacak." Ah! Beni tanımadığı ne kadar da belliydi... "Akşam yemeğinden sonra arkadaşlarımla festival alanında buluşacağız, katılmak ister misin?" diye sordu. Ardından büyük ihtimalle reddedilmemek için hızlı hızlı ekledi, "Eğer burada yaşayacaksanız kasabadakilerin sizi tanıması, sizin de onları tanımanız işleri herkes için kolaylaştırır. Hem bizimkilerle de okullar açılmadan önce tanışmış olursun. Ne dersin?" "Tabii ki gelmek isterim," diye yanıtladı Deniz hevesle, "Hatta keyfi yerinde olursa Duru'ya da sorarım. Belki o da bize katılmak ister." "Anlaştık o zaman, akşam yemeğinden sonra görüşürüz!"
Bölüm 2: Başlangıç "Sen, onların seçildiğini sanırken, hiç bilemedin; nelerdi kaybedeceklerin ve neleri kazanacaktın." -iepolatYeni evimiz aslında çok büyük sayılmazdı; ama benim alışık olduğumdan çok daha geniş ve ferah olduğu kesindi. Alt katta mutfak, salon ve küçük bir tuvalet vardı; üst katta ise üç oda ve iki banyo. Eski evimizi düşündüm. Deniz'le paylaştığımız odaya bir ranza ve bir çalışma masası anca sığıyordu. Yataktan inerken eğer masanın üzerine konmak istemiyorsanız, ranza ile masa arasındaki o daracık boşluğa isabetli bir iniş yapmanız gerekliydi. Merdivenden yukarı çıktım. Kenarında iki tane çiçek olan renkli, ahşap tabelada ismimin yazılı olduğu kapının önüne geldim. Bir an durdum, heyecanlanmıştım. Kapıyı ses çıkarmaktan korkarmış gibi usul usul araladım. Beş gün önce annem ile seçtiğim eşyalar odaya gelişi güzel yerleştirilmişti. Eski evimizde kutuladığım bazı eski ıvır zıvırlar, kitaplar ve kıyafetler koli koli, kapının sağ tarafında üst üste yığılmıştı. Bir an, sadece kısacık bir an mutlu olduğumu hissettim. Nihayet 16 yıllık yaşamımda ilk defa tümüyle bana ait bir oda ve sadece benim kullanacağım, "eşyalarım" diyebileceğim bana ait eşyalar vardı. Her şeyi ikizimle paylaşmak zorunda değildim artık. Mutluluğum telefonumdan gelen mesaj sesini duyup, mesajda yazanları okuyana kadar sürdü. Begüm: Az önce ne oldu tahmin et, neler olduğuna inanamazsın! Duru: Çatlatmadan yazsana ne olduğunu!
Begüm: Az önce markette seninki ile karşılaştım. Ailesi eczacı ya hani önümüzdeki hafta sonu nöbetçilermiş. O da evinde her zamanki "gizli" toplantılarından birini düzenlemeye karar vermiş. Bizi de çağırdı. Bizi derken! Suratım asıldı. Kötü bir şey yazmamak için önce telefonumu, sonra kendimi yatağın üzerine fırlattım. Oldukça sinirlenmiştim. Yıllardır Kaya ve grubuna yakın olmak için her yolu denemiştik. Kısmen başarılı olmuştuk ama ne kadar denersek deneyelim, hiçbir zaman bu "gizli" toplantılar için davet edilmemiştik. Okulun en popüler grubunun, bu "gizli" toplantılarına katılmak bizim için statü atlamak anlamına geliyordu. Varlığını bilmemize rağmen, bu toplantılara gizli dememizin sebebi sadece bu toplantıların içeriğini bilmiyor olmamızdı ve dürüst olmak gerekirse bu toplantılarda neler olduğunu oldukça merak ediyorduk. Görünüşe göre bize gruplarına katılma şansını vermek için benim taşındığım günü beklemişlerdi. "Begüm artık seçilenlerden, bense bu küçük kasabaya hapsoldum." derken yumruğumu yastığıma geçirdim. Kafamı kaldırıp yeni odama bir kez daha baktım. Artık gözüme o kadar da güzel gelmiyordu. Orada olmalıydım! Ama değildim! Alt kattan Deniz'in neşeli sesi geliyordu. Derken ses yaklaştı ve odamın kapısı açıldı. Kapının önünde duran Deniz, boncuk gibi gözlerle, yeni odama bakıyordu. Deniz'in neşeli ve enerji dolu kişiliğine, anlık değişimlere adapte olabilme yeteneğine her tanık olduğumda; ne kadar farklı olduğumuzu bir kere daha anlıyordum ve ne kadar çabalarsam çabalayayım ona gıcık olmaktan kendimi alamıyordum. "Vay!" dedi, "Senin odan benimkinden büyükmüş." "Bana bir tren bileti bul, oda senin olsun." diye yanıtladım, ölüm döşeğinde yatan bir hastanın yorgun sesiyle. "Ne oldu sana, neye üzüldün bu kadar?"
"Git başımdan Deniz." Anlamazdı, buna emindim. Hatta anlatmaya kalksam, büyük ihtimalle benim şanslı olduğumu söyleyip bozulan sinirlerimi iyice gıdıklardı. Deniz için bir gruba ait olmak ya da popüler olmak gibi düşüncelerin hiçbir anlamı yoktu. O, istediği an bir gruba girebilir, istediği kişiyle istediği anda ahbap olabilirdi. Ayrıca bunları yaparken kimsenin onun başını derde sokmasına da izin vermezdi. "Her neyse, annem yemeğe çağırıyor. Bu arada yemekten sonra Orçun'un arkadaşlarıyla tanışmaya festival alanına gideceğim. Gelmek ister misin?" diye sordu. "Kasabadakilerle tanışmaya başlarız. Okullar açılmadan önce buradaki insanları tanımamız ve birileriyle arkadaş olmamız hiç fena olmaz." Yatakta birden dikildim. "Annemler gelecek mi?" "Hayır." Normalde gece geç saatlerde arkadaşlarımızın evlerine gitmek için iznimiz vardı. Tabii ki eğer annem ya da babam bizi kapıya kadar bırakır ve kapıdan gelip alırlarsa; ama geç saatlerde, hele bizimle beraber bir yetişkin yokken dışarıda olmamıza izin verilmesi bizim için tümüyle yeni bir şeydi. "Anneme sordun mu?" diye sordum temkinli bir şekilde. "Evet, annem küçük bir kasabada yaşamanın avantajlarından biri de bu dedi bana. Kaçta geleceğinizi söylediğiniz ve eğer geç kalacaksanız önceden haber verdiğiniz sürece sorun yok dedi." Gözlerimin parlamaya başladığını hissettim, belki her şey bana göründüğü kadar kötü değildi. "Aşağıya in, üstümü değiştirip geliyorum." dedim kardeşime. "Ah! Bir de bu kasabada en az zararlı olanlar insanlardır dedi gülerek, ne demek istediğini ben anlamadım."
"Dalga geçiyordur bizimle," dedim yine sinirlenmiştim. "Büyük ihtimalle kasabanın ya da kasabalıların sırları olduğunu düşmemizi; her normal şeyin altında sihirli bir şeyleri aramamızı istiyor. Çünkü ancak bu şekilde bu kasabanın ne kadar sıkıcı olduğunu farkına varmayabiliriz." dedim. Kardeşim bana bakıp omzunu silkti, "Söylediği cümlenin altında önemli bir mesaj olduğunu sanmıyorum Duru, boşuna sinirlenme. Muhtemelen sadece şaka yapmak istemiştir." dedi. "Haydi, çabuk hazırlan. Çok bekletme beni." diye ekledi kapıdan çıkmadan önce. Deniz odadan çıktıktan sonra ben de yataktan kalktım. Kutuların içinde eşelenerek üzerime giyebileceğim bir şeyler aradım. Havalar hala sıcaktı. Askılı mor tişörtümü; altıma da dar, mavi pantolonumu giymeye karar verdim. Tabii ki siyah converselerim olmadan olmazdı. Açık kestane rengi saçlarımı taradım, makyaj yapmayı sevmediğimden yüzüme sadece nemlendiricimi sürdüm. Aynada kendime baktım, yeni insanlarla tanışmak için hazırdım. Aşağıya indiğimde annemle Deniz oturmuş pizza yiyorlardı. Annem, beni görür görmez özür diler gibi, "Bu dağınıklıkta yemek hazırlayabilmemiz mümkün değil. Bir iki gün böyle idare edeceğiz çocuklar." dedi. "Babam nerede?" diye sordum bir dilimi ağzıma doğru götürürken. Akşam yemeğini onsuz yiyor olmamız oldukça garipti. Annem bakışlarını kaçırdı ve hızlı hızlı cevap vermeye başladı: "Ah! Hala çalışıyor. Satın aldığımız marketin envanter defterlerini kontrol ediyor. Market, çok uzun süre kapalı kalmış. O yüzden mevcut malların son kullanma tarihlerini de kontrol etmesi gerekiyor. Çok işi var, çok. Umalım da hepsini çöpe atmak zorunda kalmayalım." Ailem, bütün birikimimizi yani sahip olduğumuz her şeyi bu ev ve markete harcamıştı. Ne kadar az şeyi çöpe atarsak ve ne kadar kısa sürede marketi açarsak o kadar iyiydi. Ama yine de anlayamıyordum. Geldiğimiz şehirde ikisinin de işleri iyiydi. Annem ressamdı ve kendisine ait bir atölyesi vardı. Babam öğretmendi, çalıştığı okulu ve öğrencilerini severdi. Evimiz küçük olsa bile bize aitti ve ebeveynlerim çevrelerinde sevilen kişilerdi. Neden her
şeyi satıp bu küçük kasabaya gelmiştik? Neden işlerinden ayrılmışlar ve market işletmek hakkında hiçbir fikirleri olmadığı halde bu marketi satın almışlardı? Ve neden her şey son beş gün içinde olup bitmişti? Pizzalarımız neredeyse bitmişti. "Hadi, hazırsan çıkalım artık." dedi Deniz.
***
Bölüm 3: Patikadaki Sesler "Gerçek olduğuna emin olamadığım sesler vardı duyduğum, kafamı karıştıran. Bir de insanlar vardı, sesleri takip ettiğimi gördüklerinde korkan; ama eğlenmeye devam eden ve her yeri lambalarla aydınlatan." -iepolat-
Deniz'le evden çıktığımızda, bahçe kapısında bizi bekleyen Orçun ve sevimli beyaz köpeği ile karşılaştık. "Malta köpeği mi? diye sordum elimi köpeğe doğru uzatırken.
"Evet, Maltese terrier," diye yanıtladı Orçun. "Uzaktan sevimli göründüğüne aldanma. Genelde sesi çok yüksek çıkar, ardına bile bakmadan kaçarsın." Gülerek ekledi, "Aynı binada yaşamadığımız için epey şanslısınız." Sonra Deniz'e dönüp, "Festival alanı yakın sayılır; ama daha bugün geldiniz kasabaya. Ormanda yolunuzu kaybetmemeniz için sizi beklemek istedim." dedi. Kendimi tutamayıp, "Ne kadar da düşüncelisin!" dedim alaycı bir sesle. "Teşekkür ederiz," dedi hızlı hızlı Deniz. Beni yine beni duymazlıktan gelmişti; ama gözlerini kısarak, "Sus" dercesine ters bir yan bakış atmayı da ihmal etmemişti. “Ne festivali bu?" Orçun, "Yaza veda festivali." dedikten sonra gülerek, "Şimdi siz yaz daha bitmedi diyene kadar söyleyeyim; bizim kasaba biraz değişiktir. Yıl boyu neredeyse her hafta sonu bir festival düzenlenir. Yiyecekler, içecekler hazırlanır; kasabanın meydanına masalar atılır. Festivalin ne için düzenlendiği önemli değildir; amacımız bütün kasabalıların bir arada olmasıdır, birlikte iyi zaman geçirmesidir. Eylül başına kadar yaza veda festivali devam eder." dedi. "Bu kasabada yaşamak epey hoş olacak." dedi Deniz. "Ama yine de kasabalıların birlikte iyi zaman geçirmesinin neden önemli olduğunu anlayamıyorum." "Çok basit," dedi Orçun. "Birlikte eğlenmeyen insanlar birbirini yeterince sevemez, zor anlarında gerçek anlamda destekleyemez." Sonra gururla ekledi, "Zaman zaman kasabamızın sakinleri arasında fikir uyuşmazlıkları olsa bile biz hep birbirimizi kollarız. Bu arada söylemeliyim ki oldukça şanslısınız; yılın en iyi zamanında taşındınız." "Neden?" diye sordum en sinir bozucu halimle, aslında vereceği cevabı hiç merak etmiyordum. "Çünkü Ekim-Kasım arası Kestane festivali başlar." dedi Orçun sanki bunu bilmiyor olmama şaşırmış gibi. "Meydanda büyük bir ateş yakarız, kestaneleri orada pişiririz. İsteyen herkese kese kese kestane veririz. Ah! Kasabanın dışından gelen çok fazla ziyaretçimiz olur bu dönemde. Satacak bir şeyleriniz varsa stant açmak için kayıt yaptırın şimdiden."
"Annemin resimlerinden bazılarını satabiliriz belki," dedi Deniz, şimdiden heveslenmişti. "Hem bir iki iltifat alır, biraz morali düzelir." Bana dönüp, sesini biraz alçaltıp, "Fark etmişsindir son günlerde biraz hüzünlü dolaşıyor etrafta." diye ekledi. Annemle Deniz'in karakteri birbirine oldukça benzerdi. Annem de cıvıl cıvıl, neşeli ve enerji doluydu. Oysa taşınma haberini verdikleri günün sabahından beri, zaman zaman neşeli görünse de gözlerinde bir bulut varmış gibi dolanıyordu etrafta; hatta bazen şaka olup olmadığını anlayamadığımız mantıksız şeyler söylüyordu. Yavaş yavaş, konuşa konuşa ormanlık yolu yarılamıştık. Orçun hiç durmadan konuşuyor, bize söylemesi gereken çok şeyi ama az zamanı varmış gibi hızlı hızlı, nefes almak için bile ara vermeden kasabasını anlatıyordu. Yaşadığı yere duyduğu sevgiyi anlamak için dahi olmaya gerek yoktu. Hava yavaştan kararmaya başlamıştı ama hala etrafımızı görebileceğimiz kadar ışık mevcuttu çevremizde. Derken birinin ağladığını duydum. Sesler net değildi; hıçkırık seslerine, sanki kimsenin duymasını istemiyormuş gibi, kısık sesle bir şarkı eşlik ediyordu. Birden durdum. "Susun!" dedim. Bana anlamsızca bakmaya başladıkları için ekledim, "Duyuyor musunuz?" Deniz, "Neyi duyuyor muyuz?" diye sordu. "Biri ağlıyor, biri şarkı söylüyor." dedim ya da belki ikisi de aynı kişiydi, ne fark ederdi. "Birinin başı dertte olabilir." Deniz, "Rüzgâr sesinden başka hiçbir şey duymuyorum." dedi. Orçun'a dönerek, "Sen de mi duymuyorsun?" diye sordum. Garip bir ifade ile bakışlarını benden kaçırarak, "Deniz'in dediği gibi, yalnızca rüzgârın sesini duyuyorum." dedi. Hava hala tam kararmadığından, en azından önümüzü ve solumuzu görebiliyorduk. Sağ tarafımdaki ağaçların ardına baktım. Orada belli belirsiz, karanlık bir şeyler vardı. Işık sanki oradaki bazı yerlere değmiyordu. Gözlerimi kıstım, kafamı ileri doğru
uzattım ama ne kadar denersem deneyeyim ne olduğunu göremiyordum; oysa hıçkırıkları da şarkıyı da hala duyuyordum. O ses, hayatım boyunca duyduğum en hüzünlü şeydi. O kadar üzülmüştüm ki kendimi hiç olmadığım kadar cesur hissetmeye başlamıştım. Yardım etmeliydim! Omuzlarımı dikleştirdim. Yoldan ayrılıp, ağaçların arasına girmeye karar vermiştim. Orçun ne yapacağımı anlamış olmalıydı ki kolumu tuttu. "Bırak beni!" dedim yüksek sesle, kolumu elinden çekerken. "Siz duymuyor olabilirsiniz ama ben ne duyduğumu biliyorum. Birinin yardıma ihtiyacı var." "Bu saatte oraya gidemezsin, gidersen geri dönemezsin." dedi Orçun soğuk bir sesle. "Beni tehdit mi ediyorsun? dişlerimi göstererek sırıttım. Cesaretimi toplayıp sağ tarafa doğru yine baktım. Birbirine karışmış gibi duran ağaçlar, ışık yiyen bir karaltı, kocaman bir hiçlik... "Bak," dedi. "Ben bu kasabada doğdum, çocukluğumdan beri bu yolu kullandım. Gün boyunca kasaba da yol da ağaçların arası da güvenlidir. Ama gece bastırmaya başladığında, biz yoldan ayrılmayız. Sen de ayrılma. Henüz zamanın gelmedi, hazır değilsin." Beni korkutmaya çalıştığına inanıyordum. Yeni olduğum için söylediği her tür saçmalığa inanacağımı; korkuyla, itaatkâr bir şekilde "tamam" diyerek sözünü dinleyeceğimi zannediyordu. Çok beklerdi. "Henüz zamanım gelmedi mi?" Ne demek istediğini anlamamıştım. "Neye hazır değilim?" Önce cevap vermedi. Sessiz ve dikkatli bir şekilde etrafı dinledi. Sonra içten olmayan bir şekilde gülüp, "Şaka yapıyorum tabii ki. Sen de hemen inanıyorsun her şeye." dedi. "İstersen ormanın içine girip kontrol edebilirsin." diyerek ekledi kendine güvenen bir ifadeyle.
Deniz'e baktım, konuşmalarımıza bir anlam verememiş gibiydi. Kafası karışmış halde bir bana, bir Orçun'a bakıyordu. Omuzlarımı dikleştirip, derin bir nefes aldım, oraya gitmeye kararlıydım. Sağıma döndüğümde artık ne karaltı oradaydı ne sesleri duyuyordum. Ama tam burnumun dibindeki dalda, kocaman bir baykuş iri gözlerini devirmiş bana bakıyordu. "Bu baykuş," dedim şaşkınlıkla, "Az önce burada değildi. Hiç kanat sesi duymadım. Ne ara kondu bu dala?" Deniz, anlaşılan normale dönmüştü. Açıklama yapma fırsatını kaçırmadan, "Baykuşların kanatları ve tüyleri oldukça özeldir." dedi. "Hiç ses çıkarmadan uçmalarını sağlar. O yüzden zavallı kurbanları avlandıkları ana kadar hiçbir şeyin farkına varamazlar." Baykuş, neredeyse Orçun'un kafasına çarpacakmış gibi yampiri yampiri uçup, son anda onu teğet geçip uzaklaşırken; Orçun'un da bana karşı sabrı tükenmiş gibiydi. Sert bir sesle, "Eğer ormanın içine girmeyeceksen yürümeye devam edebilir miyiz?" diye sordu. "Senin için önemli olmayabilir ama hatırlatayım, arkadaşlarım hala beni bekliyor." Etrafıma baktım, konumumuzu belirlemeye çalıştım. Buraya daha sonra yine gelecektim. Orçun'un benden gizlemeye çalıştığı şey her neyse onu öğrenecektim. Eğer arkadaşlarıyla plan yapıp, beni korkutmaya çalıştıysa da intikamımı alacaktım. "Tamam," dedim. "Görelim bakalım şu kasabanın içini." Sessizlik içinde yürümeye devam ettik, hava artık iyice kararmıştı. Ormanların çepeçevre sardığı yoldan çıkmıştık. Sıra sıra evler karşılamaya başlamıştı bizi. Kısa sürede evlerin arasından geçip geniş bir meydana ulaştık. Meydandaki ışıkların fazlalığından gece olduğunu anlamak mümkün değildi. Asılması mümkün olan her yerde bir lamba sallanıyordu. Meydan; gülen, sohbet eden, dans eden ve bir şeyler yiyen insanlarla doluydu. Herkes birbirini tanıyor gibiydi; birbirlerine gülümsüyor, gülüyorlardı. Görünüşe göre buradaki herkes oldukça mutluydu. Orçun, hızlı adımlarla meydandaki insanların arasından geçti; dip köşedeki alana yöneldi. Biz de onu takip ediyorduk. Burası çok daha gürültülüydü, etrafımızdaki
hemen herkes bizim yaşlarımızdaydı. Orçun, herkese genel bir selam verdi; iki masayı birleştirmiş, heyecanlı heyecanlı bir şeyler tartışan bir grup gence doğru ilerleyip, önlerinde durdu. Eliyle bizi gösterip, "Duru ve Deniz, bizim evin karşısındaki eve taşındılar." dedi. Çocuklardan biri söze atladı, "Nihayet! Zamanı gelmişti. Neredeyse geç kalıyordunuz." ama diğerleri onun suratına tuhaf ifadelerle bakınca, sanki pot kırmış gibi kızarıp birden sustu. "Neyin zamanı gelmişti?" diye sordum merakla, Cevap alamadığımda, "Pardon ama bir şey sordum." diyerek üsteledim. Masadaki kızlardan biri umursamaz bir ifadeyle, "Boş boş konuşuyor, aldırma." dedi. Aldırmamam mümkün değildi, paranoyak yanım uyanmıştı bile. "Biz, beş gün öncesine kadar buraya geleceğimizi bilmiyorduk. Ne demek istedin? Siz, bizi mi bekliyordunuz?" diye sordum yine. Sorularım havada asılı kaldı. Kimse cevap vermedi, kimse gülmedi, kimse bana bakmadı. Sanki hiçbir şey söylenmemiş gibiydi. Orçun, kısa bir süre sessizlik içinde bekledikten sonra, bizleri tanıştırmaya kaldığı yerden devam etti. "Bunlar da Canan, Beril, Gökhan, Zafer ve Özlem." Sonra sanki önemsiz bir konudan bahsediyormuş gibi tekdüze bir sesle, "Gökhan ile Beril beş ay önce buraya taşındılar, Zafer'le Özlem ise bir ay önce. Onlar da sizin gibi ikizler." diye ekledi.
***
Bölüm 4: Yaza veda Festivali "Söylemedim ya da yazmadım, bu yüzden sen, duyamaz ve okuyamazsın... Ama tanırım seni. sen, yine de anlarsın..." -iepolat-
Sanırım bir yerde ikizler toplantısı olsa bile, bu kadar ikizi aynı masada görmek mümkün olmazdı; ama belki Orçun önemsiz bir şeymiş gibi söylediği, belki de kalabalık ortamlarda kendimi rahatsız hissettiğim için oturanların neredeyse hepsinin ikizi olmasının tuhaflığı üzerinde durmadım. Kalabalık ortamlara böyle birdenbire girmekten hoşlanmazdım. Deniz ise benim aksime oldukça rahattı. Kendisine çoktan bir sandalye çekmiş, sohbet etmeye başlamıştı. Herkesin ilgisinin Deniz'in üzerinde olduğunu fark ettiğimde derin bir nefes aldım. Masada Deniz'le Orçun'un ortasına bir sandalye çekip oturdum. Masadaki kızlar Deniz'le yıldızlar hakkında konuşuyorlardı. Aslında büyük ihtimalle kızlar biz geldiğimizde bu konu hakkında konuşuyorlardı ve Deniz onlara düşündüklerinin yanlış olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Deniz, gökyüzüne bakarak, "Hayır, yıldızların birbirine uzak mı yakın mı olduğunu çıplak gözle bakarak söylememiz mümkün değil," diyordu. "Unutmayın, uzay üç boyutludur." Deniz'e özeniyordum ama onun gibi olamayacağımı da biliyordum. O, herkesle konuşabilecek bir konu bulmakta ustaydı. Hemen her şey hakkında bir fikri vardı; durmadan okur, bilmediği şeyleri de öğrenmeye çalışırdı. Ayrıca benim aksine
oldukça sevimliydi. İnsanlar onunla ilk tanıştıkları anda bile, sanki onu yıllardır tanıyormuş gibi ona güvenirlerdi. Bizi tanıyan herkes bizim ikiz olmamıza şaşırıyordu. Deniz onlara çift yumurta ikizlerinin, tek yumurta ikizlerinden farklarını anlattığında da aydınlanıyorlardı. Orçun'un kolumu dürtmesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. "İçecek bir şey ister misin?" "Ben de geleyim, sana yardım ederim hem." dedim hevesle. Masadaki kalabalıktan kısa bir süre için bile olsa uzaklaşmak istiyordum. Biz masadan kalkarken kızlar, "Ooo! siz şimdiden iyi bir ekip oldunuz." diyerek gülüştüler. Onlara gülümsemek için kafamı çevirdiğimde Canan'ın buz gibi bakan gözleriyle karşılaştım, gülüşüm dudaklarımda dondu. İçecek standında sıraya girdiğimizde Orçun bana, "Buranın nesini sevmedin?" diye sordu. "Oldukça mutsuz görünüyorsun. Aslında bir şans verirsen ihtiyaç duyduğun her şeyin elinin altında olduğunu göreceksin." İhtiyatlı biçimde "Sevmedim diyemem," dedim. "Kendimi ait hissetmiyorum, bu doğru. Çünkü zaten ait olduğum başka bir yer var." Aklıma Begüm geldi, ağlamamak için dudağımı ısırdım. "Anladım," dedi Orçun. "Geldiğin şehirdeki yaşamını ve muhtemelen var olan erkek arkadaşını özlediğini söylemeye çalışıyorsun sanırım." Ona baktım, açıklayabilirdim ama konuşmak istemiyordum. Yarı öfkeli yarı hayal kırıklığına uğramış gibi bir hali vardı. Yüzünü incelemeye başladım. Gözleri, burnu, dağınık saçları. Gerçekten hoştu. Tam ağzımı açıp ona en yakın arkadaşımı özlediğimi söyleyecektim ki sıra bize geldi. İçeceklerimizi aldıktan sonra o konuşkan Orçun gitmiş, yerine içine kapanmış olan versiyonu gelmişti. Ben orada değilmişim gibi davranıp; bana hiç bakmadan hızlı adımlarla grubun oturduğu yere doğru yürüdü. Masaya ulaştığımızda Canan yüzünde kocaman bir gülücükle içeceğini aldı. "Teşekkür ederim Orçun," diyerek Orçun'un kolunu tuttu. "Seninle konuşmak istediğim bir konu
vardı." diyerek onu çekip yanına oturttu. Ve kısık sesle bana bakarak ama benim duyamadığım bazı şeyleri anlatmaya başladı. Yapacak başka bir şey olmadığından Canan'ı incelemeye başladım. Kızıl saçları ve pürüzsüz teniyle oldukça etkileyici bir kıza benziyordu. Hem oldukça doğal ve rahat görünüyor hem de en ufak hareketinde bile sanki sahnedeymiş gibi özenli davranıyordu. Orçun, Canan'la konuşuyordu. Deniz, Beril ve Özlem'e gülerek bir şeyler anlatıyor, Gökhan ile Zafer de iki gün sonraki liseler arası futbol maçı hakkında tartışıyorlardı. Masada tümüyle yalnız olan tek bir kişi vardı, ben. Onları incelemeye daldığımdan telefonum titreyince irkildim. Gelen mesaj Begüm'dendi. Begüm: Ne olduğuna inanamayacaksın. Sana bir fotoğraf yolluyorum. Seninkini özlemişsindir belki. Bütün gece senin hakkında konuştuk, bu gidişle konuşmaya da devam edeceğiz gibi görünüyor. Sanırım senden hoşlanıyor! Bu arada senin şiir yazıp okuduğunu bilmiyormuş, ona senin okuduğun şiir kaydını dinletiyorum. Bak! Mesajla birlikte gelen fotoğrafta Begüm'le Kaya'nın gülen yüzleri vardı. Dudaklarımı ısırdım. Burada ne işim vardı. Ailem beni nasıl böyle zorlayabilmiş, buraya sürükleyebilmişti. Bir yerlerde çocuk haklarına falan aykırı olmalıydı bu durum. Aklımdan bu düşünceler geçerken, ekranımda Begüm ve Kaya bana gülümserken, arkamda dikilen gölgeyi fark etmedim. Orçun'un, "Demek senin erkek arkadaşın bu çocuk, çok saçma bir tip." demesiyle havaya sıçradım. Telefonumun ekranını kapatmak istedim ama yeterince hızlı değildim. Yanımda oturan Zafer, çekip aldı telefonumu elimden ve gülerek telefonun ekranındaki fotoğrafı masada oturan herkese gösterdi. Canan, şimdi oldukça rahatlamış görünüyordu. En azından o buz gibi bakış suratından silinmişti. Tırnaklarını içeri çekmiş bir kedi gibi, bana anlayışlı bir tavırla gülümsüyordu şimdi. Diğer kızlar, beni zevkimden ötürü tebrik ettiler. Kaya; herkesten geçer not almıştı, daha doğrusu neredeyse herkesten. Orçun, Canan'ın yanındaki sandalyesine geri oturdu. Bir daha bana bakmadı, bir daha ağzını açmadı.
Deniz de masaya oturduğumuzdan beri ilk defa susmuştu. Hoşnutsuz bir ifadeyle bana dikkatlice bakıyordu. Onun bakışlarının ağırlığı karşısında dik durmaya çalışsam da suçluymuşum gibi hissetmekten kendimi alamıyordum. Neyse ki saat ilerlemiş ve eve dönüş vaktimiz gelmişti. Deniz'le beraber diğerlerine veda edip, eve doğru yola koyulduk. Deniz, Orçun'a bizimle gelmek isteyip istemediğini sormuştu. Ama Orçun biraz daha kalmak istediğini söylemişti. Onu, kasabanın meydanında arkadaşlarıyla bırakıp yürümeye başladık. İnsanlardan yeterince uzaklaştığımızı düşündüğünde Deniz birden durdu, gözlerini üzerime dikerek, "Orçun hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordu. "Onu tanımıyorum, bir şey söyleyemem." diye cevapladım, "Sen onun hakkında ne düşünüyorsun?" "Orçun güvenilir birine benziyor; ama ona güveniyorum da diyemem açıkçası." dedi, her zaman olduğu gibi yarı temkinliydi. Yüzüme düşüncelerimi okumaya çalışıyormuş gibi bakarak, "Umarım Begüm’ün yazdıklarından dolayı Kaya'yı aramayı düşünmüyorsundur. Begüm'e de söyle onlardan uzak dursun. Onlar sadece başa bela olan tipler." diye ekledi. Benim sessizliğim üzerine konuşmaya devam etti. "Onun ve grubunun neler yaptıklarını ve neler yapabileceklerini biliyorsun Duru. Çok ciddiyim, sakın onu arama!" Her şeyimi bilen, her daim en yakınımda olan kişinin, sinirimi bozan ikizim olması kadar kötü bir şey olamaz bu hayatta diye düşündüm. Ama sadece onu rahatlatmak, kısmen de susmasını sağlamak için, "Merak etme, aramayacağım." demekle yetindim. "Söz ver bana." "Söz!"
***
Bölüm 5: Kâbus Pençesi "Gölgeler, ah o gölgeler Onlar, her yerden çıkarlar ve her yere izinsiz girerler." -iepolat-
Gecem kabuslarla dolu geçtiğinden kafam oldukça karışık, başımda ağrı ile uyandım. Uyandıktan sonra bile, "Tehlike! Yarım gider, bir kalır." cümlesi kulaklarımda yankılanıyordu. Normalde kâbus görmeye alışkın değildim. Yeniliklere alışmaya çalışmanın stresindendir diye düşündüm. Çenemde de bir ağrı vardı, uyurken dişlerimi sıkmıştım herhalde. Yataktan kalkarken gözüm yatağıma takıldı. Muhtemelen gece boyunca dönüp durduğumdan darmadağındı. "Anlaşılan mükemmel bir gece geçirmişim." diye söylendim kendi kendime. Aşağıdan gelen tabak çanak şıngırtıları kahvaltının hazır olduğunu haber veriyordu. Aşağıya inmek istemiyordum ama kurt gibi açtım. İstemeyerek, sadece bir şeyler yiyebilmek için aşağıya inmeye karar verdim. Ayağa kalkıp terliklerimi giymeye çalışırken parmağım bir şeye sürtündü. Bir kâğıt hışırtısı geldi kulağıma. Terliğimi elime aldım, elimle içini yokladım. İçinde katlanmış küçük bir kâğıt vardı. Kâğıdın üzerinde özensiz yazıldığı belli olan harflerle, "Bakma ama gör; duyma ama dinle!" yazıyordu. Kâğıdı buruşturup, durduğum yerden çöp tenekesine doğru fırlattım. Deniz ya da annem, hangisi bu şakayı yaparak kasabanın bana ilginç gelmesini sağlamaya çalışıyordu bilmiyordum; ama işe yaramadığını bir şekilde anlamaları gerekiyordu. Odamdan çıkıp, merdivene doğru yürüdüm. Merdiveni yarıladığımda durup onları izlemeye başladım. Annem, bir yandan mutfak tezgahında yiyecek bir şeyler hazırlıyor, bir yandan da gülen gözlerle Deniz'in anlattıklarını dinliyordu. Deniz'in kahvaltısı bitmişti. Önüne küçük boy bir harita açmış hem annemle konuşuyor hem de haritayı inceliyordu. Annem, "Burayı sevdiğine çok sevindim," dedi Deniz'e. Sonra sanki kendisini ikna etmeye çalışırmış gibi ekledi, "Her şey çok güzel olacak, eminim buna!"
Deniz her zamanki neşesiyle, "Evet, güzel olacak." diyerek onayladı. "Dün birkaç kişiyle tanıştık. İyi insanlara benziyorlar." "Duru'nun da alışacağına eminim," dedi annem. "Sadece kardeşinin değişikliklere uyum sağlaması biraz zaman alıyor." "Okullar açılmadan önce, okuldakilerle tanışmamız işleri onun için kolaylaştıracak." dedi Deniz kafasını sallayarak. "Biliyorum, Duru için kimse Begüm gibi olamaz; ama buradakileri tanırsa en azından alışması biraz daha kolay olur." Annem, "Sen mükemmel bir kardeşsin, seninle gurur duyuyorum," dedikten sonra gözü merdivenin ortasında durmuş olan bana takıldı. "Hayatım orada durmuş ne yapıyorsun? Gel de kahvaltını etmeye başla." Merdivenden indim. Deniz ve annemin bu aşırı iyimser halleri canımı sıkıyordu. Alçak sesle, "Evlatlık olduğuma eminim." diye söylendim. Annem dediğimi duymuş olmalıydı ki bir kaşını kaldırarak bana baktı, sonra işine geri döndü. Mutfak bankosunun önündeki sandalyelerden birini çekip Deniz'in yanına oturdum. Annemin önüme koyduğu tabaktakileri yemeğe başladım. Bir yandan da yan gözle, Deniz'in önündeki haritaya bakıyordum. "Babam, marketten getirmiş dün gece," dedi Deniz. Parmağıyla hayali bir yol çizerken, "Bak, bu dün kasabaya giderken geçtiğimiz yol." diye ekledi. Dün duyduğum sesleri hatırladım. Daha sonra orayı tekrar bulabilmek için konumumuzu belirlemek istemiştim ama her yerde sadece ağaç olduğundan başarılı olamamıştım. Ve o an bulunduğumuz yeri tam olarak bulamayacağımı düşündüğümden, saatime bakıp dakika hesabı yapmıştım. Evden çıktıktan ve hızımı sabitleyip yirmi yedi dakika yürüdükten sonra, üç aşağı beş yukarı, aynı noktada olmam gerekirdi. Tabii ki aynı yolu izlersem. Görünüşe göre Deniz'in önündeki haritada evimizden kasabaya ulaşmak için beş farklı yol vardı. Anneme dönüp, "Dün kasabaya giderken yolda tuhaf şeyler oldu." dedim. Annemin bakışları bir anlığına değişti; ama sonra her zamanki yüz ifadesi geri geldi. Gülerek, "Söyleme şeklinden heyecanlı zaman geçirdiğiniz sonucunu çıkarmalı mıyım?" diye sordu.
Ben daha cevap veremeden Deniz araya girdi. Gözlerini kocaman açıp, "Abartıyor anne," dedi. Kafasını hafif yana yatırarak, "Ama yine de kasabanın boyutlarından ya da yapacak bir şey olmadığını söyleyip şikâyet etmesinden iyidir." diye ekledi. Annem gülerek saatine baktı. "Sizinle sohbet etmek, dün olanları dinlemek isterdim çocuklar." dedi. "Ama geç kalıyorum. Daha sonra mutlaka dün gece olanları dinlemek istiyorum." "Nereye gidiyorsun?" diye sordu Deniz merakla. "Babanıza yardım etmeye gitmem gerek," dedi annem çantasını boynuna takarken. "Siz odalarınızı yerleştirmeye devam edin. Dışarıya çıkacak olursanız buzdolabının üzerine not bırakmayı unutmayın." Bir an durdu, hüzünlü gözlerle bize bakıp, "Sizi seviyorum, ikinizi de." diye ekledi kapıdan çıkmadan önce. Cebimdeki telefon titremeye başladı. Begüm: Söyleyeceğim şey sana belki çılgınca gelecek ama bilet fiyatlarını kontrol ettin mi? Belki "gizli toplantıya" katılmak için buraya kaçabilirsin. Annenleri sen buraya geldiğinde arar, haber veririz. Ne dersin? Duru: Param yetse bile yanımda yetişkin biri olmadan bilet alamam ki. Begüm: Hiç denedin mi? Nereden biliyorsun belki alabilirsin. Hayır, denememiştim; ama evdekilere haber vermeden kasabadan ayrılmak ve trenle bir saatlik bir yolculuk yapmak fikrinden pek hoşlanmıyordum. Hem bir şeyleri oldubittiye getirmek benim tarzım değildi hem de kaçmak zayıflıkmış gibi geliyordu, onları ikna etmeyi tercih ederdim. Bilet almak yerine başka bir yol bulmalıydım; ama şu anda canımı sıkan bu konuyu düşünmek bile istemiyordum. Deniz'in önündeki haritayı bir parmak hareketiyle önüme çektim. Biraz inceledikten sonra, "Yardım etmek için annemlerin yanına gitmeyi düşünüyorum, benimle gelmek ister misin?" diye sordum isteksizce. Festival alanından dönerken söyledikleri yüzünden ona hala kızgındım. Deniz'in gözlerindeki gururlu ifade söylediğime inandığını gösteriyordu. "İşte benim kardeşim," dedi sevinçle. "Birazdan Orçun gelecek, bekle benimle istersen. O geldikten sonra hep beraber gideriz."
Orçun ilk defa bir işe yaramıştı. Onu beklemiyor olsaydı Deniz'in benimle gelmek isteyeceğine emindim. Memnuniyetimi göstermemeye çalışarak, "Sıkıldım burada oturmaktan. Biraz bisiklet sürmek, etrafta dolanmak istiyorum. Siz bana yetişirsiniz." dedim. Kapıdan çıkmadan önce annemin hareketlerini taklit edip kapı aralığından ona baktım, buğulu bir sesle, "Seni seviyorum Deniz." dedikten sonra kapıyı hızlıca kendime doğru çektim. Kapı arkamdan kapanırken onun gülerek, "Kaybol!" dediğini duydum. Kardeşim, dileğinin gerçekleşeceğini biliyor olsa bu cümleyi yine de söyler miydi emin değilim. ***
Bölüm 6: Ormanın Derinliklerinde "Umursamıyorum derken bile aslında umursuyordum, Ama onların hiç haberi yoktu bundan. Kim bilir, böyle kalması herkes için daha iyiydi belki de." -iepolat-
Büyük ihtimalle bisikletime binmeyip, onu yanımda sürüklerken oldukça komik görünüyordum. Ama umurumda değildi. Zaten ben umursasam bile etrafta beni görebilecek biri yoktu. Sadece yirmi yedi dakika yürümem gerekiyordu. Dişimi sıkıp yürüyebilirdim. Bizim taşındığımız ev ve Orçunların evi hariç yakınımızda başka ev yoktu. Kasabayla aramızda da ormanlık yol vardı. Yol boyunca bir yandan saatime bakıp, bir yandan etrafı inceliyordum.
Kabul etmek istemiyordum ama oldukça güzel bir manzara olduğunu düşünmeye başlamıştım. Özellikle benim gibi şehirden gelenler için daha da etkileyici olduğu kesindi. Ama kaç gün daha güzel ve değişik olduğunu düşünmeye devam edecektim, hiçbir fikrim yoktu. Ben, düşüncelere dalmışken yirmi yedi dakika geçmiş ve dün sesi ilk kez duyduğum noktaya varmıştım. Bisikletimi yolun kenarına özenle koydum. Cesaretimi toplamak için derin bir nefes aldıktan sonra ağaçların arasına daldım. Ormanın içine doğru ilk adımı atmıştım; ama ilerlemek konusunda hala kararsızdım. Durdum. Kısa bir süre, her an yola geri koşmaya hazır şekilde, tetikte bekledim. Etrafıma bakındım. Görünürde, beni tedirgin edecek hiçbir şey yoktu. Devam edebilirdim. Yürümeye başladım. Etrafımda gördüğüm ve duyduğum her şey benim için yeniydi. Bir süre yürüdükten sonra ince, damar gibi kıvrımlı, ışıl ışıl bir nehirle karşılaştım. Aheste bir şekilde akan suyun çıkardığı şırıltı hariç başka bir ses duymuyordum. Beynim bomboştu. Hiçbir şey düşünemeden, büyülenmiş gibi kocaman açılmış gözlerle nehir boyunca yürümeye devam ediyordum. Kendimi hayatım boyunca hiç bu kadar huzurlu hissetmemiştim. Ne kadar süre yürüdüğümü bilebilmem mümkün değildi. Bulunduğum yerde sanki zaman kavramı yoktu ya da ben bu kavramı unutmuştum. Ormana neden girdiğimi, orada ne bulmayı umduğumu bile hatırlamıyordum. Bir süre sonra, bir baykuş çok uzaklardan ötmeye başladı. Baykuşun sesinin içimdeki yankısı kısa sürede derece derece arttı; suyun beni hipnotize eden, sakinleştiren sesinden çok daha baskındı şimdi. Beynimin en ücra köşesinde bir şeyler yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı. Hafif sersemlemiş bir halde olsam bile, yavaş da olsa, düşünebilmeye başlamıştım. Baykuşun sesi, şimdi çok daha yakından geliyordu. Kafamı çevirdim. Yan tarafıma baktım. Geçen gün gördüğüm kocaman baykuşun, yine bana yakın bir dala konmuş olduğunu gördüm. Bakışları bana bir şey anlatmak ister gibiydi; ama ben anlayabilecek yeterliliğe sahip değildim. Yine de içimde bir şeyler uyanmıştı, etrafıma bakındım. Ağaçların dallarından süzülerek yolumu aydınlatan ışıkların seyrekleştiğini, ağaçların sıklaştığını ve nehrin çok daha fazla parlamaya başladığını kısmen ürkerek fark ettim. Nehirdeki ışık sanki güneş ışığından bağımsızdı, yansıma değildi. Sanki doğrudan nehrin kendi içinden geliyordu.
Kendimi inandırmak istercesine, "Korkacak hiçbir şey yok." dedim. "Burada kimsenin benim yardımıma ihtiyacı yok. Cesaretimi de kanıtladığıma göre, ormanın içinde bu kadar yürüyüş şimdilik yeterli." Tek bir şey beni rahatsız ediyordu, dün duyduğum seslerin benim hayal gücümün bir ürünü olup olmadığına emin olamamak. Kim bilir, belki ormana alışkın olmadığımdan yanılmıştım ya da belki yeni gelenlere takılmak isteyen biri şaka yapmıştı. Yol boyunca, beni takip eden şu garip baykuş hariç, herhangi bir tuhaflıkla karşılaşmamıştım. Bu da daha önce zaten düşünmüş olduğum gibi; Orçun'un dün söylediği hiçbir şeyin gerçek olmadığını, sadece beni korkutmak istediğini ispatlıyordu. Kanıtlamak istediğim her şeyi kanıtlamıştım. Artık ormandan çıkabilir, Orçun'u bulup, ona ve arkadaşlarına ormana girdiğimi zevkle anlatabilirdim. Lakin etrafıma baktığımda her yer birbirine benziyordu. Yön duygum tamamıyla alt üst olmuştu. Hangi yönden buraya geldiğimi bilmiyordum. Ormandan çıkmak için hangi yolu takip etmem gerektiği ile ilgili de en ufak bir fikrim yoktu. İlk iş telefonuma sarıldım. Bingo! Sinyal yoktu. Gözlerimi kapattım. Bulunduğum yere kadar gelirken gördüğüm şeylerin detaylarını hatırlamaya çalıştım. Nehir! Evet, ormana ilk girdiğimde, çok kısa bir süre sonra nehirle karşılaşmıştım. Eğer nehri ters yönde takip edersem ormanın kıyısına yakın bir noktaya varabilirdim. Bacaklarım çok yorulmuştu ama yürümeye devam etmeliydim. İçimden şarkı söyleyerek, ara sıra telefonumu kontrol ederek, yorgunluğa dayanamayacağımı düşündüğüm anlarda da Deniz'in beni eleştiren bakışlarını gözlerimin önüne getirerek yürüdüm. Şimdi pes edemezdim, giriş yolunu bulduğum gibi çıkış yolunu da bulmalıydım. Yürümeye devam ettim, bacaklarım titrese de yorgunluktan mideme kramp girse de durmadım. Hiç durmadan yürüdüm, ta ki karşımda onu görene kadar...
***
Bölüm 7: Birleştirenler "Öyle karanlıktı ki içi, sadece dışını görebiliyordum." -iepolat-
Ta ki karşımda onu görene kadar hiç durmadan yürümüştüm. O ince ince kollarla üzerine dökülen akarsuların; altında küçük ışıltılı bir göl oluşturduğu çağlayanın, tam ortasındaki kovuğa özenle yerleştirilmiş gibi duran kalemsi yapıyı görene kadar... Böyle bir yapının gerçekten var olduğunu başkası söylemiş olsa inanmazdım ama ona bakarken varlığını yadsımam mümkün değildi. Karşımda duran görsel o kadar etkileyiciydi ki Orçun'un gece ormana girmemekle ya da hava karardığında orada olmamak gerektiğiyle ilgili söylediği bütün sözler aklımdan çıkmıştı. Ona bakarken kendimi kaybedilmiş ama aynı anda bulunmuş gibi hissediyordum. Hem yok olmuş hem de varlığımı bulmuştum. Yapı, beni karşı koyamayacağım bir şekilde çekiyordu. İçini görmeliydim. Yapının içine girme isteği, saplantılı bir düşünce gibi beynimi içten içe kemirmeye başlamıştı. Ama görünüşe göre, yapının kapısına ulaşabileceğim herhangi bir yol yoktu etrafta. Ben karşımda duran manzaraya büyülenmiş gibi bakarken ve içerisine nasıl girebileceğimi anlamaya çalışırken dakikalar birbirini kovalamış, karanlık iyice bastırmıştı. Yaprakların ve dalların çıkardığı sesleri duyuyordum. Hareket ediyor, kırılıyor, çiğneniyorlardı. Sanki bir şeyler arkamdan yaklaşıyordu, çok loş bir ışık olsa bile hareket eden gölgeleri hissediyordum. Ama yaklaştıklarını hissetsem bile bakışlarımı, hipnotize olmuş gibi, bir an bile karşımdaki küçük kaleden ayıramıyordum.
Arkamdan gelen sertçe bir darbe o ana dönmemi sağladı. "Hey, ne oluy..." cümlem şaşkınlıktan yarım kalmıştı. Karşımda duran Orçun, tanıştığımızdan beri ilk defa ne yapacağını bilmiyormuş gibi, panik halinde bana bakıyordu. Bileğimden yakaladı. Ağzından tek bir sözcük çıktı. "Koş!" İkimiz de koşuyorduk şimdi. "Daha hızlı!" Normalde biri bana bir şey yapmamı söylediğinde, istisnasız her zaman, "Neden?" diye sorarım. İlk defa "Neden?" demek aklıma bile gelmedi. Yeni uyanmış gibi uyuşuktum hala, daha doğrusu beynim uyuşuktu. Ama bedenim sınırlarını zorlamak zorunda olduğunu biliyormuşçasına her adımda daha da hızlanıyordu. Yakınımızdan geçen gölgeleri görüyordum. Gölgeler kıpırdıyor, yakınlaşıyor, uzaklaşıyorlardı. Dallar, yüzüme ve vücuduma çarpıyordu ama aldırış etmiyordum. Korku diğer bütün hislerden daha baskındı. Orçun, bu kasabada doğup, büyümüştü. Buradan çıkmak için takip etmemiz gereken yolu biliyor olmalıydı; en azından ben öyle umuyordum. Koşmaya devam ettik. Önce ağaçlar seyrekleşmeye başladı ve nihayet yola vardık. Şimdi yolun ortasında durmuştuk. Ben hafif eğilmiş, ellerimi belime koymuş nefesimi düzenlemeye çalışıyordum. Yanımda Deniz olsaydı muhtemelen dik durmamı; karnımdan, göğsümü değil diyaframımı şişirerek, nefes almamı söylerdi. En korktuğum anlarda bile kardeşimin öğütlerinin aklıma gelmesi inanılmaz bir şeydi. Orçun'a, "Onlar neydi?" diye sordum. "Birleştirenler." dedi. Kafam iyice karışmıştı. Birleştirenler kimdi, birleştiren ne demekti?
Hala nefes nefeseydim. Gözüme kıpırdayan bir şey takıldı. Yavaş yavaş bana yaklaşıyordu. Biçimsiz parmaklarıyla tam bir ele benziyordu ama ağaç dalıymış gibi garip pütürlüydü. Ayak bileğimi tutmak üzereyken, refleks olarak farkına bile varmadan, ayağımla bir tekme attım. Garip bir inilti geldi ağaçların arasından. Onun ne olduğunu düşünmeye bile fırsat bulamadan Orçun yine bileğimi tutmuştu. "Koş!" Ormanlık yol bittiğinde, sıra sıra evleri görmeye başladığımızda dahi durmadık. Bileğimi mengene gibi sıktığı ve oldukça hızlı koştuğu için durmaya kalksam muhtemelen yuvarlanırdım. Kasabanın meydanına ulaştığımızda Orçun bir saniye durdu. Sonra sağ taraftaki dar yola daldı. Oradaki iki katlı taş binanın önüne geldiğimizde kırmızı kapısını yumruklamaya başladı. Kapı çok kısa bir süre içinde açıldı. Kırmızı ceketli, asabi suratlı, yaşlıca bir adam kaşlarını kaldırmış Orçun'a bakıyordu. "Uyandılar!" dedi Orçun panik halinde, "Bu yıl vaktinden önce uyandılar."
***
Bölüm 8: Geri Dönenler Listesi "Benden öncekilerin ayak izleri, belirgin değil diyorsun. Oysa hiç bakmayı denemedin ki görmeye çalışarak onları." -iepolat-
Kapıyı bize açan yaşlı adamın kaşları, Orçun'un söylediklerini duyduktan sonra biraz daha havaya kalktı. Dışarı doğru bir adım attı, önce sol sonra sağ tarafı kontrol etti. Sonra tekrardan içeri girip kapının önünden çekildi ve bize geçmemiz için yol verdi. İçeriye girdiğimizde ilk başta nefes almakta zorlandım. Küçük pencerelerden yeterince hava girmediğinden mi yoksa kitapların üzerindeki ağırlaşmış tozlardan mı bilmiyordum, öksürmeye başladım. Adamın kaşları çatıldı. Orçun'a doğru bakarak, "Ne oldu?" diye sordu. Orçun, binanın içine girdikten sonra sanki karakter değiştirmiş gibiydi. Az önceki panik içindeki hali silinip gitmişti. Kendine güvenen bir ifade ile "Asli olanı avlamaya çalışıyorlardı." dedi. Adam, sanki Orçun mantıksız şeyler söylüyormuş gibi ona tuhaf bir bakış attı. "Asli olanın o olduğuna nasıl emin olabilirsin?" Kafasını iki yana onaylamazmış gibi sallayarak ekledi, "Bunu bilmek mümkün değil. Hem ona baksana hasta gibi görünüyor." Orçun, "Ama eminim," dedi ısrarcı bir şekilde. "Yanımdaki birincil olan." "Öteki nerede?" "Güvende, onu bıraktığımda ailesiyle beraberdi." Buraya geldiğimizden beri insanların dediklerini anlamıyordum. Aynı dili konuşuyorduk ama sanki kelimelerimizin farklı anlamları vardı. Adam beni eliyle işaret edip, "Onu içeriye götür," dedi huysuz bir surat ifadesiyle. Kare şeklindeki holden geçtik. Benim tahmin edebileceğimden daha büyük, yuvarlak bir salona ulaştık. Kütüphane gibi bir yerdi burası. Duvarlar boydan boya kitaplarla doluydu. Düzensiz bir şekilde salonun içine dağılmış sandalyeler vardı. Yan tarafta, ışığı en fazla alan köşede elinde kitabıyla oturan yaşlı bir kadın hariç kimse yoktu. O da zaten bizim olduğumuz tarafa hiç bakmamıştı; gayet dikkatli bir şekilde elindeki kitabı okuyordu.
"Burası ne? Kütüphane mi yoksa kitabevi mi?" diye sordum. "Kütüphane denilebilir ama asıl işlevi farklı," diye cevap verdi Orçun. Sonra sanki benim daha fazla soru sormamı istemezmiş gibi yaşlı kadının yanına gitti, kısık sesle ona bir şeyler anlatmaya başladı. Konuşulanları duyamıyordum ama belli ki anlattıkları yaşlı kadının ilgisini çekmişti. Yaşlı kadın; kocaman gözlerle bana bakıyor, bir yandan da Orçun'un söylediklerini dinlediğini ya da onayladığını belli etmek istermiş gibi kafasını sallıyordu. Yaşlı kadının, aklımdan geçenleri okumaya çalışıyormuş gibi, dikkatli bakışlarından rahatsız olduğum için etrafımı incelemeye başladım. Odaya girerken altından geçtiğimiz hantal kapı kemerinin yan tarafına kağıtlar asılmıştı. Onları okuyarak oyalanmaya karar verdim. Yaza veda festivalinden bahseden bir yazı, futbol maçı hakkında bildiri, bir iki fotoğraf ve bir isim listesi vardı. Listenin tepesinde kocaman harflerle Geri Dönenler Listesi yazıyordu. Ne çok isim vardı. Listedeki isimleri inceleyerek oyalanırken sayfanın ortalarında annemle babamın isimlerini gördüm, altlarında da kardeşimin ismi ve benim ismim yazılıydı. Bir yanlışlık yapmışlardı. Biz geri dönenlerden değildik ki neden isimlerimiz bu listede yazıyordu? Kafam karışmış bir halde listeye bakarken, yanıma gelen Orçun'u fark etmemiştim. "Gel, seni Nar teyze ile tanıştırayım." dediğinde irkildim. Orçun'la birlikte odadaki yaşlı kadının yanına doğru yürüdüm. Yol yol kırlaşmış kestane rengi saçlarını topuz yapmış, yaşı yetmiş civarında olan kadın oldukça azametli görünüyordu. Oturduğu yerden bana elini uzatana kadar onun tekerlekli sandalyede oturduğunu fark etmemiştim. Elimi sıkarken hem sıcak hem de mesafeli sayılabilecek bir ses tonuyla "Kasabamıza hoş geldin Duru," dedi. "Kasabamızı sevdin mi?" Hem yaşlı kadına kibar davranmak hem de konuşmayı kısa kesmek istediğimden küçük, beyaz bir yalan söylemeye karar vermiştim ki sözcükler istemsizce ağzımdan döküldü.
"Hayır, geldiğim yere dönmeyi tercih ederim, hatta sanırım fare çorbası içmek bile burada bulunmaktan daha eğlenceli olabilir; ama maalesef benim söz hakkım yok, o yüzden şu an bu kasabadayım." Ağzım benim kontrolümde değilmiş gibiydi. Dudaklarımın karıncalandığını hissediyordum, aynı zamanda utanmıştım da. Fare çorbası nereden çıkmıştı. Muhtemelen daha fazla saçmalayamazdım. Daha fazla konuşmamı engellemek istercesine ellerimle ağzımı kapattım. Kadın anlayışla gülümseyerek, "Sözcüklerin hakaret içermiyorsa düşündüklerini ve hissettiklerini dile getirdiğin için asla utanmamalısın." dedi. Konuyu değiştirmek istediğimden, "Bu arada söylemeliyim ki kemerin yanındaki listede bir hata yapmışlar." dedim. "Nasıl bir hata?" "Bizim isimlerimizin o listede yazmaması gerekiyor. Ailemle beraber bu kasabaya ilk defa geldik, ilk kez burada yaşamaya başladık." "Öyle mi?" "Evet, ailemiz kuşaklarca aynı şehirde yaşamış. Hatta anneannemler hala orada yaşıyor." "Ya Babaannenler? Onlar nerede yaşıyor?" Kadının gözlerinde garip bir pırıltı vardı. Listede bir hata olmadığına da emin gibiydi. Sorularıma cevap vermiyor; aksine bana soru sorarak beni daha da konuşturuyordu. Bense, onun sorularına doğru olduğunu düşündüğüm cevapları vermekten kendimi alamıyordum. "Baba tarafında hiç tanışmadığım bir büyükanne ve büyükbabam var," diye cevapladım. "Ama babamın söylediklerine göre; onlar da bizim buraya taşınmadan önce yaşadığımız şehirde yaşıyorlar. Sadece babamın bizlere söylemediği bir sebep yüzünden görüşmüyorlar." "Neden görüşmediklerini hiç merak etmedin mi?"
Tam cevap verecektim ki alarma benzeyen bir ses yüzünden konuşmamız bölündü. Şimdiye kadar hiç böyle bir ses duymadığımdan korkmuştum. Hayatım boyunca hiç bu tarz bir uyarı sesi duymama sebep olacak kadar önemli ya da tehlikeli bir durumla karşılaşmamıştım. Orçun, beni sakinleştirmek istercesine elimi tuttu. "Endişelenme," dedi. "Sadece kasabalıları toplantıya çağırıyorlar. Korkacak hiçbir şey yok." Şaşkınlıkla, biraz da derin bir uykudan uyanmış gibi hissettiğimden irkildim. Yaşlı kadınla konuşurken ikimizden başka kimsenin olmadığı bir balon içindeymiş gibi hissetmiştim, sesini duyana kadar da Orçun'un yanımda duran varlığını unutmuştum. "Gerçekten endişelenmemesi gerektiğini mi düşünüyorsun Orçun?" diye sordu yaşlı kadın, gözlerinde yine o garip pırıltılar vardı. Orçun'un bakışları yaşlı kadına kilitlenmişti. Etrafında olan hiçbir şeyi görmüyormuş ya da duymuyormuş gibi gözünü bile kırpmadan yaşlı kadına bakıyordu. Az önce ben de böyle mi görünüyordum? diye merak ettim. "Hayır," diye yanıtladı Orçun. "Onu rahatlatmak için söyledim sadece. Onun yaşayacağı şeyleri düşündükçe onun için korkuyor ve üzülüyorum. Bütün bu olanlar artık son bulmalı."
***
Bölüm 9: Kasabada Toplant "Sahip olduklarıyla yetinmeyen bir çocuk, örülü duvarların arasında hapis. Önündeki tüm kapılar kapalı, artık girmesi imkânsız; ama çıkmak için de geç kalmış."
-iepolat-
Yaşlı kadınla Orçun'un konuşmasına şahit olduğumdan beri kendimi toparlayamamıştım. Sanki benim tanımadığım insanlar beni tanıyor; benim haberimin olmadığı ama beni içeren planlar yapıyorlardı. Daha önce yalnız kaldığım çok olmuştu ama hiçbir zaman şu an olduğum kadar yalnız hissetmemiştim. Bulunduğumuz kütüphanede şimdi insan seli varmış gibiydi. Alarmı duyan herkes gelmişti. O kalabalığın içinde, kuytuda kendime zorlukla bir yer bulmuş; sırtımı duvara dayamış sakinleşmeye çalışıyordum. Kapıyı bize açan yaşlı adamla Orçun biraz ileride konuşuyorlardı. Adam yanından ayrıldıktan sonra, Orçun kalabalığa "On yedi yaşından küçük olan herkes beni takip etsin" diye bağırdı. Orada bulunan bütün gençler, itaatkâr bir biçimde, Orçun'un arkasında kuyruk olup onu takip etmeye başladılar. Ben ise gidip gitmemek konusunda kararsızdım. Kalabalığın içinde hala ailemi görememiştim ve toplantıda ne konuşacaklarını da oldukça merak ediyordum. Belki de kalabalık korkumla yüzleşmek için en uygun an şimdidir, diyordum kendime. Kalabalığı gözlerimle tararken, buraya ilk geldiğimizde karşılaştığımız yaşlı kadınla göz göze geldim. Yanındakilerle konuşurken gözlerini bana dikmiş, anlaşılması zor bir ifadeyle bana bakıyordu. Gözlerinde biraz hoşnutluk biraz da endişe vardı sanki. Sandalyesini bana doğru çevirip yanıma doğru sürmeye başladığında; ben de etrafıma bakınıp kaçabileceğim bir yer aradım. Ama etrafımdaki insanlar nedeniyle yeterince hızlı uzaklaşamayacağımı düşündüğümden pes ederek hiç kıpırdamadan olduğum yerde durmaya devam ettim. Yaşlı kadın, yanıma ulaştığında çevik bir manevra ile sandalyesini döndürdü; yanımda sırtını benim gibi duvara verecek şekilde sandalyesini sabitledi. Bir süre sessizce durduk, konuşmadan kalabalığa bakmaya devam ettik. Sonra bana bakmadan konuşmaya başladı. "Uyarıyı duydun değil mi?"
"Evet" "Yaşıtın hiçbir gencin burada kalmadığını, hepsinin Orçun ile birlikte yukarıya çıktığını farkındasın değil mi?" "Evet" "Peki, sen niye kaldın evladım?" Nasıl bir cevap vermem gerektiğini bilmiyordum. Aslında istediğim cevabı verip veremeyeceğim konusunda da emin değildim. Daha önceki deneyimimde istesem de ona yalan söylemem mümkün olmamıştı. "Yalan söyleyebilir miyim?" diye sordum istemsizce. Yaşlı kadın içtenlikle güldü. "Elbette, eh en azından deneyebilirsin. Eğer istiyorsan tabii ki." "Ne konuşulacağını merak ediyorum," dedim. "Birilerinin uyandığından bahsettiler, bilmeden bir şey yaptıysam, suçluysam bunu bilmem gerekiyor. Ayrıca ailemi hala göremiyorum, kardeşim için endişeliyim, onu beklemek istiyorum." "Merak etme. Güvendeler, sadece tünellerden gelmeleri biraz zaman alıyor." dedi yaşlı kadın. "Yollarını kaybetmemeleri için iki rehber gönderdik, ne de olsa uzun zaman geçti; ama biraz sonra burada olurlar." "Tüneller?" "Evet, senin de fark ettiğin gibi şu an garip ve tehlikeli bir durumla karşı karşıyız, dışarıda olmak güvenli değil." derken ellerini bu düşünceyi abartı buluyormuş gibi salladı. "Dışarıda olmak güvenli değil mi?" diye sordum, nefes alışlarım hızlanmaya başlamıştı. "Gerçi yıllar önce yine aynı durumla karşılaşmıştık; o zaman kurtulmuştuk yine kurtuluruz, tabii sen bilmezsin." diye ekledi oldukça neşeli bir sesle.
Etrafımızdaki herkesin bakışlarında az ya da çok korku ifadesi mevcut olmasına rağmen yaşlı kadının bu neşeli hali beni şaşırtmıştı. Ona hayranlık duymaya başlamıştım. Konuşmamız, binaya ilk geldiğimde kapıyı bize açan yaşlı adamın öksürmesiyle bölündü. Parmağıyla beni göstererek, "Senin burada olmaman gerekiyor," dedi sinirli bir ses tonuyla. "Beni takip et çocuk!" Yaşlı kadına ya da Orçun'un dediği gibi Nar teyzeye bir göz attığımda, onun kafasını onaylar gibi salladığını gördüm. Nedense garip bir güven duygusu oluşmuştu aramızda, burada beni anlayabilecek tek insanın o olduğunu hissediyordum. Aldığım onaydan sonra, hiç konuşmadan adamı takip etmeye başladım. Kalabalığın arasından sıyrılıp yuvarlak salondan çıktık. Bu binaya ilk geldiğimde, dış kapıdan içeri girdiğimiz zaman karşılaştığımız kare şeklindeki holün özdeşi bir odaya girdik. Odanın köşesinde yukarıya doğru çıkan, taştan bir merdiven vardı. Adam önde, ben arkada merdivenden yukarıya çıktık. Kapak gibi bir şeyle yolumuz kesildi. Yaşlı adam kapağı parmağının ucuyla ittirerek açtıktan sonra bana geçmem için yol verdi. Arkamdan onun da geleceğini düşünmüştüm; ama aksine yaşlı adam beni takip etmedi. Kapak arkamdan gürültü ile kapandı. Kapağı iterek açmaya çalıştım ama kıpırdatamayacağım kadar ağırdı. Omuzlarım düştü, pes ettim. Karanlık bir boşlukta yapayalnız kalmıştım. ***
Bölüm 10: Kasabada Toplant 2 "Yansımamı gördüm, gördüğümü anlamadım. Yaşamak dediğimiz şey,
yoksa baktıklarını görmemek, gördüklerini anlamlandıramamak mı? kalbim çarpıyor..." -iepolat-
Karanlıkta elimle yoklayarak bana en yakın duvarı buldum. Duvara neredeyse yapışık bir halde, bir elimi ileriye uzatıp diğer elimi duvara değdirerek yürümeye başladım. Çok geçmeden duvara değen elim boşlukla karşılaştı. Boşluğa doğru döndüğümde; büyükçe bir pencereden yansıyan ayın, loş bir ışıkla aydınlattığı dar bir koridor vardı önümde. Koridorun bir tarafında altından hafif bir ışık gelen kapı çıktı karşıma, diğer taraf ise düz duvardı. Kapıyı açmak için zorlamaya başladım ama ne kadar zorlarsam zorlayayım açamıyordum. Gidebileceğim başka bir yer yoktu; dönüş yolum kapakla kapalıydı ve önümde sadece pencere vardı. Kapana kısılmış gibi hissetmenin verdiği panikle, kalbim yerinden çıkacakmış gibi bir gürültüyle çarparken bir yandan kendime, "Şimdi panik yapmanın sırası değil, sakin ol!" diyerek cesaret vermeye çalışıyor, diğer yandan da kapının koluna asıldıkça asılıyordum. Hiç beklemediğim bir anda kapı açıldı. Karşımda Orçun duruyordu ve ben hiç beklemediğim bir şey yaptım. Ona sarıldım. Ayrıldığımızda ikimizde şaşkın gözüküyor olmalıydık. Orçun bana, "Seni aradım ama bulamadım," dedi özür diler gibi mahcup. "Sorumluluğum altında çok fazla kişi vardı. Güvende olmaları için onları buraya getirmem gerekiyordu." Bir süre konuşamadım. Bulunduğumuz yer güvenli olmalıydı yoksa bizi buraya göndermezlerdi. Orçun arkamdan kapıyı kapatmıştı, karanlık buraya giremezdi. Ama
panik anından sonra gelen ani rahatlamanın yarattığı şoktan mıdır bilemiyorum, sesim çıkmıyordu. Benim durumumu anlayan Orçun, "Güvendesin," dedi. "Her şey çok güzel olacak buna eminim, rahatla artık." Nedense bu cümleyi duyduğumda annemin hüzünlü yüzü geldi gözlerimin önüne, aklım başıma gelmeye başlamıştı. "Kardeşim," dedim. "Kardeşim nerede? O da on yedi yaşından küçük. Dışarısı on yedi yaşından küçükler için güvenli değil diyorsunuz, o zaman o da tehlikede. Onun da burada olması gerekiyor." Orçun'un bana olan bakışlarında hayranlıktan acımaya, cesaretten korkuya kadar bütün duygular aynı anda geçti. "Kardeşini merak etme," dedi boğuk bir sesle. "Geç, kendine oturacak bir yer seç. Az sonra yanına geleceğim." Büyükçe salon yaşıtım gençlerle tıka basa doluydu. Kalabalığı gördüğüm an belki dışarıda kalmış olmam daha iyi olabilirdi diye düşünmeye başlamıştım. Kalabalığın içinde tanıdık bir yüz aramaya başladım. Sağ tarafta, eski püskü, kahverengi kanepede rahat bir tavırla oturmuş olan Canan ve bir çuval gibi yanındaki koltuğa çökmüş Beril'i gördüğümde rahatladım. Onların yanına giderek Canan'ın yanına oturdum. Canan, dostça sayılmayacak kadar gergin bir sesle, "Yine ortalığı karıştırdığını duyduk," dedi. Kendimi savunabilecek kadar güçlü hissetmiyordum, gerçi ne yaptığımı bilmediğim için savunmaya kalksam ne söylemem gerekiyordu, hiçbir fikrim yoktu. Kısık sesle, "Ben hiçbir şey yapmadım" diyebildim sadece. "Onları uyandırdın, daha ne yapacaksın," garip bir sesle kıkırdadı. "Herkes bunu söylüyor ama ben bir şey anlamıyorum." dedim. "Nasıl uyanıyorlar, yani ne yapmış olmam lazım onları rahatsız etmiş olmam için? Neden herkes benim yüzümden uyandıklarını düşünüyor?" Sanki herkesin cevabını bildiği soruları soruyormuşum gibi kafasını sallayarak,"Kim bilir belki de olayların ortasındaki kişi olmaktan zevk alıyorsundur. Sebep bu mu? Dikkat çekmeye mi çalışıyorsun?"
Hala kendimi toparlayamamış olduğumdan destek ararcasına Beril'e baktım. İlk tanıştığımızda sessiz, zararsız, hatta sevimli sayılabilecek bir kız olduğunu düşünmüştüm. Canan'a en azından kısa bir süre için beni rahat bırakmasını söyleyeceğini tahmin ediyordum. Ama Beril, Canan'a bakıp kaşlarını hafifçe yukarı kaldırarak, "Belki de Orçun'un ilgisini çekmek içindir Canan" dedi "Bilirsin, bizim Orçun kendisine ihtiyaç duyulduğunu hissettiğinde dayanamaz." Duyduklarıma inanamıyordum. "Kimsenin ilgisini çekmek için başımı derde sokmaya ihtiyacım yok!" dedim yarı kapalı dudaklarımın arasından. Sanki vücudumda güç namına hiçbir şey kalmamış gibi hissediyordum ve onlar bunu hissetmiş gibi üzerime geliyorlardı. Canan çok bilmiş bir ifadeyle kafasını sallayarak, "Eğer sebep buysa; Orçun yarımlarla ilgilenmez, boşuna çabalıyor." dedi Beril'e. Sanki ben yanlarında değilmişim gibi, benim hakkımda konuşmaya, benim dedikodumu yapmaya başlamışlardı. Benim için bu kadarı yeterliydi. Bu kasabadan da bu kızlardan da nefret ettiğimi hissediyordum. Dışarıdaki yaratıklar, canavarlar ya da diğerlerinin dediği gibi Birleştirenler her ne iseler onları bu kızlara tercih edeceğim kesindi. Ayrıca Deniz'i sürekli aklımdaydı. Onun, benimle aynı şekilde kapının önünde, karanlığın içinde kalmasını istemiyordum. Kardeşim, her ne kadar itiraf etmese de karanlıktan korkar ve nefret ederdi. Ayrıca kapıya ulaşsa bile, bu odadaki gürültü yüzünden içeridekilerin kapının sesini duymayacakları kesindi. Ama bir ihtimal, ben de dışarıda olursam ara sıra beni kontrol etmeye gelebilirlerdi; Deniz'le birlikte birbirimize güç ve cesaret vererek kapı açılana kadar beraber bekleyebilirdik. Ağzımdan tek bir sözcük çıktı "Yeter!" kızların yüzlerine bile bakmadan kapıya doğru yürüdüm. Onlar beni şaşkın bakışlarla takip ederken kapıyı açtım; dışarıya çıktım ve kapıyı arkamdan hızla çekip büyük bir gürültüyle kapattım. Sessizlik... Şu anda karanlıkta dururken tek hissettiğim bu sessizliğin bana verdiği rahatlamaydı. Benden hoşlanmıyorlardı ama sorun değildi, hislerimiz tümüyle karşılıklıydı.
***
Bölüm 11: Kasabada Toplant 3 "Yanılsama... aynadaki yüz, tanıdık ve biraz yabancı. dikkatli bak, ikilem, ne olursa olsun, sana benzemiyor mu? azıcık..." -iepolat-
Hiçbir zaman korkak bir insan olmamıştım. Fobilerim olsa bile, onları görmezden gelmekte oldukça ustaydım. Hatta sırf kendime korkmadığımı ispatlamak için, aşırı cesur davrandığım ve başımı derde soktuğum zamanlar da olmuştu. Ama pencereden yansıyan ay ışığının yarattığı gölgelerle dolu, yarı karanlık koridorda durur ve az önce çıktığım kapıyı istediğim an açamayacağımı bilirken; cesur olduğuma inanmam da oldukça zordu. Yere oturdum, sırtımı kapıya dayadım, kafamı çevirip pencereden dışarıya bakmaya başladım. Hava güzeldi, azıcık bulutluydu ama en azından bulutlar ayı kapatmıyordu. "Şanslı sayılırım" diye mırıldandım. Sonra aşırı iyimser olduğumu düşünüp güldüm. Hala kendime gülebiliyordum, bu da bir şey sayılırdı. Buraya geldiğimden beri en az yüz kere yaptığım gibi telefonumu cebimden çıkardım, gelen mesajları kontrol ettim. Ailemden hala bir haber yoktu. Onları aramayı
denedim ama telefonları kapalıydı. Beklemeliydim, beklemek dışında yapabileceğim başka hiçbir şey yoktu. Ne kadar süre beklediğimi bilemiyordum. Bu sessizliğin hüküm sürdüğü koridorda sanki zaman durmuş gibiydi. Bir uyuşukluk halindeydim. Aslında kendimi güvende hissetmediğim için vücudumun şu anda olduğundan daha farklı tepki göstermesi gerektiğini biliyordum; ama bedenimin bu bilgiden haberinin olmadığını da hissediyordum. Göz kapaklarım git gide ağırlaşıyordu. Uyanık kalmalıydım. Ama bazı şeyleri düşünmekle yapmak arasında büyük fark vardı. Ne kadar çabalarsam çabalayayım gözlerimi daha fazla açık tutamadım. Kafam, yana doğru boş bir çuval gibi düşerken, ben belki de hayatımın en derin uykusuna daldım. Rüya görecek kadar derin uyuyordum; ama gördüğümün rüya olduğunun farkında olacak kadar da uyanıktım. Belki de o an paniğe kapılmamamın tek sebebi buydu. Göle düşmüştüm ya da birileri itmişti, emin olamasam da tek bildiğim gölün içindeydim. Su berrak, ışıltılı ve azıcık da soğuktu. Gitmem gereken yönü biliyormuşçasına aşağıya doğru yüzdüm. Ne yapmam gerektiğini rüyadaki ben biliyordu, oysa benim hiçbir fikrim yoktu. Yeterince yüzüp dibe ulaştığım zaman, bir kuşun ağaca konduğu zaman yaptığı gibi hızımı kesip parmak uçlarımın üzerinde yavaşça kondum ve yürümeye başladım. Bilincim, bana suyun içinde hareketlerimin su direnci nedeniyle daha yavaş olması gerektiğini haykırıyordu ama ben öyle hissetmiyordum. Gerçekliğe ne kadar aykırı olsa da durmadım, hızımı kesmeden yürümeye devam ettim. Önümde sonunu göremediğim yosun ormanı vardı şimdi. Yosunların her biri yukarıya doğru uzanmış uzun kuleler gibiydi. Büyük yapraklarıyla yukarıdan gelen ışıkların yollarını kesiyor, yer yer gölgeler oluşmasına sebep oluyorlardı. Aklımda bir cümle yankılanıp duruyordu. Sorular varsa cevaplar da vardır, onları bulmak için ne gerekiyorsa yapmalı insan.
Kafam sorularla kazan gibiydi. Neden bu kasabadaydık, birleştirenler kimlerdi ve görevleri nelerdi, Nar teyze kimdi, Canan neden benden nefret ediyordu, Orçun benim bilmediğim neyi biliyor ve neden sürekli karşıma çıkıp duruyordu? Nar teyzenin aklıma gelmesiyle yüzüme bir gülümseme yerleşti. Yaşlı kadına duyduğum sebebi belirsiz sempati ve güven vardı içimde. Ben tanımadığı insanlara sempati duyan, onlara güvenen biri değildim. Ama nedense yaşlı kadını düşünmek bile gülümsememe yetiyordu. "Herkesin bir hikayesi vardır ama herkes anlattıklarını dinleyecek birilerini bulacak kadar şanslı olamaz." demişti bana. Bu cümleyi ne zaman söylemişti? Hiçbir fikrim yoktu, hatırlayamıyordum; ama onun hikayesini çok merak ediyordum. Düşünürken yürüyor, yürürken düşünüyordum. Önümde uzanan yosun ormanı bitmişti şimdi. Tek tük, yıkık dökük kalıntıların arasından geçmeye başlamıştım. Daha sonra kalıntılar çoğaldı, yıkık binalardan oluşmuş bir kasabaya dönüştü gözlerimin önünde. Ve ben, kasabanın meydanında duruyordum şimdi. Meydan çok tanıdık geliyordu ama neden tanıdık geldiğini anlayamıyordum. Etrafıma dikkatlice bakınmaya başladım. Derken birden dank etti. Şu anda durduğum meydan yaşadığımız kasabadaki meydanın tek bir fark hariç aynısıydı. Bu kasaba suyun altındaydı. Sadece bir tek şey aklımı kurcalıyordu. Kasabadaki yolları hala daha tam öğrenememişken, burada gideceğim yönü nasıl böylesine iyi biliyordum. Bu kasabanın insanlarından biri değildim ben, bir yabancıydım; ama aynı zamanda şu an yürüdüğüm yolda sanki buraya aitmişim gibi rahattım. Kulaklarımda çınlayan bir ses beni rahatsız etmeye başladı. Çok uzaklarda biri bağırıyordu. "Daha zamanı değil!" Bir güç tarafından önce itilip sonra çekildiğimi hissettim. Ama hala olduğum yerde, suyun içinde duruyordum. Kafam karışmıştı. Gözlerimi açmak için zorladım.
"Sana daha zamanı gelmedi dedim, git buradan şimdi!" Ses tanıdıktı. Kimin sesiydi bu bilemesem de bu sesi tanıyordum bir yerlerden. Gözlerimi zorlayarak açtım. Etrafımdaki su yok olmuştu. Ellerim cama yapışmıştı. Nefesim nedeniyle yüzümün denk geldiği yer buğulanmıştı. Camın öteki tarafında, benim durduğum gibi duran bir karaltı vardı. Camdaki buğu nedeniyle ne ya da kim olduğunu seçemiyordum. Sadece ellerini görebiliyordum. O pütürlü, o şekilsiz elleri; ormandan kaçarken gördüğüm elleri ve aramızdaki cama rağmen, benim ellerime kenetlenmiş olan o elleri hissediyordum. Omuzlarımı sıkıca kavrayan başka ellerde vardı ve o eller beni geriye doğru sertçe çekti. Bu sefer camla temasım kesilmişti. Dengemi kaybettim, beni çeken kişinin üzerine gürültüyle düştüm. Aynı anda, camın ardındaki karaltıdan hüzün dolu, garip bir inleme geldi, ardından rüzgar sesi. Karaltı gitmişti. Bütün bedenim kaskatı kesilmişti, üşüyordum, ıslaktım. Kendimi zorlayarak az önce üzerine düştüğüm kişinin kim olduğuna bakmaya çalıştım. "Seni bağlamak gerek," dedi Orçun, oldukça sinirli bir şekilde. "Gerçi bağlasak bile seni durdurabileceğimize inanmıyorum. Sana beni bekle demiştim." "Ama ben hiçbir şey yapmadım." dedim fısıltıyla. "Uyumuşum yani ben sadece uyuyordum," diye ekledim kekeleyerek. "Öyle mi? Sadece uyuduysan neden şu an ıslaksın?" Kıyafetlerime dokundum, sonra saçlarıma. Orçun'a verebileceğim hiçbir mantıklı cevap yoktu.
***
Bölüm 12: Sorular "Bir zamanlar yürürken, ayaklarımın altında kayıp giden toprağı hissederdim... Biri; bir gece çaktırmadan ve sanırım ben uyurken, çekmiş toprağımı ayaklarımın altından..." -iepolat-
Orçun'un, odaya geri dönmemiz gerektiğiyle ilgili sözlerini duymazlıktan gelmiştim. O da beni yalnız bırakmak istememişti. Bu nedenle sırtımızı kapının yanındaki duvara dayamış, güneşin doğmasını beklemeye başlamıştık. Garip bir hissizlik vardı üzerimde. Ne düşünebiliyor ne hissedebiliyordum. Parmaklarımı inceledim, suyun etkisinden olsa gerek, hala buruşuktular. Üzerimdekiler de ıslaktı ama artık üşümüyordum. Gıcırdayan kapağın çıkardığı sese kadar, orada sessizlik içinde oturduk. Önce adım sesleri yankılandı koridorda, çok kısa bir süre sonra da karşımızda yaşlı ve huysuz adam duruyordu. Bana üstünkörü bir bakış attıktan sonra Orçun'a dönüp, "Her şey şimdilik yolunda," dedi sinirli bir sesle. "İçeridekileri çağır. Artık evlerine gidebilirler." Arkasını dönüp geldiği kapağa doğru yürümeden önce, "Neden içeride değil de kapının önünde oturduğunuzu sormuyorum; ama dikkat et öğrenmesinler. Sana olan güvenlerinin sarsılmasını istemeyiz." dedi.
Orçun, sakin bir şekilde oturduğu yerden kalktı. Gözleri benim üzerimdeyken, eliyle çok kısa bir süre kapıya dokundu. Ve kapı, kendi kendine açıldı. O içeriye girerken, yaşlı adam da çoktan topuklarının üzerinde geriye dönüp, kapağa doğru yürümeye başlamıştı. Önümde iki seçenek vardı şimdi; durup Orçun'u bekleyebilir ve ona kapıyı nasıl açabildiğini sorabilirdim ya da yaşlı adamı takip edip kendimi bu karamsarlık kokan koridordan kurtarabilirdim. Hiç sesimi çıkarmadan, gölgesiymişim gibi yaşlı adamı izledim. Açık kapağın boşluğundan geçtik, merdivenden indik ve nihayet yuvarlak salona ulaştık. Gözlerim deli gibi dönerken etrafıma bakındım. Annemi, babamı ve Deniz'i göremediğimde, hissizlik yerini paniğe bıraktı. Kime sorabilirdim, bu kasabada yeniydik ve yardım isteyebilecek kadar tanıyıp güvendiğim kimse yoktu. Deniz'in sesini duyana kadar kaç saniye geçmişti bilemiyorum, tek bildiğim bana bir ömür gibi uzun gelmişti. "Anne, Duru burada!" Arkamı döndüğümde, kardeşim karşımda duruyordu. Annem ve babam da iki saniye içinde yanımıza gelmişlerdi. Annem bana sarıldı. Kalabalık içinde bu tür sevgi gösterilerinden hoşlanmazdım. O yüzden kollarının arasında, bir ölü balık hareketsizliğiyle kalmıştım. Deniz, koluma hafifçe yumruk atarmış gibi yaptı. Bu hareket beni uyandırmıştı. Onları gördüğümde hissettiğim rahatlamanın etkisi artık geçmiş, kızgınlığım geri gelmişti. "Bu kasaba tuhaflıklarla dolu," dedim sinirli bir ifade ile. "Burada yaşamak istemiyorum." Annem gülerek, "Ah, Nihayet derdini anlaşılır bir şekilde söylemeye başladın!" dedi. "Geldiğimizden beri yaptığın pasif agresif protestodan vazgeçtin demek; çok güzel." "Ciddiye almıyorsun," dedim öfkeyle. "Hiçbir zaman, hiçbir söylediğimi ciddiye almadın, yine ciddiye almıyorsun. Her zaman yaptığın gibi gülerek, şakalar yaparak konuyu kapatabileceğini sanıyorsun."
Babamla göz göze geldim. Bir süredir evden erken çıkıp geç geldiğinden onu görememiştim. Şu an durduğum yerde, babamın gözlerinin altındaki mor halkaları seçebiliyordum. Sanırım onu, hayatım boyunca hiç bu kadar mutsuz görmemiştim. Babama bakarak, "Sen beni anlıyorsun değil mi?" diye sordum."Sen de mutsuzsun burada baba, neden evimize geri dönemiyoruz?" Babam anlayışlı bir şekilde gülümseyerek, "Artık evimiz burada Duru," dedi. "En azından alışmayı deneyemez misin?" diye sordu. Bakışlarım babamdan anneme kaydı. Annemin neşeli gülümsemesi yüzünden silinmişti. Yüzünde daha önce hiç görmediğim şaşkınlık dolu bir ifade vardı. "Buraya taşınmanın benim fikrim olduğunu sanıyorsun," dedi yüksek sesle. Tuhaf sayılabilecek tonda, garip bir kıkırdamayla neredeyse bağırarak ekledi, "Benim buradan ne kadar nefret ettiğimi bilmiyorsun ve burada olduğumuz için beni suçluyorsun. Oysa sen olmasan, ben buraya asla geri gelmezdim." Etrafımızdaki insanlar bize bakıyorlardı. Yüzümün parça parça, aşağıdan yukarıya kızarmaya başladığını hissediyordum. Kalabalıktan daha çok nefret ettiğim bir şey varsa; o da kalabalıktaki herkesin bana bakmasıydı. Bu durum, beni hem rahatsız ediyor hem de kışkırtıyordu. İşe yaramayacağını bilsem bile, derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Sonra bana bakan insanlara döndüm, ellerimle üzerimdekileri gösterdim. Öfkeli bir sesle, "Bana şu an neden ıslak olduğumu açıklayacak biri var mı?" diye sordum. "En azından biri, geldiğimden beri başıma gelen bütün tuhaf olayların bir açıklamasını yapsın. Çünkü ailem, sessizlik yemini etmiş gibi davranıyor." diye ekledim. Sessizlik, aldığım tek yanıt yine sessizlik oldu. Annemle babam dahil kimseden tek ses çıkmıyordu. Ama hala bana bakmaya devam ediyorlardı, sadece bakıyorlardı. Sessizliğin içinde mekanik, metalik bir ses duyulmaya başladı, ses gittikçe yaklaştı. Kalabalık önünden çekildiğinde, karşımda tekerlekli sandalyesiyle Nar teyze duruyordu. Hafifçe başını eğerek babama selam verip, "Uzun zaman oldu görüşmeyeli," dedi. Sonra bana dönerek yumuşak bir sesle, "Cevapları hak ediyorsun evladım, sana yıllar önce verilmesi gereken cevapları hak ediyorsun. Sorunlarını senin için çözemeyiz ama
sorularına cevap verecek cesaretimiz var, değil mi?" derken onay beklermişçesine etrafındakilere baktı. Onun da aldığı tek yanıt, sessizlikti. Omzunu silkip, sert bir sesle ekledi, "Bazı şeyler hiç değişmez, ne kadar umut etsen bile! Sorularına cevap verecek cesaretim var evladım; buradakilerin aksine benim hala cesaretim var." derken bana gözleri etrafımızdaki insanların üzerinde mekik dokumuş, annemin üzerinde sabitlenmişti.
***
Bölüm 13: En Eskiler "Sağa sola yalpalarken, yanımda olması gereken; ama ol'A'mayanlar vardı." -iepolat-
Bize dışarı çıkmamızı söylemişlerdi. En önemli konuların ben orada değilken konuşuluyor olması artık canımı fazlasıyla sıkıyordu. Ama Orçun beni kolumdan tutmuş binanın dışına doğru çekerken orada kalabilmem mümkün değildi. Neyse ki dışarıya çıkmaya çalışan yaşıtlarımızla etrafımız sarılmıştı. Kapı, hepimizin aynı anda geçebileceği kadar geniş değildi. Bu durumdan yararlanıp kısa bir süre durabildim; amacım, konuşulanları dinlemekti tabii ki.
Salondaki uğultuların arasında annem, büyük ihtimalle sesini duyurabilmek amacıyla, Nar teyzeye bağırıyordu, "Senin onunla konuşmaya hakkın yoktu, açıklama yapılması gerektiği zaman ebeveynleri olarak biz yapmalıydık. Kurallarda böyle yazıyor." Nar teyze sakin bir sesle cevap verdi, "O zaman şimdiye dek neden açıklamadınız? Eğer neler olacağını önceden bilseydi Birleştiren Göle zamanından önce gitmeyi dener miydi?" "Kimse zamanı gelmeden çağrılmamıştı, nasıl tahmin edebilirdik?" dedi annem sesi oldukça alçalmıştı. Babam, yumuşak bir sesle araya girdi, "Onu üzmek istemedik. Biliyorsun hala zamanımız var anne." Anne?! Babam Nar teyzeye anne mi demişti? "Genellikle çoğu ebeveynin yaptığı hata değil midir bu? Çocuklarını düşündüklerini söyleyerek, onları üzmek istemedikleri için gerçekleri onlardan saklarlar, ama çocuklar her zaman sandıklarından daha uyanıktır. Onlar her zaman her şeyin farkındadır. Hatta zaman zaman anlam veremeseler bile." dedi Nar teyze. Sonra suçlarcasına ekledi, "Geç kaldınız. Kasabaya zamanında dönmeseydiniz neler olabileceğini biliyordunuz. Bunları bilmenize rağmen, sizi çağırdığımız ana kadar dönmediniz. Bu mu sizin sorumluluk kelimesinden anladığınız? Şimdi kalkmış bana haklardan, kurallardan bahsediyorsunuz." Kısa bir anlığına salondaki bütün sesler kesildi. Ardından huysuz ve yaşlı adam ilk konuşan oldu. "Nar, sakin olmaya çalış. Biliyorsun kalbin, bu kadar stresi kaldırabilecek kadar genç değil artık." "Bırak şimdi kalbimi," dedi Nar teyze söylenircesine. "Hepsi korkak bunların. Hepsi kabullenmiş olmuş ve olacak şeyleri. Yıllar geçti, jenerasyonlar değişti, onların bu huyu değişmedi. Benim öz oğlum bile çözümü kaçmakta buldu. Oysa ona gitme demiştim; nasıl sonuçlanacağını bilemediğimiz şeyleri denemek için yeterli cesaretin olmayacaksa eğer her şeyi zorlaştırma demiştim ben. Ama o ne yaptı?" Önümde koluma yapışmış, beni çeken Orçun vardı; arkamda beni iten diğerleri. Akıntıya karşı daha fazla karşı koyamadığımdan kendimi kapının önünde buldum. Birkaç dakika sonra kapıdan da uzağa, yola doğru sürüklenmiştim. Oysa ben
konuşmanın devamını da dinlemek istiyordum, hızlı adımlarla etrafımdakileri iterek kapıya doğru koştum. Amacım tekrardan içeriye girmekti. Ama yaşıtlarımın hepsi dışarıya çıktığında, ben daha bir adım bile atamadan kapı gürültüyle kapandı. Kapıyı açmaya çalıştım ama açamadım, ben de yumruklamaya başladım. Ben kapıyı yumruklarken, Orçun da yanıma gelmişti. "Bu kapıların benimle bir problemi var." dedim sinirle. "Açılmıyor." Hiçbir şey söylemeden güldü. Gözlerimi devirip, "Sen" dedim öfkeyle. "Sen, benim açamadığım kapıları açabiliyorsun. En azından daha önce açtığına şahidim. Aç şu kapıyı." "Açamam." dedi. "Açamaz mısın yoksa açmaz mısın?" diye üsteledim. Artık sinirden ve meraktan ne sesimi ne mimiklerimi kontrol edebiliyordum; tümüyle kontrolden çıkmış gibiydim. "Açmam." "En azından, yarım yamalak da olsa, bir parça dürüstlük var içinde." dedim. Deniz'in hafifçe öksürüp, "Ne oluyor?" demesiyle Deniz'e doğru döndüm. Deniz'i görmek beni kısmen sakinleştirmişti, kafamı sallayarak, "Bilmiyorum Deniz." dedim. "Ama içimde bir his çok yakında öğreneceğimizi söylüyor." Telefonum cebimde titredi. Çıkarıp baktığımda Begüm'den mesaj geldiğini gördüm. Begüm: Beni istasyondan almaya gel. Bu arada sürpriz, yalnız değilim. Duru: Hadi oradan! Ciddi misin? Begüm: Evet, bekletme bizi. Çabuk gel. Duru: Hemen geliyorum ama kiminle geldin ki? Begüm: Sürpriz dedim ya.
Nihayet, artık bu kasabada yalnız kalmak zorunda değildim. Deniz'e döndüm. "Begüm burada, kasabaya gelmiş," dedim heyecanlı bir sesle. "İstasyona gidiyorum onu almaya. Gelmek istiyor musun?" Deniz, Begüm'ü severdi hatta yıllar önce sanırım Begüm'e aşıktı. Begüm ile ben onun yanına gittiğimizde konuşurken kızarır bozarır, her zamanki öğretici edalarını asla takınmazdı. Deniz, "Bizi burada da buldu desene." diyerek güldü. "Tabii ki geliyorum seninle, sormana gerek bile yok." Kardeşimle beraber koşar adımlarla istasyona vardığımız zaman, Begüm'ün dediği gibi yalnız olmadığını gördüm. Nasıl yaptığını bilmiyordum ama Kaya, Kaya'nın en yakın arkadaşı Can ve gruplarının en değerli üyelerinden olan uyuz Serap da onunla beraberdi. Serap'ı gördüğümde ağzımdan "İyy!" diye bir ses çıktı ama keyfimi kaçırmasına izin vermeyecektim. Hele de en yakın arkadaşım, en ihtiyacım olduğu anda yanıma gelmişken. Hem de Kaya onun yanındayken. Serap, tiksinmiş gibi bir ifadeyle burnunu kırıştırmış havayı kokluyordu. "Bu koku ne?" diye sordu. Sonra cevabı bulmuş gibi, "Ah! Tezek kokusu dedikleri şey bu sanırım," diye ekledi. Begüm'e sarılırken, "Serap, algıda seçicilik nedir, biliyor musun?" diye ona laf attım gülerek. Bana dik dik bakarak, "Sen ne demeye çalışıyorsun?" diye sordu. Dudağımı büzüp, "Ağlamayacaksın değil mi?" diye sordum alaycı bir sesle. Cevap vermedi ama bana dik dik bakmaya devam etti. Güldüm, ona da sarıldım. "Eski dostlar ve eski düşmanlar gibisi yok bu hayatta" dedim. "Seni bile özledim Serap, bunun olacağını tahmin edebilir miydin?" Kaya, "Gözlerime inanamıyorum," dedi şaşkınlıkla. "Sana neler yaptılar burada?"
Hepsi davranışım karşısında şok olmuş gibiydi. Begüm'e sarılmam anlaşılır bir şeydi onlar için. Bir süredir görmediğim en yakın dostuma sarılmıştım. Topluluk içinde sevgi gösterilerinden hiç hoşlanmadığımı eski okulumdaki herkes bilirdi ve benim gibi biri için gelmiş geçmiş en eski düşmanına sarılmak, işte bu oradaki herkes için oldukça tuhaftı. "O kadar mı kötü durum? Yani baksana Serap'ı bile özlediğine göre," diye sordu Can. Kaya ile Can'ın, bütün yakın arkadaşların yaptığı gibi birbirlerinin düşüncelerini okuma, hatta cümlelerini tamamlama huyları vardı. "Eski en'lerin yerlerini kimse tutamaz," dedim. "Öyle değil mi Kaya?" diye sorarken de gözlerimi hafifçe kısıp, başımı hafif yana eğdim ve gülümseyerek Kaya'ya baktım. Begüm'den yarıda kesilmiş bir kıkırdama sesi geldi. Serap, ellerimden kurtulduğuna memnun, üstündeki hayali tozları silkeledi. "Bu kadar büyütmeye gerek yok çocuklar," dedi. "Duru ve ben, ne de olsa birbirimizi yıllardır tanıyoruz. Eh! Ben de özlenmeyecek insan değilim." "Tabii ki değilsin." dedim ağzım kulaklarımda. Serap, Begüm'e dönüp, "Şu zavallının haline baksana," dedi. "Yanında biz olmayınca nasıl giyinmesi gerektiğini bilememiş anlaşılan. Yarı ıslak yarı kirli şeylerden ne bulduysa üzerine geçirmiş." Kaşlarım çatıldı, dün gece olanları hatırlamıştım. "Neler olduğunu anlatırım," dedim. Düşünceli bir ifade ile ekledim, "Gerçi bana inanır mısınız bilmiyorum." Deniz, birkaç adım atıp yanımıza yaklaştı. Suratı kıpkırmızıydı, ters ters bakarak, "Sahi" dedi, "Kardeşim herhalde sormayı unuttu, siz hepiniz neden buraya geldiniz?" Begüm bir çırpıda Deniz'in yanına ulaştı. "Ah, Deniz!" diye bağırdı sevinçle, "Seni de çok özledim." Deniz şimdi daha da kızarmıştı ama şu andaki kızarıklığı sinirden değildi. Anlaşılan hala Begüm'den hoşlanıyordu. Ama diğerlerini kasabamızda görmek, benim için olduğu kadar onun için de sürpriz olmuştu.
Begüm'ün ellerinden kendisini kurtardığında, "Soruma cevap alamadım." dedi kekeleyerek. Kaya, "Çok merak ediyorsan, bizi annen çağırdı." dedi umursamazca. "Annem mi?" "Evet, annen Begüm'ü aradı. Duru'nun burada yalnızlık çektiğini söyleyerek, bir süreliğine de buraya gelmek isteyip istemediğini sordu." "Anladım." dedi Deniz, "Ama bu, siz üçünüzün neden burada olduğunuzu açıklamıyor." diyerek üsteledi. "Biliyorsunuz her yaz olduğu gibi bu yaz da ödev hazırlamamız gerekli." dedi Kaya, sonra omzunu silkip ekledi, "Biz, bu yaz ödevini kasaba yaşamı üzerine hazırlamaya karar verdik." "Yani?" "Yani... Begüm annene ödev konumuzu söyledi, bizim de onunla gelebilmemiz için izin istedi. Annen de her zamanki kibar haliyle kabul etti ve bizim de yakın arkadaşımızı ziyaret etmemize, onun odasında kalmamıza izin verdi." dedi sırıtarak. Deniz'in suratı karıştı, "Yakın arkadaşımız derken kimden bahsediyorsunuz?" Serap kafasını sallayıp, "Bu iki kardeş, hep aynı şeyi yapıyor. Her şeyi, yavaş yavaş açıklamak gerek onlara yoksa mümkün değil, anlamıyorlar." diyerek şikayet etti. Tane tane kelimeleri, üstlerine basa basa vurgulayarak, "Deniz; ben ve Begüm buraya Duru için geldik. Kaya ile Can'da senin için. Onlar, senin odanda kalıp, seninle vakit geçirmek için buradalar." dedi. Gözlerini açarak, "Şimdi anladın mı?" diye sordu. Deniz artık bayılacakmış gibiydi, kıpkırmızı suratı şimdi bembeyaz olmuştu. Kaya ile Can'dan hiç hoşlanmadığını hepimiz biliyorduk. Görünüşe göre annem bilmiyordu. Kaya, Deniz'in yanına gidip, omzuna hafifçe vurdu. "Senin çok sevineceğini söylemiştim annene." dedi sırıtarak. Sonra bana dönüp, "Burada oturup konuşabileceğimiz bir yer yok mu? Artık ayakta duracak halim kalmadı. Öyle yorgunum ki Deniz'le beraber düşüp bayılacağım buraya." dedi göz kırparak.
Keyfim tümüyle yerinde cevap verdim, "Tabii ki var, kasabanın meydanında birçok yer var oturabileceğimiz; ama önce eve uğramalıyız. Üstümdekileri değiştirmem gerekiyor." dedim gülerek. ***
Bölüm 14: Kardeşlerin Kavgası "Ruhum; vazgeçilmezim. sessiz ve bulanık. Aynı anda, gürültülü ve saydam. Ruhum; içimde, aynı anda olan ile olmayan..." -iepolat-
İstasyon, evimize oldukça yakındı; ama arkadaşlarımla yürürken yol gözüme olduğundan da daha kısa görünmüştü. Evin önünde durduğumuzda kollarımı açarak, "Ta taam, işte yeni evimiz." dedim. İçimizde ilk konuşan Begüm oldu. Neredeyse çığlık atarak, "Gerçekten çok sevimli," dedi. "Küçük de olsa bahçesi bile var, çok şanslısın. Odanı görmek için sabırsızlanıyorum." Merdivenden zıplayarak yukarıya çıktım. Arkadaşımın coşkusu bana da bulaşmıştı. "Beni takip et." diye bağırdım.
Verandaya vardığımda, kapıyı açmadan kısa bir an durdum. Arkamı dönüp baktığımda, Deniz mutsuz ve öfkeli gözlerle bana bakıyordu. Yaptığım şey bencilceydi, bunun farkındaydım; ama şu an gerçekten mutluydum ve Deniz'i düşünerek canımı sıkmak istemiyordum. Deniz'i görmezden gelerek, "Siz verandada oturup bizi bekleyin. Buzdolabından da ne istiyorsanız alın." dedim Kaya ve Can'a. "Deniz'in ikram etmesini beklemeyin yoksa susuzluktan ölebilirsiniz." diyerek güldüm. Kızlar çoktan içeri geçmişti. Onların peşinden eve girip, merdivenden yukarı çıktım. Ben onlara yetişene kadar çoktan odamı bulmuşlardı. Belli etmemeye çalışarak Serap'ın yüzüne baktım. Benim tanıdığım Serap, hiçbir şeyi kolay kolay beğenmez, eleştirmeden duramazdı. Şu an ağzını açıp yorum yapmamış olsa bile en azından etkilenmiş görünüyordu. Begüm, küçük bavulunu kapının yanına fırlatırken, "Eski odanızın neredeyse iki katı," dedi. Sonra şaşkınlıkla ekledi, "Ama bir dakika, burada sadece bir yatak var. Yoksa bu oda tümüyle senin mi?" "Evet," dedim gururla, "En sonunda diğerlerinin, özellikle Deniz'in, beni rahatsız edemeyeceği bir delik buldum kendime." Sustum, birden suratım asıldı. Beni sadece ziyaret etmek için geldiklerini hatırlamıştım. Çok kısa bir süre sonra evlerine döneceklerdi ve ben, bu delikte tümüyle yalnız kalacaktım ve bu seferki arzuladığım bir yalnızlık olmayacaktı. Begüm, bir koluyla bana sarıldı. Ne düşündüğümü anlamış olmalıydı. "Asma suratını." dedi. "Şu an buradayız, bunun tadını çıkaralım." Serap'a dönüp merakla, "Sen ne düşünüyorsun?" diye sordum. "Gardırobun kapısını açmayı düşünüyorum, başka ne düşüneceğim." dedi. Sonra beni baştan aşağı süzerek ekledi, "Şu anda bu odada tek ilgimi çeken şey, onun içindekiler." Odamı beğenmişti. Bunu gözlerinde görebiliyordum ama anlaşılan bunu itiraf etmeyecekti.
Gülerek ellerimi havaya kaldırıp, "Tamam tamam, teslim oluyorum." dedim. "Ben çabucak duş alıp geliyorum. Siz de bu arada ne istiyorsanız yapın. İsterseniz benim ne giyeceğimi seçin, isterseniz uzanın. Rahatınıza bakın." Banyonun içindeyken hala konuşmalarını duyabiliyordum. "Bu olmaz, bu hiç olmaz, bu çok kötü." diye tekrarlıyordu Begüm; ara sıra Serap'ın sesini duyuyordum: "Bu çöpü nereden bulmuş, çok çirkin!" Zaman ve mekân, insanın benzer olaylara verdiği tepkileri nasıl da değiştiriyor diye düşündüm. Eğer bu kasabaya taşınmamış olsaydım, şu an söyledikleri yüzünden onlarla kavga ederdim; oysa şimdi söylenmelerine gülmekten kendimi alamıyordum. Duştan çıktığımda odamda yalnızdım. Kızlar, aşağıya diğerlerinin yanına inmişlerdi; ama gitmeden önce, yatağımın üzerine giymem gereken elbiseyi özenle koymayı ihmal etmemişlerdi. Bu elbise, daha önce hiç görmediğim bir elbiseydi, güldüm. Bazı şeyler asla değişmiyordu. Begüm, benim sahip olduğum bir dünya kıyafetin içinde, benim giymeme uygun olabilecek tek bir şey bulamamıştı. Bavulundan çıkardığı, kendisine ait olan bu elbiseyi bana giydirmeye çalışıyordu. Ama şu anda rahat olmak, şık olmaktan daha önemliydi benim için. Hızlı hareketlerle gardırobumu açtım, içinden basit bir tişört ile temiz bir kot pantolon seçip giydim. Saatlerdir içinde durduğum yapış yapış, nemli kıyafetlerden sonra kendimi yenilenmiş hissediyordum. Kesinlikle ihtiyacım olan tek şey buydu. Merdivenden inerken dışarıdan evin içine kadar ulaşan kahkaha seslerini duyuyordum. Yüzüme bir gülümseme yayılmıştı yine. Bir yeri sevebilmen için orada sevdiğin ve seni seven insanların olması gerekiyordu. Sevdiğin insanlarla beraber olduğun yere alışmak ise gerçekten çok kolaydı. Arkadaşlarım, bizim verandada sanki kendi evlerindeymiş gibi rahatça oturmuş, havadan sudan konuşuyorlardı. Bir tek Deniz, sandalyesinde sanki onu rahatsız edecek bir şey varmış gibi oturuyor, oldukça mutsuz görünüyordu. Haline üzülsem de günümü mahvetmeye çalıştığı için ona kızmaktan kendimi alamıyordum. Bir sandalye çekip oturdum. "Bir sürü şey anlatmam gerek sizlere." dedim gözlerimi kocaman açarak. Hepsi beklenti dolu gözlerle bana bakıyordu. Ağzından çıkan her kelimenin önemli olduğu bir kişi gibi hissetmiştim kendimi. Ağzımı hafifçe araladım ve konuşmadan bir
süre bekledim. Onlar da tek kelime etmeden benim konuşmamı bekliyorlardı; oysa ben, bu anın tadını mümkün olduğunca çıkarmaya kararlıydım. Ne de olsa bu anı yıllarca beklemiştim. Hafifçe öne, masaya doğru eğildim ve sanki bir sır veriyormuş gibi alçak sesle, "Bu kasabada çok tuhaf şeyler oluyor." dedim. "Nasıl şeyler oluyor?" diye sordu Kaya, benimki ile aynı tonda, oldukça kısık bir sesle. Her birinin yüzüne, tek tek baktım. Kafamı iki yana yavaşça sallayıp, "Anlamadığım şeyler," dedim. "Tuhaf şeyler oluyor ve ben anlayamıyorum. Size bütün olanları anlatacağım. Tuhaf mı yoksa değil mi siz karar verin." Onlar, karşımda böyle merakla beklerken, benim memnuniyetimi gizlemem zordu; ama kendime inanıyordum, başarabilirdim. Begüm'le birlikte, onların gruplarına girebilmek için o kadar uzun zaman beklemiştik ki... Onların birkaç dakika benim anlatacaklarımı bekliyor olmaları bana yetmiyordu. Yıllar önce birisi, burada oturup benim ağzımdan çıkan her sözcük kırıntısını, böyle aç bakışlarla bekleyeceklerini söylemiş olsa inanmazdım. O yüzden, hele Serap karşımda dehşete düşmüş gibi bakarken, ben göklerde uçtuğumu hissediyordum. Çok yavaş konuşarak ve ağzımdan çıkan her kelimenin tadını çıkararak onlara her şeyi anlattım. Uyarılara kulak asmayıp ormana girdiğimi söylediğimde nefeslerini tuttular, büyüleyici yapıyı tasvir ettiğimde sanki onlar da benimle birlikte aynı yapıyı gördüler. Ve en son Nar teyzenin konuşmasından bahsettiğimde Deniz hışımla masadan kalktı, kapıyı açıp eve girdi. "Az sonra geliyorum," diyerek ben de masadan kalktım, onu takip ettim. Kardeşim bana, "Yeter artık Duru!" dedi. Oldukça sinirliydi. "İlgi çekmek için hikâye anlatmanı anlıyorum. İtiraf etmeliyim; dikkat çekmekte gerçekten başarılısın. Ama aşırıya kaçıyorsun." "Söylediklerimin hepsi gerçek," dedim. "Bana inanmıyorsan Orçun'a, babama sor ya da anneme." Kardeşim yalan söylediğimi düşündüğü için oldukça bozulmuştum.
"Soracak hiçbir şey yok." dedi Deniz gözlüğünü düzelterek. "Seni mutlu edecekse hikâye anlatmaya devam et ama başını derde sokma. Onların ilgisine ihtiyacın yok senin. Onların dikkatini çekebilmek için yaptığın en son şeyin başımızı nasıl bir derde soktuğunu biliyorsun. Senin yüzünden neredeyse okuldan atılıyorduk. Aynı hatayı tekrarlama." İnsanlar, uzun bir cümlede sadece dikkatlerini çeken bölümü seçer, gerisini boş verir genellikle. Ben de farklı değildim. Benim dikkatimi çeken tek şey; kardeşimin yalan söylediğimi ima etmesiydi. Çok sinirlenmiştim. "Ben yalan söylemem, asla söylemem!" dedim bağırarak, "Bunu en iyi senin bilmen gerekirdi." Yüzüme buruk bir gülümsemeyle bakıp, "Bilmem gerekir ama bilmiyorum. Keşke onların dikkatini çekmek için yalan söylemeye ihtiyaç duymasaydın." dedi üzgün bir şekilde. Anlamıyordum. Başıma gelen olayların bir kısmında Deniz oradaydı; diğer kısmında ise anlatılanları ve konuşulanları duymamış olması mümkün değildi. Ya bana saldırmak için bahane arıyordu ya da bir duvar kardeşimin görmesini engelliyor, algılarını kısıtlıyordu. "Hıçkırıkları ve şarkıyı da mı hatırlamıyorsun?" diyerek sorularıma başladım. "Neden bahsediyorsun sen?" diyerek soruma soruyla cevap verdi. "Kasabanın ikizlerle dolu olması tuhaf değil mi?" "Nesi tuhaf ki bunun?" Artık çıldıracak hale gelmiştim, hızlı hızlı soru bombardımanına devam ediyordum. "Deniz, kasabada dün geceki toplantıyı niçin yaptıklarını biliyor musun? Tünellerden geçerken illaki toplantı hakkında konuşmuşlardır." "Normal bir kasaba toplantısıydı. Hem sen hangi tünelden bahsediyorsun?" Kardeşimin gözlerine baktığımda söylediklerine gerçekten inandığını görebiliyordum. Kafamda alarm zilleri çalmaya başlamıştı.
Ya onda bir tuhaflık vardı ya bende. Tuhaf olan hangimizdik fikrim yoktu. Dışarıdan gelen tiz sesli bir köpeğin havlaması ikimizin de kapıya bakmasını sağladı. Sesi duyduktan çok kısa bir süre sonra evin kapısı açılmış, Orçun kafasını evin içine uzatmıştı. Oldukça huzursuz gözüküyordu. "Dışarıda oturanlar var," dedi, sanki bize bilmediğimiz bir şeyi haber verir gibi. Deniz, "Evet, biliyoruz" diye cevap verdi, sesinden hala sinirli olduğu anlaşılıyordu. "Onlar, Duru'nun arkadaşları; maalesef bizi ziyarete geldiler." "Bir bu eksikti," diye söylendi Orçun. Sonra eliyle sanki hoşlanmadığı bir düşünceyi kovarmış gibi yaparak, "Her neyse, çözülmeyecek bir sorun değil. Sadece geldikleri yere dönmeleri gerekiyor; çünkü kasabanın sınırları içinde kalmaları mümkün değil." diye ekledi.
***
Bölüm 15: Leylekler "Cam gibi saydam, ama kimse anlamadı. Akvaryumda balık sandılar... Bilemediler oysa; o okyanuslara alışkındı." -iepolat-
Şaşırdığım için kısa bir süre ağzım açık, Orçun'a bakarak öylece durdum. Sonraki dakikalarda yüzümün aşağıdan yukarıya, kademe kademe kızarmaya başladığını hissettim. Yanaklarım da yanmaya başlamıştı. Elimi burnumun üzerinden kaydırdım; elim sol gözüme ulaştığında bir süre nefes bile almadan bekledim. Kendimi bildim bileli sakinleşmek için bu hareketi yapardım. Deniz, sakinleşmeye çalıştığımı anlamıştı; ama yıllardır tanık olduğu olaylardan sonra bu yöntemin hiçbir işe yaramadığına emindi. Tedirgin bir şekilde, kapıdan çıkmak için hamle yaparken, "Orçun, dışarıya gel benimle" dedi. Amacı en kısa sürede yanımdan uzaklaşmak, kendisiyle birlikte Orçun'u da kurtarmaktı. Orçun, onu takip etmeye niyetlenmişti; ama olması gerektiği kadar hızlı değildi. Kapıdan dışarıya daha ilk adımını atarken onu bileğinden yakaladım. Kafam öne eğik, gayet sakin bir sesle, "Sakın!" dedim, "Bir daha bana ne yapmam gerektiğini söylemeye kalkma." Ellerini teslim olurmuş gibi havaya kaldırıp, "Ben söylemiyorum," dedi, "Kurallar söylüyor." "Hangi kurallar?" diye sordum, sesim yavaş yavaş da olsa yükselmeye başlamıştı. Annemin, Nar teyzeyle konuşurken bazı kurallardan bahsettiğini duymuştum. Görünüşe göre tabi olduğumuz bazı kurallar vardı; ama bu kuralların ne olduklarıyla ilgili benim hiçbir fikrim yoktu. "Anladığım kadarıyla senin hala Kasabanın Kurallar Kitabı'nı okuma şansın olmadı." dedi Orçun, alaycı bir gülüşle ekledi, "Eh! Sizinkilere de biraz zaman vermek lazım. Baksana neredeyse en son ana kadar taşınmayı ertelediler. Mucize umar gibi bir gün içinde her şeyi açıklamalarını beklememiz biraz hayalcilik olur." Gözlerimi kıstım, her geçen saniye biraz daha sinirlendiğimi hissediyordum. Bildiklerini bana anlatmıyordu; ama onları kullanarak ailem ve benimle dalga geçiyordu. Yumruklarımı sıkmıştım. Ona söyleyebileceğim bütün cümleler kafamda dönüyordu ki bir sandalyenin sürtünme sesini duydum. Kafamı çevirip baktığımda önce Begüm sonra Kaya ile göz göze geldim.
Sakinleşmek için, Begüm'ün bana söylediklerini hatırlamaya çalıştım. Eğer Kaya'yı ürkütmemek istiyorsam, sinirlerime hakim olmayı öğrenmem gerektiği ile ilgili defalarca söylev çekmişti. "En azından Kaya'nın önünde sakinmiş gibi davranmalısın," demişti, "O yanında değilken istediğin kişiye, istediğin kadar bağırabilirsin. Hiç önemli değil." Deniz, içimden gelmeden gülümsemeye çalışıyorsam suratına basketbol topu yemiş bir uzaylı gibi ağzımın çarpıldığını söylerdi. Aklıma gelen bu düşünceyi bir kenara attım, gülümsemeye çalışarak Orçun'a baktım ve gerçek olamayacak kadar tatlı bir ses ve abartı bir kibarlıkla sordum, "Orçun, lütfen evine gider misin?" Orçun'un bana bakışları anında değişti. Kafasını bana doğru uzatıp, gözlerini kıstı. "Çok ilginç," dedi. "Gerçekten çok ilginç." "İlginç olan ne?" diye sordum huysuzca. "Gülümsüyorsun, kibarca gitmemi rica ediyorsun ama yine de kafamı koparıp yemek istediğin hissine kapılıyorum." Ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. Begüm sakin ol, demişti ama bir şeyi söylemek yapmaktan çok daha kolaydı. Çarpılmış gibi duran yamuk suratımla, panik halinde Begüm'e baktım. Begüm, bir insanın çıkarabileceği en fazla gürültüyü çıkararak yerinden kalktı. Yanımıza geldiğinde kendine güvenli bir şekilde elini uzattı. "Tanışmadık henüz. Ben Begüm, Duru'nun çocukluk arkadaşıyım." dedi, oldukça resmi bir sesle. Orçun, şaşırmıştı ama kendisini kısa sürede toparladı. "Ben de Orçun, yan evde oturuyorum," dedi soğuk bir sesle. "Tanıştığımıza memnun oldum ama evinize dönmeniz gerekiyor. Burası sizler için uygun bir yer değil." Begüm'ün gözleri ilgiyle açıldı, gizemli şeyleri çok severdi. Orçun, onları kasabadan göndermek için çok yanlış bir yol seçtiğini muhtemelen kısa sürede anlayacaktı. Begüm, "Neden, neden burası bize uygun bir yer değil?" diye sordu. "Neden böyle düşünüyorsun?
Arkadaşımın sesinden ve neden kelimesini iki kere tekrarlamasından gerçekten neler olduğunu öğrenene kadar hiçbir yere gitmeyeceğini anlamıştım; istemsizce, bu sefer tümüyle içimden gelerek, gülümsedim. Rahatlamıştım. Orçun cevap vermedi. "Kurallarda öyle yazdığını söylüyor." diyerek ben, Orçun'un yerine cevapladım. Kaya da yerinden kalkmış, yanımıza gelmişti. "Hmm" dedi, "Bu, o bahsettiğin Orçun mu? Hani ormanda kaybolduğunda seni bulan Orçun mu bu?" Kafamı onaylar gibi salladım. "Uzun boyluymuş," dedi Kaya, bir yandan da gözleriyle Orçun'u baştan aşağıya inceliyordu. "Nedense kısa olduğunu düşünmüştüm." "Neler oluyor burada Orçun?" diye sordu Can, "Duru'nun anlattıkları gerçek, değil mi?" Şimdi üçü de meraklı meraklı Orçun'a bakıyorlardı. Orçun sayesinde uzun bir süre bizde kalacakları kesinleşmişti. En azından onların iyi vakit geçirmesini sağlamak için neler yapabileceğimizi düşünme derdinden kurtulmuştum. Çünkü artık bu kasabadaki gizemi çözmeye çalışmak onların ilgilendiği tek şeydi. Sadece Serap konusunda endişeleniyordum, onun diğerleri kadar meraklı bir yapısı yoktu. Daha çok rahatına düşkündü ve eğer onu huzursuz edecek bir şey olursa, diğerlerini de ikna ederek kasabadan ayrılmalarını sağlayacağı kesindi. Ama Serap, oturduğu yerden söylenmeye başladığında derin bir nefes aldım, rahatlamıştım."Kurallar bana vız gelir." dedi Serap, zaten ince olan dudakları bir çizgi halini almıştı. "Daha yeni geldik ve inanılmaz yorgunum. Dünya yıkılsa bile hiçbir yere gidemem bugün, yarın olsun duruma bakarız Orçun." Orçun'a döndüm, kaşlarımla Serap'ı gösterdim. Omzumu kaldırıp indirirken, "Hiçbir şey yapamam." dedim. O da benimle aynı şekilde, kaşlarıyla bana Deniz'i işaret etti.
Kardeşime baktığımda onun verandanın kıyısında, neredeyse merdivenden düşecekmiş gibi, dengesiz bir şekilde durduğunu gördüm. Yanına gittim. Beni fark etmemiş gibiydi. Bakışlarını takip ettim, baktığı yerde bomboş yol hariç hiçbir şey yoktu. İlerideki bir noktaya, hiçbir tepki vermeden boş gözlerle bakıyordu. "Deniz, iyi misin?" diye sordum kısık sesle. Beni duymamış gibiydi. "Deniz, düşeceksin." Ağzını açıp tek kelime bile etmeden, sadece duruyordu. Endişelenmeye başlamıştım. Orçun'a dönüp, "Ona ne oldu?" diye sordum. Orçun da endişeli gözüküyordu. "Birkaç fikrim var." dedi, "Ama emin olmam mümkün değil. Siz gelene kadar hiç bu tür olaylara tanık olmadım." Arkadaşlarıma baktım. Hepsinin kafası karışmıştı. Ne yapacaklarını benim gibi bilemiyorlardı ama bakışlarından endişemi paylaştıklarını anlayabiliyordum. Böyle anlarda yalnız olmamak o kadar rahatlatıcıydı ki... İlk harekete geçen Begüm oldu. Telefonunu çantasından çıkardı. "Kimi arıyorsun?" diye sordum. "Anneni arıyorum. O bize ne yapmamız gerektiğini söyleyecektir." Orçun, "Sanmam," diyerek cebinden kendi telefonunu çıkardı. Telefonda bir numarayı çevirdikten sonra kulağına dayarken, "Annesi bu kasaba hakkında çok fazla şey bilmiyor. Bilmek de istemiyor." diye ekledi. "Sen kimi arıyorsun?" diye sordum. "Nar teyzeyi arıyorum," diye cevapladı sorumu. "Detayları tam bilmiyorum. Ama duyduğum bazı söylentilere göre şu anda bize bilgi verebilecek biri varsa eğer o kişi Nar teyzedir."
Kardeşimden zor duyulabilecek bir ses geldi. Ona dönüp, "Deniz, beni duyuyor musun? İyi misin?" diye sordum. Bir elimle de düşme ihtimaline karşı koluna yapışmıştım. Kardeşim bana hiç bakmadan, "Leylekler," dedi, "Belki kış; bu sene biraz daha erken gelecek, belki biraz daha sert geçecek; o yüzden erken göç ediyorlardır Duru. Her şeyin bir sebebi vardır."
***
Bölüm 16: Gruplar birleşiyor mu? Çocukluğumdan beri, yalnızlığı yorgana benzetirim... Hem sıcak aynı anda serin, yumuşacık sarar ve korktuğum zaman üstümü örter. -iepolat-
Orçun; arama tuşuna basıyor, telefonu kulağına götürüyor, bir süre bekledikten sonra telefonu kulağından indirip telefonun ekranına bakıyor ve tekrar arama tuşuna basıyordu. Onu durdurmazsam bu döngü sonsuza kadar devam edecekmiş gibi aynı hareketleri tekrarlıyordu. Begüm ise anneme ulaşmıştı. Neler olduğunu kısaca anlattı. Annemi dinlerken suratında bir rahatlama ifadesi belirdi. Telefonu kapattıktan sonra bize
dönüp, "Geliyorlar," dedi. "Mümkün olduğu kadar çabuk geleceklermiş. Biz gelene kadar, Deniz'i yalnız bırakmayın dedi bana." Hepimiz az çok rahatlamıştık. Deniz de birazcık da olsa kendine gelebilmişti. Onu sandalyelerden birine oturtmuştuk. Begüm, "Su getireyim mi?" diye sordu. Refleks olarak yanıtladım. "Hayır, durumundan emin olana kadar hiçbir şey içmemesi, yememesi gerekli." "Nereden biliyorsun?" diye sordu Serap. "Biliyorum işte," diye yanıtladım. Ama bu bilgiyi ne zaman öğrendiğimi hatırlamıyordum. Deniz kısık bir sesle "Duru," dedi. Anında kardeşime döndüm, "Ne oldu Deniz?" diye sordum. "Nasıl hissediyorsun?" Kardeşim, önce hiç ses çıkarmadan kafasını iki yana salladı. Sonra ağır ağır konuşarak, "Doğru biliyorsun," dedi. Rahatlamıştım, bir şeyleri doğru veya yanlış bildiğimi söyleyecek kadar kendine gelmişti. Serap, "Trans haline girmiş gibiydi," dedi. Sanki üşümüş gibi kollarıyla vücudunu sararak ekledi, "Burası tüylerimi diken diken etmeye başladı." Orçun, "Size söylemiştim gitmeniz gerektiğini," dedi kafasını sertçe sallayarak. Sanki benim suçummuş gibi bana ters ters bakarak ekledi, "Ama siz umursamadınız." "Neden gitmemiz gerektiğini anlamıyorum." diyerek araya girdi Begüm. "Hem bizim burada olmamızla az önce olanların ne ilgisi var ki... Neden bizimle ilgili olduğunu düşünüyorsun?" "Katılıyorum Begüm'e." dedi Can, "Duru'nun söylediğine göre zaten bütün bu saçma olaylar biz buraya gelmeden önce başlamış."
"Bu da demektir ki bizimle alakası yok." diyerek noktayı koydu Kaya. "Biz burada olmasaydık da aynı şeyler olabilirdi." Ardından hepimiz sustuk. Bize upuzun gelen ama aslında birkaç dakikalık sürede, annemin arabası kapının önüne yanaşıp, annemle babam arabadan çıkana kadar sessizlik içinde oturduk. Kafamız karışmıştı, sinirliydik. Orçun, bir şeyler bilmesine rağmen bize söylemiyordu; ama yine de yüzüne baktığımda onun da en az bizim kadar kafasının karışık olduğunu görebiliyordum. Annem arabayı gelişi güzel park ettikten sonra arabadan fırlayıp, Deniz'in yanına koştu. "Nasıl hissediyorsun Deniz?" diye sorarken neredeyse ağlayacaktı. Kardeşim ona baktı ama cevap vermedi." "En azından şu an tepki veriyor anne," dedim annemi yatıştırmak için. "Seni aramadan önce hiçbir tepki vermiyordu." Annemin bakışları bana döndü, "Sen nasıl hissediyorsun Duru?" diye sordu gözlerinde ilgiyle. "Ben iyiyim. Şu anda nasıl olduğunu merak etmemiz gereken kişi kardeşim." dedim. Ardından sinirli bir sesle ekledim, "Benim için endişelenmene gerçekten gerek yok anne!" Annemin ardından babam ve kütüphanede gördüğüm yaşlı, kırmızı ceketli adam gelmişti. Yaşlı adam, Deniz'in önünde çömeldi. Kısa bir süre Deniz'i kontrol ettikten sonra koluna girerek onu içeriye götürdü. Babam ve annem de onları takip etti. Beş dakika sonra annem yanımıza geri döndüğünde rahatlamış görünüyordu. "Endişe edilecek bir şey yok." dedi. "Emin misiniz?" diye sordum. "Evet, doktor kontrol etti. Gerçi hala kontrol etmeye devam ediyor ama muhtemelen sıcak etkilemiştir diye düşünüyor. Endişelenmenize gerek yok."
Orçun, anneme tuhaf bir şekilde bakarak, "Nar teyzeye ulaşamadım," dedi. "Siz nerede olduğunu biliyor musunuz?" "Toplantıdadır. Bu aralar sürekli toplantı yapıp duruyorlar." dedi annem sertçe, sanki Nar teyzeyi hatırlattığı için Orçun'a kızmıştı. Sonra bana zoraki bir gülümsemeyle bakıp, "Babanın yanına gidiyorum, sen de artık rahatlayabilirsin Duru." dedi. Annem tekrardan içeri girdiğinde Orçun telefonunu cebinden çıkarıp bir arama daha yaptı. Yine cevap yoktu anlaşılan ki bu sefer farklı bir numarayı aradı. "Anlatmayacaklar," dedi açan kişiye. Kiminle konuştuğu hakkında bir fikrim yoktu ama söyledikleri dikkatimi çekmişti. "Anlatmayacaklar ve Nar teyzeye ulaşamıyorum. Evet, biliyorum bizim karışmamamız gerekiyor." Kısa bir süre telefondaki kişinin söylediklerini dinledikten sonra ekledi, "Annesi, Duru'nun arkadaşlarını çağırmış kasabaya. Hem de bütün bunlar olurken, inanabiliyor musun buna?" Önce Begüm'e sonra diğerlerine tek tek baktım. Kaya ile Can'ın suratlarını görüp konuya duydukları ilgiyi fark etmemek mümkün değildi. Orçun, yine bir süre sessiz durduktan sonra kararlı bir sesle ekledi, "Ne demek istediğini anlıyorum. Ama ben kararımı verdim. Onları bizim toplantı yerimize götürüyorum. Sen de diğerleriyle konuş lütfen, onlar da gelmeliler." Orçun, telefonu kapattığında bizim dostça olmayan bakışlarımızla karşılaştı. Arkadaşlarımın da en az benim kadar merak ettiğini ve sinirlendiklerini biliyordum. "Gidiyoruz," dedi. "Nereye?" diye sordum. "Neler olduğunu öğrenmek istiyorsan beni takip et." dediğinde hepimiz çoktan ayağa kalkmıştık.
***
Bölüm 17: Ormanın Kenarındaki Köhne Ev Arkadaşlarımla birlikte ayaklanmıştık, Orçun'u takip etmek için hazır bekliyorduk. Orçun yürümeye başladığında yavru ördekler gibi peşine takıldık. Yol ayrımına geldiğimizde Orçun daha önce kasabaya gitmek için kullandığımız yolun yan tarafındaki patikaya girdi. Bu yol, diğer yola nazaran daha biçimsiz ve dardı. Patika, muhtemelen sık kullanılmadığından dallar yer yer yola taşıyor; yoldaki engebelerle birleşip yürümeyi zorlaştırıyordu. Begüm, önündeki taşı görmeyip, hafif bir çığlıkla neredeyse yerle buluşurken onu havada yakaladım. İçimden aileme beni voleybol kursuna gönderdikleri ve bana reflekslerimi geliştirme şansı verdikleri için teşekkür ettim. Orçun, aniden bize döndü. Başarımdan pek etkilenmemiş gözüküyordu. Sinirli bir bakışla parmağını dudağına götürüp sessiz olmamız gerektiğini kabaca belirtti. Tekrardan bize arkasını döndüğünde kısık sesle, "Bu topuklu ayakkabıları burada hangi akıllı yaratık giyer ki?" diye söylenmeyi ihmal etmedi. Begüm'le birbirimize bakıp sırıttık; bizimle uğraşmak istiyorsa sorun değildi, biz de onunla uğraşacak bir şeyler bulabilirdik. Aklımda hala Deniz olmasına ve endişeli olmama rağmen belki arkadaşlarımın yanımda olması nedeniyle kendimi önceki günlerden daha iyimser hissediyordum. Arkamı dönüp Serap'a baktım, eliyle görünmeyen böceklere savaş açmış gibi debelenip duruyordu. Göz göze geldiğimizde, aynı Orçun gibi sinirli şekilde bana baktığında elimde olmadan kıkırdadım. "Sen bu kadar kısa sürede kasaba gülü olabildin ama hepimiz senin kadar başarılı değiliz bu konuda," dedi Serap yarı öfkeli yarı incinmiş sesle. "Evde sivrisinek kovucu losyon vardı," dedim kısık sesle, "İstemen yeterliydi." Kollarımı göstererek ekledim, "Bak, beni hiç rahatsız etmiyorlar." Cümlem bittiğinde hala arkama, Serap'a doğru bakıyordum. O yüzden Orçun'un durduğunu fark etmemiştim. Sert bir şekilde ona çarptım, çarptıktan sonra düşmemek için dengemi sağlamaya çalışırken de sanki görünmeyen bir voleybol topuna vururmuşum gibi onu ittim. Zavallı Orçun... Çarpışmanın ardından dengesini
sağlamaya çalışıyordu ama ardından gelen itişe hazırlıklı değildi, yüzüstü önümüzdeki çamur birikintisinin içine yuvarlandı. Gülmemek için elimi yumruk yapıp dudaklarıma bastırdım ama "Sen ne biçim bir belasın," dediğini duyduğum an kendimi tutamayıp kahkaha attım, tabii ki diğerleri de benimle birlikte gülüyordu. Kulaklarımızın dibinde birden patlayan çığlığımsı ses ile gülmemiz anında kesildi. İri bir baykuş kafalarımızın üstünden, bize oldukça yakın ve her an üstümüze düşecekmiş gibi dengesiz bir şekilde, biraz ilerimizdeki eski eve doğru uçtu; yarı aralık kapıdan geçip gözden kayboldu. Ürpererek, "Bu hayvan beni takip ediyor." dedim, "Hayır, söylediğimin ne kadar mantıksız olduğunu biliyorum; ama sürekli karşıma çıkıp duruyor." Kollarını kaldırıp üzerinden akan su damlacıklarına bakarken, "Anlayacaksın," dedi Orçun. "Bu ev kimin evi?" diye sordu Kaya. "Şu anda hiç kimsenin, sahibinin zamanı henüz gelmedi." diye yanıtladı Orçun. "Muhtemelen hiçbir zaman, hiç kimse burayı almaz zaten," dedi Serap, "Baksanıza, kim bu eski evi satın alır ki; sanki her bir parçası ayrı ayrı dökülüyor." "Abartıyorsun," diyerek araya girdi Begüm, "Aslında üzerinde biraz uğraşılırsa hiç fena bir ev değil." Orçun, "Zaten bir sahibi var, boşuna plan yapmayın. Sadece sahibi, şu an buraya sahip olduğunu bilmiyor." derken benim gözlerim de evle orman arasında mekik dokuyordu. Orman, patikaya bakan önü hariç, evi çepeçevre sarıyordu. Ama bütün biçimsizliğe ve bakımsızlığa rağmen ev; ormanın kollarının dokunamayacağı kadar uzağında, ormana meydan okurmuş gibi yakınında duruyordu. Bir şeyler tuhaftı, bir şeyler hayranlık uyandırıcıydı ama ne olduğu dilimin ucunda olsa da söyleyebilmem mümkün değildi. "Haydi!" dedi Orçun, "Bizi bekliyorlar."
Evin önündeki sığ dereden atlayarak geçmemiz mümkün değildi; su birikintisi evin kapısına kadar ulaşıyor, hatta ara sıra kapıya dokunup kaçıyordu. Orçun, önümüzde pantolonunun paçalarını sıyırdı. Bana bakıp söylenerek, "Sırılsıklam olduğum için aslında bunu yapmama gerek yok ama alışkanlık işte." dedi. Kıpırdamadan onu izlediğimizi fark ettiğinde, "Haydi ama umarım davet beklemiyorsunuzdur." dedi sabırsız bir sesle. Serap, "Başka yol yok mu eve ulaşabileceğimiz?" diye sordu. Ellerini iki yana açarak, "Gerçekten suyun içinde yürümek istemiyorum." diye ekledi. "Tabii ki var, olmaz olur mu hiç. Orman tarafından dolanabilirsin mesela." diye yanıtladı Orçun asabi bir şekilde. Bana dönüp ekledi, "Onların biye burada olduklarını hala anlamıyorum ama sen onlardan kurtulmamakta kararlı görünüyorsun." Serap tam ormana doğru yönelmişti; ama Can onun kolunu tutup durdurdu. "Gerçekten mi Serap? Duru'nun söylediklerini hatırlamıyor musun? Ormana girmememiz gerekiyor." dedi etrafına ürkek ürkek bakınarak. Can ve Kaya oldukça tetikte duruyor, delici bakışlarla etrafı inceliyorlardı. Uzun zamandır tek kelime etmemiş olduklarını fark ettim ve bu durum onları düşündüğümde hiç normal değildi. Orçun dereye doğru yürümeye başladığında onu takip ettik, evin önüne geldiğimizde aralık kapıyı itti, kapı gıcırdayarak tamamıyla açıldı. Kapıdan girer girmez geniş bir salona ulaşmıştık. İçerisi oldukça aydınlıktı. Kafamı kaldırıp, yukarıya baktığımda çatının bir kısmının olmadığını gördüm. Çatıdaki boşluktan içeriye dolan güneş ışıkları, pencereden girenlerle birleşip salonda hiçbir karanlık köşe kalmamasını sağlıyor; ışıkların altında uçuşan tozlar da ortama bir peri masalı havası katıyordu. Duvarlar boydan boya kitaplıklarla kaplıydı, sanırım salonda düzenli duran tek şey raflarındaki kitaplardı. Yerler toz toprakla doluydu, ara ara çatıdan dökülen parçaları da seçmek mümkündü. Üzerlerindeki kirden gerçek şekillerini anlamanın mümkün olmadığı; kimisi devrilmiş, kimisi ters dönmüş sandalyeler vardı. Salonun ortasında cılız bir ağaç, tavandaki boşluktan gökyüzüne doğru uzanmaya çalışıyordu; onu sağındaki cüssece daha küçük olan fidan takip ediyordu. "Çok üzücü," dedim kırgın bir sesle.
"Üzücü olan ne?" diye sordu Canan. Canan'ın sesini duyduğumda ürkerek irkildim. Eve girdiğimizde onu görmediğimden karşısında bir an donup kaldım. "Sen az önce burada değildin. Ne zaman geldin?" diye sordum şaşkın şaşkın bakarak. Beni şaşırtmış olmanın verdiği kibirle gülümseyerek, "Ben hep buradaydım Duru," dedi. Sonra ekledi, "Tekrar soruyorum, üzücü olan şey ne?" "Bu iki ağaç. Ormanla aralarında sadece bu duvarlar var," dedim. "Sanki tutsak gibiler bu evde." Omzunu silkerek, "Belki hak etmişlerdir," diye cevapladı. Orçun'a dönerek, "Diğerleri yolda, az sonra burada olurlar. Konuşmadan önce onları bekle. Aynı şeyleri on defa tekrarlamak istemiyorum," dedi emir verircesine. Sonra ters dönmüş sandalyelerden birini tuttu, çevirip düzelttikten sonra sandalyeye oturdu. Arkadaşlarımı birer birer süzmeye başladı. Bakışları Kaya'da takılı kaldı. Kaya'ya bakarken, "Ne kabalık ama, değil mi?" dedi gülümseyerek. Sonra bana hiç bakmadan, "Duru, beni arkadaşlarınla tanıştırmayı düşünmüyor musun?" diye sordu. "Diğerleri de gelsin, ondan sonra tanıştırırım sizi," dedim bir sandalyeyi çekip karşısına otururken. “Aynı şeyleri on defa tekrarlamanın ne kadar sıkıcı olduğunu sen iyi bilirsin."
***
Bölüm 18: Ormanın Kenarındaki Köhne Ev 2 En son ne zaman bu kadar sinirlenmiştim hatırlamıyordum. Genel olarak sinirli bir insandım ama şu anki halimin yanında geçmiş bütün hallerimin melek gibi kaldığına emindim. Canan'ın bakışlarından anladığım kadarıyla aynı duyguyu paylaşıyor; gözlerimizi bir an bile kırpmadan birbirimize bakıyorduk. Onun bana neden sinirli olduğunu anlamıyordum, bir derdi vardı benimle bu çok belliydi; ama yine de Kaya, benim hassas noktamdı. Onun sarı saçlarının çevrelediği küçük suratını ilk kez
gördüğümde muhtemelen 6 yaşındaydım, parkta Begüm'le otururken, Can ile birlikte yanımızdan kaç defa geçtiklerini sayan kişiydim ben. Hiçbiri, Orçun dahil, yakınımızda oturmayı denememişti bile. Diğerleri evin içinde gezermiş gibi yapıp etrafı inceliyor; peşlerinden gelen Orçun'a cevaplarını aslında merak etmediklerini düşündüğüm soruları soruyorlardı. Kapı gıcırdayarak tekrar açıldığında, biz hala birbirimize dik dik bakıyorduk. Beril, Gökhan, Özlem ve Zafer; ya yolda komik bir şey görmüşlerdi ya da komik bir şey hakkında konuşuyorlardı muhtemelen ki kahkahalar eşliğinde içeri girdiler. İçlerinden biri, arkam kapıya dönük olduğundan kim olduğunu göremiyordum, "Oh!" dedi, "Yanlış bir zamanda mı geldik?" Ardından Beril'in insanı sinir edebilecek kadar yavaş ama bana panik olmuş bir kaplumbağayı andıran sesini duydum. "Canan! Bizi çağırmışsın. Mümkün olan en kısa sürede geldik." diyerek koştu. Gelip Canan'ın tam önünde durdu. Hala Canan'ın yüzünün bir parçasını görebiliyordum. Beril'in vücuduyla, görüş alanımız tümden kapanmadan yüzüme çarpık bir gülüş kondurdum. Canan, benim gülüşümü gördü; gözleri bir an sinirle titredi. Birkaç saniye sonra, Beril'in sayesinde göz temasımız kesildi. Kazanmıştım. Canan, arkasını silkeleyerek ayağa kalktı. Bir anlığına gözlerini kapattı, gözlerini tekrar açtığında son derece sakin ve kendine güvenli bir şekilde gülümsüyordu, az önceki olay hiç olmamıştı. Eliyle bir yarım daire çizip sandalyeleri göstererek, "Lütfen," dedi. "Lütfen oturun ve konuşmaya başlayalım." Ağzım yarım karış açık, hayretle ona bakıyordum. Az önce ikimizde aynı derece öfkeliydik. Nasıl birden duygularını kontrol altına alıp sakinleştiğini anlayamıyordum. Bir an ona imrendiğimi hissettim, çünkü ben hala öfkeliydim. Yanıma gelen Begüm'e
baktım. Dudağını büzüp, kafasını eğdiğinde onun da aynı şeyi düşündüğünü anlamıştım. Nasıl olduğunu anlayamasam da bir şekilde hem kazanmıştım hem kaybetmiştim ve buna sebep olduğu için Canan'a daha da sinirlenmiştim. Sandalyeleri daire şeklinde dizerek oturduğumuzda Canan, tam karşımda oturuyordu yine, beni göstererek konuşmaya başladı. "Lütfen bize arkadaşlarını tanıt Duru." Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Şu an karşımdaki kalabalık bile sinirlerimi geriyordu. Yanımda oturan Begüm'e baktım. Bakışlarımız karşılaştığında sakinleşmeye başladığımı hissettim. Onda her zaman beni sakinleştiren bir şeyler vardı. Kim bilir belki bu yüzden en yakın arkadaşımdı. Canan'ın hareketini taklit edip Begüm'ü göstererek, "En yakın arkadaşım Begüm," dedim az da olsa titreyen bir sesle. "Buraya gelmeden önce yaşadığım şehirde, Begüm'le karşı dairelerde oturuyorduk. Neredeyse doğduğumuzdan beri birbirimizi tanıyoruz." Sonra Begüm'ün yanında oturan Serap'ı gösterdim, "Serap, rekabet etmeyi sever, sağlam eleştirir ve iyi bir gözlemcidir. Serap'la geçmişte pek hoş olmayan anılarımız oldu." dedim duraklayarak, dürüst davranmak ya da yalan söylemek seçenekleri arasında gidip geliyordum. Serap, bana onay verirmişçesine kafasını hafifçe salladı. "Bazen," dedim az sonra söyleyeceğim kelimeleri doğru seçmeye çalıyordum. "Bazen bazı insanlardan sebepsiz yere hoşlanmazsınız. Aslında demek istediğim bu değil," Yine durdum çünkü aradığım sözcükler bunlar değildi, "Bazen insanları yanlış zaman ve yanlış ortamda tanıdığınız için onlar hakkında yanlış kararlar verebilirsiniz. Onlardan hoşlanmadığınızı düşünebilirsiniz. Aslında aynı insanı, farklı zaman ve farklı ortamda tanıma şansınız olsa onun hakkında farklı kararlar vermeniz olasılıklar dahilindedir." Kurduğum cümleden gurur duyarak etrafımdakilere baktım. Bana kafaları karışmış, söylediklerimin hiçbirini anlamamış gibi baktıklarını gördüğümde dudaklarımı
büzüştürdüm. Yanağımı kaşıdıktan sonra cümlemi tekrarlamak için derin bir nefes aldığımda Canan konuşmaya başladı. "Anladık, anladık." dedi sabırsız bir şekilde, gözlerini döndürerek ekledi, "Senin Serap'ı bir kez daha anlatmanı bekleyecek zamanımız yok." Sonra etrafındakilere bakarak, "Anladınız değil mi?" diye sordu. Karşılaştığı sessizlik karşısında bir süre bekleyip içini çekti, "Daha önce yaşadıkları yerde birbirlerinden hoşlanmıyorlarmış, hatta belki nefret ediyorlarmış; bu kasabada şu an birbirlerini sevdiklerini düşünüyorlar." dedi. Canan cümlesini bitirdiğinde Beril öne doğru eğilip fısıltıyla, "Ben anlamıştım Canan." dedi gülümseyerek. Canan oturmadan önce yine bir derin nefes aldı, saçını düzeltip, "Devam et Duru," dedi, sonra benim sessizliğim üzerine hafifçe gülümseyerek, "Lütfen," diye ekledi. "Can," dedim gülümseyerek, "Can, yanındayken eğlenebileceğiniz biridir. O güldüğü zaman siz de gülersiniz. Kurallarla arası iyi değildir. Bu yüzden ara sıra başınızı derde sokar ama ona kızmanız da pek mümkün değildir." Omzumu hafifçe kaldırarak ekledim, "Yapabileceği bir şey yok, onun elinde değil." Sıra Kaya'ya gelmişti, ne söyleyebileceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. "Kaya," dedim, durdum. Canan, "Evet, Kaya?" dedi devam etmemi istercesine. "Kaya, Can'ın en yakın arkadaşıdır." dedim, baştan sona kızardığımı hissediyordum. Beni provoke etmeye çalışıyormuş gibi gülerek, "Başka ne söyleyebilirsin onun için?" diye sordu Canan. Bir süre düşündükten sonra, "Benim eski okulumda basketbol takımının lideriydi," dedim. Ardından ekledim, "Bulunduğu yere anında uyum sağlama yeteneği vardır, Kaya bir hafta bile bu kasabada yaşasa onun buraya ne zaman taşındığını hatırlamaz ve onu kasabanın ayrılmaz bir parçası gibi görmeye başlarsınız." Burada ölsem bile Kaya'ya aşık olduğumu Canan'ın önünde itiraf etmeyecektim.
Şimdi sıra bendeydi. "Canan, lütfen sen de bize arkadaşlarını tanıtır mısın?" Canan, oturduğu yerden kalkmadan, "Beril ile Gökhan kasabaya beş ay önce taşındılar." dedi. "Özlem ile Zafer de bir ay önce. Senin de bildiğin gibi onlar da ikizler." diyerek ekledi. Gülmeye çalışarak, "Ama bu onları tanıtmak değil," dedim. "Benim yaptığım gibi detaylı anlatmadın." "Kimse senden bu kadar detaylı anlatmanı istemedi ki," diyerek omzunu silkti, "Ben, senin konuşmanın bu kadar uzun süreceğini bilseydim, sen konuşmaya başladığında dışarı çıkar bir hava alırdım." Az önceki sinirli halimin geri geldiğini hissediyordum, ellerim titremeye başlamıştı ki Gökhan, "Çocuklar, lütfen söyleyeceklerim yüzünden bana darılmayın," diyerek lafa daldı. "Beril; ikizim diye demiyorum, sessiz, sakin, iyi bir kızdır," dedi. Gülerek ekledi, "Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi buraya taşındığımızdan beri Canan'a hayran." "Bu bir aylık sürede anladığım kadarıyla Özlem'in hayal gücü son derece gelişmiş. Yeni şeyleri öğrenmeyi ve öğrendiği şeyleri paylaşmayı çok seviyor. Eski okulunda dersleri de gayet iyiymiş diye duydum." dedikten sonra, "Benim söyleyebileceklerim bu kadar. Orçun, sen devam etmek ister misin?" diye sordu. Orçun isteksizce ayağa kalktı. "Pekala ben devam edeyim. Gökhan, az önce tanık olduğunuz gibi gerilim ve huzursuzluklardan hoşlanmıyor, o yüzden zaman zaman ara bulucu rolünü üstleniyor." dedi. Sonra iyice ciddileşerek, "Gerçi onu tanıdığım bu beş aylık süre içinde iki defa öfke patlamaları yaşadığına tanık oldum." diye ekledi. "Başka ne söyleyebilirim, bir düşüneyim. Ah! Buldum! Onunla festival alanında beraber çalıştığımız zamanlarda, ekibimizle son derece uyumluydu ama yargılamayı sevdiği için diğerlerini zaman zaman sinirden çıldırttı." diyerek sırıttı. "Ben hiçbir şey söylemedim, hiçbir şey yapmadım," dedi Gökhan şikayet edercesine. "Bana o hafta neden sürekli sinirlendiklerini de anlamadım. Bazılarının benimle yeniden konuşmaya başlaması bir haftayı buldu."
Orçun, "Zaman zaman söyledin, farkında değilsin," dedi. "Ama zaman zaman da söylemene gerek kalmadı çünkü gözlerin sandığından daha çok konuşuyor senin." diyerek güldü. Canan'a dönüp, "Canan, bakalım Canan hakkında neler söyleyebilirim," dedi. " Canan, iyi bir tiyatro oyuncusudur, kasabanın tiyatrosunda okul zamanı hariç piyeslerde rol alır. Sizin de gördüğünüz gibi güzel ve etkileyicidir." dedi gülümseyerek. "Oldukça sivri dillidir. Kendisine ne yapması gerektiğinin söylenmesinden hiç hoşlanmasa da başkalarına ne yapmaları gerektiğini söylemeyi pek sever." Canan, "Orçun, kısa kes. Daha konuşmamız gereken çok şey var," dediğinde Orçun, "Gördünüz mü? Bundan bahsediyordum işte!" diyerek güldü. "Her neyse, Canan'ı kendimi bildim bileli tanıyorum. İkimizde bu kasabada doğduk, bu kasabada büyüdük." dedi. "Ona en az kendime güvendiğim kadar hatta belki daha fazla güveniyorum. O yüzden yapmak zorunda olduğumuzu düşündüğüm şeyi başarıyla sonuçlandırabilmemiz için onun desteği şart," diye ekledi kısık bir sesle. Canan kesin bir şekilde, "Hayır!" diye cevap verdi. "Hayır Orçun. Hiçbir şekilde desteklemeyeceğim. Aklından geçenleri tahmin ediyorum ama cevabım hayır. Buradayım, çünkü onları mantıksız şeyler yapmaları için motive etmeye çalışacağını biliyorum ve tabii ki bunu yapmanı engellemek için benim de elimden geleni yapmam gerektiğini düşünüyorum." "Her neyse," diyerek yerine oturdu Orçun. O ana kadar hiç konuşmamış olan Zafer, "Çocuklar," diyerek arkasına yaslanıp, kaşlarını oynattı, "Beni tanıtmayı unuttunuz." "Kimse seni tanıtmak ya da tanımakla ilgilenmiyor," dedi Canan sertçe. "Ama diğerleri kötü şeyler söylememek için susmayı tercih ettiklerinden ben söyleyeyim bari. Zafer, çok uyumsuzsun, çok bencilsin. Kimsenin gülmediği, insanları rahatsız edecek şakalar yapıyorsun. Özlem ile karakterleriniz o kadar farklı ki..." diyerek ekledi. Sonra etrafına bakındı, "Bir Orçun kaldı sanırım. Orçun, çok meraklıdır, her şeye burnunu sokar, her şeyi öğrenmek için çabalar. Çocukken, onun bu huyu yüzünden başımız hep derde girerdi." dedi. "Henüz bizim de zamanımız gelmedi; ama aslında
öğrenmemiş olmamız gereken sırların çoğunu onun bu huyu yüzünden biliyoruz. Yine onun sayesinde henüz sahip olmamış olmamız gereken yeteneklere, yarım yamalak da olsa, sahibiz." Kırgın bir şekilde Orçun'a bakarak, "Şu ana kadar bildiklerimizi başkalarına söylemememiz gerektiği konusunda hemfikirdik." diye ekledi. "Bana kızdığını biliyorum ama öğrenmeliler," dedi Orçun. "Özellikle Duru öğrenmeli ki hatırlatırım, Nar teyze de aynı şekilde düşünüyordu." Canan, kabullenerek, "Sen nasıl istersen," dedi. "Bildiklerimizi anlatmaya başlayalım o zaman. Onlar kararlarını versinler." ***
Bölüm 19: Nihayet "Senin sesin, benim kelimelerimde can bulur. Olmayan parçam, eksikliğini tamamlar ve bütün olur mu bir gün ben istemesem bile..." -iepolat-
Canan konuşmaya başladığında tek bir kelimeyi bile kaçırmamak için dikkatlice ona bakıyordum. "Her şey çok uzun zaman önce, kasaba kurulmadan önce başlamış." diyerek konuya girdi. "Geçmiş dönemdeki yazılı dokümanlarda, atalarımızın geçtikleri bütün yollarda tanık oldukları felaketlerden bahsediyor. Kuraklık ve hava ısısındaki ani değişimler
sebebiyle kıtlıklar, besin bulamayan hayvanların insanlara saldırmaya başlaması ve en beteri insanların, kendi açlıklarını gidermek için diğer insanlara saldırmaları. Atalarımız, bütün bu sebepler nedeniyle yaşadıkları topraklardan ayrılmak zorunda kalmışlar ve zorlanarak da olsa buraya kadar gelebilmişler." Ayağa kalkıp, arkasındaki kitaplığa doğru yürüdü. Raftaki kitapları inceleyip, içlerinden kalın, gri kapaklı ikisini seçti ve ağır kitapları benim kucağıma bıraktı. "Kasaba tarihini öğrenmeye bunları okuyarak başlayabilirsin. Diğerlerinin az çok bilgisi vardır diye tahmin ediyorum." Kitabın kapağını açtım, oldukça eskimiş olan sayfalarına zarar vermemek için özen göstererek sayfaları çevirmeye başladım. Canan, tekrar yerine oturduktan sonra, "Buraya ulaştıkları zaman, tabii ki o zamanlar ortada bir kasaba yokmuş, şu an kasaba meydanının olduğu yerde kısa bir süre kamp yapmak, dinlenmek istemişler." dedi. Kafamı kitaptan kaldırıp, "Neden buraya yerleşmeyi düşünmemişler?" diye sordum merakla. "Bahsettiğin felaketleri düşünürsek, burası cennet gibi bir yer." "Onlar buraya ulaştıklarında, karşılarında sadece kuraklıktan çatlamış, işlenmesinin zor olduğunu düşündükleri sert toprağı bulmuşlar. Etraflarında tek bir damla bile su yokmuş. Ama aynı zamanda oldukça aç ve yorgunlarmış; o yüzden yürüyüşlerine kısa da olsa ara vermek istemişler." diyerek soruma cevap verdi. Begüm, "Ama her yerde bir sürü tehlike varken burası nasıl daha güvenli olabilir ki?" diye sorduktan sonra heyecanla ellerini birbirine çarparak, "Yoksa burada onları belalardan koruyan sihirli bir kubbe mi varmış?" diye ekledi. Canan'ın gözleri kısıldı, kibarlık maskesini bir anlığına indirip, "Saçmalama. Tabii ki hayır." diye cevapladı Begüm'ün sorusunu. "Tuhaf bir şekilde ya güvenliymiş ya da onlara güvenli görünüyormuş." Orçun, düşünceli bir ifade ile terden ıslanmış saçlarını karıştırarak, "Bu arada bilmeniz gereken önemli bir nokta var," diyerek araya girdi. "Buraya gelen kafilenin üç tane lideri varmış, bu üç lider, birbirinden tümüyle farklı baskın özelliklere sahipmiş. Liderlerin içinde en yaşlı olanı, burasının güvenli olduğunu düşünmüyormuş. Daha tehlikeli bir yırtıcının, daha önemsiz ve küçük olanları korkutmuş olabileceğinden bahsetmiş. Ama diğer iki lider, ona gülüp; uzun ve zorlu
yolculuğun onun sinirlerini yıpratarak, onu zayıf düşürdüğünü söylemiş. Hatta ona görevi bırakmasını tavsiye etmişler." "Sinir bozucu bir durum." dedim. "Evet, öyle. Küçümsenen lider, güvende olduklarına emin olmak için keşfe çıkacağını söyleyerek, gruptakilere ona eşlik etmek isteyen olup olmadığını sormuş. Zaten suya da ihtiyaçları varmış. Ama ikiz kardeşi dışında hiç kimse gönüllü olmamış ve iki kardeş kamp alanından ayrılmışlar." "Ben hala ormanı nasıl görmediklerini anlamıyorum." dedim. "Ormanın içinde keşfe çıksalar gölü ve nehri mutlaka bulurlardı." "Orman yokmuş ki etraflarında sadece tek tük meyvesi olmayan ağaçlar varmış." diye cevapladı beni Canan."İki kardeş epey bir süre yürüdükten sonra içinde su olan küçük bir yarık görmüşler, suya eğilip baktıklarında ise suyun içinde kendilerini görmüşler." "Gayet normal bir şey," diye söze girdi Serap, "Durgun bir su birikintisinde herkes kendi yansımasını görebilir." "Hayır," dedi Canan sabırlı bir sesle, "Benliklerinden bahsediyorum, dış görünüşlerinden değil." Kekeleyerek, "Gölün üzerindeki kalemsi yapıyı gördüğümde sanırım aynı şeyi hissettim," dedim. "Kendimi kaybetmiştim ama aynı zamanda bulmuş ve bulunmuş gibiydim." "Doğru," dedi Canan, sonra kafasını sallayarak ekledi, "O an verdiğin tepkilere oldukça şaşırdığımı itiraf etmeliyim." "Nasıl yani?" diye sordum. "Sen orada değildin ki benim verdiğim tepkileri nasıl bilebilirsin?" "Herhalde Orçun anlatmıştır Duru," dedi Begüm kafasını sallayarak. Canan gülümsedi. Bana, "Orçun'un seni o kocaman ormanda nasıl bulduğunu sanıyorsun?" diye sordu, Sessiz kalışım üzerine devam etti, "Ben oradaydım, seninle beraberdim. Her ne kadar gönüllü olmasam da seni kurtarmaya çalışıyordum."
"Seni görmedim orada," dedim düşüncelere dalmıştım. "Merak ediyorum, neden şaşırdın?" "İnsanlar, kim olduklarıyla ilgili kendilerine yalanlar söyler. Bunu genellikle bilinçsiz, bazen de bilinçli yaparlar. Kişinin kendisiyle ilgili gerçekleri kaldırabilmesi zordur ve zaman ister," dedi. "ve aslında olduğunu zannettiği kişi olmadığını fark etmek birçok insanın aklını yitirmesine sebep olabilir." "Öyle bir anlatıyorsun ki bir an süper kahraman olduğuma inanasım geldi." dedim gülerek. "Söylediklerimi ciddiye al, yoksa anlatmayı keserim." dedi öfkeli bir tavırla. "Bizler, yıllardır bunun için hazırlanıyoruz. Kasabanın dışından gelenler de aileleri tarafından eğitiliyor; zaman gelene kadar, mümkün olduğunca hazır olmaları sağlanıyor. Oysa sen, senin hiçbir fikrin yoktu ama yine de orada gördüğün şey seni memnun etti." Orçun, "Canan, senin birine imreneceğini hiç tahmin etmezdim," dedi gülerek. "Neyse, konumuzdan sapmayalım," dedi Canan ona kötü kötü bakarak. "İki kardeş suyun içinde kendilerini görmüşler, sonra birbirlerini. Orada, o an ne olduğunu Orçun ve ben bilmiyoruz, belki kasabanın ihtiyarları biliyorlardır. Bizim tek bildiğimiz; yaşlı lider kamp alanına yalnız dönmüş ve kimseyle konuşmadan, döner dönmez kasabayı inşa etmeye başlamış." dedi. O ana kadar hiç konuşmamış olan Gökhan,"Bu hikayeyi ben bilmiyordum," dedi. "Bize tek söylenen; zamanı geldiğinde ormanın içine girerek, yetenek sandığını bulmak zorunda olduğumuz." Özlem, "Bize de aynı şeyi söyledi annem." dedi. " Anlayamıyorum, siz bunları nereden öğrendiniz?" diye merakla sordu. Canan gülümseyerek Orçun'a baktı. "Çocukken Orçun'un meraklı hallerinin başımıza birçok dert açtığını söylemiştim değil mi? İşte, onun bu merakının bize bazı getirileri de oldu. Onun burnunu her şeye sokması sayesinde, kasaba hakkında birçok şeyi öğrendik." dedi Orçun'a sevecen bir bakış atarak. "Yaşlı liderin kardeşine ne olduğunu siz de bilmiyorsunuz yani?" diye sordum ciddiyetle.
Kasabada olanları anlamamı sağlayacak birilerini bulmuşken konunun dağılmasını istemiyordum. Canan ile Orçun bir süre bakıştılar. Canan, "Emin değiliz." dedi. "Anlatmaya devam et, lütfen." "Kasaba alanına dönen lider, tam otuz gün boyunca durmadan, dinlenmeden çalışmış; kasabanın binalarını inşa etmiş, uyumamış, yememiş, içmemiş." dedi Orçun. "Tabii ki o zaman zarfında kafiledekilerin yiyecekleri tükenmeye başlamış. Beraberlerinde getirdikleri hayvanlar açlıktan hastalanmış. Bu durum grupta gerilimlere yol açmış ve buna dayanamayan bazıları gruptan ayrılmak ve yola devam etmek istemişler. İşte, o zaman yaşlı lider, tüm gruba bir konuşma yapmış, inşa etmesi gereken bütün evler bitene kadar gitmekte tamamen özgür olduklarını söylemiş." dedi. Begüm'e baktım. Orçun'a bakarak, son derece heyecanlı bir şekilde tırnaklarını yiyordu; elini tutup ağzından çektim. Bana hiç bakmadan, "Cümleden anladığım doğruysa eğer, evler tamamlandıktan sonra gitmek isteseler bile kalmak zorundalar sanırım." dedi. "Bu bildiğin tutsaklık." Orçun, "Son evin, son taşını koymadan önce kalanlara bir konuşma daha yapmış. Onlara ormanın derinliklerindeki yetenek sandığından bahsetmiş." dedi. "Ama orman yoktu demiştin," diye lafını böldüm. Güldü, "Dinleyenler de aynı şeyi sormuşlar." dedi. "Ama lider onlara olacak demiş. Son bina tamamlandığında hala kasabada olan kişiler ve onların çocukları, kasabayla ayrılmaz bir bağla birleşecekmiş. Yetenek sandığını henüz bulmamış olanlar bile, dışarıdakilerden daha farklı bilince sahip olacakmış. Bu nedenle, sonraki kuşaklar kasabadan ayrılsalar da bütün doğumların kasabada gerçekleşmesi şartmış." Rahatlayarak, "Süper haber." dedim. "Ben o tutsak kasabalılardan değilim, bir an gerilmiştim. Ben burada doğmadım ki." "Sen bu kasabada doğdun." dedi Canan, insanı sinir edebilecek sakinlikte bir sesle. "Hepimiz gibi," diye ekledikten sonra "Sen de bu kasabada doğdun." diyerek tekrarladı cümlesini.
"Doğru." diyerek ona hak verdi Orçun. "Burada doğmamış olsaydın ailen geri dönmek zorunda kalmazdı." Serap, "Farz edelim bu anlattıklarınız doğru," dedi. "Ama yine de merak ediyorum, burada doğmadıkları takdirde onlara ne olur." "Delirirler." dedi Canan, sanki yalın bir gerçeklikten bahsediyormuş gibi rahattı. "Kasabanın ve ormanın sihri, ona ait insanları farklılaştırır. Gördükleri, hissettikleri, duydukları her şeyin seviyesi dışarıdakilerden farklıdır. Yetenek sandığını görmüş yetişkinler, bu durumla zor da olsa baş edebilir; ama on yedi yaşından küçüklerin bu durumda akıllarını kaybetmemeleri mümkün değil." diyerek ekledi. Orçun, "Bu yüzden kasabaya ait olup, kasabada kalanlar için bir sorun yok. Canan ve ben mesela. Ama ayrılanlar için durum farklı." dedi. "Neden?" diye sordum. "Sadece anlaman için örnek veriyorum," dedi Orçun. "Söyleyeceğim şey, aslında tam anlamıyla olan şey değil. Karşındaki insanın söylediği bir cümleyi on farklı dilde, aynı anda tercüme ettiğini düşün. Bir saniye bile beklemeden çeviriyorsun. Sarf ettiğin enerjiyi düşün, kelimelerin kafanda uçuştuğunu düşün. Bu durum kasabanın civarında olduğunda, kasaba ve orman seninle gücünü paylaşır, rahatlarsın; ama aynı durum dışarıda gerçekleştiğinde, yeterince güçlü olmadığından çöküp kalırsın." "Bu nedenle," dedi Canan, "Hayatlarını kasabada geçirmek istemeyenler, doğum zamanı kasabaya gelmek zorunda. Bizim duyduğumuz kadarıyla, zamanları gelene kadar çıldırmamaları için, yenidoğanların benlikleri iki parçaya bölünüyor, o iki parça kardeş gibi büyüyor ve zamanı geldiğinde orman tarafından birleştiriliyorlar." Gördüğüm kabuslar geldi aklıma. "Bazen" dedim, "Kötü rüyalar görüyorum ve uyandıktan sonra bile bir cümle beynimin içinde yankılanmaya devam ediyor." "Hangi cümle?" diye sordu Canan ilgiyle. "Tehlike! Yarım gider, bir kalır." dedim. "Gerçekten tuhaf," dedi Canan kaşlarını çatarak. "Şimdiye kadar hiç kimseden böyle bir şey duymadım. Sen duydun mu Orçun?"
Orçun, hayır anlamında kafasını iki yana salladı. Sonra arkadaşlarıma döndü. "Şimdi sanırım neden evlerinize dönmeniz gerektiğini anladınız." dedi. "Burada olan ve olacak olaylarla baş edebilmeniz mümkün değil. Canınız yanmadan önce buradan ayrılmalısınız." Bense onu duymadım, kafam ellerimin arasında, ne yapacağımı düşünüyordum. "Kardeşim," dedim zor duyulabilir bir sesle. Kardeşimi genellikle kıskanırdım. Onun sahip olduğu yeteneklere sahip olmayı arzu ederdim. Ona sinirlenir, onunla kavga ederdim; ama onunla birleştirilmek bir bakıma onu kaybetmem demekti. Kafamı kaldırıp, "Kardeşimi benden alamazlar," dedim kararlı bir sesle. Canan, bana ilk defa içten bir hüzünle gülümsüyordu. "Bu konuşmayı seninle ailenin yapması gerekiyordu, onlar kadar anlayışlı olamazsam beni bağışla," dedi. "Kardeşinden vazgeçmen gerekmiyor Duru. O hep senin içinde olacak; sadece ikiniz bir olacaksınız." "Aynı şey değil," dedim. "Aynı şey," dedi. "Sadece sen göremiyorsun. Bu ikiz olayı dışarıdakiler gibi doğal bir olay değil. Orçun ve ben doğduktan sonra kasabada kaldığımız için bizim kardeşimiz yok. Eğer farklı bir bakış açısıyla bakarsan, kardeşlerimiz içimizde, bizimle birlikte yaşıyor. Hatta benimki çoklukla bana ne yapmam gerektiğini söylüyor." diyerek kıkırdadı. Orçun'a dönüp, "Bunu engellemek için yapabileceğim hiçbir şey yok mu?" diye sordum panikle. "Bütün bu bahsettiğiniz kasaba tarihinde, kardeşini kurtaran hiç kimse yok mu?" "Var," dedi. "Nar teyzenin kardeşiyle tanıştın sen, öyle değil mi?" Nihayet! Öğrenmem gereken şeyi öğrenmiştim, umutluydum. Birleştirenlere karşı koymak mümkündü ve ben, ne olduğunu bulana kadar durmayacaktım.
***
Bölüm 20: Kararlar Keşke; herkes kendi hayat filminde, başrol oyuncusu olabilse. Ya kendi hikayesinin figüranı olanlar, onları kim kurtaracak? Yoksa sonu kötü biten hikayelerin, yitik ruhları mı onlar? -iepolat-
Serap, "Bir şeyi merak ediyorum" diyerek araya girdi. "Söylediklerinizin doğru olduğunu farz edersek bile anlamadığım bir şey var yine de." "Neymiş o anlamadığın şey?" diye sordu Canan. "Sanki kardeşinin onunla birleştirileceğini düşünüyormuş gibi konuşuyorsunuz." dedi. Bana bakarak ekledi, "Duru da kardeşimden vazgeçmem falan diyor da belki geride kalan kardeşi olacak. Ne de olsa Deniz kardeşlerin içinde, nasıl desem bilmiyorum, en vasıflı olanı." Begüm, "Bize anlatmadığınız başka şeyler mi var?" diyerek Serap'ı destekledi. Arkadaşlarımın, beni ve kardeşimi bu şekilde kıyaslamaları gözlerimi yaşartmıştı. Orçun sanki doğru kelimeleri seçmek istermiş gibi Canan'a bakarak bir süre durdu. "Ormana yetenek sandığını bulmaya giden gençler geri dönene kadar ikizlerin içinde kimin birincil olduğunu bilmek mümkün değil." dedi. Diğerlerine bakarak
ekledi, "Mesela bu dördünün içinde kimin kalıp kimin diğeriyle birleştirileceğini bilmiyoruz." "Ama Duru ve Deniz?" diye sordu Serap. "Onlar için durum biraz farklı." diyerek araya girdi Canan. "Bende farklı olan şey ne?" diye sordum. Aklıma kütüphanedeki konuşma geldi. "Orçun, kütüphanedeki yaşlı adama birincil olanın ben olduğunu söylemişti." "Evet?" "Nasıl benim hakkımda böyle emin konuşabildi?" Orçun, huzursuz bir şekilde saçlarını karıştırmaya başladı. Sözcükleri bulmaya çalışıyormuş gibiydi. "Orman seni çağırdı," dedi bir süre sonra. "Orman seni çağırdı ve senin zamanının daha gelmemişti. İlk defa gerçekleşen bir olay bu. Ayrıca unutma, sen bir birleştirenle karşılaştın ama hala buradasın; karşımızda oturup anlattıklarımızı dinliyorsun." "Ama tek sebep bu değil," diyerek Canan sertçe araya girdi. Orçun'u, "Konuşmaya başlıyorsan eksiksiz anlatmaya özen göster." diyerek azarladı. "Onlara bekçiden bahset!" "Şu an içinde bulunduğumuz ev, ormanın bekçisine ait. Çocukluğumuzdan beri, yasak olmasına rağmen, zaman zaman buraya geliriz." Ellerini kaldırıp, etrafımızdaki kitapları gösterdi. "Burada inanılmaz detaylı, sırlarla dolu kitaplar vardır ve biz, hava kararmadan önce okuyabildiğimiz kadarını okumaya çalışırız. Ne zaman karanlık çökmeye ve derenin ışığı evin içini aydınlatmaya başlar; o zaman buradan uzaklaşma zamanımızın geldiğini anlarız." "Yanınızda götürüp, evlerinizde neden okumuyorsunuz ki?" diye sordu Serap, tiksintiyle etrafına bakarak ekledi, "Bu harabede vakit geçirmekten daha sağlıklı bir seçenek olurdu." "Kitaplar bu evden dışarıya çıkarılamaz, çıkarlarsa da toza dönüşürler." dedi Orçun, sonra evin içindeki iki ağacı göstererek, "Duru'lar kasabaya gelmeden önce, burada bu iki ağaç yoktu. Dışarıdaki orman ile ev arasında daha fazla mesafe vardı ve
ormanı kontrol altında tutan bekçi ile yardımcısı burada yaşardı. Bekçi ve yardımcısının ortadan kaybolduğu gece Duru da ormandan gelen sesleri duydu." Kafamı salladım, oldukça bitkin hissediyordum. "Emin değilsiniz, sadece tahmin ediyorsunuz ama sanki emin gibi konuşuyorsunuz. Benden ne yapmamı beklediğinizi de bilmiyorum." Canan memnuniyetle bana gülümsedi. "Senden hiçbir şey beklemiyoruz Duru. Sadece diğerlerini taklit et, normalmişsin gibi davran ve sakince zamanının gelmesini bekle. O güne kadar da ormana girme." dedi. Orçun ona ters ters bakarak, "Bu senin düşüncen Canan," dedi. Bana dönüp, "Hala Nar teyzeye ulaşamıyorum; ama biz burada yıllarca sürmekte olan saçmalığı durdurabileceğini düşünüyorduk." diye ekledi. Omuzlarım düşmüştü. Kafamı kaldırıp ona cevap almak istermiş gibi baktım. "Burada doğup büyüdüğümden sizin yaşamak zorunda olacağınız şeyi yaşamayacağım." dedi. "Ama bu durum beni de etkiliyor. İnsanlar kasabaya geldiler ve gittiler; Canan hariç kimseyle sağlam bir arkadaşlık ilişkisine sahip olamadım çünkü kimin kiminle birleştirileceğine hiçbir zaman emin olamadım ve birincil olarak bazen sinirimi bozan kişi döndü." diye ekledi. Canan sanki Orçun'un söylediklerine inanamıyormuş gibi kollarını sallayarak, "Oh! Orçun biliyorsun ki dış görünüş olarak arkadaşın değişmiş olsa bile aslında o aynı kişi." dedi. "Biliyorum," dedi Orçun. "Ama bu hissettiklerimi değiştirmiyor." "Yıllardır hep aynı şeyleri konuşmak zorunda kaldığımıza inanamıyorum. Bir de diğerlerinin kafasını karıştırmaya çalışıyorsun Orçun." Canan; bizlere tek tek bakarak, kısmen sakin bir şekilde ekledi, "Tekrarlıyorum, hiçbiriniz yok olmayacaksınız. En başta zaten tek çocuk olarak doğdunuz. Sizin durumunuz kasabanın dışındaki ikizler gibi değil. Sizler bu kasabanın sınırları içinde, bir kişi olarak doğdunuz ve orman aklınızı yitirmemeniz için bilincinizi iki bedene paylaştırdı." dedi. "Anlıyorum," dedim kafam karışmış bir şekilde ona bakarak.
Canan'ın sıkıldığını hissedebiliyordum. "Keşke birincil olan Deniz olsaydı," diyerek söylendi fısıltıyla. "O, daha çabuk anlardı buna eminim." Birden gözlerimin buğulandığını hissettim. Ona bakarken etrafımdaki şeyleri yarı görüyor, yarı duyuyordum; sanki hiçbir duyum tam değildi. Eksik olan bir şeyler vardı ama ne kadar çabalasam da ne olduğunu anlayamıyordum. Diğerlerine baktım, sanki aynı şey onlara da oluyormuş gibiydi; derken birden her şey normale döndü. Canan'ın sandalyesi boştu. Etrafımıza bakındım Canan yok olmuştu. Ama sürekli karşıma çıkan o iri baykuş, Canan'ın sandalyesinin arkalığına konmuş; sandalyenin dengesini bozduğundan olsa gerek düşmemek için beceriksiz hareketlerle bir öne bir arkaya sallanıyordu. Orçun, öne doğru eğilip sandalyeyi oturak kısmından tutup sabit durmasını sağladı. Baykuş, bu hareketten hoşlanmamış olsa gerek ki Orçun'un koluna doğru gagalamak için hamle yaptığında da "Canan, yapma." dedi uyarır bir tonda. Arkadaşlarım hala olan şeyi anlamamışlardı. Kafaları karışmış birbirlerine bakıyorlardı. İkizlerden ise hayranlık dolu sesler geliyordu. Az önce gerçekleşen ve algılarımızı bozan sahne, gözlerimizin önünde tekrarlandı ve Canan, yine karşımızdaydı, sandalyesinde oturuyordu. "Benim yeteneğim bu," dedi gururdan gözleri parlayarak. "Yaşıtlarımdan önce, yetenek sandığını buldum ve onunla baş ederek yeteneğime kavuştum." Beril, hayranlıktan irileşmiş gözlerle, "Canan, sen harikasın!" dedi. Canan mütevazı olmaya çalışan bir gülümseme ile, "Orçun'un saçmalık olarak nitelediği ve durdurmak istediği şey bu işte." Bu düşünce midesini bulandırmış gibiydi. "Yeteneklerimizin yok olmasını istiyor." "Hepimiz baykuş mu olacağız?" diye sordum. "Ben baykuşa dönmeden de yaşayabilirim, yani o kadar da önemli bir yetenek değil." Canan, bir süreliğine gözlerini kapattı. Tekrar açtığında, "Gerçekten, birincil olan neden Deniz değil." diyerek söylendi.
Orçun, onunla tanıştığımdan beri ilk defa gerçekten eğleniyormuş gibiydi. Gülerek, "Hayır Duru." dedi. "Her birimizin yetenekleri farklı. Canan ve ben, bazı şeyleri çok kurcaladığımızdan zamanımızdan önce yeteneklerimize sahip olduk. Sizinle beraber zamanımız geldiğinde belki ikinci bir yetenek seçebileceğiz, hepsi bu." "Pekala, babaannemden bahsedin bana. O, ikiziyle birleştirilmeyen tek kasabalı değil mi?" "Evet." "Ona yalan söylemek istediğim halde söyleyemedim." dedim. "Onun sahip olduğu yetenek bu sanırım." "Evet." "Demek istediğim, o hem yeteneğine hem ikizine sahip. Bunun için benim ne yapmam gerekiyor?" diye sordum. "Duru," dedi Canan, "Anlamıyorsun." "Neyi anlamıyorum?" diye sordum. "Orçun, tehlikeli olduğunu biliyor. Sen de bilmelisin ki hiç güvenli değil." "Şansımı denemek istiyorum." dedim. Canan, pes edermiş gibi ellerini havaya kaldırıp ayağa kalktı. "Benden bu kadar." dedi. "Orçun ile Duru'ya katılmak isteyenler varsa bilmeli ki kaybedeceğiniz şey sadece yetenekleriniz olmayabilir." dedi. "Yardımcı olmak istemediysen neden buradasın?" diye sordum. "Buraya gelmeyi ve bildiklerimi anlatmayı kabul ettim; çünkü mantıklı düşüneceğini umuyordum." dedi. Yürümeye başlamadan önce, "Ben gidiyorum. Gelmek isteyen beni takip etsin." diye ekledi. Beril ve Zafer hemen hemen aynı saniyede ayağa kalktılar.
Özlem, hala karar vermeye çalışıyor gibiydi. Bir süre sessiz durduktan sonra, oturduğu yerden, "Araştırma yapmak konusunda iyi sayılırım." dedi. "Belki bu kitaplarda yardımı dokunacak bir şeyler bulabilirim." Gökhan, "Ben, sana yardım ederim Özlem." diyerek onu destekledi. Canan, kapıyı açarak önce Beril ile Zafer'e geçmeleri için yol verdi. Onların ardından, kapıdan çıkmadan önce son bir kez içeriye baktı. Arkadaşlarıma, "Burada kalmayın, evlerinize dönün. Diğerleri için küçük de olsa bir şans var ama sizler dışarıya aitsiniz, sizin burada hiç şansınız yok." dedi kesin bir ses tonuyla. Sonra direk bana baktı, kafasını hafif sağa yatırarak, "Onları gerçekten önemsiyorsan, evlerine dönmelerini sağla." diye ekledi. Kapı, onun ardından gıcırdayarak kapandığında ben de Orçun'a baktım. "Ormanın içinde kalemsi yapı hakkında bilgiye ihtiyacım var." dedim. "Civarında kapısına ulaşabilecek herhangi bir yol görememiştim. İçimde bir ses, onun içine girmem gerektiğini söylüyor." "Aynı şeyi düşünüyorum." dedi Orçun telefonunu cebinden çıkarmış, arama yapıyordu. "Kimi arıyorsun?" diye sordum. "Nar teyzeye ulaşmalıyız." dedi. "Cevap vermiyorsa kardeşiyle de konuşabiliriz." Gökhan ile Özlem'e döndüm. "Kale ve göl hakkında bulabildiğiniz bütün kitapları toplayın. Ders çalışmamız gerekiyor." diyerek gülümsedim. Begüm, Kaya, Can ve Serap, ayağa kalkmışlardı. Oturduğumuz yerden biraz uzaklaşmış, kendi aralarında hararetli bir şekilde tartışıyorlardı. Yanlarına gittim. Begüm, oldukça endişeli bir suratla, bana bakarak hızlı hızlı konuşmaya başladı. "Eve dönmüyoruz." Ona sarıldım, "Gerçekten burada kalabilecek olmanızı çok isterdim." diye fısıldadım kulağına. Sonra biraz uzaklaşıp, "Gitmeniz gerekiyor." diye ekledim.
Can, "Neden?" diye sordu. "Gerçekten tehlikeli olduğunu düşünmüyorsun değil mi?" "Bilmiyorum." Orçun'a bakarak ekledim, "Bazı şeyleri görmemiş olsaydım eğer benimle kafa bulduklarını düşünürdüm." "Onlara güveniyor musun?" diye sordu Begüm. "Hayır," dedim. "Onların da bana güvendiğini sanmıyorum. Hala bana söylemedikleri bir şeyler var, bunu hissediyorum." "O zaman gitmiyoruz. Burada güvenebileceğin birileri olmalı." dedi Kaya. "Hem bir daha böyle bir macerayı nerede bulabiliriz ki değil mi?" diye ekledi Can. Kendimi tutamayıp güldüm. "Hiç boşuna gülme," dedi Serap. "Bana kalsa yarın eve dönmeyi tercih ederdim; ama onlar kalıyorsa ben de kalıyorum." "O zaman," Yere oturmuş, etrafında kitaplardan bir çember olan Özlem'e bakarak, "Özlem'in yanından ayrılmayın." dedim. Özlem'in Deniz'e çok benzediğini düşünüyordum. Akıllıydı, araştırmayı seviyordu ve her ne olursa olsun güvende olmanın bir yolunu bulabilecek bir tipti. "Özlem," diye seslendim, bana baktığında, "Arkadaşlarıma henüz bakmadığın rafları gösterebilir misin?" diye sordum. "Sana yardımcı olsunlar." Gülümseyerek ayağa kalktı, eliyle arkadaşlarımı yanına çağırdı. Yalnız kaldığımda pencereden dışarıya bakmaya başladım. Orçun, yanıma geldi. "Demek ki burada kalıyorlar." dedi. Onu duymazlıktan gelerek, "Ne kadar zamanımız var?" diye sordum. "Normalde en azından bir ay zamanımız var derdim ama sen geldiğinden beri buradaki her şey değişti, bilmiyorum." dedi. "Ya babaannem?"
"Hala ulaşamadım." Sustu, gözlerimin içine bakarak, Bunu yapmayı gerçekten istiyorsun değil mi?" diye sordu. "Ben, Deniz'i kardeşim olarak tanıdım." dedim kararlı bir sesle. "Hastalandığı, beni sinir ettiği ya da yardımıma koştuğu zamanlar oldu. O, benim bir parçam bu doğru ama aynı zamanda benim kardeşim ve hiçbir yetenek benim kardeşimden daha önemli değil." Şaşırarak, "Deniz'i bu kadar önemsediğini fark etmemiştim." dedi. "Ne zaman sizi görsem sanki sebepsiz yere birbirinizi eleştiriyor ya da kavga ediyordunuz." "Senin kardeşin yok değil mi?" diye sordum, vereceği cevabı zaten biliyordum. Kafasını olumlu anlamda salladığını gördüğümde devam ettim, "Eğer bir kardeşin olsaydı, bu söylediğin şeylerin herhangi bir önemi olmadığını bilirdin." diye ekledim. "Nar teyzenin eskiden tekerlekli sandalyeye ihtiyacı yokmuş." dedi suratıma dikkatlice bakarak. "Nasıl olduğunu hiç söylemedi ama ne olduysa kardeşini kurtarmak isterken olmuş." Ne demek istediğini anlamıştım. "Herkes, kendi seçimlerinin sonuçlarına katlanır." dedim sertçe, artık bu konuşmadan sıkılmaya başlamıştım. "Merak etme, sonuç ne olursa olsun, ben denediğim için pişman olmayacağıma eminim." diye ekledim.
***
Bölüm 21: Nereye gittiler? "Gitmeden önce bu diyardan; saklı olan yüzünü görmeme ve sırlarını öğrenmeme izin verecek misin? Çok geç olmadan." -iepolat-
Kitapların arasında geçirdiğim birkaç saatten sonra hala işime yarayacak bir şey bulamamıştım. Hayal kırıklığı ile ellerim yüzümde, yere çöküp oturdum. Azimli bir şekilde hala kitapları karıştıran Özlem, "Burada kale ile ilgili hiçbir şey yok" dedi. Gözlerini şüpheyle kısarak, "Gördüğünüz şeyin kale olduğuna eminsiniz değil mi?" diye ekledi. Gözlerimi kapatıp, "Bilmiyorum," diyerek cevap verdim dürüstçe, "Bilmiyorum, hiçbir şey için emin değilim ve zaman geçtikçe hatırladığım şeylerde birer birer silikleşiyor." Orçun, kendinden emin bir şekilde, "Kaleydi." diye cevapladı Özlem'i. Sonra bana dönüp, "Şu an yapabileceğin en büyük hata, gördüğün şeylerden şüpheye düşmen olur. Toparla kendini." dedi. Özlem, yorgun bir şekilde esnedikten sonra kollarını sanki uyuşmuşlar gibi hareket ettirerek, "Burada kale hakkında bir şey yok ve ben artık gözlerimi açık tutamıyorum." dedi. Gökhan, ona katılarak, "Ben de inanılmaz yorgun hissediyorum." Orçun, önce tavandaki boşluğa baktı, sonra pencereye doğru yürüyüp dışarıyı kontrol etti. "Çok garip," dedi şaşkınlıkla. "Hava henüz kararmadı ama derenin suyu ışıldamaya başladı."
"Ne anlama geliyor bu?" diye sordum. "Gitme zamanımızın geldiği anlamına geliyor." dedi. Sonra etrafına bakınıp, "Senin arkadaşların neredeler?" diye sordu. "Uzun zamandır hiç sesleri çıkmadı." Panik halde ayağa kalktım, onları uzun zamandır görmediğim, seslerini duymadığımı fark etmiştim. "Begüm, Kaya, Can, Serap neredesiniz?" diye seslendim. Hiçbir yanıt yoktu. Bulunduğumuz evin içinde, durduğum yerde hemen hemen bütün köşeleri görebiliyordum. Bir iki girinti çıkıntı vardı. Aceleyle o köşeleri kontrol ettim. Arkadaşlarım burada yoktu. "Hiçbir şey görmedin mi?" diye sordum Özlem'e. "Hayır." diye cevapladı. Suçluluk duygusunun tizleştirdiği sesle, “Onlara sadece şu köşedeki kitaplara bakmalarını söylemiştim." diyerek bize eliyle az ötedeki kitaplığı gösterdi. Orçun, oldukça huzursuz, "Gitmemiz gerekiyor." dedi. "Tamam, gidelim ama ya arkadaşlarım?" diye sordum tekrardan. Onları bırakacağımı düşünmesine inanamıyordum. Orçun bana bakmadan, sanki benim göremediğim bir şeyleri görüyormuş gibi sürekli etrafı kolaçan ediyordu. Elindeki kağıtları rulo yapmış, onları sıkıca tutarken; gözleri de duvarlar ve evin ortasındaki ağaç ile fidanın arasında zikzak çiziyordu. "Arkadaşlarını buluruz," dedi. "Ama öncelikle buradan çıkmamız gerekiyor." Özlem ile Gökhan iki saniye içinde Orçun'un yanında yerlerini almışlardı. "Ben gelmiyorum." dedim. "Onlar benim için buradaydılar, beni düşündükleri için burada kaldılar."
"O zaman burada kalırsın," diye cevapladı Orçun. "Ama gereksiz ve işe yaramayan bir fedakârlık olur yaptığın şey. Bu gece güvende olmalısın ve bunun için de buradan çıkmalıyız, hem de hemen!" Onun cümlesi bittiğinde, ben de şikâyet etmek için ağzımı açmıştım. Konuşmama fırsat kalmadan, duvarlardan kulak zarımı yırtabilecek keskinlikte sesler gelmeye başladı. Ev, sanki kâğıttan yapılmış gibi gözümün önünde kıvrılıyor, kıvranıyor, katlanıyor ve düzeliyordu. Nasıl yaptığımı bilmiyordum. Donup kalmıştım ama aynı zamanda koşuyordum. Orçun ve diğerlerinden önce kapıya ulaştım. Panikle kapının tokmağını tuttum ve kapıyı açmaya çalıştım. Tokmak, elimin altında kıpırdamıyordu bile. Kapının tokmağından elimi çekip, "Sıkışmış," dedim Orçun'a. "Belki pencereden çıkabiliriz." Sandalyelerden birini tutup havaya kaldırdım, sandalyeyi cama atıp kırmayı düşünüyordum. Suratıma şaşkınlıkla bakıp, "Sen çok mu film izliyorsun?" diye sordu. "Ama camı kırmana gerek yok, şimdi bırak o sandalyeyi." Elinin kapıya dokunur şekilde koydu. Belli belirsiz pırıltılar, akarsu kollarıymış gibi elinden kapıya akarken kapı gıcırdayarak açıldı. Şaşkınlıktan ağzım açık ona bakıyordum. "Nasıl yaptın bunu?" diye sordum. Umursamazmış gibi omzunu silkerek, "Benim yeteneğim bu," dedi. "Giremeyeceğim ya da çıkamayacağım herhangi bir yer yok." Sonra emir verir bir tonda ekledi, "Şimdi herkes dışarı çıksın!" Dışarısı hala aydınlıktı ama bir şeyler feci halde yanlış gibiydi. Evin önünü saran dere, havanın hala aydınlık olduğunu bilmiyormuşçasına oldukça ışıltılıydı ama sanki başka bir şey daha vardı. Benim fark edemediğim büyük bir değişiklik, dilim ucunda olsa da söyleyemediğim bir şey. Ben şaşkın şaşkın etrafıma bakıp, neyin farklı olduğunu anlamaya çalışırken, Orçun ve diğerleri, bu sefer paçalarını sıvamaya ve ayakkabılarını çıkarmaya bile gerek görmeden, acele içinde çoktan derenin içinde yürümeye başlamışlardı.
Orçun yarı yolda durup bana doğru seslendi, "Neyi bekliyorsun Duru?" "Bir tuhaflık var." dedim ama anlayamıyordum. Sanki bir şeyler algılarımı bozuyordu ve arkamdaki evden gelen seslerin her geçen saniye biraz daha yükselmesi dikkatimi dağıtarak, odaklanmama engel oluyordu. Özlem, sinirli bir şekilde, "Haydi Duru! Gerçekten giderim, seni beklemem bak!" dedi. İlk kez Özlem'in bu şekilde konuştuğunu gördüğümden olsa gerek uysal bir şekilde derenin içine adım attım. Yaklaşık on adım sonra yanlarına ulaşmıştım. Durduğum yerden eve doğru tekrar bakarak, "Geldiğimiz zaman olduğundan daha farklı gözüküyor." dedim. "Ne olduğunu söyleyemiyorum ama bir farklılık var bunu hissediyorum." Gökhan, "Ben hiçbir farklılık görmüyorum." dedi. "Seni sadece bu korkunç ses etkiliyor sanırım." Sonra Orçun'a dönerek, "Evden gelen sesler git gide yükseliyor mu yoksa bana mı öyle geliyor?" diye sordu. "Dereden gelen ışıltı da ortama farklılık katıyor bence." dedi Özlem. "Korkmuyor olsam şu an inanılmaz güzel olduğunu düşünebilirdim." Orçun, gözlerini içinden çıktığımız köhne eve dikmişti. Sanki benim görmediğim bir şeyi görüyormuş gibiydi. İkide bir yaptığı gibi tekrarladı, "Uzaklaşmamız gerekiyor. Durmayın, yürüyün!" Kolundan tuttum. "İki sorum var" dedim. "Birincisi arkadaşlarım nerede?" Durdum etrafa baktım. "İkincisi burada benim görmediğim neyi görüyorsun." Cevap vermedi. Onun sessiz kalması üzerine, "Yeter artık Orçun! Sürekli bir şeyleri saklıyor olmandan ve sadece son saniye önüme birkaç bilgi kırıntısı atmandan sıkıldım." diyerek neredeyse bağırarak ekledim. Yüzüme şaşkınlıkla bakarak kolunu elimden çekti. "Gerçekten görmüyor musun?" diye sordu.
"Hayır," dedim, gözlerimi kısarak bir daha baktım. "Hiçbir farklılık görmüyorum. Sadece o sersem his var. Görmesem de bir şeylerin değiştiğini biliyorum ama açıklayamıyorum." Kafasını sinirle iki yana salladı, elini saçlarının arasından geçirip bir daha sordu, "Emin misin?" Tekrardan baktım ve ben de yeniden tekrarladım. "Evet!" Yüzünde inanılmaz bir hayal kırıklığı vardı şimdi. "Nar teyze ve ben senin farklı olduğunu düşünmüştük." dedi. "Ne demek istiyorsun?" diye sordum. "Eğer bakıyor; ama göremiyorsan, diğerlerinden farklı değilsin." dedi. "Eğer benim bile görebildiğim şeyi sen göremiyorsan; senin kapasitenin üzerindeki şeyleri başarabileceğini ummuşuz anlamına geliyor." dedi. "Ya arkadaşlarım?" diye sordum. "Şu an aklımdaki en büyük soru onların nerede olduğu. Normal olmak ya da özel olmak zerre umrumda değil." dedim. Arkasını eve dönüp yola doğru yürümeye başladı. Üzüntü dolu bir gülümsemeyle, "Sana onları geldikleri yere göndermeni tavsiye etmiştim," dedi. "Canan da ben de bunu defalarca söyledik." Önüne geçip onu durdurdum. Kafasını kaldırdı. "Bir daha eve bak, kendini zorla. Arkadaşlarını ve diğer her şeyi unut, sadece neyin farklı olduğunu anlamak için bir daha bak. Tek diyebileceğim bu." dedi. "Anlamıyor musun, hiçbir farklı şey göremiyorum." derken gözüm evin bir penceresini kırmış, hafifçe dışarıya doğru eğilmiş fidana takıldı. "Bir dakika, evin içindeki fidan bu cama yakın değildi." dedim. "Nasıl daha önce göremedim anlamıyorum." "Diğer şeyleri görebiliyor musun?" diye sordu hafif bir umutla.
"Orman yakındı ama sanki eve daha da yaklaşmış." dedim. "Çatıdaki boşluk, içerideki ağaç bu kadar da yüksek değildi, şimdi ağacın büyük bir parçası boşluktan gökyüzüne doğru uzanıyor gibi." "Başka?" "Pencerelerden evin içini görebilmem mümkün değil. Ama görünüşe göre evin içindeki fidanların sayısı artmış gibi." dedim. Gökhan bana katılarak, "Evet," dedi. "Şimdi ben de görebiliyorum. Sanki çatıdaki açıklık daha da genişlemiş gibi değil mi? Belki de çatıdan düşen parçalar çıkarıyordu o sesleri." Özlem'e baktım, gözleri korkuyla açılmıştı. "Ben hala söylediğiniz şeyleri göremiyorum; ama size güveniyorum." dedi. "Lütfen şimdi eve gidebilir miyiz? Hem hava kararmaya başladı, destek bulup, yine geri geliriz." Orçun onu sakinleştirmek istercesine elini onun omzuna attı. "Haydi, gidelim." dedi. "Özlem doğru söylüyor, birilerinin yardımına ihtiyacımız var." Sonra bana bakıp göz kırparak ekledi, "Kim bilir, biraz geç de olsa görebildiğine göre belki hem arkadaşların hem de bizim için hala umut vardır."
***
Bölüm 22: Destek geliyor Evimin dışında duruyorduk. Verandadaki soluk sarı lambanın titrek ışığı ve üst katta, Deniz'in odasının camından vuran cılız gece lambası hariç ev tümüyle karanlıklara gömülmüş gibiydi. İçeriye girmekle girmemek arasında kararsızlık içinde gidip geliyordum. Verandaya baktım. Çok değil, birkaç saat önce arkadaşlarımla burada güven içinde gülüyorduk. Sorunlarım ve sorularım vardı, kardeşime canım sıkılıyordu; ama başımı ağrıtan bütün o tuhaf şeyler gözüme şu an olduğundan çok daha önemsiz görünmüştü.
Oysa şimdi omuzlarım düşmüştü ve kendimi yorgun hissediyordum. Sorularımın bir kısmı yanıtlanmıştı; ama bu bilgileri nasıl kullanmam gerektiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Orçun yanıma geldi, arkamdan hafifçe iteleyerek, "Kapının önünde durma böyle. Yorgunluktan ölüyorum zaten. Haydi içeri girelim." dedi. Gözlerimi evden ayırıp ona baktım, sadece bu hareketi yapabilmek için bile kendimi zorlamam gerekmişti. "Uyumak istiyorum." dedim. Bana bakarak gözlerini kıstı, "Kardeşinin durumunu merak ediyorum. Sen onun nasıl olduğunu merak etmiyor musun?" diye sordu. "Tabii ki merak ediyorum." Beni cesaretlendirmek ister gibi gülümsedi. "Anlıyorum, hala bugün öğrendiklerinin şokundasın. Belki de artık gerçek olan ile olmayanları ayırt edemediğini düşünüyorsun. Ama şuna emin ol; arkadaşlarını bulacağız, kasabaya çökmüş olan bu kabullenmişlik dalgasını kıracağız, Deniz'i kurtaracağız ve bunların hepsini beraber yapacağız." dedi. "Şimdi eğer gerçekten Deniz'i merak ediyorsan içeriye girelim ve onu kontrol edelim." Arkamı dönüp baktım, gözlerim Özlem ile Gökhan'ı aradı. Onları göremediğimde göğsümün sıkıştığını hissettim. Onlar da mı yok olmuşlardı? Orçun bu sefer güldü. "Az önce bize veda ederek evlerine gittiler." dedi. "Sana seslendiler ama sen oldukça düşünceliydin. Onları duymadın bile." Rahatlayarak derin bir nefes aldım. "Kafam kazan gibi," dedim. "Bazen sadece ne yaptığımı biliyormuşum gibi davranıyorum; ama aslında hiçbir fikrim yok." Gülerek, "Kasabanın dışındakiler buna büyümek diyor sanırım." dedi. Merdivene doğru yürüdüm, kapıyı açtım ve içeri girdim. Üst katta Deniz'in odasının kapısına geldim. Odanın içindeki sesleri duymak istercesine hafifçe kulağımı kapıya dayadım. Hiç ses yoktu, saat henüz erkendi ama belki de uyumuşlardı. Kapının koluna elimi kaydırdığımda babamın sesini duydum ve korkudan havaya sıçradım. "Eve geldiğinizi duymadım. Çok sessizsiniz bu gece."
"Deniz'i uyandırmak istememiştim." diyebildim o korkuyla. Bir elimi de hızlı atmasını önlemek ister gibi kalbimin üzerinde yumruk yapmıştım. Babam, "Sakin ol kızım. Sana ne oluyor? Sen kolay kolay ürkmezdin." dedi. Sonra üzerimdeki kıyafetlerin ıslak olduğunu fark etti, "Ne oldu? Neden yine ıslaksın?" Nasıl cevap vermem gerektiğini bilmiyordum ama şanslıydım ki Orçun yanımdaydı. "Bekçinin evindeydik. Dereden geçerken ıslandık," dedi benim yerime cevap vererek. "Annenizden haber var mı?" Babam, gözleri iri taşlar gibi açılmış bir Orçun'a bir bana bakıyordu. "Oraya gidilmemesi gerektiğini biliyordun Orçun." dedi azarlarcasına. "Orası oldukça tehlikeli." Benim aksime Orçun oldukça sakindi. "Tehlikeli olduğu doğru." dedi onaylayarak, "Zaten Duru'nun arkadaşlarını kaybettik orada. Neyse az önce sorduğum gibi Nar teyzeden haber aldınız mı?" Babam şimdi kıpkırmızı bir suratla, ne söylemesi gerektiğini bilmiyormuş gibi bakıyordu. "Du-ru'nun arkadaşlarını ne yaptık dedin? Du-ru?" Kendimi savunurcasına, "Benim hiçbir suçum yok," dedim. "Onları aramaya başladığımda çoktan yok olmuşlardı." Babam, şimdi hiç konuşmuyor, kapının kolunu güç almak istercesine sıkıyordu. Parmaklarının eklem yerleri bembeyaz olmuştu. Sanki kafasına doluşan ve hiç hoşlanmadığı bazı fikirlerden kendini korumak istermiş gibi kafasını sallıyordu. Nihayet sessizlikle geçen birkaç dakikanın ardından kapıyı açtı. Annem, Deniz'in ayak ucuna kafasını koymuş; bedeninin yarısı oturduğu koltukta, diğer yarısı Deniz'in yatağının üzerinde uyukluyordu. Deniz ise uyanıktı; kafasını pencereye doğru çevirmiş, camdan dışarısını izliyordu. Kapının açıldığını duyduğunda Deniz de kafasını bize doğru çevirdi. Beni gördüğünde yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşti. Benden yardım istercesine, "Ayağa kalkmama izin vermiyorlar." diye fısıldadı.
Babam, kendisini biraz toplamış gibiydi. "İzin vermediğimiz isabet olmuş." dedi. "Senin de onların peşine takılıp bekçinin evine gittiğini düşünemiyorum. Kim bilir neler olurdu?" Seslere annem de uyanmıştı. Yeni uyanmış olmanın verdiği uyuşuk ama kısmen şaşkın bir sesle, gözlerini ovuşturarak, "Bekçinin evi mi?" diye sordu. "Evet," dedi babam. "Yanlış duymadın, Duru'lar bekçinin evine gitmişler. Hem de yeterince sorunumuz yokmuş gibi... Orada Duru'nun arkadaşlarını kaybetmişler." Sessizce sinmiş, ailemin tepkilerini izliyordum. Babamla annem konuşurken sanki birbirlerine top atan çocuklar gibiydiler, "Bekçinin evi mi?", "Ne yapmak istemişler ki?", "Hem de bekçinin evine mi gitmişler?", "Yasak olduğunu bile bile.", "Bekçinin evinde mi kaybetmişler?" diye birbirlerine soruyorlar ama birbirlerinin sorularına hiçbir cevap vermiyorlardı. Orçun'un kayarcasına yanımdan uzaklaştığını hissettim. Telefonla konuşmaya başlamıştı. "Oğlunuzun evindeyim." dediğini duydum. "Evet, buraya gelebilirsen çok iyi olur Nar teyze." Telefonu kapatıp yanıma geldiğinde yüzü güvenle gülüyordu. "Aşağıya inelim," dedi bana. Aileme bakarak, "Buradaki döngü kolay kolay biteceğe benzemiyor." diyerek ekledi. Hızlı adımlarla kardeşimin yatağına gittim. Alnından öperek, "Kendini iyi hissettiğin zaman aşağıya gel. Seni babaannemizle tanıştıralım." dedim. Onun şaşkın bakışlarına gülümsedikten sonra, yine hızlı adımlarla kapıya geri dönüp, arkamdan kapıyı kapattım. Orçun ile beraber verandada oturup beklemeye başladık. Çok geçmeden araba yolumuz farlarla aydınlandı. Çalışan motor sesi sustuğunda arabadan babaannemin erkek kardeşi çıktı, hızlı hareketlerle bagajdan aldığı tekerlekli sandalyeyi arabanın açık kapısının yanına yerleştirdi. Ardından babaannem, kollarını kullanarak oldukça hızlı ve usta bir şekilde bedenini sandalyesine yerleştirdi. Evin tam önüne geldiğinde sinirle kafasını sallamaya başladı. Şimdi verandaya ulaşması için önünde sadece birkaç basamak vardı.
"Yardım edeyim." diye atıldım. Arkasından gelen kardeşi bana sertçe, "Gerek yok." dedi. Sonra oldukça ağır olduğunu düşündüğüm sandalyeyi sanki çok hafif bir şeymiş gibi havaya kaldırıp merdivenden çıktıktan sonra tekrar yere indirdi. Babaannem hala sinirliydi. Eliyle topuzunu kontrol ettikten sonra, "Bir şeyleri yalnız yapıp, kendime yetebilmek için diğerlerinden daha fazla çaba göstermem gerekse de sorun değil." dedi. "Ama oğlumun evinde bile bu şekilde karşıma engel çıkarmıyorlar mı işte o zaman gerçekten sinirleniyorum. İstediğim yardım değil, sadece önümü kesmeseler bana fazlasıyla yeter." Kafam önümde, "Haklısınız." dedim. "Babamla konuşup bir rampa yaptırmasını isteyeceğim. Evin kapısı açıldı. Babam, annem ve arkalarında Deniz verandaya çıktılar. Babaannem, babama, "Duyduğunu umuyorum." dedi otoriter bir ses tonuyla. Babam, "Yarın hallederim." diye cevapladı kafası önünde. Babaannem, "Teşekkür ederim." dedikten sonra gülümsedi. Gözleri benden, kardeşime kaydı. "Bu da Deniz olmalı, nihayet tanışabildik." dedi. Deniz, bir elini havaya kaldırarak, "Merhaba" diye yanıtladı. Babaannem tekrar bana döndü. "Farklısın. Seninle son görüşmemizden beri oldukça değişmişsin. Sanırım son birkaç gün epey meşguldün." "Sizin gibi," diyerek cevapladım onu. "Son günlerde size ulaşmaya çalıştığımızda hiç başarılı olamadık." Sesimin istemeden de olsa sertleşmesine engel olamamıştım. Bana daha dikkatli bir şekilde bakmaya başladı. Etrafımdaki diğer her şeyin önemini yitirdiğini ve silikleşmeye başladığını hissediyordum. Hayal meyal parmağını dudaklarına götürüp "sus" işaretini yaptığını gördüm; ama gördüğüm şeyin gerçek olup olmadığına emin olamıyordum. Bir girdabın içinde savrulmak gibiydi, direnmeye çalıştıkça daha sert bir şekilde içine çekiliyordum. Birden aklıma Deniz geldi, sonra arkadaşlarımı hatırladım. Begüm, Kaya, Can ve hatta Serap, kafamın içinde bile olsa silikleşmelerine izin veremezdim. Sonra Orçun'un yarı kendinden emin yarı panik halinde yüzü geldi gözlerimin önüne.
Ve aynı anda ayağımın altındaki tahtaları hissetmeye başlamıştım. Topuğumu zemine iki kere yere vurdum, çıkan ses. O sese odaklanmalıydım, gerçek olan oydu. Anlık dalgınlık hali fırtına gibi üzerimden geçip gitti. Zihnim berraklaşmaya başlamıştı. Üzerimdeki tişörtü düzelttim. Babaanneme şimdi onu ve aynı anda diğerlerini, gerçekten görerek bakıyordum. Babaannem, ağzı şaşkınlıktan açık bir şekilde bana bakakalmıştı. "İnanılmaz." dedi. "Şimdiye kadar bunu kimse yapamamıştı." Kardeşine döndü, "Gördün mü? Onun az önce ne yaptığını gördün mü?" diye sordu. "Bana direndi." Yaşlı adam, homurdanırcasına, "Bu hala bir işaret sayılmaz." dedi. "Bence ondan çok fazla şey bekliyorsun Nar, ne de olsa küçük bir çocuk." "Hayır, hayır anlamıyorsun." diyerek neredeyse haykırdı babaannem. "Bana karşı koydu. Zihnine girmeme izin vermedi. Hem unutma, biz de onun yaşındaydık." Yaşlı adam da şimdi onun şaşkınlığını paylaşıyor gibiydi. Bana tersçe bakarak "Emin misin?" diye sordu. "Tüm gücünü kullandığına emin misin Nar?" Babam da yaşlı adama hak veriyor gibiydi. "Yoksa sadece diğerlerini yenebilecek kadar güçlü olmasını umut ettiğin için mi seni alt etmesine izin verdin anne?" "Bana karşı koydu." diye sabırsızlıkla tekrarladı babaannem. Yaşlı adam homurdanarak sandalyelerden birine oturdu. Babaanneme inanmadığı bakışlarından belliydi. "Bir daha dene, bu sefer benim gücümü de kullan." dedi. Annemden itiraz edercesine bir ses geldi ama anlaşılan bu yaşlı ikili herhangi birinin şikayetlerini dinlememek konusunda oldukça deneyimli ve kararlıydı. Babaannem, daha önce yaptığı şeye tekrar başlarken, son gördüğüm şey, yaşlı adamın kafasının bilincini kaybetmiş gibi yan tarafına doğru düşmesiydi. Bir kez daha büyük bir boşluk beni içine doğru çekmeye başlamıştı. Diğer seferlerden tek farkı ağzımda bıraktığı şekerli tattı. ***
Bölüm 23: Mağaradaki Kutu Aynı anda hem yürüyor hem yüzüyor hem uçuyordum. Yerdeydim, suyun içindeydim, havadaydım. Üzerimdekiler tamamıyla kuruydu ama ıslak olduklarını da hissediyordum. Üşüyordum, yanıyordum, sakindim ama titriyordum. Uzaklardan yankılanan ayak seslerini duyuyordum, sesler giderek bana yaklaştı. İki genç arkamdan hızlıca geçerken, oldukça kaba sayılabilecek bir şekilde, beni hızlıca iterek, dengemi bozdu. Gençlerden erkek olan, beni geçtikten birkaç adım sonra kısa bir anlığına durdu. Arkasını dönüp bana baktı. Gözlerinde muzip, hiçbir şeyi ciddiye almadığını belli eden pırıltılarla bana gülümsedi. Onunla beraber koşan genç kız, çocuğun durduğunu gördüğünde, oğlanın bakışlarını takip ederek arkasını dönüp bana doğru baktı; kızın bakışlarının üzerimde odaklanamayışından beni göremediğini anlamak mümkündü. Genç kız, otoriter bir sesle, "Ne gördüğünü bilmiyorum Pus; ama durmak için vakit yok, koşmaya devam etmeliyiz." dedi. Diğeri ağzı kulaklarında gülerek, "Sana neye baktığımı söylesem bile yine her zamanki gibi inanmayacağına eminim Nar." diye yanıtladı. "Ama itiraf etmeliyim ki onu burada görmek bana umut veriyor. Bu bir işaret, başaracağız!" Genç kız, karamsar bir sesle, "Keşke ben de buna senin gibi inanabilsem." diye cevapladı. Kendini inandırmak istercesine kararlı bir sesle ekledi, "Söylediğin şeyler bana mantıksız geliyor; ama şimdiye kadar öğrendiğimiz her şey senin haklı olduğunu ve bende bir sorun olduğunu çoktan kanıtladı bize." Yanındaki gencin elini tuttu, içten bir sesle sordu: "Gerçekten devam etmek istediğine emin misin?" Cevap anında geldi. "Kesinlikle." "Ya başarılı olamazsak?" "Öyle bir olasılık yok." Karanlığın içinde dikilip, iki kardeşi gözetlerken suçluluk hissediyordum; ama onların kimler olduğunu anlamıştım. Şimdi ne olacağını ya da zamanında ne olduğunu da
oldukça merak ediyordum. Babaannemin kardeşinin ismini nihayet öğrenmiştim ve o da benim onu gördüğüm gibi beni görmüştü, buna emindim. Genç kız yani benim büyükannemin ise benim burada olduğumdan haberi bile yoktu; şu ana kadar asli olanın büyükannem olduğunu sanmıştım. Kafam karışmıştı. Bir şeyler öğreniyordum, sonra öğrendiklerimin içinde yanlışları ayıklıyordum. Elimde kalan azıcık bilgiyle yeni şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Her şey yarımdı; döngü hiç durmadan kendini tekrarlıyordu ve ben artık bitmesini istiyordum. Karanlığın içindeydik, bulunduğumuz yer mağara gibi rutubetli ve yankılı bir yerdi; sanki kaynağı görünmeyen bir ışık onları takip ediyordu. Onlar ilerledikçe ışık da ilerliyor, geride kalan her şey karanlığın içinde kalıyordu. Onları gözden kaçırmamak ve karanlığın içinde kalmamak için onlar koşarken ben de peşlerinden hızlı adımlarla koşar gibi yürümeye başladım. Şimdi önlerinde sivri çıkıntılarla sarılı ama tırabzanı olmayan biçimsiz bir merdiven vardı. Her köşe sarkıt ve dikitlerle doluydu ve sivri köşeleri şimdiye kadar gördüklerimin hepsinden daha yırtıcı görünüyordu. Benim korkuyla duraklamama rağmen önümdeki ikili durmadı. Merdivenin tepesine doğru koşmaya devam ettiler. Onlar koşarken tavandan sivri parçalar kopuyor ve az önce geçtikleri yerlere yağmur gibi yağıyordu. Dikitler de canlanmış gibiydi, sağa sola dişleri olan solucanlar gibi hızlıca hareket ediyor, sivri köşelerini batıracakları kurbanları arıyorlardı. Durduğum yerde onları izlerken korkuyla nefesimi tutmuştum. Neredeyse en tepeye ulaşmışlardı. Tepede, ağzını sütunların hapishane parmaklıkları gibi kapattığı bir oyuk göze çarpıyordu. Ve oyuğun içinde bir kutu sanki sahibini çağırıyormuş gibi parıldıyordu. Tırmanmaları gereken çok az basamak kalmıştı, neredeyse varmışlardı. Oyuğun sütunları ikiye ayrılarak birer birer açıldı, kutu şimdi tüm parlaklığıyla genç oğlanın bir kol uzağındaydı. Onun kutuya bakışlarını ve nasıl büyülendiğini görebiliyor ve onunla aynı şeyleri hissediyordum. Bir çığlık sesi ikimizin de dikkatini kutudan uzaklaştırdı.
Erkek kardeşinden bir basamak aşağıda olan genç kızın pantolonuna dikitlerden biri takılmış, dikit hala sağa sola doğru ritmik olmayan şekilde hareket ettiğinden kızın dengesini kaybetmesine sebep olmuştu. Bir çığlıkla babaannem merdivenden aşağıya doğru yuvarlanırken, erkek kardeşinin içinde bir başka savaş başlamıştı. Bir yanda önündeki bütün engellerin kalktığı, parlayan kutu vardı ki gencin bakışlarından anladığım kadarıyla, o kutuda hayatı boyunca istediği her şeyi görüyordu; diğer yandan ikiz kardeşi merdivenden aşağıya yuvarlanmaya başlamıştı ve eğer zamanında ona ulaşmazsa kardeşinin zarar göreceği kesindi. Karşımdaki gencin karar vermesi uzun sürmedi, kardeşinin ardından basamakları ikişer üçer atlayarak onu daha fazla yuvarlanmadan durdurdu. Sonra kafasını kaldırıp kutuya doğru tekrar baktı. Sütunların yavaş yavaş tekrardan bir bütün halini aldığını ve içindeki kutunun artık parlamadığını fark ettiğinde yüzündeki o alaycı, eğlenen ve meydan okuyan ifade bir anda silindi. Bir hüzün maskesi tüm yüzünü parça parça kapladı. Uzaktan bile fark edilebilecek kadar parıldayan bir damla yaş yüzünden sıyrılıp, oldukça gürültülü sayılacak bir şekilde yere düştü. Genç kız, ayağa kalkarken ona, "İyiyim, iyiyim merak etme beni." dedi. Oğlandaki değişikliği fark etmişti. Endişeyle, "Sadece birkaç çizik. Sen nasılsın?" diye sordu. Gencin bakışları sanki hipnotize olmuş gibiydi. "İçimde sanki büyük bir boşluk var." diyerek donuk bir sesle yanıtladı. Sarkıt ve dikitler yok olmuştu, oyuk hala sütunlarla kapalıydı ve içinde kutu varsa bile parlamadığından varlığını ya da yokluğunu anlamak mümkün değildi. Kız, hüzünlü gözlerle bakarak bir soru daha sordu. "Pişman mısın?" "Hayır!" "Başaramadık." "En azından denedik." Onları ve etraflarını saran ışık giderek solarken ben de gözlerimi yavaş yavaş aralayıp, kendime gelmeye çalışıyordum. Uzaklardan babaannemin sesini duydum.
"Ben sana ne demiştim," diyerek heyecanla bağırıyordu. "Şimdi haklı olduğuma inandın mı?" Ardından yaşlı adamın sesini duydum. "İnanılmaz, gerçekten inanılmaz. Bize onun düşüncelerine girmemiz için müsaade etmedi ve sadece bizim düşüncelerimizi okumakla kalmadı; aynı zamanda bağı kullanarak bizim geçmişimize gitmeyi başardı." Babaannem, gücünü benim üzerimde kullandığı zamanlar bir boşluğun beni içine çektiğini hissetmiştim ve sadece bu gece kendimi o boşluktan kurtarıp, yardım almadan gerçekliğe geri dönebilmiştim; ama bunu yapmak benim için hiç de kolay olmamıştı. Şu anda onların söylediklerinden anladığım kadarıyla, onların gücünü bir şekilde onların üzerinde kullanabilmiştim, hem de fazlasıyla. Ağrıyan başımı tutup, dik oturmak için sandalyemden güç almaya çalıştım. Babaannem; bu kısa süre içinde gözlemlediğim kadarıyla, zaman zaman eğlenceli, genellikle otoriter bir kadındı. Ama herhangi bir şey canını sıktığında bile, gözlerinde haylaz bir bakışla, az sonra en azından birinin yani kendisinin eğleneceği mesajını verirdi. Babaannem üzerimde gücünü denediğinde, içinde kaybolduğum boşluk, güçlü, otoriter ve kısmen de acıydı. Babaannemin kardeşi, şu ana kadar tanıştığım insanların içinde, ben hariç, en huysuz, en asabi olan kişiydi. Sanki babaannemden başka kimseye önem vermiyor, hiç kimseden hoşlanmıyordu. Babaannem bu kez gücünü benim üzerimde kullanırken, o huysuzun da gücünden yararlanmıştı ve her şey değişmişti. Aynı anda hem mutsuz olmuştum hem mutlu. Sanki geceydi ama güneşi de hissediyordum. Yaşlı adama bakarken, onun eliyle "Sus!" işareti yaptığını sandım ya da gördüm. Emin olamasam da bu gençliğinde mutlu olan ihtiyarı dinlemem gerektiğini ve hiç kimseye söylememem gerektiğini hissetmiştim. Gördüklerim bizim sırrımızdı. "Evet," dedi babaannem, "Duru'nun gücüne biz güveniyoruz. Ama asıl önemli olan, Duru ne istiyor?"
Annem, "Onun ne istediği önemli değil." diyerek araya girdi. "Onun ebeveynleri olarak bizim karar vermemiz gerekiyor." Kafamı kaşıdım. Deniz'e baktım. Bir an dünyanın son günü olsa yanımda benimle birlikte direnecek kimin olmasını isterdim diye sordum kendime. Cevabı biliyordum. Ardından yaşlı adama baktım. Gözlerinden mutsuz ve huysuzluk akan bu ihtiyarın hissetmediği tek bir duygu vardı. Yaptığı hiçbir şeyden pişman değildi. Denemişti, başaramamıştı. Kim bilir belki de biz onun yapamadıklarını yapabilir ve başarılı olurduk. Gözlerimi kapattım. Yaşlı adamın yüzüne yaklaştım. Elimi dudaklarıma götürüp "Sus" işaretini yaptım. Her şey sadece kafamdaydı; ama gözlerimi açtığımda onun bana şaşkın şaşkın baktığını gördüğümde istemsizce güldüm. O da bana, tanıştığımızdan beri ilk kez gülümsediğinde gördüklerimin sadece kafamda olmadığını anlamıştım. "Hayır, karar vermesi gerek Deniz ve benim." dedim kesin bir şekilde. Deniz'e bakarak ekledim, "Anladığım kadarıyla kör topal, kısmen görerek duyarak, kısmen karanlık ve sessizlik içinde, algılarımız bize ne söylerse söylesin sadece birbirimize ve birbirimizin ağzından çıkanlara inanarak başarabiliriz bunu. İki kişi olsak bile bir kişiymiş gibi davrandığımız sürece başarma şansımız var. Eğer Deniz kabul ederse ben denemeye hazırım." ***