Soylesi mi roportaj mi

Page 1

V

ÖNSÖZ

Son dönemlerde gördüm ki; bir grup üstat gazeteci ve yazarın, 32 yıl ön‐ ce başlattığı, “röportaj ile söyleşiyi ayrı değerlendirme” girişimleri, unutulmuş gitmiş... Günümüzde birçok gazeteci, röportajı: “Muhatabına ya da haber kayna‐ ğına soru yöneltme ve alınan cevapları derleme.” olarak anlıyor ve kullanıyor… İşte; bu kitabı yazmaya, röportaj ile söyleşi arasındaki farkları, bir kez daha belirlemek amacıyla kalkıştım. Dileğim, günümüzde bu alandaki kavram kargaşasına son vermek için, yeni bir adım atmaktı. Yazma aşamasında, “bazı belirlemelerim” nedeniyle canım sıkılmadı de‐ ğil; ama bezmedim, pes etmeyi kendime yediremedim… Zorlanarak da olsa kitabı yazmayı bitirdim. Kitaptaki bilgileri nasıl değerlendirirsiniz, bilemem; ama ben hala, “rö‐ portaj” diye adlandırılan, gazetecilik temelli, yazı hatta edebiyat türünde: “İlginç konular, seçkin ya da özel kişiler, değişik mekanlar, çarpıcı ortam‐ lar, köklü araştırmalar, derinlemesine soruşturmalar, kılı kırk yaran inceleme‐ ler, ayrıntılı gözlemler, çarpıtılmayan gerçekler, emek ürünü betimlemeler, görsel değerlendirmeler, ölçülü duygusallık, dengeli yorumlar, amaçlı iletiler, onurlu öznellik, içsel sesler, ruhsal renkler, edebi üslup, akıcı anlatım, abartısız biçim, yalın ama zengin Türkçe ve gerekiyorsa soru‐cevaplı söyleşiler” de ara‐ mayı sürdüreceğim… Bu alanda düşünmüş; öneriler derlemiş; yazılar kaleme almış; örnekler vermiş; kitaplar yazmış gazeteci üstatlarımın ve edebiyat ustalarının çabalarına ve anılarına saygılarımla… İstanbul, Ocak 2007 Doç. Dr. Atilla Girgin

Unutmadan: Kitabın, “Ne Diyorlar?” bölümüne, emeklerinin yanı sıra gönül katkıla‐ rından dolayı, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005‐2006 Öğ‐ retim Yılı, Genel Gazetecilik Bölümü Doktora Sınıfı öğrencilerim Seçil Özay, Feryade Tokan ve Taner Horoz’a teşekkürlerimi iletiyorum…


1

Bölüm A

1. RÖPORTAJ

Okuru alın, sizinle omzunuzun üstünden bakmasını sağlayın. Hans‐Joachim Schlüter

Gazetecilikte, “röportaj”ın kaynaklandığı yazı türü, eski deyişle “mülakat” diye anılan “karşılıklı görüşme”dir Bölüm‐2 entretien Fr. , interview İng. . Günümüzde daha çok “söyleşi” diye adlandırılan “karşı‐ lıklı görüşme” yani “mülakat”, üçüncü kişilere aktarılmak amacıyla, be‐ lirli konu ya da konularda, herhangi bir kaynağa sorular yönelterek bilgi, görüş, düşünce derlemeye dayalı bir yazı türüdür. Söyleşi, günümüz gazeteciliğinde de geniş ölçüde kullanılmaktadır. Ancak röportaj, “mülakatın Türkçesi” olarak bilinen “karşılıklı gö‐ rüşme” yani “söyleşi” demek değildir. Röportaj, “görüşüp konuşma” an‐ lamındaki “sohbet”, “derdine yanma, içindekileri söyleme” olarak tanım‐ lanan “hasbihal”, “karşılıklı dostça konuşma” diye açıklanan “muhabbet”, “bir iş için önceden konuşma, söyleşme” tanımı verilen “müzakere”, “hikaye etme tahkiye ” anlamına gelen “anlatı” hiç değildir.1 “Türkiye’de Röportajın Tarihçesi”ne ilişkin bir makale yazmış olan Adnan Binyazar, röportajın, başlarda “mülakat” kavramının dar sınırları içinde düşünüldüğünü hatırlatarak, bugün de bu yöntemin geçerliliğini yitirmediğini, röportajın bu mülakat özelliğinden yararlanıldığını bil‐ dirmiştir. Binyazar, asıl röportajın daha çok araştırmaya, incelemeye, soruş‐ turmaya dayalı, birtakım gerçeklerin belirmesine çalışılan çok yönlü bir gazetecilik olduğunu kaydetmiştir.

1

Mustafa Nihat Özön, Osmanlıca‐Türkçe Sözlük, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul: Ocak 1965.


2

Adnan Binyazar, “Kişilerle yapılan mülakatlara ‘röportaj’ dediği‐ miz gibi, kimi durumlarda gezi izlenimlerini yazılarını Bölüm‐3 de bu tür içinde düşündüğümüz oluyor.” değerlendirmesini yaptıktan son‐ ra, gezide amacın araştırma, inceleme, soruşturma olduğunu; çıkan so‐ nuca göre de bir “rapor” hazırlandığını, aslında röportajın kökeninin bu “report, reporting”e dayandığını ileri sürmüştür.2

“Unutulmayan Söyleşiler” “Unutulmayan Söyleşiler” kitabı, Emin Çölaşan’ı sadece köşe yaza‐ rı olarak değil, röportajcı olarak tanıyabilmek için iyi bir fırsat. Çöla‐ şan’ın 1984‐1989 arasında Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde hafta son‐ ları yaptığı röportajlarda Vesamet Kutlu’dan Eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun sevgilisi Zeki Müren’e, Aziz Nesin’den Kürt İdris’e ka‐ dar kimler yok ki... 2000 yılında ilk baskısı yapılan kitap, Doğan Kitap’tan geçtiğimiz hafta ikinci kez çıktı. Niçin aradan bunca yıl geçtikten sonra diye sorar‐ sanız, Çölaşan kitabın önsözünde cevap veriyor: “İnsanın gönlü, gazetede yayımlanan yazı, araştırma ve söyleşile‐ rinin daha sonra kitap olmasını arzu ediyor. Çünkü gazete yazılarının ömrü 24 saattir. Her şey, 24 saat sonra unutulur ve gazete çöpe gider. Oysa, kitap öyle değil. Kitaplığın rafına girdi mi, sonsuza kadar orada kalır.” ‐ Köşe yazarı olmadan önce röportajlar yapıyordunuz. Röportaj yapmaya nasıl başlamıştınız? ‐ Milliyet Gazetesi’nde çalışırken yönetimde değişiklikler olmuştu ve beni devre dışı bırakmışlardı. 1984 yılında Milliyet’in başına Çetin Emeç gelince, kendisiyle hiç tanışmamama rağmen bana teleks çekti ve her pazar söyleşi yapmamı istedi. İlk röportajımı siyasette devre dışı bırakılan Süleyman Demirel’le yaptım. İkinci röportajım da Halit Na‐ rin’leydi. İkisi de güzel röportaj olmuştu. İki hafta üst üste güzel röportaj çıkınca ben de havaya girdim; gazete de memnun kaldı ve röportajlara devam ettik. 1985 yılında Erol Simavi arayıp Hürriyet’e geçmemi iste‐ yince Hürriyet’te röportajlar yapmaya başladım. ‐ Sonra röportajcılığı bırakıp köşe yazarı oldunuz. Köşe yazarı ol‐ duktan sonra röportaj yapmayı hiç özlemediniz mi?

2

Adnan Binyazar, “Türkiye’de Röportajın Tarihçesi”, Milliyet Sanat Dergisi, Sayı 147, İstanbul: Ağustos 1975, s. 14.


3

‐ Dört yıldan sonra artık tıkanmaya başlamıştım; açıkçası gözüm köşe yazarı olmaktaydı. 1989 yılında ‘Turgut Nereye Koşuyor?’ kitabım 270 bin satmıştı. O sırada Çetin Emeç de Hürriyet’e geçmişti. Çetin Emeç’e ‘Kitapları çok okunan bir yazarım; bana köşe verirseniz, o köşe de çok okunur.’ dedim. ‘Hayır, git işine’ gibi bir yanıt beklerken, ‘Erol Bey’le bir konuşayım.’ dedi. Sonra köşe yazarı oldum. ‐ Röportajcı olmak mı zordu, köşe yazarı olmak mı? Hangisinden daha çok keyif alıyordunuz? ‐ Benim yaptığım ölçülerde köşe yazısı yazmak daha zor. Çünkü ben iki tık tık, bir şık şık yazı yazmıyorum. İkisinin de keyifleri farklıydı. ‐ Röportajcının sormaması gereken sorular var mıdır? Aklına ge‐ len her soruyu sormalı mıdır? ‐ Bazı özel konular hariç, her şey dobra dobra sorulmalıdır. ‐ Bir röportajcının olmazsa olmazları sizce ne olmalı? ‐ Soru sormaktan korkmamalı; soruları kafasında çok iyi kurmalı. Röportajın nereye gideceğini tahmin etmeli ya da oyun planını ona göre kurmalı. Gerekirse zorlamayı bilmeli. Çünkü röportaj yapılırken çekini‐ yorlar. Benim yaptığım röportajlarda en güzel bölümler, teybin kapalı olduğu anlarda söylenenlerdi. Yazma diyorlarsa, yazmamak gerekir. ‐ Yaptığınız röportajlarda sizi en etkileyen kim oldu? ‐ Hürriyet’in 40. yılında, Erol Simavi arayıp ‘Benimle bir röportaj yap.’ dedi. Ürktüm, benden şike yapmamı isteyecek, soruları bana kendi‐ si verecek, ‘Bunları sor.’, diyecek diye korktum. Böyle bir şey olmadı; karşımda olduğu gibi olan bir Erol Simavi vardı. ‐ En ses getiren röportajınız neydi? ‐ ‘Kocatepe Muhribimizi Nasıl Batırdık’ diye üç kişiyle yaptığım röportajlar vardı. Çok ses getirmişti. ANAP Milletvekili Türkan Arıkan, yaptığım röportajda söyledikleri yüzünden ANAP’tan istifa ettirilmişti. O da epey ses getirmişti. ‐ Röportajları yaparken size en sıkıntı veren şey neydi? ‐ Karşındaki kabızdır, röportaj istediğinde seve seve kabul eder; ama cevaplara gelince, karşında vazo gibi durur. ‐ Röportaj yapanlar kaset çözmekten bitap düşerler. Röportaj ka‐ setlerinizi kendiniz mi çözerdiniz?


4

‐ Milliyet’te çalışırken kendim çözüyordum. Hürriyet’e geçince bir muhabir arkadaşımız çözüyordu. Kaset çözmek hakikaten büyük bir yüktür. ‐ Röportajlarınız kısaltılır mıydı? Bunun için kavga eder miydiniz? ‐ Çetin Emeç bazı röportajlarımı iki‐üç kez makaslamıştı. Mesela Barış Manço ile bir röportaj yapmıştım; gazetede çıktığında yarısı git‐ mişti. ‐ Bugün röportajlar yapsanız, karşınızdakileri kesip biçeceğiniz‐ den korkulduğu için sizinle röportaj yaparlar mı? ‐ Herhalde olur; ama o zaman da vardı zaten. ‐ Peki illaki kesip biçmek mi lazım, karşınızdakini anlamaya çalı‐ şarak yapılan röportajlar daha mı az kıymetli? ‐ Niye kesip biçeyim? Tabii kesip biçmek için yaptıklarım da vardı. O zamanın ANAP’lılarıyla saldırarak yaptığım röportajlar oldu. Ama ge‐ nelde insanların ağzından espriler aldığım, kahkahalarla süren ve biten çok sayıda röportajım oldu. ‐ Röportaj yapacağınız kişi konusunda hiç sıkıntıya düşer miydiniz? ‐ Bazen düşerdim. Arada bir magazin röportajları yapardım. Mese‐ la Seda Sayan, Zeki Müren, İbrahim Tatlıses ile röportajlar yapmıştım. ‐ Şu an röportajlar yapsaydınız, magazin dünyasından kiminle ko‐ nuşmak isterdiniz? ‐ Magazini çok fazla izleyemediğim için aklıma kimse gelmiyor. Ama siyaset derseniz, karşıma oturabilseler Recep Tayyip Erdoğan, Ab‐ dullah Gül vs. ile uzun uzun, teyp açık konuşmayı çok isterdim. Ama kar‐ şıma gelemeyecekleri için bu sadece bir hayal. Şermin Terzi. Hürriyet Pazar, 28 Mayıs 2006.

1.1. Röportajın Geçmişi Tarihçiler ve Gezginler Historiai tarih sözcüğü, İyon lehçesinde “bildirme”, “haber alma yoluyla bilgi edinme” anlamlarında kullanılmıştır. Attika lehçesinde ise sözcüğün “görerek, tanık olarak bilme” anlamlarının yanı sıra “fizik, coğ‐ rafya, astronomi, bitki, hayvan ve doğa bilgisi”ni kapsayacak biçimde kullanıldığı görülür. Sözcüğü, yalnızca “doğal olaylara ilişkin birikim bilgisi” olarak sı‐ nırlamadan, “insanların ve insan topluluklarının başından geçenleri kaydetme yoluyla edinilen bilgi” anlamında ilk kez kullanan Herodot’tur.


5

Herodot, kaleme aldığı gezi yazılarıyla, döneminin insanlarını, gü‐ nümüze taşıyan ilk kişi olmuştur. Bu nedenle “Tarih Bilimi’nin Babası” sayılan Herodot, kimi gazeteciler tarafından “ilk röportaj yazarı” olarak da kabul edilmektedir. Bunun yanı sıra gezginlerin kaleme aldıkları metin ve kitaplar, bu‐ günkü tanımına ve niteliğine tam uymasa da, röportaj türünün ilk örnek‐ leri olarak değerlendirilmiştir.

Fransızca “histoire”: 1.Tarih. 2. Hikaye. 3. Masal. 4. Çıkarılan güç‐ lükler, Yapılan gösterişler. 5. Varlıklar bilimi.3 İngilizce “history”: 1. Ta‐ rih. 2. Tarihsel öykü. 3. Tarihsel olay. 4. Geçmiş.4 İtalyanca “storia” 1. Tarih. 2. Hikaye. 3. Öykü. 4. Geçmiş.5 Herodot İ.Ö. 484 ‐ 430 Herodot, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Halikarnassos’da Bod‐ rum doğdu. Amcası destan şairi Panyassis’in ön ayak olmasıyla toplum yönetimi, şiir, dilbilgisi, söylev öğrenimi gördü. Halikarnassos’u, o yıllarda Persler’e bağlı Lygdamis yönetmektey‐ di. Halkı baskı altında tutan Lygdamis’e karşı olan Herodot’un ailesi Sa‐ mos Sisam adasına göç etmek zorunda kaldı. Yaşamını bir süre Sa‐ mos’da sürdüren Herodot’un gençliği, dünyanın birçok yerine yaptığı gezilerle geçti. Mısır’da Assuan’a kadar indiği, Mezopotamya’yı, Filistin’i, Güney Rusya’yı dolaştığı, Afrika’nın kuzey kıyılarını gördüğü sanılmaktadır. Bir süre Atina’da kalan Herodot, burada çağının bilgeleriyle çalışma olana‐ ğını buldu; Sofokles ile sıcak bir dostluk kurdu. Yaşlılığında çekildiği İtalya’daki Thuria Turii adasında ünlü ya‐ pıtını kaleme aldı. Herodot’un düşünsel gelişmesini, içinde yetiştiği İyon Uygarlığı ile Atina’ya ve batıya yaptığı geziler biçimlendirmiştir. Herodot Tarihi’nde Historiai , yazar olayları ortaya çıktıkları bi‐ çimde ele alır ve onları, gerektiği yerlerde ince ayrıntılara girerek anla‐ tır. Herodot Tarihi, Helenistik Dönem’de İskenderiyeli bir yayıncı ta‐ rafından dokuz kitaba bölünmüştür. İlk üç kitap Asya’da, ikinci üç kitap Avrupa’da, üçüncü üç kitap da Yunanistan’da geçen olayları kapsar. İlk üç kitapta Persler ağır basar. 3

Fransızca‐Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları No: 189, Ankara: 1962. İngilizce‐Türkçe Sözlük, Sabah Yayınları, İstanbul: 1992. 5 İtalyanca‐Türkçe Sözlük, İnkılap Yayınları, İstanbul: 1993. 4


6

İkinci üç kitapta, Pers‐Yunan Savaşları’nda tarafların karşılıklı ka‐ yıplarından söz edilir. Persler’in İskitler ve İyonlar karşısında aldıkları yenilgiler, Yunanlılar’ın Maraton yenilgisi bu bölümde anlatılır. Son üç kitaptaysa Yunanlılar’ın Thermopilai yenilgisinden sonra kazandıkları Salamis, Plataya ve Mikale zaferlerine yer verilir. Herodot’un yapıtında kullandığı dil, seçtiği konuya göre farklılık gösterir. Bazen alaycı, bazen de coşkulu ve övücü olur. Ayrıca çeşitli dil‐ lerden örnekler verir. Herodot Tarihi, yalnızca bir tarih kitabı değildir. Kitapta, çeşitli ulusların inançları, gelenekleri, yaşam biçimleri ve uygarlıkları karşılaş‐ tırılarak anlatılır. Herodot amacının, insanların yaptıklarının unutulmaması, insanın anlaşılması ve başarılarının daha geniş bir alana yayılması olduğunu açıklar. Bu nedenle yapıtında insanı, içinde yaşadığı olaylarla ele alır.6 Thukydides İ.Ö. 460 ‐ 395 Herodot’tan sonra Yunanlılar’ın ikinci büyük tarihçisi Thukydides, Atina ile Isparta arasında 30 yıl süren ve Atina’nın mağlubiyetiyle so‐ nuçlanan ünlü Pelopponnes savaşlarını İ. Ö. 427‐404 anlattığı “Pelop‐ ponnes Savaşları’nın Tarihi” adlı yapıtında, özellikle bu savaşların ne‐ denlerini ve sonuçlarını ele almıştır. Thukydides, tarihi, Heredot’tan farklı anlatır. Heredot tarihi akta‐ rırken efsanevi unsurları, tanrıları da anlatımına katar; oysa Thukydides tarihi, siyasi açıdan ele alır. O bu yapıtını, vatandaşlarına siyasî bir eği‐ tim kazandırmak, onları siyasî açıdan bilgilendirmek için yazmıştır. Aralarındaki farklılığa rağmen, her ikisi de tarihçidir; ancak tarih filozofu değildir. Bir başka deyişle, her ikisi de tarihi olaylarla ilgilenmiş‐ ler, tarihin anlamı ve amacını, insanın tarih içindeki rolünü dikkate al‐ mışlardır. “Antik dönemin en derin tarihçisi” sayılan Thukydides, insan do‐ ğası hakkında hayale kapılmaz; gerçeğe saygı gösterir ve rastlantıların gerisinde, olayların derin nedenlerini bulmaya çalışır. Anlatıyla konuş‐ maları uyum içinde kullanan Thukydides’in anlatımının yalınlığı, yapıtı‐ nın çarpıcılığını azaltmaz.7

6 7

Temel Britannica, Hürriyet Yayını, İstanbul: 1992, Cilt: 8.

Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet Yayını, İstanbul: 1992, Cilt: 22.


7

İbn’i Battuta 1304 ‐1369 Gezgin İbn’i Battuta’nın tam adı: Şemseddin Ebu Abdullah Mu‐ hammed Bin İbrahim’dir. 1304’te Tanca’da doğan İbn’i Battuta, fıkıh ve edebiyat öğrenimi gördü. 22 yaşında Mekke yolculuğuna çıkan İbn’i Battuta’nın, Mısır, Suri‐ ye ve Hicaz’ı kapsayan gezi izlenimleri, “Tuhfetû’n‐Nûzzâr Fi Garâibi’l‐ Emsar ve’l‐Acâibi’l‐Efsa” Araştırmacılara, Şehirlerin İlginçlikleri ve Yol‐ culuklarda Karşılaşılan Tuhaflıklar Hakkında Bir Armağan adlı eserinde toplanmıştır. Battuta’nın gezilerinde en fazla kaldığı yerlerden biri Hindistan, öteki de Çin’dir. İlk kez Hint fakirlerinden söz eden İbn’i Battuta, Su‐ dan’daki zenci Manding devleti hakkındaki notlarıyla da, bu devleti unu‐ tulmaktan kurtardı. Coğrafya açısından, İbn’i Battuta, Sudan ile Nijerya bölgesinin ger‐ çek kâşifi sayılmaktadır. Battuta’nın, Zengibar, Hint‐Kuş, Maldiv adaları ve Sumatra’ya dair verdiği bilgiler, sonradan kaptan Gudlain ile J.Wood Soltorgraje gibi batılı gezgin ve uzmanlarca doğrulanmıştır. Gezi notlarında, 14. Yüzyıl’ın ilk yarısındaki Anadolu’nun siyasal ve toplumsal durumuna da değinen İbn’i Battuta, Kıpçaklar’a, Luristan Atabeyleri’ne, İlhanlılar’a, Çobanoğulları’na, Artuklılar’ın İlgazi koluna da geniş yer verdi. İbn’i Battuta, Osmanlı Devleti’nin kuruluş çağında Anadolu’daki Türk beylikleri hakkında da bilgiler derledi; bu arada Os‐ man Bey’in oğlu Orhan Gazi’ye çok önemli bir yer ayırdı.8 Seydi Ali Reis 1498 ‐1562 Seydi Ali Reis, ünlü bir Osmanlı denizcisidir. Birçok deniz savaşına katılmış, denizcilik alanında ilginç yapıtlar kaleme almıştır. İstanbullu olan Seydi Ali Reis babası gibi tersanede yetişti. 1522’deki Rodos seferi‐ ne katıldı. Preveze Deniz Savaşı’nda 1538 Osmanlı Donanması’nın sol kanadına komuta etti. 1551’de Trablusgarp’ın alınmasında bulundu. 1553’te Murad Reis’in yerine Mısır’daki Osmanlı Donanması’nın komu‐ tanlığına atandı. 1554’te donanmanın Basra’daki gemilerini Süveyş’e götürmek üzere Umman Denizi’ne açılan Seydi Ali Reis fırtınaya tutularak doğuya

8

Sadık Göksu, Sokrat ve Eflatun’dan Günümüze Ahilik, Polat Kitapçılık, İstanbul: 2000, s. 221.


8

doğru sürüklendi ve Hindistan’ın batısında Gucerat kıyılarındaki Damao bugün Daman Limanı’na sığınmak zorunda kaldı. Gemilerin geri dönemeyecek ölçüde yıpranması, adamlarının ço‐ ğunun da Gucerat Sultanı’nın emrine girmesi yüzünden karadan yola çıkıp Hindistan, Afganistan ve İran’ı geçerek İstanbul’a vardı. Dört yıla yakın süren bu yolculuğu sırasında gördüklerini “Mirat’ül Memalik” Ülkelerin Aynası adlı yapıtında anlattı. 1558’de Diyarbakır tımar defterdarlığına atanan Seydi Ali Reis bu görevdeyken öldü. “Katibi” mahlasıyla şiirler de yazmış olan Seydi Ali Reis, ünlü ast‐ ronomi bilgini Ali Kuşçu’nun “Risalet’ül Fethiyye” adlı yapıtını, birçok ek yaparak Türkçe’ye çevirdi. Ayrıca denizciler için ayrıntılı bir kılavuz niteliğinde olan “Muhit” adlı bir kitap kaleme aldı.9 Evliya Çelebi 1611 ‐1682 Evliya Çelebi, 17. Yüzyıl’da yaşamış büyük Türk gezginidir. Aralık‐ sız 50 yıl, Orta Avrupa ve Balkanlar’dan Kırım ve Kafkasya’ya, Anado‐ lu’dan Mısır ve Arabistan’a kadar uzanan toprakları dolaştı. Gezdiği yer‐ lerde gördüklerini, işittiklerini, değişik toplumların yaşam biçimlerini, özelliklerini yansıtan gözlem ve izlenimlerini kaleme alarak “Seyahat‐ name” adlı 10 ciltlik bir yapıt ortaya koydu. Kapsamlı bir gezi kitabı olan Seyahatname, ayrıca dilinin güzelliği, anlatım gücü, konu zenginliği ve rahat okunuşuyla da Türkçe’nin en önemli klasikleri arasındadır. Evliya Çelebi, sarayda kuyumcubaşı olan babası Mehmed Zilli Efendi’den tezhip yazma kitaplarda sayfaların boya ve yaldızla bezen‐ mesi , hat güzel yazı ve nakış duvar ve tavan süslemesi sanatlarını öğrendi. Kuran’ı ezberleyerek hafız oldu. Bu arada, babasının atölyesin‐ de çalışırken Rum çıraklardan öğrendiği Rumca’ya daha sonra Farsça ve Arapça’yı da kattı. Evliya Çelebi, Seyahatname’nin girişinde, bir gece rüyasında Hz. Muhammed’i gördüğünü ve “Şefaat ya Resulallah” diyeceğine, dili sür‐ çüp “Seyahat ya Resulallah” dediğini ve duası kabul edildiği için gezgin olduğunu anlatmıştır. Önce İstanbul’u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başlayan Evliya Çelebi, ilk kez 1640’ta İstanbul dışına çıktı. Gezileri çok geniş bir alanı kapsayan Evliya Çelebi kaleme aldığı izlenimlerinde, Os‐ 9

Temel Britannica, Cilt: 15.


9

manlı Devleti’nin komşularıyla ilişkilerini yansıtarak yabancı uygarlıkla‐ rı da tanıtır. Evliya Çelebi, dolaştığı yerlerin gelenek ve göreneklerini, yaşam biçimlerini, önemli yapılarını, dahası bu yapılara ne kadar para harcan‐ dığını, yörenin ünlü kişilerinin yaşam öykülerini, yörenin tarihini ve yörede konuşulan dilin özelliklerini, dönemin inanışlarını, söylencelerini oldukça abartılı bir biçimde anlatır. Bu tavrı, anlatımına renk ve canlılık kazandırdığı gibi okuyanda ilgi de uyandırır. Örneğin manda derisine bal karıştırıp reçel yapıldığını, kışın dam‐ dan dama atlayan kedilerin havada donduğunu, olağanüstü gösteriler yapan cambazların serüvenlerini, fil doğuran kadının yaşamını anlatır‐ ken, inandırıcı olmaktan çok sevimli ve ilginçtir. Birçok yazmaları bulunan Seyahatname’nin ilk sekiz cildi 1896‐ 1928 yılları arasında Arap harfleriyle, son iki cildi ise 1935‐1938 ara‐ sında Latin kökenli yeni harflerle basılmıştır. Evliya Çelebi, “Şakaname” adıyla bir yapıtı daha olduğunu bildiriyorsa da, bugüne kadar bu yapıt ortaya çıkarılamamıştır.10

1. 2. Yakın Tarihte Röportaj Yazılı malzemenin çoğaltılıp yaygın olarak sunulması, Johann Gu‐ tenberg’in, 1438’de “tipo basım” yöntemini bulmasından; 1455’te de, “Gutenberg Kutsal Kitabı”, “Kırk İki Satırlı Kutsal Kitap” ya da “Mazarin Kutsal Kitabı” diye üç değişik adla anılan İncil’in ilk matbaa basımının gerçekleştirilmesinden sonra olmuştur.11 Bu yıllarda basılanlar, genelde halka duyurulması gereken ilanlar biçimindedir. Bu yüzden anılan dönemde, “haber”, hele hele “röportaj” gibi yazılardan söz etmek pek olası değildir. Süreç içinde baskı tekniklerinde gerçekleştirilen yenilikler sonu‐ cu, özellikle 19. Yüzyıl’ın başlarından itibaren gazetelerin, daha geniş kitlelere ulaşmaya başlaması, içeriklerin de değişmesine neden olmuş‐ tur. Başlangıçta, yalnızca basit haberler verme işlevini yerine getiren gazeteler, daha sonraları “oluş biçimi”, “yer” ve “ortam” ile ilgili bilgiler de aktarmaya başlamışlardır. Bu dönemde, artık kuru anlatımların ye‐

10 11

Temel Britannica, Cilt: 6. Atilla Girgin, Türk Basın Tarihi’nde Yerel Gazetecilik, İnkılap Kitabevi, İstanbul: 2001, s. 1.


10

terli olmadığı, kişilerin merak uyandıran betimlemeli metinlere ilgi gös‐ termeye başladıkları görülmüştür. 1. 2. 1. İngiltere ve ABD’deki Gelişmeler Özde soru‐yanıta dayalı mülakat, tür olarak ilk kez, İngiltere ve ABD’de uygulama alanı bulmuştur. 1765 yılında, James Watt’ın buhar makinesini icadıyla başlayan sanayi devrimi, süreç içinde, Avrupa’da da birçok ülkenin toplumsal yapısını etkilemiştir. Söz konusu ülkelerde başlayan üretim biçimi deği‐ şikliği ve bağlı toplumsal gelişmeler de, gazetecilikteki değişimin bir ölçüde öncüsü olmuştur Bu çerçevede ABD’de, 1830’lardan sonra bazı yazar, düşünür ve gazete yöneticilerinin haberlere yeni bir ruh kattıkları gözlenmektedir. Böylece sokaktaki sıradan insanın yaşadığı karmaşık, değişken, gerçek‐ lik duygusu, yavaş yavaş gazete sütunlarına yerleşmeye başlamıştır. Özellikle iç savaş olayları, ülkenin önde gelen büyük gazete muhabirleri için, bu yeni ve çok boyutlu anlatım türünün en önemli kaynağını oluş‐ turmuştur.12 1832’de İngiltere’de yayımlanmaya başlanan magazin gazetele‐ rinde “insanı ilgilendiren haberler” human interest news öne çıkmış‐ tır. Popüler “penny press”te bu tür haberler verilirken, 1. tekil şahıs kul‐ lanılarak insanlar daha ilginç bir biçimde yansıtılmak istenmiştir. “Mülakat”, ilk kez politik gazetecilikte değil, polis muhabirlerinin rahatlıkla ilgi çekecek haberlerinde kullanılmıştır. Bu çerçevede, Newyork’taki “Herald” gazetesi muhabiri James Gordon Bennett, 1835’te yazdığı adliye haberlerini, okuyucuya yakınlık sağlamak ve ko‐ nuya canlılık katmak için soru‐yanıt biçiminde kaleme almıştır. Batı gazeteciliğinde, “mülakat” karşılığı “interview” sözcüğü, ilk kez 1867 yılında, Joseph Burbridge Mc Cullagh Associated Press tara‐ fından ABD’de kullanılmıştır.13

William Howard Russell 1821‐1907 William Howard Russell, Dublin’de doğdu. Trinity College’de eği‐ tim aldıktan sonra Cambridge Üniversitesi’ne devam etti. Russell, 12 13

Yasemin İnceoğlu, Uluslararası Medya, DER Yayınları, İstanbul: 2004, s. 10. Kayıhan Güven, Röportaj Nedir?, Marmara İletişim Haber Ajansı MİHA Başvuru Notları No: 1, İstanbul: 1995, ss. 13‐14.


11

1843’ten itibaren İrlanda'da The Times için parlamento muhabiri olarak çalıştı. 1854’te Kırım Savaşı patlak verince cepheye giden Russel, savaşla ilgili bilgileri, yazdığı mektuplarla gönderdi. Russell’ın, savaşın görün‐ meyen yönlerini yansıtan röportajları kamuoyunu sarstı ve İngiliz Hü‐ kümeti’ni, askerlerin durumlarını yeniden değerlendirmeye itti. Russel, 1855’in sonunda Kırım’dan ayrılarak İstanbul’a geldi; bu‐ rada The Times için muhabirliğe devam etti. 1856’da, Çar II. Alexander’ın taç giyme törenini izlemek üzere Moskova'ya gönderildi. Ardından Hindistan’a giderek “Lucknow Kuşat‐ ması”na tanıklık etti 1858 . William Howard Russell, 1861’de Washing‐ ton'a gitti. Daha sonra, “Hindistan Günlükleri”ni, “Amerikan Sivil Savaşı”nı ve Prusya Generali Leonhard Graf von Blumenthal’ın tanıklığına dayana‐ rak yazdığı “Fransa‐Almanya Savaşı”nı yayımladı. Russell, 1863'te İngiltere'ye döndü. 1869 Genel Seçimleri’ne mu‐ hafazakar aday olarak Chelsea’den katıldı ve başarısız oldu. 1882’de savaş alanlarından ayrılan Russel, politikada yaşadığı ba‐ şarısız deneyimden sonra “Deniz Kuvvetleri Resmi Gazetesi”ni kurdu. Mayıs 1895’te şövalye unvanına layık görüldü. “Kırım Savaşı” 1856 , “Dr. Brady'nin Maceraları” 1968 , “Hespe‐ rothen” 1882 ve “Şili’ye Bir Gezi” 1890 adlı kitapları bulunan Wil‐ liam Howard Russell, 1907'de öldü. John Silas Reed 1887‐1920 Amerikalı şair ve yazar John Silas Reed, ABD’nin Oregon Eyale‐ ti’nde dünyaya geldi. Harvard Üniversitesi’nde eğitim gördü. Bu dö‐ nemde “Harvard Monthly” ve “Lampoon”ın yazı kurullarında yer aldı. İyi bir hatip ve şairdi. Harvard’daki eğitiminin ardından John Reed, 1910’da İngiltere ve İspanya gezilerine çıktı. ABD’ye döndüğünde, gazeteci olarak kariyerine, sosyalist eğilimli politik dergilerde başladı; “New Review” ve “The Mas‐ ses” gazetelerinde çalıştı. Reed, 1910'da “Metropolitan” dergisi ve “New York World” için “Meksika Devrimi”ni izlemek üzere Meksika'ya gitti. “Asi Meksika'da Devrimci Kavga”yı, 1914’te yayımlanan “Insurgent Mexico” Başkaldıran Meksika kitabında anlattı.


12

New Jersey’de ipek işçilerinin sorunlarına dikkat çekmek için, Me‐ dison Meydanı’nda yapılan yasal bir gösteride konuşurken tutuklandı; dört gün hapiste kaldı. Ardından, “New Jersey ‐ Paterson Grevi”nin öy‐ küsünü yazdı. 1913’te Reed, şiirlerinin yer aldığı ilk kitabını yayımladı. I. Dünya Savaşı sırasında, “Metropolitan” dergisi için savaş alanın‐ dan yazdığı mektuplarla savaşı anlattı. Almanya, Sırbistan, Romanya, Bul‐ garistan, Rusya ve Doğu Avrupa'daki savaşla ilgili röportajları “War In Eastern Europe” Doğu Avrupa’da Savaş‐1916 adıyla yayımlandı. 1917 Sonbaharı’nda, eşi gazeteci Louise Bryant ile “The Masses” için Rus Devrimi’ne tanıklık etmek ve gelişmeleri aktarmak üzere Rus‐ ya’ya gitti. 1917 Ekim Devrimi’ni anlattığı yazıları, 1922’de “Ten Days That Shook The World” Dünyayı Sarsan 10 Gün , adlı kitap’ta toplandı. Bu kitap, Rusya’daki Ekim Devrimi’ni ilk elden anlatması dolayısıyla benzersiz bir kaynak oluşturur. Ayrıca röportaj dalının en güzel örnek‐ lerinden biri olarak değerlendirilir. 1919'da Chicago'da, Sosyalist Parti’nin toplantısına katılan Reed, bu toplantıdan sonra kurulan Amerika Komünist İşçi Partisi'nin lideri oldu; parti tarafından yeniden Rusya'ya gönderildi. Moskova'da Reed, Comintern'in yürütmeyle ilgili komitesine seçildi. John Silas Reed, kari‐ yerinin zirvesindeyken Bakû’de yakalandığı tifüsten, 19 Ekim 1920'de Moskova'da öldü.14 1. 2. 2. Almanya’daki Gelişmeler Almanya’da klasik anlamda ilk gazete, 1609 yılında Bremen yakın‐ larında Ausburg’da yayımlanmıştır. Ausburg’da iki haftalık olarak ya‐ yımlanan ilk gazete “Avis Relation Oder Zeitung”dur. Bu ülkede basılan ilk günlük gazete ise “Leipzig Blatt”dır 1650‐1652 . 17. Yüzyıl’da Almanya, siyasal birlikten yoksun, krallıkların bir‐ leşmesinden meydana gelmiş bir ülke görünümündedir. Bu nedenle 17. Yüzyıl’da Alman kamuoyu oluşamamış, gerçek basının doğması da ge‐ cikmiştir. 1789 Fransız Devrimi ile yayılan basın özgürlüğü, dolayısıyla insan ve vatandaşlık hakları, düşünce ve iletişim özgürlüğü, Alman bası‐ nında da yeni basın anlayışının temellerini oluşturmuştur. Bu düşünceler ışığında, 1814 yılında yayımlanmaya başlanan “Re‐ inischen Merkur” düşünce gazetelerinin ilk örneğidir. Ancak 1870’lerde Bismarc Hükümeti, basının gücünün farkına vararak, basını susturma 14

The Columbia Electronic Encyclopedia, Sixth Edition, 2003.


13

yoluna giden bir politika izlemiştir. Bu politika sonucu birçok gazete kapatılmıştır.15 Alman Basını’nın, gerçek anlamda geç gelişmesine ve siyasi ikti‐ darların tüm sansürleme çabalarına rağmen, daha sonraki dönemlerde hem gazetecilik konusunda hem de röportaj dalında önemli işler yapan gazeteciler de yetişmiştir. Bunun en belirgin örneği, eserlerini Almanca yazan Çek asıllı Egon Erwin Kisch’tir.

Egon Erwin Kisch 1885‐1948 Egon Erwin Kisch, o dönem Avusturya‐Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde bulunan Prag’da doğdu. 1906 yılında, Prag’da yerel bir gazetede, röportaj yaparak mesleğe başladı. İlk dönemlerde fakir ve suçlu insanlarla ilgili röportajlar yaptı. Birinci Dünya Savaşı çıkınca Avusturya Ordusu’na çağrıldı. Sırbis‐ tan ve Karpatlar sınırlarında savaştıktan sonra, izlenimlerini “Schreib das Auf, Kisch!” Not Al Kisch!‐1929 adlı eserinde anlattı. Kisch, Çekoslovak vatandaşı olduğu halde, 1921‐1930 yılları ara‐ sında, çalışmalarını destekleyen taraftarlar bulduğu Berlin’de yaşadı. Gazetecilik deneyimlerini “Der Rasende Reporter” 1924 kitabında topladı. Kisch, 1930’ların başında Sovyet Rusya, ABD ve Çin’e yaptığı gezi‐ lerdeki notlarına yer verdiği bir kitap serisi de yazdı. İlk dönemlerinde, “röportajcının kesinlikle tarafsızlığını koruması gerektiğini” savunsa da; sonraları “röportajda, bir yazar için politik mücadelenin önemli olduğu‐ nu” vurguladı. 1923’te Nazi muhalifliği gerekçesiyle tutuklandı. Bir süre hapis yattıktan sonra Çekoslovak vatandaşı olduğu için Almanya’dan sınır dışı edildi; bu ülkede çalışması yasaklandı ve eserleri yakıldı. 1937‐1938 yılları arasında, İspanyol İç Savaşı’nı izledi. Ülkeyi baş‐ tan başa dolaşarak gerçekleştirdiği röportajlar basıldı. Kisch ve eşi 1939’da New York’a gittiler; 1940’da da Meksika’ya geçtiler. Meksika’da kaldığı dönemde, bu ülkeyle ilgili bir kitap ve “Sensa‐ tion Fair” 1941 adlı bir otobiyografi yazdı. Mart 1946’da Çek vizesi alarak doğduğu topraklara geri dönebildi. Ülkesinde gazeteci olarak çalışmaya başladı ve gezilerine devam etti. Prag’a döndükten iki yıl sonra öldü. 15

İnceoğlu, a. g. y. , ss. 277‐278.


14

Stern dergisi tarafından, 1977 yılında Alman gazeteciliği için “Egon Erwin Kisch” adına ödüller verilmeye başlandı. 1. 2. 3. Fransa’daki Gelişmeler Fransa’nın yarı resmi nitelikli ilk haftalık gazetesi, matbaacı Louis Vedosmen tarafından, Ocak 1631’de yayımlanmıştır. Théophraste Rena‐ udot’nun, Mayıs 1631’de devraldığı “La Gazette”, yalnızca haberlere, özellikle de dış haberlere önem vererek krallığın sözcülüğünü yapmış; 1762’de, adı “La Gazette de France” olarak değiştirilerek, hükümetin resmi organı haline gelmiştir. Fransa’da ilk günlük gazete ise, 1 Ocak 1777’de yayımlanmaya başlanan “Journal de Paris”tir. 1789 Devrimi sonrası, Fransa’da modern basının öncüsü sayılan Emile de Girardin’in “La Presse” gazetesi de ilk kez tefrika ve reklam uygulamasını başlatmıştır. Fransa’da basın, 1789‐1792 yılları arasında Devrim’in sınırsız öz‐ gürlüğünden yararlanırken, 1792‐1794 döneminde, terörün ilk kurban‐ ları “idam edilen” gazeteciler olmuştur. Daha sonra, Napoléon Bonaparte’ın “Konsüllük” ve “İmparatorluk” dönemlerinde uygulanan baskılar sonucu, basın “iktidara boyun eğmiş” hale getirilmiştir.16 19. Yüzyıl’ın başından 1871’e kadar, Fransa’da basının geçirdiği gelişme: “endüstrileşme” ve “demokratikleşme” olarak adlandırılmakta‐ dır. Bu süreçte yazılarıyla iktidara karşı koyan yazarlar, kaleme aldıkları tanıklıklarıyla yaşanan olayları aktarmayı başarmışlardır. Bu aktarım türü de, röportajın değişik biçimlerini oluşturmuştur. Bu türün en güzel örneklerini de Honoré de Balzac ve Emile Zola gibi Fransız yazarlar vermişlerdir.

Honoré de Balzac 1799 ‐1850 Honoré de Balzac, 1799’da Tours’da dünyaya geldi. Balzac’ın, İm‐ paratorluk yönetiminde memur olarak çalışan ve “Fransız Devrimi’nin evladı” olan babası Bernard‐François Balss 51 yaşındayken, 19 yaşında‐ ki bir genç kızla evlenmişti. Bu evlilik, Balzac’ın, tüm yaşamı boyunca derin izler bıraktı. Zira Balzac’ın romanlarında, kötü evlilik yapmış ka‐ dınlar, özel yaşamın dramları ve çiftlerin yozlaşması vardı.

16

İnceoğlu, a. g. y. , s. 193.


15

İlk eseri “Cromwell” bir tiyatro eseriydi. O dönemde edebiyatta başarılı olmak için tiyatro eserleri yazmak, hikaye ile uğraşmak gereki‐ yordu. Cromwell de, bu koşullarda ortaya çıktı. Fakat eser tam bir başa‐ rısızlık örneğiydi. Başarısız birkaç iş denemesinden sonra Balzac, “Şu Anlar” adlı eserini kaleme aldı. Tarihi bir roman olan bu eserin ardından, evlilik müessesesini sorgulayan “Evliliğin Fizyolojisi” ve “Özel Yaşamdan Sah‐ neler”i yayımladı. Yine bu dönemde Le Voleur’de “Paris Mektupları” adlı politik fıkralar yazmaya başladı. Fransa’da modern gazeteciliğin geliş‐ meye başladığı bu dönemde, Balzac bir hayli ünlendi. Günde 18 saat çalışmaya başlayan Balzac, Haziran 1832’de, ge‐ çirmekte olduğu bunalımın izlerini taşıyan otobiyografik romanı “Louis Lambert”i kaleme aldı. Balzac, yaşadığı dönemle ilgili izlenimlerini, bu konudaki analizle‐ rini ve “Fransız Devrimi’nin adaletsizlikleri ile eşitsizliklerini” romanla‐ rına yansıtmıştır. 1835’de “La Chronique de Paris” adlı bir gazeteyi satın alan Bal‐ zac, bu dönemde “Vadideki Zambak”ı yazdı. Ancak “La Chronique de Paris” iflas etti. 1836 sonunda, “Yaşlı Kız”ı, La Presse’e 12 fasikül halinde yayımla‐ tarak yeni bir gazeteciliğin başlangıcını oluşturdu. Bir hayli yıpranan Balzac, 1845’te “İnsanlık Komedyası” için bir taslak hazırladı. Bu taslak‐ ta 137 roman ve 2000 kişilik karakter söz konusudur. Ancak Balzac, bu projeyi hayata geçiremeden 18 Ağustos 1850 yılında öldü. En sevilen yapıtlarından, bir cimrinin iyi yürekli kızını konu alan “Eugénie Grandet” 1829‐30 ile bencil çocuklarına kendini adayan bir adamın öyküsü olan “Goriot Baba” 1834 , romanlarındaki olağanüstü başarılı kadın ve erkek betimlemeleri, yalnız 19. Yüzyıl Fransa’sı için değil, farklı ülkeler ve farklı dönemler için de geçerlidir. Balzac yapıtlarıyla sayısal olarak da kolay kolay aşılamayacak bir rekora sahiptir. Geride 85’i tamamlanmış, 50’si taslak halinde, toplam 135 eser bırakmıştır.17 Emile Zola 1840 ‐1902 İtalyan kökenli bir mühendis olan babasının ölümünden sonra, annesi tarafından yetiştirilen Emile Zola, çocukluğunu Paul Cézanne ile 17

Temel Britannica, Cilt: 3.


16

dostluk kurduğu Aix‐en Provence’da geçirdi; 1857’de Paris’e döndü. Lise bitirme sınavlarını veremeyince, orta öğrenimi yarıda kaldı. Dok işçisi olarak çalıştı. Paris’te işçi sınıfının arasında geçirdiği bu dönemde, sefaleti gözlemlediği gibi bizzat da yaşadı. Yiyecek elde ede‐ cek parası olmadığından, kimi zaman kuş yakalamaya çalıştığını kendisi anlatmıştır. 1862’de “Hachette Yayınevi”ne girerek edebiyat yaşamıyla tanıştı. Zola, L’Evénement gazetesinde Cézanne, Pissaro, Monet gibi izlenimci ressamlar üzerine yazdığı sanat eleştirilerinden sonra, “Les Contes à Ninon” Ninon Öyküleri‐1864 ile “La Confession de Claude” Claude’un İtirafları‐1855 adlı ilk yapıtlarını yayımladı. Bu geç romantik‐hümanist yapıtlardan sonra, 1867’de yayımlanan “Thérèse Raquin”, Zola’nın izleyeceği natüralist sanat yönteminin izleri‐ ni taşır. Emile Zola, ilk başarısını “L’Assomoir” Meyhane‐1877 adlı yapıtıyla kazandı. Bu eserde, işçilerin kullandığı argo dili, küfürlere va‐ rana dek olduğu gibi yansıtması ve bu kesimin kaba saba davranışlarını tasvir etmesi, dönemin edebiyat çevreleri tarafından ağır dille eleştirildi. Romanlarının yanı sıra deneme ve inceleme türlerinde de eserler veren Zola, romancının, kendi kahramanlarına klinik ve laboratuar test‐ leri gibi testler uygulayarak, onların kişiliklerini çözümleyebileceği ka‐ nısındaydı. Bu kurama bağlı olarak geliştirdiği ve çeşitli gazetelerde yayımlanan yazılarını sonradan “Le Roman Expérimental” Deneysel Roman‐1880 ’da topladı. Kararlı ve düzenli çalışan bir yazar olarak Zola, kendi ifadesine göre düzenli olarak günde üç saat çalışmakla edebiyat adına başarılma‐ yacak iş yoktur çok az hareketli bir yaşam sürdü. Emile Zola, edebiyat alanının bir kez dışına çıktı; Dreyfus Olayı sı‐ rasında, devlet başkanına yazdığı “J’accuse” İtham Ediyorum başlıklı açık mektubunda, suçsuz yere yargılanmaları eleştirerek, devletin adalet ve doğruluk ilkesine bağlılığını sorguladı. Fransız subayı Dreyfus, Yahudi olduğu için haksız yere hapse atılmış, ajanlıkla suçlanmıştı. Bu olayı arkadaşından duyduğunda ilgi‐ lenmeyen Zola, bunun ırk ayrımcılığının ve yobazlığın önemli örneği olduğunu sonradan fark ederek, birçok insanı hayrete düşüren bir inat‐ çılık ve cesaretle Dreyfus’un yanında yer aldı. Fransa’da muhafazakar ve milliyetçi kesim ile liberal ve sol kesim arasında büyük bir kutuplaşmaya neden olan bu olayda, Zola, arkasına


17

liberallerin desteğini alsa da, linç tehlikesiyle somut olarak karşılaştığı, hayatının tehlikeye girdiği dönemler oldu. “Vérité” Gerçek isimli eserinde Zola bu olaydan yola çıktı. Bu yüzden çarptırıldığı 1 yıllık hapis cezasından, ancak bir süre İngiltere’de kalarak kurtuldu. Edebiyatta “doğalcılık” akımının kurucusu sayılan Emile Zola, 1889 yılında çıkarılan genel af üzerine ülkesine döndü. Paris’teki evinde, bacadaki tıkanıklık yüzünden zehirlenerek ölen Zola’nın cenazesi, 1908’de devlet töreniyle Panthéon’a gömülmüştür.18 1. 2. 4. Osmanlı’daki Gelişmeler Osmanlı ülkesinde Türkçe gazete yayımlanması için, ilk basımevi‐ nin kuruluşundan sonra bir yüzyıl beklenmiştir. Oysa İstanbul’da söz konusu basımevinin ürünlerini vermeye başladığı 1730’lu ve 1740’lı yıllara gelinceye kadar geçen 300 yıl içinde, Batı’da 1.5 milyon kitaptan 1.4 milyar nüsha baskı yapılmıştır.19 Londra’da 1711’de, günde ortalama 6.500 olan gazete tirajı ise 1753 yılında 20 bine ulaşmıştır. 1820 yılında ise bir katilin itiraflarını konu alan kitapçık, İngiltere’de 1.1 milyon adet basılarak rekor kırmış‐ tır. O dönemde, iyi satacağı düşünülen bir kitabın ilk baskısı 10 bin adet yapılmaktadır. 1836 yılında Paris’te çıkan 59 gazetenin, yıllık toplam tirajı 42 milyon, Londra’daki 42 gazetenin 39 milyon, Prusya’dakilerin ise 15 milyondur. Günlük siyaset ve yüzeysel kültür haberlerini yansıtan bu yayınlar çoğalırken, kitap yayınlarının da artması, Batı’nın özelliğini oluşturmuştur. Avrupa’daki bu gelişmelere rağmen, Osmanlı ülkesinde egemen olan aşırı taassup bağnazlık nedeniyle, Türkçe gazetelerin ortaya çık‐ ması gecikince, ilk gazeteler, ilk kitaplar gibi, yabancı dilde ve genellikle Fransızca olarak yayımlanmıştır.20 İslam dışı gruplarla Balkanlar’daki Slav gruplarının açtıkları bası‐ mevlerinden, ancak uzun yıllar sonra İstanbul’da ilk Türk basımevinin kurulması 14 Aralık 1727), ülkede Türk gazete yayıncılığının başlatıl‐ masına yeterli olmamıştır. Bu nedenle Osmanlı, önce Fransızca, daha 18

Temel Britannica, Cilt: 19. Girgin, Türk Basın Tarihi’nde Yerel Gazetecilik, s. 9. 20 Orhan Koloğlu, Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de Basın, İletişim Yayınları, İstanbul: 1994, s. 7. 19


18

sonra da İngilizce ve azınlık dillerinde yayımlanan gazetelerle tanışmış‐ tır. Böylece Türkçe gazete, ilk basımevinden, yaklaşık 100 yıl gecikerek gelmiştir. İstanbul’da Türkçe yayımlanan ilk gazete Takvim‐i Vakayi 1831 olmuştur. Takvim‐i Vakayi, önceleri haftalık olarak çıkartıldı. İlk sayı 5.000 adet basıldı. Bütün devlet örgütüne, subaylara, taşra eşrafına ve elçiliklere gönderildi. Gazetenin yıllık abone ücreti 120 kuruştu.21 Ancak bu gazete, içerik olarak genelde iç haberler, dış haberler, askeri işler, din adamlarının atanması ve ticari bilgilerin yayımlandığı bölümlerden oluşmaktaydı. Gazete, daha sonra devletin resmi gazetesi halini almıştır. İçeriğinden de anlaşılacağı üzere, gazetede röportaj ör‐ neklerine rastlanmamaktadır. Röportaj yazıları olarak yayımlanan ilk örnekler, Ceride‐i Havadis 1840 gazetesinde görülmektedir. Türkiye’de Türkçe yayımlanan ikinci gazete Ceride‐i Havadis’i William Churchill adında bir İngiliz çıkarmıştır. Gazetenin ilk üç sayısı bedava dağıtılmış, sonra da ancak 150 kadar oku‐ yucusu olmuştur. Churchill bir yazısında, ilk üç yılda Ceride‐i Havadis’in “düşe kalka” yayımlandığını ve ancak 150 kadar “zevat” tarafından rağ‐ bet gördüğünü belirtmiştir.22 Ancak Churchill, hükümete baskı yapabilecek güçte bir yabancı olduğu ve kendisine devletten ayda 2500 kuruşluk bir yardım yapıldığı için, gazete yavaş yavaş durumunu düzeltmiştir. Gazetede dış haberlere her zaman önem verilmiş ve çevirilere geniş yer ayrılmıştır.

Enver Behnan Şapolyo, İskenderiye’den Ceride‐i Havadis’e haber gönderen bir gazetecinin, Türk basın tarihinde ilk muhabir sayılacağını öne sürmüştür. Kırım Savaşı sırasında, 1854’te bazı İngiliz gazetelerinin muhabiri olarak Kırım’a giden Churchill, Ceride‐i Havadis’e yazılar yollamış ve bunlar gazeteye canlılık kazandırmıştır. Kırım’dan sık sık önemli haber‐ ler gelmesi üzerine, gazete özel sayılar yayımlamaya başlamış ve bunla‐ ra Ruzname‐i Ceride‐i Havadis denmiştir. Ceride‐i Havadis, Osmanlı ülkesinde ilk kez geniş ölçüde ilan ya‐ yımlayarak gelir sağlayan ve ilk ölüm ilanlarını yayımlayan gazetedir.23

21

Hıfzı Topuz, II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul: 2003, s. 16. 22 Girgin, Türk Basın Tarihi’nde Yerel Gazetecilik, s. 23. 23 Topuz, a. g. y. , s. 18.


19

Başta, William Churchill ile yine Kırım Savaşı’nda muhabirlik ya‐ pan Howard Russell olmak üzere, çeşitli dönemlerdeki savaşları izleyen muhabirler savaş muhabirleri , röportaj türünün yeni ustaları olmuş‐ lardır. 20. ve 21. Yüzyıl savaşlarında, cephelerde çalışan “envoyé spécial” özel gönderilmiş muhabirler ise röportaj dalında uzmanlaş‐ mışlardır. 1. 2. 4. 1. Gezi Yazarları 16. Yüzyıl’dan başlayarak 19. Yüzyıl’ın sonlarına kadar, Osmanlı Ülkesi’ni ve İstanbul’u ziyaret eden gezgin ve yazarlar da izlenimlerini kaleme almışlardır. Bu tür gezgin ve gezi izlenimi yazarlarının arasına, Osmanlı ülkesine gelen Augier Ghislain de Busbecq 16. Yüzyıl , Wen‐ ceslew Wratislaw 16. Yüzyıl , Lady Mary Wortley Montague 18. Yüz‐ yıl , Alphonse de Lamartine 19. Yüzyıl , Gérard de Nerval 19. Yüzyıl , Théophile Gautier 19. Yüzyıl , Edmondo de Amicis 19. Yüzyıl , Cha‐ teaubriand 19. Yüzyıl 24, Claude Farrère 19‐20. Yüzyıl , Knut Hamsun 19. Yüzyıl , Herman Melville 19. Yüzyıl , Dr. Philippe Anton Dethier 19. Yüzyıl , Hans Christian Andersen 19. Yüzyıl , Julia Pardoe 19. Yüzyıl katılmışlardır.

İstanbul İzlenimleri Lady Mary Wortley Montague Seyyah Lady Montague, 1717 yılında Lady Bristol’e yazdığı mek‐ tubunda, kendisinden önce gelen Batılılar’ın İstanbul’u gerektiği gibi anlatamadıklarını belirtiyor: “Hıristiyanlar’ın oturduğu Galata, Beyoğlu ve Tophane mahalleleri, güzel bir şehir teşkil ediyorlar. Bunları İstanbul ile bir deniz ayırıyor. Deniz, Thames’in en geniş yerinin yarısı genişliğinde. Boğaziçi’nden inerken, yirmi mil kadar uzaklığa bakış çok güzel, çok renkli. Dünyada bir eşi daha yoktur. Rumeli sahilinde de yedi tepe üzerinde İstanbul görülüyor. İstan‐ bul çok büyük bir şehir. Sarayı görebileceğim kadar gördüm. Hıristiyanlık aleminde, bu sarayın yarısı büyüklüğünde sarayı olan kral yoktur. Ayasofya, saraydan sonra ikinci derecede meşhur. Bu caminin 113 ayak çapında olan kubbesi fevkalade büyüklükte; mermer direklere da‐ yanan kemerler üzerine inşa edilmiş. 24

Jean Ebersolt, Bizans, İstanbul ve Doğu Seyyahları, çev. İlhan Arda, Pera Turizm ve Tic. A. Ş., İstanbul: 1996, ss. 189‐209.


20

Çarşıların binaları çok güzel. İçleri son derece temiz...” 25 Alphonse de Lamartine “Ben, bu memleketin ışığını seviyorum.” diyen şair Lamartine’in İstanbul izlenimleri, 25 Mayıs 1833 tarihli günlüğünden: “Galata’nın, Beyoğlu’nun çeşitli renkli evlerle örtülü sırtları, ayak‐ larımın altında denize kayarlar. Bu semtlerden kimilerinin evleri kan kırmızı boyalıdır; kimilerinin ise siyah. Bu koyu renklerin arasından mavi kubbeler görünür… Evlerin önündeki bahçeleri süsleyen çınarlar, incir ağaçları ve ser‐ viler, yeşil kümeler halinde kubbeler arasından yükselir. Birbirlerinden küçük şehirler gibi ayrılan semtler, mahalleler arasından beliren yeşil tepeler, boyalı ahşap saraylar, çeşitli renklerle bezenmiş köşklerle örtü‐ lüdür. Bu tepelerden, ancak servilerin ucunu, minarelerin sivri ve parlak alemlerini belirten Boğazlar da görünür...” 26 Théophile Gautier İspanya, İtalya, Yunanistan, Yakındoğu ve Rusya yolculuklarından esinlenerek canlı anlatılar kaleme aldı İtalya‐1852, İstanbul‐1853, Rus‐ ya’ya Seyahat‐1867 .27 Gazeteci, şair ve yazar Théophile Gautier, İstanbul için şöyle diyor: “Boğaziçi, Sarayburnu’ndan Karadeniz çıkışına kadar, Thames üzerindeki “watermen”lerle kıyaslanabilecek buharlı gemilerin vızır vızır gelişiyle sürekli işler. Dünyanın iki kıtası arasında, aynı anda görülebilen Avrupa ile As‐ ya arasında bir sınır gibi çizilmiş bu lacivert yol üzerinde, iki saatte yapı‐ lan geziyle kıyaslanabilecek hiçbir şey yok. Çok geçmeden suların mavi zemini üzerinde, son derece sevimli bir etki uyandıran Kız Kulesi beliriyor. Avrupa yakasında az sonra Çıra‐ ğan’ı görüyoruz. Ben Doğu’da, Arap ya da Türk mimarisini tercih ede‐ rim; gene de, denize kadar inen beyaz merdivenleriyle bu haşmetli yapı hoş bir etki uyandırıyor...” 28 Philippe Anton Dethier 25

Sefa Kaplan, Batılı Gezginlerin Gözüyle İstanbul, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kül‐ tür A. Ş. Yayınları, İstanbul: Mart 2006, s. 46. 26 Kaplan, a. g. y. , s. 77. 27 Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt: 9. 28 Kaplan, a. g. y. , s. 123.


21

Bu yazının tarihi 1845... “İstanbul İçin Küçük Ama Kullanışlı Bir Kent Kılavuzu” başlığını taşıyor: “Avrupa’nın tatlı suları adını, eski ve bir parşömen kağıt fabrikası‐ nın bulunduğu Kağıthane’den almıştır. Kalıntıları Çobançeşme’dedir. Sütlüce, Hasköy ve Piri Paşa semtlerinde Humbaracılar Kışlası’nın kalın‐ tıları ile askeri okul bulunur. Bu semtlerden sonra Tersane gelir. Hasköy arkasındaki Okmey‐ danı’nda bir Musevi mezarlığı bulunur. Geniş bir panoramanın keyfini çıkarmak isteyen turistlere, Galata Kulesi’ne çıkmalarını tavsiye ederiz. Ufak bir konik çatı ile örtülen kule oldukça yüksektir. ... Beşiktaş’a ge‐ lindiğinde, artık Boğaz’ın ortasına varılmış sayılabilir. Yalnız Boğaz bile turistik yolculuk yapmaya değer...” 29 Hans Cristian Andersen Ünlü yazar Hans Cristian Andersen, İstanbul’da geçirdiği bir günü, 1841’de şöyle anlatıyor: “Galata Kulesi’ne çıktım. Buradan bakınca İstanbul uçsuz bucaksız görünüyor. Saat 7’de dışarıdaydım. Güneş parıldamadığı zaman, tıpkı Kopenhag’ın iklimi gibi: Karadeniz’den nemli sis dalgaları geliyor ... Her biri Nuh’un gemisinin bir benzeri olan, kubbeleri altın alemli camiler, gri bulutlu gökyüzüne karşı parlayan zarif sütunlara benzer yüzlerce minaresi ve koyu kırmızı binalarıyla, karşımızdaki bu taş denizinin arasından kara serviler ve yemyeşil çınarlar, başlarını ara‐ beskvari uzatmışlardı. Yol, kent surlarından başlayıp, Altın Boynuz’un ucundaki çıkıntıyı meydana getiren saray bahçesini izleyerek, denize paralel olarak uzanı‐ yordu. Surlar üzerine küçük bahçeler ve evler kondurulmuştu...” 30 Edmondo De Amicis İtalyan gazeteci ve denemeci, “Vita Militare” Askeri Hayat‐1868 adlı romanından sonra 1874 yılında “İstanbul” adlı bir kitap kaleme aldı.31 Edmondo De Amicis’in İstanbul ile ilgili görüşleri şöyle: 29

Kaplan, a. g. y. , ss. 112‐113. Kaplan, a. g. y. , s. 94. 31 Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt: 6. 30


22

“Hiç kimse İstanbul’da hayal kırıklığına uğramamıştır. Bütün dün‐ ya bu şehrin, dünyanın en güzel yeri olduğu fikrindedir. Koca tepelerin zirvelerine ve yamaçlarına göz alabildiğine dağılmış ve bir perinin sihirli değneğinden doğmuş büyük bir şehir gibi latif ve ışıklı Üsküdar, Altınşe‐ hir oradaydı. ... Galata, geride bir direk, seren ve bandıra ormanı. Galata’nın üstünde, Avrupai konaklarının kuvvetli hatları belli olan Beyoğlu, önde, rengarenk kalabalıkların karşılaştığı ve iki sahili birleştiren bir köprü. Solda, her birinden kurşun kubbeli ve altın minareli dev gibi bir caminin yükseldiği kocaman tepelere yayılmış İstanbul, beyaz pembe Ayasofya, altı minareli Sultanahmet, on kubbeli Süleymaniye...” 32 İstanbul Anlatıları Geçen yüzyıllardaki İstanbul kimliğini bize tanıtan yüzlerce kay‐ nağın bulunması bir bakıma avuntumuz olmaktadır. Bu kaynaklar örne‐ ğin, Latifiler, Nakkaş Osmanlar, Evliya Çelebiler, Naimalar, Nedimler, Levniler, Enderunlu Fazıllar… O dünyanın bin bir çeşit sahnesini, “Çiçek Encümenleri”nden, “Ka‐ ğıthane Alemleri”nden, “Vakayi Hayriye” gibi kanlı korkunç olaylara değin önümüze açıyorlar. İstanbul’un tarihi kimliğini gözlemleyip nesnel ya da öznel yorumlayan yabancılar da çoktur. Hatta denilebilir ki: İstan‐ bul üzerine hazırlanmış yoğun emek ürünü eserlerin çoğu yabancı imza‐ ları taşımaktadır. Örneğin, Grelot’nun, 1680’de Paris’te yayımlanan “Relation Nou‐ velle d’Un Voyage à Constantinople” adlı yapıtı, bir orta dönem kaynağı olarak önemlidir. Fransız gezgin, Galata, İstanbul, Boğaz, Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Süleymaniye’yi hem yazmış, hem çizmiştir. Melling’in 1819’da Paris’te yayımlanan yapıtı “Voyage Pittoresque a Constantinople et a des Rives du Bosphore”u, boyutlu gravürleri ve ayrıntılı metinleriyle iki büyük cilttir. Bu eserdeki; Kavaklar, Rumeli ve Anadolu Hisarları, Boğaziçi, Tarabya yalıları, Büyükdere, Sarıyer, Belgrat Ormanları, bentler ve kemerler, tarihi topografya haritaları, Galata, Ha‐ liç, Tophane, Kadıköy, Kandilli, Topkapı Sarayı, Harem, Hatice Sultan Sarayı, Bebek Köşkü, Hipodrom, Süleymaniye, Eyüp, Kağıthane, Aynalı‐

32

Kaplan, a. g. y. , s. 138.


23

kavak Kasrı, Karaağaç, Tersane, Üsküdar, Pera Mezarlıkları, Piknik Ya‐ pan Kadınlar, Ab Alemleri, Oyuncular gibi tablolar, birer belgeseldir. 1835’te İstanbul’a gelen İngiliz Miss Julia Pardoe, Lady Monta‐ gue’dan 18. Yüzyıl sonra, Türkiye ve İstanbul hakkında en geniş bilgi‐ ye sahip yabancı kadın gezgin olarak bilinir. Sultan II. Mahmud’un son yıllarındaki İstanbul yaşamını özgün bir üslupla anlattığı “The City of the Sultan and Domestic Manners of the Turks”, 1837’de iki cilt olarak Londra’da yayımlamış; sonraki yıllarda yeni baskıları yapılmıştır. Pardoe’nun, sempatisini kazandığı Sultan Abdülmecid’e ithaf ettiği “The Beauties of the Bosphorus”, gravürlü yapıtların bir şaheseri olarak 1839’da yayımlanmıştır. Bu yapıtların, o sırada ortaya çıkan Oryanta‐ lizm akımının, Türkiye’ye ve özellikle İstanbul’a yönelmesini sağladığı bilinir. Mimar ve ressam Thomas Allom’un 1834‐1836 yıllarında İstan‐ bul’daki gravür çalışmalarını da içeren “Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor”u 1838’de Londra’da yayımlanmış‐ tır, Allom’un, gerek bu yapıttaki resimleri, gerekse C. Pelle’nin “Constan‐ tinople Ancienne et Moderne” adlı yapıt için çizdiği sokaklar, surlar, camiler, sebiller, avlular, kiliseler, saraylar, meddah, kahvehaneler konu‐ lu resimleri, İstanbul’un tarihi kimliğini o dönemin romantik anlayışıyla yansıtmaktadır.33 1. 2. 4. 2. Türk Edebiyatında Gezi Yazıları Daha önce belirtildiği gibi, Osmanlı klasik döneminin iki önemli gezi eseri Seydi Ali Reis’in “Mirat‐ül Memâlik” Ülkelerin Aynası‐15. Yüzyıl ile Evliya Çelebi’nin 1611‐1685 “Seyahatname”sidir. Bunların yanı sıra Türk edebiyatında gezi türündeki yazıların ilk örnekleri, herhangi bir görevle çeşitli ülkelere gönderilen memurlar ya da bazı gezginler tarafından verilmiştir. Örneğin, Türkler tarafından yazılan ilk gezi türündeki yazı, Hoca Gıyasüddin Nakkaş tarafından kaleme alınan “Acaib‐ül Letaif” Güzel Sözlerin Tuhaflığı adlı yapıttır. Farsça yazılmış eserde, Timur’un oğlu Şahruh’un 1377‐1447 , Çin hakanına gönderdiği heyette bulunan yaza‐ rın izlenimleri yer almıştır. Bu arada eski Türk edebiyatında, bugünkü anlamda gezi türüne girmese de, birçok yönüyle ilk örnek sayılabilecek bazı eserler vardır. 33

İstanbul’un Tarihi Kimliği, Büyükşehir Belediyesi Yayını, İstanbul: 2004, ss. 59‐60.


24

Piri Reis, 223 haritanın yer aldığı “Kitab‐ı Bahriye” Denizcilik Kitabı‐16. Yüzyıl adlı eserinde, Akdeniz kıyı ve limanlarına ilişkin ayrıntılı bilgiler verir. Kitapta ayrıca, denizlerdeki rüzgar çeşitlerinin ve fırtınaların da bir dökümü yapılmıştır.34 Katip Çelebi tarafından yazılan “Cihannüma” Dünya Haritası‐17. Yüzyıl , bir coğrafya kitabı olmasına karşın, yer yer gezi türüne yaklaşan bölümleriyle bu alanda yazılmış eserler arasında sayılabilir.35 Ayrıca, Trabzonlu Mehmet Aşık’ın “Menazır‐ül‐Avalim” Alemlerin Manzaraları‐16. Yüzyıl , Nabi’nin “Tuhfet‐ül Harameyn” Kutsal Mekke ve Medine Armağanı‐17. Yüzyıl , İzzet Molla’nın “Mihnet Keşan” Eziyet Çeken‐18. Yüzyıl adlı eserleri, Tanzimat öncesi dönemde, gezi türünde yazılmış eserlerdir. Öte yandan, 17. Yüzyıl’da hac yolculuklarını anlatan bazı gezi ki‐ taplarıyla Avrupa ve Yakın Doğu ülkelerine gönderilen elçilerin yazdık‐ ları “sefaretname”ler de, birer gezi eseri sayılır. Gezi türünün özellikle‐ rini en belirgin biçimde taşıyanlar arasında, İlk Osmanlı Sefiri 28 Çelebi Mehmet Efendi’nin 17. Yüzyıl “Fransa Sefaretnamesi” gelmektedir.36

Röportaj ‐ Gezi Yazısı Farkı Röportajın atasının, gezi yazıları olduğu iddia edilmektedir. Ko‐ nuyla ilgili çalışmalarda, araştırmacılar, meydana gelen ilginç olayları okuyuculara aktaracak “dünya gezgini” ya da “devr‐i alem seyyahı”nın şu özelliklere sahip olması gerektiğini de ileri sürmektedirler: “Olayın en yakınına giderek tüm bilgileri derleyen, meraklı, göz‐ lemci, özellikle algılama duyusu gelişmiş, düşünerek davranan, gördü‐ ğünü, işittiğini, hissettiğini aktarma becerisini rahat bir biçimde kulla‐ nan, samimi, kalemi güçlü ve renkli, kelime haznesi zengin, betimleme yeteneği gelişmiş, yumuşak, öğretici ve canlı bir üsluba sahip, tarafsızlığı ilke edinirken öznel değerlendirmelerden de kaçınmayan…” Yine araştırmacılara göre, yukarıdaki niteliklere sahip ustalar ta‐ rafından kaleme alınacak röportajlar ise, ‘gezi yazılarına oranla yalnızca gözlemlerin ürünü değil; araştırmaların, soruşturmaların ve görüşmele‐ rin sonucu yalın ve özgün biçim verilmiş, evrensel anlama ulaşmak için de iyice irdelenmiş, tanıklık belgeleri’ olarak düşünülmelidir.

34

Temel Britannica, Cilt: 14. 100 Meşhur Türk Ansiklopedisi, Nebioğlu Yayınevi, İstanbul: tarihsiz, s. 64. 36 Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt: 24. 35


25

Bu çerçevede röportaj yazmak: Gerçekleşen eylemin özüne ulaşa‐ rak, olay yerinde bulunamayan okurun gözü kulağı olmak; gözlemci ve olay tanığı gibi davranarak görüleni, yaşananı, farkına varılanı, hissedi‐ leni ve işitileni, abartmadan, kişisel değerlendirmelerle yoğurarak ama yozlaştırmadan, yorumlar katmadan, yandaş ya da karşıt olmadan, nes‐ nel bir biçimde betimleyerek aktarmaktır. “Atlas” Henüz çocuk yaşta gezmeyi kafasına koymuş olan ve kendi deyi‐ miyle “O yıllarda boyumun yettiği her yere giderdim.” diyen Mehmet Yaşin, bu tutkusunu önce gazetecilikte aramış, daha sonra da Türki‐ ye’nin önemli gezi dergilerinden Atlas dergisini çıkarmıştı. Hayatın keyifli yanlarını hem iş edinen, hem yaşayan, hem de anla‐ tan bir hayat tarzına sahip olan Yaşin, gazete ve dergi satırlarına sığdı‐ ramadığı güzelliklere kitaplarında yer açıyor. Daha önce “Uzakname” adlı gezi kitabında, yabancı ülkelerde gezip gördüklerini anlatan Yaşin, şimdi de yeni kitabı “Yakınname” ile belki de hepimizin bildiği yerlere farklı bir bakış açısı getiriyor. Kitabında şehirlerin eski hallerine de yer veren Yaşin, gelişimi ya da gerilemeyi görmemizi de sağlıyor. Yaşin’le Doğan Kitap tarafından yayımlanan Yakınname’yi ve gezi kültürünü konuştuk. ‐ Gezmeyi çok seviyorsunuz ve aynı zamanda Atlas Dergisi’nin fi‐ kir babasısınız, bu sevgi nasıl gelişti? ‐ Bu sevgi bende ilkokul çağlarından beri var. O zamanlar yaşım ve boyum kadar gezebiliyordum. Yani, Ortaköy’de oturduğum için, Arna‐ vutköy’e ya da Beşiktaş’a yaptığım geziler o zaman en maceralı olanla‐ rıydı. Büyüdükçe ve cesaretim arttıkça mekanlar da değişti. 18 yaşından sonra kendimi gazetelerin yer aldığı Cağaloğlu’nun içinde buldum. O zamandan beri de gazeteciliğe devam ediyorum. Gazetecilikteki yıllarım ilerledikçe bütün gezi fırsatlarını değerlendirmeye başladım. En uzun ve zor iki yolculuğumu Cumhuriyet gazetesindeyken yapmıştım. Bir keresinde kış günü TlR’a binip İstanbul’dan Kopenhag’a git‐ miştim. Yolculuk aradaki beklemelerle birlikte 14 gün sürmüştü. Bir de, İstanbul’dan bindiğim küçük bir şileple Somali’ye gitmiştim. Kızılay Eti‐ yopya’daki açlara yemek göndermişti. Ben de onlara katılmıştım. Buralarda sadece gazete haberi için değil, kendim için de sürekli yanımda taşıdığım, onlarsız gezemediğim defterlerime notlar alıyordum. ‐ Atlas Dergisi fikri de sizin gezi bahanelerinizin içinde miydi?


26

‐ Türkiye’de National Geographic gibi bir dergi olmamasını haz‐ medemiyordum. 1990’ların başında kafamda böyle bir dergi çıkarma fikri doğdu. Ama tabii ki kafamın daha arkasında, kendimi gezdirecek bir mecra edinme fikri yatıyordu. Böylece Atlas dergisini yarattık. Adı ve onun etrafındaki mavilik benim fikrimdi. Yeri geldi sayfalarını çizdim; yeri geldi fotoğraflarını çektim. Ve bugün Türkiye’nin kıvanç veren bir dergisi olduğunu düşünüyorum. Birçok genç arkadaş beni kıskandıkla‐ rını söyleyen e‐mailler atıyorlar. Ama tabii insanın bazı olanakları da kendisinin yaratması ve biraz da şanslı olması gerekiyor. Benim şansım gazeteci olmamdan kaynaklanıyordu. Atlas dergisiyle Türkiye’de farklı bir gezgin tipi yarattığımı düşü‐ nüyorum. İnsanlar artık sadece plajlarda yatıp, akşamları sabahlara ka‐ dar içki içmek yerine, tarihi yerleri ya da manzaraları seyretmeyi de öğrendiler. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü beyin, güneş ve alkolle değil, şaşırarak dinlenir. Belki de çok gezdiğim için, beni şaşırtmayan adreslere gitmeme kararı aldım. Örneğin Avrupa’ya önemli bir bahane olmadığı sürece gitmek istemiyorum. Çünkü artık hepsi bir‐ birine benzemeye başladı. Gittiğinizde sizi bir sürpriz beklemiyor. ‐ Yolculuk öncesinde ne tür hazırlıklar yapıyorsunuz? ‐ Gezilere gitmeden önce, kaynak kitaplardan gideceğim yeri sıkı sıkıya çalışırım. Notlarımı alırım. Hedefe vardığımda nereye nasıl baka‐ cağımı bilirim. ‐ Nedir sizin kaynak kitaplarınız? ‐ İbni Battuta’nın ve Evliya Çelebi’nin Seyahatname’leri, Amasyalı Strabon’un Coğrafya’sı, Bilge Umar’ın kitapları ve Yurt Ansiklopedisi kaynaklarım arasında yer alır. Bir yere giderken mutlaka bunları okur, oranın araştırmasını yaparım. Eğer bilmeden giderseniz, atlayacağınız şeyler olabilir. Hep sorulan soru şudur: “Çok gezen mi, çok okuyan mı bilir?” Aslında klasik bir sorudur ama bence ikisi birden yapılmazsa iş zorlaşır. Körü körüne okumak ve gezmek olmuyor. Gezmek keyifli de, onu yazmak en zahmetli iştir. Düşünün; binlerce yıl öncesine dayanan onlar‐ ca medeniyetin yaşamış olduğu Mardin’e gidip döndükten sonra, böyle bir kenti gazete kupürlerinde yer alacak birkaç cümleye sığdırmak ger‐ çekten işin en zor kısmı. Onun için kitaplarımda, gazetede çıkanların dışında bilgi içeren yazılar ağırlıklı. Çünkü beni sınırlayan bir sayfa sayı‐ sı yoktu. ‐ Yıllardır geziyorsunuz, tarzınızda farklılıklar oldu mu?


27

‐ Gençliğimde, bildiğim yöreleri keşfetmeye yönelik geziler yapar‐ dım. Yani bir kanyon geçişi, bir dağ tırmanışı gibi. Artık daha çok kaybo‐ lan tatların peşindeyim. Gittiğim yerin ünlü bir yemeğini ya da yiyecek maddesini ön plana çıkarmaya çalışıyorum. Çünkü insanların oralara gidip sadece tarihi eserleri, sokakları, manzaraları görerek bir kenti an‐ layamayacağını düşünüyorum. O kenti anlamak için yemeğini de bilmek lazım. Çünkü yemek, ya‐ şam hakkında en çok ipucu veren öğelerden biridir. Örneğin; Çatalhö‐ yük’teki yaşamın sırrı, orada bulunan yemek kaplarının içindeki artıkla‐ rın incelenmesiyle çözüldü. Tarımla mı, hayvancılıkla mı uğraşıldığı, yerleşik mi yoksa göçebe mi oldukları hep böyle anlaşıldı. Bunun için yemek, bölgeyle ilgili çok fazla ipucu verir. Ayrıca da hepsi çok lezzetli. ‐ Kaynak kitaplarınızda ne ararsınız, bir gezi kitabı nasıl olmalı? ‐ Benim kaynak kitaplarımın çoğunluğundan, geçmiş döneme ait bilgiler edinirim. Orada kimlerin yaşadığını, kültürlerin ne olduğunu, neler yetiştirildiğini, evlerinin nasıl olduğunu öğrenirim. Yaşadığımız dönemi kendim incelediğim için, kaynak kitaplarımı daha çok geçmişi anlatanlar arasından seçiyorum. Ben tamamen kendi sübjektif görüşle‐ rimi, o anda kokladığım havayı, tattığım tadı, gördüğüm sokakları, evleri ve insanları yazıyorum. Kıyaslama yapabilmek için öncesini de bilmem gerekiyor. ‐ Ne tür kıyaslamalar bunlar? ‐ Benim hayretle izlediğim şey, o yerin geçmişiyle bugününü kı‐ yasladığım zaman maalesef geriye doğru gittiğimiz. Mesela: Zamanında Bergama’da dünyanın en büyük kitaplığı varmış. Ama şimdi Bergama’da kitaplıktan vazgeçin, kitapçı bile bulunamıyor. Bir de taşrada gezerken yerleşim yerlerinde özensizlik görüyo‐ rum. Evler derme çatma yapılmış; sadece dört tarafı kimse görmesin diye çevrilmiş, bir de yağmur girmesin diye dam konulmuş. Lüks evler yapmaya gerek yok, sadece biraz daha estetik olsaydı, diye üzülüyorum. Örneğin: Ankara Beypazarı’nda halkla el ele verilerek tüm evler kurta‐ rıldı. Mudurnu ve Göynük’te de bu bilinç başladı. Bir diğer konu da yemekle ilgili. Yurt dışındaki en küçük köye bile gittiğiniz zaman o yöreye ait yemekleri yapan minik bir restorana rast‐ layabiliyorsunuz. Ama Türkiye’deki köylere gidildiğinde, aç kaldığınız zamanlar bile oluyor. Örneğin: Türkiye’deki iyi aşçıların yetiştiği Mengen’e gidildiğinde, aşçı bana: “İzmir Köfte var. Yerel yemekler evlerde pişer.” dedi ve çok


28

şaşırdım. Adamlar da haklı çünkü talep yok. Oysaki bizim mutfağımız çok zengin, değerlendirilmesi gerekir ‐ Tek başınıza yolculuk ediyorsunuz, sıkıcı ya da zor olmuyor mu? ‐ Ben yoldayken yalnız olmayı seviyorum. Yanıma dinlemek için, gideceğim yöreye ait türküler alıyorum. Ayrıca hem Türkiye hem de yurtdışındaki gezilerimde en sevdiğim şey, gideceğim yeri anlatan ro‐ manı orada okumaktır. Mesela, İzlandalı Balıkçı’yı İzlanda’da bir koyda, Çölde Çay’ı Tunus, Cezayir ve Fas’taki çöllerde okudum. Bu apayrı bir zevkti. Bunu yapma‐ ya devam ediyorum. Kitaplarımı, gideceğim yerlere göre de, okumak için bekletiyorum. Bunun dışında gördüğüm manzaralarla konuşma alışkanlığım da var. Örneğin: Çoruh Nehri’yle yarış ederken onun hızına kızarak ilerliyo‐ rum. Teybimde çalan türkülerime eşlik ediyorum. Direksiyonum darbu‐ ka oluyor. Diğer aksesuarları da farklı enstrümanlar yerine kullanıyo‐ rum. Bu hem uykumun gelmesini engelliyor; hem de yalnızlığımı unut‐ turuyor. ‐ Nemrut Dağı’ndan 1400’lü yıllara ait taşlar toplamışsınız ve “Anı‐ lar müzemin en eski parçaları olacak.”’ demişsiniz. Evinizde böyle bir müze var mı? ‐ Evet, evde uzun bir rafım var. Her gittiğim yerden taş, kum, tuz gibi kıymetsiz, küçüklü büyüklü malzemeleri toplarım. Bunlar benim anı köşemi oluşturur. Üzerlerine küçük notlar da koyarım ve onlara baktık‐ ça birden oralara giderim. Evde onlara bakıp da vakit geçirdiğim zaman‐ lar çok olmuştur. ‐ Kitabınızda gezilerinizden önce hayaller kurduğunuzu söylüyor‐ sunuz. Sizi hayal kırıklığına uğratan yerler oldu mu? ‐ Daha önce gitmediğim bir yere doğru yola çıkarken, her ne kadar orayla ilgili bilgileri okumuş olsam da, kafamda başka türlü görüntüler oluşuyor. Mesela, bir keresinde Trakya’dan ara yollardan Çanakkale’ye, İda Dağı’na, doğru gitmiştim. Ara yollarda çok güzel kasabalardan geçe‐ ceğim, oralarda su kenarlarında oturup çok güzel yemekler yiyeceğim; gibi hayaller kurup kafamda bir resim çizmiştim. Gittiğimde darmadağın bir yapılaşma görmüş ve hayal kırıklığına uğramıştım. Ama tabii ki, bunun tam tersinin olduğu zamanlar da oldu. Örneğin, Eğirdir Gölü’ne giderken sadece bir göl göreceğim, diye dü‐ şünmüştüm. Karşılaştığım manzara gerçekten harikaydı. Suyunda mavi‐


29

nin yedi ayrı tonunu barındırıyordu. Bir başka cennette olduğumu his‐ settim. ‐ Türkiye’de çok fazla şaşırtacak malzeme olduğunu mu düşünü‐ yorsunuz? ‐ Aslında bir Türk olarak gezmek çok zor. Mesela Somali’ye gitti‐ ğimde bir sokak pazarında kadınlar sebze‐meyve satıyorlardı. Ben sade‐ ce birkaç kare fotoğraf çektim. Ama yanımdaki Kuzey Amerikalı gazeteci neredeyse beş tane film bitirdi. Baktığım zaman, bu manzarada ilginç bir şey olmadığını, aynısının ülkemizde de olduğunu düşünüyorum. Oysa ki bir Amerikalı için bu çok ilginç. Tarih, fakirlik, zenginlik, yemek kültürü, güzellik... Bizde hepsin‐ den fazlasıyla olduğu için Türk insanı dünyayı gezerken çok fazla şaşı‐ ramıyor. ‐ “Yakınname”nin hazırlanması ne kadar sürdü? ‐ Yaklaşık üç yılda hazırlandı bu kitap. “Guide” türü bir kitap olma‐ sını istemediğim için fotoğraf kullanmadım. Biraz edebiyat tadı olsun istedim. Tüm hissettiklerim olsun istedim; insanlara didaktik bir şekilde anlatarak öğretmek istemedim. ‐ Farklı gezi turlarından oluşan kitabınızda sizin favoriniz hangi bölüm? ‐ Kitabın “Anadolu’da Gezgin Olma” adlı ilk bölümünde yaptığım 4 bin 500 km.’lik tur anlatılıyor. İstanbul’dan başlayıp Karadeniz sahilini Batum’a kadar gezip, oradan Erzurum, Van Gölü, Malatya ve Konya’dan tekrar İstanbul’a döndüm. Dört nala bir Anadolu oldu bu yolculuk. Deniz İnceoğlu. Hürriyet Pazar Keyif, 28 Mayıs 2006.

1. 2. 4. 3. Tanzimat Sonrası Gelişmeler Birinci Meşrutiyet’ten 1876 ve özellikle de İkinci Meşrutiyet’ten 1908 sonra, gezi türünden eserlerin sayısında önemli bir gelişme gö‐ rülmektedir. Bunda, okur sayısındaki artışının yanı sıra başta Fransızca olmak üzere yabancı dillerde yazılmış gezi kitaplarının, Türkçe’ye çev‐ rilmesinin de etkisi büyük olmuştur. Bu dönemin önemli eserlerinden bazıları şunlardır: Seyyah Mehmet Emin “İstanbul’dan Asya‐yı Vusta’ya Seyahat” İs‐ tanbul’dan Orta Asya’ya Yolculuk‐1878 , Ahmet Mithat Efendi “Avru‐ pa’da Bir Cevelan” Avrupa’da Bir Gezinti‐1890 , Ali Bey “Seyahat Jurna‐ li” Gezi Günlüğü‐1896 , Ahmet İhsan “Avrupa’da Neler Gördüm”


30

1891 , Süleyman Şükrü Bey “Seyahât‐ül Kübra” Büyük Gezi‐1907 , Cenap Şahabeddin “Hac Yolunda” 1909 , “Afak‐ı Irak” Irak Ufukları‐ 1917 , “Avrupa Mektupları” 1919 , Ahmet Şerif “Anadolu’da Tanin” Anadolu’da Çınlama‐1932 .

1. 3. Cumhuriyet Dönemi Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında, gezi yazılarında, Falih Rıfkı Atay ile Ahmet Haşim gibi isimler ön plana çıkmıştır. 1. 3. 1. Ahmet Haşim 1885‐1933 Türk edebiyatına gezi yazılarıyla damgasını vurmuş yazarlardan biri de Ahmet Haşim’dir. Gezi türünün başarılı örneklerini veren Ahmet Haşim, söyleşi türüyle benzeşen gezi notlarının bir bölümünü “Bize Gö‐ re” 1928 , “Gurabahane‐i Lâklakan” Leylekler Bakımevi‐1928 isimli kitaplarda toplamıştır. 37 Ahmet Haşim’in gezi türünde en önemli eseri ise 1933 tarihinde yayımladığı “Frankfurt Seyahatnamesi” adlı yapıtıdır. Yazarın 1930’ların Almanyası’nı ve Türkiyesi’ni karşılaştırdığı, Alman uygarlığı ve toplum yapısını sade bir dille okuyucuyla sohbet edercesine anlattığı kitap, Türk edebiyatının en seçkin eserleri arasında yer almıştır. 1. 3. 2. Falih Rıfkı Atay 1894‐1971 Gezi türünde yapıtlar vermiş yazarlar arasında, Falih Rıfkı Atay çok özel bir yere sahiptir. Kitaplarında, içinde yaşadığı ortamın kendisi‐ ne sunduğu fırsatları çok iyi değerlendirmiştir. Atay’ın, Atatürk’ün yakınında yaşamış olmanın ayrıcalıklarını ge‐ reğince değerlendiren anılar birikimi, gezip gördüğü yerleri ve sorunları ana hatlarıyla yansıtabilme özelliği, gezi kitaplarına zenginlik ve farklılık getirmiştir. Falih Rıfkı Atay’ın gezi yazılarını derlediği kitapları şunlardır: “Faşist Roma” 1930 , “Kemalist Tiran” 1930 , “Kaybolmuş Ma‐ kedonya” 1930 , “Deniz Aşırı” Brezilya‐1931 , “Yeni Rusya” 1931 , “Moskova‐Roma” 1932 , “Bizim Akdeniz” 1934 , “Taymis Kıyıları” 1934 , “Tuna Kıyıları” 1938 , “Hind” 1944 , “Yolcu Defteri” Amerika Notları‐1946 , “Gezerek Gördüklerim” Eserlerinden Seçmeler, 1970 .38 37 38

Temel Britannica, Cilt: 1. Temel Britannica, Cilt: 2.


31

1. 3. 3. Öteki Yazarlar Cumhuriyet dönemi ve sonrası gezi yazısı, röportaj ve söyleşi tü‐ ründe eser veren yazarlardan bazıları şunlardır: Sadri Ertem “Bir Vagon Penceresinden” 1934 ; Faik Sabri Duran “İstanbul’dan Londra’ya Şileple Yolculuk” 1934 ve “Akdeniz’de Bir Yaz Gezintisi” 1938 ; Reşat Nuri Güntekin “Anadolu Notları” 1936 ; Hik‐ met Feridun Es “Aşk Tamtamları” 1953 ; Bedri Rahmi Eyüboğlu “Ca‐ nım Anadolu” 1953 ; Bedii Faik Akın “Sam Amcanın Evinde” 1954 ve “Bir Garip Ada” 1957 ; Fikret Otyam “Ha Bu Diyar” 1955 , “Doğu’dan Gezi Notları” 1960 , “Bir Karış Toprak İçin” 1964 , “Gide Gide‐10” 1969 , “Kara Sevdam Anadolum” 1976 ; Yaşar Kemal “Çukurova Yana Yana” 1955 , “Peri Bacaları” 1957 , “Bu Diyar Baştan Başa” 1971 , “Bir Bulut Kaynıyor” 1974 ; Hikmet Birand “Anadolu Manzaraları” 1957 ; Azra Erhat “Mavi Anadolu” 1960 ve “Mavi Yolculuk” 1962 ; Burhan Arpad “Gezi Günlüğü” 1962 ve “Avusturya Günlüğü” 1963 ; Tahir Kutsi “İç Göç” 1964 ; Halil Aytekin “Doğu’da Kıtlık Vardı” 1965 ; Yılmaz Çetiner “Bilinmeyen Arnavutluk” 1966 , “Şu Bizim Rumeli” 1967 , “Bir Yudum Çay İçin” 1968 , “Mao’ya Tapanlar” 1969 ; Abdi İpekçi “Liderler Diyor ki” 1969 ; Nevzat Üstün “Almanya Beyleri İle Portekiz’in Bahçeleri” 1975 ; Yaşar Nabi Nayır “Edebiyatçılarımız Ko‐ nuşuyor” 1976 ; Haldun Taner “Düşsem Yollara Yollara” 1979 ; Aydın Boysan “Dostluk‐Mizah Söyleşileri” 1989 , “Fısıltı‐Mizah Söyleşileri” 1989 , “Aldanmak‐Mizah Söyleşileri” 1989 , “Oldu Mu Ya!‐Mizah Söy‐ leşileri” 1990 , “Dünya’yı Severek 1‐Dünyadan Gezi Yazıları” 1991 , “Dünya’yı Severek 2‐Dünyadan Gezi Yazıları” 1992 , “Yollarda” 1997 , “Uzaklardan” 2003 , “Felekten Bir Gün” 2003 , “İstanbul’un Kuytu Köşeleri” 2003 , “Nereye Gitti İstanbul?” 2004 , “Ne Güzel Günlermiş!” 2005 ; Nuriye Akman “Üzümünü Ye Bağını Sor” 1997 ; Doğan Hızlan “Söyleşiler” 1997 ; Mehmet Gündem “Mehmet S. Aydın İle İçe Kritik Bakış” 1999 , “Fethullah Gülen’le 11 Gün” 2005 ; Feridun Andaç “Ya‐ zıya Adanmış Bir Ömrün Tanıklığında” Necati Cumalı ile söyleşi 2000 , “Adalet Ağaoğlu Kitabı” 2000 , “Türkan Şoray İle Yüz Yüze” 2000 , “Söz Uçar Yazı Kalır‐1” 2001 , “Söz Uçar Yazı Kalır‐2” 2002 , “Yaşar Kemal’in Sözlerinde Yaşamak” 2003 , “Sözcüklerin Diliyle Ko‐ nuşmak‐ Tahsin Yücel ile Yüz Yüze” 2003 , “Edebiyatımızın Kadınları” 2004 , “Erhan Bener’in Dünyasına Yolculuk” 2004 , “Yazarın Kitabı” 2004 ; Eyüp Can “Zamansız Sözler‐Söyleşiler” 2000 ; Bekir Yıldız “Harran” 2000 , “Röportajlar” 2006 ; Mehmet Yaşin “Kozmopoetika Yazılar, Söyleşiler, Değiniler 1978‐2001” 2002 , Uzakname 2004 , Yakınname 2006 ; Ahmet Tulgar “Mahallede Herkes Kahramandır”


32

2004 ; Can Dündar “Yıldızlar” 2004 ; Hızır Tüzel “Dalga Gibi Geçiyo‐ rum” 2004 ; Emin Çölaşan “Unutulmayan Söyleşiler, Tarihe Düşülen Notlar” 2006 ; Halit Kıvanç “Ağlama Palyaço Makyajın Bozulur / Müj‐ dat Gezen Kitabı” 2006 . 1. 3. 4. Röportaj Dalında Ödül Alan Gazeteciler 1960‐2005 Öte yandan, 1960 yılından günümüze kadar Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden, “Röportaj Dalı”nda ödül alan yazarlar şunlardır: Necmi Onur “Mezarlarında Yaşayanlar” 1963 , “Telsiz Duvaksız Anadolu” 1967 , “Kanlı Kerbela” 1968 , “Unuttuğumuz Doğu” 1980 ; Aziz Nesin “Duyduk Duymadık Demeyin” 1976 , “Dünya Kazan Ben Kepçe” 1977 ; Mete Akyol “Düzenzedeler” 1977 , “Hem Yaşadım Hem De Yazdım” 1993 , “Aynen Naklen” 1994 ; Celalettin Çetin “Bir Gaze‐ tecinin Not Defteri” 1980 ; Nail Güreli “İnsanıyla Sazıyla Sözüyle Yöre Yöre” 1982 ; Zeynep Oral “Konuşa Konuşa” 1983 , “Katmandu’dan Meksika’ya” 1985 , “Kara Sevda” 1988 , “Sözden Söze” 1990 , “Uzak Doğu’m” 2000 ; Uğur Mumcu “Aybar İle Söyleşi Sosyalizm ve Bağımsız‐ lık” 1986 ; Ertuğrul Özkök “Elveda Başkaldırı” 1987 ; Yalçın Peşken “Nevşehir’den Newyork’a” 1988 ; Yalçın Doğan “Fenerbahçe Cumhuri‐ yeti” 1989 ; Halit Çapın “Benim Akşam Sefalarım” 1990 ; Refik Durbaş “Ahmet Arif Anlatıyor: Kalbim Dinamit Kuyusu” 1990 ; Osman Balcıgil “Latin Amerika’nın Atar Damarları” 1990 ; Emin Çölaşan “Bir Dönemin Yazıları 1988‐1989” 1990 ; Aydın Engin “Ben Franfurt’ta Şoförken” 1991 , “Tangodan Taliban’a” 2002 , “Halit Kıvanç Kitabı‐Bir Koltukta Kaç Karpuz” 2003 ; Tarık Dursun K. “Gavur İzmir Güzel İzmir” 1994 ; Mehmet Ali Birand “12 Mart/İhtilalin Pençesinde Demokrasi” 1995 , “32. Gün” 1999 , “20 Yılın Perde Arkası 32. Gün” 2005 , “Türkiye’nin Büyük Avrupa Kavgası 1954‐2004” 2005 ; Savaş Ay “Göz Tanığı” 1995 , “Çamur Şevket’in Torunu” 2003 ; Orhan Erinç “Bir Arpa Boyu” 1996 , “Pazartesi Yazıları Şu Bizim Enayi Defteri” 1999 ; Füsun Özbil‐ gen “Sana Tütün ve Tespih Yolluyorum” Semiha Berksoy’un Anıları, Nazım Hikmet ve Fikret Mualla ile Mektuplaşmaları 1997 ; Emin Ka‐ raca “Eski Tüfeklerin Sonbaharı” 1999 , “Plazaların Efendisi Aydın Do‐ ğan” 2003 , “Kaybolan Babıali’nin Ardından” 2004 ; Tanju Cılızoğlu “Anılarla Kamil Kırıkoğlu” 2000 ; Zehra Güngör “Yasak Ülke Dalai Lama ile Tibet’te” 2000 ; Kenan Akın “Milli Nizam’dan 28 Şubat’a Olay Adam Erbakan” 2000 , “Filistin Dramı ve Yaser Arafat” 2002 ; Nebil Özgen‐ türk “Ara Güler/Bir Yudum İnsan” 2000 , “Bir Yudum İnsan Yolculuk‐ ları” 2004 ; Nilgün Cerrahoğlu “Annem Batıya Gidin Dedi” 2001 ; El‐


33

van Feyzioğlu “Vali Recep Yazıcıoğlu Uçan Kuşlar Gülümser” 2001 ; Derya Sazak “11 Eylül Gölgesinde Saddam/Kuveyt İşgalinden Usame Bin Ladin Saldırısına Körfez Savaşı” 2002 ; Aydın Candabak “İncir Çekirde‐ ği” 2002 ; Hikmet Çetinkaya “İrticanın Kara Yüzü” 2002 , “ABD’nin Kürt Kozu ve Bağdat’ın Çocukları” 2003 , “Çağımızın Üç Tanığı” 2004 ; Deniz Som “Dere Tepe Anadolu” 2002 , “Yedi Tepe İstanbul” 2003 , “Geze Geze İstanbul Herhangi Bir Yerde” 2004 , “Tepe Tepe İstanbul” 2005 , “Gide Gele Anadolu” 2005 ; Saygı Öztürk “Devletin Derinlikle‐ rinde...” 2002 , “Kasadaki Dosyalar” 2003 , “5‐6‐2 Tamam Reis... Kırcı, Ağca ve Bir Dönemin Cinayetleri” 2003 , “Madalyalı Mahkum” 2004 , “Kırmızı Klasör” 2005 , “Aynadaki Reis / Sedat Peker’in Sıradışı Yaşa‐ mı” 2006 ; Erol Gönenç “Milenyum Aydınları” 2003 ; Emel Armutçu “Acele Vesikalık Yaşamın Siyah‐Beyaz Kareleri” 2003 ; Azer Bortaçina “Kültürün Gerçek Tanığı Güneydoğu Anadolu” 2003 , “Doğu Anadolu: Cömert Toprakların Masalı” 2005 ; Nuriye Akman “Başka Sorum Yok” 2004 , “Gurbette Fethullah Gülen” 2004 ; Doğan Katırcıoğlu “Keriz‐ name Enayi Defteri” 2005 ; Önay Yılmaz “Nazilerle Beş Yıl” 2005 ; Yavuz Donat “Cumhuriyetin Kara Kutusu Süleyman Demirel Anlatıyor” 2005 .39

Yaşar Kemal Türk gazeteciliği ve edebiyatında, “Röportaj Dalının Piri” sayılan Yaşar Kemal, 1923 yılında Adana’nın Osmaniye İlçesi’ne bağlı Hemite Köyü’nde doğdu. Asıl adı Kemal Sadık Göğceli’dir. Henüz ortaokul sırala‐ rındayken halk yazınına duyduğu ilgi, onu folklor derlemeleri yapmaya yöneltti. O dönemde şiirleri, Adana Halkevi’nin yayını olan “Görüşler Dergisi” nde yayımlandı. Ortaokulun son sınıfındayken okulu bırakmak zorunda kalarak ır‐ gatlık, amele başılık, pirinç tarlalarında su bekçiliği, arzuhalcilik, öğret‐ menlik, kütüphane memurluğu gibi işlerde çalıştı. Bu arada “Ülke”, “Ko‐ van”, “Millet”, “Beşpınar” dergilerinde şiirleri yayımlandı. 1951 yılında İstanbul’a yerleşerek, “Cumhuriyet Gazetesi”nde fıkra ile röportaj yazar‐ lığı yapmaya başladı. “Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün” başlıklı röportajıyla, Gazeteciler Cemiyeti Özel Başarı Armağanı’nı kazandı. O yıllarda öyküleriyle de ilgi çeken yazarın, 1952 yılında “Sarı Sı‐ cak” adlı öykü kitabı yayımlandı. İlk romanı “İnce Memed” 1955 yılında çıktı. 1955‐1984 yılları arasında öykü, roman, röportaj ile makalelerin‐ den oluşan 33 kitabı yayımlandı. 39

TGC Genel Sekreteri Turgay Olcayto ile Görüşme, 04.08.2006.


34

Yaşar Kemal, ilk romanı “İnce Memed” ile 1955 yılında Varlık Ro‐ man Armağanı’nı kazandı. 1974 yılında “Demirciler Çarşısı Cinayeti” adlı yapıtı, Madralı Roman Ödülü’nü aldı. “Yer Demir Gök Bakır” Fransa’da 1977 yılında, Edebiyat Eleştirmenleri Sendikası tarafından “Yılın En İyi Yabancı Romanı” seçildi. “Binboğalar Efsanesi”, 1979 yaz dönemi için Büyük Edebiyat Jürisi tarafından seçilen kitaplar arasında yer aldı. 1982 yılında uluslararası Del Duca Ödülü’ne layık görülen Yaşar Kemal, 1984 yılında Fransa’nın Légion D’Honneur Nişanı’nı aldı. Yapıtla‐ rında; Toroslar’ı, Çukurova’yı, Çukurova insanının acı yaşamını, ezilişini, sömürülüşünü, kan davasını, ağalık ile toprak sorununu, çarpıcı bir bi‐ çimde ortaya koyan yazarın eşsiz betimlemeleri, eserlerinin en önemli özelliğidir. Yaşar Kemal’in, 29 dilde yayımlanmış kitaplarıyla, dünya edebiyatında çok önemli bir yeri vardır. Sait Faik Akşam üstleri Tünel’den Taksim’e doğru sol kaldırımdan yürürse‐ niz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli, ama müthiş kederli, ‐ yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır‐ pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, bu Beyoğlu kalabalığı içinde bir hali vardır ki daha doğrusu her hali size bu koskocaman şehirde yalnız, yapyalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir? Orasını kimse de bilmez... Bazı adam vardır, insan yüzünde sırf hınç, kin okur. Bazısında gu‐ rur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık. Bu adamın üstünden, başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama, Kadıköy iskelesinin kane‐ pelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocuk‐ ları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız. Bu adam hikayeci Sait Faik’tir. Bir gün, aklımda kaldığına göre, bir pırıl pırıl cam gibi parlayan sonbahar sabahıydı, ona Kadıköy iskelesinin kanepelerinde rastladım. ‐ Ne var ne yok Sait? dedim. Hikaye yazmıyor musun? ‐ Yok, dedi, yaşıyorum. Hüzünlü, ılık, insan sevgisi dolu hikayelerini Sait yazmaz, yaşar. Sait bir dertli, kötülüklerden, aşağılıklardan, dünyalardaki cümle bayağı‐ lıklarından, kirden iğrenen bir adem oğludur. O daima iyiliği söylemiştir. Dünyaca ün almış Mark Twain Derneği’nin fahri üyeliğini aldığını duyunca, bu iş için Sait’in ne diyeceğini öğrenmek için aradım. O gün öğleden sonra İstiklal Caddesi’ndeki kaldırımdan gittim geldim. Sonra


35

Kadıköy iskelesine uğradım orada da yoktu. Sait anacığı ile birlikte Bur‐ gaz Adası’nda oturur, bindim vapura ikinci gün oraya gittim. Anası Sait’in aynı gün İstanbul’a indiğini söyledi. İstanbul’da, tarif ettiğim kal‐ dırımda ona rastladım. Gene dalgın, sinirliydi. Yüzünden düşen bin par‐ ça olur derler ya öyleydi. ‐ Bu iş için ne dersin? diyecektim korktum. Merhaba, dedim. ‐ Merhaba eyvallah, dedi. ‐ Ne var ne yok, dedim. ‐ İyilik, dedi. ‐ Mark Twain, dedim. ‐ Aldırma, dedi. ‐ Bak, dedim, Sait biliyorsun ki ben röportaj yaparım. ‐ Sonra? dedi. ‐ Söyle, dedim. Sait, beni kırmadı. Teşekkür ederim. Ben sual sor‐ madan o başladı. ‐ Bana, Mark Twain Cemiyeti fahri üyeliği verildi, dünya edebiya‐ tına ettiğim hizmetten ötürü. Birçokları gibi ben de şaşırdım. Dünya edebiyatına hizmet filan etmediğimi söylemeğe ne hacet. Bu, üyelik veri‐ lebilmesi için uydurulmuş nazik bir sebeptir sanırım. Ben aldım, dedim ki: Senden önce, bu cemiyetin ilk üyesi Ata‐ türk’müş. ‐ Biliyorum. Beni sevindiren de işte bu. Atatürk’ten sonra, benim üye olmam, benim için en büyük şereftir. Bir milletin yetiştirdiği en bü‐ yük çocuğu ile, o milletin kendi halinde bir küçük hikayecisinin Ameri‐ ka’da bir cemiyette buluşmaları küçük bir hikayeci için ne bulunmaz şerefli bir fırsattır. Demokrasi de zaten böyle olur. Eğer bu üyelikten memnunsam, bu yüzdendir. ‐ Politika... dedim. Sözümü ağzımda kodu: ‐ Karışmam. Peki seni bu cemiyete ne sebepten, hangi eserin için aza seçtiler? ‐ En büyük devlet adamlarının, başkanların ve başbakanların fahri veya asil üye oldukları bir cemiyete beni de seçmenin aslı nedir diye düşündüm, şunu buldum: Demek ki şimdiden sonra dünya çapındaki bir


36

hikayeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın dört bucağından kendi halinde hikayeciler de seçilecek. Türk hikayecilerini temsil ettiğim anlamına alınmasın sakın. Her hikaye yazan ve yayan Türk hikayecisi kendi şahsında bir dilin, hikayeci‐ liğini yaptığına göre, şahsıma Mark Twain Cemiyeti’nin gösterdiği ilgi ve sevgi daha çok Türk hikayeciliğindedir gibi geliyor bana. Ben de bu ilgi ve sevgiyi bütün değerli hikayeci arkadaşlarımla paylaşırım... Kabul ederlerse. Kendini bütün dünyaya tanıtmış, sevdirmiş, bir halk çocuğu olan hikayeci Mark Twain’i ananların içine Türk dilinin bir hikaye yazarını almayı düşünenlere de teşekkür ederim. ‐ Mark Twain için ne dersin? ‐ Sen de amma sual sorarsın ha. Ne derim? Mark Twain alay edermiş, güldürürmüş, kepaze edermiş, cemiyetteki sahte vakarları, petrol krallarını, pamuk prenseslerini, demir beylerini, çelik efendilerini sağlığında. Ölümünden sonra da bir Türk hikayecisi ile şakalaşmasın mı ? Eyvallah Mark Twain. ‐ Sonra güldü Sait. Daha soracağın? dedi. ‐ Eyvallah, dedim. Ayrıldık. O, bir sinemanın önünde kaldı. Yaşar Kemal. Cumhuriyet, 22 Mart 1953.

1. 4. Tanımlar Kimi ülkelerin gazete yazı türleri içinde, “röportaj” kavramına rastlanmamaktadır. Örneğin, dünyadaki basın kuram ve kavramlarına önemli katkılarda bulunan ABD’de, röportaj terimi kullanılmamaktadır. Bu ülkede röportaja yakın olarak, “special”, “feature”, “article” çerçeve‐ sinde özellikle “personal experience story” türü gösterilebilir.40 Fransızca “reporter” fiilinden türeyerek Türkçe’ye geçmiş röportaj reportage sözcüğü, modern gazetecilikte çekirdeğini tanıklıktan alan bir yazı türü olarak da görülebilir.41 Çeşitli kaynaklarda, röportaj sözcüğünün anlamı şöyle değerlendi‐ rilmektedir:

40 41

Güven, a. g. y. , s. 1. Önder Şenyapılı, “Çağdaş Gazetenin Önemli Yazı Türü: Röportaj”, İletişim, AİTİA Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu Yayını No: 5, Ankara: 1981/2, s. 176.


37

a Reporter: Fr. 1. Yerine götürmek, 2. Tutarı geçirmek, 3. Borsada bir alışverişin gününü uzatmak, Se reporter: Fr. 1.Geçmişi anıp yaşar gibi olmak, 2. Güvenip da‐ yanmak. Reportage: Fr. 1. Gazete için haber toplama, 2. Gazete için topla‐ nan haberler, 3. Bu haberleri anlatan yazı,42 4. Haber toplama,43 5. Rö‐ portaj44, 6. Olayın geçtiği yerde, gazetecinin derlediği yazılı, sesli, görün‐ tülü bilgilerin tümü,45 7. Bir röportajcının araştırma ve incelemelerinden sonra yazdığı gazete yazısı,46 8. Görüşüm.47 b Reporter: İng. kökenli, Fr. kullanımı 1. Her türden bilgi ve ha‐ ber toplayan gazeteci,48 2. Röportaj dalında uzmanlaşmış gazeteci,49 3. Muhabir.50 c Reporter: İng. Gazete habercisi.51 d Report: İng. 1. Rapor, 2. Gazete haberi, 3. Haber, 4. Bildiri, 5. Not karnesi, 6. Diploma. To report: İng. 1. Rapor vermek, 2. Yazmak, 3. Bildirmek, 4. An‐ latmak, 5. Söylemek. Reporter: İng. 1. Gazete muhabiri, 2. Muhabir, 3. Raportör.52 e Riportare: İt. 1. Geri götürmek, 2. Teslim etmek, 3. Yerine gö‐ türmek, 4. Yeniden götürmek, 5. Anlatmak, 6. Söylemek, 7. Yazmak, 8. Aktarmak, 9. Nakletmek, 10. Beraberinde getirmek.53 f Türk Dil Kurumu TDK tarafından yayımlanan “Türkçe Söz‐ lük”e bakıldığında, röportaj karşılığı olarak verilen tanımların, yıllar içinde değiştikleri gözlemlenmektedir. TDK’nin 1959 yılında yayımladığı “Türkçe Sözlük”te röportajın karşılığı şöyle verilmiştir:

Büyük Sözlük

Fransızca‐Türkçe , Milliyet Yayınları, İstanbul: 1990. Dictionnaire Universel Langenscheidt, Turc‐Français, Berlin und München: 1966. 44 Fransızca‐Türkçe, Türkçe‐Fransızca Büyük Sözlük, Bilge Yayınları, Ankara: 1999. 45 Le Petit Larousse Compact 2003, Larousse, Paris: 2002. 46 Dictionnaire Encyclopédique, Larousse, Paris: 1991. 47 Tahsin Saraç, Büyük Fransızca‐Türkçe Sözlük, Adam Yayınları, İstanbul: Ekim 2001. 48 Petit Larousse, Librairie Larousse, Paris: 1962. 49 Le Grand Robert de la Langue Française, Dictionnaires Le Robert, Paris: 2001. 50 Fransızca‐Türkçe, Türkçe‐Fransızca Büyük Sözlük. 51 Fransızca‐Türkçe Sözlük. 52 İngilizce‐Türkçe Sözlük. 53 Raffi Demiryan, İtalyanca‐Türkçe Sözlük, İnkılap Kitabevi, İstanbul: Mart 1993. 42

43


38

“Bir gazete yazarının, gördüklerini anlatan yazısı.”54 TDK tarafından 1981’de yayımlanan “Türkçe Sözlük”te röportajın karşılığı olarak şu cümleler yer almaktadır: “1. Bir gazete yazarının, gördüklerini anlatan yazısı. 2. Radyo ve TV habercisinin araştırma ve soruşturma sonucunda hazırlamış olduğu program.”55 TDK’nin 1992’de yayımladığı “Türkçe Sözlük”te röportajın aldığı son karşılık şöyledir: “1. Konusu bir soruşturma, araştırma olan gazete veya dergi yazı‐ sı. ‘Ben vaktiyle hayata İstanbul gazetelerine röportaj yapan bir genç olarak katılmıştım. H. Edip Adıvar.” “2. Radyo ve televizyon habercisinin araştırma ve soruşturma so‐ nucunda hazırlamış olduğu program, mülakat.” Röportajcı: Röportaj yazan ve yapan kimse. Röportajcılık: Röportajcının işi.56 g Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi ise şöyle bir tanım getirmiştir: “Bir gazete, radyo veya televizyon muhabirinin yaptığı araştırma ve soruşturma sonucunda hazırlamış olduğu yazı, program.”57 h Röportajın, başka bir “Türkçe Sözlük”teki tanımında şöyle de‐ nilmektedir: “1. Konusu bir soruşturma, araştırma olan gazete yazısı. 2. Radyo ve televizyon habercisinin araştırma ve soruşturma so‐ nucunda hazırlamış olduğu program.”58 i Basın Sözlüğü’nde ise, “Röportaj: Konusu bir soruşturma, araş‐ tırma olan gazete ya da dergi yazısı.” cümlesi yer almaktadır.59 j Bir başka tanıma göre: “Röportaj, herhangi bir konuyu işleyen ve soruşturma‐araştırma yöntemiyle hazırlanan gazete ya da dergi yazı‐

54

Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara: 1959. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara: 1981. 56 Türkçe Sözlük, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu , Milliyet Yayınları, İs‐ tanbul: 1992. 57 Meydan Larousse Ansiklopedisi, Cilt: 17, İstanbul: 1992. 58 Türkçe Sözlük, Dil Derneği , Tempo Dergisi Yayını, İstanbul: Kasım 1997. 59 Basın Sözlüğü, İ. Ü. İletişim Fakültesi Yayını, İstanbul: 1998. 55


39

sıdır. Konusu kişi, kurum, mekan, durum gibi çok çeşitli alanlardan seçi‐ lebilir.”60 k Bir tanım ise röportajı, “belirlenen bir konuda ön çalışma yapı‐ larak, konunun uzmanları ya da ilgilileriyle gerçekleştirilen görüşme ve bunun yazısı” olarak değerlendirmektedir.61 l Bir tanıma göre röportaj, “Bir olayın yakınına gidilerek olan‐ bitenin anlatılmasının, habercinin izlenimlerinin aktarılmasının yanı sıra çevrenin, ortamın betimlenmesiyle gerçekleştirilen bir tanıklıktır.” Aynı tanıma göre, röportajın yeni bir yazın türü olduğu ileri sürülerek, 19. Yüzyıl’dan itibaren modern gazetecilikteki yerini bulduğu ifade edilmektedir. m Bir başka tanımda da, “olaylarla ve insanlarla temas” olarak değerlendirilen röportaj, “Sanatsal biçimde kurgulanırken, canlılık ka‐ tılmış, renklendirilmiş, insancıl duygularla bezenmiş, doğrudan tanık‐ lık.” olarak betimlenmektedir.62 Röportajın yapısına daima öznellik hakimdir. Bu öznellik, kişiyi bir olay hakkında kısa ve öz olarak bilgilendirmeye dolayısıyla bütünüy‐ le gerçeklere odaklı basit sade, kuru, çıplak haberin ve de hemen he‐ men aynı derecede yalın biçimlendirilmiş, ayrıntıları ve nedenleri akta‐ ran karmaşık haberin renkli haber Bölüm‐4 aksine, aranan ve de beklenen bir özelliktir. Röportaj, gerçekleri özel yaşantılarla harmanlar; yalın biçimde ka‐ leme alınmış basit haberden, yine gerçekleri yansıtan karmaşık haber‐ den daha ayrıntılı, daha canlı bir anlatım biçimine sahiptir. Ancak, anla‐ tımın renkliliği, bir dizi niteleme sıfatının kullanımıyla değil, daha çok içerikle sağlanır.”63 Bir görüşe göre de: “Röportaj en geniş anlamıyla haberin büyütülmüşüdür. Ancak rö‐ portajı haberden ayıran belirli özellikler vardır. Röportajcı, yazılarına kendi görüş, bilgi ve fikirlerini de katabilir. Röportajda en önemli özellik, belletme, tanıtma ve tasvir bakımlarından inanç uyandırmaktır. Bunun 60

Gazetecinin El Kitabı, Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı, İstanbul: 2000, s. 76. Erkan Yüksel ve Halil İbrahim Gürcan, Haber Toplama ve Yazma, Tablet Kitabevi Konya: Nisan 2005, s. 31. 62 Jean‐Luc Martin‐Lagardette, Le guide de l’Ecriture Journalistique, La Découverte, Paris: 2003, s. 112. 63 Hermann Schlapp, Gazeteciliğe Giriş, Konrad Adenauer Vakfı Yayını, Ankara: 2000, s. 36. 61


40

için röportaj yazarının, yazdıklarının doğruluğunu ispatlayan fotoğraf‐ larla Bölüm‐5 konuyu, olayları tespit etmesi gerekmektedir.”64 Emin Özdemir, röportajın gazeteciliğin önemli bir dalı olduğunu vurgulayarak, “Röportajın bir doğruyu, bir gerçeği, araştırma, inceleme, gezip görme yoluyla ya da soruşturma yöntemiyle yansıttığını” belirt‐ miştir. Özdemir, “mülakat biçimindeki röportajcılığın” bugün de varlığını sürdürdüğüne dikkat çekerek, “röportajın öykülemeyle birlikte açıkla‐ maya, açıklamayla birlikte betimlemeye de yer verdiğini” vurgulamış‐ tır.65 Mülakat, “Bihter’le bir mülakatın müşkilatından kaçarken, bu da‐ kikada bilakis onunla mülakata lüzum gördü.” ‐ Uşaklıgil Arapça “likaa” kelimesinden türetilmiştir ve “buluşma, birleşme, görüşme” anlamlarına gelmektedir. Mülaki: buluşan, kavuşan, görüşen 66 Prof. Dr. Oya Tokgöz, röportajı “magazin gazeteciliği” çerçevesin‐ de ele almış; magazin gazetelerinin amaçlarını, “eğlendirirken bilgi ver‐ mek” biçiminde değerlendirerek şu görüşü savunmuştur: “Haber olabilecek her konu, haber yapılarak yayımlanır. Başarılı olurlar ya da olmazlar… Bu yönden insanoğlunun hoşuna giden, onları düşünceye yöneltmeyen haberler yanında, çoğu kez yapay haberler de verilir. Günlük haber bütçelerini ‘fantazyaya’ kurmaca dönük, tatlı haberler oluşturur.”67 Prof. Dr. Tokgöz, magazin gazetelerinde yer alan haberlerin hep‐ sinin renkli haber biçiminde kaleme alındığını, öteki düz haberlere oran‐ la renkli haberlerin çoğunun kişisel olduğunu, renkli haberi yazanın, haberinde kendi düşüncelerini ifade fırsatı bulduğunu bildirmiştir. Renkli haberin, çoğu kez “röportaj” diye adlandırıldığını öne süren Prof. Dr. Tokgöz, röportajı şöyle tanımlamıştır: “Bir gazetede yer alan renkli haber, düz haberin temelini oluştu‐ ran, cilasız, ‘kim, ne, nerede, ne zaman, neden, nasıl?’ sorularının ötesin‐ de ve dışında kalanları da içine alan bir yazı türüdür.”

64

S. Kemal Karaalioğlu, Sözlü/Yazılı Kompozisyon, Konuşmak ve Yazmak Sanatı, İnkılap Kitabevi, İstanbul: 1994, s. 229. 65 Emin Özdemir ve Adnan Binyazar, Yazı ve Yazınsal Türler, Varlık Yayınevi, İstanbul: 1983, s. 119. 66 Özön, Osmanlıca‐Türkçe Sözlük. 67 Oya Tokgöz, Temel Gazetecilik, İmge Kitabevi, Ankara: 2003, s. 358.


41

Öte yandan, Türkiye’de 1950’li yıllarda Yaşar Kemal ve Fikret Ot‐ yam ile başlayan ve toplumsal sorunları röportajla ülke gündemine geti‐ ren önemli röportajcılar, röportajı kesinlikle edebiyatın içinde görmek‐ tedirler. Onlara göre, “Röportaj, bir gazete yazı türü olarak edebiyatın olanaklarından yararlanmaz; röportaj bizatihi edebiyat içindedir”.68

1. 5. Tanımların ve Görüşlerin Değerlendirilmesi Tanımı konusunda gerçekleştirilen bu özet araştırma, röportajın Türkçe’deki kavramsal karşılığının “belirgin” olmadığını ortaya çıkar‐ mıştır. Basında da, uygulamalardan görüldüğü kadarıyla röportajın ku‐ ramsal ve işlevsel sınırları pek konulamamıştır. Bu kelimenin, yanlış anlamlandırılması ve yanlış kullanımı söz ko‐ nusudur. Bu bağlamda, röportajla mülakat söyleşi, görüşme yazıları genelde birbirine karıştırılmaktadır. Oysa ikisi arasında önemli farklar bulunmaktadır. Yinelemek gerekirse, kişinin tutumunu ve fikirlerini öğrenmek amacıyla sorulan sorular ve alınan yanıtlarla konuyu aydınlığa çıkar‐ mak, mülakatın özünü oluşturmaktadır. “Mülakat diye, fikirleri havadis kıymeti arz eden bir kimseyle yapılan konuşmaya denir.”69 Bu tür konuşma yüz yüze görüşme iki kişi arasında, bilgi alma ya da bilgi vermeye dayalı, doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili bir sorunu çözmeye yönelik, ya da taraflardan birini daha iyi tanımayı ve anlamayı amaçlayan bir görüşmedir.70 İki kişi arasındaki bu tür ya da benzer görüşmelerde, içten dav‐ ranmak, esnek olmak, saygı ve nezakette kusur etmemek, dinlemesini bilmek, söz akışını oluruna bırakmamak, önyargılı davranmamak, elden geldiğince objektif olmaya çalışmak gibi uyulması gereken bazı temel kurallar vardır.71 1. 5. 1. Röportajda Araştırma, Soruşturma

68

Oktay Verel, Tercüman Gazetesi Eski Genel Yayın Yönetmeni, Röportaj Yazarı Görüşme, 12.12.2003. 69 Cevat Fehmi Başkut, Gazetecilik Dersleri, İ. Ü. İktisat Fakültesi, Gazetecilik Enstitüsü Yayınları No: 8, İstanbul: 1967, s. 150. 70 Atilla Girgin, Haber Yazmak, Der Yayınları, İstanbul: 2005, s. 353. 71 Mülakat Teknikleri, İş ve İşçi Bulma Kurumu Genel Müdürlüğü Yayını No: 141, Anka‐ ra: 1980, s. 7.


42

Röportajda, herhangi biriyle görüşme zorunluluğu da yoktur. Hat‐ ta bazen, hiç görüşme yapmadan da röportaj yazılabilmektedir. Ya da ele alınan konuyla ilgili olarak, gerektiğinde birden fazla kişiyle de görü‐ şülmekte ve ayrıntılara yer verilmektedir. Röportaj yazarı, okuyucunun ilgisini çekmek için süslü bir üslup Bölüm‐6 kullanabildiği ve ayrıntılara girdiği halde, mülakat yazısı kısa yoldan açık bir anlatımla sadece konuşulanları ortaya koymaktadır.72 Öte yandan, TDK’nin Türkçe Sözlük’ünde yer alan, “konusu bir so‐ ruşturma, araştırma olan gazete veya dergi yazısı” açıklaması, röportajı tanımlamaktan uzaktır. Çünkü soruşturma ve araştırma, kendi başlarına röportajın asal öğeleri olamazlar. Bir röportaj için soruşturma ve araş‐ tırma yapılabilir; ancak bu çalışmalar bir haber yazısı için de gerçekleş‐ tirilir. Araştırma, bir olayın çatısını çatmak, olay içindeki katılımcıların rollerini, sorumlulukları, yetkilileri, nedensel bağlantıları ortaya koymak için yapılan çalışmadır. Buradan elde edilecek sonuçlar doğaldır ki, bir röportajda kullanılabilir. Soruşturmaya, araştırmaya dayanan yazıda, bir “kanıtlama mantı‐ ğı” vardır. Araştırmadaki varsayım, elde edilen malzemeyle kanıtlanma‐ lıdır. Böyle bir yazıda, soruşturma, araştırma sonucu sağlanan bilgiler inandırıcı bir biçimde sıralanmalı ve sunulmalıdır. Ancak bu aşamada, “Acaba bir röportaj, soruşturmasız, araştırma‐ sız yapılamaz mı?” sorusunu yöneltmek gerekir. Yanıt, “Yapılabilir.” ola‐ caktır. Bir uçak kazası sonrasına tanıklık edilerek, röportajın yapısal öğe‐ leri kullanılarak kaleme alınmış yazı, röportaj sayılmayacak mıdır? Tabii ki sayılacaktır. Çünkü röportaj yazısının bir işlevi olması, temel ilkedir. 1. 5. 2. Röportajın Asal İşlevi: Tanıklık Röportajın asal işlevi, gerçekten meydana gelmiş bir olayın tanık‐ lık edilerek, çoğu kez engellerin maddi‐manevi aşılarak aktarılması ve bunun sonucu okuyucuyla paylaşılmasıdır. Röportaj, belli bir açıdan olaya bakmak ve onu bir fotoğraf makinesi gibi saptamaktır.73 Bunun yanı sıra bir röportaj yazmak için, her zaman Himalaya Dağları’na yapılan bir keşif gezisinin kampında bulunmak gerekmez. 72 73

A. Rıdvan Bülbül, Genel Gazetecilik Bilgileri, İletişim Kitapları, Konya: 2000, s. 129. Güven, a. g. y. , s. 12.


43

Kentin herhangi bir caddesinde, köşeyi dönünce de bir konu yakalanabi‐ lir. Gözleri dört açıp bir olaya bakmak ve onu bir fotoğraf makinesi gibi saptadıktan sonra da, katıksız ve doğrudan anlatmak; Bölüm‐7 röpor‐ taj için en uygun yöntem budur. Kim yalın, etkili ve doğru anlatabiliyorsa, “röportaj yazıyor” de‐ mektir. Yazınsal türde röportajlar olduğu gibi, heyecan yaratan bir ola‐ yın hemen ardından ivedilikle yazılmış; kronolojik sıraya göre anlatılan kısa röportajlar da vardır. Röportaj okura, sanki oradaymış gibi, olayı adım adım izleme şansı sunduğu için, basit haberden daha çekici gelir. Muhabir, okurun olayı kendisiyle izlemesine olanak sağlar.74 Okur, gazeteciden olayı sadece aktarmasını beklemez; olanaklar ölçüsünde, bu kez de kendisini olayların tanığı yapmasını ister. Gazeteci de, olayların basit bir çözümlemesini aktarmakla yetinemez; tanıklık yaptığı olguların anlamını ortaya çıkaracak, kendi gözlem ve değerlen‐ dirmelerini de katacağı bir metin kaleme olmak zorundadır. Sonuçta, röportaj olaya sadık ve tam bir tanıklıktır.75 Röportaj, insanlarla ve olaylarla temastır. Röportajcı da, bir kale‐ min üzerine tutturulmuş bir göz, bir burun ve bir kulaktır. Çünkü röpor‐ taj için, görmek, işitmek, hissetmek, yaşamak ve dokunmak gerekir.76 Kimi röportajlarda yazar, kişilerle birlikte olmasına rağmen, yal‐ nızca izlemekle yetinir; kendisini gündeme getirmez. Kimi zaman da, röportaj yazarı olayın içine öyle girmiştir ki, okur onu merakla izler. Örneğin Amerikalı röportajcı John Reed, “Dünyayı Sarsan 10 Gün” adlı kitabında, Rusya’daki Ekim Devrimi’ni anlatır. Reed olayların içindedir. Okur onu Petrograd’da Smolny Enstitüsü’nde izler. Reed, Çar’ın kışlık sarayı saldırıya uğradığında, halkın arasındadır.77

Çipura’nın Ölümü “Namram rüzgarı gelmeden balığa çıkalım.” dedi, Feridun. Tekneyi çözüp, çipayı aldım. Biraz açıldıktan sonra motorun ipini çektim. Göl dalgalandı. Boğaz, yedi sekiz metre genişliğinde, Köyceğiz gölü, Dalyan boğazıyla Akdeniz ve Ege’ye burada karışıyor. Ölemez dağı burada biti‐ yor, burnu burada gömülüyor sulara. 74

Wolf Schneider ve Paul‐Josef Raue, Gazetecinin El Kitabı, Konrad Adenauer Vakfı Yayını, Ankara: 2000, s. 90. 75 Philippe Gaillard, Gaztecilik, çev. Mehmet Selami Şakiroğlu, İletişim Yayınları, İstan‐ bul: 1991, ss. 57‐58. 76 Martin‐Lagardette, a. g. y. , s. 113. 77 Güven, a. g. y. , s. 5.


44

Güneş çıkalı bir saat olmuştu. Geceyi kumlar üzerinde birer batta‐ niyeyle geçirmiştik, çiy düşmüş azıcık, inciklerim sızlıyor. Deniz sıra sıra dalgalarla, teknenin burnunda yırtılıyor. Çilendras adasının arkasına geçince Akdeniz’in kudurganlığı kendini gösterdi, kaynıyordu mavi mavi. Ada çamlıydı. Tepede Çilendras feneri, beyaz. Çilendras’ın doğusuna geçtik. Deniz, adaya bir yerden tünel açmış, yemiş toprağı, kayayı. Dalgalar iri iri dövüyor oyuğu. Deniz dövmesin‐ den başka ses yok ortalıkta. Vira ettik, atladık denize. Sandalı bir kovu‐ ğun içine çektik. Deli bağlar gibi bağladık dört yanından. Deniz çalarmış sonra tekneyi. Misinalar, oltalar ağzımızda yosunlu kayalara yüzdük, dalıp dalıp yem topladık. Yosunlu kaygan kayalar Allahsız. Jiletin icadı bu kayalar‐ dan olsa gerek... İğnenin icadı bu kayalardan... Hançer de öylesine... Tır‐ manmak kolay olmadı, el ayak kan içinde... Bre bu ne meret iştir? Funda‐ lar, dikenler dalıyor bacakları, omuzları dişliyor... İri bir kayalığa dönünce rüzgar yok oldu, Akdeniz sustu. Akdeniz şimdi billur tasta mavili yeşilli gümüşten... Denizin dibi apaydınlık, ada‐ mın yürüyesi geliyor. Dört kulaç denize, üç kulaç da denizin içine. Yedi kulaç misina açıp “Ya Allah, Ya nasip...” çektik. Kırmızı kayalar görülüyor gümüş denizde. Zümrüt yeşiller yer yer. Tabak gibi. İşte bir kaya balığı, nazlı, işveli, bilgiç. Dolaştı yemin etrafında. Bir tane daha geldi, ardından bir karagöz. Balıkların güzeli karagöz, canım karagöz, karalı‐aklı. Toplanma ve gösteri kanunu yok balıklarda, birikti‐ ler. ‐ Tuh bre... Gitti yem... Dedim ya, kayabalığı bilgiç, kayabalığı açık‐ göz, kayabalığı doyumsuz insan... İki olta yan yana şimdi. Balıklar on kadar oldu. Beğen, beğendiği yemi yaklaştır al yukarı! Niyet etmesi kolay amma bunlar tilki kuyruğu, kurnaz. Bir gümüştür parladı, bu gelen ak etine, bal etine kurban çipura, gelin bu, balık değil... Cilvenin bini bir para, dolanı dolanıveriyor. Taktım aklımı çipuraya. Git be karagöz, git be Allah’ın kulu kaya... ‐ Gel çipuram, yaklaş çipuram, daha yaklaş, daha yaklaş, ha şöy‐ leee... Biraz daha, biraz... Asıldım naylon ipe, gazeteciden, ressamdan bu kadar balıkçı olur... Yüzlerce dönemeci, yüzlerce kilometre yolu balık beslemek için almışım meğer... Ben attım onlar yedi...


45

Kuş bakışı bakıyoruz denize. Güzel görüntü, güzel benim işim... Unutuveriyorum balığı, denizin dibini gözleyeceğim diye. Ama o öyle değil, dolanıp durur, aldırış etmiyor yeme gayrı! Sabah kahvaltısını et‐ tirdim ondan mı acep? Burnunu dayadı yeme. Kalbim durayazdı... Kaya kesildim. İşaret parmağımdan sarkan misina titreşimler içinde, usuldan usula... Çekemi‐ yorum. Yazık bu cana, kıyamıyorum. Hafifçe çekiyorum oltayı o da geli‐ yor, alay eder gibi bir hali var. Uzaklaştırıyorum, izliyor oltayı... Tutmak istemiyorum. Yüreğim götürmüyor. Yanımdakiler dadandılar karagöze, kayaya... Akşamlık meze çıktı. ‐ Çipura, git be iki gözüm, git Alla’sen, git dediğime bak... İnadı inat. Kaşındı dedim, n’apayım ben? titreşimler çoğaldı, çoğaldı... ‐ Asıl beee... Dalmışım, ses tabanca gibi patladı kayalarda, yankılandı... Ani ola‐ rak çektim, elimde değildi bu. İğne havada kavis çizip kayaya takıldı. Çipura özgür, çipura yaşama sevinci içinde... Özgürlük çalmak benim işim değil, can yakmak değil... Yemi takıp yeniden attım denize. Deniz oynamaya başladı. Dibi ar‐ tık eskisi gibi görünmüyor... Bir değil, beş, altı, on çipura var... Kesik, bölük, pörçük. Üst üste çekilmiş fotoğraf gibi... Namram esiyor hafiften, gözlerim daha açık, gözlerim denizde, bende değil... Gümüş gümüş şıpırtılar oynaşıyor, ayna tutuyor balıklar denizden, çipura aynı yerde süzülüyor, kırıtıyor, kıvırıyor. Gözlerim denizde gezi‐ yor. Çipura burun sürtüyor, çipura cilve yapıyor yeme. Yem tuzak, yem ölüm. O ne bet bir dikendir bilsen? Parmağım denize gidiyor, gözlerim oltaya takılmış. ‐ Çek Fikret beee... Dalgınlık kötü şey, korkuyorum, misina ağır. Sol elim, sağa yardım ediyor. Balık değil, ayna var oltada, canlı çırpınan... İçim kıpırtı doldu, can yaklaştı, can çırpıntıda, can ellerde, canın ağzı dikende. Canın ağzı yırtıldı! Can, kayalar üstünde sıçrıyor. Yusyuvarlaktı gözleri. Nereye baktığı belli değil. Pırıl pırıl bir bon‐ cuk. Gelin pulu, pulları. Ağzı, boru gibi ağzı, kenarı çemberli ağzı açılıp kapandıkça saç fırçası dişlerini görüyorum. Şimdi sıçramıyor, nefesleniyor durmadan, her nefesten sonra o güzel ağzı, bir açılıp bir kapanıyor... Biten, tükenen, eriyen bir hali var.


46

Yoruluyor. O el kadar bedeni yaşama savaşında. Birden sıçradı, döndü. Kaya tozları o boncuk gözlerini pırıltılı gümüşünü bulandırmış, donuk‐ luk içinde... Ağız açılıp kapanıyor ama eski yaşamasını yitiriyor, an an yitiri‐ yor. Onun yerine derin soluklar alasım geliyor, alıyorum. Fayda yok çi‐ puraya. O tozlu, o bulanık tek gözü bana bakıyor. Dostça değil, biliyo‐ rum... Anlatamam bunu. Bu bakış, özgürlüğü, yaşaması çok görülüp de kıyılanın bakışı... ‐ Suçumuz insan olmak mı, balık olmak mı? Soluğu kesildi gayrı. Ağzı tam kapanamıyor, gücünü kaybetmiş bir kıpırtı içinde. O da bitti, mumun bittiği gibi... İçime bir kor düştü. Her kötülük eden duyamaz bunu, sanmam... Duysalar, insanlar daha mutlu olurdu, daha özgür olurdu.. Elimle ittim. İlkin kayaya çarptı, gitti. Şırp etti deniz, burun üstü ağır ağır indi, indi yan döndü kuma. Namram rüzgarı koyu yalıyordu. Dipte, ta derinlerde, kumların üzerine çakılmış bir pırıltı vardı. Özgürlük ve can gitti, ama insanların çoğu çipura gibi değil. Fîkret Otyam. Ulus, 1958.

1. 5. 3. Haber‐Röportaj Farklılığı Haber yazısında, verilen bilgilerin gerçek ve kanıtlanır olması ge‐ rekir. Haberi yazan gazeteci, bir olayı, olguyu nesnellik kurallarına uy‐ gun olarak kaleme almak, betimlemelerde tarafsız davranmak zorunda‐ dır. Haber en nesnel olmaya soyunmuş gazete yazı türüdür.78 Buna karşılık röportajda, gazetecinin, bir kereye özgü yaptığı ta‐ nıklık ya da olayı yaşaması söz konusudur. Dolayısıyla kanıtlanabilmesi hayli güçtür. Röportaj öznel bir gazete yazı türüdür. Gazeteci tanıklıkla‐ rını yazar; okur ona inanmak durumundadır. Ancak röportaj, öznel bir gazete yazı türü olmasına karşın, gazete‐ cinin yorum yapabileceği bir alan da değildir. Gazeteci belki bir röportaj konusuna, gizliden gizliye daha sıcak bakabilir; ama açık açık bir yorum yapılması, röportajda söz konusu olamaz.

78

Atilla Girgin, Yazılı Basında Haber ve Habercilik Etik’i, İnkılap Kitabevi, İstanbul: 2003, s. 96.


47

Betimlemek ortam, duygu, görünüm , anlatmak süreç, eylem , alıntılamak ve yansıtmak düşünmek, değerlendirmek, sonuçlar çıkar‐ mak : Bir röportajda bu dört öğe iyi dağıtılarak kullanılmalıdır. Bu öğe‐ ler metne canlılık katar ve konunun farklı bakış açılarından değerlendi‐ rilmesine olanak sağlar.79 Röportaj, anarşi yaratmanın karşıtıdır. Öznellik, görüşlerin gem vurulmadan ortaya dökülmesi anlamına gelmez. Öznellik, yazarın röpor‐ tajında kullanmak üzere, bizzat yaşadığı olaylardan yaptığı bir derleme‐ dir.”80 Özetlemek gerekirse: Haber teknikleri dizininde ilk sırayı basit haber alır. Basit haber, kişiyi bir olay hakkında kısa ve öz olarak bilgilendirir. Basit haber bütü‐ nüyle gerçeklere odaklıdır. İkinci sırada ayrıntılı, yine gerçeğe odaklı renkli haber karmaşık haber vardır; ayrıntıları ve nedenleri aktarır. Renkli haberde öznel ve çözümsel öğeler bir arada kullanılır. Üçüncü sırada röportaj yer alır. Bir görgü tanığına dayanarak ya da olayı yaşamış kişi tarafından yazılır ve ortamın yanı sıra söz konusu kişiye ait duygu ve düşünceleri de iletir. Bütünüyle kişisel bir yaşantıyı anlatır.81 Bu çerçevede röportajı, basit, karmaşık ve renkli haberlerden, mü‐ lakat ile söyleşiden ayıran özellikler daima göz önünde bulundurularak, kavram kargaşasına neden olmaktan kaçınılmalıdır.

“Gazete röportajından farklıdır; televizyonda izledikleriniz…” ...1997 yılından beri hazırladığım programlarda yüzlerce 600’den fazla kişiyle röportaj yaptım. Ağırladığım her konuk, bir yolculuğa da‐ vetiyeydi, iç dünyalarını keşfe çıktığım. Bilinmeyenin izinde, merak edi‐ lenlerin peşinde, sorularımın anahtarıyla açtığım kapıların gerisinde nelerin saklı olduğunu görmek, görüntünün ve sözün ötesinde nelerin gizli kaldığını göstermek istedim. Zaafları ve onları çevreleyen benlik duvarlarını delip geçmeden, gönül kapılarını kırıp dökmeden, samimi itiraflara ulaştım. İç hesaplaş‐ malar, pişmanlıklar, kurulan hayaller bir bir döküldü ortaya. Zorlamasız,

79

Schlapp, a. g. y. , s. 37. Schneider ve Raue, a. g. y. , s. 88. 81 Schlapp, a. g. y. , s. 39. 80


48

pazarlıksız ve duygu sömürüsünden uzak. Sorularımla iç dünyalarının kapılarına nazikçe vurdum. İçeri buyur edilmeyi bekledim. Ne önyargılarımın kapıyı tekmelemesine izin verdim, ne de kapı aralandığında itip hışımla içeri girdim. Çoğu zaman konuklarımın gönül bahçelerinde, hayallerinin gizlendiği odalarda, düşüncelerinin kıvrımla‐ rında dolaşmanın ayrıcalıklı keyfini tattım. Ön hazırlığımın genişliği, sohbetlerin derinliğini belirledi. Her söy‐ leşi için ekranda seyredilen zamanı katlayan hazırlıklar yaptım. Birkaç dakikalık soruların gerisinde, günlerce taranan arşivler, satır altları çizi‐ lerek okunan kitaplar, elde not defteri dikkatle izlenen konserler, oyun‐ lar, filmler, sergiler saklı. Sabırla toplayıp, keyifle çalıştığım bilgileri röportajlarımın temeli saydım. Bu temelin üzerine farklı ağırlıklardaki sorularımı dikkatle yer‐ leştirerek, konuklarımı sağlam ve dengeli bir yapı içinde ele almaya gay‐ ret ettim. Röportajlarımı, gazeteci kimliğimin zorunlu kıldığı objektiflik göz‐ lüğümü takarak yapmaya çalışsam da, kendimi bir yargıç/jüri üyesi gibi hissettiğim zamanlar da oldu. Zira, o gözlüğün arkasından bakan gözler bana aitti. Soru sormak ile sorgulamak arasındaki ince ayrıntıyı gözeterek, gönül gözüyle baktım konuklarıma; en keskin sorularımı nezaketin tör‐ püsüyle inceltmeye özen gösterdim. Anlayışı öfkeye siper yaptım. Kaça‐ mak cevaplar ve yalanlar karşısında bilgi ve belgelerin geniş kanatları‐ nın altına sığındım. Zaman geldi içimdeki isyanın yangını gözlerime yan‐ sıdı; ama asla sözlerime değil. Bütün röportajlarımı televizyonda canlı yayında, ya da ‘near live’ Baştan sona hiç durdurulmadan ve sonradan hiçbir montaj yapılmadan gerçekleştirilen bant çekim şeklinde yaptım. Konuklarıma yönelttiğim soruları, evlerinde ya da ofislerinde değil, çoğunun kendilerini yabancı hissettiği stüdyoda, kameralar karşısında, spot ışıkları altında ve çekim‐ de olmanın heyecanını yaşarlarken sordum. Röportajlarımı, konukları‐ ma milyonların bizi izlediği gerçeğini unutturarak, iki dost arasındaki sohbete dönüştürmeye çalıştım. Gazete röportajından farklıdır televizyonda izledikleriniz. Gazete için yaptığınız röportajlarda aynı soruyu ısrarla farklı şekillerde sorabi‐ lir, istediğiniz yanıtı aldıktan sonra, sanki cevabı tek soruyla yakalamış gibi yazabilirsiniz. “Şöyle söylerseniz daha iyi anlaşılır.” diyerek röportaj yaptığınız kişiyi yönlendirebilir; ortam gerginleştiğinde bir kahve molası verip havayı yumuşatabilirsiniz.


49

Cevaplar uzun mu oldu? Sorularınızı mı şaşırdınız? Sonradan kağıt üstünde yaptığınız düzeltmelerle cevapları kısaltabilir, sorularınızı ye‐ niden gözden geçirip düzenleyebilir, sırasını değiştirebilir ve hatta, bazı‐ larının yaptığı gibi, söylenmemiş nice sözü konuşulmuş gibi sunabilirsi‐ niz. Oysa televizyon röportajlarında bunların hiçbiri söz konusu değil‐ dir. Canlı yayında akıcı ve içeriği zengin bir röportaj için en azından so‐ rularınızın sırasını çok iyi belirlemek, konuğun psikolojisini sürekli kol‐ lamak, beklenmedik cevaplar karşısında anında soru üretebilmek, me‐ rakınızı gideremediğiniz konular üzerinde çok vakit kaybediyor hissi uyandırmayacak ölçüde ısrarlı olmak ve bir başka konuya geçerken sü‐ rekliliği koparmayacak bağlantılar kurmak zorundasınız. Öte yandan, heyecanlanmayacak, sinirlenmeyecek ve asla sıkıntı‐ nızı belli etmeyeceksiniz ki, röportajın dümeni elinizden kayıp gitmesin. Tüm bunları, sürenizi çok iyi ayarlayarak ve daha da önemlisi, anında kaybolabilen televizyon izleyicisinin dikkatini sürekli canlı tutup, söyle‐ şinin üzerinde odaklamaya çalışarak yapacaksınız... Sedef Kabaş. Sesli Düşünenler Önsöz 2003.

1. 6. Röportaj Yazarı Sık sık yinelendiği gibi: Röportajda, yanıtı aranan sorular vardır. Ama, bu soruların yanıtı, yalnızca tek bir kişinin ya da kaynağın görüşle‐ rini yansıtan ya da tek bir kaynaktan alınmış bilgilerin sergilenmesiyle yetinilen, dar kapsamlı bir biçimde verilmez. Yanıtın verilmesi için geniş ve yoğun soruşturmalar, incelemeler, araştırmalar Bölüm‐8 , gözlemler ve okumalar Bölüm‐9 vb. yapılır. Dolayısıyla, röportaj yazarı sıradan bir muhabir bildirmen de‐ ğildir. Başka bir deyişle, sıradan bir muhabir gibi, olaylara tanık olmakla ya da tanık olduğu olayları öykülemekle işlevini yerine getirmiş sayıl‐ maz. Tanık olduğu olayları yazıya döken de bir işlevi yerine getirmekte‐ dir; ama, ortaya çıkan yazı “röportaj” değildir. Röportaj yazarı, aynı zamanda iyi bir araştırmacı, eldeki verileri değerlendirmesini bilen iyi bir incelemeci, eksik gördüğü bilgileri ta‐ mamlamak için gerekli soruşturmaları yapabilecek yeteneği bulunan biri ve güçlü bir yorumcu olmak zorundadır.82

82

Şenyapılı, a. g. m. , s. 174.


50

Röportaj türünde, inceleme ve araştırmanın yanı sıra artık duygu da vardır. Yazarın, ayrıntılarına inerek oluşma nedenlerini kavradığı ola‐ yı, kendi yorumunu katarak okurlarına da kavratması söz konusudur. Röportaj yazarının yaratıcılığı, yalnızca olayın bilinmeyen yüzünü ortaya koyması, bu amaçla çeşitli araştırmalar yapması değil; “olayı çar‐ pıcı bir biçimde, bir bakıma yeni boyutlarla, olay hakkında oluşmuş yar‐ gıları yıkmaya yönelik bir yorum ve anlatım biçimiyle sunma ustalığı” demektir. Ancak yorum ve anlatım biçimi, gerçeğin çarpıtılmasına yol açacak bir tutumun benimsenmesi anlamına gelmez. Yazıyı çarpıcı kılmak, okurları etkileyerek görüşlerini değiştirmek, akılları çelmek amacıyla gerçeklere aykırı bir yaklaşımı benimseyen röportaj yazarının başarısı kısa ömürlüdür. Çünkü, gerçeğe dayanmayan çarpıcılık geri teper ve olumsuz karşılanır. Yazar inandırıcılığını yitirir.

Mete Akyol: “Hep Yüreğim Ön Plana Çıktı.” ‐ Daha çok röportaj yazarlığınızla tanınıyorsunuz. Röportaj yazar‐ lığınızın diğer görevlerinizden farkı neydi ki bu kadar çok ön plana çıktı? ‐ Haberciydim de aynı zamanda. Fakat röportaj yazarlığım haber‐ ciliğimden de ön plana çıktı. Bütün istememe karşın haberciliği seveme‐ dim. Habercilikte esas olan “objektif kalabilmek”tir. Objektif kalabilmek‐ te kendimi çok zorladım. Sübjektif olmak özelliğim objektif olmam ge‐ rekliliğini arkaya itiyordu. Hemen hemen hiçbir habere yalnızca gözlerimle bakamadım; o haberi yalnızca kulaklarımla dinleyemedim. Hep yüreğim ön plana çıktı ve tüm haberleri yüreğimle de gördüm; tüm kişileri yüreğimle de dinle‐ dim. Onun için de olayları, gördüğüm gibi değil, duyumsadığım gibi yazmak istedim. Onun adına da “röportaj” dediler. Olaylara yalnızca beynimle değil, yüreğimle de yaklaştım. Yani bu meslekte, “elektrik düğmesiyle ampul arasındaki tel” olmadım, olamadım. ‐ Bir gazetecide olması gereken en önemli özellik sizce nedir? ‐ Başkasını sevebilmek ve elindeki basın gücünü, bu güce toz kon‐ durmayacak bir özenle kullanmak. Başkasını sevebilen bir gazeteci, ta‐ nık olduğu herhangi bir güzelliği o sevdiğiyle paylaşmak ister. Bir de, başka kişilerden farklı olarak bildiğin bir bilgiyi, onların bilmediklerini yüzlerine vurmadan, onların bilmediklerinin ayırdında bile olmaksızın onlarla paylaşmak gerekir. Yarım yamalak, çoğu kulaktan dolma bilgileri, olduklarından kat kat fazla büyüterek, bu bilgilere sahip olmaktan kaynaklanan bir üstün‐


51

lük duygusuna kapılmak, kör bir dilencinin önündeki parayı alıp, bunu övünülesi bir beceri sanmaktan farksızdır. Hekimlerin alfabesinin A harfi şudur: “Primium non nacere.” Türkçe’de, “Önce zarar vermeyeceksin.” anlamındadır. Bu alfabenin bir de B harfi vardır. O da şudur: “Medicine, cura te ipsum.” Onun anlamı da şudur: “Hekim, önce kendini iyileştir.” Bu iki Latince sözü ne zaman ha‐ tırlasam hep hayıflanırım: “Keşke bizim mesleğimizin de alfabesinin A ve B harfleri olsalardı bu sözler.” derim. Sonra da düşünürüm: Olmaması için bir engel mi var? ‐ Son dönemlerde Türk basınının ve Türk okuyucusunun durumu‐ nu nasıl değerlendiriyorsunuz? ‐ Türk basınının önemli bir eksikliği, halka gazete okumayı öğre‐ tememesidir. Halkımız gazetede yayımlanan haberin doğruluğunu sor‐ gulamıyor. Kendisine duyurulan her haberi doğru varsayıyor ve bu ha‐ berlerin doğru olduğuna inanabiliyor. Halkımızın bu saf yapısını kimi meslektaşlarımız, kişisel amaçları ya da hatta çıkarları doğrultusunda sömürmekten çekinmiyorlar. Ve bu tutumlarıyla halk üzerinde, sanki bir “tedhiş” görünümü oluşturuyorlar. “Kötü doktor kişiyi tıptan soğutur.” sözündeki gerçek örneği, bu tür kimi kişisel çıkarcı meslektaşlarımız da okurlarımızı gazetelerden ve gazeteciden soğutmaya başlamışlardır. Halkın gazetelere ve gazetecilere olan güveninde önemli azalmalar olduğunu, üzülsek de, kabul etmek zorundayız. Bir zamanlar var olan “Basının gücü” kavramı, halk arasında yerini giderek, “Gücün basını” olgusuna dönüştürmektedir. Basına, halkın sesi, gözü, kulağı olması kimliği bir an önce yeniden kazandırılmalıdır. ‐ Bir gazetecinin öncelikli sorumlulukları nelerdir? ‐ Bir gazetecinin öncelikli sorumluluğu, kendinden beklenilen so‐ rumluluğu yerine getirmesi sorumluluğudur. Yalancıların, sahtekarların, geçici bir süre için de olsa halkı aldatmayı yanlarına kar sayanların, kıyı‐ sından köşesinden geçemeyecekleri bir kimliktir “gazeteci” kimliği… ‐ Gazeteci olarak siz milli konular söz konusu olduğunda, ülkeniz ve milletiniz için hiç harekete geçtiniz mi? ‐ Elbette geçtim ve bu konuda her zaman da harekete geçmek için gönüllüyüm. Kıbrıs’ta on gazeteci arkadaşımla birlikte tutsak edilip, ar‐ kamızdaki sten tabancalarının önünde duvara dizildiğimizde, dimdik durarak ve hep bir ağızdan “Bir başkadır benim memleketim” şarkımızı


52

söylerken kendimizi, ulusumuzun tüm bireyleri huzurunda, bir ulusal onur sınavında varsaymıştık. Yaşamımın her anında kendimi hep, bu ulusun huzurunda, böylesi bir sınavda görmüşümdür. Yaşamımın bundan sonraki bölümünün tek anlamı, ulusumun en az bağımsızlık denli önde gelen eğitimsizlik sorunu karşısındaki savaşımında da, gönüllü bir er olarak hizmet edebilme ka‐ rarımdır. ‐ 2005 yılının Ocak ayında, gazetecilik yaşamınızda bir büyük ga‐ zetede Hürriyet yayımlanan ilk röportajınızın 50. yılını geride bıraktı‐ nız. Şöyle geriye dönüp baktığınızda, gazetecilik mesleğinde neler değiş‐ ti? Sizin yaptığınız gazetecilikle şimdiki gazetecilik arasında ne gibi fark‐ lar ya da benzerlikler var? ‐ Şimdiki gazetecilik değil, bültenliktir. Bizim zamanımızda gazete formatında olup da, gazete olmayan bültenler vardı. Bugünkü gazeteler, holdinglerin bültenleri, borazanları. Onlar halkın sesini değil, şirketleri‐ nin sesini duyuruyorlar. Genç gazeteci arkadaşlarımın omuzlarına bugün yüklenen görev, bizim zamanımızın görevinden çok daha ağırdır. Onlar yalnızca “gazete‐ ci” kimliğini hak ettiği yörüngesine oturtmak yükümlülüğü taşımak zo‐ runda değiller; “gazete” kimliğini de, hakkı olduğu düzeydeki yörünge‐ sine oturtmakla birinci derece görevli ve sorumludurlar. Kolay gelsin tümünüze... Kendi Anlatımlarıyla Duayen Gazeteciler 3 . İLAUM. Ankara, 2005.

1. 6. 1. Ölçülü Duygusallık, Abartısız Biçim Önemli bir kural da: Röportaj yazarının, duygusallıkta son derece ölçülü olmak zorunluluğudur. Bu konuda yaygın olarak anlatılan fıkrayı yinelemekte yarar vardır: Genç bir muhabir sel felaketine uğramış bir bölgeye röportaj yapmaya gönderilmiştir. Muhabirin gazeteye ulaştırdığı ilk yazısı şöyle başlamaktadır: “Tanrı çevredeki tepelerin en yükseği üzerine oturmuş, kullarının uğradığı bu acı felaketin dayanılmaz görüntüsünü yaşlı gözlerle izliyor...” Bu ilk cümleyi okuyan yazı işleri müdürü, genç muhabire hemen şu mesajı göndermiştir:


53

“Felaketi boş ver. Hemen Tanrı ile bir görüşme yapıp yolla.”83 Fıkradan da anlaşılacağı gibi, röportaj yazısında abartmalı biçem‐ den sakınmak gerekir. Gerçekleri sergileme amacındaki röportaj türün‐ de, aşırıya kaçan anlatımlar kullanılması, belki yazının çarpıcılığını artı‐ rır ama, istenen etkiyi sağlama gücünü yitirir; dikkatin işlenen ana konu üzerinde yoğunlaşmasını engelleyebilir. Yukarıdaki fıkrada, yine gazetecilik uğraşı açısından dikkat edile‐ cek bir başka nokta, “röportaj” ile “söyleşi” ya da “görüşme” arasındaki ayırımın gözetilmesidir. Yazı işleri müdürü “röportajdan vazgeçtiğini” bildirirken, genç muhabire Tanrı ile bir “görüşme söyleşi yapmasını” buyurmaktadır. Tanrı ile yapılacak görüşme söyleşi , bir röportaj de‐ ğildir. 1. 6. 2. Çarpıtılmayan Gerçek

“Tarihin hiçbir döneminde, bu kadar çok bilgi ve bilgiyle ilgili bu kadar çok doyumsuzluk olmamıştı. Teknolojik gelişme ve haber akışının yarattığı baskı, haber çalışanlarının mesleki kültürünü alt üst etti. Klasik gazeteciliğin üzerine temellendiği üç eksen ‐gerçeğin araştırılması, kişi‐ lere saygı ve yargı bağımsızlığı‐ artık o kadar da açık değil.” 84 Haber yazılırken gözetilmesi gerekli ilkelerin, röportaj için de ge‐ çerli olduğu asla unutulmamalıdır. Bu ilkelerin başında, gerçeğin çarpı‐ tılmaması gelir. Röportaj da, haber gibi gerçeği yansıtmalı; aktarmalıdır. Röportaj da, yine haber gibi söylentiler, doğrulanmamış bilgiler ve ka‐ nıtlanmamış belgeler üzerine kurgulanmamalıdır. Röportaj yazarı, kendine göre bir dünya yaratmakla değil; yaşanı‐ lan dünyayı, bilinmeyen, tanınmayan, saklı kalmış, vurgulanmamış yan‐ larıyla sergilemekle yükümlüdür. Öte yandan, röportajın üslubu biçem da roman, öykü ve benzeri yazı türlerine göre daha yalın, abartmaya kapalı bir özellik taşır; taşıma‐ lıdır. Roman ya da öyküyü röportajdan ayıran en önemli özellik, belki de, roman ya da öykü yazarının gerçekleri röportaj yazarına göre de‐ ğiştirme özgürlüğünün bulunması, bu özgürlüğün sınırsızlığıdır.

83 84

Şenyapılı, a. g. m. , s. 182. Enrico Morresi, Haber Etiği Ahlaki Gazeteciliğin Kuruluşu ve Eleştirisi , Dost Kitabe‐ vi, Ankara: Eylül 2006, s. 21.


54

Bir röportajda “görüşme” ya da “görüşmeler” bulunabileceğine değinilmişti. Dolayısıyla röportaj yazarının, aynı zamanda, iyi bir “gö‐ rüşmeci” olması gerekir. Haber öykülerinin ya da haber öykülerinde yer alanların önemli bir bölümü, hatta denilebilir ki yüzde doksanı, görüş‐ me yoluyla elde edilmektedir. Haberlerin öykülerini, ya yüz yüze ya da telefonla, daha ender olarak da yazılı iletişim kurarak gerçekleştirilen görüşmelerden elde edilenler oluşturmaktadır. Gazeteci, haber kaynaklarını öğrenmek, bilmek ve tanımak zorun‐ dadır. Ayrıca, hangi kaynakların verdiği bilgilere güvenebileceğini do‐ layısıyla hangilerini yücelteceğini , hangi kaynakların verdiği bilgileri başka kaynaklardan sınaması gerektiğini, hangi kaynakları zorunlu kal‐ madıkça devreye sokmaması gerektiğini, vb. de bilmelidir. Röportajın eksiksiz yazılabilmesi, genellikle, yazarın haber kayna‐ ğına ya da kaynaklarına yönelteceği soruların tutarlılığına bağlıdır. Bu nedenle gazeteci, kişilerle nasıl ilişki kurmak gerektiğini, kurulan ilişki‐ lerin nasıl sürdürüleceğini, bu ilişkilerin sürdürülmesinde uygulayacağı yöntem bilgisini de edinmek zorundadır.85

Yazmak... Yazmak, bakmak, baktığını görmek, duymak, duyumsamak, ko‐ nuşmak, öğrenmek, kavramak, anlamaya çalışmaksa... Yazmak, tanıklık etmekse; içimde, çevremde, toplumumda, ül‐ kemde, dünyada, evrende olup bitene tanıklık etmekse... Yazmak, yo‐ rumlamaksa... Yazmak, binlerce olasılık içinden seçim yapmaksa... Bilinçli ya da bilinçsiz seçim yapmaksa yazmak… Yazmak, paylaşmaksa, paylaşa paylaşa çoğalmaksa... Yazmak, ben‐ cillikse, ‘ben’ diye yanıp tutuşmaksa... Yazmak, başkalarına ulaşabilmek için bir araçsa... İnsanın kendi içinde parçalanmasıysa yazmak... İnsanın başkala‐ rıyla ve asıl kendisiyle barışması, barışık olması, bütünleşmesiyse yaz‐ mak... Yazmak, anımsamaksa; bellek görevini üstlenmekse... Yazmak, unutmaksa, unutturmaksa... Yazmak göz boyamaksa... Yazmak, öngörebilmek, yarını hazırlamaksa... Yazmak bir kaçışsa; yazmak bir sığınmaysa... Bir ‘bahane’yse yazmak... 85

Şenyapılı, a. g. m. , s. 183.


55

Yazmak, bir kavgaysa, yazmak, tepki göstermekse... Yazmak, karşı çıkmaksa... Yazmak anarşiyse... Yazmak, ‘yaşamaksa’... Yazmak, bir düşse; yazmak düşünceyse; yazmak eylemse... Yazmak bunların tümü ya da bunların herhangi biriyse... Bunların hiçbiri değilse yazmak… Ben kendimi bildim bileli hep yazdım. Beyaz günlerde yazdım, kara günlerde yazdım... Zeynep Oral. Meslek Yarası, İstanbul 2006.

1. 7. Röportaj Türleri İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nce yayımlanan Basın Söz‐ lüğü’nde, “konusu bir soruşturma, araştırma olan gazete ya da dergi yazısı” biçiminde tanımlanan röportajın türleri şöyle sıralanmaktadır: 1. Haber Röportaj: Haber ağırlıklıdır. Bu tür röportajlar haberi oluşturan olaya bağ‐ lanırlar. Mutlaka renkli habere başvurma zorunluluğu yoktur.86 2. Duygusal İçerikli Röportaj: Bu tür röportajlarda, okuyucuları duygusal yönden etkilemek amaçlanır. Sonuç her zaman sona bırakılır; yani ileti son cümlededir. Bu tür röportajlarda, mizahın yanı sıra acı ve üzüntü de vardır. 3. Biyografik Röportaj: Bu tür, genelde dergilerde yayımlanır. Ele alınan bir kişi her yö‐ nüyle tanıtılır. 4. Tarihi Röportaj: Bu tür röportajlarda, insanların doğum, ölüm yıldönümleri, bina‐ ların açılış ve temel atma törenleri, sanat yapıtları, buluşlar, keşifler vb. yer alır. 5. Araştırmacı ve Yorumlayıcı Röportaj: Araştırmacı ve yorumlayıcı röportajlar, okuyucusunu olayların perde arkasına götürür. Bir konuyu derinlemesine inceler. Amacı, neyin neye ait olduğunu göstermektir. 6. Bir Şeyin Nasıl Yapılabileceğini Gösteren Renkli Röportaj: 86

Basın Sözlüğü.


56

Bu tür, genellikle günlük, haftalık gazetelerde yer alır. Örneğin: “Yemek Nasıl Yapılır?” 7. Macera ve Kişisel Hikâye Röportajı: Ay’a yolculuk, çeşitli savaş olayları, denizaltı serüvenleri gibi her‐ kesin yaşamaya olanak bulamadığı ve halkın ilgisini çeken olaylarla ilgili röportajlardır. 8. Yerel Bir Durumu Anlatan Röportaj: Dar bir çerçevede olup biteni anlatır. Örneğin Eminönü çöplüğü‐ nün ele alınması.87

Gazetecilik dersleri üzerine: Ustalar ve çırakları Ben gidiyordum aslında. Sanki stajyerlerin istifa etmesi umursa‐ nırmış gibi “istifa etmiştim”. El sıkıştım herkesle, Cumhuriyet Ankara Bürosu'nun kapısından çıkıyordum. Tam çıkıyordum işte o kapıdan, gazetecilik işinden vazgeçiyordum tam... Kapıda beş yaşlı kadın, tutuklu anneleri! O gün gazetede, onuncu sayfada, tek sütuna on santim çıkan haberime teşekkür etmeye gelmiş‐ ler. Sadece on santimdi oysa! Ellerinde demet demet gelincikler... Kapıda öylece kaldım. Yıllardan 1994 herhalde. O zaman işte Işık Kansu Abi, hiç yüzüme bakmadan, öylesine söyler gibi, sırtıma iki tık tık vurdu ve dedi ki: “Geç içeri hadi! Haberini yaz!” İçeri geçtim! Haberimi yazdım! Bir daha da hiç istifa etmedim... Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nden, bu yazıyı yazdıktan biraz sonra, genç çocuklara gazeteciliğin ne olduğunu anlatacağım. Bir üniver‐ site konuşması değil, bildiğiniz ders vereceğim çocuklara. Haddim değil ya, neyse... Ne anlatacağımı düşünüyorum iki gündür. Ne desem acaba bu çocuklara? Şöyle mi acaba... “Büyük” gazeteci olmamak Bakın çocuklar, bu iş öyle atla deve değildir. Tarihi not edersiniz sadece. Tarih yazılırken “Ben oradaydım!” demek için bir iştir bu. Siz bir kayıtçısınızdır sadece. İleride, “büyük” gazeteci olduğunuzda, etrafınızda “çok mühim” olduğunuzu hissettirecek olaylar ve insanlar olacaktır. Sakın aldanmayın ve tek öneminizin yaptığınız işten kaynaklandığını aklınızdan çıkarmayın. Çünkü yaptığınız iş önemlidir. Şimdi etrafınızda bir sürü gazete ve televizyon var diye, sanabilirsiniz ki yazdığınız, söyle‐ 87

Gazetecinin El Kitabı, s. 77.


57

diğiniz sözcüklerin önemi yok. Yazı çok güçlü bir şeydir aslında. Üç söz‐ cükle insanların hayatını değiştirebilirsiniz. Söz tehlikelidir. Elinizin altındaki sözcüklerin insanlığa, insanların hayatlarına yön verebileceğini sakın unutmayın. Bu hassas silahı sakın insanlara ve in‐ sanlığa doğrultmayın. Tarafsızlığı sorarlar mı acaba çocuklar? Sorarlarsa şöyle der mi‐ yim acaba? Tarafsızlık diye bir şey yoktur çocuklar. Siz, insanlığın, insan er‐ demlerinin tarafını tutacaksınız. Bu işi yaparken birçok hayat görecek‐ siniz. Bu gördüğünüz hayatlar içinde bir hayatı tutabilirsiniz. Ezilenlerin, sömürülenlerin, sesi duyulmayanların hayatının tarafını tutabilirsiniz. Mühim olan tek şey, dünyada sizin tarafını tuttuğunuz hayatlar dı‐ şında başka hayatlar olduğunu da unutmamak. O hayatlara karşı kör‐ leşmemek önemli olan. Tarafsızlık diye bir şey varsa, o da hayatın çeşit‐ liliği karşısında, gözlerinizi bütün imkânlarıyla açık tutabilmektir. Hiç kimse olabilmek “Gazeteciliğin esası muhabirliktir”, diyenlerin ne demek istediğini anlıyorlar mı acaba? Pırıltılı köşe yazarlığı, editörlük, yöneticilik işine heves ederlerse, iyi gazeteciler onlara bunu söyleyecektir çünkü. Muhabirlik demek, hiç kimse olabilmektir. Ancak hiç kimse oldu‐ ğunuzda herkes olabilirsiniz. Gazetecilik biraz herkes olabilmektir. Orta‐ larda gezmek, iktidarın hep kenarında durmak, hep arka sıralarda otu‐ rup sözün iktidarına sahip olanların üzerlerinde durdukları halıyı altla‐ rından çekebilmektir. “Bu işin esası muhabirliktir.” derken aslında kas‐ tedilen budur. “Biri” olmak fakirliktir; zenginlik herkes olabilmekle ilgi‐ lidir. Şimdi bakıyorum da, daha ne çok anlatacak şeylerim varmış genç meslektaşlara... Başlangıç olarak bunun bir meslek olmadığı mesela. Gazeteciliğin bir meslekten çok daha fazlası olduğu... Mesela. Ece Temelkuran. Milliyet, 29 Nisan 2005.

2. GÖRÜŞME MÜLAKAT‐SÖYLEŞİ


58 Olumlu düşünün; çünkü düşünceleriniz sözleriniz olur. Sözleriniz olumlu olsun; çünkü sözleriniz davranışlarınız olur. Davranışlarınız olumlu olsun; çünkü davranışlarınız alışkanlıklarınız olur. Alışkanlıklarınız olumlu olsun; çünkü alışkanlıklarınız değerleriniz olur. Değerleriniz olumlu olsun; çünkü değerleriniz kaderiniz olur. Mahatma Gandhi

“Görüşmek işi” olarak tanımlanan görüşmenin, “mülakat” ve “mü‐ zakere” diye, Arapça iki karşılığı bulunmaktadır. Daha önce belirtildiği gibi: Arapça “likaa” buluşma, kavuşma ke‐ limesinden türetilmiş mülakat: a Buluşma, b Birleşme, c Görüşme olarak tanımlanmaktadır. Arapça “zikr” anma, hatıra getirme, ağza alma, adını söyleme, an‐ latma, ifade etme, övme, iyilikle anma kelimesinden türetilen müzakere ise: a Bir iş hakkında konuşma, b Bir iş için evvelden söyleşme, anlamlarına gelmektedir.88 Kitle iletişim kuramlarına göre, “bireyler arası iletişim” sayılan “görüşme”: İki ya da daha fazla birey arasında gerçekleşen iletişimdir. Bu yön‐ temde, karşılıklı ileti alışverişi çift yönlü olarak yapılıyorsa, “Bireyler arası iletişim gerçekleştiriliyor.”, demektir. Bireyler arası iletişim, yüz yüze olabileceği gibi, öteki iletişim araçlarıyla da gerçekleştirilebilir.89 Daha genel bir tanım yapmak gerekirse, görüşme: Olaylar hakkın‐ daki kimi gerçekleri saptamak, görüşler almak ya da olayla ilgili kişi ve kişiler hakkında bilgi toplamak amacıyla gerçekleştirilir. Bir görüşme, sayılanların gerçekler, görüş, kişiyle ilgili bilgiler hepsini içerebilir; aralarına kesin bir sınır çekmek zordur. Bu bakımdan, görüşmenin hangi nedenle gerçekleştirildiğine bakarak, bu yazı türünü sınıflamak yoluna gidilebilir.90

Bilgi miktarının her beş yılda ikiye katlandığı günümüz dünya‐ sında, bir uzmanın dahi, çoğu bilgiyi anlaması bile sorunlar yaratmakta‐ dır. Bu çerçevede, gazeteciliğe yönelik bilginin: 1. Nasıl bulunacağı, 2. Nasıl değerlendirileceği, 3. Nasıl aşırı bilgi yükünün anlaşılmazlığından 88

Özön, Osmanlıca‐Türkçe Sözlük. İrfan Mısırlı, Genel ve Teknik İletişim, Detay Yayıncılık, Ankara: Ekim 2004. s. 22. 90 Şenyapılı, a. g. m. , s. 183. 89


59

kurtarılacağı, 4. Nasıl etkili bir biçime getirileceği, 5. Nasıl iletileceği yöntemleri, günümüzde gazetecinin temel uğraşı alanlarıdır. 91

2. 1. Olaya İlişkin Haber Görüşmesi Bir tanıma göre görüşme yazı türü: Herhangi bir haber konusuyla ilgili olarak, ayrıntılı bir çalışma yapmadan, çoğunlukla oluşan bir ortam sonucu, gazetecinin kişi ya da kişilere sorular yönelterek, aldığı yanıtları yazmasıdır.92 Bu değerlendirmede, gazetecilik açısından öncelikle, bir dizi gö‐ rüşmeye dayalı haber öyküsünden söz edilebilir. Örneğin, bir cinayet işlendiğinde, muhabir olay yerinde genellikle değildir; ama bu olayın haber öyküsünü, yapacağı bir dizi görüşmeye ya da görüşmelere daya‐ lı olarak yazabilir. Varsa görgü tanıklarıyla, maktulü öldürüleni ilk bulan kişiyle, öldürüleni tanıyanlarla, akrabalarıyla; sanık saptanmış ya da yakalanmış ise onun eş, dost, tanış ya da yakınlarıyla; tarafların ilişkilerini bilenlerle, polisle, hastane yetkilileriyle vb. yapılacak görüşmeler sonucu toplana‐ cak bilgi, haber öyküsünün gerçeğe uygun biçimde yazılması olanağını verecektir. Öte yandan görüşme, bir olayı öykülemenin yanı sıra öykülenmiş bir olayda açıklığa kavuşturulamamış kimi yanları belirlemek, olay hak‐ kında kimi görüşlerin ortaya atılmasını sağlamak ya da olay kahramanı kişi ya da kişileri sergileyip tanıtmak için de gerçekleştirilir. Bu durum‐ da ağırlık, doğrudan olay üzerinde değildir; olayla ilişkili olarak tasarla‐ nan yeni bir yaratı üzerindedir. 2. 2. Kişiyi Konu Alan Görüşme Toplumun belirli bir kesimince tanınan ya da ünlü ama hakkında öğrenilenler sınırlı bir kişinin yetişmesini, davranışlarını, özelliklerini, dünya görüşünü, yaşamının pek bilinmeyen yanlarını, çeşitli durumlar karşısındaki tutumlarını, yaklaşımlarını, vb. sergilemeyi amaçlayan gö‐ rüşmeler, okurların ilgisini çeken yazıların ortaya çıkmasını sağlayabil‐ mektedir.

91

Philip Meyer, Bilimsel Gazetecilik, Çev. Ali Atıf Bir ve Serdar Sever, Anadolu Üniversite‐ si, Eğitim, Sağlık ve Bilimsel Araştırma Çalışmaları Vakfı, Eskişehir: 1998, s. 3. 92 Yüksel ve Gürcan, a. g. y. , s. 32.


60

Çağdaş gazetecilikte, “kişiyi ya da kişilikleri konu alan yazıların, yayın organına duyulan ilgiyi artırdığı” görüşünü taşıyan ve savunanlar önemli sayıdadır. “İnsan” odaklı yazı ve haberlerin, öteki haberler ve yazılara göre daha çok okunduğu inancını taşıyan gazetecilerin ve gaze‐ te yöneticilerinin sayısı az değildir. Örneğin, Türkiye’nin yüksek tirajlı gazetelerinden Hürriyet ile Gü‐ neş ve Dünya’nın eski genel yayın yönetmenlerinden merhum Nezih Demirkent bu inancı paylaşanlardandır. Demirkent, 30 Kasım 1981 ta‐ rihli 8. Gün’deki yazısında özetle şöyle demiştir:

“... Kendi üzerimizde bir deney yapacak olursak, insanların yaşa‐ dıkları dünya ile daha çok ilgilendiklerini tespit etmemiz zor olmayacak‐ tır. Bu bir davranışın sonucu veya bir düşüncenin eseri olabilir. Değişmeyen, insanın insancıl olaylara fazla ilgi duyduğudur. Bu‐ nun içindir ki başarılı yapımcılar, insan unsurunun kullanılmasında ısrar ederler. Amerika’da, Avrupa’da bu, değişmeyen bir kuraldır. Eğer şartlanmışlığın tartışıldığı bir dünyada yaşıyorsanız, insanla‐ rın çok kere olmazı olmaz halden çıkarttığına da tanık olmuşsunuzdur. Eğer kamuda bir olayın ilgi toplamasını istiyorsak, mutlaka ona insan unsurunu katmamızın gerektiğini de unutmamalıyız. İnsanı, insan olarak düşünürsek o zaman insanların da şartlandırılmalarının pek ko‐ lay olamayacağını kabul etmemiz gerekir. Nitekim, çok kere insanca davrandığımızı sanarak, insanlardan uzak mesajlar verdiğimiz, olaylar yarattığımız olmuştur. Kitle iletişim araçlarında, okur ilişkisi bu yönden çok önemlidir. İnsanların var olduğu bir kaynaktan doğan mesajı, yine insanlara iletebi‐ liyorsak, sonuca ulaşmamız mümkündür. Aksi takdirde, biz söyleyecek ve yapacağız; ama ne dinleyici ne okur bulabileceğiz. Okunmayan, hatta satılmayan bir gazetenin gücünden söz etmek mümkün müdür? Eğer televizyonu fazla insan seyrediyorsa, onda insanın gücünün daha fazla olduğunu kabullenmemiz gerekir. Radyonun daha az dinlen‐ mesinde, yine insan tarafımız ağır basmaktadır. Görmek, işitmek ve son‐ ra konuşmak istiyorsak, insanca davranışlar içinde olmamız lazımdır. Buna ilave edilecek bir başka unsur da düşüncedir. Yukarıda sıra‐ ladığımız davranışları düşünceyle buluşturunca, hayvanla insan ayırımı


61

da kendiliğinden ortaya çıkar. O halde insanları şartlandırarak bir dav‐ ranış içine iteceğimize, onlara insanlığı öğrenme fırsatını tanıyalım.” 93 “Mumya Müzesi’ndeki Atatürk Yüzünden Heykeltıraş Oldum” “Eskişehir, 1933: Şehir: 32 bin 103 nüfuslu ve 8 bin 500 haneli olup, bütçesi 174 bin 228 liradan ibarettir. Şehir dahilinde 93 km yol olup, 930 metresi parke, 2600 metresi şose, 38,5 kilometresi de adi kal‐ dırımdır. Temizlik işi, 38 amele ve 22 araba ile icra olunmaktadır. Belediyece idare olunan mezbahada günde vasati olarak 80 koyun ve 8 sığır kesilmektedir. Şehirde 1 lise, 11 ilk mektep, 3 hastane, 1 dis‐ panser, 6 hamam, 4 eczane, 2 kütüphane, 100 mağaza, 8 lokanta, 5 gazi‐ no, 1 tiyatro, 2 sinema. 30 han, 9 otel vardır.” Eskişehir 2006 ise anlatmakla bitecek gibi değil, mutlaka kendi gözlerinizle görmelisiniz. Porsuk’ta tekne gezintisi yapın, operada “La Traviata”yı izleyin. Tramvaya binin, Köprübaşı’nda inip heykellerle be‐ zeli köprülerden geçin. Gürdal Abacı’nın “222 Park”larında ya da “Hayal Kahvesi”nde yiyip, içip eğlenin. Yunus Emre’yi, Nasrettin Hoca’yı koklayın, Haller’de bir kahve molası verin. Bilin ki, gördüğünüz, görmediğiniz çağdaş yeniliklerin tü‐ mü Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’e ait. Gece gündüz, dur durak demeden çalışan başkanın, en büyük des‐ tekçisi Seyhan Hanım. Akademiden sınıf arkadaşı, sevgilisi, 41 yıllık eşi Seyhan Büyükerşen, 12. ve 13. dönem CHP Eskişehir Milletvekili Şevket Asbuzoğlu’nun kızı. Büyükerşen çiftinin Yaprak ve Burcu adlı kızların‐ dan birer de kız torunları var. Sevgili Büyükerşen’le Vişnelik’teki evinde başladık konuşmaya, sonra düştük yollara. İşte Eskişehir’deki 2 gün, 2 gecenin özeti. ‐ Kendinizi heykeltıraş olarak kabul ediyor musunuz? ‐Heykeltıraşlar bana kızıyor, “mankenci” diyorlar ne demekse. Bu‐ güne kadar heykeltıraş olduğumu hiç söylemedim, ben maliye hocası‐ yım. Karikatürcüyüm, iyi de resim yaparım, ama hiçbirisi değilim. Dok‐ tora asistanıyken 1966’da bir seneliğine Londra’ya gönderildim. Birkaç arkadaşla ünlü Madame Tussauds balmumu mumya müzesini geziyoruz. Bir baktım Makarios’un karşısına Atatürk diye bir heykel koymuşlar. Fevkalade çirkin, yakışıksız bir adam. Müzenin üst düzey yetkilisine çıkıp anlattım, “Bize göre Atatürk o” deyip tersledi.

93

Şenyapılı, a. g. m. , ss. 185‐186.


62

Bu bana çok koydu; Türkiye’ye dönünce durumu sanatçı arkadaş‐ lara anlattım. Hepsi bizde o tekniğin olmadığını, Kenan Yontunç’un de‐ nemelerinin de başarılı sonuç vermediğini söyledi. O yüzden heykele merak sardım; “yapılamazlar” beni tahrik eder çünkü. O sırada bir hey‐ kel çalışması için akademide olan Şadi Çalık’tan çamurun sırlarını öğ‐ rendim. Tekrar Londra’ya gittim, doğru Madame Tussauds Müzesi’ne. Bodrum katında gezerken yerde bir mum parçası buldum. Dönünce bizim kimyacılara tahlil ettirdim, içinde parafinden baş‐ ka maddeler de varmış. Tahtakale’den renkler, pigmentler alıp o kimya‐ sal karışımı aynen yaptık. Perukçu Şevket’e gidip saç seçiyordum, tek tek saç dikmeyi de öğrendim. Atatürk’ün boyu gençliğinde 1.71’miş, yaşlandıkça 1.69’a inmiş. Koç ailesi Madame Tussauds’daki Atatürk’ün balmumu heykelini yeni‐ den yaptırmaya karar verince benden ricada bulundular. Müzenin hey‐ keltıraşı Steve’le baştan sona birlikte çalıştık. Özellikle göz, kulak, burun ve bakışını ben çalıştım. Atatürk’ün sol gözünde şehlalık vardır, karşı‐ sında olduğunuz zaman, hangi gözüne bakacağınızı şaşırırsınız. Saçı Şişli’deki müzede iki cam arasında kırpıntı şeklinde var. Çok parıl parıl sarı değil, normal insan sarısının biraz ağarmış hali. Saçları Londra’dan aldım, özellikle İrlanda ve İskoç menşeli olanlar çok iyi. Göz‐ leri Almanya’da bir köydeki küçük bir fabrikada buldum. Aynı karakter, aynı renk, hem sağ hem sol protez göz yapan tek orasıydı. Gövdeyi ça‐ murdan yapıyoruz, alçı kalıp aldıktan sonra fiberglastan yapıp elbise giydiriyoruz. ‐ Bir de Asil Nadir’in peşine düşmüştünüz hocam? ‐ Asil Nadir Vestel’i kurmuş, ha babam Uzakdoğu’dan parçalar ge‐ tirip toplama televizyonlar yapıyor. Büyük reklam kampanyaları sonucu televizyonlar yok satıyor ama, 15 gün sonra bozuluyorlar. Garantisi yok, tüketiciler şikayetçi, Tüketiciyi Koruma Kanunu’na aykırı bir durum. Ayrıca, resim ve ses alıp vermeye yarayan cihazlara önce TSE’den rapor alınması lazım. O rapor bize gelecek, ancak o zaman üretebilirsin diye yetki vereceğiz. Asil Nadir bir türlü almıyor bu yetkiyi. Baktım olacak gibi değil, tuttum savcılığa suç duyurusunda bulundum. Günler, haftalar geçti hiç ses yok. Hemen bir tekit yazdım, durum nedir diye. Gelen cevapta “Adı geçen fabrikanın adresi bulunamamıştır.” diyordu. Cevap yazdım, Mani‐ sa’da filan cadde, filan sokak diye. Yine cevap yok, savcıya yine tekit ya‐ zısı yazdım. Yine de bir sonuç çıkmadı. Hükümet baskı yapıyordu savcı‐ ya; suç olmasına rağmen takibat yaptırmıyordu.


63

‐ Çiller’in adaylık teklifini niçin reddettiniz? ‐ Rektörlükten yeni ayrılmışım, belediye seçimleri var. Özer Çiller telefon etti; “Sayın başbakan sizinle görüşmek istiyor, yarın 16.00’da başbakanlık konutunda bekliyoruz.” dedi. Ertesi gün gittim, beni büyük bir nezaketle salona buyur ettiler. Biraz sonra güler bir yüzle Tansu Ha‐ nım girdi içeri. Şifon bir elbise giymiş, dudaklarındaki ruj pırıl pırıl par‐ lıyor. Müthiş bir parfüm kokusu yayıyor çevresine. “Hoş geldiniz Büyü‐ kerşen.” deyip sağ elimi tuttu, öylece oturduk. Gözlerimin içine bakarak “Ben sizi Ankara belediye başkanı adayı göstermek istiyorum, mutlaka olacaksınız.” dedi. “Ben hocayım, Eskişehir’e yapacağım daha çok hiz‐ metler var.” dedim, nafile. Salonda sadece ikimiz varız, çok atraktif, çok cazibeli kadın. Çok yakın oturuyoruz, elimi iki elinin arasına alıp dizinin üstüne koydu. Nasıl bir parfüm kokusu Yenerciğim, inanılmaz. “İzin verirseniz Eskişehir’e dönüp eşime sorayım.” dedim. “Uçağı vereyim onunla gidin.” dedi. “Efendim, Eskişehir 2 saatlik yol, arabayla giderim.” deyince, şaşırdı. “O kadar yakın mı Eskişehir?” dedi. Eskişehir’e döndüm. Ertesi gün Özer Bey “Başbakan sizden haber bekliyor.” dedi. Kendisine hocalığa devam etme kararında olduğumu söyleyip, teşekkür ettim. ‐ Celal Bayar Niye Yok? ‐ ‐ Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyüker‐ şen, balmumu mumya heykellere kendini iyice kaptırmış durumda. Tür‐ kiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlarının heykelleri arasında Celal Ba‐ yar’ın bulunmamasını “Özel bir nedeni yok. Bayar’ın yararlanabileceği‐ miz nitelikte güzel bir fotoğrafını bulamadığımız için yapamadık.” diyor. ‐ Yılmaz Büyükerşen ‐ Eskişehir 1936 doğumlu olan Büyükerşen, 1962’de Eskişehir İkti‐ sadi ve Ticari İlimler Akademisi’nin ilk mezunları arasında yer aldı. 1973’te profesör oldu. Aynı yıl, eğitimin yaygınlaştırılması amacıyla yap‐ tığı Açık Öğretim projesi, Açık Öğretim Fakültesi olarak ülke çapında, Batı Avrupa’nın 6 ülkesiyle Kuzey Kıbrıs’taki Türkler için uygulamaya konuldu. 1980’de TV verici istasyonuyla siyah‐beyaz eğitim stüdyolarını hizmete açtı. Daha sonra yine Eskişehir’de Türkiye’nin ilk renkli TV sis‐ temini kurdu. 1982’de Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü’ne getirilen Bü‐ yükerşen, 1987 yılında 2. kez cumhurbaşkanı tarafından yeniden rektör‐ lüğe atandı.


64

Radyo ve Televizyon Yüksek Kurulu üyeliği ve kurulun iki dönem başkanlığını yaptı. Türkiye’nin ilk Sinema ve TV okulunu kurdu. Büyü‐ kerşen, Türkiye’de balmumu mumya heykel yapımında tek isim. Anıtka‐ bir Müzesi’nde sergilenen Atatürk’ün mumya heykeli ile II. TBMM bina‐ sındaki mumya heykeller ve Makedonya Manastır Askeri İdadi Müze‐ si’ndeki "17 Yaşındaki Atatürk" mumyası yine Yılmaz Büyükerşen imza‐ sını taşıyor. Yener Süsoy. Hürriyet, 24 Nisan 2006.

2. 3. Görüşme Yöntemleri Görüşme, görüşen gazeteci ya da yazara, görüşülen kişi ya da kişi‐ lere ve olaylara bağlı olarak da çeşitlilik gösterir. Görüşmenin özellik kazanmasında, çoğu kez “zaman ve mekan” da etkilidir. Dolayısıyla, gö‐ rüşme türünü, belli bir kalıbın dar sınırları içinde düşünmek zordur. Ancak görüşmenin gerçekleştirilmesi için kullanılan belirli yöntemler vardır.

İnsan İlişkilerinde 10 Altın Kural 1. İnsanları daima selamlayınız ve onlarla konuşunuz. 2. İnsanlara daima gülümseyiniz. Asık suratlı olmak için 72, gü‐ lümsemek için 14 kas yeterlidir. 3. İnsanlara isimleriyle sesleniniz. İnsanların kendi isimlerini duymaları, dünyanın en tatlı müziğidir. 4. Arkadaş canlısı ve yardımsever olunuz. Arkadaş edinmek isti‐ yorsanız, arkadaşça davranınız. 5. Samimi ve candan olunuz. Konuşma ve davranışlarınız yapma‐ cık olmasın. 6. İnsanlara daima ilgi gösteriniz. Eğer çaba gösterirseniz, insanla‐ rı sevebilirsiniz. 7. Övgüde bulunurken cömert, eleştiride cimri olunuz 8. Başkalarının hislerine saygılı olunuz. Sizi takdir edeceklerdir. 9. Başkalarının fikirlerine saygılı olunuz. 10. Yaşamınızda başkalarına hizmet için her an hazır olunuz. Baş‐ kaları için ne yapmışsanız, onlarla anılırsınız.94 94

Mısırlı, a. g. y. , s. 52.


65

2. 3. 1. Yüz Yüze Görüşme Haber görüşmesinden, güncel ve ilgi çeken kimi olayların ya da ge‐ lişmelerin haber olarak sunulmasında yararlanılabilir. Örneğin, Devlet Planlama Teşkilatı DPT yayımladığı bir bültenle, büyük ölçekli bir te‐ mel yatırımın planlandığını duyurabilir. Gazetenin yayın müdürü, bu haberin ülke ve toplum için büyük önem taşıdığı kanısına varacak olursa okuyuculara, DPT bültenindeki bilgiden daha çoğunu sunmak isteyebilir.

Böyle bir yatırım gereksinmesi nereden kaynaklanmaktadır? Ge‐ reksinmenin, bir başka alana yapılacak yatırımla karşılanması olanağı yok mudur? Kaynakların söz konusu yatırıma yönlendirilmesi, öteki yatırımları ne yönde etkileyecektir? Yatırımın yeri doğru seçilmiş midir? Gerekli kaynak nasıl sağlanacaktır? Kaynak sağlama yolu, ülkenin yeni sorunlarla yüz yüze gelmesi sonucunu doğurabilir mi? Görevlendirilen muhabir, bu ana soruları yanıtlayabilmek için yalnızca DPT yetkililerine değil, çeşitli ilgililere, önceden özenle düşünü‐ lerek hazırlanmış sorular yöneltmek durumundadır. Oysa toplumda, çeşitli gruplara mensup bireylerle, gazeteci olarak konuşmak, her zaman için kolay olmamaktadır. Birçok kişi, psikolojik ortamları el vermediği, ya da kişilik yapıları uyuşmadığı gibi gerekçe ve nedenlerle gazetecilerle görüşmekten çekinmektedir; özellikle de “büyük ve önemli kişiler…” Bu yüzden görüşme ayarlamak, en az konuşmak kadar diplomasi gerektiren bir iştir. Gazeteci, görüşeceği kişiyle temasa geçecek, kendisi‐ ni tanıtacak, kimin için çalıştığını açıklayacak, neden görüşmek istediği‐ ni söyleyecek, görüşmenin konusunu bildirecek ve muhtemel bir tarih ve saat kararlaştırılacaktır. Bazen de gazeteci, görüşme yapacağı kişinin sekreteri ya da ajan‐ sıyla temasa geçerek, onlara iki seçenekli tarih ve saat verecek, yer öne‐ recektir. Örneğin, dinamizm ve sertliğiyle, bazen de personeline karşı mer‐ hametsiz davranışlarıyla tanınan belediye meclisi başkanının, nadir bu‐ lunan bir güve türü koleksiyoncusu olduğunu öğrenen gazeteci, randevu için başkanın kendisiyle konuşmak yerine, sekreteriyle görüşecektir. Sekreter, başkanın görüşmeyi isteyip istemediğini öğrenecek; yanıt olumluysa, uygun bir zaman ayarlayacaktır.95 95

Christopher Browne, Gazetecinin El Kitabı, MediaCat Kitapları, Ankara: 2001, s. 136.


66

“Mavi Gözler Neler Gördü Neler…” Semiha Es... 1950’li yılların en ünlü gazetecisi Hikmet Feridun Es’in eşi; aynı zamanda dünyanın ilk kadın savaş fotoğrafçısı. Bu sembol kadın, kapılarını Kelebek’e açtı. Semiha Es, görür görmez aşık olduğu ve evlendiği Hikmet Feridun Es ile dünyayı Türk okurunun ayağına getiriyordu. Afrika ormanların‐ dan, Pasifik’teki küçük adalara kadar birlikte geziyorlar; kocası bu ma‐ ceralı seyahatleri kaleme alırken, kendisi de fotoğrafları çekiyordu. Semiha Es, birçok güzelliğin yanı sıra savaşlara da tanık oldu. 1950‐1953 yılları arasındaki Kore Savaşı’nı cephede izleyen, Türk asker‐ lerle dirsek dirseğe günler geçiren Es, şimdi 13 yıl önce kaybettiği eşinin resmine bakarak eski günleri yad ediyor. Küçük ama aydınlık ve insanın birden içini ısıtan sevimli bir salon. Sokağa bakan pencerenin önüne karşılıklı yerleştirilmiş iki koltuk. Bir‐ kaç tabure ve sehpa. O koltuklardan birinde oturan açık sarı saçlı, mavi gözlü kadın gülümseyerek, tam karşısındaki duvara bakıyor. Duvarda bir erkeğin sevgi dolu bakışlarla gülümseyen fotoğrafı asılı. Koltukta oturan kadının mavi gözlerinde tuhaf bir pırıltı var. Odada başkalarının da varolduğunu unutmuş, fotoğraftaki erkeğin gözlerinin içine bakıyor. ‐ Ben günlerimi burada, Hikmet’le bakışarak geçiriyorum. O beni hiç terk etmedi. Dertlerimi ona anlatıyorum. Bana yardım etmesini isti‐ yorum. Hikmet, bana hep o sevgi dolu gözleriyle bakıyor ve inanın her zaman bana yardımcı oluyor. Semiha Es, bugün 92 yaşında. Hayatının 70 yılını paylaştığı, tek aşkını kaybettikten sonra da, onun anılarıyla ve fotoğraflarıyla yaşamayı sürdürmüş. Vücudunu saran romatizma hastalığı yüzünden ayakta dur‐ makta zorlanıyor. Koltuğunun yanında asılı duran bastonunun yardı‐ mıyla yürüyor. Ama, yaşadıklarını hatırlaması için hiç kimsenin yardı‐ mına ihtiyacı yok... Basında bizim kuşağın ustalarından Hikmet Feridun Es, genç mes‐ lektaşlarına: “Bir yazının okunması için ilk cümlesinin çok çarpıcı olması gerekir. O ilk cümle merak uyandırırsa, yazının devamı okunur. Siz siz olun her zaman yazılarınızın giriş cümlesine ayrı bir özen gösterin” der‐ di. Bu röportaja etkileyici bir giriş cümlesi aramam gerekmeyecek. Türkiye’nin ve dünyanın ilk kadın savaş foto muhabiri, aynı zamanda


67

Hikmet Feridun Es’in eşi Semiha Es’in inanılmaz anılarını bizimle pay‐ laştığını açıklamak sanırım yeterli olacak. ‐ Semiha Hanım, gelin hikayenizi en başından anlatın. Siz de bir zamanlar çocuktunuz. O günlere dönelim mi? ‐ Ben varlıklı bir ailenin çocuğu değildim. Babam, Fransızlar’a ait yolcu vapuru işletmelerinde bilet memuruydu. Biz üç kardeştik. Vefa’da küçük bir evde oturuyorduk. Babam, çat pat Fransızca bilirdi ve bize de bildiklerini öğretmeye çalışırdı. ‐ Öğrencilik yıllarından bahseder misiniz? ‐ 15 yaşına geldiğim zaman eve yardımcı olmak için çalışmaya başladım. Fransızlar’ın telefon idaresinde santral memuresi olacaktım. Yaşım küçük diye, ablamın ismini kullanarak, kurslara başladım. O dö‐ nemde telefon santralında çalışmak hiç de kolay değildi. Durmadan fiş‐ leri çıkarıp başka yere takmak kollarımı nasıl yoruyordu bir bilseniz. ‐ Hikmet Beyle nasıl ve nerede tanıştınız? ‐ Abidin Daver, babamın dostuydu. Cumhuriyet Gazetesi’nin dü‐ zenlediği güzellik yarışmasına girmem için babamı ikna etmiş. Fakat yaşım küçük olduğu için yarışmaya katılamadım. İşte o günlerde genç gazeteci Hikmet Feridun Es ile tanıştırıldım. Ve aşkımız o gün başladı. ‐ Sizin genç kızlık hayallerinizi süsleyen genç adam o muydu? ‐ Ben başka genç kızlar gibi hayal kurmaya fırsat bulamadım. Hikmet ile tanıştıktan sonra hayatımı onunla birlikte geçireceğimi anla‐ mıştım. Kısa bir süre sonra evlendik. O zamanlar gazeteciler çok az para kazanırlardı. Biz de evliliğimize büyük sıkıntılar içinde başladık. Çocuk‐ luğum yoksullukla mücadele ederek geçtiği için çok kıt imkanlarla evi çekip çeviriyordum. Semiha Es, pembe hayaller kurmaya fırsat bulamadan, hayatta ne yapmak istediğini düşünme hakkına bile sahip olamadan kendini ilginç bir maceranın ortasında buluvermişti. Çocuk denecek bir yaşta bir aile kurmanın zorluklarını, bugün bile fotoğrafından gözlerini ayıramadığı tek aşkı uğruna üstlenmişti. ‐ Fotoğraf çekme merakınız nasıl başladı? ‐ Öyle bir merakım yoktu. Fotoğraf makinesinin nasıl kullanıldığı‐ nı bile bilmiyordum. Kocam seyahat röportajları yapmaya başlayınca, beni de yanında götürmek istedi. Fotoğraf çekmesini bana öğrettiler. Ondan sonra da yarım yüzyıl fotoğraf makinesini elimden hiç düşürme‐ dim.


68

Semiha Es, okullu değil alaylı foto muhabiriydi. Zaten onun gençlik yıllarında gazetecilik, sadece heves ve yetenekle öğrenilen bir meslekti. Hikmet Feridun Es, 20. Yüzyıl’ın modern Evliya Çelebi’siydi. Semiha Es de onun yanından hiç ayrılmayan hayat arkadaşı, serüvenlerini ölüm‐ süzleştiren foto muhabiri... Evliliğin gerçekte bir “hayat arkadaşlığı” ol‐ duğunu onlar, evlendikleri gün kabullenmişlerdi. Özellikle Semiha Es, kocasının en yakın yardımcısı olmayı baştan benimsemişti. Es çiftinin ilk yurtdışı seyahati de olaylı başlamıştı. Binecekleri as‐ keri uçağın merdiveni yoktu. Semiha Es, o anı şöyle anlatıyor: ‐ Kapının iki yanındaki demirlere tutundum. Kendimi çekmeye ça‐ lışırken, beni arkamdan ittiler. Uçağa girince, rahat bir nefes aldım. Semiha Es’in savaş anıları arasında Kore Savaşları’nın apayrı bir yeri var. O günleri anlatırken, sanki çevresinde mermiler uçuşuyormuş, karşısında bombalar patlıyormuş gibi tedirgin oluyor: ‐ Haftanın beş gününü Kore’de cephelerde geçirirdik. Hafta sonla‐ rında askeri uçakla Tokyo’ya giderdik. Hafta boyunca, karargahlarda, kadın gazetecilere ayrılan barakalarda yatardım. Tahta ranzalarda, so‐ yunmaya bile fırsat bulamadan kıvrılır, uyumaya çalışırdım. Cephede bir bölgeden ötekine giderken, bomba yüklü kamyonlarda, sandıkların üze‐ rinde otururduk. Çevremizde mermiler uçuşurken, ölümden korktuğu‐ mu hiç hatırlamıyorum. Semiha Es, paçaları mandallarla tutturulmuş asker pantolonlarını, asker keplerini yıllar yılı, şık kadın kıyafetleri yerine seve seve giymiş. O kadar ki... ‐ Bazen Hikmet’le birlikte, karargahlarda ya da elçiliklerde verilen davetlere çağrılırdık. Kadınlar süslenirler püslenirler, takıp takıştırırlar‐ dı. Ben ise, gene o asker pantolonuyla davete giderdim. Kocam da böyle kalabalık toplantıları hiç sevmediği için bizim davette görünmemizle kaybolmamız bir olurdu. Semiha Es, Kore savaşından bir anısını kahkahalarla gülerek anla‐ tırken, gözlerini yine karşısında duran merhum eşinin fotoğrafına dik‐ mişti. Sanki olanları ona anlatır gibiydi: ‐ Bir gün, bir uçağın yakınlarımızda bir yere düştüğü haberini al‐ mıştık. Hemen ciplere atlayıp uçağın bulunduğu yere gittik. Aslında uçak düşmemiş, mecburi iniş yapmıştı. Uçağa koştum. Parmağımı deklanşöre basmak üzereyken Hikmet büyük bir telaşla geldi, beni hızla geriye sa‐ vurdu ve kendisi fotoğraf çekmeye başladı. O anda kocamın, önemli bir görüntüyü yakalama şansını bana bırakmak istemediğini düşündüm.


69

Ama daha sonra Hikmet’in uçağın infilak edeceğini düşünerek benim hayatımı kurtarmak istediğini öğrenince çok duygulandım. Semiha Es, eşiyle birlikte Kore Savaşı sırasında, ölümle burun bu‐ runa yaşadığı günleri anlatıyor: ‐ Bir keresinde, bir Çinli asker, beni öldürmek için bayağı uğraştı. Besbelli Allah istemeden kimsenin ölemeyeceğini bu zavallı bilmiyordu. Çinli asker beni öldüremedi ama sonra bize esir düştü. Zavallıcık yara‐ lanmıştı. Onun hastaneye gönderilmesini sağladım, yaralarıyla ilgilen‐ dim. Kadınlar... Pazar yerlerini dolaşmayı severler. Semiha Es de pazar yeri tutkunlarından biri. Uzak ülkelerde, vahşetin kol gezdiği Afrika ka‐ sabalarında, köylerinde, fırsat buldukça pazar yerlerini dolaşırlardı. Bir keresinde, Semiha Es, gezdikleri pazarı pek etkileyici bulmuş ve pazar yerinin fotoğraflarını çekmek istemişti. Hikayenin devamını ondan din‐ leyelim: ‐ Pazar yeri çok hoşuma gitmişti. Çıplak dolaşan yerli halkın pazar alışverişini enteresan bulmuştum. Fotoğraf makinemi hazırlayıp, resim çekmeye başlayınca ortalık karıştı. Yerlilerin üzerime geldiklerini gör‐ düm. Hikmet’in yüzü sapsarı kesilmişti. “Canına mı susadın Semiha?” diye bağırdı. Beni o çılgın kalabalığın arasından ite kaka uzaklaştırdılar. Semiha Es’in fotoğrafçılık dönemi, eşi Hikmet Feridun Es’in çalış‐ mayı bırakıp evine çekilmesiyle noktalanmıştı. Sordum... ‐ Kocanız emekli olunca, neler yaptınız? ‐ O emekli olmadı. Çok hastaydı. Çalışmayı bıraktı. Daha sonra sevgili dostumuz Eser Tutel’in uyarısı ve yardımlarıyla Hikmet’e emekli maaşı bağlandı. Kocamın parayla hiç ilgisi yoktu. Hikmet, gerçekten çok hastaydı. Kan dolaşımı durmuştu. Kalbi, ciğerleri, midesi... Kısaca tüm iç organları hastaydı. Doktorlar, Hikmet’e üç ay ömür biçtiler. Ben onu hastaneye göndermedim. Evde kendim baktım. Ve de “üç ay yaşamaz” denilen hastayı beş yıl yaşattım. Ayacıkları üşümesin diye ona yün patik‐ ler örüyordum. 24 saat başucundaydım. Ta ki öldüğü güne kadar... O sıcacık sevimli odada birdenbire ölümün soğuk rüzgarı esmeye başlamıştı. Semiha Es’i, kocasının cenazesinden uzaklaştırıp, bugüne döndürmek istedim: ‐ Günlerinizi nasıl geçiriyorsunuz? Semiha Es, tatlı bir kahkaha attı: ‐ Ben istasyonda, son trenin gelmesini bekliyorum.


70 Azize Bergin. Hürriyet, 8 Mart 2005.

2. 3. 2. Ayaküstü Görüşme Gazeteciler, görevleri gereği, birçok toplumsal faaliyeti izlemek ya da en azından bu tür toplantılarda bulunmak zorundadırlar. Bazen de gazeteciler, haber üretme amaçlı olmasa da, çeşitli etkinliklere katılırlar. Örneğin muhabir, bir kokteylde ya da benzer bir toplantıda, soh‐ bet ettiği kişilerden ya da yolda karşılaştığı bir haber kaynağından, her‐ hangi bir konuda bazı bilgiler duyabilir. Ya da bu bilgiler, muhabire özel‐ likle sızdırılmış olabilir. Haber sızdırıcılar, bazı durumlarda verileri aktarırken, “kimden ve nereden alındığı” konusunun gizli kalmasını istemektedirler. Bu isteğe saygı göstermek, iletişimin etik kurallarına uymanın yanı sıra haber kaynağıyla ilişkilerin sürmesi açısından da gereklidir.96 “Serbest Model” diye adlandırılan bu iletişim biçiminde, hız ve doğruluk derecesi oldukça düşüktür. Ancak bu bilgiler muhabirin, ilginç bir haber öyküsü oluşturması için ipucu niteliğini taşıyabilir. Böyle bir gelişme sonucu muhabirin, elindeki verileri değerlen‐ dirmek ya da doğrulatmak amacıyla, daha geniş bilgilere sahip oldukla‐ rını varsaydığı kişileri haber kaynaklarını yoklamasında yarar vardır. 2. 3. 3. Telefon Görüşmesi Eğer: “Kim”, “Ne”, “Nerede”, “Ne Zaman”, “Nasıl” ve “Neden” Niçin ? gibi, bir olayın çıplak gerçekleri öğrenmek isteniyorsa, telefon da etkin bir iletişim aracıdır. Çünkü telefonun öteki ucundaki kişi, herhangi bir süsleme yapmadan, doğrudan cevaplar verecektir. Bu nedenle polis, itfaiye ve am‐ bulans servislerinden son olayların gelişmesini öğrenmek için, rutin tele‐ fon görüşmeleri yapılır.97 Telefonla görüşme, her gün sıkça yapıldığından, gazetecilerin çok fazla alışık oldukları bir iletişim yöntemidir. Yalnız, görüşülürken, yönel‐ tilecek soruların açık ve iyi bir biçimde düzenlenmiş olması gerekir.98 Telefonla görüşmenin çeşitli artılarının yanı sıra muhabire yükle‐ diği güçlükler de vardır. Önemli bir olay patlak verdiğinde, söz konusu 96

Bülbül, a. g. y. , s. 130. Browne, a. g. y. , s. 141. 98 Tokgöz, a. g. y. , s. 235. 97


71

olayı izlemekle yükümlü muhabirin, haber öyküsünü “sıradanlıktan” kurtarması, değişik ve ayrıntılı bilgiler verebilecek kaynağı bulma bece‐ risine bağlıdır. Ayrıca, haber kaynağı doğru saptanmış olsa bile, önemli bir sorun vardır. Bağlantının öteki ucundaki haber kaynağının, telefonu hemen ve kolayca kapatabileceği tehlikesini ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bunun yanı sıra söylenenlerin bir ölçüde sınanmasına yol açan “göz teması” da yapılamadığından, alınan bilgilerin “doğruluğu şüpheli” olabilmektedir. Dolayısıyla muhabirin, gereksinme duyduğu bilgiyi der‐ leyebilmek için, belirli bir ikna gücünün bulunması ya da bu gücü edin‐ mesi zorunludur. Örneğin, oldukça üzücü bir olay yaşamış ya da yaşa‐ makta olan bir aileye telefon edildiğinde, duruma aykırı düşmeyecek bir ses tonu kullanılmalı ve uygun bir davranış benimsenmelidir. 2. 3. 4. Yazılı Görüşme Yüz yüze ya da telefonla görüşme olanağı bulunamadığı zamanlar ya da bu tür bir iletişim için beklemenin iletiyi geciktireceği varsayıldı‐ ğında, muhabir yazılı olarak düzenlediği bir dizi soruyu, yanıtlanmak üzere haber kaynağına verebilir. Bu türde görüşme yazıları, Türk bası‐ nında gittikçe yaygınlaşmaktadır. Öte yandan, günümüzdeki yazılı görüşmelerin önemli bir bölü‐ münde, internet ortamında elektronik posta, sık sık kullanılmaktadır. Özellikle, görüşme türüne çeşitli konularda ve çok sayıda yer veren bir‐ çok haftalık yayın organında, yazılı görüşmeden geniş ölçüde yararla‐ nılmaktadır. Kimi ülkelerde de, devlet ve hükümet yetkililerinin, yüz yüze görüşme yerine, “yazılı görüşme”yi yeğledikleri bilinmektedir. 2. 3. 5. Soruşturma Görüşmesi Görüşme türünün en yalın örneği, herhangi bir konuda genel gö‐ rüşü ortaya çıkarmak için yapılanı, “soruşturma” niteliği taşıyan dalıdır. Örneğin, “Yeni vergi yasası hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusu, çeşit‐ li toplum kesimlerinden çok sayıda kişiye yöneltilir. Bir anlamda küçük çaplı bir anket uygulaması yapılır. Sonra bu soruşturmadan elde edilen sonuçlar, topluca ya da istenirse tek tek değerlendirilerek, yeni vergi yasası hakkında haber üretilir.

2. 4. Kamuoyu Yoklaması


72

Kamuoyu yoklamaları, çeşitli konularda kamuoyunun eğilimini belirlemek üzere gerçekleştirilen bir araştırmadır. Kamuoyu yoklamala‐ rı, özellikle seçim kampanyaları sırasında seçim sonuçlarının tahmini için kullanılır.99 Zaman zaman kimi güncel konularda da, bir muhabirin ya da bir muhabirler grubunun, bir iki kaynaktan değil, çok sayıda kaynaktan bilgi toplama gereği ortaya çıkabilir. Bir önceki örnekteki yeni vergi yasasına ilişkin soru, ülkenin her yanında, her toplum kesiminden kimselere yö‐ neltilerek, yurt çapındaki genel görüşün ya da kamuoyunun yasayı nasıl değerlendirdiğinin saptanması yoluna gidilebilir. Böylece, basın yayın organlarının “kamuoyunu yansıtmak” görevi de yerine getirilmiş olacak‐ tır. Yeni vergi yasasıyla ilgili bu soruşturma tek soruyla sınırlı olma‐ yıp, yasa hakkındaki ayrıntılı tepkileri saptayacak ya da olumlu‐olumsuz bulunmasına yol açan özelliklerini belirleyecek bir sorular dizisinden oluşabilir. Böylece, yurt çapında bir “anket uygulaması” gerçekleştiril‐ miş olacaktır. Eğer bu anket uygulaması, ciddi olarak belirlenmiş bir “örnek‐ lem”e dayanıyorsa, konu hakkında bilimsel olarak saptanmış bir gerçek durum ortaya çıkarılmış olacaktır. Ama, bilimsel bulgular değil de, örne‐ ğin, kamuoyundaki tuhaf tepkilerin haber öyküsü haline getirilmesi amaçlanıyorsa, bilimsel yöntemlerle çalışma gereği ve zorunluluğu yok‐ tur. Görüşme türünün bu dalı, “sokaktaki adam”ın görüş ve düşüncele‐ rini yansıtacağı ve çoğunluğun eğilimlerini belirlemeyi sağlayacağı için “kamuoyu yoklaması” adıyla anılmaktadır.

2. 5. Basın Toplantısı Basın toplantısı, yetkili ya da ilgili kişinin, bir ya da birçok konu hakkında bilgi vermek, açıklamalarda bulunmak amacıyla, gazetecilerle yaptığı toplantıdır. Bir başka anlatımla, basın toplantısı, haber kaynağı‐ nın, basın‐yayın organlarınca yayılmasını istediği bilgileri, anılan organ‐ ların temsilcilerine aktarmak vermek üzere düzenlediği toplantıya verilen addır. Son yıllarda gittikçe yaygınlaşan basın toplantısı, soruşturma gö‐ rüşmesi ve kamuoyu yoklaması gibi bir “toplu görüşme” türüdür. Ancak, 99

Erol Mutlu, İletişim Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara: 1998, s. 195.


73

basın toplantısına katılan muhabirin, toplantıda değinilecek konu ya da konular hakkında ya da toplantıyı düzenleyen kişinin uğraşı alanında, önbilgi sahibi olmasında büyük yarar vardır. Bunun yanı sıra muhabirin, toplantıyı düzenleyen haber kaynağı‐ nın kişiliği, davranış biçimi, tutumu, yaklaşımları, vb. hakkında topladığı bilgilerle, basın toplantısına hazırlıklı olarak katılması ve belirebilecek herhangi bir soru yöneltme fırsatını değerlendirebilmek için tetikte bu‐ lunması, ilginç ve beklenmedik bir haber öyküsünün yaratılması olasılı‐ ğını doğurur.100

2. 6. Önceden Bilgilenmek Planlanmış görüşmelerde, gazeteci öncelikle ayrıntılı bir hazırlık yapmalıdır. Bir görüşmeye hazırlanmak için ayrılan süre, bazen o gö‐ rüşmeyi gerçekleştirmek ve yazmak için ayrılan süreden daha fazladır. Gazeteci, konuyla ilgili olarak tam anlamıyla bilgilenmeli, görüşme yapa‐ cağı kişiyi tüm yönleriyle tanımaya, öğrenmeye çalışmalıdır. Ne kadar çok bilgi toplanırsa, görüşme o kadar iyi geçecektir. Gö‐ rüşülen kişiler ve konular hakkında fazla bilgiye sahip olmak, muhatap‐ ları etkileyecek ve onların gururlarını okşayacaktır.101 Görevlendirilen muhabirin ya da yazarın, karşısındaki kişinin ya‐ şam öyküsü hakkında hiçbir şey bilmeden ya da yarım yamalak bilgilerle görüşme yapmaya kalkışması, gereksiz sorular yöneltmesine ve ters tepkiler almasına yol açacaktır. Olumsuz izlenimler edinen bir haber kaynağı ise muhabir ya da yazarla işbirliği yapmakta yarar görmeyip bilgi vermekten kaçınacaktır.102 Öte yandan, “önceden bilgi toplama” görüşüne karşıt olarak, Der Spiegel dergisi muhabiri Jürgen Leineman, bazen çok fazla ön bilginin yarattığı etkiden arınmış, önyargısız ve tarafsız bir biçimde, görüşülecek kişiyle karşılaşmanın, daha doğru olacağını savunmuştur.103

Commandante Efendim nice umutlarla gittik. Hüsran ile çıktık. Oliver Stone’un Kü‐ ba Lideri Fidel Castro ile yaptığı 30 saatlik söyleşinin 2 saatlik filmi

100 Şenyapılı, a.g. m. , s. 188. 101 Browne, a. g. y. , 137.

102 Şenyapılı, a. g. m. , s. 190.

103 Schneider ve Raue, a. g. y. , s. 104.


74

“Commandante”yi izledik. Dersine çalışmamış bir röportajcının, röportaj veren zeki olduğu takdirde nasıl maymuna dönebileceğini iyice izledik. Gazeteci olmak isteyenler bu filmi izlemeli ve röportajın nasıl ya‐ pılmayacağını iyice öğrenmeli. Filmden alınacak dersler şunlar: 1. Dersini çalışmadan gitme. Yapacağın röportajla ilgili olarak sa‐ dece senin ilgini cezbeden konuları okumakla kalma, röportaj verenin ilgilendiği bütün konularda hiç olmazsa biraz bilgin olsun. Yoksa Oliver Stone gibi Vietnam konusunda çok soru sorup genel dünya tarihinde fena halde çuvallayabilirsin. Röportaj, zeka ve bilgi oyunudur. Bilgin piyonun, zekan vezirindir. 2. Güvendiğin hamleleri bir kere denemekle kalma. Başlangıçta yanıt verilmeyen sorularını, röportaj verenin zekana ve bilgine olan gü‐ veni arttığında, başka sözcüklerle tekrarla. Soruyu, “Che, Afrika’dan döndüğünde sinir krizi geçirmiş. 48 saat konuşmuşsunuz. Sonra da Bo‐ livya’ya gitmiş. Neden?” diye sorarsan Fidel Castro buna cevap vermez. Röportaj yaptığın için bütün iktidarın sende olduğunu sanma. Karşında‐ ki bu bilgiyi öğrenmeyi hak ettiğine inanmalı. 3. Ayrıntıları kaçırma! Eğer Fidel Castro, Nike ayakkabı giyiyorsa bunu soracaksın. Nike firmasının köle çocuklar çalıştırdığının bilindiğini, Fidel’in bunu bilip bilmediğini soracaksın. Tabii bunu adam çok derin bir mesele anlatırken yapmayacaksın, buz gibi bir hava eser. Adam ko‐ nuşurken mutlaka not alacaksın. Yoksa konuştuklarından aklına gelen soruları mutlaka unutursun. 4. Hiçbir zaman ama hiçbir zaman, röportaj yaptığın insanın zeka‐ sının ve bilgisinin seninkinden az olduğunu öngörmeyeceksin. Yoksa hiç beklemediğin bir hamleyle şah mat edilirsin. Fidel sevimli görünmek istediği için, Oliver Stone’u bozup atabileceği birçok yerde sessiz kaldı ama sonunda lafı yapıştırdı: “Eğer bana Viagra getirseydin ve ben ölseydim, Vietnam’da ala‐ madığın madalyayı alırdın!” Fidel böylece Oliver’i “sıradan bir Amerikalı” yerine koydu ve Oli‐ ver’ın karizması büzüşüp kaldı. Aptal olmadığı için yediği golün farkına vardı; ama Fidel hızlı bir hamleyle havayı, Oliver’i kollarına alıp üzerin‐ de iktidar kurarak, yumuşattı: “Vietnam’da madalya almış mıydın?” Eğer röportaj yaptığınız kişi sizin üzerinizde şefkatli bir baba hissi uyandırıyorsa oradan hemen çıkın. Çünkü oyunu çoktan kaybettiniz.


75

5. Utanmayacaksın! Hakikaten ta içinden bir soru geliyorsa, o soru doğru sorudur; soracaksın. Fidel Castro ile karşılaşıp da şu soruyu sor‐ mazsan asla bana röportaj yaptığını söylemeyeceksin: “Che Guevera’yı kıskandınız mı?” Röportajın üç kutsal emri vardır: Empati kuracaksın! Konuşmaktan çok dinleyeceksin! Kandırma‐ yacaksın! Elbette bunlar benim kişisel deneyimimden çıkardığım sonuçlar‐ dır. Bana kimse röportaj yapmayı öğretmedi; ama ben öğretmek zorun‐ da kalsaydım, böyle öğretirdim. Umarım gazeteci olmak isteyen arka‐ daşların işine yarar. Gazetecilik tanrıları bizi Oliver Stone olmaktan esir‐ gesin! Ece Temelkuran. Milliyet, 31 Ekim 2003.

2. 7. Görüşenlerin Tutumu Gazeteci açısından alçakgönüllülük ve nezaket, akıllıca merak, do‐ ğal olmaya içtenlikle çaba göstermek ve neyin peşinde olduğunu vurgu‐ layan bilgililik, basılabilir, yayımlanabilir bir görüşme yazısının doğma‐ sını sağlayacaktır.104 Yukarıda sıralanan beş koşul, hemen hemen bütün görüşmelere uygulanabilir. Ama, daha önce de değinildiği gibi, tetikte ve yetenekli bir görüşme yazarı, öznesinin durumuna, yaradılışına, huyuna; tasarladığı öykünün özüne ve koşullara bağlı olarak, görüşme tekniklerini her an değiştirmeye hazırlıklı olmalıdır. Örneğin görüşülen kişi, bir bilgi ya da görüşü iletmek isteyebilir; bir şeyi gizlemek ya da açıklamak niyetinde olabilir ya da yönlendirme manipülasyon amacı taşıyabilir. Bu çerçevede gazetecinin haber kaynağıyla ilgili olarak fark etme‐ si ve önlem alması gereken durumlar şöyle sıralanabilir: 1. Haber kaynağının kafası karışık olabilir, 2. Haber Kaynağı rahatsızdır, 3. Gerçek görüşünü ifade etmekten çekinebilir, 4. Yalan söyleyebilir, 5. Yanlış bilgi verebilir, 104 Şenyapılı, a. g. m. , s. 191.


76

6. Gazetecinin varlığından tedirgin olup gerçek duygularını be‐ lirtmeyebilir, 7. Konuyu ya da olayı abartabilir, 8. Önemli ayrıntıları unutabilir ya da gizleyebilir. 2. 7. 1. Görüşülen Kişinin Konuşması Önemlidir Görevli muhabir ya da yazar, herhangi bir kişiyle, bazı bilgiler edinmek amacıyla görüşme yapar. Karşılıklı konuşma biçimindeki bir görüşmeyi başarılı biçimde yönetebilmek için, muhabirin usta bir ko‐ nuşmacı olması gerekir ki, görüşülen kimse, devam etmek için istek duysun.105 Görüşmenin amacı, görüşenin ne denli akıllı, ne denli zeki, çok bil‐ gili biri olduğunu karşısındakine kanıtlaması değildir. Dolayısıyla iste‐ nen, görüşülen kişinin vereceği bilgidir; onun görüş ve düşünceleridir. Başlangıçta, görüşüleni rahatlatmak, ısındırmak ve konuya çekmek amacıyla, görüşenin genel bir giriş konuşması yapması yanlış değildir. Ancak, bilgisi ya da becerisi kıt bir muhabir ya da yazarın gerçek‐ leştirdiği görüşmede, muhatabın konuşmaya ve de ele alınan konuya egemen olması söz konusudur. Böyle bir durumda, görüşülen kişi, her zaman söylediklerini yineleyecek, o zamana değin savunduğu görüşleri‐ ni bir kez daha öne sürecek ve büyük bir olasılıkla, herkesçe bilinen bu sözler ve görüşler, okurların ilgisini çekmekten uzak, sıradan bir öyküyü doğuracaktır. Başarılı bir görüşme gerçekleştirmek için şu öneriler de dikkate alınmalıdır: “Konu mantık sırasıyla aktarılmalıdır; konuşma hızı iyi ayarlan‐ malıdır; abartıdan kaçınılmalıdır; sözler kesin olmalıdır; doğru bilinen‐ ler söylenmelidir; örneklerden, karşılaştırmalardan, açıklamalardan, istatistiksel bilgilerden yararlanılmalıdır; benzetmeler kullanılmalıdır; özel yaşamda sık kullanılan kelimelerden uzak durulmalıdır; “Hımm, aaa, şey, yani, şimdi” gibi düşünme sözcüklerine asla yer verilmemelidir; başkalarının özel ve gizli yaşamlarına saygı duyulmalıdır; konuşma akı‐ cı, doğal ve anlaşılır olmalıdır; kelimeler doğru telaffuz edilmelidir.”106

105 Gazetecinin El Kitabı, s. 78. 106 Mısırlı, a. g. y. , ss. 36‐39.


77

2. 7. 2. Görüşmeci Sakin ve Konuya Hakim Olmalıdır Görüşmeci sakin olmalıdır. Görüşülen kişi, daha doğrusu hiç kim‐ se, sürekli kımıldanan, sinirli bir biçimde kalemini ısıran, kravatıyla oy‐ nayan, kemerini çekiştiren, orasını burasını kaşımaya kalkışan, perçe‐ mini düzelten, kafasını avuçlayan, kaçamak bakışlarla çevreyi süzen, göz göze gelindiğinde suçluluk duyarmış gibi gözlerini kaçıran biriyle ko‐ nuşmak istemez. Görüşmeci, konuya hakim olduğunu hissettirerek; kendinden emin tavırlarla, gerçekleri öğrenmek, anlatılanların doğruluğuna güven duymak için yeni yeni sorular sormaktan çekinmemelidir. Öte yandan, gerek görüşülen kişinin, gerekse metinde anılacak öteki kişilerin adlarının, unvanlarının ve görevlerinin yanlışsız telaffuz edilmesine ve yayımlanmasına özen gösterilmelidir. Çünkü insanlar, başta adları olmak üzere, kişisel bilgilerinin aktarılmasında hatalar ya‐ pılmasından hoşlanmamaktadırlar. Bu arada görüşülen kişilerin, ev adreslerinin ayrıntılı biçimde açıklanmaması da, önemli görüşme kurallarından biridir. İkametgah yerinin açıklanması, görüşmeye renk getirecekse, semt adının verilme‐ siyle yetinilmelidir. 2. 7. 3. Gerektiğinde “Espri Yeteneği” Kullanılmalıdır Gerektiğinde “espri yapmak”, aradaki buzları eritmeye yardımcı olacağı gibi, görüşmenin yanlış yönde gelişme eğilimi varsa, bunu da önleyecektir. Ne var ki, yersiz espri yapmaktan kaçınmak ve esprinin kıvamını tutturmak çok önemlidir. Bunun yanı sıra gerektiği zaman sessiz kalmak, herhangi bir var‐ sayım yürütmemek, soru sormamak yeğlenmelidir. Zaman iyi kullanıl‐ malı, ayrıca öznenin fazla zamanını almamaya da dikkat edilmelidir. Zaten, görüşülenlerin çoğunun zamanı değerlidir. Böyle bir görüşmeye sınırlı zaman ayırmıştır. Görüşme yapan kişi, gazeteci kimliğinin yanı sıra tıpkı deneğinden mümkün olan en fazla sayıdaki bilgiyi almaya çalışan amatör bir psiko‐ log gibidir. Görüşülen kişinin samimi, dobra dobra ve tartışmasız yanıt‐ lar verecek kadar rahatlamış olması, iyi bir görüşmenin önemli gerekle‐ rinden biridir.107 107 Browne, a. g. y. , s. 140.


78

2. 8. Yazıyı Renklendirmek! Özellikle kişileri konu alan görüşme türü yazılarda, öznenin görü‐ nüşünü, davranışlarını bir çırpıda anlatıverecek bir sözcük ya da cümle‐ cik kullanmak, “okurun özneyi görmesini” sağlamaktadır. Kimi zaman öznenin devinimlerini, davranışlarını, jestlerini, ko‐ nuşma biçimini ve bulunduğu çevreyle ilgili özellikleri betimlemek, oku‐ run imgeleminde eksiksiz bir görüntünün oluşmasına yardımcı olmak‐ tadır. Genellikle, küçük düşürücü olmamasına titizlenilerek, bilinen, ta‐ nınan biriyle özneyi karşılaştırmak da, anılan görüntünün yaratılmasına katkıda bulunmaktadır. Böylece, yazarla okuru arasında bir anlatım‐ anlama bağlantısı kurma kolaylığı yaratılabilmektedir.108

2. 9. Muhabir, Hangi Yanıtları Arar ? Bir görüşme gerçekleştirilmeden önce, görüşmenin hangi amaçla yapılacağının iyi belirlenmesi gereklidir. Bir haber öyküsü hazırlanacak‐ sa, bu öykünün temel konusu ne olacaktır? Ya da herhangi bir olay, han‐ gi açıdan ele alınmak istenmektedir? Örneğin, Boğaz’da bir şileple bir tankerin çarpışması sonucu tan‐ kerde yangın çıkması olayı yazılacaksa, haber öyküsü çarpışmanın ne‐ deni, ölü ve yaralı olup olmadığı, tarafların hata payları, yangının olası sonuçları, zarar ziyanın ölçüsü, vb. gibi konularda bilgi içerecektir. Dola‐ yısıyla öyküyü hazırlamaya başlamadan önce, saptanmış bu konular hakkında bilgi toplanması gereklidir. Benzer biçimde bir çözümleme analiz , her türlü haber öyküsü için yapılmalıdır. Böyle bir çözümlemenin, haber öyküsünde nelerin yer almasının belirlenmesinde yararı büyüktür. Muhabir, böylece, haber kaynaklarına ne gibi sorular yönelteceğini önceden belirlemek, daha da önemlisi, hangi ayrıntılı bilginin gerekli olduğunu görmek olanağına kavuşacaktır. Hangi bilgilere gereksinme duyduğunu bilmesinin yanı sıra mu‐ habirin, bu bilgileri nasıl elde edeceğini öğrenmesi birincil koşuldur. Bu arada, bazı ayrıntıların genelden daha çok ilgi çektiği unutulmamalıdır. Muhabir, bu bakımdan, ayrıntıları yakalamak için tetikte olmalı‐ dır. Kendisiyle görüşülen bir politikacı, örneğin, lisedeyken futbol takı‐ 108 Şenyapılı, a. g. m. , 192.


79

mında yer aldığını söylerse, hemen hangi lisede ve hangi yıllarda futbol takımında yer aldığı sorulmalıdır. Yazılacak her öykü kendine özgüdür. Benzer öykülerde başkalık, ayırım, ayrıntılardan kaynaklanır. Eğer muhabir ya da yazar, söz konusu ayrıntıları ortaya koyacak uygun soruları sormayı beceremezse öyküsü, “sıradan” ve daha da önemlisi “eksik” bir öykü niteliğini taşıyacaktır. 2. 9. 1. Sorular Açık‐Seçik ve Anlaşılır Olmalıdır Her soruya yanıt veren elektronik beynin bozulmasına yol açan so‐ ru, “Ne var, ne yok?” olmuştur. Bu bir fıkradır ama, öğretici bir yanı var‐ dır; hele gazeteciler için. Gazeteci de, görüştüğü kişiye, elektronik beyni arızalandıran “Ne var, ne yok?” sorusu gibi, “Ne haber?”, “Neler oluyor”, “Yeni bir şeyler var mı?” vb. sorular yöneltmekten kaçınmalıdır. Çünkü gazeteci olmayanlar, genellikle, neyin “haber değeri” taşı‐ dığını bilemezler. Dolayısıyla, anılan türde sorularla işe yarar bilgi edinmek olasılığı çok düşüktür. Görüşülen kişiye yöneltilecek sorular, dolaysız ve yönlendirici nitelikte olmalıdır.

Görüşme yaparken, muhatabınızın kendisini önemli hissetmesini sağlayın. Bir soru sorun ve araya girmeden, soruya tam olarak cevap vermesi için ona zaman tanıyın. Yalnızca konudan ayrılmaya çalıştığın‐ da, onu konuya doğru çekmek için müdahale edin. 109 2. 9. 2. Sorular Önemine Göre Sıralanmalıdır Görüşmeci, özgün içerikli bir öykünün yazılmasına yarayacak bil‐ gileri derleyecek sorular yöneltmelidir. Nelere yanıt aradığını bilen gö‐ rüşmeci, sorularını önceden saptamış ve sıraya sokmuş olmalıdır. Bir görüşme sırasında sorular, görüşmenin doğal akışı içinde, hemen akla gelivermiş gibi yöneltilmelidir. Bu arada görüşme, planladığından daha ilginç sayılabilecek bir yönde gelişme eğilimindeyse, görüşmeci bu olasılığı fark edebilmeli ve gerekiyorsa, kendi planından vazgeçme esnekliğini de göstermelidir. Asla unutulmamalıdır ki, hazırlıksız ve bilgisiz bir gazeteci, gö‐ rüşme yaptığı kişinin elinde oyuncak olabilir. Yerinde ve doğru sorular, ancak görüşülecek kişi ya da görüşmede ele alınacak konu hakkındaki birikimle ve düşünerek bulunabilir.

109 Browne, a. g. y. , ss. 138‐139.


80

Örneğin, çok ünlü bir film yıldızıyla yapılan görüşmede, “Ne za‐ man doğdunuz?” ya da bir yazarla görüşürken “Şimdiye kadar kaç kitap yazdınız?” gibi sorular, muhabirin önceden hiç hazırlık yapmadığını göstermenin yanı sıra gazetecilik mesleği için uygun bir kişi olmadığının da kanıtıdır. Görüşmede, beklenmeyen durumlarda alınacak esnek davranış ve refleks de zamanla kazanılacak bir deneyimdir. Görüşme için en az üç ana hat belirleyip, bir iskelet oluşturmak ve bu iskeletin çevresinde ko‐ nuşma akışını temellendirmek en iyi yöntemlerden biridir.110 2. 9. 3. Açık Uçlu Sorulara Ağırlık Verilmelidir. Görüşmede kapalı ya da açık uçlu sorular yöneltilebilir. Kapalı uç‐ lu sorular, “Kim?”, “Ne?”, “Nerede?” ve “Ne zaman?”, üzerinde yoğunla‐ şır. Bu sorular, kuru bilgileri sağlar. Bir konu hakkında rapor hazırlamak amacıyla derlenecek bilgiler için, kapalı uçlu sorular uygundur. “Niçin? Neden? ” ve “Nasıl?” sorularına yanıt arayan açık uçlu so‐ rular ise genellikle daha verimlidir. Açık uçlu sorular, kaynakları ayrıntı‐ lara inme konusunda cesaretlendirir; görüşmeye renk katacak bilgilerin toplanmasına, fikirlerin ortaya çıkmasına ve inceleme alanının genişle‐ mesine yardımcı olur. Örnek: Soru: Aldığımız bilgilere göre, ordunun kaldırılmasından yanay‐ mışsınız. Bu doğru mu? Yanıt: Hayır. Soru: Neden?111 Görüşmeyi gerçekleştiren kişi, tıpkı deneğinden mümkün olan en fazla sayıdaki bilgiyi almaya çalışan amatör bir psikolog gibidir. Görüş‐ me yapılan kişinin kaçamağa başvurmadan, samimi, açık ve çelişkisiz yanıtlar verecek kadar rahatlamış olması, iyi bir görüşmenin gerekle‐ rinden en önemlisidir.112 Karşılıklı konuşma tarzındaki bir görüşmeyi başarılı bir biçimde yönetebilmek için, muhabirin usta bir konuşmacı Bölüm‐10 olması gerekir ki, görüşülen kişi devam etmek için istek duysun. İlgi çekici ol‐ 110 Gazetecinin El Kitabı, s. 78. 111 Schlapp, a. g. y. , s. 43.

112 Browne, a. g. y. , s. 140.


81

mayan, uzun ve karmaşık sorular, görüşmenin yapıldığı kişiyi sıkabilir ve anlatmak istediği şeyden vazgeçirebilir. Önemli olan, soruları kişiye göre iyi bir biçimde düzenlemek, anla‐ şılır ve özgün bir dille Bölüm‐11 yöneltmektir. Özellikle portre söyleşilerinde, şu tür sorular çok sık kullanılır: Nerede yaşamayı isterdiniz? En fazla hoşgörüyü ne tür bir yanlışa gösterebilirsiniz? En sevdiğiniz yazarlar ve roman kahramanları hangileridir? En sevdiğiniz tarihi kişilik kimdir? Gerçek yaşamdaki kadın, erkek kahramanlarınız kimlerdir? Erkekte ya da kadında tercih ettiğiniz nitelik nedir? Bir de yüzleştirici sorular vardır. Örneğin, yolsuzluğa karıştığı be‐ lirlenen bir belediye başkanına, konuyla ilgili soruyu, doğrudan sormak gibi... Bunların, zamanlaması iyi yapılmalıdır. Sert sorular, kaynağa bir hazırlanma ve açıklama olanağı verebil‐ mesi için dikkatli bir biçimde düzenlenmelidir; çünkü amaç kaynağı rahatsız etmek değil, doğruyu aramaktır. Görüşmeyi gerçekleştiren, karşısındaki kişiyi sorularıyla etkileyip yönlendirmemelidir. Görüşmeye katılan kişinin elden geldiğince rahatla‐ tılması, işin verimi açısından çok önemlidir. Görüşülen kişinin verdiği karşılıklarda, yeni ve ilginç bazı bilgiler ortaya çıkabilir. Bunun için karşıdakini çok dikkatli dinlemek Bölüm‐ 12 gerekir. Yanıtları dinlememek gazeteciyi, henüz yanıtlanmış bir so‐ ruyu tekrar sormak gibi utandırıcı bir duruma da düşürebilir.

2. 10. Soru Sorma Yöntemi ve Görüşmenin Başarısı Görüşenin soru sorma tavrı çok önemlidir. Usta gazeteci Cüneyt Arcayürek, Selma Tükel ile yaptığı ve 17 Aralık 1980 tarihli Hürriyet gazetesinde “Yeniden Doğsam Yine Gazeteci Olurdum” başlığıyla yayım‐ lanan söyleşide şunları kaydetmiştir:

“Ben bir yetkiliye ya da bir lidere soru sorarken o kişinin sorula‐ rımdan memnun olup olmayacağını düşünmem. Çoğu zaman da, soru sorduğum kişilerin hoşnut kalmadığını bilirim.


82

Benim görevim, konuyla ilgili olarak kamuoyuna açıklık getirmek‐ tir. Benim bu görev anlayışıma inandığı, o da ben de aynı hizmeti yaptı‐ ğımız için, karşımdaki de açık yanıt vermekte kendini zorlamıştır. Ayrıca karşımdaki kişinin, neleri ne kadar söyleyebileceğini de gözden uzak tutmam. O adam politika yapmaktadır ve ben onun yanıt vermekteki zorluğunu takdir ederim. Bana gelince, ben sorulan her so‐ runun cevabını açıkça veririm.” 113

2. 11. Görüşme Yeri Gazetecilerin, genellikle kendilerine ait bağımsız bir yerleri yok‐ tur. Olsa da, haber kaynağı gazetecinin bulunduğu yere gelmek isteme‐ yebilir; çünkü kendini güvende hissetmez. O zaman gazeteci “deplasma‐ na gider” ve haber kaynağının koşullarını yerinde görür; inceleme ola‐ nağı bulur. Haber kaynağının evinde ya da iş yerinde yapılan görüşmede kay‐ nak, gazeteciyi özel alanına aldığı için, gazeteci kendini bir konuk gibi hisseder ve sorularında çekingen davranabilir. Bu nedenle, önemli bir konuyla ilgili görüşmelerde, en iyi buluşma yerleri “tarafsız bölge” ola‐ rak adlandırılabilecek, otel lobisi, park ya da restoranlar olabilir.114

Yunanlı Yani, İstanbullu Yani Aile dostu olan Bulgar asıllı Neva, “Yani, trene bindiğinde sakın pencereden bakma. Sakın ağlama.” demişti. Tren uzaklaşırken Sirkeci garından, o pencereden baktı İstanbul’una. O ana kadar güçlüydü ama birden gözyaşlarına boğuldu. Takvimler 11 Eylül 1973’ü gösteriyordu ve Yani Boziki, 18 yaşında onca anısını ve Yahudi sevgilisini orada, İstan‐ bul’da bırakarak, o dönem son seferlerini gerçekleştiren Orient Ekspres treniyle Fransa’ya gidiyordu. Kimya mühendisi, tüccar ve şair Yani Boziki, 1954 yılında Beyoğ‐ lu’ndan iki adım ötede Hamalbaşı’nda doğdu. Babası, dedesi gibi et ve tavuk tüccarıydı. Dedesinin tam 13 dükkanı vardı. Annesi de, babası da İstanbulluydu; ama Yunan vatandaşlarıydı. Kendisi gibi, kız kardeşi gibi Yunan vatandaşıydılar. 1960’ların ilk yarı‐ sında Yunan vatandaşları Türkiye’den sınır dışı ediliyordu. Halası, am‐ cası ve onca akrabası da gidenler arasındaydı. 113 Şenyapılı, a. g. m. , 194.

114 Gazetecinin El Kitabı, s. 79.


83

O günleri “bindokuzyüzaltmışdört” adlı şiirinde şöyle anlatıyor: Gündüzün göçüp gitmişler Yunan’a Sırtlarında ümitsiz türkülerle Parça parça dağılmışlar dört yana Silinmez ağlamaklı o gözlerle Uçmuş kuşlar, efgan etmiş gitmişler, İstanbul gözlerinde görünmez olmuş. Yani der ki yazık kötü etmişler, Bunca şöhret, bunca hasret yok olmuş. Ancak Yani, kız kardeşi, annesi ve babası nasıl olmuşsa İstanbul’da kalmışlar. Babası “Kimse beni buradan koparamaz. Burası benim mem‐ leketim.” demiş. Boziki ailesi önce Bolu’da bir köyde gizlenmiş uzunca bir süre. Sonra İstanbul’a evlerine dönmüşler; baba da işinin başına. Apartmandaki Türk komşuları ve babanın Türk arkadaşları sahip çıkmışlar aileye. Karakoldaki polisler “nedense” hiç bulamamış onları. Doğrusu bulmak istememiş... 1967’de birkaç ay arayla önce babasını sonra da annesini kaybe‐ den Yani, kız kardeşi ile birlikte, o dönemde Yunan vatandaşlığından çıkıp Türk vatandaşlığına geçen teyzesinin yanına gitti. Osmanbey’de Abide‐i Hürriyet Caddesi’ne. Yazık oldu Artin Bey’e Uzanıp yatmış Sessiz sedasız Yeşil gecede. Tuhaftır hikayesi, Anlatamam sizlere. Kaldırımda serilmiş Ay ışığına karşı. Öyle ölürdü Artin Garibyan, Her akşam dokuz sularında, Abide‐i Hürriyet Caddesi’nde. Artık İstanbul’da yaşamak zordu. Yunan vatandaşı olduğu için 4. Şube’den altı ayda bir oturma izni alıyordu. Fransız Saint Michel Lise‐


84

si’ne gidiyordu. İlk şiirlerini de yazmaya başlamıştı. Delikanlılığa ilk adımlarını attığında, Yahudi bir güzele kaptırır gönlünü: Yıllar ki bir şiirle bekledim seni. Sende kalbimi biriktirdim Ve yıldızlar uçurdum Bakışlarının kıyısız açıklarına. Bağladım Temmuz’u Ay çiçek göğüslerine, Geceye sayısız yıldızlar Dolsun diye Ve bir olduk İstanbul’un saf ve tenha sessizliğinde. Tahtakale’de kahve işleten dayısının 4. Şube’deki “torpili” başka yere atanınca izin alması güçleşir. Okul birincisi olarak Fransa’da burs kazanmıştır ama Türk vatandaşı olmadığından, bu hakkından yararla‐ namaz. Okul müdürü “teselli mükafatı” olarak ona Fransa’da bir okul ve iş ayarlar. İstanbul’u terk zamanı gelmişti... Bu şehir İstanbul şehridir, Hep ah çeken Dertli bir çiçek. Bu şehir, Bu benim şehrim Bin kök sevdasıdır Keder yüklü bir gerçek. 1979 yılında Besançon Üniversitesi’nden mezun olur. Kimya mü‐ hendisidir artık. Önce Fransa’da, sonra da Yunanistan’da çalışır. Sonra tekrar Fransa, sonra Mısır, sonra Ortadoğu... Bir keresinde iş için İsken‐ derun’a gider. Vizesi bittiğinde sınır dışı edilir. Sonra, Yunanistan’a dönerek kendi işini kurar. İzmir’den şifalı ot‐ lar, baharat ithal eder. İstanbul’a seyahatler eksik olmaz; ihtiyar teyzeye ziyaretler. Atina’daki Türk Başkonsolosluğu’ndan beş günlük vize alır almaz koşar İstanbul’una. Tam bir ay kalır. Dedik ya; karakoldaki tanıdık polisler, komşular, dostlar sağ olsun.


85

Türkiye, Yunan vatandaşlarına vizeyi kaldırınca, işi kolaylaştı ta‐ bii. Bu arada Yahudi sevgilisi evlenmişti. O da zamanla Moralı bir kadın seçmiş, kendisine eş diye. Bir de kızı olmuş, bugün 15 yaşında. Dört‐beş yıl önce Türkçe şiir kitabı yazmaya koyuldu. Adına “Bir Boğaz Vakti” dedi. Kitabı kendi parasıyla Atina’da yayımladı. Türki‐ ye’deki dostlarına da göndermeyi unutmadı. Çevre yanım hesapsız gençlik Gidiyorum gurbet yolunda, Onsekiz yaşım hırslı çelik Sirkeci garında, garında... Arzusun çektiğim İstanbul Ben gezerim tren hattında, Cüzdanım boş, yoktur para, pul Sirkeci garında, garında... Yani sallar hoşça mendili Sıralanmış dostlar yanında, Onun garip halin görmeli Sirkeci garında, garında... Atina Bürosu’nun bu haftaki konuğu, hayat hikayesini okuduğu‐ nuz, Yani Boziki. İstanbullu Yani... ‐ Türkçe şiir kitabı yazmak fikri nasıl oluştu? ‐ Çocukken şiirler yazardım. Edebiyat öğretmenim rahmetli Sabri Altınel “Yani, sen şair olacaksın.” demişti. Zaten kitabımı da ona ithaf ettim. ‐ Şiir tekniğini nasıl öğrendiniz? ‐ Türk şairlere hayranım. Şiirlerimi aruz vezni ile yazdım. Heceler hep sayılmış. ‐ Eşiniz Türkçe bilmiyor, kızınız da öyle. Şiirlerinizi, İstan‐ bul’unuzu anlatabildiniz mi onlara? ‐ Eşime anlatmak zor oldu. Yunanistan’da bazı önyargılar var. Türkiye için, Türkler için. Ancak geçen yıl İzmir’e gittiğimizde, durumun anlatılanlardan farklı olduğunu tespit etti. Bana, “Türkler’i Arap gibi, Afrikalı gibi anlatırlardı bana. Oysa çok ama çok nazik insanlar.” dedi. Sanırım Türkiye’de de Yunanlılar hakkında anlatılanlar pek farklı değil. 18 yaşımda İstanbul’dan ayrılırken, işçi olarak Fransa’ya giden bir


86

Türk ile seyahat etmiştim. Trenden inmeden önce bana “Abi biz, Yunan‐ lılar’ı tek dişli canavar bilirdik. Sen tek dişli değilsin.” demişti. Kızım ise anlattıklarımın da etkisiyle olacak, Türkiye’ye ve Türkle‐ re sıcak bakıyor. ‐ İstanbul’a dönmeyi düşünüyor musunuz? ‐ Neden olmasın? Şu kızım hele bir büyüsün. Tabii eşimin de Türk‐ çe bilmemesi sorun. Ama neden olmasın? ‐ Türk‐Yunan ilişkileri hakkında ne düşünüyorsunuz? ‐ Bu iki halkın neden anlaşamadığını bir türlü anlayamıyorum. En iyisi mısralarımla yanıt vereyim: Yani’den bir nasihat Savaşı yana bırak, Barıştır mukadderat Ne hilaftır ne ırak... Yorgo Kırbaki. Hürriyet Cumartesi, 24 Haziran 2006.

“Tavla Oynarken Puanlarımı Çaldılar, Kurcalarken Hacker Oldum.” O, hacker’lık aleminin son efsanesi. Bir Türk, lakabı İskorpitx. Tüm dünyadan hacker’ların, çökerttikleri siteleri kaydettikleri, İtalyan güven‐ lik sitesi Zone‐h’de, hack’lediği 141 bin siteyle ilk sırada. Önce Microsoft’un Meksika sitesini hack’lemesi olay oldu. 17 Ma‐ yıs’ta 43 bin siteyi 10 dakika içinde çökertmesiyle asıl sükseyi yaptı. Hack’lediği sitelere üzerinde Atatürk resmi olan bir Türk bayrağı ve PKK, Yunanistan, Fransa ve Ermenistan’la ilgili küfürlü bir mesaj bırakı‐ yor. Ancak onun hakkında, zehirli iskorpit balığından türettiği ismi ve yaşı dışında hiçbir şey bilinmiyordu. Baktık olmayacak, İskorpitx’in pe‐ şine düştük. İzini bulmamız iki gün sürdü. Önce web site tasarımcısı bir arkadaşına ulaştık. E‐posta ile konuşma isteğimizi bildirdik. Uzun uzun derdimizi anlattık. Ertesi gün ikna oldu. Bizimle telefonla bağlantıya geçti. İskorpitx, 45 yaşında, Ege’de yaşıyor ve muhasebecilik yapıyor. Meğer bu hacker’lık işlerine de, internette tavla oynarken puanları çalı‐ nınca başlamış. ‐ Nasıl başladınız bu işlere? ‐ Hacker’lıkla 2002’den beri ilgileniyorum. Bir hobi gibi turk.net’te sanal tavla oynarken başladı bu merakım aslında. Bir gece oyunda tüm


87

puanlarımı çaldılar. Çok da uğraşmıştım onları biriktirmek için; turk.net’in operatörlerine bildirdim durumu ama hiç ilgilenmediler. Ben de bunu nasıl yaptıklarını merak ettim ve kurcalamaya başladım. Kısa süre sonra, ne kadar puan varsa ele geçirdim. Muhasebeciyim aslında. 1989’da bilgisayarla muhasebe tutulmasına izin verildiğinden beri, bil‐ gisayarla iç içeyim. Şimdi 45 yaşındayım, hala boş zamanlarımda uğraşı‐ yorum. ‐ Dünyada hacker’lıkla ilgilenen herkes tanıyor sizi. Bu nasıl oldu? ‐ Beni Microsoft’un Meksika sitesini hack’ledikten sonra tanıdı ço‐ ğu insan. Microsoft’u hack’lemenin anlamı benim için çok büyük. ‐ Peki, 17 Mayıs’ta 43 bin siteyi çökertirken bir amacınız var mıydı? ‐ Ermeni yasa tasarısı. ‐ Kendinizi sanal ortamda bir savaşçı olarak mı görüyorsunuz? ‐ Yakında savaş meydanları, silahlar kalmayacak, tüm savaşlar di‐ jital ortamda yapılacak zaten. Türk siteleri, PKK sempatizanları tarafın‐ dan sürekli tehdit ediliyor. Sitelere Apo resmi ve marşlar bırakıyorlar. KKTC sitelerine de Rumlar saldırıyor. Bush Türkiye’ye geldiğinde, Bre‐ zilyalılar Türk sitelerine karşı savaş ilan etmişti. Binlerce siteyi koruma‐ ya aldım. Bunlardan biri de, KKTC Bayrak Radyo TV’nin sitesiydi. Sitenin webmaster’ı benimle bağlantıya geçip, işi devralana kadar, siteyi Rum hacker’lardan korudum. İskorpitx’in kötü bir amacı yok. Türkler’e karşı dijital ortamda ya‐ pılanlara bir karşılık vermek amacım. Bilişim alanında “Biz de varız.” demek. ABD ve Avrupalılar’a aslında ne kadar içi boş bir teknolojiye sahip olduklarını göstermek. Halkın duygularına tercüman olduğumu düşünüyorum. Ermeniler konusundaki suçlamalar çok ağır. Onlar bizim yumuşak tarafımızı buluyorlar. Biz de sanal ortamda onlara karşılık veriyoruz. Sitelere bıraktığım küfürlü mesaj, benim üslubum değil aslın‐ da. Ama böyle olmasını onlar istiyor. ‐ Hack’leyeceğiniz siteleri neye göre seçiyorsunuz? ‐ Siteleri biraz gündem belirliyor. Danimarka’daki karikatür krizi zamanında da, Danimarka sitelerine karşı saldırılar yaptım mesela. Türk sitelerine kesinlikle el sürmüyorum. Tehlikede olanları koruyorum. ‐ Ama Antakya Devlet Hastanesi’nin sitesi gibi Türk kamu sitele‐ rinde de sizin mesajınızı görüyoruz. ‐ Hosting şirketleri üzerinden binlerce site tarıyorum. Arada Türk siteleri de karışabilir. Örneğin geçen gün ABD’li bir şirketten hosting


88

alan Digiturk’ün sitesi karşıma çıktı. Yalnızca uyarı mesajı gönderdim. Türk sitelerini kullanım dışı bırakmak gibi bir amacım yok. Yalnızca güvenlik açıklarını gördüğümde uyarıyorum. ‐ Sizi rekortmen hacker yapan şey nedir? ‐ Yüzde yüz Türk yapımı bir yazılım kullanıyorum. 15 saniyeden daha az sürede, üç bin 500 siteye ulaşabiliyorum. Zaten işinizi en çok 10 dakikada bitirmeniz gerekiyor. Özellikle ABD’deki siteler, çok oyalanan hacker’ları fark edebili‐ yor. 43 bin siteyi, 10‐12 dakika içinde hack’ledim. Böyle hızlı olamadık‐ ları için bu kadar başarılı olamıyorlar. ‐ Bu bilgi ve yeteneğinizi hacker’lıktan başka şeyler için kullanıyor musunuz? ‐ Hacker’lar kara ve beyaz olarak ikiye ayrılır. Kara olanlar, son olarak Gima’ya yapılan saldırıdaki gibi kredi kartı kopyalayan hac‐ ker’lar. Ben böyle bir hacker olsaydım, inanın tüm hacker’lardan daha çok kredi kartı bilgisine sahip olurdum. Ama şu anda cezaevinde olur‐ dum herhalde. Ben internette karşıma çıkan database’leri yok ediyorum; benden sonra gelen hacker’lar bulmasın diye. Bu kötü niyetli insanlar, kolayca yakalanıyor. ‐ Türkler’in hacker’lıkta Brezilyalılar’ı bile geride bıraktığı yönün‐ de haberler çıkıyor. Sizce neden Türkler hacker’lığa merak saldı? ‐ Ben ADSL’in yaygınlaşmasını büyük bir etken olarak görüyorum. Eski bağlantılarla hacker’lık yapılamazdı zaten. Genç insan sayısı çok ve hepsi de inanılmaz yetenekli. Bilgisayar merakı ve zeka biraz fazla oldu mu, gençler hacker’lığa sarıyor. Sahtekarlığa girmediğim için içim rahat. Yeni bilişim yasasına göre, evinizden hacker’lık yapınca suçlu, internet kafe’den yapınca suçlu olmuyorsunuz. Böyle saçmalıklar var. Ama yasa‐ dan önce de, yurtiçinden hiçbir siteyle uğraşmadığım, sahtekarlığa gir‐ mediğim için içim rahat. Benim amacım protesto. Yabancı siteleri hack’leyerek Türkler’in sesini duyuruyorum. İskorpitx, iskorpitten geliyor. Türkiye’de çoğunlukla Ege Deni‐ zi’nde bulunan, çarpan balığının ismi. İnsana çarptığında deriyi şişiren bir türlü zehirli balık. İskorpitx olduğumu, ailem ve çalışma arkadaşla‐ rım biliyor sadece. Küçük bir yerde yaşadığım için kolayca duyulabilir ve deşifre olabilirim. Çok büyük şirketler ve sitelerle uğraştığım için beni çekemeyen pek çok insan var. Öznur Kaymak. Hürriyet Pazar, 04 Haziran 2006.

2. 12. Radyo ve Televizyonda Söyleşi Görüşme‐Mülakat


89

Yazılı basında olduğu gibi, radyo televizyon haberciliğinin de te‐ meli olan söyleşi ya da bir başka deyişle görüşme mülakat , soru‐cevap şeklinde haber toplama ve aktarma yöntemidir. Önceki bölümlerde ay‐ rıntılarıyla anlatılan “söyleşi yaparken dikkat edilmesi gereken nokta‐ lar”, radyo ve televizyon için de geçerlidir. Radyo ve televizyonda farklı olarak gazetecinin, konuşmacının mikrofon ya da kamera karşısında çekingenlik, korku ve heyecanını yenmesine yardımcı olması gerekir. Bazen söyleşiden önce yapılacak kısa bir ön sohbet konuşmacının heyecanını azaltacağı gibi, haberciye de konuşmacının nasıl konuştuğu hakkında fikir verir. Gazetecinin konuya yapacağı iyi bir giriş, hem konuşmacıyı hem de izleyicileri kazanmak açısından büyük önem taşır. Girişten sonra yö‐ neltilen sorular doğru ve amaçlı olmalıdır. Amacına bağlı olarak söyleşi‐ leri sınıflandırmak mümkündür. 2. 12. 1. Haber‐Söyleşi Haber‐söyleşi, kısa ve öz olarak gazeteciyle kaynak arasında geçer ve bir bülteni ya da haberi örneklemek için kullanılır. Önemli gerçekler ya da olaylarla ilgili kişilerden ilk elden alınacak bilgiler ya da bunlara yönelik yorum ve tepkileri içerir. Bir haber‐söyleşide, muhabir doğru‐ dan sorularla konuyu açar. Konunun özüne sadık kalınması kurguyu kolaylaştırır. 2. 12. 2. Bilgilendirici Söyleşi Bilgilendirici söyleşiye, olayların ya da bir haberin arka planını açıklamak, nasıl, niçin ve nedenlerini araştırmak için başvurulur. Haber‐ söyleşiye benzer. Ancak ele alınan olayın gündemde olması gerekmez. Güncel bir konunun süreç içindeki gelişmeleri irdeleneceği gibi, güncel olmayan herhangi bir konu da incelenebilir. Örneğin, hızlı nüfus artışı‐ nın ekonomik sonuçlarının değerlendirilmesi gibi. 2. 12. 3. Hasmane Söyleşi Söyleşiyi yapan gazeteci, konuşmacıyı zorlayıcı nitelikte sorular sorar. Yalnız bu tarz söyleşiler, kişisel bir çatışma zemini olarak görül‐ memelidir. Burada gazeteci, seyircisi ve kamuoyu adına konuşur du‐ rumdadır. Bu tür söyleşiler, bir konu, bilgi ya da iddiayı zayıflatmayı ya


90

da geçersiz kılmayı amaçlar. Bu nedenle, bazen havanın gerginleştiği anlar yaşanabilir. 2. 12. 4. Açıklayıcı Söyleşi Açıklayıcı söyleşinin iki türü vardır. İlkinde kişisel olarak olaya karışan kişi ya da kişilerin tepkisi alınırken, ötekinde genellikle bir ya da birçok uzmandan olay hakkında açıklama ve değerlendirme istenir. 2. 12. 5. Kişisel Söyleşi Kişisel söyleşi, tanınmış bir kişiyle yapılan kısa bir söyleşi olabile‐ ceği gibi, bir kişilik profili de çizilebilir. Samimi ve duygusal bir havada yapılabilir. 2. 12. 6. Duygusal Söyleşi Duygusal söyleşi, kişilerin duygularını ortaya çıkarmak için yapı‐ lır. Kişisel söyleşilerden doğar. “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” soru‐ su yalnızca sevinçli durumlar için yöneltilmeli; kişilerin üzüntü ve acıları duygu sömürüsüne yol açacak biçimde kullanılmamalıdır. 2. 12. 7. Eğlendirici Söyleşi Eğlendirici söyleşi, hayatın hoş yanlarına, bizi tebessüm ettiren olaylara ilişkin yapılır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, “eğlendi‐ rici” ölçütünün özenle çizilmesi ve sınırların aşılmamasıdır. 2. 12. 8. Aktüalite Söyleşiyi gerçekleştiren kişinin sözleri banttan çıkartılır. Bu tek‐ nik, genellikle belgesellerde kullanılır. Bu uygulamada, ayrıca açıklama ve anlatım gerektirmeyen yalın bir öykünün ele alınmasına özen göste‐ rilmelidir. 2. 12. 9. Telefon Söyleşisi Özellikle söyleşi yerinde bulunmayan, başka semt, kent ya da yurt dışında yaşayan kişilerle telefon bağlantısı yapılır. Bu bağlantı sırasında yapılan konuşmalar ya önceden banda kaydedilir ya da bağlantı sırasın‐


91

da görüşme gerçekleştirilir. Telefon hattının temiz ve sorunsuz olmasına dikkat edilmelidir. 2. 12. 10. Sokak Söyleşisi Vax‐pop: voice of the people Sokak söyleşisi, kadın, erkek değişik seslerin birbirini izlediği söy‐ leşi türüdür. Tek bir soruya değişik kişiler yanıt verirler. Sokak söyleşi‐ lerinde alınan birer cümlelik görüşler, habere renk ve canlılık katar. Ayrıca sıradan insanlara da televizyon kanalıyla görüşlerini aktarma olanağı sağlar.115

115 Gazetecinin El Kitabı, ss. 93‐94.


92

3. GEZİ YAZISI GEZİ İZLENİMİ Yavaş yavaş ölürler; seyahat etmeyenler. Pablo Neruda

Bir yazarın gezdiği, gördüğü ve incelediği yerlerden edindiği bilgi, görgü ve izlenimleri yansıtan yazıya “gezi yazısı” denir. Gezi izlenimi ya da yazısı, yalın bir tanımla, yazarın yurtiçinde ve yurtdışında yaptığı gezilerde gördüklerinin, ilgi çekici bulduğu yönlerini, özenli bir anlatımla yansıttığı düzyazı biçimidir.116 Gezi yazılarında yalnız gezilip görülen yerlerin doğal özellikleri‐ nin belirtilmesiyle yetinilmez. O yerlerdeki insanların gelenek, görenek ve zevkleri de tanıtılmaya çalışılır. Doğru bilgi ve gözlemlere dayalı gezi yazıları tarih, coğrafya, ekonomi ve toplumbilim gibi bilim dalları için de yararlı bir kaynak olarak değerlendirilebilir. Bu tür yazılar ayrıca, okur‐ ların genel kültürlerini geliştirmede önemli rol oynar. İnsanlar, kendi yakın çevreleri dışında olup bitenleri öğrenmek isterler. Kitaplarda okudukları, haritada gördükleri kıta, ülke ya da kent‐ lerde yaşayanların gelenek ve göreneklerini merak ederler. Görmeyi hayal ettikleri yerleri, usta yazarların aracılığıyla tanımaktan, “gezer gibi olmaktan” zevk duyarlar. Kendisi de gezi türünde eser vermiş olan Ahmet Haşim, bu duygu‐ yu şöyle dile getirir: “…Seyahatname okumanın tadını öteden beri bilirim. Bütün ço‐ cukluğum onları okumakla geçti. Kış geceleri dışarıda rüzgar olurken, bir gaz lambasının ışığını göz bebeklerimde iki altın nokta gibi taşıyarak, zengin bir ateş karşısında, rahat bir koltukta okuduğum o Afrika ve Amerika seyahatnamelerinin, masum ve namuslu üslubundan aldığım tadı, bana pek az edebiyat eseri verebilmiştir.”117 Gezi yazıları, gerçekten yaşanmış bir hayat kesiminin ürünüdür. Bu tür yazıların ağır basan yönü, anlatılanların dikkatli bir gözleme da‐ yanmış olmasıdır. Yazar, şüphesiz, gördüklerini anlatırken anılarından söz edebilir; birtakım yazılı ya da sözel kaynaklardan yararlanabilir; karşılaştırmalar ve çözümlemeler yapabilir. Ancak tüm bu çabaların 116 Emin Özdemir, Yazınsal Türler, Bilgi Yayınevi, Ankara: Eylül 1999, s. 214.

117 Ahmet Haşim, Bize Göre, Gurebahane‐i Laklakan, Frankfurt Seyehatnamesi, İnkılap

Kitabevi, İstanbul: 2004, s. 70.


93

keskin ve sağlam bir gözlem gücünden kaynaklanması şarttır. Buna “görmesini bilme yeteneği” de denilebilir.

3. 1. Gezi Yazılarının Nitelikleri Bir gezi yazısının kendi türünde değerli olabilmesi, bazı nitelikler taşımasına bağlıdır. Bu niteliklerden biri, okuyucu için ilginç görünüm, durum ya da olayları kapsayabilmesidir. İkinci nitelik, gezilen yerlerin dış görünüşünden çok, öze inen ve insanların iç dünyalarını da yansıtan yönlerini gözler önüne serebilme‐ sidir. Üçüncü nitelik ise görülen yerler ve insanları, edinilen izlenimleri yalın, sürükleyici ve renkli bir dille anlatabilmesidir. Gezi yazılarının, ele alınan konular ve anlatım bakımından “anı” ve “röportaj” türünden yazılara benzer bazı yönleri bulunur. Çünkü “ge‐ zi”, “anı” ve “röportaj” diye adlandırılan yazılar geniş ölçüde yazarın gözlem, izlenim ve yorumlarına dayanır. Bu nedenle bu türlerde yazılmış eserleri bir sınıflamaya tabi tut‐ mak bazen güçtür. Bununla birlikte, her üç türün de bazı ayırıcı özellik‐ leri vardır. İyi bir okur, bu özellikleri bilir ya da belirlemede güçlük çekmez.

3. 2. Gezi Yazılarının Çeşitleri Gezi yazılarını, yolculuk yapılan yer bakımından ikiye ayırmak mümkündür: yurtiçi gezi yazıları ve yurt dışı gezi yazıları… 1 Yurtiçi gezi yazıları, bir yazarın herhangi bir amaçla kendi ül‐ kesinde yaptığı bir yolculuk sırasında gezip gördüğü yerleri ve edindiği izlenimleri anlattığı yazılardır. 2 Yurtdışı gezi yazıları ise bir yazarın kendi ülkesi dışında yaptığı gezi ve incelemelerinin bir ürünüdür. Gezi yazıları, bu türde eser veren yazarların durumları bakımın‐ dan da ikiye ayrılır; a Uğraşları yazarlık olan kimselerin kalemlerinden çıkan gezi ya‐ zıları:


94

Yazarlığı bir meslek olarak benimsemiş kimselerin eserlerinde ge‐ zilen görülen yerler, değinilen konular, insanlarla ilgili gözlemler yazı sanatının birçok özelliğini taşıyan renkli bir dille anlatılır. b Uğraşları yazarlık olmayan kimselerin ortaya koyduğu gezi ya‐ zıları: Bu kategoriye giren yazılar, genellikle yazarlıkla ilgili olmayan, fa‐ kat yurt içinde ya da dışında bazı yerleri görmek üzere geziye çıkanların ya da geçici görevlerle yabancı bir ülkede oturanların kaleme aldıkları yazılardır. Bu gibi kimselerin eserlerinde anlatım kuru ve renksiz olabilir. Ancak bu tür eserlerde bazen çok ilginç gözlemlere, sağlam bilgilere ve mantıklı yorumlara rastlanmaktadır. Gezi yazılarını amaç ve yazılış bakımından da üçe ayırmak müm‐ kündür: a Kimi yazarlar, gezip gördükleri yerleri günü gününe ya da ara‐ lıklı olarak tuttukları notlarla anlatırlar. Bu gibi gezi yazıları çoğu kez anı türünün de özelliklerini taşır. b Kimi yazarlar da, gezi izlenimlerini belli aralıklarla arkadaşları‐ na yazdıkları mektuplarda anlatırlar. Bu gibi gezi yazıları da mektup türünün hemen hemen her özelliğini taşır. c Üçüncü tür gezi yazıları, yazarın kişisel gözlemleri yanında da‐ ha başka bilgi ve belgelere dayalı nesnel betimleme ve yorumları içerir.

Küçük Asya Seyahati Gezmek de gördüklerini yazmak da bir sanattır. Öyle gezi yazıları vardır ki, insanın elinden tutar, anlatılan yerlere götürür sanki... Yazıyı bitirdiğinizde, o uzak diyarlar artık bildik bir yer olur çıkar. Sokaklar, sesler, insanlar, mekanlar hiç görmeseniz de yabancınız değil‐ dir. Her gezi yazısı, seyahatname, bu etkiyi bırakmaz. Bunun için yazı erbabı olmak gerekir. Ben, edebiyat insanlarının gezi yazılarının tadına hiç doyamam. Kitap bittiğinde de, onlar gibi yazamadığım için kalemime öfkelenirim. Eskiden gezginlik oldukça zahmetli bir işmiş. At sırtında aylarca süren yolculuk, bitli, pireli han odaları, yiyeceklerden içeceklerden ge‐ çen hastalıklar. Alman bilim adamı Friedrich Sarre’nin, 1895 tarihinde yaptığı geziyi anlatan kitabı okuyunca halime şükrettim. O zaman gezgin olsaydım, ilk seferden sonra pes ederdim.


95

Bu hafta size, Alman bilim adamı Friedrich Sarre’nin, 1895 yılının haziran ve temmuz aylarında İç Ege, Göller Bölgesi ve Konya civarında yaptığı gezinin anlatıldığı kitaptan bazı bölümler aktaracağım. Türki‐ ye’de “Küçük Asya Seyahati” adıyla yayımlanan kitabın bir bölümünde, Sarre kendisinden sonra aynı bölgeye yolculuk edecek Batılı gezginlere, birtakım pratik bilgiler veriyor. Bu satırları okurken, zamanımız gezginlerinin ‐başta ben‐ ne ka‐ dar şanslı olduklarını gördüm. At sırtında saatlerce süren zahmetli yol‐ culuklar, şimdi arabayla birkaç saatte gerçekleşiyor. Tahtakurularının, pirelerin cirit attığı han odalarının yerini ise tertemiz otel odaları aldı. Bir tek o dönemin yemeklerinde aklım kaldı. Grubun aşçısının, yolculuk sırasında vurduğu kekliklerden, çulluklardan yaptığı yemekleri bu de‐ virde bulmak imkansız... Şimdi sözü Alman bilim adamı Sarre’ye devrediyorum: İzmir’de yanımıza aldığımız Rum aşçı, anadilinin yanı sıra biraz Fransızca ve su gibi Türkçe anlıyor ve konuşuyordu. Bu nedenle de hem aşçılık hem de tercümanlık yaptı. Ücret olarak ayda 5 Türk Lirası yakla‐ şık 90 Mark aldı. Kendimiz ve hizmetkarımız için gereken binek atları‐ nın dışında eşyamızın taşınması için üç yük beygirine ihtiyaç vardı, ama onları satın almadık, belli aralıklarla kiraladık. Konya’dayken, herhalde Doğulular’ın adetleri yüzünden çok uzun zaman alan, hatta bazen birkaç gün süren pazarlıklara uygun olarak, biz de uzun pazarlıklar sonucunda altı at kiraladık. Birçok gezginin yaptığı gibi at satın almayı tavsiye etmeyeceğim. Gezginin, seyahatin sonunda, hele bir de zaman kısıtlıysa, uzun bir yolculuk yüzünden yorulan ve kuvvetten düşen hayvanları zarar etmeden elden çıkarması zor olur. İç bölgelerde seyahat etmiş olan arkadaşlarımızın tavsiyesine uya‐ rak yanımıza daha çok bozuk para almıştık. Çünkü buralarda büyük para bozdurmak neredeyse imkansızdır. Ayrıca sadece çil gümüş para kul‐ landık, çünkü buralardaki insanlar yıpranmış paraya güvenmiyorlar ve reddediyorlar. Hatırı sayılır miktarda altın parayı da göğsümüzde ve küçük bir deri torbada taşıdık. Elbise olarak yanımıza yün iç çamaşırı, İngiliz binici pantolonları, sarı deriden yüksek hafif çizmeler, alçak deri çizmeler ve tozluklar, su geçirmez Yukarı Bavyera ceketleri, beyaz hafif ve siperlikli kasketler almıştık. İnce plastikten paltolarımızı ise çok seyrek kullandık. Eyerlere, atları yönetmekten ziyade büyük çoban köpeklerini uzaklaştırmak için kullanmak üzere kırbaçlar bağlamıştık ve yanımıza küçük bir Amerikan revolveri almıştık


96

Sadece keklik, yaban kazı, ördek, toy kuşu ve çulluk avlayabilece‐ ğimiz av partisinden çok zevk aldık. Tavşan çok azdı. Bana İzmir’deki Konak tarafından verilen avlanma izni tabii ki hiçbir yerde asla sorul‐ madı. Biz silahlarımızı çoğunlukla hizmetkarımıza taşıttık ve o da silah‐ tarlık yapmaktan çok zevk aldı. Kendisi kervanın önünde yol aldı ve av‐ lanacak bir hayvan gördüğü zaman bizi bundan haberdar etti. Biz sık sık ona da keklik vurma zevkini tattırdık. Boz Dağ’ın ve Anamas Dağı’nın eteklerinde olduğu gibi bazı yerlerde o kadar çok keklik vardı ki, avladı‐ ğımız bütün hayvanları tüketemedik. Avladığımız hayvanların yemek listemize yeni tatlar katmadığı hallerde, mönü iyice yeknesaktı. Sabahları yola çıkmadan önce çay, yu‐ murta ve marmelatlı bisküviden oluşan bir kahvaltı yedik. Mola verme durumuna bağlı olarak saat 11.00 veya 12.00’de, bir gece önce pişirilmiş söğüş tavuğu İngiliz sosuyla tatlandırarak yedik. Akşamları da kaldığı‐ mız yere vardıktan bir saat sonra temel öğünümüzü yiyorduk. Bu öğün konserve çorba, pişirilmiş veya kızartılmış tavuk ve yumurtalı bir ye‐ mekten meydana geliyordu. Av etinin, yumurtanın ve tavuğun olmadığı yemek hemen hemen hiç olmadı. Taze sütten ve yörük köylerinde bulu‐ nan ekşi sütten ayran hoşlanmadım. İçki olarak çay veya içine biraz konyak koyduğumuz sıcak suyu içiyorduk. Mataralarımızı sabahtan soğuk çayla dolduruyorduk. Çay son derece rahatlatıcı bir içkidir. Çünkü öğle güneşinde mataraların içinde ısındığı için tadını kaybetmez. Bir damla konyak da damlatılırsa gerilen sinirleri yumuşatır. İnsan, en küçüğü de dahil olmak üzere, bütün köylerde konukları kabul eden evler buluyor. Ondan sonra da konuk zaten bütün köyün mi‐ safiri oluyor. Bu evlerin genellikle bir ya da iki boş odaları var ve yoksul‐ luklarına rağmen sürülerce hain, sinsi misafirleri oluyor. Bunlar gece oldu mu kana susuyorlar ve bütün koruyucu örtülerle veya öldürücü tozlarla alay ederek, kurbanlara saldırıyor ve uykuyu sürgüne gönderi‐ yorlar. Bu eziyetin pek az konuk evinde var olduğunu söylemem gerekir. Evler genellikle temiz sayılır. Her ne olursa olsun şehirlerdeki hanlara tercih edilir. Pisliğin yanı sıra sürekli merak içerisinde olan ve rahatsız eden kalabalık yüzünden hanlarda kaldığımıza pişman olduk İnsan bazı hanlarda bir alay yabancıyla aynı odayı paylaşmak zo‐ runda kalıyor. Varlıklı bir şehirlinin konukseverliği de her zaman rahat‐ latıcı olmuyor. Çünkü Türk usulüne göre hazırlanan ve Avrupalılar için hazmı zor olan yemeklere katılmak zorunlu hale geliyor. Ve insan bir


97

oteldeki gibi kendi kendisinin efendisi olamıyor; çünkü ev sahibi, konu‐ ğunu hoş tutmayı görev olarak bellemiş bulunuyor. Anadolu köylüsü yabancıya, sosyal açıdan eşit konumda ve eşit haklara sahip olarak, asil bir sükunetle yaklaşıyor. Yabancıyı ciddiyetle ve ölçülü bir biçimde buyur ediyor ve yabancıyı evinde ve köyünde ra‐ hat ettirmeye özen gösteriyor. Resmi yetkililer bizim bilimsel araştırmalar yapacağımızı bildikle‐ ri için hiçbir sorun çıkarmadıkları gibi, çalışmalarımızı kolaylaştırmak üzere her alanda destek verdiler. Dağlık arazi gibi zor olan yerlerde rehber aldık. Böyle durumlarda rehberi sadece kısa mesafelerde, bir sonraki köye kadar olan yolda kul‐ lanmayı öneririm. Çünkü yerli halkın yöre bilgisi son derece sınırlı ve insanlar genellikle kendi köylerinden başka bir yeri tanımıyorlar. Her yerde küçük bir ücret karşılığında zevkle rehberlik yapmaya hazır in‐ sanlar bulunuyor... Mehmet Yaşin. Hürriyet Pazar, 07 Aralık 2003. Teknede Sekiz Gün, Yedi Gece Serbest gazeteci Ahmet Tangün iki arkadaşıyla Fransa’nın Port Sa‐ int Louis limanından Marmaris’e, sahibine teslim etmek için getirdiği yaklaşık 14 metre uzunluğundaki yeni trawler tipi tekneyle yaşadığı sekiz gün ve yedi gecelik macerasını anlatıyor. 21 Mayıs 2006 Pazar: Geçimini Türkiye’ye tekne getirmekten sağlayan kaptan Mustafa Karagöz’le Marsilya’dan Martigue’e giden trende buluştuk. O Türki‐ ye’den İzmir‐Zürih‐Nice üzerinden gelmişti. Ben de hızlı trenle 800 ki‐ lometrelik Paris‐Marsilya aşamasını üç saatte yapmıştım. Port Saint‐ Louis adlı minik kıyı kasabasının Port Napoléon adlı marinasına geldi‐ ğimizde, yaklaşık 350 bin Euro değerindeki Beneteau marka 14 metrelik trawler tipi tekne bizi bekliyordu. Uyumak için kamaralara yerleştiğimizde saat 22.30’du. İlk gece yeni yerimi hep yadırgarım. İyi uyuyamadım. Bir de çalışmaya başlayan ve gücü artarak süren pompa sesleri buna eklenince 02.30 civarında uyandım. Uyku sersemliği içinde Mustafa Kaptan’ın gecenin bu saatinde niye teknenin suyunu boşaltmaya başladığını anlamak için dışarıya çık‐ tım. Dışarıda güneyden kuzeye doğru esen çok sert bir rüzgar vardı. Yakınımızdaki demirli yelkenlilerin tellerinde ıslıklar çalınıyordu. De‐


98

mek ki beni uyandıran sesler teknede çalışabilecek bir pompadan değil, teknenin suyun içindeki yerlerine vuran dalga seslerinden geliyordu. Fırtına vardı. 22 Mayıs 2006 Pazartesi: Hava çok rüzgarlı. Ekibin üçüncü adamı Rolf’la tanıştık. 48 yaşın‐ da. Oturduğu kentte ziraat meslek lisesinde bahçe çiçeklendirme dizaynı öğretiyor. Mustafa Kaptan’la internet ortamında tanışmış. Kaptan bu fırtınalı havada yola çıkmaktan dolayı huzursuz. Ben de bu havada deni‐ ze açılmak istemiyorum. Acaba bu işten vazgeçsem mi diye düşünüyo‐ rum. Akşama doğru yanımızdaki yelkenli üzerinde çalışan gençler başka bir meteoroloji merkezinden aldıkları ve ertesi gün için verilen hava durumunun daha iyi olacağını bildiriyor: “Bu havada çıkarsanız, sabaha kadar teknede çok dans edeceksiniz.” diyorlar. Mustafa Kaptan salı sa‐ bahı yola çıkma kararı alıyor. 23 Mayıs 2006 Salı: Sabah 06.00’da uyandık. Marinada sıcak suyla bir duş yaptıktan sonra motorları çalıştırdık. Port Napoléon’u liman giriş ve çıkışındaki dubaların ortasında yol alarak terk ettik. Saatler sonra sırasıyla Marsil‐ ya, Toulon, HyEres ve Saint‐Tropez şehirlerinin çok açığından geçerek, rotamızı Korsika adasının Bonifacio limanına ayarladık. Gece 23.00’te limana girmeyi planlıyoruz. Saat 15.00 civarında aldığımız telsiz mesajı planlarımızı alt üst edi‐ yor. Fransız Deniz Kuvvetleri, kibarca rotamız üzerinde 18 mil uzakta atış olduğunu ve güney doğu istikameti yerine üç saat süreyle doğuya gitme‐ mizi rica ediyor. Mecburen yapıyoruz. Bu nedenle yola çıkışımızdan tam 21 saat sonra sabah 04.00’te Bonifacio yerine, Korsika’nın Propriano li‐ manına girdik. Mustafa Kaptan demir atmayı istemiyor. Tekneyi, demir‐ lemiş ve iskeleye bağlı başka bir teknenin üzerine bağlıyoruz ve başka bir şey yapmak istemeden herkes yataklarına giriyor. Arkadan rüzgar alarak yaptığımız 210 millik yaklaşık 390 km. yolun en ilginç olayı akşam üzerine doğru yanımıza yaklaşan yunusların ısrarla bizimle yarış etmesi. Gece açık denizde ve zifiri karanlıkta bu teknenin ilerlemesinin ne kadar stresli olduğunu ilk defa görüyorum. Ve ister istemez görme özür‐ lülerin normal yaşamlarında ne kadar zorluk çektiğinin bilincine varıyo‐ rum. İçimden “Biz gene kârlıyız.” diyorum. Çünkü GPS ve radarımız var. GPS’te istediğiniz bölgenin haritasında, teknenin bulunduğu nok‐ tanın rotanızda gitmek istediğiniz yere olan uzaklığını, açık denizlerde


99

veya kıyılarda su derinliğini, kayalıklarda çakan fenerlerin görülme açı‐ ları ile yanma, sönmelerindeki zaman aralıklarını en ufak ayrıntılarına kadar görebiliyorsunuz. Radar ise gözün göremediği uzaklıktaki tekne‐ lerin yerlerini bildiriyor. Bunlar olmasa sadece pusulaya kalacaktık ve seyretmek gerçekten çok zor olacaktı. Bunları düşünerek uykuya dalıyo‐ rum. 24 Mayıs 2006 Çarşamba: Dört buçuk saatlik bir uykudan sonra saat 08.30’da Propriano’da hayatın başlamış olduğunu gördük. Sabit yakıt pompasındaki kişi henüz işinin başında değil. Ne zaman geleceğini hiç kimse bilmiyor. Saat 09.00’da marina idaresinden aldığımız hava raporuyla, ekmekçiden al‐ dığım üç adet Fransız baget ekmeğiyle yola çıktık. Burada yakıt alamadığımızdan mecburen Korsika’nın en güney noktasında bulunan Bonifacio’ya uğramak zorundayız. Oradakilerin uyanmış ve çalışıyor olmaları için dua ediyoruz. Hava basıncı değişken hava ile sabit hava arasında: 1015 hekto‐ paskal. Deniz hafif dalgalı, rüzgar batıdan 2‐3 kuvvetinde esiyor. 22 saat süresiz çalışmış ve her biri 175 beygir gücündeki dizel Yanmar motorla‐ rımız 10 mil hızla toplam 880 litre mazot yakarak depolarımızı yarıdan aşağı indirmiş. Öğlen vakti Bonifacio’ya varıyoruz. Benzinci acele etmemizi, zira yemek saatinden dolayı pompayı kapatacağını söylüyor. 1.200 litre ma‐ zot alıyoruz. Marina İdaresi de yemek vakti olması nedeniyle kapalı. Kapıda Korsika ile Sardunya adaları arası, Korsika’nın batısı ve doğusu ile ilgili bir hava raporu var: “Rüzgar öğleden sonra batıdan 5‐6 kuvve‐ tinde esecek, saat 18.00 civarında zaman zaman 7 kuvvetini bulacak.” Limandan çıkınca sert havayla karşılaşıyoruz. Adanın en güney noktasında olduğumuzdan biraz sonra rotamızı Napoli’nin güneyindeki Kapri adasına yöneltiyoruz. Durumu GPS aracılığıyla otomatik pilota aktarıyoruz. Bulunduğumuz noktadan uzaklığı 250 mil. Yani yaklaşık 25 saat. Heyamola... Saat 17.30 sıralarında rüzgar daha da artıyor; denizde dalgalar 5‐6 metreye iki katlı bir ev yüksekliğine ulaşıyor, önü hafif olan tekne ar‐ kadan gelen rüzgarla, dalgalar üzerinde sörf yapmaya başlıyor, dalga durumuna göre burnunu bazen sağa, bazen de sola kırıyor. İlk defa hayatın ne kadar güzel olduğunu, eşimi, çocuklarımı ve to‐ runumu ne kadar çok sevdiğimi anlıyorum ve Marmaris’e sağ salim varmak için dua ediyorum.


100

Geceyi her birimiz otomatik pilot ve radar karşısında üçer saatlik nöbetlerle geçirdik. Oturduğumuz yerden zaman, zaman düşmemek için tutunmamız gerekti. Nöbetten sonra sarsıntıdan ve gürültüden kamara‐ da uyumak, yorgun olmamıza rağmen çok zor. İki kere, teknenin tehlike‐ li bir şekilde yan yatması üzerine batacağımızı zannettim. Bütün geceyi dua ederek geçirdim. 25 Mayıs 2006 Perşembe: Sabah 06.00’da, nöbeti ben devraldım. Deniz çok çalkantılı. Dün geceye kıyasla çok güzel sayılır. Dualarımın tutmuş olmasından dolayı çok sevinçliyim. Kapri adasına tam 100 mil uzaktayız. Biraz sonra yu‐ nuslar, çocuklar gibi teknenin altından geçmeye başladılar. 26 Mayıs 2006 Cuma: Günün en ilginç ve acı olayını, yani Palermo’dan Napoli’ye gitmek‐ te olan bir gemiden Amerikalı bir kadının denize düştüğünü, denizcilik yetkililerinin kurtarma işlemi için o bölgede bulunan teknelerden yar‐ dım istediğini İtalyanca ve İngilizce yayınlanan telsiz mesajından öğren‐ dik. Denizlerin ne kadar büyük bir çöl ve insanın da bu çöl ortasında kum tanesi gibi minicik olduğunu, benim gibi tahmin edeceğinizi umu‐ yorum. 29 Mayıs 2006 Pazartesi: Sabah 05.00’ten beri yol alıyoruz. Şimdi saat 14.30, Yunan Deniz Kuvvetleri’ne ait pervaneli bir keşif uçağı 2 kere üzerimizden geçti. Tel‐ sizle kendisini görüp görmediğimizi soruyor. Doğuda, rotamız üzerinde atış yapıldığını belirterek, kibarca yolumuzu kuzeye çevirmemizi istiyor. Bu sefer kaybımızı azaltmak için pilotla pazarlık yapıyoruz. “Acaba tam kuzeye gideceğimize, 30 derece doğuya gidebilir miyiz?” İki dakika son‐ ra olumlu yanıt geliyor. Böylece zaman kaybımızı bir saate indiriyoruz. 30 Mayıs 2006 Salı: Fransız, İtalyan ve Yunanlılar’ın fazla önemsememesine rağmen bu sabah Datça yarımadasının ucunda görmediğimiz bir askeri birim telsizle bize, biraz da emir verircesine nereden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi sordu. Öteki ülke yetkilileri ise her cümlenin sonunda İngilizce “Yes sir” demeyi ihmal etmiyorlardı. Sabah 11.00’de motorları Marmaris’e çok yakın bir koy olan Bozuk Kale’de durdurduk. Sessizlik ne kadar güzel bir şey. Gazımız bittiği için iki gündür gene peynir ekmeğe kalmıştık. Sabah


101

kahvaltısında pişiremediğimiz yumurtaları, Bozuk Kale’de tekneyi iskele‐ sine bağladığımız lokanta görevlisine verdik ve bize menemen pişirmesi‐ ni rica ettik. Çay, salata ve menemen beş dakika içinde bitti. Ekmeği ken‐ dileri yapıyorlarmış. Her şey çok güzeldi. Hava güzel, deniz güzel, yolumuz artık bitiyor. Doğal olarak denize girme faslı başladı. Mayoları giydik. Su biraz soğuk sayılırdı ama iyice üşüyene kadar kaldık. Teknedeki son suyla birer sıcak duş alarak bir haftanın kirini üzerimizden attık. Arkasından kalan yakıtımızı da tekne‐ ye 15 mil hız vererek bitirmeye çalışıyoruz. Böylece bizi bir haftadan beri dört gözle bekleyen tekne sahibine yeni oyuncağını birkaç dakika önce, sağlam bir şekilde teslim edebileceğiz. Son durağımız Marmaris’e saat 14.00 civarında vardık. Marina yetkilileri teknenin geçici yerini gösterdi. Yanaşıyoruz. Gümrük muame‐ lelerinden sonra karaya ayak basacağız. Ben, bir de İstanbul’a gideceğim. Yarına kalsın istemiyorum. Evime varıp yatağa yatmadan önce sekiz günden beri gece gündüz ayağımdan çıkarmadığım blucinle ilk defa vedalaştım. Pantolonum odanın ortasında ayakta duruyor. Gövdesi ve başı olmayan bir hayalet gibi. İlk başta anlayana kadar çok korktum. Gözlerimi kapamadan önce, tuz ve terden sertleşmiş olduğunu anladım. Galiba bu gece rahat uyuyacağım. Ahmet Tangün. Hürriyet, 19 Haziran 2006.


102

4. RENKLİ HABER

Kötü haberlerin kanatları vardır; iyi haberlerin ayakları bile yoktur.

Margaret Cavendish

“Renkli Haber”de, yazıyı daha etkin hale getirebilmek için, anlatım zenginliği içeren kelimeler kullanılır ve küçük ayrıntılara yer verilir. İyi bir gözlem, bir öyküyü canlandıracak duygusal ayrıntıları ortaya çıkarır. Örneğin, herkesin aşırı nemli, sıcak hava nedeniyle yapış yapış ol‐ duğu politik bir toplantıyı anlatırken, “Herkesi etkileyen feci nemli bir gündü.” yerine, şöyle denilebilir: “Kalabalığın arasında nefes almaya çalışan bir kadın, mavi eşarbı‐ nı yelpaze gibi kullanarak serinlemeye çalışıyordu. Yaşlı bir adam elini çırpmak yerine, pantolon askısını ileri geri çekerek alkışlamaya çalışı‐ yordu.” İyi örnekler vermek hem öykünün ana fikrini besler, hem de olayı canlı tutar. İyi seçilmiş örnekler, soyut olanın okuyucunun gözünde daha somutlaşmasına yardımcı olur; anlaşılmazı anlaşılır hale getirir. Muha‐ bir olay yerinde kesin gözlemlerde bulunursa, daha bol örnek toplar. Örneğin, Los Angeles Times Manilla Bürosu’nun şefi Mark Fine‐ man, Filipinli diktatör Ferdinand Marcos ve karısı İmelda’nın nasıl ace‐ leyle kaçtıklarını anlatmak için yalnızca “…aceleyle kaçtılar!” dememiş, yazısında bunu şu cümleyle anlatmıştır: “İmelda Marcos’un yaklaşık 3.5 metre genişliğindeki yatağının ya‐ nında, yarım yenmiş bir muz duruyordu.” Yerinde karşılaştırmalar, haberle ilgili bilgilerin iyi bir biçimde an‐ latılmasına yarar. Yerinde yapılan benzetmelerle de, haberde ifade zen‐ ginlikleri sağlanabilir. Örneğin kömür madenleriyle ilgili bir röportajda, şu tür ifadeler kullanılmıştır: “Tavan o kadar alçak ki, işçilerin bir kısmı sırtüstü, bir kısmı da çömelmiş olarak çalışıyor. Bir sandviç yemek, su içmek ya da tuvalete gitmek için bile dikilemiyorlar.”118 Görsel ayrıntılar, duygusal etki yaratacak kelimelerle bir araya geldiğinde, daha da etkili olur. Kelimelerin işitme ve koklama duyuları‐

118 Gazetecinin El Kitabı, s. 76.


103

mıza hitap etmesi, bazı olaylarda, ne olduğunu daha iyi hissedebileceği‐ miz sahnelerin yaratılmasını sağlar. Prof. Dr. Oya Tokgöz, renkli haber yazımı konusunda şunları ifade etmiştir: “Renkli haber, önemsiz bir ayrıntıyla başlar, en önemliye ise habe‐ rin sonunda ulaşır. Yalnız, renkli haberin girişi gibi diğer bölümleri de canlı ve hareketli olmalıdır. Renkli haber yazarı da, haberciliğin temel ilkeleri ve gereklerine uymak zorundadır. Kesinlik, açıklık, doğruluk, okunabilirlik, sadelik, zevkli bir ifadeye devamlı olarak uyar. Ancak bu şekilde kendi fikirlerini ifade etme fırsatını bulur... Süre öğesi, renkli haberde önemli olmakla beraber, okuyucunun ilgisi üzerinde katkısı olmadığından, fazla önemsenmez. Bu yüzden renkli haberini yazarken gazeteci, süre öğesini olayın akışı içinde düzen‐ ler. Cümlelerini, paragraflarını, hayal gücünü kullanarak, renk, yorum, açıklama katarak bütün haline getirir.”119

Mezenin İspanyolcası: Tapas Tapas, gastronomi dünyasının yeni yükselen değerlerinden. İs‐ panyol Mutfağı’nın Ferran Adria’dan önceki en tanınan yüzü. Aslına ba‐ karsanız, bunlar bizim ve Yunanlılar’ın mezelerinden esinlenerek, özel‐ likle ülkenin güneyinde, Sevilla kentinde 25‐30 yıl önce ortaya çıkmış olan lezzetler. Ama bu adet ülkede öylesine benimsenmiş ki, tapas muhabbeti tüm İspanya’ya yayılmış ve hatta farklı bölgeler, kendilerine has farklı tapas spesiyaliteleri yaratmışlar. Bu hoş bar geleneğini sizlere biraz da‐ ha yakından tanıtmak istiyorum. “Tapas” ve “Tapas Bar” kavramlarıyla ilk kez, 1984 yılının sıcak bir Haziran ayında tanışmıştım. İngiltere’de doktora öğrencisiydim. O yıl Madrid’de düzenlenecek bir kongreye gönderdiğim tebliğ kabul edilmiş; ben de ömrümde ilk kez uluslararası bir toplantıda tebliğ sunacak olma‐ nın heyecanıyla Madrid’in yolunu tutmuştum, Heyecan gerçekten de fazlaydı ve mutlaka yatıştırılması gereki‐ yordu. Bunun en etkin yolunun soğuk bir ya da birkaç İspanyol birası olacağını düşünüp, Sudanlı doktora arkadaşım Abbas Ahmed ile otelimi‐ zin hemen yanındaki bara girmiştik. Bar, son derece sıradan bir bardı. Ama biralarımızla beraber bar tezgahı üzerine sıra sıra dizdikleri minik tabaklar sıra dışı sürprizlerdi. 119 Tokgöz, a. g. y. , s. 294.


104

İçlerinde iki lokmalık ahtapot, iki lokmalık karides, zeytin, peynir parça‐ ları, biraz ekmek olan minik tabaklardı bunlar. Sonraki günlerde uğradığımız diğer barların tezgahlarına da ben‐ zer şekilde minik tabaklar seriliyordu ama, işin hoş tarafı, her barın kendine has farklı farklı sunumları oluyordu. Ne güzel. Böylelikle önü‐ müze, farklı barları denemek için harika bir fırsat çıkıyordu. Zaten tebliğ dediğin de neydi ki? Altı üstü yarım saatlik bir sunum. İşte o günler, bu hoş adetin adına “tapas” dendiğini ve bu yemekçikleri içkiyle birlikte veren barlara da “tapas bar” adı verildiğini öğrenmiştim. “Tapa” kelimesi, İspanyolca’da “kapak” anlamına geliyor. Tapas, bunun çoğulu. Bir rivayete göre bu tapas adeti, barmenlerin müşterile‐ rine sundukları şeri veya şarap kadehlerinin üzerlerini, sinekler girme‐ sin diye, birer ekmek dilimiyle kapatmaları sonucunda ortaya çıkmış. Zaman içinde farklı barların barmenleri, bu ekmek dilimleri üzerine farklı çeşniler koymaya başlamışlar: Örneğin, domates salçası üzerine bir dilim hamsi turşusu koymuşlar; ya da sarımsaklı mayonez sürüp üzerine bir parça Serrano jambonu yerleştirmişler. Ve böyle böyle yıllar içinde her bar, kendi yaratıcılığını kullanarak çok farklı kanepeler geliştirmiş. Ancak bar müşterileri bu adeti sevdikçe, kanepeler bardakların üzerinde kapak olmaktan çıkıp küçük tabaklar şeklinde bar üzerinde servis edilmeye başlanmış. Sonuçta tapas, bugün‐ kü anlamına kavuşmuş: Yemek öncesi atıştırmak için sunulan ordövr benzeri bir‐iki lokmalık değişik yemekler. İspanyollar akşam yemeklerini geç yiyen ekabir insanlar… Gece 22.00 ila 23.00 saatleri, akşam yemeğine başlama saatleri. O nedenle akşamın ilk saatlerinde arkadaşlarıyla buluşmak ve sosyalleşmek için genelde barları tercih ediyorlar. Bu barlardaki minik yemekler ise ak‐ şamın açlığını bastırmak için atıştırmalık görevini görüyor. Bu ulusun kültüründe barlar, sosyalleşme açısından çok önemli bir yer tutuyor. Bunun belki bir nedeni de, insanların misafirlerini evle‐ rinde yemeğe alma alışkanlığının az olması. Konukları tapas barlarda ağırlamak, bu nedenle çok yaygın bir toplumsal etkinlik olmuş. İspanyollar’ın akşamın erken saatlerinde yapmayı en fazla sevdik‐ leri şeylerden biri de, adına İngilizce’de de “bar hopping” İspanyolca’da tapeo denilen bardan bara dolaşma etkinliği. Bunun ana sebebi ise fark‐ lı barların kendilerine has çok özel tapalarının olması. Kimi barlar marine edilmiş zeytinleri ile ünlüyken, bazı diğer bar‐ lar deniz mahsulü tapas üzerine uzmanlaşıyorlar. Ama hemen her barda mutlaka patatesli İspanyol omleti tortilla espanila bulunuyor. Ayrıca


105

haşlanmış ahtapot ve yanında alioli sarmısaklı mayonez ile ufak ay şeklindeki balıklı börekler empanadas çok yaygın. En ünlü tapas’ın adı boquerones: Salamura edilmiş hamsi. Ağzı‐ nızda eriyor. Diğer ünlü tapas çeşitleri ise şunlar: Chorizo sosisi, bran‐ dade morina balığı püresi , sardalye, Serrano jambonu, salamura zey‐ tin, acılı “brava” soslu patates tava. Ülkenin belli bölgelerinde tapas yerine pinehos ismi de kullanılı‐ yor. Bunlar, kürdana batırılmış ekmek parçacıklarının üzerindeki çeşit‐ lemeler. Yani kanepe tarzı tapas. Tapas geleneğinde, size bar üzerinde sunulan yemekçikler için ay‐ rıca para ödemeniz gerekmiyor. Ama eğer siz bu tapas yemeklerinden kendinize özel olarak isterseniz, o zaman bunların daha büyük porsiyon‐ larını size bedeli karşılığında getiriyorlar. Bu daha büyük porsiyonların adı racion. Tapas barlarında bira ve şarap yaygın tüketilseler de, en fazla içilen içkiler aslında sherry şeri ve cava kava . Sherry, İspanya’nın çok ünlü bir içkisi. Cava da esasen şampanya. İspanyollar yeme ve içmeye çok düşkün bir ulus. O nedenle de en basit malzemeden en lüks yemeğe kadar her şeyin birinci sınıf olmasına özen gösteriyorlar. Zaten bu aşırı merak nedeniyledir ki, bugün dünya gurmelerinin en gözde yeri ne Paris, ne Lyon, ne de New York. İspan‐ ya’nın San Sebastian kenti, 2000’li yılların tartışmasız gurme cenneti haline gelmiş. Yemek keyfine bu denli önem veren bir ulustan da bunu beklemek sadece ve sadece çok doğal. İyi Bir Tapas Tarifi Kitabı Şu sıralar yemek meraklılarının en beğendiği tapas kitabı, Was‐ hington’da bir sürü restoranın sahibi olan İspanyol şef Jose Andres’in “Tapas” isimli kitabı. Andres, dünyaca ünlü İspanyol şef Ferran Ad‐ ria’nın yanında yetişmiş ve şu anda ABD’de avangard mutfağın en önem‐ li temsilcisi sayılan bir restorancı. Washington’daki “Zaytinya” isimli restoranı zeytinyağı anlamına geliyor en ünlü lokantası. Eğer konuya meraklıysanız ve İngilizce biliyorsanız, bu kitabı tavsiye ederim. Katalan Usulü Ispanak İspanya’nın Katalonya Bölgesi’nde kuru meyveler ve fıstık, çok yaygın olarak kullanılıyor. Bölgeye ait bu tapas, hazırlaması çok kolay olan harika bir tabak. Malzemeler:


106

2 çorba kaşığı sızma zeytinyağı, 1 sarı elma, soyulmuş, çekirdekle‐ ri alınmış ve 0.5 cm. küpler halinde kesilmiş, 1/4 bardak çam fıstığı,1/4 bardak kuru üzüm, 1 çay kaşığı tuz, 250 gr. ıspanak yaprağı. Yapılışı: Zeytinyağını, büyükçe bir tava içinde yüksek ateşte kızdırın. Elma‐ ları içine atıp karıştırarak hafifçe kızartın. Çam fıstıklarını da ekleyip karıştırarak 20 saniye pişirin. Tavayı sürekli hareket ettirin ki, fıstıklar yanmasın. Üzümleri ve tuzu ekleyip karıştırın. Ispanakları ekleyin ve hızla karıştırıp hafifçe yumuşatın. Ocaktan alın. Bu sırada ıspanaklar kendi kendine pişmeye devam edecektir; o nedenle çok pişirmemeye dikkat edin. Hemen servis edin. Bu yemeği zenginleştirmek isterseniz, bir çam fıstığı sosu yapabi‐ lirsiniz. Bunun için yarım bardak ilave çam fıstığını hafifçe kavurduktan sonra bir blender içine alın ve yarım portakalın suyuyla biraz sızma zey‐ tinyağı ilave ederek püre haline getirin. Tabağın etrafında gezdirerek servis edin. Arman Kırım. Hürriyet Pazar, 04 Haziran 2006.

Gökçeadalı Stelyo ile İzmitli Pelin 10 Haziran sabahı telefonum çaldı. Arayan dostum Stelyo’ydu. Beş dakika sonra buluştuk. Motosikletine yaslanmış beni bekliyordu. Hiçbir şey söylemeden elime üstünde ismimin yazılı olduğu iki zarf tutuşturup “Aç” dedi. “Nedir?” diye sordum. “Sürprizdir” dedi. İlkini açtım, baktım. İkiye katlanmış bir kart, kartın kapağında 18. Yüzyıl başlarından kalma olduğu anlaşılan bir gravür. Galata’nın sırtlarından İstanbul’u betimleyen gravürde, Tarihi Yarımada resmedilmişti. Kapağa bakınca, bir kitap ya da bir kent etkinliğinin davetiyesi sandım. Ama şunlar yazıyordu: “İstanbul’da başlayıp İstanbul’da devam edecek olan bir çağ masa‐ lı daha yazılıyor. Aşkın evrensel ezgisi eşliğinde, bir kez daha buluşuyor: kültürler, diller, dinler, hayatlar... Tüm dostları, nikah törenimizde yanımızda görmek istiyoruz. İm‐ za: Pelin ve Stelyo. Beyoğlu Evlendirme Dairesi, 17 Haziran 2006...” İkinci kartta Yunan alfabesiyle yazılmıştı adım. “Bu diğerinin Rumcası mı?” diye sordum Stelyo’ya...


107

“Hayır bu Vula’nın davetiyesi.”dedi. Benim en eski arkadaşlarım‐ dan biri olan Vula Yani. Stelyo’nun sevgili ablası. İki kardeş aynı gün evleniyorlardı. İmam nikahı ile kına gecesinde bulunamadım ama Pelin ile Stel‐ yo’nun ve Vula ile Yorgo’nun düğününe gittim. Bir gazeteci olarak değil, bir dost olarak. Düğünün en güzel saatiydi. Marmara’nın doğusundan ay yükseliyordu. Pelin’le Stelyo, ay ışığının ve arkada yükselen Sultanahmet ve Ayasofya’nın ışıklı siluetinin önünde tango yapıyordu. ‐ Düğüne Hoş Geldiniz…‐ Stelyo, Gökçeadalı Rum bir ailenin çocuğu. Yorgo ve Stella Berber çiftinin ikinci çocukları olarak 1974’te İstanbul’da doğuyor. Beyoğlu’nda Zoğrafyan’dan mezun olduktan sonra Atina’da okuyan ablası Vula’nın yanına gidiyor. Sınavlara giriyor ve Pire Üniversitesi Ekonomi Bölü‐ mü’nü kazanıyor. Mezun olunca tekrar memleketine, Türkiye’ye dönü‐ yor. Ekonomi okumuş ama aklı fikri müzikte. 7‐8 yaşlarından beri de kiliselerdeki ilahi korolarında muganni olarak şarkı söylüyor. Üniversite yıllarında ise bir müzik topluluğuna katılarak bütün Yunanistan’ı gezi‐ yor. Yunanistan dönüşü, akordeoncu Muammer Ketencoğlu ile tanışı‐ yor, grubuna giriyor. Bu arada bir şirket kurup turizm ve ticarete başla‐ sa da müzik, hep hayatının merkezinde oluyor. Ketencoğlu ile 1999’da İstanbul’da Babylon’da verdikleri bir konserde de büyük hikaye başlı‐ yor... “Aşağıda dans eden gruba bakıyordum. Birden gözlerim kamaştı. Önce sahne ışıklarından sandım. Oysa ışıklar yukarıdaydı. Bir kızdan yayılıyordu. İndim ve elinden tutup sahneye çıkardım. Biraz şaşkın ve mahcup, neye uğradığını anlayamadan benimle dans etmeye başladı. Nasıl güzel dans ediyordu! Kendimi kaybettim. Dans faslı bitince aşağı indi ve kalabalığın arasından mekanı terk etti. Şarkının, son dörtlüğünü okuyordum. Bitirdim, sahneden deli gibi inip Asmalımescit’e çıktım. Aradım, aradım ama bulamadım. Üzerimde sahne kıyafetleri vardı. Bir beyaz gömlek, bir kuşak ve bir siyah pantolon. Ararken o kadar uzağa gitmişim ki, kendimi Gala‐ ta’da buldum. Ansızın bir yağmur başladı. Babylon’a vardığımda gömlek üzerime yapışmıştı. Sahneye tekrar çıkıp sırılsıklam son şarkıyı söyle‐ dim. Kendi kendime söyleniyordum. Nereden çıktı şimdi bu Külkedisi hikayesi…”


108

Stelyo’nun o akşam gözünü alan kızın adı Pelin Suer. 1978’de İz‐ mit’te doğuyor. Saime Hanım’la Arif Bey’in en küçük çocuğu. Liseyi İz‐ mit’te bitirip sınavlara giriyor, Stelyo’nun kapısından döndüğü İTÜ Türk Müziği Konservatuarı’na giriyor. Pera Güzel Sanatlar’da da dans dersleri alıyor. Çeşitli topluluklarda hem dans edip hem şarkı söylüyor. Babylon’daki o akşamın ardından iki yıl geçiyor. 2001’in Şu‐ bat’ında bir gün Muammer Ketencoğlu, Stelyo’ya “Bir kız var rebetiko söylüyor. Bir yandan da Rumca öğreniyor. Ama aksanı biraz bozuk. Sen ona yardım eder misin?” diyor. Stelyo filoloji okuyan ablası Vula’nın yardım için daha uygun olacağını düşünüyor. Ama Ketencoğlu, “Bu kız müzisyen. Önce sen de bir tanı.” diye ısrar ediyor. O günlerde başı çok sıkışık olan Stelyo, oflayıp puflayarak buluşma saatinde Ketencoğlu’nun stüdyosuna geliyor. Kızı görünce ağzından sa‐ dece uzunca bir “Aaahhh” duyuluyor. Gelen kız, iki yıldır unutamadığı Pelin çıkıyor... ‐ Bilge İmam ile Patrik’in Kararı ‐ Kısa sürede “Saga poli” diye “Seni seviyorum” mesajları atacak ka‐ dar aşık oluyorlar birbirlerine. Aradan yıllar geçiyor. Sonunda evlenme‐ ye karar veriyorlar. Ama Stelyo bir Hıristiyan, Pelin de Müslüman. Stel‐ yo’nun üzerinde yaşadığı cemaatin baskısı var: “Bu ülkede zaten bin küsur kişi kaldık. Bir Rum kızıyla evlenmelisin!” Pelin için durum daha da zor. Direniyorlar. Ve dört yılın sonunda herkesi ikna etmeyi başarı‐ yorlar. Düğün gününe bir hafta kala Pelin’in ailesi, “İyi de geleneklerimiz var. İmam nikahı, kına gecesi gibi...” diyor. “Tamam” diyor Stelyo, “Ne gerekiyorsa yapalım.” fakat, tüm aramalara rağmen bu nikahı kıyacak bir imam bulunmuyor. İmamlardan biri, “Çocuk sünnet olmuş mu?” diye soruyor. Öteki, “Erkek Müslüman olsaydı da kız Hıristiyan kalmakta ısrar etseydi, bu nikahı kıyardım.” diye geri çekiliyor. Sonunda bilge bir din adamı bulu‐ yorlar. Son imam diyor ki: “Ne olacak, Fatih Sultan Mehmed’in annesi de Hıristiyan’dı. Hıris‐ tiyan doğdu, Hıristiyan öldü. Ama bir Fatih doğurdu.” ‐ İmam Nikahı ve Kına Gecesi ‐ İş kalıyor kilise nikahına. Episkoposlar, papazlar toplanıp günlerce tartışıyor. Patrik Bartholomeos, bütün tartışmaları oturduğu yerden sessizce dinliyor. Ve nikaha birkaç gün kala, asasını üç kez yere vurup ruhbanları susturuyor. “Gönül ferman dinlemez.” diyerek, sözü bağlıyor.


109

Kim bilir belki de bu kararı alırken Patrik, büyük şair Hacopu‐ los’un o çok sevdiği şiirini hatırlıyor: “Hayat serin bir nefes, ipekten bir dalgadır; Rüzgar bildiği gibi, istediği gibi sürüklesin...” 17 Haziran günü, hafifçe esen rüzgar, ipekten bir dalga gibi çarpı‐ yordu insanların yüzüne. Güzel bir İstanbul günüydü. Resmi nikah saat 14.00’te Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde yapıldı. Vula ile Yorgo’nun nikahları daha önce yapıldığı için onlar törende yoktu. Ama her iki taraf‐ tan çok sayıda aile mensubu oradaydı. Nikah salonunun koridorlarında telaşlı ve neşeli Rumca ve Türkçe sözcükler uçuşuyor; farklı kültürden insanlar hiç kendilerini kasmadan birbiriyle kucaklaşıyordu. Nikahın ardından Stelyo kulağıma eğilip, “Az sayıda arkadaşımla bizim evde damat tıraşı yapacağız. Sen de gel.” dedi. Yarım saat sonra Beyoğlu’nun eski, güzel apartmanlarından birinin beşinci katındaydık. ‐ Damat Tıraşı ‐ Yunanistan’dan iki müzisyen arkadaşı, birkaç yakın akraba ile Stelyo’nun damat tıraşı için bir araya gelmiştik. Masada Yeni Rakı ile Girit’in o meşhur boğma rakısı vardı. Adet olduğu üzere kadehlerimizi doldurup damat ve gelinin şerefine kaldırdık. Sonra buzukinin nağmele‐ ri girdi devreye. Salonun ortasına bir sandalye koyuldu, damat oturtuldu ve tıraş başladı. Tek eksiğimiz bir berber ve usturaydı. Tabii bir de eski usul tıraş fırçası ve sabunu. Misafirlerden biri banyodan bir tıraş köpüğü getirdi. İlk köpüğü kulak memelerine sıktı damadın. “Evlilik ciddi bir iştir, sakın unutma. Bu senin kulağına küpe olsun.” dedi. Sonra ikinci köpüğü tam alnına oturta‐ rak, “Çocuklarına ve karına her zaman sahip çıkarsan, alnın böyle ak kalacak.” diye sürdürdü mizanseni. “İyi bir erkek, gücüne rağmen yüzü yumuşak olandır.” diyerek son köpüğü yanaklarına sürdü. Ve beni işaret ederek, “Gel tıraşı başlat.” dedi. Aslında Stelyo, sinek kaydı bir yüzle oturmuştu sandalyeye. Bana sadece bir bıçağın tersiyle yüzündeki köpükleri almak kaldı. Eğlence ve oyun faslı uzun sürmedi. Çünkü saat 17.00’de Patrikhane’deki dini tören başlıyordu. Patrikhane’nin avlusu davetlilerle doluydu. Başörtülüler, türbanlılar, boynunda istavroz taşıyanlar, papazlar, ladini olanlar ora‐ daydı. Pelin‐Stelyo ve Vula‐Yorgo çiftinin dini nikahları birlikte kıyılacak‐ tı. Patrikhane’nin sokağından müzisyenlerin eşliğinde Yorgo ile Stelyo göründü. Sokakta kıvrak havalar çalan müzisyenler, kilisenin avlusuna


110

girince ağır havalara geçtiler. Müzik bitti ve damatlar Aya Yorgi Kilise‐ si’nin hemen önünde vaziyet alarak gelinleri beklemeye koyuldu. Birazdan kapıdan babalarının kollarına girmiş iki gelin göründü. Damatlar eğilip babalarının elini öperek, kızların duvağını açtı ve yanak‐ larına dudaklarına değil çünkü burası bir Ortodoks kilisesi birer buse kondurdu. Kilise nikahı bizdeki dini nikah gibi şipşak bitmiyor. Uzun uzun ilahiler okunuyor, ritüeller birbiri peşi sıra geliyor; tam bir ayin hava‐ sında geçiyor. Nikahın sürprizlerinden biri de imam nikahını kıyan imamın orada olmasıydı. Stelyo, “Hocam arzu ederseniz, kilisedeki nikahımıza buyurun.” demiş çekinerek. “Hay hay” demiş alim din adamı. “Bugüne kadar hiç Hıristiyan nikahı görmedim; benim için iyi bir tecrübe olur.” diyerek kabul etmiş. Kenarda durup pür dikkat izledi töreni. Bir ara avluda karşılaşıp sohbet ettik. “Herkesin dini kendine muhterem.” diyerek başladı söze ve şunları söyledi: “Tarih bize ırkların, dinlerin, dillerin sevdayı engelleyemediğini gösterdi. Şimdi bu çocuklar evlenmek istiyor. ‘Hayır, siz ayrı dinlerden‐ siniz, kavuşamazsınız.’ dersek, Ortaçağ’ın melunlarına döneriz. Allah zorlaştıranı değil, kolaylaştıranı sever...” ‐ Bu Tango İçin İki Aydır Çalışıyorlardı ‐ Gün batımına doğru Armada Otel’in terasında toplandık. Akorde‐ oncu Muammer Ketencoğlu, grubuyla sahnede... 77 yaşındaki Domna Samiu, eski türküleri öğrettiği öğrencisinin düğününde, o türküleri par‐ latmak için ta Atina’dan kalkıp gelmişti. Buzuki Orhan da oradaydı. Önce tango çaldı orkestra. Pelin ile Stelyo, iki aydır birlikte çalış‐ mışlar; bu geceki tangonun eksiksiz olması için. Öyle de oldu. Mükem‐ meldi. Sonra zeybek oynadılar; sonra da sirtaki. O gece Cankurtaran’ın semalarına birbirine kardeş şarkılar, sesler, nefesler yükseldi. Halaylar çekildi; hep birlikte amaneler, gazeller okun‐ du, çiftetelliler oynandı. Bir barış, aşk ve güzellik masalı yaşandı... Ersin Kalkan. Hürriyet Pazar, 25 Haziran 2006.


111


112

5. FOTOĞRAF

Tarihin önemli tanıklarından biridir fotoğraf. Bilgidir; belgedir; gerçektir. Anı yarına taşıyan, bazen de aşağılanarak “bir kağıt par‐ çası” diye tanımlanan anıtlardır, fotoğraflar. Prof. Dr. Suat Gezgin

Fotoğraf gerçek değildir; gerçeğin kopyası da değildir: gerçeği yalnızca resmeder ve kopyalar. Fotoğrafı ilginç kılan, belleğimizin sakla‐ yamadığı bir anı dondurmasıdır.120 Fotoğrafın kullanımı, gazete yöneticilerinin estetik bakışına ve et‐ kileyicilik arayışına göre değişir. Gazete sayfalarında bazen, bir konu üzerindeki eksik bölümleri tamamlamak ya da daha çok konuyu bir ara‐ ya toplamak için, birkaç fotoğraf birleştirilerek kolaj ya da fotomontaj yapılır. Bazen de peş peşe çekilen fotoğraflar, bir olayı yazarak anlatmak‐ tan daha iyi yansıtır. Elde bu tür güzel fotoğraflar olduğunda haberin öyküsü, fotoğraflara geniş yer verilerek, resim altı biçiminde kısaca an‐ latılır.121 “Röportajın ortağı, yüreğinin yarısı” fotoğraf, her şeyi istediği kılı‐ ğa sokabilen dev bir silahtır. Bugün, dünyanın hemen her yerinde, herhangi bir önemli olayın fotoğrafını ertesi sabah gazetelerde görmek çok olağan sayılmaktadır. Başka bir deyişle, günümüz insanı, gazetelerdeki fotoğraf olayını kanık‐ samıştır artık. Ne var ki gazetecilikte fotoğraf yalnız bir yazıyı tamam‐ lamakla kalmaz. Fotoğrafların, bir olayı ya da bir anı yansıtmaktan, bir haberi ilet‐ mekten de öte bir işlevleri de olabilir. Örneğin, bir olayın dramını yansı‐ tabilir; bir başka olayın karmaşıklığını çözmekte ipuçları verebilir; geç‐ mişine ya da geleceğine ışık tutabilir. Yaşanmış bir anın derinlerine in‐ memizi sağlayabilir. Bu anlarda, insan psikolojisini yakalamamıza yar‐ dımcı olabilir. Dünyada ilk kez bir gazetenin resimle süslenmesi 18. Yüzyıl’a rast‐ lar. Evet “süslenmesi”… Çünkü bu devrede resim, gazeteyi süslemekten 120 Schneider ve Raue, a. g. y. , s. 135. 121 Gazetecinin El Kitabı, s. 86.


113

başka bir amaç gütmemektedir. Üstelik buna resim de denemez pek. Zamanın baskı tekniğiyle gerçekleştirilmiş bir desen, bir şekildir. Benjamin Franklin’in “Pennsylvania Gazette”inde 1750 yılında ya‐ yımlanan “çok sayıda parçaya bölünmüş yılan” resminin altında gazete‐ nin manşeti yer almaktadır: “Amerikalılar Birleşin ya da Ölün”. Bu tarih‐ ten sonra, Amerikan kolonilerinin başından geçen olayları yansıtan pek çok resim çizildiği halde, her nedense bunların hiç birinin herhangi bir gazetede yayımlanması uygun görülmemiştir. Basın tarihinin ilk “haber‐resim”, diye kabul ettiği resme ise 1842 yılında rastlıyoruz. İngiltere’deki “The Illustrated London News” gazete‐ si, kurulduğu yıl, dördüncü sayısının birinci sayfasında, 30 Mayıs 1842’de, Kraliçe Victoria’ya karşı girişilen bir suikastın, kara kalemle yapılmış bir resmini yayımlıyordu. Resmi yapan sanatçının adı bilinmiyor. Ancak bilinen tek şey, bu resmin gazetede yayımlanmasıyla İngiltere’deki kamuoyunun ikiye bö‐ lündüğüdür. Bir kısım okuyucu bu “sansasyonel” olayın gazetede resim olayının tekrarlanmasını, alışkanlık haline gelmesini isterken, bir kısmı da bu “rezalete” son verilmesini istiyordu. Gazetelerin resim yayımlamasını “alçaklık”, “bayağılık” diye nite‐ leyen çok sayıda insan vardı; bunların başında İngiltere’nin ünlü halk şairi William Wordsworth geliyordu. Üstat öyle sinirlenmiş ki bu olaya:

“Bu ne geriye dönüştür, Yetişkinlikten çocukluğa iniştir. Sözler, kelimeler neyinize yetmiyor. İnsanlık bu kadar alçalacak mıydı?” gibilerinden, sayfalar dolusu şiirler bile döşenmişti. Wordsworth’ün bu direnişi ve öfkesi, çok geçmeden Manş Deni‐ zi’nin karşı kıyısına da atlayacaktır. Ve Fransızlar’ın belki de gelmiş geçmiş en ünlü tiyatro sanatçısı Rachel, 4 Ocak l858’de ölünce, bir fotoğ‐ rafçı ölünün odasına girmeyi başarır ve resmini çeker. Ertesi gün gazete ressamları bu fotoğrafın tıpkısını çizip, gazetelere verirler ve kızılca kıyamet kopar. Fransız polisi bu “rezalet”in peşine düşer Gazetelerde resim kullanılmasını bilinçli bir şekilde yaygınlaştıran kimse ise Joseph Pulitzer’dir. Bugün “Pulitzer Ödülleri” ile ve Colombia Üniversitesi Gazetecilik Okulu’nun kurucusu olarak tanıdığımız Pulitzer, New York’taki “World” Dünya gazetesini satın aldıktan sonra, gazete‐


114

sinin her sayfasını resimle doldurur. Ancak bu resimlerin tümü fotoğraf‐ ların birer kopyasıdır ve ressamlar tarafından çizilmektedir. Nitekim 1890‐91 yıllarında, her hafta binlerce sanatçı tarafından 10 binlerce resim taşınmaktadır, gazeteye. Pulitzer sayesinde, Amerikalı okuyucu gazetedeki resimlere alışırken, Avrupa’da hala “resim olmalı” ya da “olmamalı” kavgası sürüp gitmektedir. Ancak yine de, fotoğrafı doğrudan doğruya gazeteye geçirme tekniğini bir Avrupa ülkesi, Alman‐ ya geliştirecektir. Almanlar, 19. Yüzyıl’ın son yıllarında, fotoğrafı binlerce irili ufaklı, açıklı koyulu noktaya bölen “röprodüksiyon” tekniğini bulduktan sonra‐ dır ki, ilk kez 21 Ocak 1897’de, New York Tribune gazetesinde, bu tek‐ nikle ilk gazete fotoğrafı yayımlanır. Bu, New York’lu bir senatörün fo‐ toğrafıdır. l0 gün sonra ise aynı gazete, New York’un aç insanlarının, yoksul çocuklarının resmini basar. Ve kamuoyu, o güne dek eşine rastlanmayan bir tepki gösterir. Herkes duygulanmış; korkunç ölçüde etkilenmiştir. Bağışlar, yardımlar yağmaya başlar. Yüzlerce yazının yapamadığını bir‐ kaç resim yapmıştır. Artık fotoğrafın, özellikle geniş halk yığınlarına seslenen gazete fotoğrafının ne korkunç bir silah olduğu anlaşılmıştır. 20. Yüzyıl’ın başlarında dünya, basında “haber‐fotoğraflara” tanık olur. 1912’de Titanic Faciası, tüm gazetelerin birinci sayfasındadır. Ve ardından 1. Dünya Savaşı... Bu savaştan başlayarak, artık tüm savaşların ön saflarında gazeteciler, gazete fotoğrafçıları yerlerini alacaklardır. Fotoğraflar da, savaşın tüm dehşetini, insanın korkusunu, anaların acısını, çocuğun çaresizliğini, görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilin‐ meyen bin bir anı yansıtacaktır. İster bir gözyaşı olsun, ister hedefine nişan alan bir silah, bütün bu haber fotoğrafları, olayın ya da insanın özünü yakaladığı için, okuyucunun aklından kolayca çıkmayacaktır. 1930’larda artık gazete resimleri, herkesin ilgisini çekmektedir. Bunları çoğaltmanın yolları aranır. Almanya ve İtalya “Fotoğrafla Öy‐ kü”nün öncülüğünü yapar. Birbirini izleyen fotoğraflar ve bunların al‐ tındaki resim altları, olayı bütün açıklığıyla anlatır. Yazıya gereksinme giderek azalmıştır. Ancak bu “moda” çabuk geçer. Ve gazete fotoğrafçılığı, daha ağır yükümlülükler altına girer. Fo‐ toğraflar artık yalnız bir anın, bir olayın, bir yerin, bir insanın kopyası olmaktan çıkacak; olaylara, yörelere, kişilere, zamana “yorum” getire‐ cektir.


115

Bundan böyle hiçbir fotoğrafın nesnel objektif olduğu söylene‐ meyecektir. Aynı olayı ya da aynı kişiyi yansıtan iki resim, birbirlerinden çok farklı nitelikler taşıyabilecektir. Çünkü fotoğraf makineleri ne kadar nesnel ve birbirinin eşi olursa olsun, makinenin arkasındaki kişiler bir‐ birinden farklıdır. Gazete resimlerine yorum girdiği andan sonra, bunların işlevleri‐ nin arttığı görülür. Bu nedenledir ki röportaj yazarları, işte bu tür fotoğ‐ raflardan yararlanmaya başlamışlardır. Böylece fotoğraf, yalnız bir rö‐ portajın belgesi, gerçeklik kanıtı ya da süsü olmaktan çıkmış; bir dünya görüşünü iletme aracı olmuştur. Burada, Fikret Otyam’ın bir görüşünü anımsamamak elden gelmi‐ yor: “Fotoğraf röportajın ortağıdır, yüreğinin yarısıdır... Yalnız objekti‐ fini nereye çevireceğini bilene...” Evet, bir gazete fotoğrafı, o gazetenin dünya görüşünü, politik inançlarını yansıtabilir. Fotoğrafı çeken kişinin, “objektifi nereye çevire‐ ceği”nden başlayarak, “nasıl ve ne zaman” çekeceğinden geçerek, fotoğ‐ rafı gazeteye koyacak kişinin, kararına dek resmi koymak ya da koy‐ mamak, nereye ne büyüklükte koymak vb. birbirini izleyen bütün ey‐ lemler, bir dünya görüşünün sonucudur. Çünkü gazetelerde gördüğümüz her fotoğraf bir seçimi içerir. Bunda ise, bir dünya görüşünün, bir yorumun yansıdığı gerçektir. Yine aynı nedenlerle, fotoğraflar yalan da söyleyebilir. Örneğin Mussolini’ nin aşağıdan yukarıya doğru çekilmiş, yüzünde sıcak bir gülümseyişle ünlü diktatörü, olduğundan çok daha güçlü, görkemli ve büyük gösteren fo‐ toğrafı yalan söylüyordu. Tıpkı açlıktan kırılan bir yörenin insanlarını giydirip kuşatıp, ondan sonra çekilen fotoğrafların yalan söylediği gibi. Gazete fotoğraflarının bir diğer özelliği de, okura yargılama olana‐ ğı tanıması ve sonsuz inandırma gücüne sahip olmasıdır. Önemli kişileri, devlet adamlarını bir anda yerin dibine batırabilecek ya da putlaştıracak güçte olan, hiçbir işe yaramayan bir mamulü milyonlarca kişiye benim‐ setip en önemli bir tüketim malı haline getirebilen, duyguları sömürebi‐ len ya da yepyeni duygulara yol açan fotoğraf, gerçekten büyük bir silah‐ tır.


116

Tıpkı diğer silahlar gibi, fotoğraf makineleri de birbirlerine çok benzer. Ancak güçleri ya da güçsüzlükleri, doğruları ve yanlışları, kulla‐ nana, onu elinde tutana bağlıdır.122 En İyi Haber Fotoğrafı Hangisi?

“Fotoğraf, gerçek olmalı. Düzmece fotoğraflar var. Deprem olmuş, fotoğrafçı yaşlı kadını oturtuyor yıkılmış evin önünde, “Teyze biraz üzü‐ lür müsün?” diyor. İnsanları ağlatanlar var. Bir sürü sahte fotoğraf dola‐ şıyor. En iyisi doğal anında yakalanmış karelerdir. Photoshop’la oynanmadan. Bu ciddi bir sorun. Onun dışında şey‐ leri düşünemez olduk. Bu o kadar sık oluyor ki. Maçta top olmuyor Pho‐ toshop’la top yapıyorlar. Hatta Amerikalı bir fotoğraf muhabiri fotoğraf‐ taki askerlerin yerini değiştirdi. Zaten orada tek başınasın, tabii ki dört dörtlük fotoğraf diye bir şey yok. Bu sahtekarlığı niye yapıyorsun? Top koyuyorlar diye kızarken adam orda askerin yerini değiştiriyor. Dijital çıktıktan sonra her fotoğrafa “Acaba gerçek mi?” der olduk.” 123 “Fotoğraf Deyip Geçmeyin Aile Tarihinize Sahip Çıkın” Küçük Bebek’te güzel bir apartman. Bütün duvarlarda fotoğraf asılı. İnanılmaz güzel fotoğraflar. Çoğunluğu siyah beyaz. Eski İstanbul, eski Bebek, eski insanlar. Mualla Mezhepoğlu’nu ta‐ nımlamak için başka bir tasvire gerek yok, duvarlardaki fotoğraflar onun hakkındaki ilk ipucunu veriyor. O kendini fotoğraflarla ifade edi‐ yor. Hele elinde tuttuğu o özel albüm, el yazması özel tarih kitabı gibi. Anneden ve babadan, 5 kuşak geriye, fotoğraflar, belgelerle kotarılmış bir aile tarihi. E bende de biraz fotoğraf ve albüm manyaklığı vardır. Çok özendim, çok kıskandım. Bunu "Siz de yapın!" projesine dönüştürmek istiyor. Keşke birileri ona sponsor olsa, desteklese. Bu işi yaygınlaşabilse. Herkes o fotoğrafları görebilse. O belgeleri inceleyebilse. O hatıraları okuyabilse. İşte yerel tarih. Üstelik Avrupa’da yeni trend, yeni eğilim. Aile tarihlerimizden yerel tarihe ulaşmak. Mualla Hanım, hem kendisi hem evi hem duvarları hem albümleri müthiş güzel biri. Onun tanıdığı‐ ma ve sizinle tanıştırdığıma çok memnun oldum. ‐ Nasıl biriktirdiniz bu kadar fotoğrafı?

122 Zeynep Oral, “Fotoğraf”, Milliyet Sanat Dergisi, Sayı: 147, İstanbul: Ağustos 1975, ss.

18‐22.

123

Murat Sezer, “Savaşı Resmi Bültenden Öğreneceğiz”, Birgün, 22.05.2006.


117

‐ Siz ne diyorsunuz! Benim anneannem, 1890’larda fotoğraf çe‐ kermiş. Evinin içinde karanlık odası bile varmış, kendi fotoğrafını kendi‐ si tab edermiş... ‐ O zaman sizdeki fotoğraf merakı, genetik! ‐ Tabii, tabii. Anneannem, eskinin Güzel Sanatlar Akademisi me‐ zunu. O okulun parlak mezunları Saray’a öğretmen olurmuş. Annean‐ nem de onlardan biri. Sanata, özellikle de fotoğrafa eğilimi varmış, bütün aileyi görüntülemiş. O yıllarda fotoğraf çekmek, hele bir kadının çekmesi çevre tarafından çok hoş da karşılanan bir şey değil, anlayın artık… ‐ Anneniz peki? ‐ Annem, hakim. Hukuk eğitimi alıyor. Ama o da fotoğrafa meraklı. O kadar meraklı ki, 12 yaşıma kadar, her 6 ayda bir, beni giydiriyor ku‐ şatıyor, Beşiktaş’taki Canit Bey’in Akın Fotoğrafevi’ne götürüp fotoğra‐ fımı çektiriyor. O fotoğraflar, hala durur. Annem, son derece düzenli bir insandı, hepsinin arkasına daktiloyla tarihini, kişilerin isimlerini ve fo‐ toğrafın çekildiği yeri yazardı. Fotoğraf merakı ve düzenli olma alışkan‐ lığı anneannemden anneme, annemden de bana geçmiş... ‐ Siz, tek çocuk musunuz? ‐ Evet. Üstelik bu durumdan o kadar memnundum ki, küçükken “Bir kardeşim olsun ama 12 yaşında ölsün!” isterdim. Çocukluk işte, acımasız oluyor insan, 12 yaşına kadar onunla oynayacağım, sonra o yok olacak... ‐ Babanız ne iş yapardı? ‐ O da avukat. Hukukçu bir aile bizimki. Annem ve babam, hukuk fakültesinden sınıf arkadaşı. ‐ Hep bu evde mi yaşadınız? Son zamanların minimalist evlerin‐ den farklı olarak, insana huzur veren muazzam bir yaşanmışlık var evi‐ nizde... ‐ 50 senedir bu evdeyiz. Bu sene, Bebek’teki 50. yılımız. Ondan ev‐ vel Beşiktaş’taydık. Yani ben hayatım boyunca sadece 2 ev değiştirdim. Bebek de Beşiktaş’a bağlı olduğu için, ailemin Beşiktaş ilçesindeki 99. senesi... ‐ Ailenizden kimse hayatta mı peki? ‐ Hepsi sizlere ömür. Ne kardeşim var benim ne de çocuğum. Bir ben kaldım. Bir de bu albümler, bu fotoğraflar... ‐ Elinizde tutuğunuz nedir? Aile albümlerinizden biri mi?


118

‐ Yok, hayır, bu özel. Bu, bir proje. Adını “Siz de yapın” koydum. Laf olsun diye değil, hakiki manada, herkes yapsın istiyorum. Yerel tarih bu. ‐ Şu projeyi bir anlatır mısınız? ‐ Annemden bana 6‐7 tane çok kalın albüm kaldı. Aile albümleri. Zannediyorum, benim yaşımda anneannesinin annesinin fotoğrafına sahip az insandan biriyim. Söylüyorum, bizimki arşivci ve fotoğrafa meraklı bir aile, o sayede bu fotoğraflar bugüne kadar geldi. Önce “Ben bunları n’apim?” diye dü‐ şündüm. “Ben de ölürsem ne olacak? Kime kalacak?” Ziyan olacaktı, kı‐ yamadım, aileme ve yakın çevreme ait olan fotoğrafları ayırdım. ‐ Sonra? ‐ Onları, şimdi kullandığımız türden bir albüme yerleştirmek içime sinmedi. Annem, albümleri ciltlettirir, kapaklarını özel yaptırtırdı. Ben de o kapaklardan birini aldım, ona uygun kartonlar kestirdim. Onların arasına fotoğraflar yapışmasın diye, ince kağıtlar buldum. Limon kağı‐ dıymış adı. Fakat, fotoğrafları takacak köşebent bulamadım. Onları da Viyana’dan getirttim ve bu farklı albümü yaptım. İçinde anne tarafımdan 5, baba tarafımdan 5 kuşak herkes var. ‐ Ooo! Şahane görünüyorsunuz ama çok da genç değilsiniz, sizin 5 kuşak gerinizi hayal bile edemiyorum. Ben babaannemin annesinden ötesini bilmiyorum... ‐ Evet, benim annemin annesi, onun annesi, onun annesi ve onun annesi... Yaklaşık 175 yıllık hatta daha fazla bir tarihten söz ediyorum. Neredeyse 2 asır! Sonra da bu fotoğrafları numaraladım. Ve o her fotoğ‐ rafla ilgili ‐bazen bir kişiydi, bazen bir semt‐ bildiğim her şeyi yazmaya başladım. Hikaye yazdım diyemem, ama ben hatıralarımı kare kare nak‐ letmiş oldum. Bittikten sonra bir de baktım ki, yazdıklarımı pekiştirecek belgeler de var... ‐ Nasıl yani? ‐ Biz atamayan aileyiz! Annem mesela, hep iki mecmua alırdı, biri elden ele dolaşırdı diğeri el sürülmeden saklanırdı. İnanmayacaksınız ama bütün tramvay biletlerini saklamış. Doğduğum günün gazetelerini saklamış. Atatürk’ün öldüğü günün gazetelerini saklamış. Annesi, anne‐ min doğduğu günün takvimini saklamış. Babam, 1947’de Koç Ticaret’ten aldığımız General Electric buzdolabı faturasını saklamış! ‐ Aman Allah’ım! Müthiş de, ev çöplüğe dönmedi mi?


119

‐ Hayır çünkü ev büyük. Ve az çocuk var. Bir tane, o da ben. Sonra hiç taşınma yok, 50 senedir aynı ev.... ‐ Başka var mı öyle saklanan şeyler? ‐ Saymakla bitmez ki. Anne ve babamın düğün davetiyesi, 125 kişi‐ lik yemekli düğünlerinin faturası. Alman Hastanesi’nde benim doğumu‐ mun faturası. Babamın yazıhanesine aldığı deri koltukların faturası... Ben fotoğraflardaki insanları ve olayları anlattıkça, parantez açıp bu belgeleri de koymaya başladım. Hem Beşiktaş’ı, Beşiktaşlı anne tarafımı hem de Konya Karamanlı baba tarafımı bir albümde toplamış oldum. Böylece üçlü bir şey çıktı ortaya. Fotoğraflar, fotoğraflardan hatırladık‐ larım ve yazdıklarımı pekiştiren belgeler. Türkiye’de daha önce bu ka‐ dar kapsamlı ve muntazam bir çalışma yapıldığını zannetmiyorum. ‐ Ne kadar zamanınızı aldı? ‐ Bir buçuk sene. Bazı günler hiç çalışmıyordum, bazı günler 10 saat... ‐ Peki bunu yaparak ne elde etmeyi umuyordunuz? ‐ Bu çalışmanın adını “Siz de yapın!” koydum. Yani fotoğraf deyip geçmeyin, siz de benim gibi aile tarihinizi oluşturun. Dünsüz yarın ol‐ maz. Zaten artık devletlerin nasıl kurulup yıkıldığını anlatan, resmi tarih anlayışını çoktan bıraktık. Yerel tarih önem kazandı. Yerel tarihte de soylu olsun olmasın, bu tür hatıralar çok önemli. Benim anlatmak istediğim şu: Hepimizin bir aile tarihi var, gelin bu tarihe sahip çıkalım. Çünkü aile tarihlerimiz, yerel tarihi oluşturuyor. Bunun için de bazı şeylere dikkat edelim... ‐ Ne mesela? ‐ Eski kimlik kartlarımızı, tapu senetlerimizi, bir resmi daireye yazdığımız dilekçeyi, aldığımız bir bileti hoyratça atmayalım, çünkü on‐ lar gelecekte yerel tarih dokusu oluşturabilir. Ayrıca büyüklerimizden duyduklarımızı not edelim. Hatta onların seslerini kaydedelim. Sonra bir gün yapmadığınıza pişman olursunuz, ama geç olur... Yıl 1930. Darülfünun’da, yani İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakül‐ tesi’nde Ticaret Hukuku dersi. Kapı açılıyor ve Atatürk giriyor. Habersiz. Ansızın. Profesör, Ata’yı hemen kürsüye davet ediyor, “Yok hayır rahat‐ sız olmayın, siz derse devam edin.” diyor ve tesadüfen annemin yanına oturuyor. Annem, “Heyecandan bayılacak gibi oldum.” diye anlatırdı bana. İşte o anın fotoğrafı, babam da bu sınıfta. İşin ilginç yanı, Ata‐ türk’ün İstanbul Üniversitesi’ni ilk ve son ziyareti...


120

‐ Mualla Mezhepoğlu kimdir? ‐ İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde okudu. Sonra Robert Kolej Yüksekokulu’na öğretim görevlisi olarak girdi. Derken Amerika’ya gitti. Dönüşünde evlendi. Adana’ya gelin gitti. Çukurova Elektrik’te çalış‐ tı. Ayas Koleji’nde İngilizce hocalığı yaptı. 6 sene evli kaldı. İstanbul’a geldi ve boşandı. Bir kere evlenmiş olmak yetti, bir daha evlenmedi. Yapı Kredi’de çalışmaya başladı. Babası rahatsızlandı işten ayrıldı. Aile şirke‐ tiyle ilgilendi. Son olarak Robert Kolej’de lise son sınıflara seçmeli eko‐ nomi dersi öğretmenliği yaptı. Sonunda kendini emekliye ayırdı... Ayşe Arman. Hürriyet, 26 Eylül 2006.

6. ÜSLUP BİÇEM‐ÖZANLATI

Söz ola kese savaşı Söz ola kestire başı Söz ola ağulu aşı Balıla yağ ede bir söz.


121 Yunus Emre

Üslup biçem, özanlatı sözlük anlamıyla bir şeyin yapılış ya da oluş biçimidir. Bir sanatçının, bir sanat çeşidinin, bir sanat devrinin özel tarzıdır, “Üslupçu” ise genellikle üslubu beğenilen yazara denir. Latincesi “Stylus” olan üslup, balmumlu kâğıt üzerine yazı yazmak için kullanılan sivri uçlu bir alet, bugünkü anlamda bir tür kalemdir. Türkçe’de üslup kelimesinin anlam gelişmesine uygun olarak, üs‐ lup anlayışı da “söyleyiş güzelliği” yönünden olgunlaşmıştır. İyi üslup, böyle değerlendirenlerin gözünde, “Edebiyat yapmaktır.” ve önemli olan söylenen değil, söyleyişin üstün olmasıdır.124 Genelde üslup denilen “anlatım özelliği”, yazarın ya da konuşma‐ cının kişiliğinden doğar. Anlatım özelliğinin niteliği, cümle kuruluşları‐ na, kelime zenginliğine ve seçimine, içtenliğe, sanat ve dil anlayışına, kişinin dünya görüşüne, hayal ve sezgilerinin çeşitliliğine, bilgi ve kültü‐ rünün derinliğine bağlıdır.125 Dil, ortak olan kelimelerle kurulan cümlelerdir. Üslup ise ortak olan cümle biçimlerinden, kişisel kullanmaya geçiştir. Yalnızca kelimele‐ rin değişmesi olarak ele alınamaz. Dildeki değişmeler, toplumsal ve en‐ telektüel eğilimlere bağlıdır. Romantizmin, realizmin, sembolizmin, halkçılığın, bölgeciliğin birer üslubu vardır.126 Bazı romantik üslup düşkünleri; suyu, havayı, güneşi, kuş sesini, kendilerince güzel bir biçimde yan yana getirdiklerinde, çok başarılı bir iş yapmış olduklarını sanırlar. Gerçekte ise, bu boşuna bir savunmadan başka bir şey değildir. Çünkü günümüzün üslup anlayışının, bu düşünce tarzıyla hiçbir ilgisi yoktur. Üslup kelimesinin, başka dillerdeki karşılığı da, bu terimin daha geniş ve biraz daha değişik biçimde anlaşılmasını gerektirmektedir. Denemeci, eleştirmen ve roman yazarı Christopher Morley, üslup‐ tan söz ederken şöyle demektedir:

124 Enise Kantemir, Yazılı ve Sözlü Anlatım, Engin Yayınevi, Ankara: Kasım 1997, s. 192. 125 Sebahat Emir, Kompozisyon Yazma Sanatı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını,

İstanbul: 1986, s. 77.

126 Cengizhan Yurdanur, Türk Edebiyatına Analitik Bakış, Reba Yayınları, İstanbul: 2000,

ss. 211‐212.


122

“İyi ya da kötü üslup diye bir şey yoktur. Önemli olan söyleyiş tar‐ zının, maksadı ifade edip etmediğidir.” Yüzyıllar önce yazılmış klasikleri ölmezleştiren, onlardaki fikir, ruh, duygu kadar, bunların anlatış biçimi, yani üsluplarıdır. Buna karşı‐ lık, dün denecek kadar yakın 30‐40 yıl önce yazılmış eserler tekrar incelendiğinde, sözcüklerin bu zaman içinde uğradıkları aşınma ve an‐ lam değişiklikleri bir yana, anlatılmak istenen konuyu, açıklıkla kavra‐ maya bile olanak yoktur. Ahmet Haşim, “Üslup Hakkında Bir Mülahaza” başlıklı yazısında: “Daha dünkü şair, üslubuna sürdüğü alacalı renklerle, bir hafta içinde soluk bir eski elbise zavallılığına düşerken, sıfatsız, teşbihsiz, istiaresiz Homeros saf bir billur ehramı gibi, hala güneşin ışıklarını güneşe akset‐ tirip duruyor.” derken, bunun nedeninin süslü, özentili yazmak yerine kişisel, açık seçik, yalın yazmak olduğunu belirtmiştir. Buffon: “Yalnız iyi yazılmış eserler sonradan gelenlere kalır; bilgi çokluğu, olgu garipliği hatta buluşlardaki yenilik, ölmezliğin garantileri değildir. Eğer bunların bulundukları eserler zevksiz, asaletsiz ve dehasız yazılmışlarsa mahvolup giderler. Çünkü bilgiler, olgular ve buluşlar kolayca uçar, değişir ve hatta daha usta kimseler tarafından tekrar eser haline getirilir. Bunlar insanın dışındadır, üslup insanın kendisidir. Üslub‐ı beyan ayniyle insandır Üslup, ne uçan, ne kaçan, ne bozulan bir şeydir.” demiştir.127 Bu, üslubun filozofça bir tanımıdır. Her yazarın kendine özgü bir anlatımı vardır. Çok okuyan kişiler, adı, imzası bulunmayan yazıları okuduklarında, bunların hangi yazarlara ait olduklarını anlamakta asla güçlük çekmezler. İşte bu anlamayı sağlayan, anlatım özelliği, yani üs‐ luptur. Üslup hakkında bir görüş de şöyledir:

“Atilla İlhan’ı daha sonraları birçok yönleriyle uzun uzun incele‐ dim. Hemen söylemeliyim ki, ozanımız bu dünyaya, Allah vergisi büyük bir şairlik‐yazarlık kabiliyetiyle doğmuş. Hangi türde olursa olsun, ken‐ dine özgü bir seziş, duyuş ve anlatış gücü var. Şimdi bana, onun imzası olmaksızın bir şiir ya da bir düz yazı ver‐ seler, belki de kısa süren bir tereddütten sonra, ‘Bu şiir, bu düz yazı Atil‐ la İlhan’ındır.’ diyebilirim. Başka ozanlara benzemiyor, onun duyuşları, söyleyişleri.” 127 Kantemir, a. g. y. , s. 193.


123 Baki Süha Edipoğlu, Bizim Kuşak ve Ötekiler

Dar anlamda üslup: Bir devir edebiyatının kullandığı dili gösterir. “Tanzimat Edebiyatı Üslubu” gibi deyimler, o devir edebiyatlarının kul‐ landıkları dilleri anlatır. Geniş anlamda üslup: Yazarların anlatımdaki kişiselliklerini kap‐ sar. Bu ise, onların ruhsal yapıları, kullandıkları dil, bu dilin anlatım gü‐ cü, okuyucunun anlayışı, anlatılmak istenen konu ve yazıldığı devredir. Konuyu, belli bir ileti açısından işleyip yazıya dönüştürürken ya‐ zar, sözcükler evrenine uzanır. İletisini yansıtmak, okurla en doğru ve en kestirme iletişimi kurabilmek için sözcükleri seçer, sıralar. Bunları ses ve anlam ilişkilerine göre düzenler. Yazı ve yaratıyı oluşturan öğelerden biri de budur. Eski deyişle “üslup”, yeni adlandırılmada “biçem” denir buna.128 Bu seçim ve düzenleme, yazarın hayatı yorumlamasıyla gerçekle‐ şir. Yazarın yaşadığı çevre, kullanılan günlük dil ve o dönemde kaleme alınmış yazılar, bu konuda yazara katkı sağlamaktadır. Yazarın oluştur‐ duğu yazılarda bunlar görülebilir. Bu konu, üslup bilimin temel inceleme alanını da oluşturmaktadır.129 Türk edebiyatında Recaizade Mahmut Ekrem’in biçimsel görünüşe önem vererek yaptığı ayırım, Cumhuriyet Dönemi’ne kadar geçerli ol‐ muştur. Bu ayırıma göre üç türlü üslup vardır: a Üslub‐ı adi sade üslup , b Üslub‐ı müzeyyen süslü mecazlı üslup , c Üslub‐ı ali genellikle dini metinlerde yer alan etkileyici tondaki üslup . Yeni Türk edebiyatında dolaysız anlatım yolunu izleyen sade üs‐ lup yaygınlaşmıştır. Biçim bakımından, her edebiyat türünün özel bir üslubu olduğu da kabul edilmiştir epik üslup, lirik üslup v.b. . Ancak günümüzde üslup bilim, bu sınıflamaları bir yana bırakarak her yazarın kişiliğini, sanatını ve evrimini ortaya koyan özel üslubunu incelemekte‐ dir.130 Suut Kemal Yetkin, “Üslup Üzerine” başlıklı yazısında şunları ka‐ leme almıştır:

128 Özdemir, a. g. y. , s. 27. 129 130

Yurdanur, a. g. y. , s. 207. Meydan Larousse Ansiklopedisi, Cilt: 12.


124

“Üslup bir zaferdir, demiştim. Ama, bu sözle bir irade mucizesi olan, insanın zıddı bulunan tamamıyla suni bir üslup olabilir, demek istemiyorum. Çünkü üslup, realiteyi bir iç ahenge ayarlamaktan ibaret olduğuna göre, Buffon’un dediğinin aksine, sanatçının zıddı olan bir üslup elbette tasavvur olunamaz. Ve elbette kendini bulmuş bir sanatçının, birkaç üslubu olabilece‐ ğini düşünmeye de imkan görülmez. Buradaki sunilik, tabii olanın taklidi değil, tabii olanın, sanatçının iç ahengine göre yeniden terkibidir. Bu manada alınan suni ve sunilik, sanatın ve üslubun en tabii ta‐ raflarıdır. Kısacası, bir sanat eseri, insan olan sanatçının değil, sanatçı olan insanın nasıl ifadesi ise, üslup da, insan olarak konuşan romancının değil, romancı olarak konuşan insanın ifadesidir. Hem zaten üslup, sana‐ tın kendisi değil de nedir?” Vedat Günyol bir söyleşisinde “özanlatı” ile “anlatıcı” arasındaki ilişkiye değinirken şunları belirtmiştir: “… Biçemi şöyle tanımlıyor ders kitapları: ‘Değişen sözcük grupları arasında, değişmeyen anlatım özelliği.’ Üslup insanın ta kendisidir. İn‐ san, sapına kadar insan… Bir Reşat Nuri neyse, öyküleri, romanları da öylesine insandı, insancaydı. Ahmet Rasim’in, o anasına ve de midesine düşkün güzel insanın, uyumlu sözcük dizeleriyle süslediği yazılarındaki biçem ustalığının ya‐ nında, Falih Rıfkı’nın ulaşılması güç bir yazı becerisi, biçem için uyulma‐ sı gereken örneklerdendir. Bu ara, duygunun duygusallığın, insan sevgisinin, ete, tene dayalı sevginin, başını alıp giden, sınır tanımaz, özgür anlatım ustalığının başı‐ nı çeken Sait Faik’i saygıyla anmak gerekir.”

6. 1. Kelimeleri Seçme ve Kullanma Sanatı Fikirler arasındaki bağlantının belirtilebilmesi için, duygu, düşün‐ ce ve görüşler, kesin hükümlü, kısa cümlelerle anlatılmalıdır. Cümleleri, bir yığın edebi sanatlarla süslemek ve sanat yapmak hevesine kapılma‐ mak gerekir. Böyle yapılırsa, fikirler geri plana itilmiş ve yazı anlaşılmaz hale getirilmiş olur. Bir metinde, mecaz ve benzetme gibi edebi sanatları yerli yerinde kullanmak gerekir. Bunların, yazının özünü kaybetmeden fikirle perçin‐


125

lenmiş olmasına çalışılmalıdır. Sanatlar, gerektiği zaman kullanılmazsa yazı değerinden kaybedebilir. “Sözcükleri seçme, kullanma sanatıdır biçem. Tümce düzeni, söz‐ cüklerin soyut ve somutluğu; sıfatlar, adlar, eylemlerin kullanımı; karşı‐ laştırmalar, eğretilemeler, mecazlar, simgeleştirmeler, kişilendirme ve canlılaştırmalar gibi dilsel yapılandırmalar, tümüyle özanlatıyı oluştu‐ rur.”131 Gerçek üslup, gereksiz, bayağı olan her sözcüğü reddeder. Büyük yazarların el yazmalarının incelenmesi, bize müsveddelerindeki bazı sözcüklerin sonradan atıldığını göstermektedir. Sözgelimi Chateaubriand’ın, Martyrs adlı eserinin müsveddesinde: “Gözlerime nasıl bir manzara açılmıştı. Gemi bir kıyıdan ötekine uzanan bir kum tabakasına saplanmıştı.” diye yazılıdır. Basılı metinde ise: “Ne görünüm... gemi bir kum tabakasına saplanmıştı. Omurgadan iki ok atı‐ mı ileride, dalgaların üzerinde kaygan ve yeşil kayalık...” Chateaubriand “gözlerime açılmıştı” ve “bir kıyıdan ötekine uzanan” sözcüklerini be‐ ğenmeyerek kaldırmıştır. Victor Hugo’da da: “Ayın karanlık hülyasıyla dolan büyük ve es‐ mer orman” mısralarındaki “ayın karanlık hülyası” gibi şaire çok alelade gelen sözcüğün atıldığı ve şiirin, “Ayın geniş hülyasıyla dolan büyük ve esmer orman” biçiminde kaleme alındığı görülmektedir. “Karanlık” söz‐ cüğüyle “geniş” sözcüğü yer değiştirmiştir. Böylece imge değişmiş ve duygusal titreşim, ruhu etkilemiştir. Yine Victor Hugo, insanüstü bir şehir olması gereken “Kaybolmuş Şehir” tasvirinde, önce: “Orada korkunç, vahşi bir şehir vardı...” diye yazmış; sonra bu vahşi ve korkunç görünmesi gereken şehrin bu nitelik‐ lerini değiştirerek: “Orada tuğlalardan yapılmış bir şehir vardı...” diye yazmıştır. Pascal, “İnsan, doğal üslubu gördüğü vakit hem şaşırır, hem mem‐ nun olur; çünkü, bir yazar göreceğim diye beklerken, karşısında bir in‐ san bulmuş olur.” der.132

6. 2. Üslup Özellikleri Anlatımın amacı, karşımızdakini inandırmak ve etkileyebilmektir. Yani okuyucuyu ya da dinleyiciyi kendi duygu, düşünce ve hayal dünya‐ 131 Özdemir, a. g. y. , s. 27.

132 Kantemir, a. g. y. , s. 196.


126

sına çekebilmek ve bu yolla onun zevk almasını sağlamaktır. Bunun için de anlatımın bir takım niteliklere sahip olması gerekir.133 İyi bir yazı yazmak için emek, çaba ve disiplin şarttır. Bunun yanı sıra iyi yazı yazabilmek için, kullanılacak dili de iyi bilmek gerekir. Yani, dilin varolduğu günden bu yana kullanılan kelimeleri alıp onlardan en iyi yerlerde, en etkin biçimde yararlanmak, iyi yazının ilk koşuludur.134 Başarılı bir yazıda güzel bir üslup sağlamanın öteki koşulları ise; anlatımda açıklık, duruluk, akıcılık, yalınlık, kişisellik bulunmasıdır. 6. 2. 1. Açıklık Yazının amacının rahatça anlaşılır düzeyde bulunması, sözcükle‐ rin iyi değerlendirilip yerinde kullanılması, cümlelerin düzenli, dolam‐ baçsız sıralanmasıdır. Önce, anlatılacak konu, yazarın zihninde açıkça belirlenmeli, sonra anlatma kurallarına uygun olarak söylenmelidir. Goethe: “Bir yazarın üslubu, genellikle mizacının damgasını taşır; bir insan açık bir üslupla yazmak istiyorsa, önce kendi ruhunda açıklık olmalı; üslubunda yücelik olmasını isteyen de, önce yüksek bir karakter taşımalıdır.” demiştir. Açık konuşan kişi, karşısındakinin soru sormasına fırsat vermez; “Açık konuş.” dedirtmez. Kısacası açıklık; bir sözün, bir yazının kolay ve yorulmadan anlaşılma niteliğidir. 6. 2. 2. Duruluk Sözün, gereksiz sözcüklere yer verilmeden amacı anlatabilmesidir. Bir düşüncenin, bir duygunun, bir olayın, açık ve seçik, en kestirme bir biçimde, az sözcük ve kısa cümlelerle anlatılmasıdır. Haber ya da röpor‐ taj gibi gazetecilik yazı türlerinin hedef kitlesi “herkes”dir. Başka bir anlatımla toplumun bütün katmanlarıdır. Bu nedenle duru bir yazıda ve sözde çapraşık cümlelere yer verilmez. “Hayatta en hakiki mürşit ilim‐ dir.” sözü, bir duruluk örneğidir. 6. 2. 3. Akıcılık Sözün ve yazının, hiçbir ses pürüzü taşımaksızın, hiçbir takınaklığı olmaksızın, rahat bir akışla söylenmesidir. Akıcılık taşıyan bir yazıda ve 133 Emir, a. g. y. , s. 79.

134 Mısırlı, a. g. y. , s. 84.


127

sözde, iki anlamlı sözcüklere ve sözcük tekrarlarına, takınaklı seslere rastlanmaz. Sözcük, cümle ve fikirler tam bir kaynaşma halindedir. 6. 2. 4. Yalınlık Gösterişsiz, süssüz, kısa ve içtenlikle yazılmış, güçlü anlam taşıyan söz ve yazıda yalınlık vardır. Yalın anlatımda, gereksiz sanatlara, yıp‐ ranmış sözcüklere, özentili cümlelere yer verilmez. Anlatı, basit kelime‐ lerle kısa, öz ve anlaşılır bir biçimde sürdürülür. 6. 2. 5. Kişisellik Düşünce, duygu, gözlem, buluş ve hayal gücünün yazılı anlatımda‐ ki olgunluk derecesi, yazarın kişiliğini kapsar. Gerçekleri kavrayış, duyuş ve anlatışındaki farklılık, onun, belirli bir kişiliğini ortaya koyar ki, işte bütün bu özellikler yazarın üslubundaki kişiselliğidir.135

6. 3. Üslubun Öteki Nitelikleri Anılanların yanı sıra sözlü ve yazılı anlatımlarda; belginlik, canlı‐ lık, özlülük ve denge gibi nitelikler de bulunmaktadır.

Belginlik, düşüncenin belirli, eksiksiz ve sınırlı olarak anlatılması‐ dır. Belgin anlatımda kesinlik vardır. Canlılık, anlatımın hareketli, konunun gözler önünde serilmişçesi‐

ne özellik taşımasıdır.

Özlülük ise söz ve yazının az sözcükle isteneni verebilmesidir. Denge de, yazının ya da sözün tümündeki öğelerin ana fikrin çev‐

resinde orantılı olarak bulunmasıdır.

Öte yandan, yazarın anlatımındaki canlılık dirilik ve tazelik, genel‐ likle uygun anlatım biçiminin uygun yerde ve uygun durumda seçimine bağlıdır. Bu seçimi belirleyen de yazarın konusuna yaklaşım biçimidir.

“Yol Rehberiniz Mehmet Yaşin Olsun” Mehmet Yaşin, Uzakname’de bizi, yaşadığımız sınırların ötesine alıp götürmüştü. Görülecek, yaşanılacak yerleri öylesine ustalıkla anlattı

135 Kantemir, a. g. y. , s. 195.


128

ki, kitabı daha bitirmeden, birden içinizden geçeni tahmin edebiliyorum: “Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz.” Yeni kitabı Yakınname’de, Türkiye’yi geziyor Yaşin. İş, söyleşi, ki‐ tap fuarı olmadıkça, yerimden ayrılmayan benim gibi birisi bile; en azından, ballandıra ballandıra anlattığı, “damak çatlatan yemekler”i ye‐ mek isteği duyuyor. Benim akıllı bir dostum, kitap tanıtma yazılarının işlevi konusun‐ da şöyle der: “Kitap hakkında bir yazı, bende o kitabı okuma isteği uyandırmalı.” Bu görüş bence gezi yazıları için de geçerli. Gezi rehberi, gezi tanıtım yazısı ile Mehmet Yaşin’in yazıları ara‐ sında ne fark var? İkisi de kuru bilgi verir; hangi yoldan gidersiniz, nere‐ lerde kalabilirsiniz, hangi lokantalarda iyi yemek yiyebilirsiniz, görüle‐ cek yerlerin listesi de eklendi mi, yazı görevini yapmış, işlevini başarıyla tamamlamış olur. Ben oraya gitmeye karar vermişsem, bu tür bir rehberi almakla yetinirim. Ama hiçbiri beni yolculuk konusunda, rahat koltuğumdan kalkmaya ikna edemez. Oysa Mehmet Yaşin, bu gezilere iç dünyasını, duygularını, edebiyat tadını kattığı için beni etkiliyor. Kendisi de biraz gezgin olan Nedim Gürsel, kitaba yazdığı Ön‐ söz’de bakın ne diyor: “Onun, haritayı önüne serip gezdiği ülkeleri kırmızı raptiyelerle işaretleme alışkanlığı olduğunu biliyorum. Bu kez raptiyelerini ülkemi‐ zin coğrafyasına saplıyor. Ve gelincik tarlasına çeviriyor Türkiye harita‐ sını. Yaşin’in eşliğinde doğudan batıya, kuzeyden güneye, yalnızca bü‐ yük kentlerine değil en küçük köy ve kasabasına varıncaya dek, Küle‐ bi’nin ünlü şiirindeki ‘Ardahan’dan Edirne’ye’ dolaşıyoruz. ‘Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan’ yurdumuzu. Bu yolculuk boyunca eşsiz görüntüler giriyor araya, yollara düşüp dere tepe düz giderken yalnızca güzellikler değil çirkinlikler, çarpıklık‐ lar, yoksul bölgelerin makus talihinden kaynaklanan haksızlıkları da görüyoruz... Yaşin, yola çıkmadan önce gideceği yerler hakkında bilgi ediniyor; başka yazarların aynı coğrafya için yazdıklarından da yararlanıyor. Ken‐ di gözlemlerini Strabon, Evliya Çelebi, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi usta‐ ların yazdıklarıyla harmanlayıp öyle sunuyor okura.”


129

Gezginin ruhu çağrıya uyar. Mehmet Yaşin’de olduğu gibi. Diyelim, kar yağdı da gidemedi. Birden içine bir sıkıntı çöker. Kar erir erimez, hemen yollara koyulur. Yazılardan hoşlandığım bir yan da, gittiği yerlerdeki lüks lokanta‐ lardan, beş yıldızlı otellerden söz etmemesi. Diyeceksiniz ki, “Anadolu’nun her yerinde beş yıldızlı otel mi var?” Olanlardan da söz etmiyor. Çünkü inanıyorum ki, o yörenin, yerin özelli‐ ğini hiçbir zaman bu kişiliksiz oteller yansıtmaz. Bir aile evi, bir esnaf lokantası, bir balıkçı meyhanesi, tavşankanı bir çay, oranın sıcaklığını, insan sıcaklığını daha doğru verir. Zaten insanoğlu niye kilometrelerce yol kat ediyor? Bunları gör‐ mek için. Bir gezginin ruh halini çok iyi veriyor. O yere varınca, akşa‐ müstü bir viskiyle kendisiyle baş başa kalıyor. Geziye çıkmadan önce, o şehir, bölge üzerine araştırmalar okuyor, ünlü gezi kitaplarını hatmediyor sonra yola çıkıyor. Yol izlenimlerini dikkatle okuyun. Van’ı, Van Gölü’nü, Edremit’i edebi tasvirlerle anlattıktan sonra, sıra Van’ın kahvaltısına geliyor. Kolesterolü yüksek bir insanın doğrusu dayanamayacağı lezzette bir kahvaltı. İsterseniz masada bulunanları birlikte okuyalım: “Masanın üstünü süsleyen yiyeceklerden aklımda kalanlar şunlar‐ dı: Un, yumurta ve yağla yapılan murtua, tandır kaymağı, tereyağı ve kara kovan balı arıların dağlardaki eşi benzeri bulunmayan çiçeklerden yaptıkları balın lezzeti anlatılır gibi değil , otlu peynir bir nevi sarımsa‐ ğı andıran sirmu otuyla yapılan peynirin tadı dillere destan , bir tür ca‐ cık torba yoğurdu, kişniş, salatalık, sivribiber, taze soğan ve tereyağıyla yapılıyor; ekmeğin üstüne sürülerek yeniyor , ballı yumurta, gavut te‐ reyağında kavrulmuş buğdayın üstüne bal dökülerek yapılıyor ve tam bir kalori bombası , birkaç çeşit meyve, tabii ki sıcak sıcak lavaş ekmeği ve çörek. Tüm bunların yanına içecek olarak çay veya süt ikram edili‐ yordu. Ben tavşankanı çayı tercih ettim.” Mehmet Yaşin, gittiği yerler hakkında bilgi verir, hatta sırası gelir‐ se oranın ekonomik durumundan bile söz eder. Van’a gelen turistlerin 11 Eylül’den sonra nasıl azaldığını, bir kentte ticaret yaşamının nasıl aksadığını, bitme noktasına geldiğini bize iletir. Çok sevdiğim, Türk tiyatrosunun önemli oyun yazarı Cevat Fehmi Başkut’un “Harput’ta Bir Amerikalı” piyesinden söz eder; zaten gezgini‐ mizin buraya sapma nedeni, bu benim de çok sevdiğim oyundur.


130

“Oyunda kentin fakirleşmesi şöyle dile getirilmişti: Çarşı kentin yüreğiydi. Önce çarşı durdu, ardından ölüm geldi. Bütün kent öldü. Tıpkı yüreğin durmasının ardından ölümün gelmesi gibi...” Evliya Çelebi de orayı anlatırken, “Sultani Çarşısı 600 dükkandır. Dükkanlar gayet güzel ve muntazamdır” der. Şehirleri gezerken, sık sık Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şe‐ hir”ine göndermeler yapar. Yerel mutfak, lokantalarda değil, evlerde yaşar. Nitekim Kayse‐ ri’de bir lokantaya mahalli yemekleri sorduğunda şu yanıtı alır: “Kayseri yemekleri evlerde pişer.” İlgi çekici, değişik bir gezgindir Mehmet Yaşin. Sözgelimi bir örnek vereyim: Kemal Anadol’un romanı “Büyük Ayrılık”ın peşine düşer, yol haritası bu kitaptır. Kemal Anadol, mutlaka “Celebin Yeri’ne git.” demiş. O da bakın neler neler bulmuş orada: “Celebin Yeri, limanın hemen karşısındaydı. Kıyıya sıralanan res‐ toranlara bakılırsa, Foça yeme içme konusunda geçmişini inkar etmi‐ yordu. Belgeler, ‘delişmen denizciler’in ülkesinde, 1900’lü yıllarda tam 16 tane şarap ve rakı fabrikasının bulunduğunu belirtiyordu. Yine o yıllarda kasabada 46 meyhane vardı ve hemen hepsi her gece tıklım tıklım dolu‐ yordu. O zamanki sakinlerine göre ‘dünyada en güzel rakı ancak Foça’da içilebilirdi’.” Günün yorgunluğundan sonra odasına çekilir, Herman Hesse okur: “Yaylada yatma vaktiydi. yanımda Herman Hesse’nin ‘Bozkır Kur‐ du’nun Düş Yolculukları’ adlı kitabını getirmiştim. Tatlı bir yorgunluk içinde okumaya başladım. Her satırından ayrı bir keyif alıyordum. Hesse’nin gezginlerle ilgili yazdıklarını defterime not aldım: ‘Biz gezginler, hepimiz aynı hamurdanız. Seyahat etme dürtümüz ve serüvenci ruhumuzun büyük bölümü aşktır, şehvettir... Seyahat ro‐ mantizminin yarısı, serüven beklentisinden başka bir şey değildir. Diğer yarısı da, şehveti farklı bir yöne kaydırıp, yok etme eğiliminin bilinçsiz bir göstergesidir. Biz gezginler aşk arzularını, doyumsuzluk uğruna ko‐ rumaya ve kadına ait olan sevgiyi, köylere, dağlara, göllere ve uçurumla‐ ra, yollardaki çocuklara, köprüdeki dilenciye, çayırlardaki sığırlara, kuş‐ lara, kelebeğe dağıtmaya alışığız.’.”


131

Kitapsız yapamaz gezgin, gittiği yerin tarihini, coğrafyasını, sana‐ yisini, hele hele insanını mutlaka kitaptan okuyacak, sonra yaşayacaktır. “Vadideki Tablo: Göynük” bunun iyi bir örneğidir: “Göynük’te bir Göynük Kitabı bulacağım hiç aklıma gelmezdi. Çünkü gittiğim hemen hemen her ilde, oraları anlatan kitapları aramış ama bulamamıştım. Kaymakam Selim Çapar tarafından hazırlanan kitabı görünce, şaşırmadım desem yalan olurdu. Bu kitap sayesinde ilçeyi daha bilinçli gezme olanağı buldum.” Damak çatlatan tatlar konusuna hiç girmeyin, yoksa kilo almaya başlarsınız, hele tam yaza girdiğiniz günlerde, onun güzergahını izleyin ama tavsiye ettiği yemeklerden uzak durun tabii durabilirseniz eğer. Mehmet Yaşin’den gelecekte bir yerel yemekler kitabı bekli‐ yorum. Gerçekten şehirde yaşayanların lezzet reçetelerinin bu kitaptan sonra değişeceğinden kuşkum yok. O yemekleri okuduğunuzda, Anado‐ lu’nun çoktan füzyon mutfağını keşfettiğini fark edeceksiniz. Yakınname’nin ihmal edemeyeceğiniz bir bölümünü okumalısınız mutlaka. Bu da “İstanbul Yazıları”dır. “Dil’de Yalnız Dolaştım...”, Kültür Başkentinin Feneri’ni okuduğunuzda bu şehrin, Boğaz’ın unutulmazlığı‐ nı, vazgeçilmezliğini bir kez de Mehmet Yaşin’den okuyacaksınız. Fener semtinin zirvesinde kırmızı tuğladan yapılmış, Victoria dö‐ nemi üslubunda dev bir yapı vardır. Megalo Skola, yani Büyük Okul de‐ dikleri Fener Rum Lisesi de bu binada bulunur. Okul hala açıktır; ama sınıflarını dolduracak kadar öğrenci yoktur. Eğer bu muhteşem binanın yanında durup, bugünkü Fener semtine bakacak olursanız şunları gö‐ rürsünüz: “Daracık sokaklar, çoğu yıkılmak üzere olan üç dört katlı cumbalı, kagir evler. Bu yaşlı ve yorgun binalarda hala yaşam sürmektedir. Yaşa‐ yanlar, evlerinin kırığını döküğünü, renkli badanalarla örtmeye çalışmış‐ lardır. Onun için bu evler, aşırı makyajla kırışıklarını örtmeye çalışan yaşlı kadınlara benzerler. Balkonlara gerilmiş iplerdeki yıpranmış, renk‐ leri solmuş çamaşırlar, Haliç’ten esen rüzgarla uçuşup dururlar. Tüm bu manzaraya bakınca, Fener’in yoksul bir semt olduğunu hemencecik an‐ larsınız. Bu semtte hiç kimse, yoksulluğunu saklama gayreti içinde de‐ ğildir zaten. Fener’in bugünü yoksuldur ama geçmişi hiç de öyle değildir. Tarihçi İlber Ortaylı’ya göre burası, ‘1500 yıllık tarihin sıkıştığı bir dün‐ ya tiyatrosu’ dur.” Türkiye’yi Mehmet Yaşin’in rehberliğinde dolaşın, Anadolu’yu ka‐ rış karış dolaştıktan sonra İstanbul’u gezin.


132 Doğan Hızlan. Hürriyet Cumartesi, 03 Haziran 2006.


133

7. ANLATMA ANLATIM

“Babam büyük bir düşünce adamıydı. Öğrenimimin iyi kısmını on‐ dan gördüm. En sevmediği şey, anlaşılır olmamaktı. Elime kalem aldığım günden başlayarak 1903’te ölümüne kadar her yazdığım yazıyı ona oku‐ dum. Her yazımı, bana, yüksek sesle okutmak alışkanlığındaydı. Bu yüzden sıkıntı çekiyor; ama yararlanıyordum da. Çünkü, arada beni durdurur ve: “Ne demek istiyorsun?” der; ben de ne demek istediğimi daha basit bir şekilde anlatırdım. O da: “0 halde, niye böyle anlatmadın!” der ve eklerdi: “Anlatmak istediğin bir şeyi saçmalı bir fişek atıp dağıtacağına, söyleyeceğin sözü ta kalbinden vuran kurşun kullan.” Woodrow Wilson 136

Bir fikir, bir duygu, bir sorun ve bir olayı, sözle ya da yazıyla an‐ latma işlemine “anlatım” denilmektedir. Anlatım biçimleri genelde dör‐ de ayrılır:

7. 1. Öyküleme Anlatım Biçimi Okuyucuyu olaya katma ve heyecanlandırma amacı güdüldüğü zaman, “Öyküleme Anlatım Biçimi” kullanılır. Öyküde temel, olaydır. Bu anlatım biçiminde işlenen fikir, olaylar içindedir ve her şey hareket ha‐ lindedir; yani olayların akışı, zincirleme gelişir ve hareket öğesiyle birbi‐ rine bağlanır. Öyküleme, eylem halindeki olguların anlatılmasıdır. “Öyküleme Anlatım Biçimi”nde temel öğeler: hareket, zaman, an‐ lam, yer, kişiler ve anlatıcı’dır. Nasıl her eylemin bir ortaya çıkış, bir geli‐ şim bir de sona eriş durumu varsa öyküleyici anlatımda da böyle bir akış görülür. Bir durumdan bir duruma geçme, bir aşamadan bir aşamaya dönüşme, bu tür anlatımın belirleyici özelliklerindendir. Bu özelliğinden ötürü, okuyucu eylem içinde yaşar; sürekli bir de‐ vinim içinde bulur kendini. Çünkü belirli zaman dilimi içinde olay ve olgular ya birbirinin uzantısı olarak ya da geriye ve ileriye sıçrayışlar yapılarak verilir. Ancak bu olay ve olgular dizisi birbirine bağlantılı, an‐ lamlı bir bütün oluşturur.137

136 Dale Carnegie, Söz Söyleme ve İş Başarma Sanatı, Deniz Kitaplar Yayınevi, İstanbul:

Şubat 1993, s. 252.

137 Özdemir, a. g. y. , s. 31.


134

7. 1. 1. Hareket Hareket: Bir cismin durumunun ve yerinin değişmesi, kıpırdama, kımıldanma yani devinimdir. “Belirli bir amaca varmak için birbiri ar‐ dınca gerçekleştirilen ilerlemeler” olarak da adlandırılır, hareket. Edebi‐ yat dilinde hareket, “yazıyı durağanlıktan kurtarmak için yapılan giri‐ şimler” olarak da tanımlanır. Bir sahneden ötekine geçiş, hareketi doğu‐ rur ve böylece hareket, olguların birbirini etkilemesiyle oluşur. Olayın gelişmesi ve başlayışı, hareket unsuruyla sağlanmış olur. 7. 1. 2. Zaman Öykülemenin ikinci öğesi, başlangıcı ve sonucu olan zamandır. Belli bir zamanda başlayan olay, gene zamanla bağlantılı olarak gelişir. Önce olayın başlayışı “serim bölümü”, sonra gelişmesi “düğüm bölümü”, en sonra da “çözüm bölümü” son buluşu anlatılır. Zaman da bu üç bölüm içinde bir gelişme gösterir. Fakat bu hal kesin değildir. Bazen, sonuç bölümü çıkış noktası seçilebilir. Yazar, kah‐ ramanın yaşadığı en ilginç andan öyküsüne başlayabilir ve olay sırası değişir. Böylece, ilginç an başlama noktası olunca, geriye doğru baştan geçen olaylar anlatılır.138 7. 1. 3. Anlam Öyküleme, eylem halindeki olguların anlatımı demektir. Başka bir deyişle, “yaşamı eylem halinde sunma” demektir. Eylem, aralarında ne‐ den‐sonuç, etki‐tepki yönlerinden ilgi bulunan ve anlam bütünlüğü taşı‐ yan oluş ve buluşlar zinciridir. Öyküdeki zamanın bütünlük göstermesi, eylem yönünden de bütünlüğü sağlar. Bu sağlanışta, insanların da rolü büyüktür. 7. 1. 4. Yer Olay bir yerde geçecektir. Bu yer, öykülemede belirtilmelidir. Ola‐ yın geçtiği bu yer, ne kadar canlı anlatılır ve ayrıntılarıyla tanıtılırsa, kişilerin karakterleri ve öykünün anlatımı da o derece doğallık kazanır. Olaylarla bağlantılı olarak yer değiştikçe, olaylar da değişmiş olacaktır. 7. 1. 5. Kişiler 138 Kantemir, a. g. y. , s. 197.


135

Öykünün temel öğelerinin başında, kişiler gelir. Çünkü olayları ki‐ şiler yaşar ve olaylar içinde kişilerin heyecan, özlem ve tutkuları anlatı‐ lır. Kişilerin tanıtılmasına, “karakter çizme” de diyebiliriz. Bu da fiziksel ve ruhsal portre incelemesidir. Karakterler, yazar tarafından tanıtıldığı gibi sübjektif metot okuyucu ve seyirciler tarafından eylem ve davranışlarını ele alma, ko‐ nuşmalarını inceleme, çözümleme gibi objektif metod yöntemlerle de çizilir. Arada bir sübjektif ve objektif metodun birlikte kullanıldığı da görülür. Kişilerin kişiliklerini ören nitelikleri, ayrıntılarıyla verebilmek, yani karakterlerini çözebilmek için eylemlerini incelemek, olayların akışı içinde onların istek, duygu, heyecan, özlem, dürtü ve tutkularını belirtmek ve davranışlarına yön veren ana güdüyü bulup, gözler önüne serebilmek gerekir.

7. 2. Betimleme Anlatım Biçimi “Betimleme Anlatım Biçimi”, belli bir konuda izlenim kazandırmak istendiği zaman kullanılır. Betimleme, varlıkların durumlarını, özellikle‐ rini, sözcüklerle resim çizer gibi anlatımdır ve okuyucunun gözleri önünde canlandırmadır. Bu yöntemde, betimlenecekler iyice görülüp tanınmalı, ayrıntıları, özellikleri öne çıkarılmalıdır. Ayrıntıların seçiminde çok dikkatli olun‐ malıdır. Varlıkları birbirinden ayıran özellikler, bilinçli olarak saptanma‐ lıdır. Betimlemede ayrıca dikkat edilecek noktalar şunlardır: 1. Birlik, ayrıntıları bir izlenim verecek biçimde birleştirmektir. 2. Canlılık, kendimizden bir şey katmaktır. 3. Ayrıntıların seçkinliği, nitelikleri vermektir. 4. Düzenleme, uzaktan yakına doğru bir anlatım yoluyla önce ge‐ nel görünüşü belirtmektir.139 Betimleme, görme, işitme, tatma, dokunma, koklama… gibi duyu organlarımız aracılığıyla varlıkların belirleyici niteliklerini algılama, bu nitelikleri belirterek onları görünür kılmalıdır. Betimleyici anlatım, okuyucuların duyularına, imgeleme güçlerine seslenir. Başka türlü söylersek: Yazar, dış dünyadaki varlıklarla ilgili 139 Kantemir, a. g. y. , s. 217.


136

izlenimlerini, okurlara da aktarmak ister. Bunun için de bilinçli ve titiz bir gözlem yoluyla ayrıntı seçer; seçtiği ayrıntıları imge oluşturacak bi‐ çiminde düzenler.140 Ancak bir yazı, baştan sona dek betimlemeyle yazılmamalı; betim‐ leme öteki anlatım biçimlerini desteklemeli ve onlara canlı bir nitelik kazandırmalıdır.

7. 3. Açıklama Anlatım Biçimi Herhangi bir konu hakkında bilgi vermek ya da bir şey öğretmek istendiğinde, sözgelimi bir tarihi olgunun anlatımı, bir deyimin açık‐ lanması, insan sağlığının korunması , “Açıklama Anlatım Biçimi” kullanı‐ lır. 29 Ekim 1923 hakkında bir yazı yazmak gerektiğinde, “Açıklama Anlatım Biçimi”ne başvurulur. Burada, anlatımın açık, kesin ve yalın olması gerekir. Fikir yazıları, bu anlatım biçimiyle yazılacağından, söz‐ cükler, sözlük anlamlarında kullanılmalı; süslü, sanatlı, mecazlı anlatışa yer verilmemelidir. “Açıklama Anlatım Biçimi”nde önce amaç, açık ve seçik olarak or‐ taya konur ve anlatım sırasında da gerekirse örneklere, tanımlamalara, karşılaştırmalara, başkalarını tanık göstermeye gidilebilir. Açıklamalı anlatımda dikkat edilecek hususlar şunlardır: 1 Konuyu iyice kavramak, 2 Bilgileri doğru ve düzenli olarak vermek, 3 Gerektiğinde levha, grafik, istatistik, resim gibi gereçler kul‐ lanmak,

4 Konunun ayrıntılarıyla açıklanmasında örneklerden ve karşı‐ laştırmalardan yararlanmak, 5 Açık, seçik, yalın, sade ve süssüz bir anlatım gerçekleştirmek.

7. 4. Tartışma Anlatım Biçimi Yazı ve yazınsal yaratılarda yer alan anlatım biçimlerinden biri de tartışma anlatımdır. Bir yargıyı, bir düşünce ya da öneriyi, çürütme ya da değiştirme amacıyla bu anlatım biçimine başvurulur. Bunun için de üzerinde durulan düşünce, yargı ya da öneriler önce ayrıntılarıyla açık‐

140 Özdemir, a. g. y. , s. 32.


137

lanır. Sonra neden doğru değil de, geçersiz ve yanlış olduğu gösterilir. Nedenlere bağlanmazsa, inandırıcı olmaz anlatım.141 Yazıdaki amaç, okurun yerleşmiş kanılarını değiştirmek ya da herhangi bir konuda yazar gibi düşünmesini sağlamaksa, “Tartışma An‐ latım Biçimi” kullanılır. Böylece okur, istenen davranış ve düşünüşe yö‐ neltilmeye çalışılır. “Tartışma Anlatım Biçimi”, çok yaygın bir anlatım biçimi olmasına rağmen, bazen “Açıklama Anlatım Biçimi” olarak da adlandırılır. Açıkla‐ manın amacı bilgi vermek; tartışmanın ise bir fikir çatışmasını ve düşü‐ nüş ayrılığını ortadan kaldırmaktır. “Tartışma Anlatım Biçimi”nde başarı sağlamak için: 1. Konuyu ve konu üzerinde ileri sürülecek öneriyi iyice kavramak, 2. Kanıtları iyice seçmek, Bunlar düşüncelere dayanak olacak fi‐ kir ve bilgilerdir. 3. Konu dışına çıkmamak, 4. Karşı çıkılan fikrin, doğru olmayan yönlerini bulmak ve ortaya koymak, 5. Konunun gerektirdiği ölçüde, örneklere karşılaştırmalara, ista‐ tistiklere başvurmak gerekir.142

Anneler Korkmaz Mine gitti, İstanbul’da. Sevgilim İran’da. Koca evde Alya ile ikimiz yalnızız. Alya uyuyor. Yok canım, ben korkmam. Neden korkacağım ki? Karanlıktan mı? Çocuk muyum ben? Ruhlardan mı? Kazık kadarım ben. Hem anne ol‐ dum. Daha ne olsun? 82 santim boyunda, 13 kilo 400 gram bir kızım var benim. Böyle ufak tefek “efekt”lere pabuç bırakacak halim mi var? Ama nedendir bilemiyorum, şu rüzgargülü sinirimi bozuyor. Dışarıdan çin çin sesi geliyor, hayalimde başka bir şeye dönüşüyor. Biraz evvel başlayan sebepsiz çöl meltemi de bana düşman. Sesler ve gölgeler yaratarak, sinir uçlarımla oynuyor. 141 Özdemir, a. g. y. , s. 36.

142 Kantemir, a. g. y. , s. 220.


138

Ama bu yüzden mi huzursuzum tam bilemiyorum. Çünkü aynı anda çalışma masamdaki lamba da göz kırpmaya baş‐ lıyor, yanıyor, sönüyor, yanıyor, sönüyor. Sinir sistemim üzerine oynu‐ yor. Tabii son derece normal bir lamba olarak gevşemiş de olabilir. Hey o ses de ne! Nereden geliyor? Evde biri mi var? Yoksa, biri elinde fener, ayak parmaklarının üzerine basarak mı dolaşıyor? Mazoşist bir cesaretle, sese doğru gidince, buzdolabından geldiğini anlıyorum. Bu ev niye bu kadar sessiz ve bu kadar çok sesli? Klimadan çıkan ses, kesik çığlıklar atan bir kadın sesini andırıyor. Bulaşık makinesinden çıkan ses daha ziyade, homurdanan bir erkek. Hah bir bu eksikti! Kütüphaneden gelen ses de irkiltici. Bütün gün diğer kitapların yanında uslu uslu duran kalınca kitaplardan bir tanesi, kendini yere at‐ mış meğer. Gecenin o saatinde, dışarıdan bir kuvvet uygulanmadan can‐ sız bir varlığın yere düşmesi, insanın kafasını daha çok kurcalıyor. Ben öyle ruhlara, bedensiz varlıklara yüz vermem ama... Yanıp sönen ampul, rüzgargülü, düşen kitap... Amaaan Ayşe saçmalama. Hadi git uyu. Merdivenleri çıkıyorum. Arkama bakmıyorum. “Dur Alya’ma bir bakayım yatmadan.” diyo‐ rum. Nasıl da güzel uyuyor. Mışıl mışıl. Sarı lüleleri, beyaz çarşafın üze‐ rinde, bir bacağını karnına çekmiş, bir bacağı serbest; kendinden geç‐ miş; benim sevgilim, onun babası gibi uyuyor. İnanmıyorum, bunu nasıl becerdin! Sağ elinde diş fırçasını tutuyor. Uyuturken fark etmemişim, avucunda saklamış, dur alayım onu… Eveeet, şimdi uyuma zamanı. Kurulmuş saat gibi uyanıyorum. Gözlerim açık bekliyorum. “Alya” diyorum içimden. “Şimdi ağlaya‐ cak.” Hissediyorum. Bütün anneler gibi.


yor.

139

Zaman zaman sevgilim buna tanık oluyor ve “İnanamıyorum.” di‐

Çünkü gerçekten ben bunu söyledikten birkaç saniye sonra, Alya ağlamaya başlıyor. Çocuk göz kapağını oynatsa, hissedeceğim. İşte yine aynı şey oluyor. “Anneeeeey” diye bağırıyor. Bu çağrıyı duyar duymaz, korkan Ayşe’yi yatakta bırakıyorum. Göğsümde “He Man” yazıyor. Ben şimdi korkusuz anneyim. Karanlıklara dalıyorum. Ve çocuğumun yanına geliyorum. Yatağa oturmuş, ağlıyor. “Gel bir tanem.” diyorum, onu kucağıma alıyorum. Onu şimdi dünyadaki bütün kötülüklerden koruyacak güce sahibim. Kollarımda sallıyorum, tekrar uykuya dalıyor. Usulca yatağına yatırıyorum. Odama gitmek üzere döndüğümde... Birden yine insanın hayal gücünü zorlayan o karanlıkla karşı kar‐ şıya kalakalıyorum. Alya’nın oyuncakları, bebekleri, kaplanları, kuşları, yeni aldığımız mavi yarasa... Gölge oyunlarıyla üzerime üzerime gelmeye başlıyor yeniden. Arkama bile bakmadan koşup, yatağıma atlayıp, yorganı başımın üzerine çekiyorum! Ayşe Arman. Hürriyet Cumartesi, 03 Haziran 2006.

8. ARAŞTIRMA Bilim ve sanat bütün dünyanın malıdır; milletlerin sınırlarını tanımaz.


140

Goethe

“Araştırma” kelimesi, gerek halk arasında, gerekse aydınlar ara‐ sında, gerçek anlamından çok farklı biçimlerde kullanılmaktadır. Halk arasında araştırma, olaylara bakma ve bilgiler toplama çoğu zaman bir ilkokul öğrencisinin kütüphaneden bir konu ya da kişi hakkında birkaç bilgi toplamasına bile araştırma gözüyle bakılmaktadır gibi basit bir anlama alınmaktadır. Gerçekte araştırma: bilgi, yetenek, deneyim ve uzmanlık gerekti‐ ren karışık ve zor bir faaliyettir. Araştırma elbette ki olayların incelen‐ mesi, mevcut bilgilerin toplanması, sorunların çözümlenmesi ve yeni bilgi ve bulguların elde edilmesi gibi hedeflere yönelmiş bir iştir. Ancak bunun rasgele bir faaliyet değil; planlı ve sistemli bir süreç olduğu unutulmamalıdır. Bu çerçevede araştırmayı, “Planlı ve sistemli olarak verilerin toplanması, gruplanması, analizi, sentezi, açıklanması ve değerlendirilmesi işlemleriyle sorunlara güvenilir çözüm yolları bulma süreci” olarak tanımlamak mümkündür. Bu çerçevede, araştırma süreci, bilgide ilerleme, gelişmeyi sağla‐ ma, çevresini tanıma ve ondan en iyi şekilde yararlanabilme amaçlarına ulaşabilme ve bilimsel sorunların çözümü için başvurabilecek en önemli araç olmaktadır. Bir başka tanıma göre, “Araştırma, bireye ve topluma ilişkin so‐ runları çözme ve topluma hizmet edebilme amacından hareketle, bilgide ilerleme ve gelişme amacını da içine alarak, sistemli bir şekilde toplanan bütün bilgilerin ışığında, bilimsel yöntemler aracılığıyla sorunlara çö‐ züm getirme sürecidir.” Özetle, araştırma bir konuya biçim vermektir ve konuya biçim vermek, görsel belleği kullanarak çamura şekil vermeye benzetilebilir. Araştırmanın, “görsel bellekle heykel yapma”ya benzetilmesinin nedeni, ortada örnek alınabilecek, gözle görülür, somut bir nesnenin olmayışıdır. Bu bağlamda araştırma, somut bir nesnenin varlığından yoksun olarak, sorun varsayılan bir konunun belirlenmesini gerektirmektedir. Bilimsel yöntemler ışığında saptanan sorunlar, başlangıçta birer varsa‐ yımdan ibarettir. Temelinde, “Belli varsayımlardan yola çıkmayı öngö‐ ren bilimsel çözüm arayışları süreci” olarak kabul edebilecek araştırma,


141

sorunların belirlenmesinden, sonuçların değerlendirilmesine kadar bir‐ birine bağımlı birçok aşamadan oluşmaktadır.143

Çanakkale’de Konut Sektörü Üniversite Dopingiyle Yürüyor Çanakkale’de gayrimenkul sektörünü nüfusun beşte birini oluştu‐ ran üniversite öğrencileri canlandırdı. Ayrıca, emekliler için de cazip şehirlerden biri olması, merkezdeki binaların yıkılıp yenilerinin yapıl‐ masına, peş peşe yeni konut projelerinin devreye girmesine neden oldu. Artık, Çarşı, Demircioğlu, Atatürk, İnönü gibi semtlerdeki eski yapılar, yerini işyerleri, pasaj ve konutlara bırakıyor. Ayrıca, Çanakkale Merkez’e bağlı Kepez Beldesi’nde 144 konutun inşaatını tamamlayan TOKİ, şimdi de büyüklükleri 85 ile 100 metrekare arasında değişen 224 konutluk projeye başladı. Soydan İnşaat’ın, Barbaros ve Cevatpaşa Mahallesi’nde yapımına başladığı 230 konutluk Soydan Evleri Projesi’nde, konutların büyüklük‐ leri 85 ile 250 metrekare arasında değişiyor. Fiyatların 80 bin ile 250 bin YTL arasında değiştiği projelerden, Barbaros’da 110 daire yer alıyor. Ayrıca, yüzme havuzu, otopark, çocuk oyun alanları ve güvenlik sistem‐ leri bulunuyor. Soydan İnşaat yetkililerinden Serdar Soydan, şunları söyledi: ‘‘Türkiye’de inşaat sektörü her türlü krizden en çabuk etkilenen sektördür. Ayrıca inşaat sektörü, herkesin ilgi odağıdır. Çünkü inşaatçı‐ lık, konum itibariyle Türkiye ekonomisinin lokomotifi konumundadır. Piyasalarda biraz düzelme görüldüğünde, inşaatçılık insanların birden ikinci işi oluyor. Herkesin gözü bu piyasada olduğu için, ek iş olarak sanki çok basit bir işmiş gibi inşaatçılığa soyunuyor.” Çanakkale, gerek kent içi, gerekse kent dışında olmak üzere, konut sektöründe cazibe merkezi haline geldi. Şu anda devam eden konut sayı‐ sı 4 bini buldu. Bu da konutta rekabeti artırdı. Hayrettin Çetinkaya’nın da, şu anda Esenler Mahallesi’nde yapımı devam eden 160 konutluk Sarı Mor Evleri projesi bulunuyor. Büyüklük‐ leri 60 ile 125 metrekare arasında değişen konutların fiyatları, 60 bin YTL ile 125 bin YTL arasında. Projede ayrıca, süs havuzu, oyun parkı, güvenlik sistemi, yedek su depoları ve otoparkı bulunuyor. Firmanın sahibi Hayrettin Çetinkaya, şu bilgileri verdi:

143 Selda İçin Akçalı, Türkiye’de Araştırmacı Gazetecilik, Gazeteciler Cemiyeti Yayınları,

İstanbul: 2002, s. 92.


142

“Deprem kaygısı nedeniyle yeni yapılara ilgi fazla. Ancak şu anda bizim sunduğumuz arza göre, talep fazla değil. Sadece dairesini yenile‐ mek isteyenler ve yeni daire sahibi olmak isteyenler talep gösteriyor. Çanakkale’de konut üretimi çok fazla. Bu kadar talebin geleceğini bek‐ lemiyoruz. Yeni konut üretmeyi de düşünüyoruz. Şu anda fiyatlar makul seviyede. Daha fazla artırmamak lazım.” Öte yandan, ÇAN‐KA İnşaat da Barbaros Mahallesi’nde 170 konut‐ tan oluşan projeyi gerçekleştiriyor. Büyüklükleri 72 metrekare stüdyo daire ile 200 metrekare dubleks arasında değişen konutların fiyatları 70 bin YTL’den başlıyor, 220 bin YTL’yi buluyor. Oyun parkı, güvenlik donanımı, otopark yer alıyor. ÇAN‐KA İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Karakaş, “Çanakka‐ le’de uzun yıllardır konut sıkıntısı var. Mutlaka yeni konutlar üretilmeli. Sektör şu anda bir durgunluk geçiriyor. Ama Türkiye’de inşaat sektörü‐ nün önü hiçbir zaman kapanmayacak.” diye konuştu. Eston ve Çelik İş’in birlikte yürüttüğü Barbaros Mahallesi’ndeki 84 konutluk Sarıçay Evleri Projesi’nde de konutların büyüklükleri 85 ile 125 metrekare arasında değişiyor. Fiyatlar ise 85 bin YTL’den başlıyor, 130 bin YTL’ye kadar çıkıyor. Proje, radyal temel tünel kalıp sistemiyle yapılıyor. Ayrıca, konutlara anahtar teslim tarihinden itibaren 5 yıl ga‐ ranti veriliyor. Çanakkale’de en çok Esenler ile Barbaros Mahallesi’nde konut inşa ediliyor. Konut almak için en gözde semt Cevatpaşa Mahallesi. Esen‐ ler’de 100 metrekarelik bir daire 60‐100 bin YTL arasında. Kiralar 300‐ 500 YTL. Barbaros Mahallesi’nde 100 metrekarelik bir daire 80 ile 120 bin YTL arasında. Kiralar 300‐500 YTL. Cevatpaşa Mahallesi’nde 100 metrekarelik bir daire 100‐130 bin YTL arasında değişiyor. Burak Gezer. Hürriyet Emlak, 01 Haziran 2006.

Günlük Hasılat 8.5 Bin YTL Oldu, Halı Saha Zenginleri Doğdu Türkler’in futbol tutkusu, 2 bini İstanbul’da olmak üzere sayıları 12 bine ulaşan halı saha işletmeciliğini, Türkiye’nin en cazip meslekle‐ rinden biri konumuna getirdi. Yıllık pazar hacmi 1 milyar 100 milyon YTL’yi bulması, sadece yapılaşma izni olmayan arsaların değil, otopark ve binaların da halı sahaya dönüşmesini sağladı. Bunda da, haftanın 7 günü, 20 saat hizmet veren halı sahalarda, günlük gelirin 8 bin 500 YTL’ye kadar çıkması etkili oldu.


143

Türkiye’de ilk kez 1988 yılında açılan halı sahalar, 1992 yılından itibaren giderek yayılmaya başladı. Duvardan duvara halı döşeyen fir‐ malar, halı saha işine soyundu. Pazardaki firma sayısı 45’e, yeni açılan ve yenilenen saha sayısı da yılda binleri buldu. Halı saha oluşturma maliyetinin 100 bin YTL ile 250 bin YTL ara‐ sında değiştiği pazarda, sahaların yüzde 80’ini açık olanlar oluşturuyor. Ancak, açıkların saatlik kiraları kapalılara oranla yüzde 50 daha düşük olmasına rağmen talep, özellikle kış aylarında soğuk, yaz aylarında da güneş nedeniyle kapalılarda yoğunlaşıyor. Bu da, açık sahaların kapalıya dönüşmesini beraberinde getiriyor. Rekabetin kızıştığı pazarda, 8 bin saha açıktan kapalıya dönüşmek için sıra bekliyor. Bu dönüşüm için harcanacak bedel de 640 milyon YTL’yi buluyor. Arkadaşımız Ayşegül Akyarlı Güven’in yaptığı araştırmaya göre, 10 yıl öncesine kadar halının içine kum dökülerek oluşturulan bu saha‐ larda artık yapay çim kullanılıyor. FİFA’nın desteklediği elyaf polietilen malzemeden üretilen bu yapay çimlerin arasına da kum yerine granül katılıyor. Halı saha teknolojisindeki bu gelişmeler, hem sahada koşmayı kolaylaştırıyor, hem de maç sırasında düşüp yaralanma riskini azaltıyor. Futbol sahalarının üretim maliyetinde özellikle kullanılan yapay çimin kalınlığı etkili oluyor. Çim kalınlığında ise en fazla 55 milimetrelik‐ ler tercih ediliyor. Çim kalınlaştıkça, maç sırasında aşınmalara dayanım gücü artıyor. Yine de granüllerin etkisiyle aşınan yapay çimlerin 7 yılda bir yenilenmesi gerekiyor. Sahaların küçük olması nedeniyle genellikle 6’şar kişilik takımlar maç yapabiliyor. Pazarda, saatlik kira ücretleri de şehir ve semte göre 20 YTL ile 150 YTL arasında değişiyor. Denizli, Diyarbakır gibi şehirlerde 1000 metrekarelik sahalar ter‐ cih edilirken, İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük şehirlerdeki sahaların genişliği ortalama 1500 metrekare oluyor. 45 firmanın faaliyet gösterdiği pazarda, yapay çim üreticisi firma sayısı 3’te kalıyor. Türkiye’nin ilk halı saha üreticisi PEBA’nın lider oldu‐ ğu pazarda, Reform ve Telma da diğer üretici firmalar arasında bulunu‐ yor. Toplam üretim kapasitesinin yüzde 40’ı Kore, Birleşik Arap Emirlik‐ leri, İran ve Balkan ülkelerine ihraç ediliyor. İthalatçı firmalar arasında da Hedef Çim, Rant İnşaat, ve Sportes öne çıkıyor. Halı sahada maç kav‐ ramının İngiltere’de başlamasıyla birlikte gelişen pazarda, faaliyet gös‐ teren firmalar şimdi özellikle Hollanda’da geliştirilen teknolojiyi uygu‐ luyor. İthalatta en fazla öne çıkan ülke de Hollanda oluyor. İthalatta Hol‐ landa’yı Uzak Doğu izliyor.


144

HEFEF Çim’in sahibi Uğur Develik, Türkiye’de halı sahaları en yaygın şehirler arasında İstanbul’un başı çektiğini vurgulayarak şunları söyledi: “Özellikle Etiler, Levent gibi semtlerde veya Boğaz öngörünüm bölgesinde yapım ruhsatı alamayalar, bina yapamayınca, halı sahaya yöneliyor. Bu durumun en fazla yaşandığı İstanbul’da halı sahaların sa‐ yısı 2 bini buluyor. Aylık bakım masrafları ortalama 500 YTL olan bu sahalarda müş‐ terilerin nakit ödeme yapması, pazarı cazip hale getiriyor. Müşterilerin çoğunluğunu da sanıldığı gibi gençler değil, 25‐45 yaş arası erkekler oluşturuyor.” Öte yandan, kapalı sahalarda tercihin en fazla PVC kaplı çelik yapı‐ larda yoğunlaştığını söyleyen yetkililer şunları kaydediyor: “Çeliğin üzerine kaplanan PVC, spor sırasında statik elektrik üre‐ tilmesine yol açıyor. Bu da kalp krizi riskini önemli ölçüde artırıyor. Ay‐ rıca, kapalı sahanın kalitesinde ve dayanıklılığında kullanılan çeliğin kalınlığı da önemli rol oynuyor. 2 milimlik profil yerine en az 3.6 milimlik boru kullanılması gere‐ kiyor. Ancak, fiyatın daha ucuz olmasından dolayı ince çeliğin tercih edilmesi, yılda yaklaşık 17 futbol sahasının çökmesine neden oluyor.” Erkan Çelebi. Hürriyet Ekonomi, 05 Haziran 2006.

9. ARAŞTIRMACI GAZETECİLİK Gazeteciliğin ortaya çıkışından bu yana yaşanan siyasal, ekono‐ mik, kültürel ve teknolojik koşullardaki değişimler, gazetecilik ideoloji‐ sinde yeni anlayışlara yol açarak, farklı uygulamaları da beraberinde getirmiştir.


145

Yeni profesyonel gazetecilik anlayışı oluşurken, meslek ahlakıyla ilgili değişik görüşler de, bu yeni anlayışı etkilemiştir. Süreç içinde “gerçeğin yo‐ rumlayıcısı” sayılan araştırmacı gazeteci, içinde bulunduğu ortamdaki ge‐ lişmelere koşut olarak, bir takım yeni meslek uygulamaları ve yaptırımlarla karşılaşmıştır. Gazetecinin, konu edinilen yaptırımlarla ilgili olarak en fazla sorgulandığı nokta, kişilerin gizli ve özel yaşamı olmaktadır. Aynı zamanda “kamu gözcüsü” olarak da nitelendirilen gazeteci, bütün sorumluluklarının yanında, haber iletimi işlevini yerine getirirken de, kimi zorluklarla karşılaşmaktadır. İçinde bulunulan ülkenin ekono‐ mik, siyasal ve kültürel ortamıyla çalıştığı kurumun işleyiş mekanizması, gazeteciye etki edebilmektedir.

9. 1. Profesyonel Gazetecilik İdeolojisi Bir “profesyonellik ideolojisi” olarak değerlendirilen araştırmacı gazeteciliğin, içinde doğduğu topluma ait bir meslek olması itibariyle, ülkelerarası bir takım farklılıklardan söz etmek mümkündür. Profesyonel gazetecilik ideolojisi, 19.Yüzyıl boyunca basının kapi‐ talleşmesi, başka bir deyişle, “haberin, pazara sunulan bir metaya dö‐ nüşmesi” doğrultusunda yaşanan bir gelişmenin ürünüdür. James Cur‐ ran, profesyonellik anlayışının gelişimini şöyle açıklamaktadır: “Profesyonellik kültü, pazarın kusurları ve medyanın demokratik rolüyle ilgili geleneksel kavramlaştırma arasında, bir uzlaşı sağlama bi‐ çimi haline geldi. Gazetecilerin tarafsızlık, bağlantısızlık, doğruya bağlılık gibi daha yüksek amaçlara bağlanmaları gerektiği öne sürüldü. Elde edi‐ len bilgileri doğrulamada, farklı kaynaklara yer vermede ve muhalif yo‐ rumlamaları aktarmada, belli kuralların benimsenmesi önerildi.”

9. 2. Kamuya Hizmet Curran’ın vurguladığı gibi, sansasyona ve önemsizleştirmeye dö‐ nük serbest pazar ortamında yıpranan medyanın demokratik rolü, pro‐ fesyonel gazetecilik ideolojisi aracılığıyla “onarılabilir” olarak kabul edilmektedir. Zaten profesyonelliğin anlamı: Gazetecinin ilk yükümlülü‐ ğünün, “kamuya hizmet etmek” olduğudur. Özellikle radikal savunucular tarafından ifade edildiği gibi, gazete‐ cilerin, medya sahipleri, reklamcılar, yayıncılar ve hükümet gibi medya‐ nın dürüstlüğünü tehdit eden içsel ve dışsal güçler karşısında, bir denge öğesi olarak hareket etmesi beklenmektedir.


146

Medya profesyonelliği, doğruluğu ve gerçeğe bağlılığı vurgulamak‐ la, medyanın rolünü, “insanların düşüncelerini oluşturmalarına yardım etme” biçiminde değerlendirmektedir. Bu yüzden profesyonellik, dene‐ timden çok, bir güç kazandırma felsefesi olarak ortaya çıkmakta; bu bağlamda da profesyonellerin çıkarlarıyla kamunun çıkarları örtüşüyor, görünmektedir. Bunun yanı sıra profesyonel gazetecilik ideolojisinin büyük bir bö‐ lümü, örtülü bir kamusal alan modeli çevresinde inşa edilmektedir. Bir başka ifadeyle, gazetecilerin profesyonel ideolojisinin temelinde yatan “toplum” imgesi, yapıp ettiklerinin sürekli olarak izlenmesi ve “kamu” tarafından bilinir hale getirilmesi gereken bir kamusal alan yani devlet imgesidir. Gazeteleri, “demokrasiler için vazgeçilmez” olarak kabul eden bu görüşe göre, haber medyası, kamusal alanın özü haline gelmektedir. Gazetecilerin de, kamunun ortak sağduyusuyla, hükümetle ilgili tüm faa‐ liyetleri yakından izlemeleri beklenmektedir. Özellikle günümüzde, araş‐ tırmacı gazetecilere yüklenen görev, bu doğrultudadır.

9. 3. Eğlence Medyası Ancak kamusal söylemin biçimlendirilmesinde, yurttaşların katı‐ lımlarına, yurttaşların depolitize edilmelerine ve depolitize olmuş “eğ‐ lence” medyasının doğasına, ilişkin sorular da her zaman gündemde kalacaktır. Kamuyu, kendisi hakkında düşünmeye teşvik edecek ve onu kendi dışında olan bitenler hakkında bilgilendirecek “profesyonel gazeteci” tipi, belki de kuramsal ve pratik açıdan, günümüz iletişim ortamının en temel sorunsalıdır. Profesyonel gazetecilik ideolojisi, “gerçeğe ulaşılabileceği” iddia‐ sına dayanmaktadır. Bu anlamda, profesyonel/araştırmacı gazetecilerin hazırladıkları metnin gerçeklik kurgusu, bilimsel bir tutumla ilişkilendi‐ rilmektedir. Bilindiği gibi, pozitivist bilim içinde temel dayanak noktası, duyu‐ ların önceliğidir. Özellikle de dikkat edilmesi gereken, televizyonun bu noktayı çok iyi kullandığıdır; haber, görsel metne dayanarak gerçekliğini kurarken, izleyiciye: “Gördüğüne ve duyduğuna inan.” demektedir.

9. 4. Gerçekleri İzlemek


147

Başka bir ifadeyle, “Gerçekleri izlediniz…” Bu bir anlamda, “İkna olun ve inanın. Olayları sorgulamaya gerek yok; birileri sizin için bunu yapıyor zaten.” mesajıdır. Bu bağlamda, haber medyası, artık çoğulcula‐ rın ve çoğulcu düşünceye dayanan profesyonel ideolojinin iddia ettiği gibi “gerçeklerin yansıtıcısı” değil, belli gerçeklik tanımlarını, belli du‐ rum tanımlarını yeniden kuran bir araç konumundadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde medya, ne ana damar iletişim ku‐ ramlarının öne sürdüğü gibi “gerçekliği yansıtan bir ayna”, ne de Orto‐ doks Marksist düşüncenin öne sürdüğü gibi “egemen sınıfın diğer bir deyişle egemen sınıf çıkarlarının aynası bir aracı”dır.

9. 5. Medya Desteği Yukarıda çizilen çerçeve, basının ister özgür, isterse devlet dene‐ timinde olsun, daima ekonomik gücü elinde bulunduranların ya da buna etkin olarak sahip olanların ideolojisini yansıttığını göstermektedir. Bu‐ na bağlantılı olarak da, gazetecinin kamuya sunduğu gerçeklik, “kimin ve neyin gerçekliği” sorgulamasını ortaya çıkarmaktadır. Bu konuda Altschull, “medyanın kendisini mali açıdan destekle‐ yenlerin ideolojisini yansıttığı” varsayımından hareketle, medya deste‐ ğiyle ilgili dört kaynak belirlemektedir: 1 “resmi” modelde, örneğin çoğu komünist ülkede olduğu gibi medya, devlet tarafından kontrol edilir; 2 “ticari” modelde, medya, reklamcıların ve onların medya sahi‐ bi müttefiklerinin ideolojisini yansıtır; 3 “çıkar grupları” modelinde medya içeriği, siyasal partiler ya da dinsel gruplar gibi mali destek sağlayan grupların ideolojisini yansıtır; 4 “gayri resmi” modelde içerik, kendi görüşlerini ilerletmek is‐ teyen bireysel katılımcıların hedeflerini yansıtır. Görüldüğü gibi, ideolojik sistemde meydana gelen değişimlere bağlı olarak, maddi gücü elinde bulunduranlar, topluma gerçekleri sun‐ ma iddiasını taşıyan profesyonel gazetecilik anlayışına etki edebilmekte ve gerçeğin kendi talep ettikleri doğrultuda kurgulanmasını isteyebil‐ mektedir. Bu bağlamda, profesyonel gazetecilik ideolojisi ile araştırmacı gazetecilik ideolojisinin örtüştüğünü söylemek mümkündür.144 144 Akçalı, a. g. y. , ss. 96‐98.


148


149


150

Bölüm B

10. OKUMA OKUMA‐ANLAMA TEKNİĞİ

Bilgili olduğumuz oranda özgür oluruz. Sokrates

Dil yeteneği, okuma ve dinlemeden oluşan anlama, yazma, ko‐ nuşma ve anlatmaya dayalı temel becerilerle kazanılır. Sağlıklı bir dü‐ şünce ve iletişim için, bu becerilerin birbirleriyle uyumlu bir biçimde geliştirilmesi gerekmektedir. Okuma: “Yazıya geçirilmiş bir metne bakarak, bunu sessizce çözümleyip anlamak ya da aynı zamanda seslere çevirmek”145, “Yazılı ya da basılı sözcüklere bakarak, bunları seslendirmek ya da anlamak eylemi”146,

“Bir yazıyı, sözcükleri, cümleleri, noktalama imleri ve öteki öğele‐ riyle görme algılama ve kavrama süreci” diye tanımlanmaktadır.147 Bir başka tanıma göre de: “Okuma, basılı ya da yazılı metinleri, duyu organları aracılığıyla algılama ve bunları anlamlandırarak yorum‐ lama işidir.” Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere, okumada üç unsur bulun‐ maktadır: Bunlardan birincisi “yazılı ya da basılı metin”, ikincisi “duyu or‐ ganlarıyla bu metinlerin algılanması”, üçüncüsü ise “okunan metinlerin anlamlandırılması ve yorumlanması”dır.

145 Türkçe Sözlük, 1981. 146 147

Kemal Demiray, Temel Türkçe Sözlük, İnkılap Kitabevi, İstanbul: 1994. Ferhan Oğuzkan, Eğitim Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara: 1974.


151

Yani okuma, sadece harflerin seslendirilmesi değildir. Çünkü dil, düşünceyi ve duyguyu iletme noktasında, bulunduğu kültürü ve toplu‐ mu yansıtan bir ayna konumundadır.148 Bir başka deyişle, okuma, dil kurallarına uyularak yazılmış ileti‐ şimleri, duyu organları yoluyla algılamak, kavramak, anlamlandırmak, yorumlamak, düşünce yürütmek ve yargıya varmaktır. Bir bakıma bel‐ lekle duyu organlarının ortaklaşa yaptığı bir etkinliktir.

10. 1. Okumanın Amacı Bu tanımlar ışığında ele alınırsa, okumanın gerçek amacı, anlamı doğru ve çabuk kavramaktır. Sözcükleri ayırma ve tanıma, bunları an‐ lamlarıyla algılama, anlamı kavrama, okuma eylemini meydana getirir. Okuma bir amaç değil, bir araçtır; okumanın sonunda bir yarar sağlanmalıdır. Şöyle ki, günümüze ışık tutmuyorsa tarih okumanın, öz varlığımızı düzeltmeyecekse ahlak okumanın bir gerekliliği yoktur. Kişi okumayı, bir alışkanlık haline getirmelidir. Her değerli eser, başlı başına bir hayat kürsüsüdür. Toplumların, uygarlık, kültür ve sa‐ natları, okumakla öğrenilir; incelenir. Yazarların, ciltlere sığdırdıkları insanoğlunun duygu, düşünce ve fikir dünyaları, onlarla beraber yaşa‐ mışçasına, ancak okumakla paylaşılır. Düzgün yazma ve konuşma okumakla da geliştirilir. Okuma göz‐ lem ve düşünceyle birleşince, sözlü ve yazılı anlatım güç kazanır. İyi ve seçkin eserleri okuma sayesinde, kişinin dünya görüşü genişler; bilgisi artar, sanat zevki incelir ve zekası keskinleşir. Dünya yazarlarına göre, bilinçli okumak, bir sanattır. Okuma sana‐ tı hakkında Descartes: “Geçen asırların en namuslu adamlarıyla yapılan bir konuşmadır.” demiştir. André Maurois, “Okuma sanatı; büyük bir bölümünde, yaşamı, ki‐ taplarda tekrar bulmak ve kitaplar sayesinde, daha iyi anlamak sanatı‐ dır.” değerlendirmesini yapmıştır. Thomas Jefferson’a göre: “Okuma, insanları gerçek anlamda özgür kılar. Çünkü insanları cehaletin ve yanlış inançların pençesinden, ancak okuma kurtarır.” Goethe’ye göre de: “Okumayı öğrenme, sanatların en gücüdür.”149

148

Reşide Gürses, “Okuma Anlama Üzerine”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Bülteni, Ankara: Eylül 1996, Sayı: 28, Cilt: IX, ss. 98‐103.

149 Karaalioğlu, a. g. y. , s. 151.


152

10. 2. Okuma Çeşitleri Genel olarak okumanın çeşitleri şöyle sıralanabilir: 1 Kötü okuma, 2 Zevk için okuma, 3 Çalışma özelliğindeki okuma. 10. 2. 1. Kötü Okuma Her şeyi, gelişi güzel okumaktır. Okunandan elde edilen yarar, pek az ya da hiç yoktur. Bu tür okuma alışkanlığı olan kişiler, gerçek dünya‐ dan ayrılarak, hayal alemine dalarlar. Amaçsız bir okuma hastası olan bu kişiler, ellerine geçen her şeyi, bir çırpıda bitirirler; hırslı ve hızlıdırlar. Fakat çok okuyan mı, yoksa iyi okuyan mı, bundan olumlu sonuç‐ lar elde edecektir? Dünyayla ilişiği kesip okumak, okuma değildir. Eser‐ ler arasında bile değer ölçüsü ve sırası vardır. İşte bu, edilgen ve olum‐ suz bir okumadır. Bu tip okuyucular, çoğu kez metnin ya da kitabın etki‐ si altında kalır. 10. 2. 2. Zevk İçin Okuma Bu, oldukça etkin ve sağlıklı bir okumadır. Kişi kendi gözlemlerini, duygu ve düşüncelerini eserde bulur, zevk alır; ya da buna karşıt görüş‐ lerle, kendi kendine tartışır. Okuduğu eserlerde, güzellik izlenimleri arar; amacı yoktur. Bilimsel olmaktan çok, zevk veren eser ve yazıları seçer okur.150 10. 2. 3. Çalışma Özelliğindeki Okuma Gerekli bilgileri bulmak için yapılan okumadır. Elde kalem, özet çıkararak, çizerek, işaretleyerek yapılan okumadır. Özellikle, kitabın baş ve son sayfası, önceden, gözden geçirilir; konular işaretlenir; kitabın içinde yer aldıkları sayfa numaraları yazılır. Bu tip okumayı seçenler, tasarladıkları plana, kaynak olacak bilgileri arar; bulurlar. En yararlı ve başarılı okuma biçimi de budur. Bu tür okumanın ya‐ rarları şunlardır: 10. 2. 3. 1. Yazma Alışkanlığı Kazandırır

150 Kantemir, a. g. y. , s. 24.


153

Eğitim gören kişi, bu eğitimini tamamladıktan sonra, okuduğunu, farkında olmadan taklit ederek, daha iyi yazmayı öğrenmiş olur. Zaman‐ la, sözcüklerin gerektiği biçimde kullanılma yolları, imla kuralları, nok‐ talama, kelime ve cümle yapısı hakkında bilgi edinir. Ancak, yazma yete‐ neğinin tam gelişebilmesi için, uygulamalar yapması gerekir. 10. 2. 3. 2. Sözcük Haznesini Geliştirir Sözcük haznesi, fikirlerin tam olarak anlatımında kullanılan yeni sözcüklerin okunmasıyla zenginleşir. Birçok yeni sözcüğün anlamını ya da bilinen sözcüklerin özel anlamlarını öğrenmek okumakla, sözlükleri, imla kılavuzlarını ve ansiklopedileri, her an başvurmak üzere, el altında bulundurmakla gerçekleşebilir. 10. 2. 3. 3. Zihinsel Gelişme Sağlar Okuma yoluyla kişi, bilgilerine yenilerini katarak, zihinsel bir ge‐ lişme kazanır. Zihinsel bir gelişme ve kıvraklık, yaşam süresince karşıla‐ şılacak olayların, sorunların çözümü için gereklidir. Okurla metin ara‐ sındaki ilişki, yalnızca okurun kurmaca bir dünyaya girişi değil; ama bir karşı karşıya gelmeyi ‐yani anlam için bir savaşımı‐ temsil eder.151

10. 3. Anlama ve Okuma Hızı Anlama, “görülen ya da işitileni, kavrayabilme” yetisidir; diye ta‐ nımlanabilir. Genellikle bu kavram, kişinin, değerlerinin ve eğitiminin toplamına dayanır. Anlamada önemli bir faktör de okuma hızıdır. Okunan anlaşılmaz‐ sa, okuma hızı azaltılmalıdır. Amaç, gayretli bir çalışmayla, okuma hızı‐ nın artırılması olmalıdır. Bir satırı izlerken, gözler, birçok defa hareket eder ve sonra du‐ raklar. İşte, bu hareketler arasındaki duraklamalarda, “okuma” meydana gelir. Bu duraklamaların frekansını, gözün “kavrama genişliği” belir‐ ler.152 10. 3. 1. Okuma Hızını Engelleyen Nedenler

151 Mutlu, a. g. y. , s. 259.

152 Kantemir, a. g. y. , s. 26.


154

1. Hazırlanmada yetersizlik, 2. Çevre ve ortam eksikliği, fiziki durum, ışık, 3. Okumanın, belirli amaçlarını akılda tutmaktaki başarısızlık, 4. Dudak hareketi, gereksiz fısıltı, 5. Sözcüklere gereğinden fazla yer vermek, 6. Dikkati yoğunlaştıramamak. 10. 3. 2. Okuma Hızını Geliştirmenin Koşulları Okuma hızını geliştirmek için sıralanan öneriler şunlardır: 10. 3. 2. 1. Kavrama Genişliğini Artırmak Kavrama genişliği, “bir tek duraklamada, okunanın miktarı” de‐ mektir. Hızlı okuyan kişi, anlayarak okuma yoluyla, sayfasında iki sütun bulunan bir dergiyi okurken, her satırda iki duraklama yapar. Kötü okuyucu ise, beş ya da altı duraklamaya kadar gider. Hızlı okuyucu, her duraklamada üç ya da dört sözcük, kötü okuyucu ise bir sözcük okur. Okuma uygulamalarıyla kavrama genişliği geliştirilebilir. 10. 3. 2. 2. Geriye Dönme ve Sesli Okumaktan Vazgeçmek Bu iki alışkanlık, hızlı okumayı engeller. Gözün geriye dönüşünü önlemek için, sözcükleri kullanımda ve anlatımda, kişinin beceri kazan‐ ması gerekir. Geriye dönüşün öteki nedeni de, okurken, zihnin başka konuya akışıdır. Bunun için de kişi, kendini zorlayarak ve dikkat yoğun‐ laşmasıyla okuduğu konuda, gerektiği kadar kalabilmelidir. 10. 3. 2. 3. Sözcük Dağarcığını Zenginleştirmek Sözcük dağarcığını zenginleştirmek için, çok ve iyi eser okumak gereklidir. Sözcük haznesi fakir, sözcük bilgisi yeterli olmayan okuyu‐cu, okuduğunun anlamını tam kavrayabilmek için daima geriye dönüş yapar ve duraklar. En iyisi, okumak ve sözcüklerin anlamı için sözlüğe bakmaktır. Sonra bunların bir listesini yaparak, bu sözcükleri, sık sık kullanarak öğrenmektir. Sözcükler, düşüncelerin işlevleri olduğuna göre, okurken, karışık fikirleri çözümledikçe kişinin sözcük haznesi de gelişir.


155

Not Almak Günlük yaşamda, dinlediğimiz bir konferanstan, bir radyo konuş‐ masından, anlatılan dersten, okuduğumuz bir kitaptan, gazete ya da dergiden... Bizi ilgilendiren önemli ayrıntıları duygular, düşünceler, olaylar, izlenimler; kişi ve yer adları; ilginç, değerli sözler vb. not alırız. Not almayı gerektiren koşulların örnekleri gündelik, mesleki ve kişisel yaşamın gösterdiği farklılıklar oranında çoğaltılabilir: yapılan konuşmalar, toplantılar, gözlemler, düşünceler, kişisel araştırmalar, çeşitli konulardaki açıklamaların dinlenmesi, çalışmanın ya da konuş‐ manın hazırlanması vb.153 Not alırken dinlediğimiz, gördüğümüz, okuduğumuz her şeyi yaz‐ mak kaydetmek yanlışlığına düşmemeliyiz. Çünkü, not almak, bir şeyi olduğu gibi saptamak değil; onun önemli yanlarını seçmek ve kısaca yazmaktır. Not almak, bir bakıma “özetlemek” demektir. Not alırken, “dikkatimizi uyanık tutmak, zihnimizi dağıtmamak, başka şeylerle uğraşmamak ve konunun özünü kaçırmamak” gerekir. Aksi halde, alınan not gelişigüzel olacak, hiçbir değer taşımayacaktır. Özellikle, dinlediklerimizden not alırken zamanı da iyi değerlen‐ dirmek gerekir. Sözgelimi, bir konuşmacıdan not alırken, önemli ayrıntı‐ ları kaçırmamak için, kimi özel işaretlerden ve kısaltmalardan yararla‐ nabiliriz. Örneğin, “eğitim” üzerine yapılan bir konuşmayı dinlerken, “eğitim” sözcüğünü sık sık yazmak, zaman yitimine yol, açabilir. Bu ne‐ denle, “eğitim” yerine “e.” kısaltmasını kullanabiliriz. Tutulan notlardan yararlanabilmek, başka bir deyişle notlarımızı gereç olarak kullanabilmek için, şu noktaları da göz önünde bulundur‐ mak gerekir: a Tutulan notları, üstünden zaman geçmeden açık seçik bir bi‐ çimde yeniden yazmalıdır. Aksi halde, not alırken kullanılan özel işaret‐ ler ve kısaltmalar unutulabilir. b İvedi not almadan doğan yinelemeler tekrarlar , yapılan yan‐ lışlıklar varsa, bulunup düzeltilmelidir. c Alınan notlar, konularına göre sınıflandırılmalı; kaynaklar belir‐ tilmeli, ilgili dosyalara yerleştirilmelidir. 153 René ve Jean Simonet, Not Alma Teknikleri, çev. Pınar Kurt, Arıon Yayınevi, İstanbul:

Mart 2002, s. 13.


156


157

11. KONUŞMA “Nasıl Konuşmalı? Sözümün akışını bozup güzel cümleler aramaktansa, güzel cüm‐ leleri bozup sözümün akışına uydurmayı tercih ederim. Biz sözün ar‐ dından koşmamalıyız; söz bizim ardımızdan koşmalı, bize hizmet et‐ meli. Söylediğimiz şeyler sözlerimizi aşmalı ve dinleyenin kafasını öyle doldurmalı ki, artık sözcükleri hatırlayamasın. İster kağıt üstünde ol‐ sun, ister ağızda, benim sevdiğim konuşma düpedüz, içten gelen, lez‐ zetli, şiirli, kısa süren bir konuşmadır. Güç olsun zararı yok; ama sıkıcı olmasın, süsten özentiden kaç‐ sın; düzensiz, gelişigüzel ve korkmadan yürüsün. Dinleyen, her yediği lokmayı tadarak yesin. Konuşma Sueton’un, Julius Caesar’ın konuş‐ ması için dediği gibi askerce olsun; ama ukalaca, avukatça, vaizce de‐ ğil… Söylev sanatı insanı söyleyeceğinden uzaklaştırıp kendi yoluna çeker. Gösteriş için herkesten başka türlü giyinmek, gülünç kılıklara girmek, nasıl pısırıklık, korkaklıksa, bilinmedik sözcükler, duyulma‐ dık cümleler aramak da bir medreseli çocuk çabasıdır. Ah keşke Pa‐ ris’in zerzevat pazarında kullanılan sözcüklerle konuşabilsem!” Montaigne 154

11. 1. Sesin Dile Dönüşmesi: Konuşma İlk yazılı belgeler M.Ö. 3000 yıllarında bulunduğuna göre, konuş‐ manın geçen bir milyon yıl içinde büyük bir gelişme ve bunun sonucu olarak da, bir çeşitlenme gösterdiği kesindir. Konuşma, kısaca ifade et‐ mek gerekirse, sesin dile dönüşmesidir. Konuşma, insanın doğuştan sahip olduğu, süreç içinde, yaşamak yoluyla edindiği düşünce ve görüşleriyle kendi istek ve duygularını, be‐ lirli bir amaçla karşısındaki kişi ya da kişilere iletme yöntemidir. İnsan var oluşundan bu yana, düşünce ve duygularını anlatmak, ifade etmek istemiş; bu dileğini de konuşma yoluyla gerçekleştirmiştir. İnsandaki konuşma yeteneği, dilbilim konusu olduğu kadar, dil felsefesi ve aynı zamanda ruhbilimin uğraş alanı içine girmektedir. Konuşma “psikolojik‐biyolojik‐toplumsal bir olay”dır. Ruhbilim açısından, belli bir zaman süreci içinde ortaya çıkan ko‐ nuşma becerisi, beyin kabuğunun oluşması ve beyinde “nöron” denilen 154 Sabahattin Eyüboğlu, Montaigne, Varlık Yayınları, İstanbul: 1962, s. 96.


158

sinir hücrelerinin artış göstermesiyle gelişmektedir. Bu yönüyle de ko‐ nuşma, biyolojinin ilgi alanı içine girer. Konuşmanın öğrenimi sırasında, çocuğun duygu dünyasındaki çalkantılar, psikolojik şoklar, korkular, aile içi geçimsizlik ve kavgalar, konuşmasının gecikmesine, belli bir noktada takılmasına ya da gerile‐ mesine neden olabilir.

11. 2. Konuşamamak Zeki bir insan bile, konuşurken nutkunun en önemli taraflarını ni‐ ye unutur? Mesleğinde oldukça başarılı olan bir kimse, birkaç kişi önün‐ de konuştuğu zaman, niçin kekeler? Niçin rahatsızlık duyar? Kısa bir konuşma yaptığınız zaman dahi, bedenin sertliğini, ruhun çöküşünü, dizlerin zayıflamasını, nefesin kesilişini, kalbin şiddetle atışını doğuran etkenler nelerdir? Elleriniz titrediği, dizleriniz birbirine çarptığı, soğuk terler dök‐ meye başladığınız, boğazınız, sesinizi kısacak kadar kurulaştığı ve gözle‐ riniz, bulutlu bir insan kümesinden başka bir şey görmediği zaman, plat‐ form kürsü ve çevresi ya da sahne korkusundan tedirginsiniz, demek‐ tir. “Neden konuşmakta güçlük çekiyoruz?” Eğer konuşmakla ilgili fi‐ ziksel bir sorununuz yoksa, yanıt öncelikle: “Konuşmadığımız için” ola‐ caktır. Bu yüzden, neden konuşamadığımızın yanıtını aramak gerekir. Büyük olasılıkla, bu sorunun yetişme biçimiyle ilgili olduğu sonucuna varılacaktır. Çocukken evdeki büyüklerinize fikir beyan etseniz, onların yanlı‐ şını belirtseniz, yanıt: “Sen sus. Sen anlamazsın. Daha küçüksün…” Okulda, öğretmeninize bir şey söylemeye kalksanız, yanıt: “Büyümüş de küçülmüş. Hele öğren de ondan sonra...” Çalışırken amirinize bir şey söyleseniz, yanıt: “Bu kadar yıllık tecrübemiz var. Sana mı sorduk?” Yaşarken “Niye?” deseniz: “Sesini yükseltme, düzen sarsılır! O sarsılırsa, ben de seni sarsarım.” Bu yanıtlarla büyüdünüz muhtemelen!155 Topluluk karşısında konuşma korkusunun temelleri, genellikle 155 Cevdet Tellioğlu, Güzel Konuşma Pratiği

El Kitabı , Timaş A. Ş. İstanbul: 1999, s. 23.


159

kendinizle nasıl konuştuğunuza, yani stresle ortaya çıkan geçici sessiz düşüncelerinize bağlıdır. Belki kendinize şöyle diyorsunuzdur: “Aptalca görünmek, bir yanlışlık yapmak, konu üzerindeki bilgisiz‐ liğimi açığa vurmak ya da birini kızdırmaktansa, üzülürüm daha iyi…” “Hiçbir şey anlamıyorum, en iyisi susayım…” “Eğer ağzımı açarsam, bu insanların hepsi üzerime saldırır…” “Beni kaygılandıran şey aslında hiç de önemli bir konu değil…” “Benim düşüncelerimin bu toplulukta hiçbir önemi yok…”156

11. 3. Sorunlar Konuşma sırasında karşılaşılan sorunların bazıları şöyle belirtil‐ mektedir: ‐ “Konuşurken heyecanlanmamak ya da heyecanımı yenmek için ne yapmalıyım? Konuya bin dereden su getirip, öyle başlayabiliyorum. ‐ Karşımdaki insanların düzeyine göre konuşamadığımı, konuşma bittikten sonra anlayabiliyorum. ‐ Konuşma sırasında, genelde metne bağlı kalıyorum. Başımı önümdeki kağıttan kaldıramıyorum. ‐ Konuşma sırasında, ne söyleyeceğimi unutuyorum. Konuya ha‐ kim olamıyorum. ‐ Çok örnek veriyorum; dinleyiciler sıkılıyor. ‐ Yeterince hızlı konuşamıyorum. ‐ Yeterince yavaş konuşamıyorum. rum.

‐ Sözüm kesilince konu değişiyor, bir daha asıl konuya geçemiyo‐

‐ Dilim sürçüyor. Kelimeleri yuvarlıyor, düzgün cümle kuramıyo‐ rum; dolayısıyla akıcı konuşamıyorum. ‐ Benim gibi düşünenlerle beraberken iyi konuşuyorum; farklı dü‐ şünen insanların yanında ise konuşamıyorum. ‐ Sürekli dikkati sağlayamıyorum; dağılınca da ne yapacağımı bil‐ mediğimden, bir türlü toparlayamıyorum. Konuyu gereksiz şekilde uzatmaktan kendimi alamıyorum.

156 V. A. Howard ve J. H. Barton, Tartışma Sanatı, Beyaz Yayınları, İstanbul: 1998, s. 13.


160

‐ Tartışmalarda nefesim yetmiyor; karşıdakine laf yetişti‐ remiyorum. ‐ Konuşma süremi ayarlayamıyorum. ‐ Yüz ve el, kol hareketlerimi bir türlü kontrol altına alamıyorum. ‐ Tartışırken çevremdekileri hep susturuyorum. ‐ Konu dışı şeylerden örnek vererek dinleyicileri dinlendirmek is‐ tiyorum, ama kafaları karışıyor. ‐ Dinleyici kitlenin tepkisi, konuşmanın akışını değiştiriyor. Dinle‐ yiciler, beni yönlendiriyor. İlginin kesildiğini görünce, kalan zamanımı hızlı hızlı geçip, konuşmamı bitiriyorum.”157

11. 4. Konuşma ve Gazetecilik Başta söz sanatlarıyla uğraşanlarla basın ve yayın mesleğinde çalı‐ şanlar medya mensupları olmak üzere, birçok meslek doğrudan ko‐ nuşmayla ilgilidir. Konuşurken cümlelere yüklenen anlam, yapılan ton‐ lama, cümle kurarken seçilen kelimelerin ses özellikleri ve ruh inceliği, hep bireyi yansıtır; kişiliği ortaya koyar. Kişi konuştukça, ifadesinin bütünündeki doğruluk ve güzellik yo‐ luyla kendisini tanıtır ve anlatır. Bu nedenlerle, mesleğini yaparken, işine konuşmasını da katan, nerede nasıl konuşacağını bilen kişi, özel‐ likle medya mensubu o ölçüde başarıya ulaşır. Gazeteciler meslekleri gereği, haber araştırırken kaynaklarına so‐ rular sorar, onlarla yüz yüze görüşme yapar ya da basın toplantılarında sorular yöneltir. Bunların yanı sıra gazeteciler sık sık panel, açık oturum, sempozyum, forum gibi toplantılara ya yönetici ya da konuşmacı olarak çağrılır. Bu tür toplantılardaki davranış biçimi, konuşma içeriği ve ifade yöntemi, gazetecinin mesleki yaşamına çok olumlu katkılarda bulunabi‐ lir. Bu nedenle haberci, iyi, içerikli, akıcı ve etkili konuşma yetisine de sahip olmalıdır.158

11. 5. Konuşmaya Hazırlanmak

157 Tellioğlu, a. g. y. , ss. 19‐22.

158 Girgin, Haber Yazmak, s. 346.


161

Konuşma alanında her türlü sorunun giderilmesi için en iyi gü‐ vence, iyi hazırlanmaktır. Konuşmaya asla hazırlıksız çıkılmamalıdır. Mümkün olduğu kadar, ele alınacak konunun anlatımı sırasında, kullanı‐ lacak çok fazla malzeme ve bilgi toplanmalıdır. Bu yöntem, kişinin ken‐ dine güvenini artırır; konuya egemenliğini sağlar; konuşma biçimi üze‐ rinde olumlu etki yapar.159 Bir konuşmanın konusu belirlenip de çerçevesi çizilirken ilk dü‐ şünülecek şey: Ne ölçüde yeterli bilgi birikimine sahip olunduğudur? Sonra, gerekiyorsa görüşleri destekleyecek, anlatıma yardımcı olacak belgelerin bulunup bulunmadığı araştırılır; varsa bunları kullanabilme olanağı aranır. Konuşmacı önceden amacını belirleyerek, konuşmanın planını yapmalıdır. Malzemeyi, açık ve bölümlerinin birbirleriyle ilgileri belli olacak biçimde düzenlemelidir. Her ana ve yardımcı fikir, konuşmacının zihninde iyice oturmalıdır. Konuşurken ana ve yardımcı fikirleri destekleyecek örnekler ve alıntılar el altında bulundurulmalıdır. Bunların yanı sıra ilginin azalma‐ ya başladığı anlarda kullanılacak bir iki küçük öykü de hazırlanmalıdır. 11. 5. 1. Konuşma Konusunun Seçimi Konu seçimi ve belirlenmesinde şu kurallar dikkate alınmalıdır: l. Betimleme Tasvir : Konunun göz önünde canlandırılması, 2. İnceleme Tetkik : Konuyla ilgili bilgiler aktarılması, 3. Tanım Tarif : Tanıtım yoluyla konuya açıklık getirilmesi, 4. Öyküleme Tahkiye : Düzenli anlatımla konunun canlandırıl‐ ması, 5. Yorumlama Tefsir : Amaca ulaşabilmeyi kolaylaştıracak ve sağlayacak değerlendirmelerden yararlanılması.160 11. 5. 2. Hedef Kitle

159 Carnegie, a. g. y. , s. 45. 160 H. Rıdvan

93.

Çongur, Söz Sanatı, Güzel Söz Söyleme, TRT Yayını, Ankara: Ocak 1999, s.


162

Konu belirlemesinde durum değerlendirmesi yapılırken, hemen düşünülecek dinleyici öğesidir: “Nasıl bir dinleyici önünde konuşula‐ cak?” Dinleyici hakkında, önceden küçük çapta da olsa bir araştırma yapmalı; bilgi edinilmelidir. Ancak böyle yapılırsa, konunun ve amacın doğru belirlenmesi, uygun bir çerçeve çizilerek, konuşmanın istenen düzeyde sürdürülmesi gerçekleştirilebilir. Konuşmacı, dinleyici kitlesini belirledikten sonra da, görüşlerini aktarırken belirli bir mantık sırası izlemelidir. Şöyle ki, önce dinleyicinin bildikleriyle başlamalı ve giderek bilinmeyenleri açıklamalı ve böylece okuyucunun ilgisini canlı tutmaya çalışmalıdır.161 11. 5. 3. Konuşma Provası Bu aşamaları gerçekleştirdikten sonra hazırlanan konuşmanın provası, ilk başlarda en az birkaç kez yüksek sesle ve ayakta durarak yapılmalıdır. İyi hazırlanan bir konuşmacı, platforma, aşağıdaki dört psikolojik yardım malzemesini de birlikte getirir: l. Konuşmacı karşılaşabileceği “zor durumların” hakkından gelme‐ ye hazırdır. 2. İyi hazırlandığı için, en son dakikada ortaya çıkacak bir değişik‐ liği, lehine düzenlemeyi öğrenmiştir. 3. İyi bir sunuş yaptığı takdirde, unutacağı bölümlerin, az olacağını bilir. 4. Kendine güveni artmıştır. Kişinin iyi konuşabilmesi için, öncelikle iyi düşünebilmesi gerekir. Görülen, duyulan ve okunan şeyler üzerinde düşünmeyi öğrenmek, bil‐ giyi mümkün olduğu kadar artırmak, kolay konuşabilmeye yardımcı olur.162

12. DİL 161 Halil

Seyidoğlu, Bilimsel Araştırma ve Yazma El Kitabı, Güzem Yayınlar, İstanbul: 1995, s. 203. 162 Görgü ve Protokol Kuralları, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Yayınları, Ankara: 1984, s. 29.


163

Bir milletin gerçek vatanı, onun dilidir. Dil, milli ülküyü ortaya ko‐ yan gerçek bir varlıktır. Milli dil yok olunca, milli duygu da çok geç‐ meden kaybedilir. W. von Humbolt

Önceleri sade bir iletişim aracı olan hareket, zamanla dans, mimik, jest gibi bedensel gösterilere dönüşmüştür. Bu arada çizgi, biçim ve renkler de, ilkel duvar resimlerinden başlayarak grafik, çizim, hatta hey‐ kel ve mimari yapıt biçimlerini almışlardır. Ses ise önce heceler halindeki bağırış, çağırış ve haykırışların söz‐ cüklere dönüşmesiyle şarkı biçimini almış, böylece düşünce, duygu ve istekleri ifade etme aracı olan, “dil” “lisan” Arapça’dan, “zeban” ise Farsça’dan dilimize geçmiş kelimelerdir; daha önceleri dil yerine kulla‐ nılmışlardır. adı verilen bir sistem ortaya çıkmıştır. Dildeki sözler yorumlama araçlarıdır. Adlar ise eşyanın oluş bi‐ çimlerinin ayırt edilmesine, birinin ötekinden farklılığını anlamaya ve anlatmaya yarar. Birçok durumda sözcüklerin anlamını, uzlaşma ve kul‐ lanış biçimi belirlerse de, bunların ortaya çıkışı kişiden kişiye değişir biçimde değil, “itibari” olmaktan çok “tabii”dir. Düşünce, dilden değil, dil düşünceden doğar. Eşyaya ad vermek için önce onu bilmek gerekir.163 Dil, her şeyden önce bir ruh ve idrak işidir. Dil insan ruhunun, benliğinin, zihninin en arı, en zengin ve adeta sihirli ürünlerinden biri‐ dir. Yaratıcı bir güçtür dil. Dil, aynı zamanda, yeni atılımların ve buluşla‐ rın ifade aracıdır. Düşünen ve duyan insan, hemcinsleriyle anlaşabilmek için ses ve işaretlerden hareket etmek suretiyle, önce konuşma aracı “dil”i, onun evrimiyle de “ana dilleri” ve giderek “ulusal dilleri” ortaya koymuştur.

12. 1. Dilin Alt Sistemleri Dil, anlamı sesle ilişkilendiren bir mekanizma, bir köprü, linguistik dilbilimsel olmayan evrenin iki alanını birbirine bağlayan, insana özgü bir işaret sistemidir. Her dil, üç ana alt sistemden oluşur: 163 Çongur, a.g.y., s. 27.


164

1 Gerçek evrenin tamamıyla ilgili semiyoloji gösterge bilimi , 2 Morfoloji biçim bilimi ve sentaksı cümle bilgisi, söz dizimi kap‐ sayarak gramer dil bilgisi , 3 Köprüyü gerçek dünya bölümüne tekrar birleştiren fonoloji ses bilimi , konuşma sesleri. Bu üç sistemin sahip olduğu bir dizi kural ve ilkelerden ortaya çı‐ kan birleşenler, yani söz‐biçim, dizim ve ses birleşenleri, dilin yapısını oluştururlar. Her bir kural ya da ilke, dilin yapısındaki bir düzenliliktir. Bu ilkeler bütününe dahil olduğu takdirde, dili konuşan, karşısın‐ dakinin ayırımını yapabileceği ifadelerle düşüncelerini aktarabilir; kar‐ şısındakinin sözleriyle demek istediği anlamları anlayabilir.164 Tüm değerler, kültür, ideoloji bireye dil aracılığıyla aktarılmakta‐ dır. Bir başka anlamda, insanların ortak bir toplumsal yaşam sürdürme‐ lerinin ürünü olan dil, bireysel açıdan, kişinin dilini kullanma zenginliği ve yeteneğiyle doğru orantılı olarak, toplumsal yaşama etkin bir biçimde katılma derecesini de yansıtmaktadır.165 Dil, insanın örgütlü yaşamındaki ilişkilerinin yürütülmesi için ge‐ rekli iletişimi sağlamadaki araçtır. Dil aracıyla insanlar, amaçlarını ger‐ çekleştirmek için iletişimde bulunurlar. Dil, kullanımıyla düşünceyi ve bilinç biçimini ifade ederken, aynı zamanda düşünceyi ve bilinci etkiler ve biçimlendirir.166

12. 2. Dil ve Toplum “Toplumsal simge düzeni” olduğu için dil, bir toplumun gelişmişlik düzeyini de yansıtır. Geri kalmış ülkelerde ya da dışa kapalı toplumlar‐ da, dilin yapısı oldukça basit ve kullanılan sözcük sayısı sınırlıdır.

Orwell, ... Ocenia diktatörlüğünün, sonsuza kadar yaşama arzu‐ sunu gerçekleştirmek için, insanların dil yeteneğini, olabilecek en aşağı düzeye getirmeye çalıştığını, bunu yapmak için de sözcük sayısını 2.000 civarına düşürmeyi planladığını, sözcük türleri arasında ayırımı kaldır‐ maya çalıştığını anlatıyor. Sözgelimi diktatörlüğün dil uzmanları, “bıçak” sözcüğü varken “kesmek” sözcüğüne hiç gerek olmadığını söylüyorlar. 164 Sema Barutçu Özönder, “Türk Dilinin Bugünkü Durumu”, Radyo ve Televizyon Yayın‐

larında Türk Dilinin Kullanımı, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, Ankara: 1999, s. 21. 165 Arsev Bektaş, Kamuoyu İletişim ve Demokrasi, Bağlam Yayıncılık, İstanbul: 2000, s. 104. 166 İrfan Erdoğan, İletişimi Anlamak, Erk Yayınları, Ankara: 2002, s. 105.


165

Gerçek amaç, insanların düşünmelerini olanaksız kılacak bir dünya ya‐ ratmaktır. 167 Oysa gelişmiş, dinamik bir ekonomiye sahip, geniş kültürel etkin‐ likleri olan dışa açık toplumlarda, dildeki sözcük sayısı fazla, dilin yapısı da karmaşıktır. Dil geniş anlamda, “sözcükler ya da davranışlarla aktarılan simge‐ sel tanımlamalar” olarak ele alınırsa, değişik çevrelerin ve yaşam biçim‐ lerinin, bu simgelerin değişik yapılanmalarına yol açtıkları belirlenir. Her dil, varlığın sürekli yayılması ve akışıyla ilgili bu yapay parçalanma‐ yı farklı bir biçimde yerine getirir.168

12. 3. Dil ve Soyutlama Kişiler arası iletişimle gelişmeye başlayan dil, her geçen gün kav‐ ramsal ve soyut düzeyde ilerlemiştir. Sesli dil, kodlama malzemesinin olanaklarını, somuttan soyuta geçmekte sınırsızca kullanmıştır. İnsanlar arası en temel iletişim aracı olan dil, bütün işlevleri bir arada düşünül‐ düğünde, yazılı‐sözlü simgelerin yanında sözsüz göstergeleri hatta “iç konuşma” gibi öteki alanları da kapsamaktadır.169 Dilin önemini, değerini anlayabilmek için bir an, insanın konuşma yeteneğinden yoksun olduğunu, yazı diye bir şeyin bulunmadığını var‐ sayalım. Öteki insanlarla bir arada, bir toplum oluşturmamız, düşünce, duygu ve isteklerimizi başkalarına iletebilmemiz büyük ölçüde güçleşe‐ cek; eksik, güdük bir anlaşmaya dönen bağırmalar, bir takım jest ve mi‐ miklerle sınırlı kalacaktı. Bizden öncekilerin neler gerçekleştirdiklerini; yaşadığımız sırada, dünyadaki öteki toplumların durumlarını bilemeyecek; bizim yaptıkla‐ rımızı da gelecek kuşaklara yansıtamayacaktık. Tarih diye bir şey olma‐ yacak; hukuk bilinmeyecek; söze dayanan sanatlar bulunmayacak; bir insanın anıları yalnız kendisinde, belli belirsiz görüntüler olarak saklı kalacaktı.170

167 Rüştü Erata, Saçmalama Türkçe de Neymiş!, Yapı Yayın‐102, İstanbul: Ağustos 2004,

s. 17.

168 Bektaş, a. g. y. , s. 106. 169 Şengül Özerkan, Medya, İletişim ve Dil, Martı Yayınevi, İstanbul: 2001, s. 17. 170 Doğan

Aksan, Anlambilim Konuları ve Türkçe’nin Anlambilimi, Engin Yayınevi, Ankara: Mart 2006, s. 13.


166

12. 4. Dil ve Kültür Her insan, eğer işitme ya da konuşma özürlü değilse, konuşma ye‐ teneğine sahip olarak doğar. Tüm insanlar dilbilgisi ve söz dizimine sa‐ hip bir biçimde dünyaya gelir. Çocuğun konuşmaya başladığı çok küçük yaşlardan itibaren de, bu yeteneğini geliştirmesi mümkündür.171 Dil, en mükemmel anlatma ve anlaşma aracı, konuşma ise bu araç‐ la gerçekleştirilen ve benzeri hiçbir canlıda görülmeyen en ileri iletişim yöntemidir. Dili kullanma, yani konuşma her şeyden önce bir kültür işidir. Kültür ise “Bir grubun ortak simgeler düzeninden, kuşaktan kuşa‐ ğa aktarılan öğrenilmiş ve paylaşılan davranışlar ve algıları” olarak ta‐ nımlanır. Kültür sistemi, dilin birincil yer tuttuğu, anlam verme düzenidir. Kültür sistemleri, toplumu akrabalık gruplarından, kavimlere, feodal lordlara ve devletlere kadar örgütleme yollarıdır. Dolayısıyla örgütleme yollarına, yani kültürün öğrenilmesi, öğretilmesi ve üretilmesi yollarına göre gruplar, sınıflar, kavimler, devletler kültürel bağlamda farklılık gösterirler. Örneğin popüler kültür, bir toplumda yaygın biçimde paylaşılan inançları, pratikleri ve nesneleri ifade ederken, daha siyasal anlatımıyla “kitlelerin ya da bağımlı sınıfların kültürü” olarak tanımlanır. Bu kültür, hem geleneklerde bulunan halk inançları, uygulamaları ve nesneleri hem de moda olan popüler inançları, bunların yanı sıra siyasal ve ticari merkezlerden yayılan kitlesel inançları, pratikleri ve nesneleri içerir. Popüler kültür, kültürel değerleri, gelenekleri belli şifreler ve kodlarla aktarmaktadır. Popüler kültür günlük yaşamın kültürüdür; çok ucuza satın alınabilir ve temelinde de eğlence vardır.172

12. 5. Dil ve Düşünce Dil, insanın bütün kabiliyetlerinin bir çerçevesidir. Düşünce ise “düşünme sonucu varılan, düşünmenin ürünü olan görüş, mütalaa, fikir, mülahaza, ide” olarak tanımlanmaktadır. En soyut düşünce, en karmaşık duygu, en derin ve köklü inanç dille ortaya konur. Dil düşünceyi gerçek‐ leştiren varlıktır. Düşünce dile dayanır.

171 Pascaline Oury, Rédiger Pour Etre Lu, De Boeck Uviversité, Brüksel, 2000, s. 14. 172 Şebnem Soygüder, Eyvah Paparazzi, Om Yayınevi, İstanbul: 2003, s. 17.


167

Düşünce varlık ve kavramlar arasında bağlantı kurmaktadır. Konu için gerekli olanı almak, seçmeler, ayıklamalar, sıralamalar yapmak, ge‐ reksizi atmaktır. Bir nevi soyutlamadır. Bu soyutlama da varlıkların ve kavramların göstergeleri olan kelimelerle yapılır. Düşünceler ancak ke‐ limelerle varlık kazanabilir; ortaya konabilir. Dil olmadan düşünce olmaz. Düşünceyi uyandıran, aydınlatan, ge‐ liştiren dildir; dilin kelimeleridir. Düşünebilmek için, düşünceyi zihinde uyandıracak kelimelerin bilinmesi ve bulunması gerekir. İnsan ne kadar çok kelime bilir ve onları kullanma alışkanlığı kazanırsa, düşünce ve duygu dünyası da o kadar geniş olur.173

12. 6. Dil ve Zeka Zeka, insanın düşünme, akıl yürütme, nesnel gerçekleri algılama, yargılama ve sonuç çıkarma yeteneklerinin tamamıdır anlak, dirayet, zeyreklik, feraset . Zeka ile konuşma arasında doğru orantılı bir bağ olduğu bilinmektedir. Genel dil kuralları, sıradan konuşma dışı anlatımla zorlanırsa, akıl sağlığı da tehlikeye girebilir. Buna örnek olarak: “Kelime uydurma, çağrışımlarla konuşma, fiilleri mastar halinde kullanma, cüm‐ lenin öğelerinin yer değiştirmesi devrik cümleler biçiminde konuşma, kelimeleri hecelere bölerek bu hecelerden yeni kelimeler yapma” vb. gösterilebilir. Zeka, duygu ve düşünce sistemi, insanın iç benliğinin oluşmasını hazırlayan öğelerdir. Düşünme, duyma, hayal kurma, davranış ve hare‐ ketler, onların yanı sıra söz olarak tezahür eder; benliğin dışına bu yolla aktarılır. İnsanın ruh dünyası, toplum ve çevre koşullarına bağlı olarak dil ve konuşma aracılığıyla yansır. 18. Yüzyıl’da da yaşayan Fransız filozofu Condillac, bilgi kaynakla‐ rının “duyum ve düşünme” olduğunu ileri sürerken, “Akıl yürütme sana‐ tı, konuşma sanatından başka bir şey değildir ve bilim, iyi kurulmuş bir dildir.” demiştir.

12. 7. Dil ve Mantık Konuşmanın güzel ve hele etkili olması yönüyle düşünüldüğünde, dil‐mantık ilişkisi üzerinde önemle durulmalıdır. Güzel ifade etmek ve etkili olmak için, her şeyden önce doğru düşünmek ve konuşmak esastır. 173 Kemal

Yavuz, Kazım Yetiş ve Necat Birinci, Üniversite Türk Dili ve Kompozisyon Dersleri, Bayrak Basım, İstanbul: 1999, s. 21.


168

Bunu sağlayacak da mantıktır; mantıklı olmak, mantıklı konuş‐ maktır. Hem konuşmanın konusu bir mantık çerçevesine oturtulacağı gibi, hem de konuşma sırasında seçilecek sözler, kullanılacak kelimeler, söz‐dizimi, jest, mimik ve hareketler mantıklı olmalıdır. Bir iletişim biçimi olan konuşma, dinleyen kişi ya da toplulukla konuşmacı arasında, bir anlaşma anlamı taşıması açısından, aynı za‐ manda bir “sözleşme” demektir. Ancak mantık‐dil uyumu sayesinde böyle bir sözleşmeye ulaşılabilir. İnandırıcı ve etkili olmak ise, mantık‐ dil uyumuyla gerçekleşebilir. “Nutuk” kelimesinin mantık’tan gelmesi boşuna değildir. Mantık ve nutuk kelimeleri, Arapça’dan “nutk” kelimesinden dilimize geçmiştir ve “nutuk”un anlamı “söylev”den önce “söz söyleme, konuşma” demek‐ tir. Kelimeler, bilinçli olarak değil, tabii bir gereklilik sonucu ortaya çı‐ kar. Dolayısıyla insandaki “nutuk” dediğimiz konuşma yeteneği de, gör‐ me ve işitme gibi içgüdüseldir.174

174 Çongur, a. g. y. , s. 28.


169

12. 8. Baskı Aracı Olarak Dil İnsan beyninin sinirsel faaliyetleri olan: ‐ anlamı öğrenme, algılama ve tanımayla ilişkili “psikolojik faali‐ yetler”, ‐ ortak anlam ve kuralların paylaşılmasıyla ilgili “kültürel faaliyet‐ ler”, ‐ kimin ne zaman ve ne hakkında iletişim kuracağıyla ilgili “top‐ lumsal faaliyetler”; insanlar arası iletişimin anlaşılmasında temel ilkeleri belirlemektedir.175 Anlaşılırlığın sağlanmasında, dili kullanma çok önemlidir. Dil de‐ diğimiz düzen, insanın gözüdür; beynidir; düşüncesidir; ruhudur. Ama insan beyninin, nasıl gizli yönleri bilinmeyen noktaları varsa, dilin de çözümlenemeyen, apaçık ortaya konulamayan birçok yönleri vardır. Özellikle işleyişi, ruhla mantıkla ilişkisi açısından…176 Anlamış olmak ya da anlaşılmak, iletişimin en sorunlu konuların‐ dan biridir. Bunu gerçekleştirmek için, ortak dil, bilgi, değer, kavram, deneyim ve inançlara sahip bulunmak gerekir. Düşünür Bachelard’a göre, gerçek anlamanın bir tek ölçütü bu‐ lunmaktadır: “Anlamış olmak, yeniden yapmayı bilmektir.”177

12. 9. Dil ve Adlandırma Cemiyeti düzenleyen ve ona ulusal bir yön kazandıran kurumlar: din, ahlak, hukuk, töreler, gelenek ve göreneklerin yanı sıra dil’dir. Te‐ mel bir kurum olan dil ve onunla gerçekleşen konuşmayı bozmak, yasa ve kurallarına karşı çıkmak, toplumu sağlıkla yaşatan, hatta ona vücut veren temele dinamit koymak, öteki kurumları da tahrip etmektir. Hem psikoloji ve hem de sosyoloji açısından bakıldığında görül‐ mektedir ki: dil de, konuşma da, her şeyden önce keyfi hareket, tutum ve davranışlardan uzak, bilim değerlerine saygılı ve mutlak bağlı olmayı emretmektedir. Dilin gelişmesi ya da bu gelişmenin hızlandırılması yolundaki ça‐ lışmalar, olur olmaz müdahalelerle değil, kendi yasa ve kurallarına uy‐ 175 Nurçay Türkoğlu, Kitle İletişimi ve Kültür, Naos Yayınları, İstanbul: 2003, s. 25. 176 Doğan Aksan, Türkçe’nin Gücü, Bilgi Yayınevi, Ankara: 1993, s. 13.

177 Louis Timbal‐Duclaux, La Prise de Notes Efficace, Editions Retz, Paris: 1988, s. 22.


170

gun tarzda yapılmalı; başına buyrukluktan, keyfilikten uzak durulmalı‐ dır. Herhangi bir ulusun ya da insan topluluğunun konuşurken kul‐ landığı hiçbir kelime yoktur ki, o dili konuşanlar tarafından bulunmamış ve söylenmemiş olsun. Ama, ilk bakışta “uydurma” gibi görülen, bazıları tarafından da böyle olduğu sanılan ve iddia edilen bu “adlandırma”, ke‐ lime bulma‐yaratma ve türetme işinin, kendi yasaları ve kuralları içinde gerçekleştiği hiçbir zaman unutmamalıdır.178

12. 10. Ulusal Dil İnsanlık tarihi boyunca konuşulan dillerin sayısı bugün 6 bin dil ya da lehçe olarak kabul edilmektedir. Türkiye Türkçesi dahil, yalnız Avrupa’da konuşulan dil sayısı 185’tir. Dünyanın en eski ve en büyük beş dilinden biri olan Türkçe’yi doğru, güzel ve dinleyiciyi etkiler biçimde konuşmak, yalnızca orta ve yüksek öğrenim öğrencileri için bir ders konusu değil; bu dili konuşan herkesin üstesinden gelmesi gereken bir iştir, uğraştır.179 Ulus ile ulusal dil, etle tırnak gibidir. Ulusların gösterdiği ilerleme ve gelişme, o ulusun dilini etkiler. Hızla, ama düzenli biçimde gelişen ve eskisine oranla daha güçlü ve yeterli bir iletişimi sağlayan dil de, toplu‐ mu oluşturan insanların daha ileri hamleler yapmasına olanak hazırlar. Başarılı konuşup yazmak için, kişinin anadilini iyi kullanması ge‐ rekir. Anadilini doğru ve amacına uygun kullanmayanlar, ne konuşmada ne de yazmada başarılı olurlar. Çünkü başarılı bir konuşmada ya da ya‐ zıda, anlatım açık, işlek ve etkili olmalıdır. Bu da cümlelerin kısa, devin‐ gen, dilbilgisi kurallarına uygun olmasıyla, kelimelerin özenle seçilerek yerli yerinde kullanılmasıyla sağlanacaktır.180 Bir ulusun, kendi toplumsal yaşantısının gereklerine göre bir dil geliştirmesi, o ulusun kültürel kişiliğini elde etme, sağlamlaştırma, gele‐ ceğe iletme yolunda yaptığı kaçınılmaz bir eylemdir. Bu çaba, dillerin birbirlerine karşı üstünlükleri biçiminde değil, her dilin kendi yapısına özgü olanaklarını işleterek geliştirmesi, anlamında alınmalıdır.

178 Çongur, a. g. y. , s. 20. 179 Çongur, a. g. y. , s. 8.

180 Yaşar Yörük, Güzel Konuşma‐Yazma Kılavuzu, Eğitim Yayınevi, Ankara: 1978, s. 27.


171

Yabancı biçimlerle, yabancı sözcüklerle düşünülen hiçbir şey bi‐ zim değildir. “Bizim olanı”, “bizim ettiğimiz her şeyi”, yalnızca kendi dilimizle düşünebiliriz; düşünmemiz gerekir; düşünmek zorundayız. Kendi diliyle aklını ve yüreğini yoğurmasını beceremeyen bir dü‐ şünür, aşılama bir düşünürdür; kişiliksizdir; topluma yabancı bir kimse‐ dir. İnsan, kendi dilinin dışında büyük olamaz; bilgin olamaz. Başka dillerde önemli yapıtlar verdikleri öne sürülen kimseler, hem bir ayrallık istisna , hem de aldatıcı bir görüntüdür. Her büyük kafa, ilkin kendi dilinde büyüktür. Kendi dilinin tüm olanaklarını, ussal ve duygusal etkinliğe eğemeyen kimse, başka dilde de başarılı olamaz. Bir dili, dillerin en soylusu, en incesi ya da güzeli görmek, nasıl bi‐ limsel bir yanılgıysa, bir dili, kimi kavramları anlatmada yetersiz görmek de, aynı nitelikte bir yanılgıdır. Her dil, kendi yapısının, kendi biçiminin özelliklerine göre davranır; işler. Başka deyişle, kimi kavramları, kimi düşünceleri kendi dilimizde “dile getirebilmek” için, bu kavram ve düşüncelerin, gerçek birer gerek‐ sinme haline gelmesi şarttır. Yani, önce özümlenmeleri gereklidir. Özümleyebilmek için de, o düşünceyi, o kavramı, kişinin kendi kültür yaşamında etkin kılması zorunludur. Yalnızca belirli kişilerin tekelinde kalan ussal etkinlikler, topluma mal edilmedikleri, ya da mal edilmek istenmediği ya da bu kişilerin bu etkinlikleri topluma mal edecek güçten yoksun oldukları içindir ki, ço‐ ğumuza başka gezegenlerden yansıyan yaşam dışı şeylermiş gibi gözü‐ kür.181

Köktürk Yazıtları “Orhun ve Yenisey ırmakları vadisindeki Köktürk yazıtları eskiden beri biliniyordu. Ancak bunların hangi millete ait oldukları ve hangi dil‐ de yazıldıkları hakkında bilgi yoktu. XVII. Yüzyıl’dan sonra bu bölgeye yapılan geziler ve bazı tesadüfler, insanlığı Köktürk Yazıtları ile karşılaş‐ tırdığı gibi, bunlara karşı bir merak da uyandırdı. Bu sebeple bilginler yazıtları çözmeye yöneldiler. Nihayet mezar taşlarındaki yazılar 15 Aralık 1893 tarihinde Vil‐ helm Thomsen tarafından çözüldü. Böylece Türklere ait ilk yazı ve ilk yazılı metinler ortaya çıktı. Bu durum Türk yazı dilinin VII. ve VIII. Yüz‐ yıl’a kadar gitmesi demekti. İşte Türkçe’nin bugün elde olan ilk yazılı 181 Bedrettin Cömert, “Ulusal Dil”, Milliyet Sanat Dergisi, Sayı 147, 29 Ağustos 1975, s.

17.


172

belgeleri Köktürk Yazıtları’dır. Hitabet türünde yazılan Köktürk Yazıtla‐ rı, o zamandaki Türk hayatını gözler önüne seriyordu. Türkler’in kendi boylarından başka, komşu milletler hakkında da bilgiler veriyordu. Türk hakanının milletine seslenişini, yaptıklarını, yapacaklarını, tecrübelerini, Türk milletinin sonsuza kadar yaşaması için nelere dikkat etmesi lazım geldiğini anlatıyordu. Ayrıca bütün bu hitaplarda hakan, Türk milletine hesap veriyordu.”182

12. 11. Türkçe “Dünyanın bütün dilleri, en gelişmiş, en köklü dilleri bile Ameri‐ kan kültürünün, giderek dilinin etkisine karşı önlemler düşünürken, Türkçe başka birçok şeyde olduğu gibi bu etkiye de hazırlıksız yaka‐ landı. Osmanlıca ile henüz sorununu çözememişken, yüz‐yüz elli yıldan beri uygarlaşmak adına benimsenen Fransızca’yı içine sindirmeye çalı‐ şırken, bunların üstüne bir de Amerikan İngilizce’si eklendi.” 183 Niçin kendi dilimizi, Türkçemiz’i savunuyoruz? Niçin yabancı söz‐ cüklere “hayır” diyoruz? Türkçemiz sorunu, her şeyden önce kültürel varlığımız, düşünsel kişiliğimiz sorunudur. Amaç bir sözcüğün yerine, salt yeni olduğu, salt taze bir yaratı ol‐ duğu için, başka bir sözcüğü koymak değildir. Amaç, düşünceyi kendi dilimizle yoğurmak, ona kendi dilimizle dilsel kalırlık sağlamaktır. Bunu da tek ölçüsü, dilimizin kendine özgü olanaklarıdır. Bu olanakların tek somutlaşma, tek gözlemleniş alanı ise, dilin “kullanımı”dır. Çünkü dil, ünlü bir dil bilimcinin dediği gibi, “Kullanımdan başka bir gerçek tanımaz.” Dışarıdan uygulanacak her değiştirici eylem, bu kullanıma uymadığı sürece, sonuçsuz kalır. Yeni gereksinmeleri yanıtlayacak yetenek, dilin kendi yapısında vardır zaten. Önemlisi, bu yapının özelliklerini, “kullanımı gözden hiç bir zaman ırak tutmadan” yakalayabilmektir. Çağdaş dilbiliminin gerekleri‐ ni ve gerçeklerini yansıtan tek akla uygun yol da budur.184

Türkçe’de Özensizlik

182 Yavuz, Yetiş ve Birinci, a. g. y. , s. 32.

183 Feyza Hepçilingirler, Dedim: “Ah!”, Remzi Kitabevi, İstanbul: 2000, 184

Cömert, a. g. m. , s. 17.

sunuş .


173

Televizyon ve radyoların Türk diline karşı özensizliği, görevlen‐ dirdikleri spiker ve sunucularda da kendisini gösteriyor. Okuduğunun anlamını bilmeyen, kelimeleri doğru dürüst telaffuz edemeyen, vurgu‐ lamalardan habersiz ve yetersiz kişiler, fiziksel açıdan “güzellerse”, ya da “yakışıklı” sayılıyorlarsa, baş köşeye rahatça oturabiliyorlar. Gerekli eğitim almadan televizyona çıkanlar, ekran başındakilere çoğu kez saç baş yoldurtuyor. RTÜK Araştırması’ndan derlenen aşağıda‐ ki cümleler, radyo ve televizyonlarda yayınlanmıştır: “Yaralıları buradan çıkarmak zor, güç oldu.” , “Maddi olanağımız imkan verirse.”, “Stadyum ful dolu.”, “Bir anlamda prestij ve saygınlık kaybı.”, “Türkiye’nin şartları ve koşulları.”, Ciddi çaba ve gayret göste‐ rilmesi lâzım.”, “İlginize, alakanıza çok teşekkür ederim.”, “Faydalı ve yararlı işler yaptı.”, “Sohbet ve söyleşi yapacağız.”, “Buradan kendilerine saygılarımı ve hürmetlerimi iletiyorum.” İngilizce Adlar Türk Dil Kurumu’nun, RTÜK için yaptığı bir araştırmada ortaya çıkan sonuçlara göre, bazı yayın kuruluşlarının Türkçe’ye karşı özensiz‐ liği daha adlarından başlıyor. Bir bölümünün adı İngilizce: Star, Flash, Show, Cine‐5, Number One, Radyo Sweet, Power FM, Radyo Mydanose vs. İngilizce Telaffuz İngilizce olmayan adlar da İngilizce okunmakta ısrar ediliyor! Ör‐ neğin, NTV; Türkiye’nin gurur duyduğu bir haber kanalı. Adın açılımı “Nergis Televizyonu” olmasına rağmen, NTV entivi diyoruz. HBB vardı bir zamanlar; şimdi yok. Açılımı: “Has Bilgi Birikim”di. Hepsi has Türkçe; ama HBB eyçbibi deniyordu. Argo ve Kaba Sözler Ulusal düzeyde yayın yapan televizyonlarımızdaki argo ve kaba sözlere ne demeli? Aşağıdaki ifadeler televizyonlarda ve radyolarda kullanılmış ve RTÜK kayıtlarına geçmiş. “Bir yerin mi söküldü anam!”, “Sabah kalkıp, gazını çıkaran sanatçı oluyor.”, “Başımıza iş açma lan şebek”, “Sana yavşamayacağız da şuna mı yavşayacağız?” Yabancı Kelimeler Yabancı kelimelere özenerek, onları yalan yanlış kullanma alışkan‐ lık haline geldi. Örnekler:


174

“Kurultay’ın saat 10.00’da start alması gerekiyordu”, “Ultra cesur”, “Hırsız fuarda demo yapan şirketin standından cep telefonunu çaldı.”, “Garden Parti”, “Yabancı starlarla ilgili flaş dedikodular”, “Büyük şehir‐ lerde fast food yaygınlaştı.”, “Popülasyonu artırmak için”, “VIP biletleri Ulusoy Travel Center’dan temin edilebilir”. Dublaj Türkçesi Bir de dublaj Türkçe’si var. Örnekler: “Kendine iyi bak”, “Hey sorun ne bebeğim!”, “Senin için üzgü‐ nüm!”, “Ciddi olamazsın!”, “Kahretsin!”, “Okey!”, “Ah bunu bilmeliydim!”, “Bunu duyduğuma sevindim!”, “Başım büyük belada dostum!”, “Sana fikrini sorduğumu hatırlamıyorum!”, “Hey ahbap!”, “Kendine bir iyilik yap”. Şarkı Sözleri Televizyonda seslendirilen sözde müzik parçaları da, Türkiye’yi sırtından vuruyor. Bundan yıllar önce üç televizyon kanalına, bir şarkıyı sık sık yayınladıkları gerekçesiyle RTÜK kapatma cezası verdi. “İletişim özgürlüğü yok oluyor.”, “Abdülhamid sansürü uygulanıyor.” diye kıya‐ met kopartıldı. Şarkının adı “Kuşu kalkmazdı” Şarkının sözlerini, RTÜK’ün her ay düzenli olarak çıkarttığı dergi‐ ye konu olduğu için burada okumaya çalışıyorum. Bu şarkıyı aylarca, yıllarca bütün Türkiye dinledi: “Bi zavallı Hatçe hapse düşmüş bir kere/Çalışır pavyonda küsmüş feleğe/Açmış kalçasını tef tef çalar/Sallar çalkalar her gece/Sulanır her‐ gele salyası akar/Döndü’ye kalkmayanı Hatçe’ye kalkar/Hergeleye bak‐ sanıza hergeleye/Maskesi düşmüş dönmüş keleğe/Koca eşek hergele sen nereye/Böyle telaşlı telaşlı acelece/Çıkınca işinden her gece/Koş koş meyhaneye/Kerhaneye koş koş/Sonra niye gelir evine boş boş/Kuşu kalkmaz kuşu kuşu kalkmaz canım kuşu kalkmaz.” Televizyonlarda daha “incelikli” şarkılar da söyleniyor. Örnekler: “Malını, mülkünü al gel de en kuytumu al.”, “Yatağıma gel.”, “Ellere var da, bize yok mu?”, “Azıcık ucundan versene.”, “Bir kereden bir şey olmaz.”, “Kız hepsi senin mi?”, “Kaldıramazsan kaldırırlar.”, “Ya gel bana sahici sahici ya da anca gidersin.”, “Kıl oldum abi.” vs. Bu arada, “Tavla tavla beni tavla/Salla pulları salla/Vallahi geldim oyuna.”, “Havam yerinde alaturka oldum oynamadan duramam.”, “Ne‐ remi, neremi?”, “Napcaz şimdi yatcaz şimdi.”, “Hüp” gibi anlamlı şarkılar da var.


175

Sunucuların Türkçesi Bir süre önce RTÜK bir televizyon kanalına, Türkçe’yi özensiz kul‐ landıkları için uyarı cezası vermiş. Şarkıcı Seda Sayan programın sunu‐ cusu olarak çiçekçi kadınlarla konuşuyor. ‐Çiçekçi kadınlardan kastımız kimseyi aşağılamak için söylemiyoruz ama o olayı anlayasınız diye söy‐ leyelim.‐ Sayan, çiçekçi kadınlarla konuşurken “Niye gülüyon kı!”, “Ay bu soruları ben hazırlamıyom bacım!”, “Ya dur kız nereye gidiyon ya!”, “Dur kız ne kikirdiyon sen ya!”, “Ne dolanıyon orada, gel” gibi ifadeler kul‐ lanmıştı. RTÜK uzmanları hazırladıkları raporda, röportaj yapılan çiçekçi kadınların, sunucudan daha düzgün Türkçe konuştuğunu belirlemişler. Yani düzgün konuşması gereken, o yüzden ekrana çıkması gereken kişi, daha kötü konuşuyor. Erkan Tan. I. Yerel Medya Eğitim Semineri, Adıyaman, 26 ‐ 27 Mayıs 2005.

12. 12. Beden Dili Diller, tam bir konuşma aracı haline gelmeden, iletişim hareket ve tavırlar yoluyla gerçekleşebiliyordu. Bunun içindir ki, konuşma öncesi ifade biçimi olan hareket ve tavırların hem önceliği, hem de konuşmayı tamamlayan bir yeri ve anlamı vardır. Güzel konuşanlar, konuşmaları sırasında uygun hareket eder; gereken tavrı alır ve gösterirler. Çeşitli görsel iletiler, vurgular, jestler ve mimikler, sözlü ve sözsüz simgeler, kişiler arası iletişim sürecini birlikte bütünlemektedir. Öyle ki bazen bir cümle içindeki sözsüz unsurların anlam değeri, sözcüklerden daha fazla ağırlık taşıyabilmektedir.185 Konuşma hareket, davranış ve tavırla ve mutlaka sesli olarak ke‐ limeler aracılığıyla gerçekleştirilir. Konuşmak, olur olmaz biçimde laf üretmek, kelime ve cümleleri hiçbir kurala uymadan arka arkaya sıra‐ lamak, nasıl ve ne biçimde olacağını bilmeden sesler çıkarmak, el, kol ve yüz hareketleri yapmak, yerli yersiz haykırmak ya da mırıldanmak de‐ ğildir. “Beden Dili” sözüyle gözle görülebilen beden bildirileri anlatılmak istenmektedir. Buna karşın, sözlü dil ya da kelimelerle yapılan konuşma

185

Özerkan, a. g. y. , s. 18.


176

ise seslerin ilgili dilin ana kuralları çerçevesinde göndermelerin taşıyıcı‐ sı olduğu alandır.186 Sürekli olarak birçok işaretlerle çevrilmişizdir. Söylenmiş ve ya‐ zılmış kelimeler, levhalar, markaların yanında kişilerin çok çeşitli jestle‐ ri vardır. Bütün bu işaretler bizleri yönlendirir ve onlarla başkalarını etkileriz. Bu işaretlerin dünyasında “Beden dilinin yeri neresidir?” Nasıl bir sınıflandırma sayesinde beden dilinin ne olduğunu kavrayabiliriz? Bu soruları yanıtlamak için, çok denenmiş bir yöntemle işaretler üçe ayrılacaktır. Beden dili her üç grup için geçerlidir ve bu terim dar anlamda değerlendirilirse öncelikle kişinin vücuduyla, dilin dışında ver‐ diği iletiler anlaşılır. 12. 12. 1. Simgeler Birinci işaret türü: Anlamları kesin olarak tanımlanmış işaretlere “simge” adı verilir. Dilbilimciler için kelimelerin çoğu simgedir. Dil işa‐ retlerini ve sözsüz işaretleri bir bütün olarak inceleyen bilim dalı semi‐ yotik, bu terimi, anlamı belirlenmiş ve anlamlarının kullananlar tarafın‐ dan öğrenilmesi gereken bütün işaretler için kullanır. Bu öğrenme anadille başlar ve bir yabancı dil öğrenirken, büyük zorluklar halinde karşımıza çıkar. Benzeri şeyler matematik işaretlerini, bazı trafik işaretlerini vb. şeyleri öğrenirken de karşımıza çıkar. Yetişkin olarak da, günlük yaşamımızda, sürekli benzeri öğrenme olayları içindeyiz. Örneğin, yeni cihazların üzerindeki yazıların, kısalt‐ maların ve grafik işaretlerinin öğrenilmesi gibi… Beden aracılığıyla ak‐ tarılan işaretler, yukarıdaki tanıma göre simge midir? Başka bir deyişle “şifrelenmiş” işaretler yalnızca bilen tarafından mı “deşifre” edilebilir? Bu soruyla, “beden dili” denilince, ilk aşamada “tepki” halindeki hareketler akla gelmektedir. Sadece bazı istisnai durumlarda belli bir şifrelemeye tabi belirlenmiş, öğrenilmiş; hareketler söz konusudur. Örnek vermek gerekirse, sporda sembol niteliğinde, hakemlerin kullandığı talimat niteliğinde jestler vardır. Polis, itfaiye ve askeriyede benzeri kesin anlam taşıyan el işaretleri vardır. Beden dili araştırmacıları simge niteliğindeki jestlere “amblem” adı da verirler. Kastedilen, birkaç kelime eşliğinde yapılan baş, el ve kol hareketleridir. Amblemler, çoğunlukla konuşma sırasında yapılan birçok harekete oranla, sözlü anlatım konuşma olmaksızın da anlamı belli 186 Otto Schober, Beden Dili

Davranış Anahtarı , Arıon Yayınevi, İstanbul: 2003, s. 27.


177

işaretlerdir. Ancak aynı durum, değişik kültürlerde genellikle farklı amblemler kullanılarak aktarılır. Sembolik jestlerden, kesinlikle tanımlanmış parmak ve el hareket‐ lerinden oluşan sağır ve dilsiz alfabelerinde de söz edilebilir. Bu alfabey‐ le belli bir kod, tamı tamına başka bir koda çevrilmektedir. Bu tabii ki, çok küçük bir özel alandır ve hızlı bir anlaşma sağlayamaz. Sağır ve dilsizler, çok sayıda jestle daha çok öğretmenlerini ve ter‐ cümanlarını, karmaşık olayları görsel olarak aktarırken destekliyorlar. Bu jestler, belli bir bölge için geçerli olan genel koda aittir. Kodlar, mümkün olduğu derecede genel kodu yansıtmaya yöneliktir. Böylece bu dili bilmeyen kişi de, bazı anlamları çıkarabilir ya da daha çabuk öğrenebilir; ayrıca eğer sağır ve dilsizlere iletilen metni ter‐ cüman sayesinde öğrenir ya da ekranda görürse kolaylıkla bir bağlantı kurabilir. Bunun sonucu olarak birçok jest günlük yaşamımızdaki bir‐ çok simge gibi ikinci tür olarak göstereceğimiz işaretlere yaklaşır; hatta onlarla örtüşür. 12. 12. 2. Benzetme İşaretleri İkinci işaret türü, benzetmeler ifade eden işaretlerdir. Bu işaretler bir şeyi hemen hemen resmettikleri için de simgelerden daha kolay an‐ laşılırlar. Dil işaretleri normal olarak simgedir. Fakat kelimeler bazen sesleri taklit eder ya da yansıtırlar. Harfler de açık seçik simgelerdir. Resimsel yazılar ise benzetme yapan işaretlerdir. Trafik işaretleri ve levhalar üzerindeki işaretler vb. şeyler, ben‐ zetme özelliği olmayan simgeler olabilirler. Bunlar genellikle daha kolay kavranabilmeleri için kullanılan, resmedilen işaretlerdir. “Öncelikli yol” ve “taş düşebilir” levhaları birer kodlanmış işaret‐ tir. Tren garları, hava limanları, büyük spor tesisleri vb. yerler için “pik‐ togramlar” uluslararası aynı anlamı taşıyan resimsel işaretler dil bil‐ meyen kişilerin dahi posta kutusunu, kafeteryayı, yüzme havuzunu vb. yerleri bulabilmeleri için büyük ölçüde benzetme yapan işaretler kulla‐ nılmıştır. Elbette bedenimizle de sürekli benzetme işaretlerinden oluşan hareketler yaparız. Konuşmamızı şahsi jest ve hareketlerimizle destek‐ leriz, eğer konuşamıyorsak beden dilimizle oldukça yaratıcı oluruz. Biri‐ sine pencereyi açması için veya içecek bir şeyi getirmesi için yaptığımız işaretler kodlanmış, anlamı kesin işaretler değil; genellikle olayı tasvir eden hareketlerdir. Bir bağlam durum içinde yer almaları, kendiliğin‐


178

den meydana gelmeleri ve geniş bir değişkenlik yelpazesine sahip bu‐ lunmaları nedeniyle bu tip ifadeler, üçüncü ve son tip olan işaret türü‐ nün geçiş noktasını oluşturmaktadırlar. 12. 12. 3. Belirtiler Üçüncü tip işaretlere “belirti” adı verilir. Ansızın ortaya çıkarlar ve karşıdaki kişi tarafından genellikle doğru olarak anlaşılır; daha doğrusu bilinçsiz reaksiyonlar doğururlar. Hislerimizi belirten, bir heyecanlanma sonucu ortaya çıkan “ah, of” gibi kelimeler bunlara örnektir. “Semiyotik” duman ateşi ve ateşlenme ise bir enfeksiyonu göster‐ diği için, bunları belirti olarak tanımlamaktadır. Bunlar tabii ki, kasıtlı birer işaret ya da işaret eşliğinde yapılmış bilinçli hareketler değildir. Fakat kişi görünen her şeyin bir nedeni, kaynağı olduğunu düşünerek, var olan her şey bir işaret olarak algılar. Bedenimizle ilettiğimiz mesajlar genellikle bilinçsiz, olarak mey‐ dana gelen, ruh halimizi ve hislerimizi anlatan belirtilerdir. Alnın kat kat olması planlı ve bilinçli olarak karşımızdakine, söylediği şeylerden şüphemiz olduğunu gösteren bir sinyal olarak kullanılmadığı durumlar‐ da böyle bir belirti olabilir. Planlı ve bilinçli olarak örneğin bir mimik yapılan amaçlı bir bil‐ diriyle ansızın ortaya çıkan tepki arasında fark vardır. Elbette ki, anlatım aracı olan simgelerle de duygularımızı açığa vururuz. Simgelerin, duygu tasvirinden daha kısa ya da uzun ve farklı tarzda olabilecekleri bilin‐ mektedir. Buna karşılık heyecanın belirtileri, beden dilinde doğrudan ve nispeten bilinçsiz olarak ortaya çıkan ifadelerdir. En belirgin örnekler, evrensel olan yüz ifadeleridir. İnsanlar dünyanın her yerinde duygusal durumları bunlarla açığa vururlar. Kızgınlık, korku, şaşkınlık, üzüntü, nefret, sevinç gibi hisleri göste‐ ren kas hareketlerinin tümü, bütün insanlarda aynıdır. Buna bağlı ola‐ rak, “Hislerimizin sebeplerini gizlemek için yüz ifadesinin kontrol edil‐ meye çalışılması sonucunda, kültürel farklılıklar ortaya çıkar.” denil‐ mektedir. Görüldüğü gibi bedenin bildirileri çok çeşitlidir. Bu alan, anlatılan konuyla hiçbir ilgisi olmayan işaretlerden fakat anlamı belirlenmiş benzetme yapan, anlamı belli, söylenmek istenen şeyle benzerlik göste‐ ren işaretler, kişisel benzetmelerin yapıldığı resmeden işaretler ve niha‐ yet tepki olarak ortaya çıkan belirtilere kadar uzanmaktadır.


179

Özellikle bu son alan, kişisel iletişim yeteneği geliştirmek açısın‐ dan daha fazla ilgi çekmektedir. Bu alanın özellikleri beden dilindeki ve işaretler dünyasındaki yeri belirlendikten sonra daha iyi anlaşılır ve tartışılabilir. Kaç çeşit terim kullanıldığını bilmekten ziyade, “simgelerin” ve “belirtilerin” iki ayrı kutbu oluşturduğunu ve bu iki kutup arasında ka‐ lan alanda, işaretler arasında geçiş noktalarının olduğunu bilmek daha önemlidir.187

187 Schober, a. g. y. , ss. 15‐24.


180

13. DİNLEME Söz dinlemeyi bilmeyen, söz dinletmesini de bilmez. Aristotales

Hayatta, konuşma, ne kadar önemliyse, dinleme de en az onun ka‐ dar önemli ve gereklidir. Aslında konuşma ve dinlemeyi, anlaşma olu‐ şumunun, tıpkı bir madalyonun iki yüzü gibi, birbirini tamamlayan yön‐ leri olarak düşünmek yerinde olur. Genelde toplumlarda güzel konuşan‐ lar vardır da; kendini vererek, dikkatle dinleyenlerin sayısı pek fazla değildir. Konuşma, öyle bir diyalogdur ki: buna katılan bir insan, sırası gel‐ dikçe etkin ya da edilgen bir rol oynar. Röportajcı ya da söyleşiyi gerçek‐ leştiren kişi saygıyla konuşmak, bunun yanı sıra çok iyi dinleyici olmak zorundadır. İnsan ilişkilerinin önemli bir bölümü, anlatma ile dinlemeye daya‐ nır. Ayrıca, kişinin kendisini tanıması da ancak konuşma, yazma, soruş‐ turma gibi yetenek ve becerilerin yanı sıra dinlemeyi öğrenmesiyle ger‐ çekleşebilir. Araştırmalar kişinin, dinlemekte olduğu herhangi bir cümlede en fazla 12 kelimeyi hatırladığını ortaya çıkarmıştır. Okurlar ya da dinleyi‐ ciler, genelde cümlelerin ilk bölümlerini akıllarında tutmaktadırlar.

13. 1. Eleştirel Dinleme Eleştirici bir dinleyici, daima uyanık ve dikkatlidir. Konuşan kim‐ senin düşüncelerini nesnel bir biçimde değerlendirmeye çalışır. Eleştiri‐ ci olmayan bir dinleyici ise çoğu kez, söylenenlerin tümünü mutlak doğ‐ ru ya da gerçek olarak kabul eder ya da hiçbirini benimsememe gibi bir eğilim gösterir. Eğer gazeteci, anılan sorunlarını gidermek amacıyla katıldığı top‐ lantılarda yapılan konuşmaları “eleştirel dinleme” yöntemiyle izlerse, başarılı konuşmanın temel ilkelerini belirlemiş olur. Bunun için gazeteci, dinlediği konuşmalardan sonra şu değerlendirmeleri yapmalıdır: “Niçin böyle bir konuşma yapıldı? Konuşma yapılan yer, konuya uygun muydu? Konuşmanın türü neydi; bir şeyler mi açıklandı, yoksa dinleyiciler mi eğlendirildi? Dinleyenler konuyla ne ölçüde ilgilendi?


181

Ses ve görüntü aygıtlarıyla konuşma desteklendi mi? Konu yeterince açıklanabildi mi? Giriş ve sonuç cümleleri yeterin‐ ce etkili miydi? Uygun örnekler verildi mi? Anlatılan olay ve fıkraların konuyla ilgisi ne kadar güçlüydü? Konuşmacı kimlere karşı konuştu? Hedef kitlenin eğitim ve sosyal düzeyi neydi? Anlattıklarına inanıyor muydu? Kendine güveniyor muy‐ du? Heyecanlı mıydı? Resmi bir dil mi kullandı? Yazı dili mi kullandı? Saldırgan mıydı? Sözcükleri düzgün telaffuz edebildi mi? Aynı sözcükleri gereksiz yere tekrarladı mı? Dilbilgisi hataları yaptı mı? Düşüncelerinin mantık sırası yeterli miydi? Yoksa konudan konuya mı atladı? Konuşma arala‐ rında ‘eee, aaa’ gibi asalak sözcüklerle laf uzatmaları yaptı mı? Sesini normal, işitilebilir biçimde kullandı mı? Yoksa monoton bir konuşma mı yaptı? Dinleyicileri gözleriyle izledi mi? Yoksa gözlerini çevrede mi gezdirdi? Jest ve mimiklerini gerektiği gibi kullandı mı? Yok‐ sa hareketleri anlamsız mıydı? Dinleyiciyi etkiledi mi? Dinleyici severek mi dinledi?”188

13. 2. Dinleme Biçimleri Bir tek dinleme biçimi yoktur. Konuşanın kişiliğine, konuya, fiziki koşullara ve dinleyenlerin ilgilerine ve içinde bulundukları psikolojik durumlara göre dinleme, türlü özellikler gösterir. Bu özellikleri göz önünde bulundurarak dinlemeyi aşağıdaki bi‐ çimlerde bölümlemek mümkündür: 13. 2. 1. İstekli ya da İsteksiz Dinleme İçten gelmeyen bir dinleme ile isteyerek dinleme arasında, büyük bir fark vardır. Dinleyici, bir dış baskının ya da korkunun zoruyla dinli‐ yorsa yalnızca fiziki anlamda bir işitme gerçekleşiyor demektir. Şüphe‐ siz, bu türlü dinlemenin, hiçbir yararlı yönü yoktur. 13. 2. 2. Rasgele ya da Maksatlı Dinleme Rasgele dinleyen kişi, herhangi bir konuşmayı, dikkatle ve sabırla ve sonuna kadar izleyemez. Rasgele dinlemekle, gönülsüz dinlemek ya da dinlememek arasında, hemen hemen, hiçbir fark yoktur. 188 Tellioğlu, a. g. y. , s. 108.


182

13. 2. 3. Disiplin ya da Değişikliğe Dayanan Dinleme Bazı dinleyiciler, konuyu, sonuna kadar dikkatle dinlemek için iradelerini seferber ederler. Her türlü psikolojik ve fiziki engel karşısın‐ da, muhakkak dinlemeyi amaç edinirler. Böyle bir tutum, iyi bir dinleyici olmanın vazgeçilmez koşullarındandır. İsteğe, ilgiye ve zevke dayanan dinlemelerde, iletişim ve anlaşma, dolayısıyla öğrenme, daha etkili ve verimli olur. Çünkü, motivasyona dayanan dinlemede, dikkati sağlamak için, dış etkenlere gereksinme duyulmaz. 13. 2. 4. Sevecen ya da Sevemez Dinleme Bazı dinleyiciler, konuşmacıyı sevecenlikle izlerler; bakış ve tavır‐ larıyla iyi niyetlerini belli ederler. Sevemezlik duygusunun etkisi altında kalan dinleyiciler ise hem konuşmacıya, hem konuya karşı olumsuz bir tavır takınırlar.189

Televizyondan Yazıya Söyleşi Serüveni …Dünyanın hemen her yerinde en ünlü televizyon yıldızlarının “konuşturan” kişilerden oluşması rastlantı olamaz. Amerika’da Larry King, Barbara Wolters, Oprah Winfry ilk aklıma gelen isimler. Konuştuk‐ ları insanları sorularıyla ilginçleştiriveren insanlar… Televizyon çağının simyacıları… Çeşit çeşit mülakatçı vardır aslında. Bazıları için konuk önemli de‐ ğildir, konuşturan aynı zamanda konuşanın ta kendisidir, konuk olsa olsa program boyunca oynanacak bir oyuncaktır, bahanedir. Öte yandan, bazıları için konuk her şeydir, konuşturan ise bir hiç; önemsizlik duygusu ile yer yarılıp içine girmiştir adeta. Konuşan sanki yüceler yücesidir ve bir boşluğa seslenmektedir. İyi mülakatçı bu ikisinin arasındaki noktayı bulur. Ne ezer, ne de ezdirir. Mesafe ayarını özenle yapar. Çok çalışıyorken uzaklaşır, fazla uzaklaştı derken yakınlaşıverir. Çünkü dinlemesini iyi bilir. Konuğuna ve konusuna saygı duyar iyi mülakatçı ve bunu herkese hissettir. Hatta ilk bakışta saygı duyulacak bir yanı olmayanlara da. Hem espri yapıp hem cıvımamak kolay değildir; ustalık gerektirir. Ve tabii birikim gerek kültür, araştırma, dil becerisi… 189 Kantemir, a. g. y. , ss. 17‐19.


183

…Televizyon söyleşisi her şeyden önce soru sorma sanatıdır. İn‐ sanlar öğrenmek için soru sorarlar, ama soru sorabilmeleri için bir şey‐ ler bilmeleri gerekir. Televizyonda cehaleti saklamak fevkalade zordur. Konuğu ve konusu hakkında hiçbir şey bilmeden soru sormaya cüret eden kişi, olsa olsa kendi ahmaklığını teşhir etmek istemektedir. Yani, ön araştırma gereklidir, önemlidir, verimlidir… …Her söyleşi bir sınavsa, söyleşiyi yapan, aldığı cevaplar kadar sorduğu sorularla da değerlendiriliyor. Soruların bilerek sorulması işin bir yanı. Soruların ölçülerek sorulması da gerekiyor. İki yandan da di‐ kenli teller var. “Ayıp yahu, o kişiye böyle bir soru sormak yakışır mı?” çiti bir yanda; “Yazık yahu, hiç o soru sorulmaz mıydı?” çiti öbür yanda. Neyin nasıl sorulduğu elbette önemli. Ama, sorulmayanlar da önemli. “Çanak mülakat” ile “gerçek mülakat” arasındaki çizgi oradan da geçiyor. Televizyon tarihinde, nice mülakatçının kaderini sorduğu soru‐ lar değil, sormadığı sorular belirledi. Soruların sorulacağı kişilerin nasıl seçildiğine gelince… Ticari te‐ levizyonun reyting rekabetine dayanan ortamında televizyon mülakatla‐ rı İngilizce celebrity culture “kof şöhret kültürü” mü desek acaba? kof şöhret yaratacak, kof şöhret çiğneyecek, kof şöhret tükürecek. Türkiye’de de özellikle reyting avcılığı yapan televizyonlarda bu türden çarkların döndüğünü biliyoruz. Bu kültürün söyleşi programları, sürekli kendi aralarında paslaşıyorlar. Aynı zevksizliği ve cehaleti payla‐ şıyor, yeniden üretiyorlar. Bir kısırdöngü oluşuyor. Aynı şey haber mülakatçılarının uzman kadroları için de geçerli. Konular adeta paylaşılmış, her alanda üç beş ismin ötesine geçilmiyor, kolayına kaçılıyor, bu kadroları genişletmek için çaba gösterilmiyor. Ülkenin entelektüel kaynaklarının büyük bir bölümü televizyonun eri‐ şim alanının dışında tutuluyor… …Kof şöhret televizyonculuğunun ötesine geçilmesi, hem gerçek şöhreti hak edenlerin tanınması, hem de bu türden insanların bir an‐ lamda ödüllendirilmesi açısından yararlı. Kitlelere en kolay ulaşan ileti‐ şim aracı olarak televizyonun “aptal kutusu”nun sınırlarının aşılması, ancak bilinçli tercih ve seçimlerle mümkün. Akıllı insanın televizyonuna ancak böyle gidilebiliyor… Prof. Dr. Haluk Şahin. Sesli Düşünenler‐2003 Önsöz


187

Bölüm C

14. OTUZ İKİ YIL ÖNCE NE DEMİŞLERDİ? Milliyet Sanat Dergisi, 29 Ağustos 1975 tarihinde, “Ülkemizde ye‐ terince anlaşılmamış, birçok yönüyle açıklığa kavuşmamış röportaj” konusunda özel bir sayı 147 yayımlamıştır. Bu özel sayıdaki “soruşturma” çerçevesinde, bazı gazetecilere yö‐ neltilen sorular ve yanıtları şöyledir: 1. Röportajın bir tanımını yapar mısınız? 2. Röportaj bir edebiyat dalı sayılabilir mi? 3. Röportajda nasıl bir anlatım yolu seçilmelidir? 4. Türk Basını’nda röportajın geçirdiği evreleri ve günümüzdeki röportaj anlayışını kısaca özetler misiniz? 5. Bizden ve başka ülkelerden beğendiğiniz röportaj yazarları kimlerdir? 6. Röportajın belge olma yolunda bir işlevi olabilir mi? 7. Fotoğrafın röportaja katkısı nedir? Not: Ad sıralaması, dergideki gibidir.

14. 1. Halit Çapın 1‐ Röportajı, “okur toplumunun ilgi duyduğu konuları, sorunları, kişileri, yerleri ve olayları tanıtma amacıyla ve de içeriğine girerek oluş‐ turulan bir yazı türü”, olarak tanımlayacağım ben. Bir başka deyişle bunlarla ilgili gözlemler. Sadece bakarak değil ama... Baktığını görerek kaleme alınan bir doğrucu tanıklık... 2‐ Kesinlikle… Edebiyatın her dalında az da olsa çok da olsa biraz röportaj gizlidir, kanımca. Romanda, şiirde, hikayede, tiyatroda… Bazılarına ters düşebilir ama, edebiyat dallarının çıkış noktası ço‐ ğunlukla röportajdır, diyeceğim ben. Baksanıza yerli ve yabancı büyük edebiyat ustalarına… Hemen hepsi röportajla gelmişlerdir.


188

Roman, hikaye, şiir, tiyatro da yazsalar bir yerde hep röportajdan esinlenmişler, yapıtlarında yer yer belirgin bir şekilde röportaja yer vermişlerdir. 3‐ Bakarak değil, görerek yazmak... İşiterek değil, duyarak yaz‐ mak... “Yumruk gibi girerek, yumruk gibi çıkarak” demiş, bu konuda, is‐ mini anımsamadığım bir Amerikalı yazar. Aslında röportajın konusuna bağlı olarak değişebilir anlatım tar‐ zı... Anlatmasını biliyorsanız tabii... 4‐ Bizdeki ilk röportajcı Evliya Çelebi’dir diye düşünüyorum ben. Cumhuriyet döneminde zamanla gelişen gazeteciliğimizde ise ço‐ ğunlukla gezi türündeki röportajlara rastlanıyor. Belki de dışa açılma olanaklarından yoksun okuyucunun ilgisini fazlasıyla çektiği için bu tür, uzun bir süre geçerliliğini koruyor. Günümüz basınına ise gerçek anlamda röportajı, röportaj denilen olayı getiren ve beğeni kazandıran kişi tartışmasız Yaşar Kemal olmuş‐ tur kanımca... Üzülerek mi, yoksa gülerek mi belirtmek gerek bilmem ama, gü‐ nümüzde röportaj yazarlığı çoğunlukla dedikodu yazarlığından pek öte‐ ye geçememekte. Bunda okuyucunun röportajcıyı oluşturduğu kadar, röportajcının da okuyucuyu oluşturması önemli bir faktör. Romanı örnek alıp şöyle diyeyim: Barbara Cartland da vardır; okuyucusu da. Hans Habe de vardır; okuyucusu da. Harold Robins de vardır; okuyucusu da. Gorki de vardır; okuyucusu da... Bizdeki röportaj yazarları ile okuyucular da böyle bir sınıflandır‐ maya sokulabilir tabii. Ama gerçek röportaj ve röportajcı içinde bulunduğumuz koşullar‐ da, insana ve insan sorunlarına dönük olmak zorunda. Toplumla, yaşam‐ la, güncel sorunlarla yakın ilişkilere girmek zorunda. Diyeceğim o ki, bir dolu röportaj ve bir dolu röportajcı var günü‐ müz basınında. Kimi öyle, kimi böyle... Ama öte yanda da ağırlığını ortaya koyup yargılayıcı durumda olan ve beğenisini açık seçik sergileyen milyonlarca da okuyucu. Hem de değerlendirmelerinde kolay yanlışa düşmeyen milyonlarca okuyucu. Bence en önemlisi de bu.


189

5‐ Birinci bölüme “bizden herkes” desem artistçe olacak. O yüzden sıralayayım. Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Bekir Yıldız, Fakir Baykurt, Sait Faik. Yabancılardansa Jack London, Hemingway, Gorki, K. Simenof, Larry Collins, Dominique Lapierre ve de Norman Mailer. 6‐ Belki bir yere kadar, fazla uzağa gitmeksizin. O da yazarını göz önünde tutma şartıyla. Yaşamımızda “nesnellik” denilen şeyle yani gerçekle hep o kadar burun burunayız ki… Evde, işte, sokakta, yatakta… Hep objektif olma durumu. Ben o “nesnel”liğe biraz öznellik katmadan yanayım. Gerçekçi‐ liğin içinde duygusallık yani… Bazı konularda bal gibi de bağdaşabiliyor ikisi… Ama dozunu kaçırmadan, abartıcı olmadan… 7‐ Vardır tabii… Yazıyı inandırıcı kılmak bakımından, bizde bazen zorunlu oluyor nedense… Bir de sayfa düzenini kolaylaştırıp süslemek yönünden yararı inkar edilemiyor, bazılarınca…


190

14. 2. Yılmaz Çetiner 1‐ Röportaj bir olayı, bir konuyu okuyucuya en anlaşılır şekilde, hatta ona görüyor, duyuyor ve beraberce yaşıyormuşçasına yazıyla an‐ latma sanatıdır. Kişi de anlatılabilir, konuşturulabilir röportajda... Olaylar, konular dile getirilebilir... Bence röportajcılığın sırrı, sadece en iyi dille en güzel şekilde bir konuyu tanımlamak, anlatabilmek değil; olayı veya konuyu en canlı taraflarıyla okuyucuya gösterebilmektir... Biri diğerinden noksan olursa, röportajın kalitesi aynı oranda dü‐ şer. Yazarın yazacağı olayı hem derinliğine görmesi, hem de bütün can alıcı noktalarını bulması ve bunlardan nerelerini verirse, yani kağıda dökerse okuyucuya bir şeyler ulaştıracağını bilmesi gerektir... Bence röportaj roman ve hikayenin bir başka türüdür. Tek röpor‐ taj küçük hikaye ise seri röportaja roman diyebiliriz... 2‐ Roman ve hikaye edebiyatın en önemli, en başta gelen türleri ol‐ duğuna göre, röportaj kanımca hiç şüphesiz edebiyatın içindedir. Zaten derinliğine ve yanlamasına güçlü bir görüşle kalemin bütün ustalığıyla dile getirilmiş bir röportajla hikayenin arasında bir fark bulabilir misiniz? Röportaj tam bir gerçeği ortaya koyar genellikle… Bugün bütün dünyada gerçekçi hikayeler başarı kazanmıyor mu? O halde tek röporta‐ jı da, seri röportajı da edebiyatın içinde görmek gerekir. 3‐ Röportajda en başarılı anlatım yolu, diğer bütün yazı dallarında olduğu gibi, duru bir Türkçe, günümüzün konuşulan, yabancı kelimeler‐ den, kulağı tırmalayan kelimelerden uzak Türkçe’sini kullanmaktır. Sonra, anlatım aslında yazarın gücüne, ustalığına kalmış bir mezi‐ yettir. Her yiğidin ayrı bir yoğurt yeme tarzı vardır, derler. Bu edebiyat‐ ta, roman, hikaye ve röportajda da böyledir. Her yazar, kendi yeteneğine göre bir eser koyar ortaya... Ama bunun bir takım kuralları vardır elbet‐ te. Bu kurallardan, yani anlatımı güçlendirecek, yazarı başarıya ulaştıra‐ cak kurallardan birincisi, duru Türkçe’yi, günün konuşulan dilini kulla‐ nabilmektir. Cümleleri uzatmadan noktalamak. Biçimsiz, eğri büğrü cümleler yazmamak... Kanımca bir yazıyı okurken şiir gibi, güzel bir me‐ lodi gibi kulağa hoş sesli gelmelidir. Cümleler, kulağı tırmalamamalıdır.... Aslında bunları yapabilmek yazarın ustalığına, yeteneklerine göre değişir... Ve bunları yapabilmek şarttır. Ama bundan sonrası yani sordu‐ ğunuz anlatım yolu: İşte bu tamamen yazarın kendi gücüne, görüş tarzı‐ na, üstünlüklerine, muhayyelesine ve oralardan süzülüp süzülüp kale‐ minden kağıda dökülüşüne bağlıdır.


191

4‐ Türk Basını’nda röportaj değişik şekillerde, değişik anlatımlar‐ la, yıllarca gazeteciliğin en önemli yazı biçimi olarak yer aldı. Eski gazete koleksiyonlarına baktıkça, eski günleri hatırlamaya çalıştıkça, bunlar hep karşımıza çıkıyor. O devirlerde, anlaşılmaz bir üslup içinde yazılan röportajlar da olduğu görülüyor gazetelerde; çok şey anlatan, bilgi ve‐ ren, haber veren zevkli röportajlar... Ancak bugün okuyucuların, röportajlarda artık bir takım lüzum‐ suz tasvirlere uzun cümlelere, konuyla ilgisi olmayan detaylara, hayale yer verilmesini istemediği görülüyor. Röportajda belge arıyor; gerçek arıyor okuyucu... Ve bu gerçekleri, en iyi, en akıcı, sıkmayan bir anlatım‐ la ortaya koyan, belgelerle inandırıcı olan röportajlar günümüzde başarı kazanıyor. 5‐ Yaşar Kemal. Hiç şüphesiz en güçlü romancı ve röportajcı ola‐ rak Yaşar Kemal’i görüyoruz… Örneğin “Bu Diyar Baştan Başa” kitabı çoğu zaman başucumda durur, okurum… Yıllar önce Cumhuriyet’te çı‐ kan bu röportajlar, canlılığından hiçbir şey kaybetmemiştir. Yaşar, o büyük “İnce Memed” romanını da, o röportaj yazarlığı sırasında o hava içindeyken yazmıştır. Sonra Hikmet Feridun Es. Yazdığı devirlerde röportajcılığa büyük yenilik getirmiştir. Hikmet Feridun’un da canlı, tatlı bir anlatım stili var‐ dır... Ve okuyucunun olayın hangi yönüyle ilgileneceğini bilir Hikmet Feridun. Özellikle gezi röportajlarında güzel örnekler koymuştur ortaya. Hikmet Feridun’un röportajcılığa ara verdiği sıralarda Türkiye’de olay‐ lar değişmiş, okuyucu büyük aşama yapmış, yeni sorular ortaya çıkmış, bunun sonucu, memleket sorunlarını ortaya koyan, inceleme, araştırma röportajları devri açılmıştır. Dünya edebiyatında roman ve hikaye türü‐ nün geçirdiği değişiklik gibi… 6‐ Şimdi sorunuza geliyorum… Evet romanda olduğu gibi bugün röportaj türünde de belgesel röportaj devrindeyiz artık… Ve şimdi bu tür röportajlar devri geçerlidir bütün dünyada… Televizyon birçok yazı türünü yıktı götürdü… Ama insanlara yeni bir takım olanaklar arama ihtiyacını duyurdu. Şimdi artık yurt sorunları, dünya sorunları ve bunla‐ rın renkli filmlerle gösterilemeyecek yönleriyle ilgileniyor insanlar… Palavraya artık herkesin karnı tok olduğundan, yeni koşullar altında belgesel olay, belgesel röportaj okumak istiyor. 7‐ İşte bu nedenledir ki fotoğraf, röportajı değerlendirecek, kanıt‐ layacak önemli bir belge oluyor.


192

14. 3. Hikmet Çetinkaya 1‐Röportaj, haberin vurucu güçlülüğünü pekiştiren, sağlam boyut‐ lar getiren, belgesel ağırlığı fotoğrafla bütünleşen, resmi verilere dayalı bir yazı türüdür bence. Ancak röportajın öyküsel bir ağırlığı olduğunu savunanlardanım. Ama gerçek bir öyküsel ağırlık olarak... 2‐ İlk soruda yanıtlamış oluyorum “öyküsel ağırlık” sözcüğüyle… Haber yazmakla röportaj yazmak apayrı bir iştir. Elbet bir edebiyat dalı‐ dır röportaj. 3‐ Sade bir anlatım dili seçilmelidir. Gazete okuyucusu o eski oku‐ yucu değildir artık. Düşün gazetelerinde röportaj yapmak öyle pek kolay değildir eskisi gibi. Yazarın okuyucuya güven vermesi, yapmacıklardan kaçınması, konuyu derinliğine araştırması ve diziyi peri masalına çevir‐ memesi gerekir sanırım. 4‐ Türk Basını’nda röportajcılık bir gelişim geçirmiştir ve geçir‐ mektedir. Daha düne dek, bizim öğrencilik yıllarımızda uçan dairelerle ilgili röportajlar okuyorduk. Şimdilerde şarkıcı Gülten’in Amerika’da nasıl zengin olduğunu okuyoruz. Bir başka açıdan bakarsak acındırma edebiyatıyla bu işi sürdür‐ mek isteyenler olmuştur. Ama bir Yaşar Kemal, yıllar önce bu acındırma edebiyatına son veren dizileri hazırlamış, Anadolu gerçeğini İstanbul burjuvazisinin suratına “şak” diye yapıştırmıştır. 1960 yılına doğru uzandığımızda kimi gazetelerimiz muhabirleri‐ ni güney ve doğu yöremize göndermeyi gerekli görmüşlerdir. Bir Fikret Otyam, yıllarını feodal kalıntıların arasında bitirip tüketen insanların acılı yaşamlarını dile getirmiştir. Yirmi beş yıldır dile getirmektedir ve bu gidişle bir yirmi beş yıl daha dile getirilecektir. Bizler, geri kalmış bir ülkenin röportaj yazarları olarak, dizilerimi‐ zi halkın sesi ve soluğu olarak yansıtmalıyız gazetelerimize. Bozuk dü‐ zen çarkında yaşamlarını sürdüren, üzüm, tütün, incir, ayçiçeği üretici‐ lerinin sorunlarını, ezilen, hor görülen tarım işçilerinin acılı yaşamlarını devrimci bir gözle ve objektifle yansıtmalıyız gazetelerimizde. Ama bunları bugün kaç kişi yapıyor ya da yapmaya çalışıyor. Te‐ kelci burjuvazinin egemenliğini sürdürdüğü Türk Basını’nda, soluğumuz ne kadar daha sürecek, orasını bilmiyoruz. Ama bildiğimiz: Türk Basını, Türk halkının devrimci yürüyüşüne ayak uyduracaktır. Daha doğrusu uydurmak zorundadır. Halkın istemleri bu dizi içinde Türk basın röpor‐ tajcılığını devrimci atılımlara itecektir.


193

5‐ Yaşar Kemal, Nevzat Üstün, Fikret Otyam, Mete Akyol, Necmi Onur ve Halit Çapın… Yabancılardan belki Uçurum İnsanları’nın etkisi altında kalarak Jack London. 6‐ Röportajın belgesel bir işlevi vardır. Örneğin Cumhuriyet’te son yayımlanan “Dağlara Kamplar Kuruldu” bunun en somut örneğidir. 7‐ Fotoğraf röportaja belgesellik, gerçeklik ve görünüm sağlar.


194

14. 4. Hikmet Feridun Es 1‐ Geçen gün, Küçükpazar’da bir kapıcı sokakta 350.000 lira bul‐ du. Hemen evine koşup kapandı. Parayı arayan olacak mı? Olmayacak mı? Bir gün, kimse yok... İkinci gün kimse yok... Üçüncü gün kimse yok ... Oooh artık 350. 000 lira temelli kendisinin... Geçti o fukaralık günleri... Zengin oldu gitti kapıcı efendi... Çocuklara pirzolalar ve manavdaki en büyük karpuz... Sonra da bakkalın vitrinindeki küçük rakı şişesi... Lakin 350.000 lira ile geçen üç uzun günün sonunda kapıcı, akşam olurken dayanamıyor... Koşuyor karakola... Üç gece koyun koyuna yattığı, üç gece kendisinin olan paraları po‐ lise teslim ediyor... Her 500 liralığı ayrı ayrı okşayarak... Bulunuz sahibi‐ ni komiser efendi... Olayı, haber türünde gazeteler yazdı. Adam parayı buldu; üç gün sonra da gidip teslim etti. Ve o kadardır o hikaye... Haber hudutları bu‐ rada biter... Ama bir de adamın bütün yaşamı boyunca 3 günlük bir zen‐ ginlik hayatı var. Üç gün 350.000 lira ile yatağa giren adam... “Haber” dediğimiz nesnenin “olmuştur”, “bulmuştur” gibi tel örgü‐ leriyle sınırlandırdığı alanın öbür yanında ise röportaj başlar. Ve “ol‐ muştur”, “bulmuştur” diye anlatılandan da daha “insan ilgisi” ve ayrıntı‐ lara girerek... Dürüst babanın zeytin ekmek başındaki çocuklarından başlayarak... Bu basit bir polis ve şehir röportajı... Aynı ölçüyü alıp Küçükpa‐ zar’dan Biafra’ya, Angola’ya, Lizbon’a, Portekiz Timoru’na götürebilirsi‐ niz... Röportajı bir “tanım tel örgüsü” içine sokmak imkanı olduğunu sanmadığım için, size röportajın röportajını yapmak istiyorum... 2‐ “Gözleri Zengibar gecelerini kıskandırıyor beyazlıktan yana… Memeleri ananas kokuyor…” Bir şiir bu… Ne var ki şiir türünde yazılmış mis gibi röportaj… Sevgilinin röportajı… “Röportaj bir edebiyat dalı mı?” diye soruyorsunuz… Dalı değil, gövdesi… Şiiri de içine alır, bizim eski sefaretnamelere kadar tarihi de… Ta‐ rifin girdiği her şeyi… Size garip bulacağınız bir şey daha söyleyeyim mi? Bence Büyük Söylev, büyük bir röportajdır… Daha ilk satırlarından… Şöyle başlar: “1919 Yılı Mayısı’nın 19. günü Samsun’a çıktım. Vaziyeti umumiye şöy‐


195

leydi…” der Atatürk. Ve bize öyle bir vaziyeti umumiye genel durum verir ki, Kurtuluş Savaşı öncesinin tek belgesidir… Ve tek röportajı… 3‐ “Akşam oluyordu... Üstadı kitapları ile baş başa bırakarak odayı terk eyledim...” İşte eski röportaj yazarlarından çoğu böyle yaparlardı... Mülakatın sonunda üstadı kitapları ile veya mesaisi ile baş başa bırakarak odayı terk ederlerdi... 1940 röportajcısının son satırları bu olurdu... Bugün böyle değil... Röportaj nasıl bir “tarif”in kalıplarına gire‐ mezse, bir tek fikir elbisesinin içinde de rahat edemez... Her konu için ayrı bir anlatış türü... 4,5‐ “Sofya’dan beri dördüncü uykusuz gecem... Nokta Komutanı kendi yatağını bana bırakmak nezaketini gösterdi.. Soyunup yattım... Göz kapaklarımın kapandığını hatırlıyorum. Sonra dimdik fırla‐ dım. Odamın pencereleri sokaktan bir metre yüksekti. Karyolamın baş ucunda da bir pencere var. İşte bu pencerenin yanında 5 el silah patla‐ mıştı. Sonra 30‐40 hatta 50 silah daha... Atılan tüfeklerin alevleri pence‐ remden görünüyor… Bir sokak muharebesi bu... Demek düşman bas‐ mış... Karyoladan usulca indim... Çömele çömele yürüyerek kapı diye tahmin ettiğim tarafa doğru yürüdüm...” Bu satırları bir savaş muhbirinin notlarından aynen aldım. Kimdir bu harp muhabiri? Ahmet Rasim... Evet, büyük halk yazarı Ahmet Rasim... Bizde harp muhabirliği, modern anlamda savaş röportajı bile bu kadar eskiye dayanır. Daha öte‐ si, İmparatorluğun büyük seferine iştirak eden “vakanüvisler” de ayrı... Hepsi birer harp muhabiri, hepsi birer savaş röportajcısı... Yalnız savaş röportajı mı? Yıllarca önce biz vesikalarla. En önemli barış röportajını, barış muhabirliğini yaptık. İşte Ali Naci Karacan’ın “Lozan”ı... “Lozan”, 15 bin tirajın bir gazete için inanılmaz bir nimet sayıldığı o zamanın dar ve hasis imkanları arasında yapılmıştır. Bugün 100 bin tiraj bir gazeteyi idare bile edemiyor. Ve zamanımızın yazı işleri müdürü, dünyanın her tarafına muhabir gönderebilecek salahiyettedir. Gerekirse özel uçak kaldırtmağa bile... Üstelik günün röportajcısı artık düne naza‐ ran çok daha realist ve ayrıntıcı yazardır. Röportajın altın devri başlıyor gibime gelir... Hem yazılı yayında hem görüntülü yayında. 6‐ Ali Suavi’nin kaç sarığı vardı, bilir misiniz? İki tane... Koskocaman iki sarık...


196

Bu sarıklar her gün yıkanır, ütülenirdi. Padişahı değiştirmek niye‐ tiyle Çırağan Sarayı kapısına dayanıp başına bir sopa vurularak öldürül‐ düğü günde kafasında, birkaç saat önce yıkattığı bu sarıklardan biri var‐ dı… O zamanlar gazete sütunlarına giremeyecek derecede “gayri ciddi” bulunan bu tafsilatı, bugün bir röportaj yazarına borçluyuz… Röportaj‐ cının bütün işi, ‐doğru, yanlış‐ yarına belge bırakmak… 7‐ Ahmet Rasim kırmızı turp sevmezmiş, ama rakı masasından da eksik etmezmiş. Bir gün “Nasıl olsa yemiyor” diye kaldırmışlar, binme‐ diği küp kalmamış Rasim Bey’in… “O göz mezesidir. Getiriniz turpu ma‐ saya… Onsuz rakı içilir mi?” diyerek yeniden sofraya koydurtmuş turp‐ ları. Ofset tekniğinden sonra göz gazetesi ortaya çıktı. Okuyucuyu daha ziyade gözden yakalamak! Resim, özellikle renkli... Ama televizyonun rekabeti karşısında, ondan daha değişik şeyler vermek düşüncesiyle her tarafta “beyaz baskı”ya, yani daha ziyade metne, yazıya dayanan yola doğru bir gidiş var... Televizyonun veremediği, okuma ihtiyacını gider‐ mek için… Lektüre okumaya doğru kayış… Ama yavaş yavaş... Siyah‐ beyaz orta sahifelerden başlayarak…

14. 5. Nail Güreli 1‐ Yaşamanın bir kesitini edebiyatla belgeleme sanatıdır, bence röportaj. Yaşamadan muradım, elbet yalnız insan yaşamı, daha öte, yal‐ nız canlılar yaşamı değil. Tüm doğanın, tüm evrenin yaşamasından, baş‐ ka bir deyimle, varlığından bir bölüm, bir kesittir röportaj, demek istiyo‐


197

rum. Geniş ya da dar, kısa ya da uzun, derin ya da düz. Bir kesit işte rö‐ portaj. 2‐ Evet. Hem de güçlü, soluklu bir edebiyat dalıdır röportaj bence. İlk sorunun yanıtında da bu görüşü belirlemeye çalıştım kısaca. Kanımca röportaj romana da, hikayeye de, tiyatroya da, şiire de uzanan bir ede‐ biyat dalı. Daha öte, edebiyatın dışında resme de uzanan bir sanat dalı. Romana, hikayeye, tiyatroya karşı, gelecek röportajındır, diyebilirim. Bugün de artık roman, hikaye, tiyatro “Ben biraz röportajım” öz açıkla‐ masında bulunmalıdır. Benim röportaj karşısında gözüme kestiremedi‐ ğim, yeri sağlam tek edebiyat dalı şiirdir. Röportajda da şiir oluyor ama, halk katında şiire egemen olacak kadar değil. 3‐ Romanın, hikayenin, tiyatronun, şiirin öteden beri bilinen ve kendini yenileyen anlatım yollarının tümü, röportaj için tek anlatım yo‐ ludur. Röportajın bu anlatım yolu alabildiğine özgür, tanıma gelmeyecek kadar özgür bir yol olmalıdır bence. 4‐ Bir araştırmacı yetkim ve yeteneğim olmadığından, özellikle bu konuda belirgin bir şey söylemekten kaçınmak isterim. Yalnız gördüğüm kadarıyla röportaj, ders kitaplarına örnek bir anlayışla Türk Basını’nda başlamış, belirli bir tanıma bağlı olarak gelişmiş, bu gelişmeye usta ya‐ zarların katkısı olmuş, son yıllarda da yeni bir anlayışla özgürlüğüne, kişiliğine kavuşma yoluna girmiştir. Günümüzdeki röportaj anlayışının başlıca özelliği, sanırım, “de‐ dim, dedi” anlayışından kurtulmuş olması, kendine daha geniş bir anla‐ tım alanı açması, özgür, gürbüz, soluklu bir anlatıma, öz ve biçim yönün‐ den erişme çabası içinde olmasıdır. Şunu da izninizle eklemek gerekir: bu dediklerim, günümüzdeki röportaj anlayışını değil, yalnız benim rö‐ portaj anlayışımı belirlemek çabasından öteye gidemez. 5‐ Başka ülkelerin röportaj yazarlarını izleme olanağım yok. Biz‐ den bir ad söylemek gerekirse Uğur Dündar diyeceğim. Yalnız bu, “be‐ ğendiğim başka röportajcı yok”, demek değildir. Beğendiğim, sevdiğim çok röportajcı var. Adlarını verme yoluna gidersem, eksik kalmanın yanlışlığından ve haksızlığından çekinirim. 6‐ İlk sorunun yanıtında değindiğim gibi, röportaj bir belge aslın‐ da. Belge sözünü sınırlı, kısıtlı anlamda almadığımızı varsayıyorum. Bir siyasal, bir parasal, bir hukuksal vb. bir belge değil; yalnızca ve başlı başına bir “fotokopi” değil röportaj... Belki fotokopi de var içinde. Ama fotokopinin anlatamadığı belgeler de var röportajda.


198

7 ‐ Fotoğrafın röportaja katkısı, yazının lejandın karikatüre kat‐ kısına benzer bir şeydir. Sonra, fotoğraftan röportaja bir katkı beklemek, hem de fotoğrafa biraz haksızlıktır bence. Her ikisi de, ötekinin katkısına gereksinme duymayacak kadar anlatım gücü olan birer sanat dalıdır.


199

14. 6. Yaşar Kemal 1/7 ‐ Bir insanın kendi işi üstünde konuşması epeyce zor. Yaşa‐ mım boyunca röportaj benim ana işlerimden birisi oldu. Koşullar bana yardım etseydi röportaj yazarlığımı bugüne kadar sürdürürdüm. Koşul‐ ların bana yardım etmemesi, benim işimi sürdürememem çok acı oldu. Gazeteciliğimiz olağan yaşamını sürdürseydi, şimdiye benim bir sürü röportaj kitabım olurdu. İşimi çok seviyordum, ama ancak onu on iki yıl sürdürebildim. O da zor bela. Çok ağır koşullar altında. Benim röportaj yaptığım sıralarda bizim gazeteciliğimizde röportajcılık pek öyle anlaşılmış değildi ama, durum bugünkünden çok iyiydi. Ortada Hürriyetler, Günaydınlar, gazete olmayan parti gazeteleri daha fink atmıyorlardı. Makas gazeteciliği pek öyle azıtmamıştı. Patronlar öyle tepeden bakmıyorlardı onlara. Buna karşın benim röportaj yazarlığım inanılmaz ağır koşullar al‐ tında geçti. On iki yılda, o çok ağır koşullar altında yaptığım röportajlar karşılığı ne kazandığımı söylersem şaşılır. Gerçekten, şu anda o rakamı ben size vermeğe utanırım. Ama ben gene de, az kazanmama karşın, işimi sürdürmeğe seve seve razıydım. 1963 yılında gazetemin sahiple‐ rinden birisiyle birlikte birçok arkadaşımla işimden oldum. O gün bugün de bir Allah’ın kulu kalkıp, “Yahu sen bir zamanlar iyice röportajlar ya‐ pardın, benim gazetemde de yapmaz mısın?” diye sormadı. Makasçı gazetecilik röportaja gerek duymuyordu, bütün sorun buydu. Röportaj, gazeteciliğin başlıca, ana kollarından birisidir. Hele si‐ nemadan, televizyondan, radyodan sonra önemi gittikçe de artıyor. Şu andaki batı gazeteciliği bir tür röportaj gazeteciliğine dönüştü. Haber bir soyutlama, geniş bir çerçevedir. Haber bir yaşam değil‐ dir; belki de yaşamın geniş bir gölgesidir. Gazetecilikte haber, radyodan, televizyondan önce de okuyucuyu doyurmuyordu. Ancak röportaj çıkın‐ cadır ki, okuyucu yaşamla, yaşamın, olayların özüyle karşı karşıya gele‐ bildi. Haber, gerçeğin kaba yansıması; röportajsa yaşamın özüne, gerçe‐ ğin özüne doğru bir iniştir. Örneğin ben Vietnam savaşını ne haberlerden, ne bilimsel araş‐ tırmalardan öğrenebildim; daha da ileri gidersem, televizyon filmlerin‐ den de öğrenemedim. Ancak Vietnam savaşı üstüne birkaç röportaj oku‐ yunca, bu korkunç savaşın dehşetine varabildim.


200

Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi? Bu soruyla çok karşılaştım. Röportaj bir edebiyat dalı sayılmak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik, onun edebiyat gücüdür. Haber bir yaratma değildir, bir taşımadır. Aslında röportaj, taşıma anlamına geliyor ya yanlış, o taşıma olan haberdir; hem de en gerçek anlamıyla. Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz... Yaratmadan hiç kimse, hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz; yakalarsa da karşısındakine anlatamaz. Haber gerçek değil mi? Bence haber gerçeğin gölgesidir. Haberin arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, dramlar, sevinçler var? Haber bunu bize veremez. Röportaj, haberin varamadığı yere varandır. Ama nasıl? Yaratarak… Gerçeği değiştirerek değil, yaratarak... Dünyadan çok röportajcı geldi geçti, çoğu röportajını haberin ile‐ risine götüremedi ve bize anlatmağa çalıştığı gerçeği söyleyemedi. Ken‐ disi de, anlatmağa çalıştığı gerçek de güme gitti. Dünya gazeteciliği rö‐ portaja haber kadar önem vermiş olsaydı, dünyamızın yüzü yüzyılımı‐ zın yüzü şimdiye kadar bambaşka olurdu. Dünyamızı röportaj başka, daha mutlu, daha umutlu bir yere götü‐ rebilirdi. İnsanlığın gerçeğe varabilmesi, kirlerini biraz daha dökmesi, yanlışlarını biraz daha düzeltmesi demektir. Yanlışlıklarımızın, ahmak‐ lıklarımızın çoğu, gerçeklerini bilmememizden dolayıdır. Dünyayı, insa‐ nı ne kadar çok öğrenirsek, ne kadar çabuk gerçek yaşama varırsak, o kadar çabuk mutluluğa kavuşuruz. Haber, bize dünyayı çok az vermekte... Gerçeğin kabuğuna bile va‐ ramıyoruz haberlerle. Dünyanın yaşamı, uzun süredir haberin kalıplaş‐ ması yüzünden çok gizli kalıyor. Üstelik, çağımızda birçok haber de ger‐ çekleri gizleme ödevi görüyor ki bu, dünyamızın mutsuzluğu oluyor. Röportaja kişi ister istemez damgasını vurmak zorunda. Haberse, bireyin işi olmaktan çoktan çıktı. Haberden bir takım çıkar toplulukları sorumlu; röportajdansa ister istemez bir kişi sorumlu oluyor. Röportaj ajanslarını katmıyorum buna. Onlar nitelik değiştirmiş bir çeşit haber ajanslarıdır gene. Dünyadaki en iyi röportaj yazarları da büyük romancılardır. Bun‐ ların arasında Hemingway, Ehrenburg, Şolohof, Simonov, Kessler var. Salt gazetecilikten gelen usta, büyük bir röportaj yazarı daha tanıyoruz, o da Malaparte’tır. Şu saydığım adlar da gösteriyor ki, röportaj bir yaratmadır. Bu ya‐ ratmada da gene önde gelenler büyük yaratıcılardır. İyi röportaj orta


201

adamın işi değildir. Bu arada çağımızın büyük düşünürü Sartre’ın da röportajlarını sayabiliriz. Nazım Hikmet’in Küba Röportajları, erişilmez bir güzelliktir. Bizde birçok ünlü yazar röportaj yaptı, şimdi hiç birisi aklımda değil. Ha yapmışlar ha yapmamışlar. Ama Sait Faik’in, Orhan Kemal’in, Aziz Nesin’in röportajlarını kim unutabilir? Bizde röportaj gelişemezdi. Bizim politikamız uzun yıllar gerçeğe varmak değil, gerçeği örtmek oldu. Ben Doğu’daki mağaralarda yaşayan insanları yazdığım zaman kıyametler koptu. Az daha gazeteden kovdu‐ ruyordu beni o çağın hükümeti. Bereket versin ki Nadir Nadi ile Cevat Fehmi dayattılar; örneğin Cumhuriyet’in başında Nadir Nadi gibi, Cevat Fehmi gibi anlayışlı, özgürlük yanlısı kişiler olmasaydı ben Cumhuri‐ yet’te değil on iki yıl, on iki dakika kalamazdım. Onlar Cumhuriyet’in başından uzaklaştırılınca bana da hemen o anda yol göründü. Türkiye uzun yıllardır, demokrasi uydurması altında bal gibi fa‐ şizmi yaşıyor. Demokrasi, demokrasi diye kendimizi aldatıyoruz... Ço‐ ğunlukla gazetelerimiz bu örtülü faşizmin birer çığırtkanı. Gelen ağam, giden paşam gazeteleri bunlar. Bunlar yurdun, insanın gerçeğine var‐ mak için kişilikli kimseleri bulacaklar yetiştirecekler de insan ve yurt gerçeğine varacaklar, öyle mi? Faşizmin yoğunlaşması, Türkiye’de rö‐ portajın ölümüyle sonuçlanmıştır. Bu bir orantı sorunudur. Türkiye’de bugünkü faşizm çözülürse, basınımızda da değişiklik‐ ler olacaktır. Şu günlerde tirajları tepe aşağı giden gazetelerimiz bir çı‐ kar yol arayacaklardır. Onları halkın, okuyucunun gözünde sevimli kıla‐ cak, gerçek insan yaşamını, olayların, haberlerin ardındaki gerçeği vere‐ cek olan tek yol röportajdır. Güçlü bir şiirimiz, hikayemiz, romanımız var. Buna karşın röporta‐ jımız sıfırda denecek kadar cılız. Neden? Bu gerçeğe aykırı değil mi? Çünkü röportaj, gazetelerin tutumlarına yüzde yüz bağlıdır. Gazeteler isterlerse röportaj dalı çok çabuk gelişir. Röportaj dalı birkaç yıl içinde kendi Sait Faik’ini, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Dağlarca’sını, daha ileri gidersek Nazım Hikmet’ini yaratabilir. Yeter ki gazeteler tutumlarını değiştirmek, gerçek gazeteciliğe yönelmek zorunluluğunu duysunlar. Daha da gereklisi, Türkiye’de demokrasi gerçekleşsin. Başka bir sorunuza karşılık vermeliyim. Ben röportajlarımı nasıl yaptım? Hemen şunu söyleyeyim ki, herhangi bir röportajıma her hangi bir romanım kadar çalıştım. Çoğunlukla dizi röportajlar yaptım. Öm‐ rümde ikinci yaptığım dizi röportaj Kaçakçılar’dır. Güney sınırlarımız‐ daki kaçakçılığı konu almıştım. Gittim, üç aydan fazla bir süre kaçakçılar


202

arasında bir kaçakçı gibi yaşadım. Onların korkularına, acılarına, sevinç‐ lerine, varlıklarına, yokluklarına katıldım. Bunca yıl geçti; 1951 yılında tanıdığım birçok kaçakçıyla yakın dostluğum daha sürer gider. Benim kaçakçı değil de, gazeteci olduğumu öğrendikten sonra bile benimle ilişkilerini kesmediler. Şimdi bir geceyi anımsıyorum, kilomet‐ relerce bir kayalık yolu aşarak, sırtımda ağzına kadar doldurulmuş bir çuvalla canım çıkarak, korkarak, ödüm koparak, kaçakçılarla sırtımızda‐ ki çuvalları taş yığınlarına saklayışımızı anımsıyorum. Bunca yıl nasıl unutmamışım. Bunun önemli bir sebebi olacak. Hiçbir röportajımda bir tek not almadım. Ne bir sözcük, ne bir çizgi. Hiç‐ bir zaman yanımda kalemim olmazdı… Adres yazmak için bile. Son iki röportajımı banda aldım. Niye acaba? Çok düşündüm, belki makineyi kullanmak hoşuma gitti. Ama bir kere olsun, yazmak için teybi açıp da dinlemedim. Dinlemek gerektiğini duymadım. “Denizler Kurudu” röpor‐ tajım uzun yıllar yaşadığımdı zaten. Laf olsun, diye teybe aldım. Biri de son röportajım “Çocuklar İnsandır”. Onu da teybe aldım ama bakmadım bile. Yakında çıkacak. Bu davranışımın sebebi ne? Çok bilinçli olduğumu sanıyorum bu‐ rada. İnsan ancak gerçeğe, o gerçeği, o insanı, o insanları yaşayarak va‐ rır. Bence not almak, çizgi çizmek saptamak hava. Bana öyle geliyor ki, notlar, çizgiler, sözler gerçeğe varmak için tuzaktır. İnsan onlara güve‐ nip yaşamayı unutur. Yaşamayı önemsemez. Yazıcı olduğunu, salt onla‐ rın yaşamına yazıcı olarak katıldığını unutamaz. Unutamazsa da işte o zaman hapı yutar. Yaratması engellenir, kısıtlanır. Ne kadar röportaj yapmışsam, onu sonuna kadar yaşadım diyebi‐ lirim. Konumu, insanlarımı gereğince yaşamamışsam, röportajlarım da olmadı. Uydurma oldu. Ya da ben öyle sandım. Nasıl roman yazmışsam, hangi biçimle, hangi davranışla, öyle de röportaj yaptım. Türkiye’de demokrasiyle birlikte röportajcılık da gelişecektir. Ga‐ zeteler ne kadar diretirlerse diretsinler, ayakta kalmak, okuyucuya in‐ sanca varmak için, televizyon, radyo, sinema furyasında, röportaja baş‐ vurmak zorunda kalacaklardır. Dünya gazeteciliğinin bugünlerde girdiği bu çaresiz yola, bizimkiler de gireceklerdir.

14. 7. Fikret Otyam 1‐ Yüreğinde katıksız insan sevgisi taşıyan, yalandan, dolandan, laf ebeliğinden kendini yüzde yüz ırak tutan, geniş halk yığınlarının,


203

renk, dil, din, mezhep, cinsiyet, ırk farkı kollamadan sorunlarına eğilen, salt onların çıkarını gözeten; olaylara, konulara bu açıdan, bu anlayış ve tanımla yaklaşan eli kalem tutanların yaptığı bir anlatım biçimidir rö‐ portaj da, özetle... Bizim, bazı kafa dümbüğü eleştirmenler, bir öyküyü ya da bir ro‐ manı kötülemek istediler mi “Röportaj havasından kurtulamamış.” der‐ ler, aşağılarlar röportaj türünü! Sorsanız bu “eleştirmen ağaları”na “Peki röportaj nedir?” diye, sanırım “Kötü öyküye, kötü romana röportaj der‐ ler.” karşılığını verirler. O nedenle, Sanat Dergisi’nin bu soruşturmasını kıvançla karşıladım. Birlikte öğreneceğiz röportajın ne olup ne olmadı‐ ğını, çeşitli kişilerden, anlayışlardan. 2‐ Röportaj, birinci soruya verdiğim cevap içinde yapılan röportaj, ustasının elinde elbette bir edebiyat dalıdır benim için… Yine dar kafa, roman türünden, öykü türünden öteye geçememiş, az gelişmiş ülkenin, az gelişmiş değil, gelişememiş bazı eleştirmenleri “Röportajda ruh tahlil‐ leri yoktur, bir gözlemden öteye geçemez, onun için röportaj bir edebi‐ yat türü, dalı değildir.” derler. Sanırım röportajda gül ararlar, güle kon‐ muş bülbül ararlar, ne bileyim ya da Efruz Bey’in serüvenini de ararlar salt. Oysa bunlar da vardır, olabilir sırası gelende. Onlar ne düşünürlerse düşünsünler, el oğlu çıkıp yapıyor ve oluyor; girdiriyor edebiyat dalları arasına. 3‐ Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır, demişler... Boşa da deme‐ mişler. Anlatım, kişiye göre elbette değişir... Kimi, pireyi deve yapar, atar ha atar işkembeden, ballandıra ballandıra anlatır. Konu, anlatılması ya da duyurulması gereken gerçek ya da gerçekler gümbürder, gider arada. Laf ebeliği, biçim vıdı vıdılığı yapar, yahut yazıları tutulan birisini taklit eder; üstelik onu da beceremez. Taklitle olur sanır, çünkü içten duymaz konuyu, can gözüyle bakmaz konuya, taklitle olur sanır ki, budaladır böyleleri... Sevilen, okunan, saygı duyulan bir röportajcının salt anlatımını benimser, ben de yaparım, okur beller. Çilelerin, bin bir deneylerin o canım çizgisine şıppadak varırım beller; olmaz tabii, avutur kendini, kandırır yazısının çıktığı gazete yahut dergi yöneticisi önce kendisi ama, canım okur yemez bu mavalları. Yine birinci soruda açıkladığım çizgiden hareketle yalın, açık‐ seçik, yalansız‐dolansız, içtenlikle anlatmalı. Gravyer peyniri hile‐hurda, yalan‐dolan kabul etmeyen tek peynir türüyse, has röportaj da yalan, üç kağıtçılık, laf ebeliği kabullenmeyen tek anlatım dalıdır. Konuya can gö‐ züyle bakmıyor mu, konunun ıcığını cıcığını çıkarmadan mı inceliyor,


204

sosyal açıdan, ekonomik açıdan, kültürel açıdan, insan ilişkileri açısın‐ dan, konunun diğer yurt sorunları açısından, hatta giderek dünyadaki benzeri açısından, başka ülkelere göre kıyaslama açısından bakmıyor mu? Ko gitsin. Zinhar yalan katmadan, yüreğinde iyice duyarak bu işi neden yap‐ tığının gerçek ve doğru bilincine vararak, vuracağı hedefi iyi bilerek, duyduklarını süzgeçlerden geçirerek, gördüklerini can gözüyle görerek anlatmıyor mu? Böyle yapmıyor mu? Ko gitsin. Zaten gidecektir röportaj piyasasından, nice gidenler gibi... 4‐ Başlığında “Röportaj” yazısı olan, bu işle uğraşanları saygıyla andıktan sonra, 1960 Ak Devrimi’ne kadar Türk Basını’nda röportaj, “Darülaceze’de Bir Saat” “Çocuk Yuvasında Bir Saat”, “Fişmekanın Bil‐ mem Ne Fabrikasında Bir Saat” , “Holivut Dedikleri”, “Afrika’daki Ha‐ gelugu Kabilesi Nasıl Çiftleşir?”, “Meşhur Bilmem Kim Ne Diyor?” yahut “Amerikan Uçak Gemisinde Kış Günü Nasıl Domates Yenir?”den öteye geçmediyse, kimseyi suçlamamak gerek. O günün koşulları bunları ge‐ rektiriyormuş, böyle yapmışlar... Yaşadıkları kentin belirli bir kesimin‐ den gayrisini ilgilendirmeyen konularda röportaj yapmışlarsa, böyleleri geçer olduğu için yapmışlardır. 1960 Ak Devrimi oldu, röportajdaki duygululuk, anlatım değişti, zi‐ ra bu devrimle rakam da icat oldu. Eskiden “Çukurova sıtmadan kırılır, dudaklar çatlaktır, yürekler yanık, insanlar dökülür patır patır, gözler trahomlu, ciğerler delik, ince hastalıklıdır hepsi.” denirken, devrimle ül‐ kede kaç trahomlu var, kaç sıtmalı, kaç hastane, kaç doktor, kaç hemşire var, yatak başına kaç hasta düşüyor, bunlar çıktı ortaya rakamla... Halk fakir derken, nedenleri, niçinleri çıktı ortaya... Halk sömürü‐ lüyor derken, neden ve nasıl sömürüldüğü ve kimin sömürdüğü çıktı, çıkarıldı ortaya... Röportaja sokuldu bazı kalemlerce bu; daha sağlam, daha inandırıcı, daha gerçekçi olmaya başlandı. Haklı olarak yapılan salt duygululuk ayıklandı, atıldı kimilerince. 5‐ İstendiği kadar büyük romancı denilsin, istendiği kadar bir tür‐ lü verilemeyen, verilmeyen Nobel’e aday gösterilmeye çalışılsın; kanım‐ ca, Yaşar Kemal çok iyi bir röportajcıdır. Bazı abartmalarına, hayalinde yaşattıklarını röportaja sokmasına rağmen uydurmalarına diyemiyo‐ rum , röportaj dalına ettiği hizmetlerden, katkılarından ötürü ve duydu‐ ğum saygıdan. Dursun Akçam’ı severim bu dalda da. Vurucu anlatımıyla, eğildiği konular yönünden bir Orhan Kemal vardı.. Bekir Yıldız’ın da röportaj


205

yapmasını isterim, geçiririm gönlümden sık sık.. Bir Şahap Balcıoğlu vardı bir zamanlar. Bir Raymond Cartier vardı. Şimdileri Dominique Lapierre ve Larry Collins arkadaşlar... Hiç sevmediğim halde, ister istemez yeri geldiği için bir defacık kendimden söz edeceğim, bağışlayın... Yıllardır, diyelim 1960’tan bu yana benim yöntemim Lapierre‐Collins yöntemiydi kendi çapımda, ken‐ di olanaklarıma göre, sağlanan, sağlayabildiğim olanaklara göre… Bu yöntemi sevmişimdir ama ne edelim ayranımız bu, yarısı su… Az gelişmiş ülkenin gelişmek isteyen, ama boyun eğmediği, yalana dola‐ na, çıkarcılığa vurmadığı için bu kadar gelişen bir röportajcısı olarak, onlara kıskançlık değil, saygı duyuyorum; yaptıkları her işi kendim yapmış gibi seviniyorum. Geçmişte ve şimdileri, bazı röportaj yazarları, bu canım edebiyat dalını halk yığınları, insan ve insanlar için değil, kendi çıkarları için kul‐ landılar, kullanıyorlar. Gazetelere “hulul” ediyorlar, tüm yeteneksizlikle‐ rine rağmen bu türde, bu dalda. İş çevrelerine sokuluyorlar, halkın ara‐ sına girip halktan yanaymış gibi görünüp, onların sorunlarına eğiliyor‐ muş gibi görünüp parsa topluyorlar. Sonra bir partiden “mebus namze‐ di” olarak görüyoruz, bu bayları. Kimilerinin amacı sütun kapmaktır, kiminin makam, kiminin zengin ailelere iç güveyi olmak, kiminin bil‐ mem ne… Röportajcılığın en namuslu devamı, romancılıktır. Yaşar Kemal’i bunun için severim. Ama insan iyi, ünlü bir romancı olunca, rahatına mı ne düşüyor; muhterem poposunu büyük kentlerden öteye kaldırmıyor, büyük kentlerin kısır röportajcısı oluyor. O çileli uzak yurt topraklarını, geri bıraktırılmış toprakları ve in‐ sanları ve hayvanlarını ve doğasını, umutlarını yine de yitirmeyen koru‐ yucusuz gariban halk yığınlarını, onların sorunlarını unutuyor. Kimileri de kendini röportaj yazarı belleyip avradını, eşini, dostunu atıyor araba‐ sına, başka ülkelere turistik geziler yapıyor. Sütün kaymağı bile değil; yol boyu gözlemlerini, başına gelenlerini, yahut kendi yaşantısını daha da bastırıp döküyor kağıda; üç beş fotoğraf, oluyor röportaj… Yazan da, röportajcı… Azıcık ima ettin mi bunlara, çocuk gibi darılıyorlar sonra, giderek kim bilir, “kıskanıyor” da diyorlardır… Kızıyorsam böylelerine, seçtiğim bu edebiyat dalına saygı duyduğum içindir. Yoksa böyle budalaların ne halleri varsa görsün, diyorum; ama nasıl anlatırsın? Adam inanmış bir kere kendine!


206

6‐ Namuslu bilim kitaplarını karıştıranlar bakarlarsa dip notları‐ na, birinci soruya verdiğim karşılık içinde yapılmış röportajlardan alınmış bölümleri ve bunların kimlere ait olduğunu görürler... Böyle yapılmış röportajlar, en gerçekçi, namuslu birer belgedir; o konulara tutulmuş aynadır. 7‐ Röportajda fotoğraf, röportajın ana baba bir kardeşidir; hem de yapışık.. Yalnız objektifini nereye çevireceğini bilene. Adamın burnunu burunluktan, gözünü gözlükten, doğanın yarattığı o en güzel biçimi, o en güzel biçimlikten çıkaran, dikkati ancak böyle çekebilen kişilerin, diye‐ lim fotoğrafçıların böyle naneler yememe koşuluyla fotoğraf, röportajın tamamlayıcısıdır, ortağıdır, yüreğinin yarısıdır. Namuslu bakarak, olanı veren, gösteren objektiflerle… Öteki objektifler ise fotoğraf makinesinin yalanıdır, sahtekarlığı‐ dır, zorlamasıdır. Bu objektifler de tabii sözüm röportaj dalındadır bakış açıları olmayan, varsa körleşen, baktığı halde göremeyen bakar körlerin, yeteneksizlerin gerçekleri örtmek, yozlaştırmak için kullandık‐ ları bir gereçtir; sanki böyle yapmak için görevlendirilmiş kişilerin araç ve gereci. Ben bunlara fotoğrafın röportaj dalında “ajan provoka‐ tör”leri diyorum, yine ısrarla belirtiyorum; dediklerim salt röportajda kullananlar içindir, bilmem anlatabildim mi?

14. 8. Naci Sadullah 1‐ Röportaj, tanımının yapılmasına gerek duyulmadan bol bol de‐ nenmiş bir yazı türüdür. Aslında röportajla ilişkisi olmayan bir yazı türü hemen hemen yok gibidir. Örneğin, Nazım Hikmet’in “Taranta Babu’ya Mektuplar”ı ya da “Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin”i, şiir biçimine so‐ kulmuş birer halis röportaj değildir de nedir?


207

Röportajın kökenine inmek gerekirse, ta İbni Battuta’ya ya da en azından Evliya Çelebi’ye kadar inmek gerekir. Evliya Çelebi bence baldırı çakşırlı ve beli divitli bir röportaj yazarıdır. Nitekim, bugün Anadolu’yu yer yer canlandırmak isteyen her yazar Evliya Çelebi’nin bıraktığı do‐ kümanlardan esinlenmek gereğini duyar. Röportajın asıl anlamı ‐özet olarak‐ güzeli, güzel anlatmak oldu‐ ğuna göre, güzel olan hangi yazıda röportaj yoktur ki? 2,3,4‐ Galiba biraz da bu yüzden, bana çok garip gelen “Röportaj bir edebiyat dalı sayılabilir mi?” sorusu oldu. Röportaj edebiyatın “dalı” değil tam anlamıyla “kökü” sayılır. Bedrettin, tarihsel bir röportajı, kendi kanıyla yazıvermişti. Nazım isimli şaire düşen iş de, bu yaşamaya mah‐ kum eseri kendine uygun biçimde temize çekmek oldu. Görülüyor ki her eserde az çok edebiyat ve her edebiyatta da az çok röportaj vardır. Biz aslında en pestenkerani yazılara röportaj der‐ ken, röportajın en güzel örneklerine de kendimize göre isimler uydur‐ muşuzdur... Mesela adam, Pilevne şafağının kanlı mendili içinde anımsa‐ dığı şehit babasının ruhuna hitap eder: Röportaj asıl işte budur. Zira röportaj, bayan tuvaletleri gibi boyuyla posuyla ölçülmez. Anlamıyla ölçülünce de, Yunus Emre bile karşımızda, derdini yaşantıya kavuştur‐ mak için vezinden, kafiyeden faydalanmak lüzumunu duymuş bir usta röportajcı kılığına girer. Birisi: “Roman, bir büyük röportajdır.” demiş. Bu son derece yanlış bir görüştür. Roman, romantizmden kaça kaça kendisini röportaj sınır‐ ları içine sığınmış bulmuştur. Röportajdan hiç, ama hiç anlamadığımızın belki de en sağlam öl‐ çüsü, vaktiyle röportaj yazmaktan en korktuğum bir sırada, rahmetli Sedat Simavi’nin çıkardığı dergisinde bana, “röportaj krallığı” vasfının layık görülmesidir. İşin gülünç yanı, bu garip vasfın şaka olarak kalma‐ yıp ciddi olarak tutmuş bulunmasıdır. Benim buna layık görülüşümün gerçek nedeni, o zaman rahmetli Cemalettin Saraçoğlu’nun sahibi bu‐ lunduğu Yeni Sabah gazetesinde yayımladığımız “Sünger Avcıları” baş‐ lıklı röportaj serisiydi. Şimdi hatırlayabildiğim tek gerçek, koca bir kasabanın tek medarı maişeti olan sünger avcılığı işinin, Bodrum’da şaşılacak olanaksızlıklar içinde uygulanmasıydı. Mesela bir sünger avcısı deniz derinliğinin atıl‐ dığı bir yerinde, su tazyikiyle felce uğramamaya ancak ve azami iki da‐ kika dayanabilirdi. Fakat bu iki dakika en şaşmaz olarak neyle ölçülebi‐ lirdi? Bir saatle değil mi? Fakat o sırada sünger avcılığı işine ortaklaşa hayat bağlamış olan 164 kişinin hiç birisinin bir saati bile yoktu. Onun


208

yerine kullanılan araç, ortası delik bir leğendi. Ve bu leğene doldurulan su boşalınca, aşağıdaki adam yukarı çekilirdi. Ve demek ki dibe indirilen biçare insanın hayatı, eski leğendeki deliğin bir nebzecik daha genişleyip genişlememesine bağlıydı. Fakat ben, ne bunları, ne de bunlara benzer şeyleri yazdığım için, kendimi değil röportajın krallığına, prensliğine ya da dukalığına, fakat gerçek bir ustalığına ve hatta çömezliğine bile layık görmüyorum. Ancak, becerebildiğimi sanmadığım röportaj yazarlığının son derece zor bir yazı türü olduğuna inanıyorum. 5,6‐ Ben size sade röportajlarıyla büyük bir ün sağlamış bir yazar tanıtayım: Malaparte. Bu adam, ihtilalden sonra Fransa’ya sığınmış bir Beyaz Rus yazarı. Adama şöhret sağlayan en güzel yazılar, İspanya İç Savaşı sıralarında yayımladığı “Savaş Röportajları”. Çok sonra yayımla‐ dığı yine röportaj eserlerinin adı: “Sur les Routes d’Europe” Avrupa Yollarında . Yazar, bu eserinde bize, komünist Bulgaristan’ın en sevdiği milli şairini tanıtır ve işin garibi bu eseri karşılığında “Stalin Nişanı” ka‐ zanır. Bu nişanı kazanan röportajda, Malaparte’ın oyunu hak eden en güçlü Bulgar şairinin adeta “berceste” sayılan dizesi de aynen şöyledir: “Hayatımın en rahat dinlenme yeri, bir Türk ölüsünün gölgesidir.” Ma‐ dalya kazanan zerre kadar sosyalistleşmemiş, aşırı Slav barbarlığına kadar duyduğu iğrenç tutku, aynı kalemin röportaj stilindeki eserlerin‐ den kalma hayranlığı da yitirdi. Oysa öte yanda, Sovyetler’in Simon Simonev isimli bir yazarı daha var ki, “İnsan Asker Doğmaz” isimli üç ciltlik koskoca bir eser yazmış. Bu yapıta bizzat kendisinin verdiği ad, “Roman”. Oysa, yalan ya da yanlış, “İnsan Asker Doğmaz” bir roman değil, bal gibi bir röportaj. Büyük ve gerçekçi bir savaş röportajı, ancak bu kadar tam bir başarı ile kaleme alınabilir. Kısacası, görüldüğü gibi, benim “röportaj” anlayışım, bu konuda, benim beslediğim sanılan yargılardan büsbütün başka. Nitekim mesela bana sorarsanız, Türkiye’nin en başarılı röportaj yazarlarından biri, şimdiye kadar son derece yanlış olarak “şair” sanıl‐ mış olan bir kişidir. Adını vereyim ki, şaşacaklar arasına siz de katılası‐ nız: Orhan Veli. Bir elinde cımbız, Bir elinde ayna; Umurunda mı Dünya.


209

Sorarım size bunun neresi şiir? Aslında çok kısa, fakat son derece başarılı bir röportaj bu. Siz, Orhan Veli’nin bütün yapıtlarında, müthiş ve bunaltıcı bir sabırsızlıktan doğan, bu aslında ustaca özetleyiciliği bulabi‐ lirsiniz. Size okuduğum büyük röportaj eserlerinden birinin adı: “Les Pécheurs de Perle”di. Türkçesi: “İnci Avcıları”. Sonuna kadar ilgiyle oku‐ nan 450 sayfalık eseri özetlemek gerekirse şöyle diyebilirsiniz: Namluya bir gözünü sürdü ve inciyi vurdu...” Zira inci avcılığında, avlanacak olan değere karşı tehlikeye konulan “cevher”, biçare Afrika insanının gözle‐ riydi. Avını bulabildiği derinlikte, sünger avcısını felce uğratan gaddar su baskısı, inciye kavuşabildiği derinlikte de, inci avcısının gözlerini kör ediyordu. Bu iki müthiş gerçeği yazıyla ya da hem yazıyla hem de resim‐ le, birer tarihsel doküman olarak tarihe intikal ettirebildiğiniz takdirde, gerçek bir röportaj başarmışsınız demektir. 7‐ Bizde röportaj alanı son derece gelişmiş ve genişlemiş, fakat in‐ tikal alanı son derece dar kalmıştır. Dün, elinde sade kalemiyle bize, uzak Afrika ormanlarından keşifler getirmiş olan röportaj, bugün astro‐ not kılığı ile normal fotoğraf görüntüleri taşımaktadır. Bu da Thomson kurşunlarıyla sivrisinek avlamaya benzemez mi? Röportaj düne kadar, dünyayı olduğundan da küçültmüştü. Bugün bütün dünya ondan, adeta her şeyin naklen yayınını bekliyor. Denilebilir ki, kalemle yazılabilecek hemen hiçbir şey kalmamıştır.

14. 9. Cengiz Tuncer 1‐ Aslında röportajın tanımını yapmak gittikçe zorlaşıyor. Yazılı basının sınırları içinde kaldığı zaman sınırları açık seçik belliydi röpor‐ tajın. Oysa radyo ve televizyon bu sınırları enine boyuna olduğu kadar derinlemesine de zorlayıp değiştirdi. Giderek röportaj özünde taşıdığı yazarın inançlarından, düşüncelerinden sapma eğilimleri kazanmağa, yayın organlarını yönetenlerin kontrolüne girme tehlikesine düşmeğe başladı.


210

2‐Kuşkusuz, röportaj bir edebiyat dalıdır; sırasında edebiyatın herhangi bir dalındaki sanatsal başarıya ulaşma olanağını taşır. Kimi zaman, bütün öteki sanat dallarının etkinliğini aşan bir yanı bile vardır. Yaratma ile yansıtma arasında gerçek bir denge kurmak zorunda olan röportaj yazarı, daha çok yaratmaya dayanan eserinden, sanatçıdan, inandırıcı olma olanağına sahiptir. 3‐Röportajda seçilecek anlatım yolu, yazara göre değişir; giderek konuya göre bile değişir. Ama özünde değişmeyen tek şey, her şeyi ek‐ siksiz anlatmaktır. Eksiksiz anlatmak derken, bütün ayrıntılar üzerinde aynı yoğunlukta durmayı amaçlamıyorum. Hiç kuşkusuz yazarın büyütecini kullanacağı, bütün boyutlarda sergilemeye çalışacağı gerçekler, gözlemler olacaktır. Ama bunların kar‐ şıtlarını, bunlarla çelişen şeyleri dışarıda bırakmamak, bir temel görüş olarak benimsenmelidir. Çünkü röportaj yazarı yoruma en az hakkı olan yazardır. 4‐ Röportaj yazarlığı yapmış herkesin bildiği ve kabullendiği bir gerçek vardır bizde; Naci Sadullah’a kadar olan röportaj yazarlığı ile Naci Sadullah’tan sonra olan röportaj yazarlığı. Sanırım bu çizgi gerçek‐ ten en açık çizgi olarak kalacak. Öncesi röportaj bile sayılmayacak bir takım tahrir görevlerine benziyordu; sonrası ise edebiyatımıza büyük adlar kazandırmış bir listeyi oluşturur. 5‐ Bizden Fikret Otyam’ı beğeniyorum. Yabancılardan oluşacak listenin ise hep eksik kalacağına, yanlışlarla dolu olacağına inandığım için ad vermek istemem. 6‐ Röportajın belge olmak yolunda bir işlevi vardır; aslında roma‐ nın, hikayenin de belge olmak yolunda bir işlevi vardır. Bence roman ve hikaye ile röportajı bu konuda ayıran özellik ve nesnellik, dengeleri ba‐ kımından olan ayrılıklarıdır. Röportaj olabildiğince “nesnel” kalmalıdır; romanın ve hikayenin karşısında. 7 ‐ Ben fotoğrafın da, kalem gibi kullanıldığına, ustalarının elinde kuşkusuz, inanıyorum. Bu yüzden, bir tek sözcük yazılmadan bile fotoğ‐ rafın da bir röportajı oluşturabileceği kanısındayım. Örneklerini bizde ve dünya basınında o kadar çok görüyoruz ki, üstelik.


211


212

Bazı Yabancı Düşünür ve Gazetecilerin Görüşleri Röportaj, kendine özgü özellikleri ve belli görev ve imkanları olan bir bilgilendirme türüdür. Çok genel anlamda röportaj, somut ve yoğun bir biçimde, kişisel düşüncenin hakim olduğu bir olay ya da durum bil‐ dirme biçimi olarak görülebilir. Reumann röportajı, “gerçeklerin vurgulandığı, ancak kişisel dü‐ şüncenin süzgecinden geçen bir haber türü” olarak tanımlamaktadır. Haller ise röportajın, “Olaylara yönelik olduğunu, ancak muhabirin bu olayları bizzat kendisi yaşamış gibi aktardığını” ifade etmektedir ak‐ taran: Reumann 1989:74 . Bu anlamda bir tarifi de Belke 1973:95 yapmaktadır: “Geleneksel bir gazetecilik türü olarak röportajın … öncelikle bilgi aktarma görevi vardır. Ancak düzenlemesinde sadece konu değil, aynı zamanda röportajının bakış açısı ve mizacı da belirleyicidir. Röportajcı, görgü tanığı olarak kendi kişisel angajmanı ile olayı yazar; ancak bunları daima kendisi yakından gördüğü şekilde güncel durumlar ve olaylarla sıkı bir bağlılık içinde ele alır. Röportajcı yaşanan olay anından yazar ve geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmek, onları harekete geçirmek ve onları cezbetmek ister. Bundan dolayı röportajda gündelik dil hakimdir, röportaj sözdizimsel açıdan basit ve anlaşılabilir‐ dir.” Bucher’e göre 1986:82 röportajlarda öncelikle şu noktalar bu‐ lunmalıdır: a Aktaran kişinin neler gördüğünü, duyduğunu ve yaşadığını bil‐ dirmek, b Olayın hangi perspektiften ele alındığını bildirmek, c Aktaran kişinin neyi araştırdığını bildirmek, d Aktaranın olayı hangi siyasal, tarihsel, sosyal ve kültürel bağ‐ lamda gördüğünü bildirmek, e Aktaran kişinin araştırmada hangi rolü üstlendiğini bildirmek, f Aktaran kişinin aktarılan olayı ne şekilde yaşadığını bildirmek. Bir konuyu öznel olarak sunmak, bir olayın vuku bulduğunu ya da bunun nasıl vuku bulduğunu bildirmenin ötesinde, o olayın, haberi ya‐ zan kişinin gözüyle nasıl gerçekleştiğini ifade etmek demektir. Yazarın bakış açısının konuya dahil edilmesinin, metnin dil düzen‐ lemesine değişik etkileri vardır. Öteki bilgi ağırlıklı metin türlerinde,


213

kişisel olmayan tavır ölçü oluştururken, yani metni üreten kişinin kendi değerlendirme ve görüşlerinin metne eklenmesi söz konusu olmazken, röportajlar rahatlıkla “Ben” ya da “Biz” üslubuyla yazılmış pasajlar içe‐ rebilirler. “Ben” ve “Biz” ifade biçimlerinden, metin yazarının anlattığı olay karşısındaki kişisel tutumu, duyguları ve değerlendirmeleri açığa çık‐ maktadır. Ayrıca metinde yapılan doğrudan aktarmalar, yazarın olaya katılanlar hakkındaki izlenimlerini, değerlendirmelerini ve onlardan ne şekilde etkilendiğini de göstermektedir. Yazarın olayı kendi yaşadığı, algıladığı bakış açısından anlattığı bu yapı, röportajlarda vuku bulan olaya yakınlığı da beraberinde getirmek‐ tedir. Bu gibi metinlerde yazar, olaya dahil olan bir gözlemci durumu almaktadır. Böylece okuyucu için ilk elden bilgi edinme imkanı oluşmak‐ tadır. Merkezde bulunan olay anlatılırken, okuyucuda, sanki kendisi oradaymış ve bu duyguyu birlikte yaşamış izlenimi meydana gelmekte‐ dir. Ayrıca kesin yer bildirmeleri, somut ayrıntılara inme ve gruba özgü konuşma tarzları, olayı güncelleştirmeye ve okuyucuya yakınlaştırmaya katkıda bulunmaktadır. Bu anlamda özellikle vurgulanması gereken, doğrudan anlatımla verilen bölümlerdir. Bunlar sadece belli içeriklerin verilmesine hizmet etmemekte, aynı zamanda bir metni anlaşılabilir yapmanın, bir kişiyi ya da bir durumu mümkün olduğu kadar gerçeğe uygun ve okuyucuya ya‐ kın sunmanın aracıdır. Bu açıdan doğrudan anlatım şeklindeki alıntılar, röportajlar için tipiktir ve gerçekte bu türü, öteki bilgi ağırlıklı yazı türlerinden ayırt etmek için önemli bir ölçüttür.” Müler 1989: 129 ve devamı . 190

190

Cemal Yıldız, Yazılı Basında Metin ve Manşet, Teknik Yayınları, İstanbul: 2000, ss. 4449.


215

Bölüm D

15. NE DİYORLAR? Not: Bu bölümde yer alan görüşmelerin gerçekleştirilmesi sırasında, yöneltilen sorulardaki “röportaj” kelimesi, “söyleşi” kavramını da içeren biçimde kullanılmıştır.

15. 1. Ahmet Tulgar 1. Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Viyana Üniversitesi’nde gazetecilik eğitimi aldım. Gazeteciliğe ilk olarak 1987 yılında Sabah Dergi Grubu’nda, başında Enis Batur, Ömer Madra ve Ali Saydam’ın bulunduğu dönemde, dergicilikle başladım. Orada çıkan bütün dergilere yazılar yazıyor; röportajlar yapıyordum. Ama periyodik değildi; gerektiğinde yapıyordum. Çok kısa sürede, beni işin mutfağına çekmeye başladılar; yayıncılığın kitap dizisinde editör olarak çalıştım. Daha sonra, yeni kurulan bir yayınevinde çıkarılan gençlik dergi‐ sinin yayın yönetmenliğini yaptım. Rock müzik ağırlıklı; ama toplumsal eleştiri içeren bir gençlik dergisiydi. Bunun da ardından, sekiz ay kadar gazeteciliğe ara verdim; ne ya‐ pacağıma karar vermek için. Reklamcılık yaptım. Ondan sonra Güneş gazetesi dönemi geldi. Nokta dergisi ardından da, en uzun süre Milliyet gazetesinde çalıştım. Sonra Akşam, Vatan ve şimdi de Birgün gazetesi… Gazeteciliğin her ala‐ nında çalıştım diyebilirim. Editörlük yaptım, haber yaptım, köşe yazdım; toplumsal ve siyasal haberler için muhabirlik yaptım. 2000 yılından iti‐ baren, çalıştığım her yerde düzenli olarak röportaj da yaptım. Röportajlarımda, edebi açıdan kuru, siyasi açıdan da devlet tara‐ fından dayatılmış resmi gazetecilik dilini kullanmamaya, özgün dilimi kullanmaya özen gösteriyorum. Yazdığım her şeyin edebiyata yakın du‐ ran şeyler olmasına, teknik ve dil kullanımı açısından, çaba sarf ettim.


216

Bunu da başardığımı sanıyorum. Çünkü gazeteciliğimin ilk yıllarından itibaren, aynı zamanda edebiyatçı olarak da kabul edildim. Edebi alanda kitaplarım da çıktı; edebiyat eleştirmenleri tarafından mercek altına alındı; değerlendirildi. 2. Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Röportaj çok genel bir kavram. Söyleşi belki röportajın bir alt öğe‐ si olarak kabul edilebilir. Röportaj, savaş alanında tamamiyle isimsiz kişilere, oradaki ortama, yaşama ilişkin, geniş kapsamlı farklı bakış açı‐ larını içinde barındıran uzun bir metindir. Ben aslında söyleşi yapıyorum; fakat söyleşilerimde “Hadi gide‐ yim, şu sıralar bu gündemde, onunla söyleşeyim.” demiyorum. Kafamda bir çerçeve oluyor. Konuştuğum kişinin, üzerinde ko‐ nuşmak istediğim temaya ilişkin bakış açılarını öğrenecek, ona ilişkin itiraf etmediği, konuşmak istemediği belli meseleleri, orada provoke ederek öğrenecek şekilde, kendi bakış açımı da koyarak gidiyorum. Sa‐ dece okurun merak ettiğini düşündüğüm soruları sormak için, okur adı‐ na oraya giden bir araç değilim. Konuştuğu kişiye karşı olumlu ya da olumsuz düşünceye sahip bir kişi olarak gidiyorum. Okurun da merak edeceğini düşünerek, kendi merak ettiğim şeyle‐ ri soruyorum. Kendimi de ortaya koyuyorum. Benim söyleşilerim, sadece söyleşilen kişilerin ortada olduğu, göründüğü, benim ise yorumdan kaçı‐ nan bir gazeteci olduğum, herhangi bir ses olduğum söyleşiler değil. En tarafsız olduğunu söyleyen kişiler de, seçtiği sorularla taraf tutmaktadır. Ben de o yüzden, kişiliğimi, dünya görüşümü, tavrımı çok net koyuyo‐ rum. Bir de, tabii böyle olduğu zaman, özellikle provokasyonlar sonucu, karşınızdaki insanın keşfedilmemiş taraflarını keşfedersiniz. Genel anlamda çok kullansak da, bana göre röportaj, anlam de‐ formasyonuna uğramış bir kelime; Türk gazeteciliğinde. Ben, söyleşi yapıyorum aslında. Söyleşi de diyemem, tam olarak. Söyleşi de çok yu‐ muşak bir laf, ciddiyetten uzak geliyor; sohbet‐söyleşi gibi başlıkları sevmiyorum. Niye sohbet? Ben hayatımda tanımadığım insanla, niye gidip sohbet edeyim ki? Söyleşide de, sanki iki taraf birbirine bilinçle bir şeyler anlatıyor. 3. Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir?


217

Söyleşinin içinde haber olmalı; söyleşi haber vermeli. Kuru bir ha‐ ber değil, tabii bu. Bir toplumsal kesimi, siyasi kişiliği ya da popüler her‐ hangi birinin, bir konu üzerindeki düşüncesini verir. Toplumun kendini anlamasına, birbiriyle benzeşmeyen kesimlerin birbirini tanımasına hizmet etmelidir. Gazeteciler kendilerini faklılıkların momenti olarak görmüyorlar, demeç gazeteciliği yapıyorlar. Kars’ın bir köyünde bir cinayet işlendi‐ ğinde, oradaki herhangi bir gazete ya da ajans temsilcisi gider, vali ya da jandarma komutanıyla konuşur; o evdekilerle konuşmaz mesela. Savcı ya da jandarma tutanağını alır yollar; o eve de, zanlının ya da kurbanın vesikalık bir fotoğrafını gasp etmek için gider. Gazeteler de bu şekilde yayımlar. 4. Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? En önemlisi, konuşacağım zaman, o kişinin bir şeyler söyleyeceği‐ ni, gerçekten iletişime geçeceğini hissetmem lazım. İkinci koşul, elini sıkmaktan, aynı masada oturmaktan tiksinmeyeceğim biri olmalı. Böyle bir deneyimim oldu ve gerçekten sinir bozucuydu. Diyarbakır’da Hizbul‐ lah itirafçısı birisiyle konuştum. Diyarbakır’daki adamla konuşurken, çok tedirgin olmuştum; çok uzun sürmüştü röportaj. Bir tecavüzcüyle konuşmam. Çünkü kavgaya dönüşebilir röportaj sonunda. Üçüncü olarak da, hiç gündemle alakalı olmayan biriyle de yap‐ mak istemem; ama o da mümkün değil. Burası batı demokrasisi gibi, gazetelerdeki siyasi haberlerin insanların hayatlarını çok fazla etkile‐ mediği bir ülke değil. Her olan sokaktaki insanın hayatına yansıyor. Maalesef, gündemle alakasız insanlarla çok röportajlar yapılıyor. Mesela bütün gazeteler Pınar Altuğ’un peşinde; onu konuşturmaya çalışıyorlar. Gündemle hiç ilgisi yok. Gündemle amaçlanan şey farklı; onlar gündemi dönüştürüyorlar. 5. İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Hiçbir röportaj öncesi, bir kere bile arşive inip çalışmamışımdır. Ama benim özel bir durumun da var; hiçbir şeyi unutmam. Giderken arabada soru hazırlıyorum; ana başlıklarla. Giderken, diğer bütün problemlerimi bir kenara bırakmak zorun‐ dayım. Mali problemlerimi, yazmakta olduğum romanı... Her şeyi bir kenara bırakıp, röportaja konsantre olmak zorundayım. Doğal olarak da,


218

aklıma sorular kendi kendine inmeye başlıyor. Her zaman yanımda kü‐ çük not defterleri olur. Onlara kısa kısa not şeklinde soru yazarım. 6. Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Ben 45 dakikada yaparım; uzun süre kimseyi dinleyemem. Bir de o kaseti çözeceğim. Aslında ideal sürem 25 dakikadır. Çünkü ancak biri‐ ni kulaklıkla dinlemeye, o kadar tahammül ediyorum. Zaten başladığı zaman konuşturmam; bir noktadan sonra keserim. 7. Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Teypte olmayan hiçbir şeyi asla yazmam. Anlam değiştirecek re‐ daksiyon da yapmam. Eğer bir konuda önemli şeyler söylemişse, fakat onun tamamını verirsem röportajın okunma ritmi, hızı ve cazibesi azala‐ caksa, o bölümü olduğu gibi koymuyorum. Belli konularda, virgülüne, kelime tekrarlarına bile dokunmadan, hiç redakte etmeden blok halinde koyuyorum. Çünkü röportaj bir an‐ lamda çok tehlikeli. Bir dava açıp çok ağır tazminatlar alabilir. “Teypte bu böyle.” demeniz yeterli değil; kayıttaki lafın anlamını değiştirmeniz de suç olarak kabul ediliyor. 8. Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Hasan Cemal röportajında oldu. “Ben birikimlerimi, genel yayın yönetmenleriyle paylaşmak isterim, ama kimse paylaşmıyor.” dedi. “Peki, siz çok teklif aldınız mı Milliyet’teki dönemde?” diye sordum. Çünkü aldı‐ ğını biliyorum. “Bu soruya cevap vermiyor; diye yazarsın.” dedi; kahka‐ halar attı. Parantez içinde “gülüyor” diye tek kelime ile yazdım. Caz müziği üzerine konuştuğum biriyle, gürültüden kaçmak için, daracık muhasebe dosyalarıyla dolu bir odada röportaj yaparken, “Bu‐ rayı cazla ifade edebilirsiniz.” diyerek, odayı gösterdi. Parantez içinde: “Oturduğumuz odayı gösteriyor.” diye yazdım, mesela. Ama genelde atmosferi, giriş yazımda anlatmaya çalışıyorum. Giriş yazımda atmosfer, o kişi hakkındaki düşüncelerim, değişmişse neden değişmiş, bu gibi bilgileri veriyorum. 9. Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz?


219

Vatan Gazetesi’nde yeni çalışmaya başladığımda, Erkan Özerman’a gittim. Teybi çıkardım, masaya koydum. Daha hal hatır sorarken, başladı konuşmaya, 15 dakika kesintisiz konuştu. Söylemek istediği şeyleri anla‐ tıyor; ben hiçbir şey demedim, dinledim. Sonra teybi aldım, başa sardım. Ve başlattım tekrar. “Silinecek.” dedi. “Silinmesi lazım. Daha doğru düzgün soru sormadım; kendi kendi‐ nize anlatmaya başladınız.” dedim. “Ama ben 35 yıldır piyasadayım, bü‐ tün magazin söyleşileri böyle yapılır. Sen mi gündemi oluşturacaksın? Konuşulan kişi oluşturur, gündemi.” Ben dedim ki: “Beni tanımıyorsu‐ nuz galiba.” “Adınızı duydum ama tanımıyorum.” dedi. “Şimdi tanıyacak‐ sınız.” dedim. Teybi açıp, kendi sorularımı sordum. İlk önce çok şaşırdı benim sorularıma, fakat röportaj yayımlandıktan sonra çok memnun oldu. “İlk kez kendimi gördüm sayfada; kendimi hissettim.” dedi. 10. Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Kendimi çok ortaya koymak, kendimi çok önemli bir noktaya oturtmak. Gizlenmek yerine, röportajda ortaya çıkarmak. Aslında röpor‐ taj yapan kişi için demokratik bir tavır... Ben çok belirli çok net sorular soruyorum. Ben rol de yaparım; oynarım. Ketum bir kadının evine gittim. “Çok özür dilerim ama bu şekilde sizinle konuşamayacağım.” dedim. Girip banyosunda yıkanırım; iyi de olur. Banyona girmiş, havlunu kulanmış birine daha rahat açarsın kendini. Ya da bekletirsiniz; çok yorgun oldu‐ ğunuzu, dinlenmek zorunda olduğunuzu söylersiniz; bir saat sonra ya‐ parsınız röportajı. Eğer çok önemli bir bilgi alacaksanız, maalesef biraz pohpohlarsınız. Mesela Emel Sayın röportajını hatırlıyorum. Yanımda foto‐ muhabiri arkadaşım Ercan Aslan... Başladık biz: “Sesiniz çok güzel, el hareketleriniz şöyle iyi…” demeye. Emel Hanım çok mutlu… Sonra da “Siz bir şarkıcıdan öte bir şeysiniz. Sizinle 1988’deki MİT raporunu ko‐ nuşmak istiyorum.” dedim. Orada, Emel Sayın’ın Necdet Üruğ’un sevgili‐ si olduğu iddia ediliyor. Bana biraz müsaade eder misiniz?” dedi; içeri gitti. Bir film sahne‐ si gibidir… 15 dakika sonra geldi; tamamiyle değişmişti. İnanılmaz bir makyaj yapmıştı. Ve şöyle dedi: 21 yıl “Ne zaman bu soru sorulacak?” diye bekledim. MİT raporuna, kendisinin o dönem nasıl kullanıldığına, bunların kendisini nasıl etkilediğine ilişkin şeyler anlattı.


220

11. Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Benim kabul etmeyeceğim bir şeyi yaptırabilecek, herhangi bir dünyevi otorite tanımıyorum ben. Bırak genel yayın yönetmenini, devlet yaptıramaz istemediğim bir şeyi. Yaklaşık 19 senedir gazetecilik yapıyorum ve mesleğimde de ba‐ şarılı olduğumu düşünüyorum. Zaten kalkıp da, çalıştığım gazetenin sahibinin iş ilişkileri ya da özel yaşamıyla ilgili laflar eden biriyle röpor‐ taj yapmam; mantık dışı bir şey yapmam. Ama kendimi sansür etmem. Ben zaten belli şeylere dikkat ederim. Mesela Yeşim Salkım ile yaptım yayımlanmadı. Doğan grubunun Uzanlar ile o dönemde çok ciddi kavgası söz konusuydu. Ama röportaj‐ da, kadının Uzanlar ile yaşadığı sıkıntılar vardı. “O röportaj yayınlanma‐ dı.” diye istifa etmem komik olurdu; zaten istifa etmedim. Bir de, DİSK genel başkanı Süleyman Çelebi ile Milliyet’te, iş gü‐ venliği yasasının çıkacağı dönemdi, onu yayınlatmadılar. Gerekçe olarak da “Pazar günü insanlara bunu mu okutacağız.” dediler. “Röportajlarım yayımlanmadı.” diye istifa etmem. Çünkü röportaj, son kertede gazetenin çok geniş bölümünü kaplıyor. Birçok faktör söz konusu. Röportajda fotoğraf çok büyük kullanılıyor, “Pazar günü bu adamı mı basacağız.” diyebilir. Ben de görüyorum… Çok güzel bir röpor‐ taj yapıyorsun; adamın ya da kadının tipi iyi olmadığı için o sayfayı geçi‐ yorlar. 12. Türkiye’deki röportajcılarda eleştirdiğiniz neler var? Türkiye’deki röportajların çoğu, bana çok sıkıcı geliyor. Mesela bir tanesi iktidardan çok etkileniyor. Takım elbiseli, kravatlı, politika yapan, genel geçer laflardan oluşan röportajları, çok önemli röportajlarmış gibi sunuyor. Genç bir kız Baykal’ın ya da Demirel’in karşısına oturuyor; onda büyük bir iktidar duygusu oluşuyor. “Vay be ben neyim ki, 30 yaşında güzel, beyaz Türk, en güzel modaevlerinden alışveriş etmem yetmiyor‐ muş gibi, bir de bu ülkenin Cumhurbaşkanlarını karşıma oturtuyorum.” diyor. O saygısını, o halini hissediyorum. Ben tam tersi, en dağınık, saç‐ sakal karışık gidiyorum. Özellikle dalga geçerek konuşuyorum. Röporta‐ ja nasıl bir dünya görüşüyle gittiğiniz çok önemli. 13. İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı?


221

Kendim dışında en çok başarılı bulduğum sevdiğim röportajcı: Esmer Dergisi’nde röportajları yayımlanan Ferzende Kaya. Ayşe Arman’ın mutlaka o hafta ne yaptığına bakarım. Zaman za‐ man beğendiğim röportajları olur; ama en azından pazar günü beni eğ‐ lendireceği, hoşça vakit geçirteceği kesindir. Röportajcı gözüyle, “Ayşe bu kadarı pes.” diye söylene söylene okuduğum ya da “Helal olsun.” di‐ yerek okuduğum zamanlar da olur. Ama pırıl pırıl kalbe sahip bir insan olduğunu bildiğim için, “Aman hata yapmamış olsun.” diye de okurum. Zaman zaman Nuriye Akman’ın röportajlarını okurum. Tuhaf gelir bana çünkü. Mesela röportajcı olacağına psikiyatr olsaydı, daha iyiydi. Çünkü her röportaj objesine hasta gözüyle bakmaya hakkı yok. Elif Koralp da röportaj yapıyor, ama onu asla okumuyorum. Çünkü çok fazla arkadan destek verilerek, röportajcı yapılmaya çalışılmış. Ama her güzel kızın, her boylu poslu, uzun bacaklı, mini etek giyenin röpor‐ tajcı olamayacağına, herkesin Ayşe Arman olamayacağına bir kanıt ol‐ duğu için söyleyebilirim. Okumam ama gülerim; “Hala insanları nasıl ikna ediyor? diye. Milliyet’teydi; Sabah’a geçti. Balçiçek Pamir’in röportajları baydığı için okuyamam. Sanem Al‐ tan’ın röportajları, futbolla ilgili olduğu zaman bakarım; onun dışında bakmam. Devrim Sevimay’ın güzel röportajları oluyor; ama o da dünya görüşünü çok ön plana koyuyor. Geniş bir kültürel birikime sahip olma‐ dığı için, bir süre sonra hırçınlaşıyor. Devleti ve resmi ideolojisini arka‐ sına alarak, alttan alta hakaret ediyor sorularında. Devrim Sevimay, doğ‐ ru insanlar ama yanlış sorular seçiyor. Ama Pazartesi günleri bakarım... Pınar Selek güzel röportajlar yapıyor; Gündem gazetesinde. Beni, Yalçın Pekşen çok etkilemiştir. Cumhuriyet’te yazardı. Popü‐ ler kültür figürleriyle iki gün geçirerek yapardı. Cevapları düzeltmeden yayımlardı. Ajda Pekkan ile “Bir Süperstarın Anatomisi” röportajı vardı; Türkiye’de modern röportajcılığın başlangıcı diyebilirim.

15. 2. Balçiçek Pamir 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Dame de Sion Lisesi’nde 2. sınıftayken, Ercan Arıklı sayesinde, Cosmopolitain dergisine dışarıdan yazmaya başladım. Yaklaşık 17 ya‐ şımdan beri gazetecilik yapıyorum. O dönemde daha çok düz yazılar, İngilizce ve Fransızca çeviriler yapıyordum.


222

Okuldan mezun oldum; ama aklımda biraz siyaset, Meclis ve Ankara vardı. Bu yüzden Ankara’daki üniversiteleri yazdım; Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni kazandım ve gittim. Röportaja da orada başladım. Herkesin bir hikayesi olduğuna inanıyorum; o hikayeleri merak ediyorum. Sonra fark ettim ki: O hikayeleri benim öğrenmem yetmiyor; düzgün bir şekilde başkalarına da aktarmam lazım. Bunun için de gaze‐ tecilik iyi bir yol.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Farkı doğrusu bilmiyorum; herkes başka bir yorum yapıyor. Ben soru soruyorum; öyle desek daha doğru. Bazen spesifik bir konu üzerin‐ de yoğunlaşabiliyorsunuz. O gün Abdullah Gül ile konuşacaksınız ve gündemde Hamas ziya‐ reti var. Abdullah Gül’e “Dün akşam ne yediniz?” sorusunu da sorabili‐ yorum; “Hamas ziyaretini nasıl yorumluyorsunuz?” ya da “Siz mi davet ettiniz?” gibi daha teknik sorular da yöneltebiliyorum, konu üzerine. Portre röportajlarda, çok tanınmış birinin farklı yüzünü anlatır‐ ken, hiç tanınmamış biriyle de konuşabiliyorum. İbrahim Tatlıses röpor‐ tajında olduğu gibi… Artık İbrahim Tatlıses’e sorulmadık soru kalma‐ mıştır. Farklı bir yönünü bulmaya çalışıyorsunuz. Bu bir tekniktir. Tabii ki tekrardan korktuğum olur. Beş kez biriyle röportaj yapılmaz.

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Bu konuda da bir takım tartışmalar var. Ama ben, röportajcının yorum yapmaması gerektiğini, düşünüyorum. Biz, aradaki köprü olmalı‐ yız. Ben onu yapmaya çalışıyorum. Karşımdan ne alıyorsam, ne görüyor‐ sam, olduğu gibi aktarıyorum. O yüzden soru‐cevap tekniğini seviyorum. Röportaj yaptığım insanı çok sevmemeliyim ya da ondan nefret etmeme‐ liyim. Yani “çok seviyorum” diye, “Ah sizi çok seviyorum.” şeklinde soru‐ lar sormamalıyım. Tabii kavga da etmemeliyim.

4‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Açıkçası, ben fikir danışıyorum. Çünkü tek başına karar almanın doğru olduğuna inanmıyorum. Benim için çok ilginç gelen kişi, başkaları için ilginç olmayabilir. Ciddi bir sorumluluk taşıyorum.

5‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz?


223

Çok iyi tanıdığım biri bile olsa, çok çalışıyorum. Hazırlanmadan gi‐ dersen, çok kötü oluyor. “Ne var, ne yok sizde?” demeyi sevmiyorum. Mümkün olduğu kadar, görüşeceğim kişiyle daha önce yapılmış röportajları okuyorum. Ondan hoşlanmayanları arayarak, neden hoş‐ lanmadıklarını ya da onu sevenleri arayıp, neden sevdiklerini soruyo‐ rum. Röportaj öncesi, ufak çaplı bir araştırma yapıyorum.

6‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Aslında bir saat yeterlidir. Ama ilk kez biriyle tanışıyorsanız, tabii ki kendinizi bir şekilde anlatacaksınız; sempatik bir ortam yaratacaksı‐ nız... Size güvenmesini sağlayacaksınız... Gardını almayacak ve rahat konuşacak. Bu zaten yarım saat sürüyor.

7‐ Güveni sağlamak için önce oturup konuşuyor musunuz, dostluk kuruyor musunuz? Oturup konuşmuyorum; ama başta konuşmasına izin veriyorum. Karşımdakini korkutmamaya çalışıyorum. Tabiri caizse, “Niyetim sizi dövmek değil, sizin aklınızdakini okuyucuya doğru aktarmak.” mesajını vermeye çalışıyorum.

8‐ Sorularınıza karşı çıkıldığı ve röportajı yarım bırakıp kalktığınız oldu mu? Soruları sevmeyenler oldu. Ama bence, soru sorma şekli önemli‐ dir. Çok zor bir soru sorabilirsiniz. Mesela “Gay misiniz?” diye soracak‐ sınız. Diyeceksiniz ki: “Çok mu önemli?” Hayır; ama o öyle bir pozisyon‐ dadır ki, cevap önemlidir. Sormak gerekir. Onu sormanın da bir yolu vardır. Düzgün bir şekilde sormak başka, karşıdakini savunmaya geçir‐ tecek şekilde sormak başka… Ben soruyorum. Hoşlanmazlarsa cevap vermezler; vermezlerse “Cevap vermedi.” diye yazıyorum.

9‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Attıklarımdan hiç pişman olmadım. Belki de bu, benim titizliğimle alakalı. Aynı zamanda yönetici kimliğim de var; bu yüzden deşifrelerime arkadaşlar yardım ediyorlar; ama sayfamı ben yapıyorum. Röportajı yazarken deşifreyi baştan aşağıya dinliyorum. Yazıda bir bütünlük olmasına dikkat ediyorum. Bazen bir bakıyorum: Röportaj başka bir yere dağılmış gitmiş. Bazen konuyu, köşe yazılarımda değer‐ lendirmeye çalışıyorum.


224

Bazen de konuşurken, “Bunları anlatmayın; kullanma şansım ol‐ mayabilir.” diyorum. Farklı bir şey anlatılırsa, “Başka bir zaman konuşa‐ lım.” diyorum. Çünkü kullanmayınca karşı tarafa ayıp oluyor.

10‐ Röportaj sırasında size pek çok şey anlatıyorlar ve siz bazılarını atıyorsunuz. Sizi arayıp “Ben bunları da anlattım, niye kullanmadınız?” diye soruyorlar mı? Ya da röportajlar yayımlandıktan sonra size şikayet‐ ler geliyor mu? Buna rastlamadım. Genelde, attığım başlıkla ilgili şikayet oluyor. Ben genelde, başlıkta kendi yorumumu yapmam. Onların cümlelerinden bir şey çıkartmaya çalışırım. Ama nedense insanlar teybi görünce konu‐ şuyor; sonra o konuştuklarından hoşlanmıyorlar. “Peki!” diyorum “Söy‐ lemediniz mi?” “Tamam söyledim; ama şimdi başlıkta görünce ilginç oldu.” diyorlar.

11‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mimikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Eğer portre yazıyorsam, yeni birini tanıtıyor ya da eski birinin çok yeni bir yönünü anlatıyorsam, mutlaka o tarz detaylara gerek var. Ben mutlaka parantez açıp “Gülüyor, ağlıyor.” diye yazıyorum. Bunların, okuyucunun da çok hoşuna gittiğini düşünüyorum. Bir de giriş yazısı yazıyorum. Röportajda yorum yapamıyorum; dolayısıyla orada ne hissettiğimi, röportaj randevusunu zor aldıysam onunla ilgili şeyleri, yorumlarımı yazıyorum. Bu da 1000 ya da 1500 vuruşluk bir giriş oluyor.

12‐ Röportaj yaparken, görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Benim önemli kaynaklarımdan biri: Dünyada yapılmış en iyi rö‐ portajlardan olan Playboy röportajlarıdır. Playboy denilince herkes ka‐ dın röportajları zannediyor. Ama sonuna kadar siyasi ve ekonomi röpor‐ tajlarıdır. Mesela Castro ile yapılmış röportajlar var. Onları saklıyorum. Eğer dikkatli incelerseniz, onlardan çok yararlanırsınız. O röportajların birinci kuralı şudur: Üşenmeden tekrar tekrar sormak. Mesela, siz maliye bakanısınız ve sizden, “gensoruda kararlı olup olmadığınızı” öğrenmek istiyorum. Soruyu sürekli soruyorum siz de sürekli çeviriyorsunuz. Aynı soruyu sekiz kez sorduğumu bilirim; cevabını almak zorundayım. Cevap vermeyebilir, ters cevap verebilir; ama beni uyutmasın, onu sevmiyorum. Cevap vermeyecekse, “Vermek istemiyorum.” der; ben de “Cevap vermek istemiyor.” yazarım.


225

Oraya kadar gitmişim; “Balçiçek Pamir bunu nasıl sormadı?” den‐ mesin. Benim bunu, sormaya çalışmış olmam gerekiyor. Öncelikle ken‐ dime ve okuyucuya saygıdır. İkincisi de, gündeminizde bir şey varsa, onu sormamak gazetecilik açısından kötü.

13‐ Temel teknikler dışında, kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Ben pozitifim. Hiçbir zaman benden negatif elektrik almıyorlar. 14‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım...” diye düşündüğü‐ nüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? “Ben bunu nasıl sormam?” dediğim oldu. 15‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Herkesi okuyorum ben; herkesin tarzı başka. Herkesin tarzından sevdiğim bölümler var.

16‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Ben, çok katkısı olduğunu düşünüyorum; ama bu da çok tartışma konusu. Halka görsel bir şey veriyorsunuz ve bir şekilde iyi fotoğraf seçmelisiniz. Ben oraya bir mesai harcayıp gidiyorum; okuyucu görmek istiyor. Gerçekten gitmiş mi? Çok ön plana çıkmamakla birlikte, röportajcının da fotoğrafının kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Fotoğrafları, fotoğraf editörü‐ müz, ben ve görsel yönetmenimiz birlikte seçiyoruz.


226

15. 3. Derya Sazak 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazeteciliğe 1975 sonunda, Ankara Ulus gazetesinde stajyer mu‐ habir olarak başladım. Aynı zamanda Ankara İktisadi Ticari İlimler Aka‐ demisi Gazetecilik Yüksekokulu’nda, bugünkü adıyla Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde gazetecilik eğitimi aldım. Ankara’da Rüzgarlı Sokak, 1980 öncesinde, İstanbul Bab‐ı Ali gibi bir ekoldü; bir mektepti. O dönemde, Ankara’da aşağı yukarı 30 gazete yayımlanırdı. Bunlar 4–5 bin basan başkent gazeteleriydi. Sonra Anka Ajansı’na ve Güneş gazetesine geçtim. 1983’ten bu yana da Milliyet’te çalışıyorum. Mehmet Y. Yılmaz’ın Milliyet’teki genel yönetmenliği sırasında, yazılarımın dışında haftada bir söyleşi yapmam teklif edildi; kabul ettim. Köşemde, gündeme ilişkin süratle kaleme alınmış, benim düşüncelerimi ve eleştirilerimi yansıtan yazılar yazıyorum. Söyleşide ise daha geniş bir şeyler yakalayabiliyorum. Bir yandan da, konuştuğum kişilerin fikirleri esas olduğuna göre, ürün onlara ait. O fikirler, biraz güncel değil de geleceğe dönük... Türkiye’nin sorunlarına ilişkin ufuk açmaya çalışıyorum. Haber içerikli ve güncel olduğunda, gazetede birinci sayfadan anons ediliyor.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Sohbet Odası’ndaki yazılarıma röportajdan çok, söyleşi demek da‐ ha doğru olur. Özellikle son dönemde yaptığım “Türkiye’nin Günde‐ mi”nde, siyasal, kültürel ve entelektüel düzeyde tartışılan konular hak‐ kında, siyasi, akademik ya da düşün ve kültür‐sanat hayatındaki insan‐ larla karşı karşıya gelip, birkaç saat sohbet ediyoruz. Özetleyip gazeteye aktarıyorum. Bunlar, çok fazla haber içerikli ya da bilinmeyen bir konuyu gazete gündemiyle Türkiye’ye sunmaktan öte; fikirsel yanı ağır basan, konu odaklı görüşmeyle başlayıp oradan çıkan fikirleri topluma sunan yazı‐ lardır. Geçmişte, Milliyet’te genel yayın yönetmeni olduğu dönemde, rahmetli Abdi İpekçi bu tür söyleşileri çok yapardı. Hakikaten, Türki‐ ye’nin gündemini sarsıcı ve çarpıcı konular ortaya çıkardı.

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir?


227

Bu çağda her şey çok hızlı akıyor. Bir anda yüzlerce konu, önü‐ müzden gelip geçiyor. Bu akıcı ve hızlı gündem karşısında, olayları yaka‐ layıp, insanları bunlar üzerinde daha etraflıca düşündürmek gerekiyor. Biraz sorgulayıcı olmak, rutin gündemin akışı dışına çıkıp, yakala‐ dığımız konuları sunmak zorundayız. Türkiye’de çok birikimli insanlar ve zengin bir fikir hayatı var. Bu insanlar, televizyonlarda ve gazetelerde yeterince yer bulamıyorlar. Siz onlarla görüştüğünüzde, üzerinde aylarca çalıştıkları, Türki‐ ye’ye yarar bir konuyu, güncel bir söyleşiyle gazeteye getiriyorsunuz. Okur da, o fikirleri çok kompakt şekilde almış oluyor; tam sayfa gazete‐ de görünce çok etkileniyor. Mesela hocaların hocası tarih profesörü Halil İnalcık ile Avrupa Birliği’ni, 90 yıllık yaşamı 60 yıllık birikimiyle gündeme getirdiğinizde, oradan süzülen fikirlerin, bu söyleşi içinde okura ulaşması, okuyanlar üzerinde çok olumlu etkiler uyandırıyor. Konuşulanlar kadar, kişilerin seçimi de ilgi uyandırıyor.

4‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Yazı işlerinden ya da genel yayın yönetmeninden öneriler aldığım, bazı ortak isimler üstünde konuştuğumuz oluyor; gazetecilik akışı içinde normal. Bazen ben, gündem ilişkisi açısından bir iki seçenek sunarak, “Hangisiyle konuşalım?” diye soruyorum; ama bunlar çok az. Genellikle ben kendi tercihlerimi yapıyorum.

5‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık çalışması yapılmalı? Siz nasıl hazırlanıyorsunuz? Mesela Halil İnalcık Hoca ile randevu alabilmek için 6 ayda üç kez konuştum. Bir tarih hocasıyla konuşacaksın, karşısına çıkarken de bir‐ kaç hafta uğraşıyorsunuz; kitaplarını okuyorsunuz. Görüşme yapmadan önce, gideceğiniz kişi ya da konuya göre bir hazırlık gerekiyor. Mesela şimdi, kontrgerilla tartışması var. Bu konunun taraflarıyla konuşmak için, 1977‐78’li yıllara gideceksiniz. Gazeteci ola‐ rak, o dönemin kahramanlarıyla ilgili, tanık olduğum ve yaşadığım olay‐ lar var; ama aradan geçen yıllarda hatırlamam gereken noktalar da olu‐ yor. Her kişi ve olayla ilgili hazırlık gerekiyor. “Hazırlanmadan gidip başlayalım; bir şeyler konuşalım.” olmaz. Her röportaj, karşı taraf kadar, beni de zorluyor.


228

6‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanırsınız? Zaman çok önemlidir. Son hazırlıklar bir iki gün sürüyor. Ama gö‐ rüşmeye başladıktan sonra 1–1,5 saat içerisinde tamamlıyorum genel‐ likle.

7‐ Röportaj metnini kurgularken neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Metnin son haline kadar, her şeye ben karar veriyorum. Bir gazete sayfası röportaj, 45–60 dakikalık kayıttan oluşuyor; o da özetlenmek zorunda tabii. Siz veya konuştuğunuz kişi hazırlıklı da olsa, akış sırasın‐ da konuşma kayabiliyor. Ancak bazen 2–3 saat sürebiliyor. Bu yüzden oluşabilecek bazı tekrarları çıkarıyorum; önem sırasını kurguluyorum. Bazı anlam kaymaları yaratabilecek noktalarda da, röportaj yaptı‐ ğım kişiyi tekrar arayıp ikinci kez konuştuğum olabiliyor. Çıkardığınız yerle kurguyu bozabilirsiniz ya da onun kastetmediği bir ifade ortaya çıkarabilirsiniz. İkinci kez görüştüğüm ya da metin üzerinde çalışmalar yaptığım röportajlar olabiliyor.

8‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Ben o tür şeyler yapmıyorum. Parantez açıp atmosfer yansıtmı‐ yorum. Zaten röportajı güç bela gazetenin bir sayfasına sığdırabiliyoruz. Yer olsa, belki biraz daha notlarla izlenimleri aktarma imkanı olabilir. Ama ortaya çıkan fikrin yeterli olacağını düşünüyorum. Daha doğrusu onu aşan bir kurgu imkanı olmuyor.

9‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Zaman zaman öyle savrulmalar yaşanabiliyor ya da karşı taraf kendi fikrinde ısrarcı olabiliyor. Ben de kırıp dökmeden, cevabı alıncaya dek ısrar etmesem de, bir kaç zorlama yapıyorum. Yanıtlar çok ilgisiz bir yere doğru gidiyorsa, sorularımla bir yere getirmeye çalışıyorum. Ankara büro şefi ve muhabirken daha zorlayıcı, iğneleyici, daha itici olabiliyordum. Fakat son dönem yaptıklarımda, o yolu seçmedim. Çünkü amacım, insanları bir noktaya çekmek ya da istediğim yanıtları alamayınca sert‐ leşip, onları zor durumda bırakmak değil.


229

10‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? Pek olmuyor. Biz gazeteci milleti, biraz da çenemizi tutamıyoruz. Sakındığım bir şey olmadı.

11‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Yayımlanmayan röportajım hiç olmadı. Milliyet’teki genel yayın yönetmenliğim sırasında, 1998 yılında, Abdullah Öcalan Suriye’den çı‐ kartıldı. Önce Moskova ve Atina’ya, bir ara da Roma’ya gönderildi. O yıllarda Nilgün Cerrahoğlu haftalık röportajlar yapıyordu; aradım ve Öcalan’la mutlaka bir röportaj yapmasını istedim. Çok hassas bir dönemdi. 30 bin kişin ölümünden sorumlu bir in‐ sanı bulup görüşeceksiniz. Bu yayımlanır mı yayımlanmaz mı? O zaman Terörle Mücadele Yasası vardı. Haklı olarak Nilgün Cerrahoğlu, “Peki, ben bunu yapacağım ama yayınlayabilecek misiniz?” diye sordu. Ben de bu soruyu, “Mesleki açıdan bana yöneltilmemesi gereken bir soru” ola‐ rak gördüğümü söyledim; “Sen bu röportajı yap; Milliyet bunu manşet‐ ten yayımlayacaktır.” dedim. Çok uğraş verdi; 3–5 haftalık bir çalışmanın sonunda, biz bunu Milliyet’in manşetinden verdik. Öcalan kaçtıktan sonra, röportajını ya‐ yımlayan tek gazete olduk. Apo ile konuşan başka bir isim de Mehmet Ali Birand’dır. Milliyet Brüksel temsilcisiydi ve röportaj büyük gürültü kopardı. Ankara’da sav‐ cılık karar aldı, gazetenin dağıtımı engellendi. Matbaada kamyonlar dur‐ duruldu. Dönemin hükümet başkanı Turgut Özal çok sert açıklamalar yaptı; ama biz röportajı yayımladık.

12‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Emin Çölaşan çok başarılıydı; Neşe Düzel, son dönemde Ayşe Ar‐ man, Sedef Kabaş ve Balçiçek Pamir güzel yapıyor. Nuriye Akman, hem meslektaşım hem arkadaşım olarak röportajlarını takip ettiğim isimler‐ den.

13‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde de etkili misiniz? Bence çok etkilidir. Söyleşiler başladığında, bunu hafta sonu gibi de düşündük. Sohbet ederken, haftanın sert ve rutin gündemi dışında, haftada bir gün protokol ortamı dışında olmayı amaçladık.


230

Siyasi ile konuşuyorsanız yürüyüş ortamında… Üniversite hoca‐ sıyla deniz kenarında ya da parkta konuşmak... Söyleşilerle beraber, fotoğraf işini de röportajda birinci derecede önemsiyoruz. Fotoğrafları, Ercan Aslan, Mustafa İstemi gibi fotoğrafçı arkadaşlarım çekiyor. Röportaj aslında onların da eseri. Çıkan yazıda üç imza var. Konuşan, konuşturan ve fotoğrafı çeken.


231

15. 4. Doğan Hızlan 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? İlk olarak edebiyat üzerine, 1954 yılında, Fazıl Hüsnü Dağlarca hakkında yazmıştım. 1956‐57’de yazıya başladım. 1960’larda kitap ve tiyatroyla ilgili yazılar devam etti. Ben çok az röportaj yaptım; kendimi usta bir röportajcı da saymıyorum. Röportaj konusunda da, doğrusu fazla konuşmak istemiyorum. Çünkü Türkiye’de, televizyonlarda da, gazetelerde de o kadar iyi röportajcılar var ki. Ancak ben meseleye daima şöyle baktım: Yazarın ya da konuşaca‐ ğım insanın en önemli yanı nedir? Kitabı, yaşamı ya da kişiliği tabii ki... En önemli şey yazarın kitaplarını, onun hakkında yazılmışları okumak; onunla ilgili bilgi edinmek. Onu ve eserini daha iyi tanıtmak, yani bir portre, bir kimlik çıkarmak. Ben hep bunu düşündüm. Tabii bu benim röportajlarım. Çok önceleri de bir sanatçının 24 saatini, alışkanlıklarını, hobileri‐ ni, gezilerini, bir günü nasıl geçirdiğini, gecesi ve gündüzünü anlatan bir dizi hazırlamıştım. Amaç orada da bir portre çıkarmaktı. Şimdi sadece televizyonda, konuşmalı röportajlarım var. Bir de sadece, her kitap çı‐ kardığında, Yaşar Kemal’le röportajlarım oluyor. Onunla uzun bir ko‐ nuşma yapıyorum; başka da kimseyle yapmıyorum.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Böyle bir fark yok aslında... Röportaj da, söyleşi de diyoruz. Aslın‐ da söyleşi, röportajın Türkçe’deki karşılığıdır. Ancak şu var ki: söyleşi belki biraz daha alçakgönüllü, biraz daha yalın. Yani karşılıklıdır; sohbe‐ tin karşılığı söyleşidir. Fazla bir fark yok. Tabii öyle röportajlar var ki, uzun çalışmalar sonunda çıkıyor. Bir de iki veya üç kişinin olduğu röportajlardan söz edebiliriz. Ör‐ neğin, bir edebiyatçı, bir sosyolog ve başka bir alandan insan; üçü birden sorulara tabi tutuluyorlar. O röportajı okuyan da, o kişinin değişik yön‐ lerdeki ya da alanlardaki düşüncelerini öğreniyor. O tür röportajları okumak benim de hoşuma gidiyor. Ben yaptıklarımı “söyleşi” olarak adlandırıyorum. Yani bir soru sorup cevap almıyorum ki. O sorunun cevabına başka bir karşılık da getiriyorum. Yani karşılıklı bir düşünce alışverişi oluyor. Çünkü röpor‐ tajda, soruyu soruyorsunuz, cevabını bekliyorsunuz. Ancak cevapların içinden başka sorular da çıkıyor.


232

3‐ Röportajın edebiyattaki yeri nedir? Edebi bir tür müdür, doğru‐ dan habercilik midir? İçeriğine göre değerlendirilir. Gerçekten o kadar güzel bir röpor‐ tajdır ki: bir sanatçının eserlerine, bütün yazdıklarına aydınlık bir yakla‐ şım getirirsiniz. O zaman edebi bir üründür. Ancak, “Nerede doğdun? Nerede büyüdün?” gibi sıradan röportajlar, gazete röportajıdır. Bence röportaj, edebi bir türdür; ama dediğim koşulları, ilkeleri ve ölçütleri taşıdığı sürece.

4‐ Edebi ürün olmasını belirleyen koşul nedir? Kalıcılığıdır, gayet tabii.

5‐ Bir sorunuz yanıtsız kaldığında cevabı almak için özel teknikleri‐ niz var mı, yoksa sorunun peşini bırakır mısınız? Röportajın, röportaj yapan ve yapılan, yani sorulanla yanıtlanan arasında, karşılıklı konuşanlar arasında, biraz da güvene dayanan bir yanı vardır. Eğer karşı konuşmacı, hukuken nasıl susma hakkı varsa, orada da susma hakkını kullanabilir: “Bu soruya cevap vermek istemiyo‐ rum.” der; “Bu soruyu bana sormayın.” der. Onun bu hakkı olduğunu sanıyorum. Ama ben, böyle bir şeyle karşılaşmadım. Çünkü röportaj yaptığım kişilerin hepsi, daima bana güvendiler. Yani bilirler ki: Onların eserlerini veya kişiliklerini ön plana çıkaracağım, onun için çalışıyorum. Bir de, aniden tuzağa düşürüp, yapılmaya çalışılanlar var. Amacım röportajda, karşımdakini düşünce tuzaklarıyla teşhir etmek; sergilemek değil. Onun kişiliğini ve sanatını ortaya çıkarmaktır.

6‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Yazınızda bir konuya açıklık getirmek, bir sorunu çeşitlendirmek isteyebilirsiniz. Politikacıdan sanatçıya kadar uzana yelpazeden, her‐ hangi birinin portresini çizebilirsiniz. Ya da bir eser üzerinde yoğunlaşıp konuşabilirsiniz. Röportajdaki amaçlar çok farklıdır. Bunlardan birini seçtiğinizde, kurgusunu da, soruyu da ona göre hazırlayıp yapmak gere‐ kir.

7‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Hayır. Tüm röportajlarımda, konuşacağım kişiyi ben seçerim.


233

8‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Ben, gideceğim insanın yazdığı kitapları ve onun hakkında yazılan‐ ları okuyarak hazırlanıyorum.

9‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Zaman ayarlaması konuya ve kişiye bağlıdır. Ne kadar zamanda yapılacağını tayin ve tespit etmek mümkün değil.

10‐ Röportaj metnini kurgularken neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Bunun kararını, röportaj ya da söyleşi bittikten sonra vereceksi‐ niz. Konuşma sırasında o kadar yan kaymalar var ki... Esas soruna, esas konuya, esas kişiye bir yarar getirmiyor. Onun üzerinden projektörü, reflektörü kaydırıyor. Ayıklamayı onun üzerinden yapacaksınız.

11‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mimikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Eğer yazıya bir katkısı olacaksa, eğer onun kişiliğinin ipuçlarını veren hareketse, bir cümleyi söylerkenki tavrıysa, tabii ki veriyorum. Çünkü onlar, röportajı güçlendirici şeylerdir.

12‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Bu, konuşmacının ustalığına kalmış bir şey... Bunların ilkesi de, kuralı da yok. Fakat orada, o kişiyi nasıl soru‐cevap veren bir yere geti‐ receğinize siz karar vereceksiniz ve o kararı siz uygulayacaksınız. Yani başka türlü bir yol yok.

13‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım...” diye düşündüğü‐ nüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? Benim için her yazı, bittiği andan itibaren eksiktir. Onun içindir ki yazdığım yazıyı ertesi gün okurken, “Şunu da keşke içine katsaydım.”, diye düşünürüm. Çünkü hiçbir metin, tam olarak bitmiş bir metin değil‐ dir. Bu duyguyu hep taşıyorum; herkes taşır.

14‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur?


234

Hayır, olmadı. Ancak eğer yayımlanmasaydı, şöyle düşünürdüm: “Bir muhabir bir röportaj getiriyor, gazete basmıyor.” Ben, yönetimin böyle şeylerini şu açıdan olağan karşılıyorum: Yapılan beğenilmez. Belki onların beklediğinin sınırlarını aşmıştır. Bazı yerlerde, “Şurayı böyle değiştirebilir misin? Burası anlaşılmıyor.” gibi şeyler de denebilir. Ede‐ biyat, gündelik gazeteler kadar esnek değil. Ben böyle bir şeye maruz kalmadım; ama böyle bir durumla karşılaşmanın da normal olduğu ka‐ nısındayım.

15‐ Röportaj yapmak isteyip de yapamadığınız ya da günümüzde röportaj yapmak istediğiniz isimler var mı? Yok; hiç olmadı. Bu konuda şanslıyım. Hiçbir zaman, bu tür sıkıntı‐ lar yaşamadım. Aksine, isteyenlere vakitsizlikten yetişemediğim oluyor.

16‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Belli adlar yok; ama güzel röportajları okuyorum.

17‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Televizyonun icadından beri görsellik o kadar önem kazandı ki… Fotoğrafın çok önemi var; görme açısından.

15. 5. Eyüp Can 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Üniversite 1. sınıftan itibaren önce Anadolu Ajansı’nda, sonra da TRT’de staj yaparak gazeteciliğe başladım. Okul beni tatmin etmiyordu.


235

Dört yıl boyunca sadece okula gidip gelmek, vakit kaybıydı. Beğendiğim, keyif aldığım dersleri seçtim ve çok düzenli takip ettim. Onun dışındaki zamanımı, mesleğin içine girerek harcadım. Baş‐ langıçta televizyon, sinema ve gazete arasında bocaladım. Ailemin ve çevremin karşı çıkmasına rağmen, gazeteciliği seçtim. İstanbul İletişim Fakültesi’nde Mete Akyol’un tüm “Röportaj Teknikleri” derslerini takip ettim. Televizyonculuk ve yönetmen yardımcılığı yaptıktan sonra, birey‐ sel çalışma sistemine yatkın olduğum için, yazılı basına geçmeye karar verdim. Ancak, yazılı basında yapacaklarım konusunda emin değildim. Muhabirlikle başladım. Muhabirliğin, her zaman için, yazılı basının omurgası olduğuna inanıyorum. Gazetede göreviniz ne olursa olsun, muhabirlikten geliyorsanız, ciddi bir avantajı ve farkı olduğunu görü‐ yorsunuz. Muhabirliğim sırasında röportaja ilgim oldu. Çünkü bir takım entelektüel ilgilerim vardı. Dünya nereye gidiyor? Türkiye’de basın ne‐ reye gidiyor? Bir takım meseleler nasıl tartışılıyor? Onun üzerine teklif geldi; Zaman’da söyleşilere başladık.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Sohbet, söyleşi, röportaj, konuşma; bunların hepsi iç içe geçmiş kavramlar. Her biri başka bir dilden Türkçe’ye girmiş. Aslında benzer şeyleri anlatıyorlar. Tabii söyleşmekte başka bir ton var. Röportaj, rapor etme unsurunu öne çıkarıyor. Yani aktarma… Aktarımcı mısınız? Yoksa o sohbette aktif bir katılımcı mısınız? Mülakat dediğimiz, o karşılıklı konuşma alanı da, tek taraflı değil; röportajda biraz daha tek taraflılık var. Sanki teybi koyuyorsunuz; kar‐ şınızdaki anlatacaklarını aktarıyor. Ben genel anlamda hepsini de kulla‐ nıyorum. Benim yaptığım iş, biraz daha mülakattı. Ama söyleşi de diyo‐ rum, röportaj da… Sınırlar biraz daha belirsizleştiği için...

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Siz insanlara, bir ya da birden fazla insanın görüşlerini, düşüncele‐ rini, yaptığı işi aktarıyorsunuz. Genelde Türkiye’de söyleşiler, fikirler üzerinden oluyor. Soru‐cevap kısmının Avrupa ve Amerika’da daha az olmasının sebebi, fikirlerin biraz daha izlenimci bir mantıkla, belli bir içerikte oturtulması kaygısından kaynaklanıyor.


236

Röportajı yaparken, konuştuğunuz kişinin üzerindeki gömleğin rengi nedir? Kravatı var mı, yok mu? Çorabı ne renk? Gözlüğü varsa nasıl kullanıyor? Konuşurken vurguları nereye yapıyor; nerelerde duruyor? Bütün bunlar röportajcının dikkat etmesi gereken şeyler.

4‐ Ortamı da aktarmak gerekiyor mu? Ortamın da, dile gelmesi gerekiyor. Bir de, dile gelmeyen şeylerin de dile gelmesi gerekiyor. Yani söylenen kadar, söylenmeyen şeyler de bazen önem kazanabiliyor. O yüzden de bir röportajcı dersini çok iyi çalışmalı. Yoksa klasik biçimde teybi koyup, “Şunu da anlatın; bunu da anlatın.” demek tamamen papağan aktarımıdır. İyi röportajcı, nakilci değil; her şeyi süzgeçten geçiren ve en yalın haliyle okuyucusunun karşısına çıkarabilen kişidir. Tabii birçok tarz olabilir. Bazı insanlar agresif davranır; bazıları da tamamen karşısında‐ kini anlamaya çalışır. Mesela televizyonda Larry King, karşısındaki kim ya da konu ne olursa olsun, karşı tarafla empati kurarak, onu olduğu gibi yansıtmaya, kendi düşüncelerini ve fikrini çok fazla ortaya koymamaya çalışır. Karşı‐ sındakini yönlendirerek, izleyiciye iyi bir fotoğrafın akmasını sağlar. Birçok röportaj tarzı var; bu işi yapan kişinin kişiliğiyle ilgili... Si‐ zin bir tarzınız vardır. Karşınızdaki de bunu bilir; ama siz karşınızdaki‐ nin durumuna göre de, o tarzınızın ayarını yapmak zorundasınız. Sonuç‐ ta sizin göreviniz, röportajı sonuna kadar yapmak…

5‐ Sizce röportajın temeli nedir? Kişilerin hayatlarını ya da hayatla‐ rından kesitleri herhangi bir olaya dayandırarak aktarmak amacı taşır mı? Yaptığınız röportajın güncelliği önemli; ama bazen öyle röportaj‐ lar vardır ki, gündemi o belirler. Bunlar daha istisnadır. İnsanlar, “Bugün bunu niye konuşmuş?” sorusunun cevabını, röportajı okurken kendili‐ ğinden bulmalı. Ayrıca karşınızdaki kişinin sadece yaşam kesitini değil, okuyucuya dokunabilecek taraflarını da çıkarmanız gerekiyor. Unutmamak gerekir ki, medyada yoğun bir rekabet var. Hafta son‐ ları, hemen hemen her gazetede röportaj yayımlanıyor. Bunların arasın‐ dan sıyrılmanız gerekiyor. O yüzden de, yaptığınız işin ilginç olması ge‐ rekiyor. Yoksa neden insanlar, sizin yaptığınız bir sayfa sohbeti okusun. Sadece fikir değil, yaşamlar da röportaja eklenmeli. Bazen fikir üzerin‐ den, hikayesini çıkarırsınız. Bazen de, hikayesi üzerinden fikirlerini çı‐ karabilirsiniz; o da bir yöntem.


237

Tabii verilmek istenen mesaj: Ele alınan konunun önemi, bir parça sizin yaklaşımınız, hangi açıdan baktığınız ve karşınızdaki kişinin o ko‐ nuya nasıl baktığıyla ilgili olarak değişir.

6‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? İlginçlik… Güncel, kişisel hikayesini, belli bir konudaki düşüncesi‐ ni önemsiyorsam, kamuoyu için önemli olduğunu düşünüyorsam, o in‐ sanı röportaj için seçerim. Burada sınır yok. Genelde, kamuoyunun daha çok merak ettiği isimler olduğu için, ünlü insanlarla röportajlar yapılır. Bence hayatın her alanından röportaj çıkar. Herkesin peşinden koştuğu biriyle oturup konuşabiliyorsan ve ondan ilginç bir şey çıkara‐ biliyorsan, o da önemli. Ama illa da böyle olmak zorunda değil. Herkes bu tarafa giderken, sen dönüp diğer tarafa bakabilirsin. Gazetecilik bi‐ raz, herkes bir tarafa bakarken, başka bir tarafa bakabilme yeteneğidir. Genelde, genel yayın yönetmeniyle genel bir çerçeve çizilir. Zaten röportajcının bir tarzı vardır; kimlerle röportaj yapacağı bellidir. İkinci‐ si, genelde liste hazırlanır ve o listeler üzerinden isimlere bakılır. “Gaze‐ teci kimseden fikir almaz.” gibi bir katılığa gerek görmüyorum. Tam tersine, prensiplerinizi göz ardı etmeden, kendinizi ne kadar açarsanız, güzel işler çıkar. Siz eğer “yalaka bir röportaj” yaparsanız, kişiyi sizin ya da yöneti‐ cinizin bulması arasında bir fark yok. Zaten gidip öyle bir iş yapacaksı‐ nız. Röportajcının işi zaten birilerine yaranmak, birilerini pohpohlamak değil; iyi ya da kötü, ne varsa ortaya koymak.

7‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Hazırlık aşaması, ne yapmak istediğinize bağlı. Ama bir ev ödevi gibi çalışmak gerekiyor. Röportaj yapacağınız kişiyle ilgili ne çıkmışsa okuyacaksınız. Türk Basını’nda bu işi çok iyi yapanlar var. Yapamayan‐ larsa 6 ay önce söylenmiş sözleri tekrar dinler. Eserlerine bakacaksınız; hakkındaki yorumları ve önceki röportajları okuyacaksınız. Karşınızda, konusunu iyi bilen insanlar var. Sizin, her konuda uzman olma şansınız yok. Bu nedenle, konuyla ilgili diğer profesyonellerden görüşler de ala‐ caksınız. Böylelikle karşınızdaki insanı bir adım öteye götürebilirsiniz.

8‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz?


238

Bazı insanlar, uzun konuşur; bazıları ise daha yoğun gider. Bu bi‐ raz sizin tarzınıza, biraz da karşınızdaki insanın ne kadar vakti olduğuna bağlı. Ben, yarım saatte bitirilen röportajların verimli olduğuna inanıyo‐ rum. Yoğun geçmeli… Ama bazen bir saat süren röportajlar da olabilir.

9‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Ben en çok, ilk soruyu önemserim. Çünkü ilk soru, röportajın ne‐ reye doğru gideceğine dair fikir verir. Okuyucuya da, “Beni oku.” der. O yüzden ilk soruyu çarpıcı seçerim. Girizgah yaparak değil de, karşımda‐ kini hemen içeri çekecek soru sormayı tercih ederim. Ama bazen karşınızdakine öyle sorular soramıyorsunuz; onu ha‐ zırlamanız gerekiyor. Önce onu konuşturuyorsunuz, anlatmak istedikle‐ rini anlatıyor. Sonra asıl röportaj, belki de 10 dakika sonra başlıyor. İs‐ tediğiniz soruyu başta sorsanız, ters tepebilir. Röportajın kurgusu çok önemli; ritmi yüksek bir kurgu yaratma‐ nız ve yakalamanız gerekiyor. Bazen sohbet yayıldığı için uzayabiliyor, ritim kaybolabiliyor. Yazılı metne geçirirken, o ritmi yakalamak gereki‐ yor. Bende o kaygı vardır. Bir de, konuşma dilinden yazı diline aktarılmaması gereken şeyler oluyor. Bütün içinde önemli olmayan konuları eliyorsunuz; çünkü yeri‐ niz sınırlı.

10‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mimikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Bunun iki yolu var. Birincisi röportaja bir giriş yazarsınız ve izle‐ nimlerinizi aktarırsınız. İkincisi soru‐cevap kısmında, parantez açıp “kahkaha” ya da “gülme”… gibi tepkileri verirsiniz.

11‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Burada, konuya ne kadar vakıf olduğunuz, hazırlandığınız önemli. Röportaj bir sinir harbidir; psikolojik bir şeydir, oyundur. İpi tamamen elinize alırsanız, karşınızdaki kişi kendisini güdülmüş hisseder ve ve‐ rimsizleşebilir. Bütün mesele, ipi bir gerilimde, karşılıklı tutmaya çalış‐ maktır. O yüzden bazen tansiyonu yükseltip, bazen de rahatlatmak, rö‐ portajcının görevidir. Karşınızdaki kişinin dümdüz bir çizgi gibi gitmesi‐


239

ni istemiyorsanız, dokunuşlarla bir aşağı bir yukarı müdahale etmeniz gerekiyor.

12‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Konuştuğum çerçeve, benim inandığım çerçevedir. Yazılı kurallar yok; ama röportajda görselliğin önemli olduğunu düşünüyorum. Türk Basını da bunu iyi kullanıyor. Bunun dışında atacağınız başlık, öne çıkar‐ tacağınız laflar da çok önemli. Bu, bana ait bir teknikten ziyade, tarzımla ilgili bir şey.

13‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? Her zaman “Şunu da sorsaydım!” diyebileceğiniz şeyler olabiliyor. Çünkü ne kadar hazırlanırsanız hazırlanın, bazen zaman darlığından, bazen karşınızdaki kişinin o konudan özellikle kaçmasından, bazen sizin her şeyi yetiştirme çabanızdan, o anda unutabileceğiniz şeyler olabili‐ yor. İrtibatınız devam ediyorsa dönüp, “Bir ek sorum daha vardı.” diye‐ biliyorsunuz.

14‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Yayımlanmayan röportajım olmadı. Gazeteniz sansür yaparsa ya‐ yımlanmaz. “Türk Basını’nda sansür yok.” demiyorum. Ama kiminle ya‐ pacağınızı, yönetimle konuştuğunuz için problem çıkmayabilir. Yöneti‐ min şu ya da bu sebepten belli kaygıları olabiliyor. Gerçekçi olmak lazım. Türkiye’nin belli konuları var ki, dokunulması zor. Bazen siyasi şeyler oluyor. İktidarla medyanın ilişkisi, Türk Basın Tarihi’nde, pek de iyi bir sınavdan geçmedi. Medya ve siyaset ilişkileri belli dönemlerde iç içe geçti. Röportaj yapmak istediğiniz kişi önemliyse, önce gazetenizi ikna etmeniz gerekiyor. Sonra zaten yayımlamamak gibi bir problem olmu‐ yor.

15‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Bu işe başlarken, “Türk Basını’nda kimler, bu işi nasıl yaptı?” diye baktım. Yaşar Kemal’in Anadolu Gezileri, Abdi İpekçi’nin Milliyet’te yap‐ tığı röportajlar, Emin Çölaşan’ın Hürriyet röportajları okuduklarım ara‐ sında. Türkiye’de tarzlarını takip ettiğim Neşe Düzel, Nuriye Akman, Ayşe Arman var. Onun dışında, yüzde yüz benimsemediğim, ama bence başarılı olan BBC’de “Hard Talk” programından keyif alıyorum.


240

16‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Fotoğraf bence, röportaj metni kadar önemlidir; ikincil bir unsur değildir. Çünkü insanlara, tam sayfa bir şey okutuyorsunuz. Onu düz bir metin halinde sunmak, güzel olmuyor. Röportajı, uzmanların okuduğu bir dergide basmıyorsunuz; günlük tüketilen bir gazetede yayımlıyorsu‐ nuz. Röportajda, röportajı yapan kişinin de görsel bir unsur olup olma‐ ması, bir tartışma konusu. Popüler kültür her anlamda, o günlük tüketilen ürünleri etkiliyor. Buna uygun işler yapmak istiyorsanız, görsel unsuru, en az yazılı unsur kadar iyi kullanmanız gerekiyor. Aksi halde çok iyi işler çıkarsanız da, az insan tarafından okunur. Genelde sayfayı, röportajı yapan kişiyle sayfa sekreteri beraber hazırlıyor ve fotoğraflara ikisi karar veriyor.

Eyüp Can’ın Özel Notu: Amerika ve Avrupa basınında röportaj ile söyleşi, sohbet, mülakat arasındaki ayırım, çok kolaylıkla yapılır. Türkiye’de ise, bu kavramlar birbirinin içine geçmiş durumda. Avrupa ve ABD basınında, sohbete dayalı söyleşilere çok rastla‐ mazsınız. Biriyle görüşebilirsiniz; ama soru‐cevap gibi yayınlamazlar; metne dönüştürülür. Çünkü yazan kişinin, kendi perspektifinin yazıya damgasını vurması istenir. Mesela Fransa ve Almanya’da röportaja, İtalya’ya göre daha az yer verilir. İtalya, bu konuda Türkiye’ye yakındır. İtalya’da, Oriano Fallaci bir anlamda, dünya röportaj tarihinde, her zaman referans kabul edilen isimlerden biridir. “Agresyonu çok yüksek” röportajlar yapmasından kaynaklanan, kendine ait bir tarzı var. Dünya liderleriyle yaptığı, kavga edecek düzeydeki röportajları, birçok kez yarıda kesilmiştir. “Söz ağırlıklı ülkelerde”, röportajın daha anlamlı bir süreç içinde geliştiğine inanıyorum. Kıta Avrupası ve ABD basınıyla karşılaştırıldı‐ ğında, Akdeniz ülkelerinde röportaj ve sohbetin, medyada bu kadar yer almasının nedeninin, kültürel olduğunu düşünüyorum. Soru‐cevaplı sohbeti, yazılı basında da okuma eğilimimizde, soh‐ bete yakın olmamız önemli bir faktör. Ancak bu kadar geniş bir sohbet kültürü olmasına rağmen, bu konuyla ilgili, doğru dürüst yazılmış, oku‐ tulacak bir kitap ve çalışma, üniversitelerde bile yok.


241

15. 6. Ferai Tınç 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazeteciliğe, 1982 yılında Hürriyet gazetesi dış haberler servisin‐ de başladım. Röportaja nasıl yöneldim? Röportaja yönelmedim; dış poli‐ tika uzmanlığına yöneldim.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Ben röportaj da yaptım; söyleşiler de yaptım. Bana göre röportaj ve söyleşinin arasında çok ince bir fark var. Röportajı, “konuşacağınız insanın, konuşacağınız konuyu da belirterek görüşlerini almak ve oku‐ yucunun merak ettiği soruları sorarak gerçeği ortaya çıkarmak”, diye düşünüyorum. Röportaj bir kişiyi tanıtma amacı da taşır. Kişinin kendisiyle ilgili olabilir; yaptığı işin o andaki gerçeğini ortaya çıkarmak için olabilir. Ya da tanıklığa başvurmak amacıyla olabilir. Benim anlayışım böyle. Söyleşi: gazeteci olarak her gün çok sayıda söyleşi yapıyoruz. Çün‐ kü çok sayıda insanın fikrine başvuruyoruz; çok sayıda kaynağa ulaşma‐ ya ve onlardan bilgi almaya çalışıyoruz. Bu da, “Hadi, dök şuraya bu bil‐ gileri!” şeklinde olmuyor. İlgili kişiyle konuşarak, söyleşerek, o konuyu deşerek ortaya çıkarmaya çalışıyoruz; olayları ve de gerçeği.

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Röportajcının görevi: Karşısındakinin düşüncelerini en doğru şe‐ kilde yansıtabilmek ve doğru sorularla gerçeği ortaya çıkartabilmek. Gerçek her türlü şey olabilir. Mesela ben, birçok devlet başkanıyla röportajlar yaptım. Oradaki amaç, o ülkenin Türk kamuoyuna tanıtılma‐ sı ve Türkiye’ye bakışı konusunda bilgi vermekti. Yani araştırmaya yö‐ nelik bir röportaj değil…

4‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Tabii ki yöneticilerden öneri alınır. Sahiplerden öneri? O, yönetici‐ ye gider; giderse… Röportajı, gazeteci objektifliği ve duruşu içinde yap‐ tıktan sonra herkesten öneri alabilirsiniz. Röportajcı olarak sizin meslek ilkeleriniz, meslek ahlakınız ve objektif duruşunuz önemli.


242

5‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Biz dış politika gazeteciliğinde, “dosya”’ terimini çok kullanıyoruz. Uzman gazetecilikte de dosyalardan söz edilir. Yani gazetecilerin, gittik‐ leri işe ait dosyalara sahip olmaları gerekir. Gazetecinin, kendi arşivinin bulunması, bu arşive girmesi ve çok iyi çalışması gerekiyor. Röportaj şöyle de olabilir: Bir toplantıya gidersiniz; karşılaştığınız kişinin ne kadar önemli olduğunu bilmezseniz; o insanın neler yaptığını, olayların içindeki yerini bilmiyorsanız, o anda o olayı takip etmiyorsa‐ nız, kaçırırsınız. Ama biliyorsanız, hemen yanına gider: “Beş dakikanız var mı?”, “Bir yarım saatinizi alabilir miyim?”, “Bir röportaj yapabilir miyim sizin‐ le?” der; ona sorular sorar ve röportajı yaparsınız. Bir de resmini çeker‐ siniz. İşte röportaj... İlla bir hafta, on gün önceden haber vermek gerek‐ mez. Bir de, evinde oturacak; telefonları sekreterler edecek; konuştuğu kişi röportaj yazıldıktan sonra görmek isteyecek.“Tamam, peki.” diye‐ ceksin. Göndereceksin; geri gelecek. Bunlar da oluyor… Ama hepsi bu değil; röportaj gazeteciliğinin, bana göre...

6‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? “Uzun nehir röportajlar” var. Peşinde koştuğunuz insanla ortak bir çalışma o... Böyle bir çalışmada kaynak, çalışma içinde görmek ister yazı‐ lanları. Buna da hakkı vardır; kitap yapılacaktır; iyi ifade edilip edileme‐ diğini görmek ister. Diğer uzun röportajlar için, gittiğiniz kişiye söylemeniz lazım. Yani röportaja gidip, orada gece kalmak diye bir şey mümkün değil. Kendiniz ayarlamanız gerekiyor, zamanı… Ya da röportaj yapacağınız kişiyle ayar‐ layabilirsiniz.

7‐ Kaynak ile gerekli etkileşimin internet yolu ile sağlanabileceğine inanıyor musunuz? Karşılıklı konuşma yani gazeteci için kaynağı görmek de önemli değil midir? Bence etkileşim mutlaka olmalı; o çok daha farklı, çok daha canlı. Fakat hiç ulaşamadığınız bir kaynak, sizin sorularınıza ancak internetten cevap verecekse, o da olur. Ona da, “Röportaj değildir.” denemez. Artık böyle bir gelişmeye doğru gidiyoruz. Telefon ediyoruz; yazarken de, “Telefonla konuştuğumuz bilmem kim.” diyoruz.


243

8‐ Okuyucu yönünden ele alırsak, yüz yüze görüşmelerin daha gü‐ ven verici olduğunu söyleyebilir miyiz? Ben okuyucu olsam… Yüz yüze, telefonla yapılan görüşmeler, yani kaynağın belirtildiği, tabii ki daha güvenilir. Ama isterseniz “İnternetten soru gönderdim, yanıt aldım.” deyin; isterseniz “Karşı karşıya görüş‐ tüm.” deyin; kaynağın belli olduğu haberler, söyleşiler, röportajlar olay‐ ları daha bir yerli yerine oturtuyor.

9‐ Peki kayıt olmaması bir risk yaratmıyor mu? Gerçi artık telefon görüşmelerinin kaydı da mümkün ama? Tabii telefonda kaydı mümkün. İnternette de yazışıyorsunuz, “Chat” yaptığınız zaman, mesela orada da yazılıyor; kayıtları bulmak mümkün. Yani teknoloji gerçekten çok kolaylaştırıyor.

10‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Gazetecilik, karşınızdakinin söylediklerinin içinden asıl sorunuzun yanıtını seçmek, ustalığıdır. “Ne var ne yok?” derseniz, muhatabınız sa‐ baha kadar konuşur; tabii siz de neyi seçeceğinizi bilmezsiniz. Onun için soru, sizin almayı tahmin ettiğiniz, almayı istediğiniz yanıtı verdirecek kadar spesifik olmalı. Röportajcılık çok önemli... Bu meslekte insan zaten her şeyi yapa‐ rak gelişiyor, yoğruluyor, yetişiyor. Editörlere çok iş düşüyor, burada. Röportajı yapacak genç, tecrübesiz arkadaşı, yönlendirmek, ona ne is‐ tendiğinin anlatılması gerekiyor. Röportajı getirdiği zaman, “olup olma‐ dığını” editörün söylemesi gerekiyor. Çok kritik cümleler olabilir. Hakikaten karşınızdaki, onu fark et‐ meden söylemiştir ve ucunun nereye gideceğini bilmez. Yani gazetecilik de bu, zaten biraz. Bu kritik cümleleri yazabilmek için, elinizde mutlaka bunun kanıtı olmalı, kaydı olmalı; ses kayıt cihazınız çok iyi olmalı; şüp‐ heye yer bırakmamalı.

11‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mimikleri nasıl yansıtıyorsunuz? İzlenim olarak yansıtıyorum. Mesela, “Soruyu sorduğum zaman, sinirle önündeki kitabı kapattı.” diyorum. Röportaj olduğu zaman, bu insani tepkileri vermeye dikkat ediyorum. Tabii televizyonla da yarışı‐ yoruz. Bunlar röportaja hem sıcak bir hava veriyor; hem de röportajın daha iyi anlaşılmasına yardımcı oluyor; hem de görselleştiriyor biraz.


244

Burada da tabii, objektif olmak gerekiyor. Yani, emin değilseniz karşınızdakinin tutumundan “Bana öyle geldi.” diyebilirsiniz; “Tedirgin olduğunu gözledim.”; “Çok rahattı, güldü.”... Katabilirsiniz bunları röpor‐ taja.

12‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Bunun önüne geçmek için, sözü keserim; yahut da sohbete çeke‐ rim. Ben, sohbet ederken hiç beklemediği bir anda bir şey sorarım. O, röportajcının kendi kişiliğine kalmış bir şey.

13‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Önce karşımdaki insanla bir bağ kurmaya çalışırım. Kendimi de açarım, düşüncemi de açarım. Onu anlamaya hazır olduğumu, fakat onunla hemfikir olmadığımı da hissettiririm; sorularımı da o amaçla sorarım. Düşmanlıkla değil, onu daha iyi anlamak için bu soruları sordu‐ ğumu hissettiririm.

14‐ Gazeteci kendini ne kadar katmalı. Görüşme iki kişilik bir olay mı yoksa kaynağınızın görüşlerini yansıtmanız gereken bir durum mu söz konusu? Kaynağımın görüşlerini ortaya çıkarabilmem için, bir görüşümün de olması lazım; onları biliyor olmam lazım. Fakat okuyucuya yansıtır‐ ken, bence röportajcı, tabii ki kendini katmamalı. Ama röportajı yapar‐ ken, açıkça hangi fikre sahip olduğunu belli etmeli. Sorularıyla bunu deşmeli ve bu sorulara, o insanın yanıtını da olduğu gibi yansıtmalı. Yani kendi fikirlerini doğrulayacak olanları çekip almak, diğerlerine ayıkla‐ mak yanlış bir şey.

15‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım...” diye düşündüğü‐ nüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? “Keşke şunu da sorsaydım...” tabii ki oluyor. Olabilir, yani insanlık

hali. Görüştüğünüz kişilere sonradan telefon edip: “Ben şu soruyu sor‐ mayı unuttum; ne dersiniz?” diye sorabilirsiniz. Bunun hiçbir sakıncası yok... Bu gibi “keşke”lerin olmaması için, çok iyi çalışmanız gerekiyor.

16‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur?


245

Tabii oldu; çok oldu. Başbakanla röportajım yayımlanmadı mesela. Gazetecilikte bunlara hazır olmak gerekiyor. Önce çok üzülüyorsunuz; ama bu gazeteciliğin kaderidir. Üzülüyorsunuz, unutuyorsunuz; böyle geçiyor.

17‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Ben gazeteciyim; hepsini izliyorum.

18‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Bakın, televizyon röportajlarında görüntü önde, ağır basıyor. Söz, yazılı basında öne çıkıyor; o sözü güçlendirecek fotoğrafı seçip sayfaya koyduğunuz zaman, ‐ o da editörün ustalığı ‐ gerçekten o çok konuşan bir sayfa oluyor. Kanlı‐canlı bir sayfa oluyor. Ben şöyle düşünüyorum: İletişimciyiz, bizim en önemli aracımız söz ve görüntü. Gazeteciyi “fark edip bunu herkese gösteren, fark edil‐ meyenin fark edilmesini sağlayan aracı” diye düşünüyorum Ve bu bir entelektüel iş… Onun için ben, bir gazetecinin edebiyatı çok iyi bilmesi, dilini çok iyi kullanabilmesi ve donanımlı olması gerektiğine inanıyo‐ rum.


246

15. 7. Fikret Otyam 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Babam, Konya Aksaray’da eczacıydı. Eczanede günlük tutardı. 2. Dünya Savaşı yılları… Yoksul köylüler… Eczane kapısında, hastalıktan ölenleri gördüm. Ve tabii halkevinin tiyatro ekibi, halk türküleri ekibi, oyun ekibi köylere giderdi; işte orada köyleri gördüm. Eczanemizdeki olayları, babamın tuttuğu günlük gibi, not aldım. 1944’te Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdim. İstanbul’a geldiğimde bun‐ ları öyküye çevirdim; Gece Postası gazetesine yazmaya başladım. Hiç unutmuyorum, 6.5 liraya bunlar yayımlanıyordu. Hocaların hocası İbrahim Çallı; 2 yıl onun öğrencisi oldum. Ama Bedri Rahmi’yi çok sevdim. Şair, yazar, ressam, türkücü, hoş bir adam. Hocadan izin aldım; Çallı biraz üzüldü tabii: “S..... git.” dedi; bana izin verdi. Bedri Hoca’nın öğrencisi olmak, bir öğrenci için mutluluktu. Hele benim gibi, ona sevdalı bir insan için. Hocanın özel atölyesi vardı. Aşağı yukarı her gece oradaydım. Bütün İstanbul’un ileri gelenleri, yazarları, çizerleri, sanatçıları hocanın atölyesine gelirdi. Beraber içki içilirdi; ama akademiye geldiğimiz zaman, öğrenci‐öğretmen havası içindeyiz. Sanat yazıları yazmak istedim; edebiyat dergilerinde zaten kısmet çıkıyordu. 1950’de, tabii büyük gazetelere girmeye olanak yok; Son Saat gazetesine gidip gelmeye başladım. Bir de arkadaşım vardı orada; Cihat Baban; sonradan turizm bakanı oldu. “Git resmini yap evladım.” diyordu bana; “Git resmini yap!” Bir gün polis‐adliye muhabiri izin istedi; ben de oradayım. O za‐ man sendika filan yok. “S….. ulan! Vermiyorum; kovdum gitti.” dedi. Ba‐ na döndü: “25 lira 24 kuruşla polis‐adliye muhabirisin.” dedi. Böylelikle “sanat yazıları yazma, bilmem ne” derken, kendimi ka‐ tillerin, esrarkeşlerin, arasında buldum. İki buçuk yıl burnuma kan kok‐ tu. Ama bu polis‐adliye muhabirliğinde, İstanbul’un bir başka yönünü, herkes göremez bunu, gördüm. Daha sonra Falih Rıfkı Atay’ın, Atatürk’ün en yakını, onun yazarı , gazetesine yazı işleri müdür yardımcısı ve röportajcı olarak girdim. On‐ dan sonra talihim açıldı; ilk defa Güneydoğu’ya gittim. Akademiyi bitirdikten sonra, Falih Rıfkı Atay, ölünceye kadar be‐ nim soyadımı yanlış söyledi, “Otyak” derdi; “Kuzum Otyak Bey çok yo‐


247

ruldunuz.” dedi; “Size bir bilet alalım; Hopa’ya kadar gidin, gelin; dinle‐ nin.” Dedim ki: “Falih Bey, ben kara çocuğuyum; denizden hazzetmiyo‐ rum. Ben karaya çıkmazsam, deli olurum vapurun içinde. Eğer müsaade ederseniz, ben Güneydoğu ve Doğu’yu merak ediyorum; çok kitap oku‐ dum…” “Ne yapacaksın? Sıcaktır şimdi, temmuz ayı.” dedi. Kendimi Sirke‐ ci’de bir kamyonda buldum. 35 gün sonra döndüm İstanbul’a. İlk Urfa’ya gittim; daha Birecik köprüsü yok. Salla geçtik karşıya; otobüsler, öküzler, inekler, koyunlar… Urfa’yı gördüm; o zaman “şan”ı yoktu henüz... Ve oraya sevdalandım. Bu sevda, ta 53 yılından beri de‐ vam eder. Onların gözü, dili, kulağı olmaya çalıştım. Dolaştım, dolaştım, dolaştım; ondan sonra asker olarak Ankara’ya geldim. Bando‐ mızıka okulunda resim öğretmeni yedeksubay... Haftada iki‐üç saat ders var. Sıkılıyorum; ne yapayım? Atlayıp İstanbul’a gidiyo‐ rum; ailem de orada. Falih Bey dedi ki: “Kuzum Otyak Bey ne yapıyorsunuz?” Dedim: “Efendim iş yok; canım sıkılıyor Ankara’da.” Bedii Faik’e döndü dedi ki: “Kasım gelince söyleyelim: Otyak, Ulus’a yardım etsin.“ Kasım dediği, Kasım Gülek, CHP Genel Sekreteri.” Dünya gazetesinin Ankara temsilcisi, “Fikret, seni Bülent Ecevit arıyor.” dedi. Bülent Ecevit de Ulus yazarı; partiyle gazete arasında irti‐ batı sağlıyor. Görüştük. Dedi ki: “Buyurun çalışın.” Ben kıtadan geliyo‐ rum; gazeteyi çıkarıyoruz arkadaşlarla. Terhis oldum. Ruslar, “Ankara Türkiye’nin Kalbi” diye bir film çe‐ virmişlerdi. Ve Cumhuriyet’in 10. yıldönümü’nde, 1933’te gösterildi. Atatürk’ün kendi sesinden konuşmaları da var. Gerçekten Ankara Türki‐ ye’nin kalbi, Türkiye Büyük Millet Meclisi burada, hükümet burada, baş‐ bakan, bakanlar, milletvekilleri, genel müdürler, bakanlıklar... Falih Bey’den izin istedim “Efendim, ben Ankara’yı çok sevdim. İzin verirseniz Ankara’da kalacağım.” dedim. 27 Mayıs’tan sonra, Bülent Ecevit ile bazı olaylar oldu, istifa ettim; ayrıldım. Eğer bugün basın aleminde Fikret Otyam diye bir insan varsa, bunu önce Falih Rıfkı Atay’ın Dünya gazetesi’ne borçluyum. Hele hele Nadir Nadi Bey’i rahmetle anıyorum… 2 Ekim 1962’de Cumhuriyet çalı‐ şanı oldum. 1979’da da, candan usandırdıkları için emekliliğimi istedim; ayrıldım. Bugün Aydınlık dergisinde yazıyorum.


248

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz röportaj mı söyleşi mi? Röportaj ve söyleşinin farkı nedir sizce? Dediğim gibi, ilk defa 53’te gittim; Güneydoğu’ya. Cumhuriyet’e girdikten sonra artık Güneydoğu ve Doğu halkının gözü kulağı dili sayıl‐ dım; Türkiye’de. Şimdi bakın: Beni çok duygulandıran bir şey oldu, sabahleyin. Ba‐ tılı giyimli bir adam, kahvaltı ederken bana bakıyor... Yabancı zannettim. Kalktı; “Fikret Otyam.” dedi. “Benim.” dedim. “Siz Türkiye’nin onurusu‐ nuz. Türkiye halkının kazancısınız. Ben Türkiye’den ayrıldım. 35 yıldır Avusturya’da yaşıyorum. Sizin elinizi sıkmak, benim için şereflerin en büyüğü oldu; bu sabah.” dedi. Demek ki, ne olursa olsun, yaptıklarım unutulmamış. Bu arada röportajlarımı kitap haline getirdim. 50’ye yaklaştı. Kimi 2.‐3. baskısını kimi 4. baskısını yaptı. Tabii şimdikiler gibi, çarşaf çarşaf gazete ilanları olmadan. Bir de klikler vardı, Türkiye’de. Yani edebiyat tarikatları vardı. On‐ lara girmezsen, seni görmezlikten gelirler. Resim alanında, kitap alanın‐ da hiçbir tarikata girmedim; hiçbir eleştirmene yüz vermedim ve hediye resim vermedim. Halkın yüreğinde yaşıyorum. Şimdi onlar yazsa yaz‐ masa, bilmem ne yapmasa umurumda bile değil.

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? O dönem Cumhuriyet’te Yaşar Kemal, Dünya’da da ben.... Yaşar duymuş: “Dünya’dan Fikret Otyam, Doğu’ya gidiyor.” Patronlara demiş ki: “Efendim, ben de gideyim.” Orada karşılaştık Yaşar’la; saç sakal bı‐ rakmış. Bir de Orhan Kemal var; bizim yazarımız. Gittim Orhan’a, “Ulan Orhan, böyle böyle; bizim Kürt de gidiyormuş doğuya. O Kürtçe bilir; oranın adamı… Ben ilk defa gidiyorum.” dedim. “Bak Fikret, yalan yazmayacaksın; gördüğünü yazacaksın. Bir isti‐ dacı sadeliğiyle yazacaksın. Kim için, ne için yazacaksın? Bunu aklından çıkarma. Sen başarılı olursun.” dedi, bana. Hiçbir zaman hayatımda yalan, uydurma bir şey yazmadım. Ne haberimde, ne röportajımda, ne de günlük yazılarımda. Bir iki yanlış olabilir; onları da açıklama gönderildiği zaman, özür dileyerek düzelt‐ tim. 55 yıllık gazetecilik hayatımda en övündüğüm, gurur duyduğum huyum budur.


249

4‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler nelerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sa‐ hiplerinden öneri alıyor musunuz? Doğu halkının gözü, kulağı, dili olmaya çalıştım. Hastalık, yokluk, yolsuzluk, okulsuzluk, kan davaları, toprak davaları, susuzluk… Ben 1953’te Güneydoğu’ya gittim, Devlet Su İşleri Genel Müdürü Süleyman Demirel 55 yılında geldi. Zamanla o barajlar kralı oldu; GAP’ın babası… Ben de GAP’ın üvey babasıyım. Çünkü o halkın susuzluğunu, bütün Anadolu’da yaşadım; yazdım. Benim hiçbir politik birlikteliğim yok, Süleyman Bey’le… Ama şu baraj meselesine gelince, bütün açılışla‐ ra, emekli olduktan sonra da çağırmıştır. Ben bunları unutmuyorum; yazdım da… O yıllardan beri, baraj su akıtacak hale gelinceye kadar, ben bununla uğraştım. “Teftiş Müdürü” diyordum, kendime. Bu fikri sabit... Yani bir şeyi yarım bırakmak yok; sonuç alıncaya kadar. Yedi yıl, tastamam yedi yıl; Beritan Aşireti’ni yedi köye yerleşti‐ rinceye kadar uğraştım. “Beritan Aşireti’nin Dilekçesi” diye kitabım var. Yani röportajı, öyle bir gün yazıp da bırak; yok. Bir şeye taktım mı, sonuç alıncaya kadar peşini bırakmam; usanmadan… Belki de, beni başarılı kılan buydu.

5‐ Yaptığınız röportajda metni kurgularken neleri atıp, neleri me‐ tinde anlatmanız gerektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Roman gibi kurgu yaparım ben. Sanki sinemaya aktarılacakmış gi‐ bi, senaryo yazarmış gibi, geriye dönüşlerle... Mesela “Bir Karış Toprak İçin”... Ara Güler, Orhan Toker, ben Çukurova’yı yazdık; pamuk röportaj‐ ları. O tam bir roman havası içindedir. O ödül kazandı. Çok ödülüm var; utanıyorum bunu söylemeye. Silah icat oldu mertlik bozuldu; televizyon icat oldu röportaj bo‐ zuldu. Bizim yaptığımız röportajcılık, bugün gazetelerde yok. Ben dinli‐ yorum; röportaj başlıyor, hemen bitiyor. Basından örnek verecek olur‐ sak: Benim röportajlarım tam bir sayfa olurdu. Dört fotoğraf vardı. Şimdi bir sayfa, “Ajda Pekkan burnunu nasıl yaptırdı?” onun röportajı... Anado‐ lu halkı unutuldu; televizyonlarda, “Kim kimi ne yaptı?” var...

6‐ “Roman gibi kurgularım” dediniz, röportaj biraz edebi bir metin tadında mı kurgulanmalı? Dedim ya: Hani 6.5 liraya öykülerim çıkıyordu, diye… Erken bir saatte, Lale Sineması’nın arkasında bir meyhanedeyiz. Pansiyon sahibi‐ nin oğluyla konuşuyoruz. Bir de karşıda pörtlek mavi gözlü, kirli pardö‐


250

sülü bir adam oturuyor ve bizi dinliyor. Biz öğrenciyiz ve polisten çok korkuyoruz. “Komünistsin” derlerse işin bitti; hayatın kaydı gitti. Gaze‐ teci geldi; bir Gece Postası aldım. Bir köpekle ilgili öyküm var, gazetede... Okudum arkadaşa. Yandaki adam bana: “Ulan, aynen anlattığın gibi yaz‐ sana...” dedi. O kimdi biliyor musun? Sait Faik. Varlık dergisine, Yeditepe dergisine yazılar yazıyorum; o yıllarda. Mahmut Makal ile ilk röportajı ben yaptım; onun kim olduğunu, Varlık dergisinde ben anlattım. O köy notları yazıyordu; ben de kasaba notları yazıyordum; edebiyat dergilerine. Vakit gazetesi, yıllar evvel kuponla Rus klasikleri veriyordu; 30 kupona kitap. Ben onları getirtiyordum. Maksim Gorki’yi ben o tarihte okudumdu… Bir de en sevdiğim Panait Istrati; yani benim yazarım. Edebiyata düşkünlüğüm, tabii ki röportaja da yansıdı. Polis muhabirliği zamanında da, ben bir şey uydurdum: “Adam si‐ lahını çekti, patlattı; kadın yere düştü.” gibi. Beni alaya alıyorlardı, arka‐ daşlar. Ben bilmiyordum; ama Fransa’da çıkan bir dergide gördüm; me‐ ğer onlar böyle yazarlarmış haberleri. Zamanla bir öykümsü röportajlar oldu. Halkın kendi diliyle yazıyordum. Kimi zaman Kürtçe’nin Türk‐ çe’sini paranteze yazıyorum. Bir de 1960’ta, 27 Mayıs’tan sonra Devlet Planlama Teşkilatı ku‐ ruldu. Orada rakamlar çıktı. Biz eskiden, “Halk veremden kırılı‐ yor.” derdik. Ama rakam çıktı. Kaç tane veremli var? Kaç tane hastane var? Kaç hastanede, kaç doktor var? Kaç doktora kaç hasta düşüyor? Devlet Planlama’dan rakamlar çıkınca, ben yazılarıma daha inandırıcı olması için, rakamları koymaya başladım. Tabii sonradan bu röportajlar, öykü, roman tadındadır, kitap olarak çıkmaya başladı.

7‐ Sizin yaptığınız gibi röportajların bugün örnekleri var mı? Edebiyat dergilerinde olabilir. Kitaplar var. Ama gazete röportajcı‐ lığı yok; bizim anladığımız gibi. Gidip bir konuyu irdeleyen, onun savaşı‐ nı açan, sonuç aldırmak için sürdüren bir şey kalmadı artık.

8‐ Röportaj sırasındaki sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketleri ve mimikleri beden dili yazınızda nasıl yansıtıyorsunuz? Soru soruyorum; adam sustu, sakalını kaşıdı, iç çekti; “Dogrusun Fikret Begğ.” dedi. Ya da sorum üzerine, adam bir ağıt tutturdu. Yanım‐ dakine sordum ne diyor? diye, “Ez kurbane…” İşte sen gittin; ben ök‐ süz kaldım. Bunları hep veriyordum yazıda.


251

9‐ Röportaj sonrası “keşke şunu da sorsaydım” diye düşündüğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız nasıl davranırdınız? Hiç düşünmedim. Düşündüğüm zaman kalkıp bir daha gittim. So‐ nuç alıncaya kadar...

10‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Var var; altı yedi kitabım daha var. İleride herhalde onlar da bası‐ lır. Belgeli, fotoğraflı.

11‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde de etkili misiniz? Fotoğraf röportajın şahididir. Teyp de öyle… Ben bir de radyo rö‐ portajları yaptım; çok. 1953’te ilk defa Doğu’ya giderken, şimdi profesör Metin And’a bir teyp gelmiş; makara ipliği gibi uyduruk bir şey… Onunla türküler, konuşmalar derledik. Zaman geçti; Almanya’dan “Oher” ses alma cihazı geldi… Kocaman, sırtta taşınıyor; mikrofonu da var. Röportaja, gazeteciliğe bu teybi ben soktum, zannediyorum. Çünkü fotoğraflarımıza bakıyoruz. Parti liderleri Demirel ile İnönü ile konuşuyoruz; sırtımda o teybi görüyorum. Bir kere söyleneni not almana imkan yok. Aklında kaldığı kadar; steno bilmiyoruz ki, yazalım. O teyp benim için en güzel bir araç oldu. Hem türküleri, hem konuşmaları alıyorduk. Parlamento muhabiriyken de, sesleri alıp Millet Meclisi’nin tuta‐ nakçılarına veriyordum bantları. Onlar kulaklıkları takıp, 10 parmakla, saniyesinde bütün konuşmaları aynen yazıyorlar; ben de metinleri ha‐ berlerimde kullanıyordum...

15. 8. Füsun Özbilgen 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazeteciliğe Ankara’da Anka Ajans’ta başladım. Daha önce TRT’nin Dış Haberler Müdürlüğü’nde çalıştım. Sonra Danıştay’da çalış‐ tım. Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Anka Ajansı’nda işe başladım. Röportajcı olarak değil; gazeteciliğe doğrudan doğruya muhabir olarak


252

başladım. Zaten benim röportajcılığım da, muhabirliğimle iç içe bir şey‐ di. Röportaj da tabii ki muhabirliğin bir parçasıdır. Söyleşiyle başlar röportaj; haberi açmak için söyleşi yapmak lazım. Ondan sonra bunlar, giderek daha kapsamlı hale gelmeye başladı. Siyasilerle söyleşiler… Herhangi bir konuyu anlattırıyorsunuz. Onlar soru‐cevap halinde yayım‐ lanmaya başlayınca, giderek röportaj haline geliyor. Öyle öyle, muhabir‐ lik ve röportajcılık iç içe girdi.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Röportaj, taşıma, bir anlamda aktarma. Ya kısa yapılır; belli spesi‐ fik konuda. Sıcak olarak yapılabilir; yahut önceden hazırlanır; daha so‐ ğuk şekilde yapılabilir. Yani sorular hazırlanır; kişi belirlenir; randevu alınır. O anda “röportaj” deniyor, daha uzun ve kapsamlı olduğu için. Kısa kısa olaylar üzerinde olanlara da “söyleşi” deniyor. Mesela herhangi bir olay gelişti; hemen orada belli kişilerden bilgi almanız lazım. Yarı haber‐röportaj gibi kısa söyleşiler...

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Özel röportajcılar var şimdi. Onların görevi tamamen soğuk röpor‐ tajdır. Önceden hazırlanacak; neler soracağını belirleyecek; hangi konu üzerinde konuşacağını, konuşacağı kişiye de sunacak. Çünkü insanın bir yığın şapkası vardır. Şapkaların kimisinin altında sanat var… Adam me‐ sela bankacı ya da doktor, ama sanatseverdir. Tıpla ilgili mi konuşacak‐ sınız? Yoksa sanatla ilgili mi konuşacaksınız? Onu da belirtmeniz lazım, önceden. Ona göre hazırlık yapılır. Randevulaşılır; yer belirlenir. Röportaj radyo için olabilir; gazete için olabilir; televizyon için olabilir; yani çeşitli medyalar için olabilir. Ona göre alet edevat almak, hazırlanmak gerekir. Ama gazete için, ekibe çok fazla gerek yoktur. Foto muhabiri ve kayıt cihazı yeterli.

4‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Tabii ki insan, onu gazete yönetimiyle konuşarak da belirleyebilir. “Şöyle bir gelişme var.” diye uyarırlar; ya da “Bak şu kişi var; konuşabi‐ lir.” diyebilirler. Gazetecinin aklına gelir; kendisi de arar yani. Olaya göre belirlenir. Bir de herhangi bir kişiyi, durduk yerde gündeme getirebilir.


253

Yener Süsoy yapıyor, mesela… 20 yıl önce unutulmuş birini alıyor ve “20 yıl önce ne olmuştu?” diye öyle bir konuşturuyor ki, işin bir ye‐ rinden kaymağı çıkıyor. Tarihe sakladığı, anlatmadığı bir konuyu anla‐ tabilir insan. Mesela, şimdi şuradan bir gemi geçerken kaza olsa… O zaman he‐ men kazalarla ilgili bilgi verebilecek birini ararsınız ve onunla konuşur‐ sunuz. Şimdi bu, sıcak olaydan doğan bir ihtiyaçtır.

5‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Konuyu mümkün olduğu kadar bilmeye çalışmak; tabii ki kişiyi öğrenmeye çalışmak. Hatırlıyorum, Güher‐Süher Pekinel’lerle konuşu‐ yorduk: “Bir muhabir gelmiş, bizim hakkımızda hiçbir şey bilmiyor; bize soruyor, bize anlattırıyor. ‘Siz kimsiniz?’ diye” demişlerdi… Bu ayıp tabii. Önceden bir hazırlık yapmak gerekiyor; ama her şeyi biliyorsan, röportaj yaptığın kişiden daha iyi biliyorsan, lafını keserek, “Efendim siz şunu da şöyle yapmıştınız.” demek de çok güzel değil. Bırak da adam anlatsın. Yani, her şeyi bildiğini sergilemenin de anlamı yok. Ama genel fikir, ne soracağını bilmek ve karşındakinin özelliklerini de bilmek gere‐ kiyor. Röportajı yapacak kişinin merak etmesi lazım.

6‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Zaten baştan, ne kadar zaman ayırabileceğini konuşmak lazım; özellikle meşgul kişiler için. Emekli adam, evinde hatıralarını anlatıyor. Orada röportaj alan, doğrudan “Efendim benim bir saat vaktim var; bir saat konuşalım.” demeli. Yoksa adam, üç buçuk saat anlatır ve anlatmaya da devam eder. Çünkü bazı insanlar konuşmaktan büyük bir lezzet alır. Ama vakti kısıtlı işadamı veya politikacıyla zamanı belirlemek gerekir. 15 dakika mı konuşacak, 20 dakika mı konuşacak, daha az mı vakti var? Tabii şu da var: O insan, eğer röportaj iyi gidiyorsa, kendi vakti uzatır zaten. Yani, “Yarım saat” der. Ama bakarsınız, bir buçuk saat ko‐ nuşur. Orada susturmak gerekiyor. Susturmak değil tabii ki… Gereksiz anlatımları atlayarak, gerekli olanları araya sıkıştırmak gerekir. Çünkü siyasilere öğretirler; derler ki: “Size ne sorarlarsa sorsunlar, siz kendi söylemek istediğinizi söyleyin.” Adama bir soru sorarsınız; sanki o soru‐ nun cevabıymış gibi, kendinin ne kadar başarılı işler yaptığını anlatmaya başlar.


254

7‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlamanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Bir defa röportajı bitirip çıktığım zaman, aklımdaki en önemli şey: Olayın flaşıdır. Flaş, yeni, güzel ve hoş bir şeydir. Bana etki ettiğine göre, herkese edecektir. Ondan sonra flaş olan kısmın etrafında giriş kurulur ve altına önemine göre sıralanır. “Mutlaka en son söylenen, son kullanı‐ lacak.” diye bir şey yok. Yani soruların düzenine göre kurgulanır röpor‐ taj. Tabii her haber gibi, her röportaj da bir kurgudur. Kurgulanıp iyi yanları alınır. Kötü yanları atılır.

8‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Belirtilebilir. “Kahkahalarla güldük.” diye parantez içinde belirti‐ lebilir. Parantez açarsınız: “Sıkıntılı biçimde ellerini ovuşturuyordu.” diye yazarsınız. Tamamen soru‐cevapta bile, röportajcı bunları araya sokabilir.

9‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Çok zor… Onları engelleyip, arada zekice sorular sormak gereki‐ yor. Yani en zor şey, o insanları, nokta koymadan daldan dala atlayan insanları, bir çerçeve içine sokabilmektir. Çünkü bazı insan vardır ki, devamlı çağrışımlar yapar. Bir şey anlatırken, onun yanına öbür şeyi katar. Hiç noktalamadan devam eder. Araya girmek ne mümkün; sus‐ maz; sokmaz araya; anlattıkça anlatır. Onlarla röportaj çok zordur. Bir şekilde dikkatini dağıtmanız lazım. Öbür soruyu daha cazip hale getir‐ mek gerekir. Orada işte, röportajcının ustalığı gerekir.

10‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Ben sinirlendirmeyi severim. Ama baştan değil; sonda da değil; sonu tatlı bağlamak lazım. Arada, şöyle röportajın sonuna doğru, mutla‐ ka bir sinirlendirmek lazımdır. O benim taktiğimdir. Sinirlendirdiğiniz zaman, insanlar kontrollerini kaybederler. O zaman daha rahat ve içten konuşurlar. Kişinin bam teline dokunmak lazım ki, içindekileri döksün.

11‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız?


255

Olabilir tabii… İnsanın aklı başka bir yere kayabilir… Unutabilir… Ama sonradan telefon edebilir. “Kusura bakmayın; ama şunu da sormayı unutmuşum.” denir tabii. Özellikle teknik bir konuysa neden olmasın.

12‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Oldu tabii, olmaz mı? “Ama neden yayımlanmadı?” diye düşünür‐ sek… Mesela Ankara’da, Raci Badem diye bir mühendisle çok uzun bir şehircilik röportajı yapmıştım. Yayımlanmadı; önemli görmediler; ama bana göre çok önemliydi. Kentlerimiz şu hale gelmeden önce yapılmış bir röportajdı. Ama gazete yöneticisi siz değilsiniz. Gazete yöneticiliği de yaptım; onun da kendine göre baskı altında olduğu yerler var. Tirajını ayarlayacak, ona göre satacak. Daha ilginç bulduğu konuları en öne yerleştirecek... Kullanmayabilir. Ama köşen olduğu zaman, oraya tabii kimse karışmıyor. Sahipli, tapulu malım oldu‐ ğu için, orayı istediğim gibi kullanabiliyordum. İstediğim kişiyle konuşu‐ yordum.

13‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Tabii mesela Nuriye Akman, bayağı bir parladı bu konuda. Ayşe Arman kendi dalında şu anda gayet iyi röportajlar yapıyor. Çok eleştiri‐ liyor bazı konularda; ama röportajları iyi. Daha bir yığın arkadaş var. Deniz Som var mesela… Belli kelimeler var; o kelimeleri söylüyor; karşı‐ sındaki ne cevap veriyorsa, ona göre yazıyor. “Para” diyor; mesela… Herkesin para anlayışı farklıdır. “Koltuk” diyor; “Işık” diyor; “Zaman” diyor; birer kelimeyle röportaj yapıyor. Çok da hoş ve ilginç oluyor. Bence, canlı yayın daha önemli. Televizyon şu anda, gazete röpor‐ tajlarının önüne geçti.

14‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Çok çok önemli tabii ki. Sadece fotoğrafla da röportaj yapılabilir. Yani nasıl tek kelimelik röportaj yapılırsa, fotoğrafla röportaj da yapıla‐ bilir. Birden fazla karenin hepsine resim altı koyarsınız; foto röportaj çıkar. Bir olayı anlatır. Röportaj sırasında, foto muhabiriyle çalışmak çok önemlidir; hem kişiyle hem olayla ilgili röportaj yapmak açısından. Mesela hapishane röportajında, Erdoğan Köseoğlu vardı. Hücredeki bir adamı fotoğrafladı; hücrenin içinden bir bakış, o her şeyi anlatıyor. Ne kadar yazsan, o bakı‐ şı ancak fotoğrafla kullanırsan, anlatımı başka olur.


256

Resim altlarında falan yanlış yapmamak lazım. Genelde fotoğraflar seçilirken başında durmak gerekir. Sayfa sekreteriyle çalışılmasında yarar var. Sayfa sekreterliği de yaptım. Sayfa sekreterliğinde muhabirle oturursun; fotoğrafları seçersin. Muhabirin de görmediği bir şey vardır. Sayfa sekreteri bu konuda yardımcı olmalıdır. Yani haber ekip işidir. Benim çoğu zaman anlatmaya çalıştığım da budur. Herkes tek başına yıldız olacağını zanneder; ama tek başına yıl‐ dız yoktur. Yazı işleri müdürü iyi yer ayırırsa... Birinci sayfadan “güm” diye çakarsan, başka türlü olur. Bu anlayıştaki insanların bir arada ol‐ ması lazım ki, hepsi birbirine bağlı olarak, işi güzel değerlendirip güzel göstersinler.


257

15. 9. Hikmet Çetinkaya 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazeteciliğe 1966 yılında, Cumhuriyet gazetesinde, adliye muha‐ biri olarak başladım. O zaman Cumhuriyet gazetesinde, Fikret Otyam, Sait Terzioğlu, Yılmaz Çetiner, Mücahit Beşer gibi röportajcılar vardı. 1966 yılının Haziran ayında, Türkiye’nin tütün sorunu olmuştu. Kendime ait ucuz, Rus malı bir fotoğraf makinem vardı; Jüpiter marka bir kutu makineydi. Cumhuriyet’e girdikten birkaç ay sonra, yöneticilere ya da başkasına haber vermeden, haftalık izinlerimde, İzmir yöresinde Gümüldür, Menderes, Cuma Ovası gibi bölgelere gittim; tütün üreticile‐ riyle konuştum. Onların sorunlarını anlatan beş günlük bir dizi yazısı hazırladım; adını da “Tütün Kumarı” koydum. Bu yazı dizisini fotoğraflarıyla, gaze‐ tenin yazı işleri müdürüne, ışık içinde yatsın Oğuz Şeren’e, gönderdim ve yazı dizimin çıkmasını beklemeye başladım. Bu arada muhabirim, günlük işlerime devam ediyorum. Sanırım Eylül gibi, yani Haziran’da gönderdikten üç ay sonra gazetenin birinci sayfasında, ”Tütün Kumarı” diye bir anons gördüm. ”Hikmet Çetinka‐ ya’nın Yazı Dizisi Yarın Cumhuriyet’te” diye başlıyordu. Bu röportajım beş gün süreyle Cumhuriyet’te yayımlandı ve büyük bir yankı uyandırdı. Beni İstanbul’a çağırdılar; ”Sen misin o yazıyı hazırlayan?” diye. O dönemde Adnan Tahir dizi yazılarına bakıyordu, Ecvet Güresin genel yayın müdürüydü, yazı işleri müdürü Oğuz Şeren’di. Hepsi vefat etti; Allah rahmet eylesin. Bu şekilde röportajcılığa, kendi kendime adım atmış oldum. Üzüm üreticileriyle, Karadeniz’de fındık üreticileriyle, Çukuro‐ va’da pamuk üreticileriyle, ayçiçeği üreticileriyle, sünger avcılarıyla, Güneydoğu’daki sorunlarla ilgili röportajlar yaptım. 1966’dan aşağı yu‐ karı 1985’e kadar geçen 20 yıllık süreçte röportajcı olarak çalıştım. Pek çok ödüller aldım. O yıllar, Anadolu röportajcılığı sadece Cumhuriyet’te değil, Hürri‐ yet’te, Milliyet’te, Yeni Sabah’ta, Akşam’da da vardı. Her gazetenin rö‐ portajcıları vardı. Anadolu röportajları, tarımsal kesimde olsun, öteki kesimlerde olsun, toplumun belli sorunlarını yansıtırlardı. 1970’li yıllarda, Anadolu röportajlarımı, Türkiye’nin siyasal geliş‐ meleriyle ele aldım. “Komando Kampları”, “Nur Kampları” gibi kamplar‐ la ilgili röportajlar yaptım. Pek çok dizi yazı hazırladım; bunların bazıla‐


258

rını kitaplarıma aldım. Tam bir sayı söyleyemiyorum; ama dağ köylerin‐ deki okula gitmeyen çocukların öyküsünü konu alan, “Okulsuz Köyün Çocuklarından” tutun, Kaz Dağları’ndaki, Toros Dağları’ndaki yaşamı, aşkı, sosyal ve kültürel yaşamı konu alan, ekonomik sorunları yansıtan çok sayıda röportajdan “Orman Masalı” adlı bir yazı dizisi yaptım. Yaklaşık 20 yıldır köşe yazarıyım. Ama yine röportajlar yapıyo‐ rum. Örneğin “İyonya’dan Troya’ya” diye bir dizi röportajı yaptım. Daha sonra genişleterek kitaplaştırdım. “Bodrum Sürgünleri”ni yaptım. 1980’li yıllarda Bodrum’da kendini sürgün eden, yazarları, edebiyatçıla‐ rı, aydınları, sanatçıları, işsizleri; yani orayı mekan tutanların öyküsünü anlattım.

2‐ Siz röportajı nasıl tanımlıyorsunuz? O dönemde, röportajın öyküyle ilişkisi vardı. Edebiyatçılar, röpor‐ tajcılığı edebiyat dalı olarak görmezler. Ama nereden bakarsanız bakın, bir ilişkisi vardır; ilintilidir. Yaşar Kemal, Orhan Kemal örneklerini vere‐ yim; röportajlarıyla romancılığa, öykücülüğe geçmişlerdir. Bir imge us‐ talığı vardır röportajda. Elbet o dönemlerde, röportajcılık çok önemliydi. Röportajcıların haber dilinden öte, öykü dili olması gerekirdi. Biraz edebiyata yakın olan insanlar röportajcıydı. Yılmaz Çetiner, Fikret Otyam, Mete Akyol, Nail Güreli… Daha şu anda aklıma gelmeyen pek çok isim var. Bugün Türkiye’de röportaj dediğimiz zaman, mülakat anlaşılıyor. Mülakatta, siz soru soruyorsunuz karşınızdaki cevap veriyor. Bu röpor‐ taj değil, mülakattır. Bugün gazetelere baktığımız zaman, başta Cumhu‐ riyet olmak üzere, o röportajcılık olayı yavaş yavaş yok olmuştu; ama son bir iki yıldır yine görüyorum. Örneğin Mısır’a gittik, Mısır röportajı yaptık. Edebiyatıyla, ekono‐ misiyle, öğrencisiyle, halkıyla her şeyiyle Mısır’ı anlattık. Daha sonra Suriye’ye gittik. Suriye’deki sosyal yaşamı, siyaseti… Ama burada müla‐ kat yok; gözlemlerimizi yazdık. Yine Milliyet’te Ece Temelkuran var; o da genç bir arkadaşımız. Onun son iki röportajı var; Kuzey Irak ve Ermenistan röportajları… Bun‐ lar röportaj, mülakat değil. O yıllarda röportajcılık farklı bir şeydi. Muhabirler arasından çıkı‐ yordu röportajcılar… Onlar köşe yazarlığı yapmıyordu. Mesela Ece köşe yazarı; ben köşe yazarıyım. Muhabirlerin köşeleri yoktu; röportaj yazar‐ lığı yaparlardı. Örneğin Yılmaz Çetiner köşe yazarı değildi; ama röpor‐


259

tajcıydı. Mücahit Beşer, Fikret Otyam, Yaşar Kemal de köşe yazarı değil‐ lerdi; ama röportajcıydılar. Ayrı bir yerleri vardı.

3‐ Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Röportajda edebiyat var; “Yok” deseler dahi, edebiyat var. Ama söyleşi, mülakattır. Siz bana soru soruyorsunuz; ben size yanıt veriyo‐ rum. Şu an yaptığımız bizim, mülakattır. Ama siz odayı ve beni tasvir ederek yazarsanız, bu röportaj olabilir. Ama doğrudan doğruya siz sor‐ dunuz; ben yanıt verdim: soru‐yanıt. Soru‐yanıt, bu röportaj değildir. 4‐ “Röportajda edebiyat var?” Bu cümleyi açar mısınız? Röportaj edebi ya da edebiyata yakın yazı mıdır? Röportaj edebiyata yakındır. Öykü değildir; öykü dili kullanılır. Yazılarımda ben öykü dilini kullanıyorum. Siyasi yazılarımda bile röpor‐ taj dili kullanırım, zaman zaman. “Edebiyata yakın yazı” dediğimiz zaman, bunlar edebiyat yazıları değil, elbet. Yazıya imgelerle bir şeyler katıyorsunuz. Elbette edebiyata yakınsanız, gazete okuru olarak onu ertesi gün de istersiniz. Ama sıra‐ dan gazete okuruysanız, böyle bir yazı sizi ilgilendirmez; beklemezsiniz. Doğrudan spor sayfasına ya da haberlerin başlıklarına bakarsınız. Türk toplumu henüz yazılı kültüre geçmedi. Özellikle öykü kitap‐ ları, roman kitapları, şiir kitapları çok az satıyor. Anı kitapları ya da po‐ püler edebiyat ürünleri çok satıyor. Onların da, bir şarkıcının kaseti gibi reklamı oluyor. “Türkiye’de röportajcılık şu anda yaşıyor mu?” derseniz: Türkiye’de röportajcılık şu anda yaşamıyor. 1960’lı yıllarda yaşıyordu.

5‐ Röportajcılığın yaşamamasını neye bağlıyorsunuz? Medyanın yozlaşmasına bağlıyorum. Özeti bu. Gazetelerin genel yayın müdürleri, o dönemlerde bana şöyle diyordu: “Gazetenin sayfaları toprak ve gübre kokuyor.” Yani pamuk röportajı, zeytinyağı üreticileri‐ nin sorunları yazılıyordu. Oysa bugün baktığımızda, bu sorunlarla Tür‐ kiye yine karşı karşıyadır.

6‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Gazetecinin bir işlevi, misyonu vardır. Bu soruya böyle cevap ve‐ reyim. Gazetecinin, köşe yazarının görevi nedir? Toplumu bilgilendir‐ mektir; topluma yön vermek değil... Yani ben, Cumhuriyet gazetesi köşe


260

yazarı olarak, topluma yön vermek gibi bir gayretim yok; ama toplumu bilgilendirmek gibi bir görevim var.

7‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Bakın, röportaj nasıl yapılır? Nasıl çıkar bir röportaj? Şöyle bir şey düşünebiliriz: 1969 yılında Ticaniler Tarikatı’nın Şeyhi, Kemal Pilavoğlu, Çanak‐ kale’ye bağlı Bozcaada’ya sürülmüş. Ekonomi okumuş, İktisat Fakültesi mezunu. Cezaevinde yatmış ve 1960’lı yıllarda da oraya sürgün gelmiş. Bozcaada o zaman küçücük bir yer; bol miktarda üzüm bağları, bir iki de şarap fabrikası var. Kışın Geyikli’den motorlar kalkıyor; ama dalga olduğu zaman zor oluyor ulaşım. Kimi zaman, bir hafta irtibat kesiliyor Geyikli’yle. Adam, ekonomi de okumuş ya, “Buraya fırın yapmak lazım. Ekmek fırını yok.” demiş. Ekmek fırını yapmış. Orayı Kabe ilan eden müritleri var; sakallılar ve siyah giyerler. An‐ kara yöresinde örgütlü bir tarikattı; o zaman Ticaniler Tarikatı. Ata‐ türk’ün heykellerini kırarlardı. Pilavoğlu paralı da biri; üzüm bağlarının kimilerini alıyor. Şarap fabrikaları üzümü almasın diye, “Müslümanlar şarap mı içer? Şarap zın‐ dıklarındır.” diye bir teori atıyor ve diğer Türkler’in elindeki bağlardan üzümleri toplama yoluna gidiyor. Gazetede haber çıkmıştı bununla ilgili ve gittim ben oraya; dört günlük bir dizi hazırladım: “Üzüm, Şarap ve Efendi”… Kemal Pilavoğlu’nun rezilliklerini, üçkağıtlarını anlattım. 1976 yılında Diyarbakır Lice’de deprem olmuştu. Deprem evleri yapılıyordu. Orada, bir yolsuzluk olduğu ortaya çıktı. Gittim, Lice halkıy‐ la görüştüm. O öyküyü yazdım “Oy Lice Oy” diye çıktı. Taşucu’ndaki Balıkçılar Kooperatifi üyeleriyle denize açıldım. Günlerce kaldım; onların öyküsünü “Balıkçının Türküsü” ile anlattım. Arka planını yakalamak; arka planını öyküleştirerek yazmak.

8‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? İyi bir röportajcının, iyi bir kaleminin olması gerekir. İyi bir dol‐ makalemi değil; ama iyi bir yazma yeteneği olmalı. Biraz edebiyatın içinde olmalı; şiiri bilmeli. Zaten şiiri bilen, şiiri çok okuyan, yazan de‐ miyorum; çünkü Türk ulusunun, biliyorsunuz yüzde 90’ı şiir yazıyor.


261

Çağdaş Türk şiirini, çağdaş dünya şiirini, biraz bilmesi lazım. Kenarın‐ dan köşesinden onunla biraz ilişkisinin olması gerekir.

9‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Bir röportaja gidersin, olayı yerinde incelersin. Birkaç boyutu, bir‐ kaç ayağı varsa orada görürsün. Belgesel çekmek ayrı bir şey; röportaj ayrı bir şey. Diyelim ki, bugün bir pamuk röportajı hazırlayacaksanız, Sö‐ ke Ovası’na, Gediz Ovası’na, Çukurova’ya gideceksiniz; Amik Ovası’na gi‐ deceksiniz. Kaç gününüzü alır bu sizin, 10 ya da 15 gününüzü alır.

10‐ Röportaj metnini kurgularken nelere dikkat ediyorsunuz? Yazı diline dikkat ederim. Okuru çekmek için pek çok yöntem var‐ dır. “Flash” dediğimiz önemli noktaları öne alıyorsunuz; öncelik tanıyor‐ sunuz.

11‐ Önemli noktaları nasıl belirliyorsunuz? Belli bir noktadan sonra onu anlıyorsun. Başlarda zor olabilir; ama belli bir noktadan sonra kolaylaşıyor. Önemli cümleler vardır. Okurun ilgisini çekmek için. Hani biterken “Yarın bilmem ne” diye koyuyorsunuz ya, okur merak etsin diye.

12‐ Röportaj sırasındaki sözlü ifadeler dışında, el‐kol hareketlerini ve mimikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Her şeyi yansıtabilirsiniz. Bugün NTV’de Tayfun Talipoğlu’nun yaptığı iş, röportajcılıktır aslında. Biz gazete sayfalarında fotoğraf veri‐ yoruz; o görüntü veriyor. Yani Anadolu röportajcılığının, televizyon ver‐ siyonudur o.

13‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Konunun dışına çıkılmasını engellersin; kolay, o kolay. Anlatılan her şey değerli değildir. Bu işte not alma en güzelidir. Çünkü o röportajı, bir kişinin konuşmasıyla bitirmeyeceksiniz; araya çok şeyler katacaksınız.

14‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Yok. Hiçbir röportajcı öyle bir şey düşünmez zaten. Ama üslup çok önemlidir. İnsan birilerini sever, beğenir. Mesela ben Jack London’u, Dostoyevski’nin romanlarını okumuşumdur, Puşkin’i, Tolstoy’u okumu‐


262

şumdur. Yani onlardan etkilenmişimdir elbet. Kimi şairlerden etkilenmi‐ şimdir. Ama belli bir dönemden sonra kendi üslubunuzu buluyorsunuz.

15‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? O röportajı siz hazırlıyorsunuz. Röportaj biter bitmez girmiyor; elinizde. Zaten aklınıza bir şey geldiği zaman da, onu ekleyebiliyorsunuz.

16‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Röportajcı yok bugün. Röportaj dediğimiz olay, Cumhuriyet de dahil, yok bugün. Röportajcı, Can Dündar desem o köşe yazarı. Ece Te‐ melkuran diyeceğim, köşe yazarı. Röportajcı köşe yazmaz.

17‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olurdu? Yayımlanmayan röportajım olmadı. Ama gazetecilikte olabilir bu. Ben Bafa Gölü ile ilgili röportaj yaptım. Röportajın tarihi 1967. Bafa Gölü o zaman Özbaş ailesinindi. Orada Serçin köylüleriyle, bu gölün ağası arasında tatsızlık vardı. Göle mayınlar koyuluyor ve Serçin köylüleri balık avlarken ayakları kopuyor. Şimdi Serçin köyünde yaşları 60‐65‐70 olan hatta 75‐80 yaşındakilerin pek çoğunun bir ya da iki bacağı kopuk‐ tur. Bunların öyküsünü yazdım. Nadir Nadi hayattaydı o dönemde ve Özbaş ailesiyle de dostlar. O röportaj yayımlandı; Cumhuriyet’te. Çok önemli bir şey. Nadir Nadi, “Bu benim aile dostumdur.” demedi; yayım‐ landı o röportaj.

18‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğrafçı‐ nın çekmesi ile röportaj yapanın çekmesi arasında fark var mıdır? Fotoğraf çok önemlidir. Ben çekersem, benim penceremden görü‐ nür o röportaj. Fotoğrafçı benim gibi düşünmeyebilir. Onun için ben, hiçbir röportajıma fotoğrafçı almadım. Fikret Otyam, hiçbir röportajına fotoğrafçı almamıştır. Fotoğrafa, ben sayfa sekreteriyle birlikte karar verirdim.

15. 10. Leyla Tavşanoğlu 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? 1969 yılında, Türk Haberler Ajansı’nın dış haberler servisinde ga‐ zeteciliğe başladım. Aynı zamanda Türk Haberler Ajansı’nın, o dönem


263

çok büyük bir dünya ajansı olan UPI United Press International ajansıy‐ la da ilişkisi, anlaşması vardı. Dolayısıyla aynı zamanda UPI Ajansı’nın da muhabiri oldum. 13 yıl Türk Haberler Ajansı’nda çeşitli kademelerde görev aldım; dış haberler şefliği, yazı işleri müdürlüğü yaptım. Orada dış haberci olduğum için, tabii doğal olarak pek çok dış gö‐ reve de gittim. Gidince de söyleşi yapmak zorunda kalıyorsunuz. Böylece söyleşiye yöneldim. Sonra üstlerim, ağabeylerim, ablalarım, dediler ki: “Sen söyleşide çok başarılısın; ama söyleşiyi yaparken röportaj gibi de yapıyorsun. Ya‐ ni, çevrende algıladıklarını karşındakinin tavrını, duruşunu, nasıl bir ruh yapısına sahip olduğunu, o sırada çok iyi naklediyorsun. Çevreyi de iyi anlatıyorsun…” Ben de önerilen yolda devam ettim… Yıllardır, röportajla söyleşiyi birbirinin içine geçirmeyi başardığımı sanıyorum. Özellikle Pazar Ko‐ nukları’nda, önce bir sunuş bölümü var. Orada anlatıyorum neyin ne olduğunu; çevreyi de anlatmaya çalışıyorum. Karşımdaki kişinin, duru‐ şunu, nasıl bir insan olduğunu da okuyucuya nakletmeye uğraşıyorum.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Tam olarak söyleşi demiyorum. Röportajla söyleşinin iç içe geçi‐ rilmesi... Rahmetli Halit Çapın, çok iyi bir röportaj ustasıydı. Ben onunla çalışmadım; ama arkadaşlarının anlattığına göre, yanmış bir yalının ha‐ berinden, üç‐dört günlük bir dizi yapabilirmiş… Yani o yalının içindeki hayatı kafasında çok iyi kurgular; yalının tarihçesinden yola çıkarak havasını nakletmeyi çok iyi başarırmış… Örneğin şu çiçeği ele alalım. Bu çiçeğin rengini, beneklerini, hatta nereden kaynaklandığını, nasıl yetiştirildiğini anlatmak bir röportajdır.

3‐ O halde röportajda daha geniş bir zamandan bahsedilirken söy‐ leşide belirli bir zamanda belirli bir duruma odaklanmak mı gerekir? Söy‐ leşi daha sınırlı bir zamanı mı yansıtır? Röportajda zaman tabii ki geniş; ama söyleşide de başka anlamda geniş bir zaman var. Çünkü bir konuyu ele alıyorsunuz; o konunun uz‐ manını, konuyu çok iyi bileni ya da o konunun doğrudan hedefi olan kişiyi seçiyorsunuz. Onunla konuşma yapmaya başlıyorsunuz. Tabii ki ortada çok geniş bir zaman söz konusudur; geriye dönük de sorular so‐ rabilirsiniz, karşınızdaki insana. Dolayısıyla zamanla sınırlı değil; söyleşi de, röportaj da.

4‐ Peki ikisi arasında kesin farklar ortaya koyabilir miyiz?


264

Tabii ki var… Söyleşi mülakattır. Karşınıza birini alıyorsunuz; so‐ ruyu soruyorsunuz; o da size cevap veriyor. Röportajda öyle değil. Rö‐ portajda siz, izlenimlerinizi aktarıyorsunuz.

5‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Bir kere röportajın da söyleşinin de, konuyu çarpıtmadığınız, ken‐ di amaçlarınız doğrultusunda kullanmadığınız ve yanlış bilgilendirme yani dezenformasyon yapmadığınız sürece, son derece önemli işlevleri vardır.

6‐ Röportajcının sorumlulukları nelerdir sizce? Bir kere konuyu çok iyi çalışmış olmanız lazım. Şimdi söyleşinin de çeşitli boyutları var tabii. Bir, düz bir konuda bilgilendirme için yapılan söyleşi var. Mesela önemli bir uluslararası restorasyon çalışması yapılmış. Bu konuyu en iyi bilen ya da işi yapan kişiyi alırsınız karşınıza, olayın aslını kendisine sorar, anlattırırsınız. İki, bir skandal patlamıştır; muhtemelen hükümetle ilgili vs. O olayı bilen ya da o olayla doğrudan ilgili kişi ya da kişileri bulup, onlara sorular sorarsınız. O soruları sorarken, o işi yapan ya da o işten sorumlu kişiyi, amacınız aklamak mıdır? Yoksa olayı doğrudan ortaya çıkarmak mıdır? Onun için, çok iyi çalışmış olmanız lazım. Eğer tarafsız bir gazeteci iseniz, o kişiyi aklamak değildir meseleniz. Olayı anlattırmaktır. Hatta belki de, o olaydaki sorumluluk payını da öne çıkarttırmaktır. Soruları doğru sormadığınız zaman, sorumlu kişiyi bir anlamda aklayabilirsiniz.

7‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Konuşacağım kişileri nasıl belirlediğim çok belli; o işten sorumlu kim varsa… Yani şimdi ben, Cumhuriyet gazetesi çalışanıyım; ama şöyle bir ayrımsama yapmayı doğru bulmam: “O kişi AKP’lidir; konuşmam doğru olmaz.” Hayır, AKP’li de olsa MHP’li de olsa hangi siyasi tandans‐ tan eğilim olursa olsun, eğer o olayı anlatacak, doğru bilgilenmiş kişi olduğunu düşünüyorsam, o kişiyi seçerim. “Gazete yönetiminden yönlendirme geliyor mu ?” diye sormuştu‐ nuz. Şimdi bakın; her gazetenin bir politikası vardır. Dolayısıyla benim, genel yayın müdürüm ya da patronumla yani İlhan Selçuk ile konuşup, söyleşileri yapmam lazım.


265

Ola ki, seçtiğim konuyu beğenmezler. Çünkü tam sayfa bir röportaj yaptığınız zaman ya da hafta arası benim yaptığım gibi büyük röportaj‐ lar yapınca, okuyucunun çok dikkatini çekiyor bunlar. Onun için yanlış bir şey seçmemek lazım. Kamuoyunda güvenilir, saygın olarak düşünü‐ len insanları muhatap almak lazım; yani sözüne güvenilir insanlar. Baş‐ bakan da olsa, sözüne güvenilmeyecek adam olduğunu düşünürsem, onunla konuşmam.

8‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Bir kere konuyu bulmak lazım. O günün ya da o haftanın en sıcak konusu nedir? Yurtdışından olabilir, yurtiçinden olabilir. Ya da kamuo‐ yunun çok ilgisini çekecek hafif de bir konu olabilir aslında… Yani çok siyasi olmayan, çok diplomatik olmayan… Mesela güzel bir bale gösterisi olmuştur. O bale gösterisinin kore‐ ografıyla söyleşi yapıyorsunuz. Ama önce o kişiyi tanımanız lazım; son‐ ra, “O bale gösterisinin anlamı ne? Kim yazmış? Kim sahneye koymuş? Onun arka planı nedir? Geçmişi nedir? Başoyuncuları kimlerdir?” Hatta gidip seyretmiş olmanız lazım. Ondan sonra da söyleşiyi yaparsınız. Ama öncesi çok ciddi bir çalışma gerektirir. İki üç gününüzü alabilir bu çalış‐ ma…

9‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Zamanı çok tasarruflu kullanırım. Mümkün olduğu kadar, karşım‐ dakine ayrıntılı cevap verdirirken, işin ucunu da yakalamaya çalışırım. Mümkün olduğu kadar da, çok soru sormaya çalışırım. Karşımdaki bana derse ki: “Benim, yarım saat vaktim var.”; o yarım saate göre kendimi ayarlarım. Ama geniş zaman içinde çok daha ilginç şeyler çıkabilir.

10‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Bir kere çok tekrar olur söyleşilerde, o tekrarları elimine edersi‐ niz. Sonra en çarpıcı sözler vardır. Onları ön plana çıkarırsınız. Şöyle söyleyeyim: Mesela daha önemsiz soruları baştan sormuşsunuzdur da, konuşma iyice ısınırken; en çarpıcı soruları sona bırakmışsınızdır. O zaman altüst edersiniz söyleşiyi. Aslında yazılı söyleşi, görsel medyada yapılan söyleşiden çok daha zordur. Çünkü görselde, olay kendi akışı içinde gider… Öbür türlü, siz


266

kendi kurgunuzu yapmak zorunda kalıyorsunuz. Ama tabii ki, karşınız‐ dakinin bütün söylediklerine sadık kalarak.

11‐ Söyleşi yayımlandığında, “Ben bunları anlattım yazmamışsı‐ nız… Hayır, onu öyle söylemedim… Onu anlatmaya çalışmıyordum.” vb. tepkiler aldınız mı? Bu durumda tavrınız ne olur? Birkaç kere başıma geldi. “Ha öyle mi?” dedim. Ben bant kayıtları‐ nı saklarım. “İsterseniz kaseti birlikte dinleyelim.” deyince hep geri adım atıldı.

12‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mimikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Ben girişte kullanıyorum. Altı üstü bir tam sayfa ve bu bir tam say‐ fada aşağı yukarı, word ile söylemek gerekirse, 4‐5 A‐4 sayfa. Eeee ne yapacaksınız? El kol hareketlerini çok fazla tasvir edemeyebilirsiniz. Sadece kişinin tavrını, üstüne başına ne giydiğini girişte verirsiniz; on‐ dan sonra soru cevaba geçersiniz. Bir de başka türlü bir yöntemim var benim. Doğrudan soru‐cevap değil; onun mealen söylediklerini aktarıyorum. Ama daha çok, kelime kelime sözlerini yansıtmam gereken zor, alengirli söyleşilerde, bu yön‐ temi kullanmıyorum. Öbür türlü, “İşte şunu şöyle yaptıktan sonra sözle‐ rine şöyle devam etti.” deyip tırnak açıyorum ve sözlerini yazıyorum.

13‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? “Bir dakika, benim bir sayfam var; biz bir buçuk sayfaya sarkıyo‐ ruz, iki dakikada toparlayın lütfen.” diye uyarırım.

14‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Öyle bir iddiam yok; bu tekniği, sadece ben kullanıyorum. Ha, bil‐ meden ben kullanıyor olabilirim ama… Ben her şeyi akışına bırakırım. Benim bir yolum yordamım var; o yol yordamla gidiyorum. Zaten o kadar alıştım ki bu işi yapmaya, üç sa‐ atte bitiyor en uzun söyleşi bile.

15‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız?


267

Telafisi mümkündür; eğer söyleşiyi yaptığınız kişiyi iyi tanıyorsa‐ nız. Tanımıyorsanız bile bir ara telefon açıp… Ya da şöyle bir şey olur, söyleşiyi perşembe günü yapmışsınızdır; pazar günü yayımlanacaktır. Cumartesi günü o konuyla ilgili çok önemli bir gelişme olur; açarsınız dersiniz ki, “Bir sorum daha var.”

16‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Oldu, oldu; bir kere oldu. Herkesi öldürüyordum. İki kere pardon! Bir kere de ben, kaseti kaybetmişim. İki söyleşi uzayda uçtu. Bir tanesini telafi edebildim. Kaseti kaybettiğimi edemedim; çün‐ kü konuştuğum kişi çok kızmıştı.

17‐ Özellikle söyleşi yayımlanmadığı zaman bunun muhabire etkisi nasıl olur? Muhabir rencide olur mu? Söyleşide, karşınızda bir kişi oluyor ve muhabirin bir gazeteye bağlı çalışması biraz da yayın vaadi gibi değer‐ lendirilebilir? Aslında vaat olmaz. Bu çok yanlış bir şeydir. Gider o söyleşiyi ya‐ parsınız ya da haberi yazarsınız. Yazı işleri yönetiminin kararına bağlı‐ dır. Ve o söyleşi yapılan ya da haber konusu olan kişi, muhabire “Söyle‐ şiyi ya da haberi niye koymadınız?” diye sorma hakkına sahip değildir. Bu da bir gazetecilik kuralıdır.

18‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Maalesef yok.

19‐ Neden Yok? Valla iyi yetişmiyorlar. Türkçe’lerine özen göstermiyorlar. Sadece iyi habercilik yetmez. Türkçe’ye çok özen göstermek, dili çok iyi kullan‐ mak gerekiyor. Bunu göğsümü gere gere söylüyorum; çünkü ben Türk‐ çe’yi en iyi kullanan söyleşi yazarı ödülünü aldım; onun için söyleyebili‐ rim. Eğer Türkçe’yi doğru kullanmazsanız, inanılmaz eleştiriler, tepki‐ ler alırsınız. Onun için mutlaka yanınızda, emin olmadığınız zaman ba‐ kabilmek için, bir Türkçe yazım kılavuzu ve bir de sözlük bulundurmalı‐ sınız. Medyada, basında büyük bir cehalet söz konusu… Yeni yetişenle‐ rin çok dikkatli olmaları lazım. Dillerine çok özen göstermeleri, ömür boyu Türkçe çalışmaları lazım. Bir önceki nesille, şimdiki nesil arasında bir uçurum var. O uçurumu dolduracak da bir şey yok.


268

Gençlerin önünde çok fazla imkan var artık. Yani önlerindeki se‐ çenekler, barlar, gece kulüpleri, Reina’lar, Leila’lar, Sorti’ler, işte televiz‐ yon, internet. Şimdi bunlar hep gençleri başka yönlere doğru kanalize ediyor. Bir de gençler kitap okumuyorlar. Onun için de, zaten artık doğ‐ ru dürüst yazar çıkmıyor.

20‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Çok önemli. Çok yaşanmış bir şeydir: Bazı gazeteci arkadaşlarımız vardır. “Ben o kişiyle söyleşi yaptım.” der. Kendi kafasından da, o kadar güzel bir kurgu ortaya çıkarır ki, şaşar kalırsınız. Ama fotoğraf yoktur; aslında o söyleşi yapılmamıştır. Söyleşi çıkar; ondan sonra karşı taraf der ki: “Benle böyle bir şöyle yapılmadı.” Söyleşiyi yaptığınızın ispatı fotoğraftır. Bu birinci boyutu… İkinci boyutu da: Okuyucu o söyleşi yapılan kişinin suratını, şeklini merak eder. Doğaldır; ben de olsam merak ederim. Fotoğrafı koymadan söyle‐ şiyi yayımlarsa, bir bacağı eksik kalır; topal kalır söyleşi. Aynı şey röpor‐ taj için geçerlidir. Yalı örneğinde olduğu gibi… Yalının eski hali, orijinal hali, yanmış hali, içinin durumu olmadan, ben nasıl bilebilirim gerçek mi? Yani yazıyı tamamlayan görselliktir.

21‐ Fotoğrafları siz mi çekiyorsunuz? Foto muhabiri.

22‐ Sayfa yapılırken fotoğrafların seçimine etkiniz oluyor mu? Ben seçerim. Kendi sayfamı da ben yaparım. Başlıkları ben atarım; ara başlıkları, her şeyi ben yaparım. Deşifreyi de ben yaparım. Söyleşiyi siz yapıyorsunuz; başkası yapmıyor ki. Ya sorulan soruda ya da verilen cevapta bir yanlış anlama olsa, alın size başınıza belayı. Birkaç kere ba‐ şıma geldi çünkü…

15. 11. Mehmet Yaşin 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Masraflarımı karşılayabilmek için, Dünya gazetesinde gece tashih‐ çisi olarak başladım. Para kazanmak için girdiğim iş, mesleğim oldu. Fakat gezme tutkusu küçük yaştan beri vardı. İlkokulda, Ortaköy’de otu‐ rurduk; oradan Arnavutköy ya da Beşiktaş’a gitmek benim için büyük bir geziydi. Lisede ise Edirne ve Bursa gibi yakın yerlere gitmeye başla‐ dım.


269

Gazetecilik yaparken, bazı davetlere katılarak gezginlik başladı. Gezdikçe isteğim arttı; geziye biraz da bilinçli yöneldim. Gazeteci oldu‐ ğunuz zaman kategorilere ayrılmanız gerekir. Kimi polis‐adliyeyi, kimi politikayı, kimi ise magazini seçer. Ben de kendime geziyi seçtim. Benden önceki dönemlerin önemli gezginleri Hikmet Feridun Es, Fikret Otyam vardı. Onları okudukça, onlar gibi gezmek, onlar gibi rö‐ portajlar yapmak istedim. Biraz Hemingway özlemim vardı; gazeteci, yazar, maceracı… Kaynaklar toparlamaya başladım. Bugün sanırım, Türkiye’nin gezi konusunda en geniş kaynaklarına sahip gazeteci benim. Bunların ışığın‐ da da Atlas dergisini çıkardım.

2‐ Atlas dergisi neler getirdi? Gezileri daha iyi yazabileceğim bir dergi yaratmak istedim. Bu sa‐ yede Türk gezginleri, dünyanın en uzak köşelerine gitme imkanı buldu. İlk günden bu yana, hem yazıda hem de fotoğraflarda hep Türk imzası olmasına dikkat ettik. Kutuplarda, Everest’in zirvesinde, Türk imzası da olsun istedik. Türkiye’yi en ücra köşelerine kadar keşfettik ve yazdık. Bu gezi yazılarıyla Türkiye’de gezme ve tatil stili değişti. İnsanlar yeni ve farklı rotaların peşine düştüler.

3‐ Gezi yazıları ile insanlar neyi öğrensin istiyorsunuz? Bu alanı seçme amacınıza hizmet edebildiniz mi? Türkiye’nin en ilginç ama gölgede kalmış, gözlerden uzak yerleri‐ ni, bir köy, kent, kasaba ya da mahalle, bir ırmak kenarı, saklı bir koy, vb. ortaya çıkarıp okuyucuya sunmak ve oradaki güzellikleri anlatmak. Mutlaka çirkinlikler vardır; ama ben yazılarımda hiçbir zaman çirkinlik‐ leri anlatmam. Gezi yazısı, insanı hayaller kurmaya teşvik edecek bir türdür. İnsanı oturduğu yerden gezmeye çıkarır; bir eleştiri yazısı değil‐ dir. Tabii ki küçük aksaklıklar olabilir; ama ben oranın tarihi geçmişi‐ ni, şu anki durumunu, yaşam biçimini veririm. Özellikle yöresel yemek‐ ler ve tatlarla ilgiliyim. Yemek demek, o yörenin kültürünün çözümlen‐ mesi demektir. Malzemeleri, baharatları ve onları pişirme tekniklerini bildiğiniz zaman, bunların nedenlerine doğru yönelirsiniz. Oranın yaşam biçimi hakkında ipuçları öğrenirsiniz.

4‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir?


270

Ben röportajı, sorulu‐cevaplı bir gazete yazısı olarak algılıyorum. Tabii ki ben de sorular soruyorum; ama sorulu‐cevaplı yazmıyorum. Cevapları tırnak içinde ya da söyleyenin ağzından yazıyorum. Röportaj ve söyleşinin çok iç içe geçtiğini sanıyorum. Ben ve medyadaki birçok arkadaşım, röportajı söyleşiyle harman‐ lamışız. Röportaj yapmak: gazete dilinde, karşılıklı söyleşmek, soru sormak, cevaplar almak anlamında kullanılır. Gezi yazısı türü, röportaja da girebiliyor.

5‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Ben biraz da naklediciyim. Kendi gördüklerimi, oradaki insanların bilgi, görgü ve deneyimlerini naklediyorum. Röportajcı, bildiklerini de işin içine katıp, olmuş durumu, kendi gözlemlerini, deneyimlerini çevre‐ deki diğer insanların bilgi ve deneyimleriyle yoğurup, okuyucuya anlaşı‐ lan cümlelerle anlatmaya çalışan bir aracı kişidir; yazıyla anlatıcıdır.

6‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? İlginçlik düzeyine göre, kendi çizdiğim bazı rotalar vardır. Gerek ülkeler, kentler, gerek kasabalar, hangisinde ilginç hikaye varsa oraya yönelirim. Ben, her yerin bir hikayesi olduğuna inanırım. Bir de bana, okurlarım, elektronik postalarla ihbarlarda bulunurlar. Güzel, ilginç, benim bilmediğim mekanları söylerler. Bazen o ihbarlar çok yanıltıcı olabiliyor; çünkü her annenin kendi çocuğunu en güzel görmesi gibi, okuyucu da kendi yöresinin başka bir yere benzemediğini düşünebi‐ liyor. Bu ihbarların arasından seçmeler yaparak da yola çıkarım. Yönetimden, “İlla burayı da yaz.” diye bir dayatma gelmiyor. Mese‐ la Ertuğrul Özkök İzmirli’dir ve Sığacık’ı çok sever. Bana, “İlla yaz.” de‐ mez ama, “Sığacık’ta çok güzel bir liman var; gidip gördün mü? Güzel yazı çıkar.” der. Herhangi bir okurum gibi, bana sadece önerir; enforma‐ tik bilgi verir. Eğer güzelse yazarım. Bunu Aydın Doğan, Doğan Hızlan da yapar. Zaten benim bir tür öneri ve istihbarata ihtiyacım var. Çünkü ba‐ zen nereye gideceğim diye çıldırıyorum. Güneydoğu ya da Doğu Anado‐ lu’da, terör yüzünden alınmadığımız yerler dışında, Türkiye’de ayak basmadığım çok az yer kaldı.

7‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz?


271

Mutlaka gittiğim yeri çalışırım ve mümkün olduğunca işime yara‐ yacak kağıt parçası, kitap ya da broşür toplarım. Türkiye’de bulmak çok zor ama belediyelere, kütüphanelere, yerel kitapçılara gider kitaplar, belgeler sorarım. Bir de ev ev dolaşıp yemek tarifleri almaya çalışırım. Bir sürü not defterim vardır. Naklen maç anlatır gibi, her şeyi yazarım; beynime çok güvenmem. Mesela bir sayfalık Midilli Adası yazısı yazacağım. Evliya Çelebi ve diğer gezginler orayla ilgili yazmışlar mı? Bakarım. Artık internet saye‐ sinde istediğin bilgiye sahip olabiliyorsun. İstediğim bilgileri not alıp, gittiğim yeri biraz daha tanımış oluyorum. Bilinçli gezmem gerekiyor; çünkü gezi sürem çok az oluyor. Nere‐ lere gitmeliyim? Antik öyküsü varsa, nedir? Bunları bilerek gidiyorum. Gittiğimde de, o sütunlara oturup o öyküyü kafamda canlandırabiliyo‐ rum. O sütunların, otlu yolların, oradaki geçmişin hikayesini biliyorum.

8‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Röportajın süresi yok. Vaktimi çok iyi kullanmam lazım. Bu yüz‐ den gezilerime perşembe günleri çıkarım; hafta sonunu kullanırım. Ana‐ dolu gezilerimde, sohbetler genellikle uzun oluyor. Sohbetleri köy kah‐ velerinde yapıyorum. Selam verip köyün kahvesine oturduk mu, köylü‐ nün zaten canı sıkılıyor; senin gibi bir adam bekliyor, etrafını sarıyor ve önce onlar benle bir röportaj yapıyorlar. Sorularının çoğu politik oluyor. Sonra ben onlara, kasaba veya köyleriyle ilgili, daha önceden kafama yerleştirdiğim soruları soruyorum. Köy kahvelerini, gittiğim yerlerin yerel yönetimlerine haber ver‐ mediğim için, tercih ediyorum. Yerel yöneticiler, bütün iyi niyetleriyle beni gezdirmek için örgütleniyorlar. Onlar daha çok bana dertlerini, Ankara’ya iletmek istediklerini anlatmaya çalışıyorlar. Ben gerçek güzel‐ likleri göremiyorum. Mümkün olduğunca tanınmadan gezimi bitiriyo‐ rum ve sonra belediye reisine, muhtara ya da köy kahvesine gidip kalan vaktimi onları dinleyerek geçiriyorum. Onlarla konuşmadan da yapa‐ mazsın; çünkü laf arasında ipucu verirler; siz ipucunu tutunca onu söke‐ rek gidiyorsunuz.

9‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? İşin en zor tarafı gidip görmek değil, yazmak. Çünkü yazacağınız sayfanın bir bölümü ilanla kapatılmıştır. Sayfanın bir bölümüne de fo‐


272

toğraf gelecek yazı daha iyi okunsun, diye. İlanlar ve fotoğraflardan ka‐ lan bölümde de gittiğiniz yeri anlatacaksınız. Bin yıllık geçmişe sahip Mardin’i anlatacaksınız. Dünyanın en gü‐ zel, en esrarengiz ve bütün kültürlerin buluştuğu rengarenk bir kenttir. Size verilen harf sayısı sekiz bin. Eğer sekiz bin 500 harf yazarsanız, sayfa sekreteriniz beş yüz harfi atmanız için telefon açar ki, bu da dün‐ yanın en zor işi. New York’daki sekiz bin restoranın ilk harflerini yazsa‐ nız yeriniz biter. Bu yüzden yazılarımda, okuyucunun internetten bulabileceği ik‐ limi, nüfusu, coğrafyası, ekonomisiyle ilgili bilgileri vermemeye çalışı‐ rım. Ben kendi gözlemlerimi, duygularımı, kokladığım kokuları, tattığım yemekleri, tabii ki geçmişe dönerek anlatıyorum. Bu bilgilerin içinden de elemeler yapıyorum. Bana özel geleni yazıyorum okuyucu ne ister diye düşünmüyorum. Okuyucu için yazıyorum ama yazı aşamasında ilk olarak kendi be‐ ğenilerim önemlidir. Tiraj getirecek diye yazmıyorum. Gezi yazıları, haf‐ ta sonunu eğlenceli geçirtmek için yazılır. Bu nedenle keyif unsurunun olmasına dikkat ederim. En iyi kelimeleri bulmak, en iyi cümleleri kur‐ mak, benim en stresli olduğum anlardır.

10‐ Yazınızı yarım bulduğunuz oluyor mu? Beş yazımdan üçü için bunu düşünüyorum. Neden de, yerdeki kı‐ sıtlamalar. Gazetede fazla yazamazsın, okuyucu sıkılır. Yazılarımı uzun uzun yazarım. Sonra yazıyı sekiz bin harfe indiririm. Gazete için kısal‐ tılmış yazılarımı, Uzakname ve Yakınname kitaplarımda topladım.

11‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mimikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Bunlar yazıyı süsleyen şeylerdir. Coğrafya ya da tarih kitabında el kol hareketlerini yazamazsın. Mardin’i anlatan coğrafi özelliklerde bun‐ ları anlatamazsın. Ama röportajı güzelleştiren, karşısındaki adamın el‐ kol hareketleri, mimiği, suratındaki şark çıbanının anlatılmasıdır. Adamı da 3‐4 satırla betimlemek gerekir ki yazının oraya gidip yazıldığı belli olsun. Bu en çok Yaşar Kemal’de vardır. “Yazıya hayat katsın” diye ben de kullanıyorum. Biraz konuşma di‐ line yakın bir üslup kullanmaya dikkat ediyorum. Bir masal anlatıcı gibi yazıyorum. Bu tarzı kullandığımda, yeni kelimeler katma, kelimelerle oynama durumu var. Duyduğum tüm yerel kelimeleri not ederim. Dil


273

konusunda titizlenirim. Yazarları birbirinden ayıran şey üsluplarıdır. Herkesinki kendine özgüdür.

12‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Bu, yıllar içinde öğrenilen bir şeydir. Yıllar içinde insanı, Türk in‐ sanını tanıyorsunuz. Bir kere karşınızdakileri serbest bırakmalısınız. Kafasında sorular var onun; rahat değil. O soracak, işini bitirecek, ondan sonra siz başlayacaksınız. Eğer beklemezseniz, size hiçbir şey söylemez. Bir de soru sormayacaksınız, sohbet edermiş gibi konuşacaksınız. Mesela, “Yahu, bu eşek de niye anırıyor?” diye başlayacaksınız; o eşeği anlatırken siz, yem meselesine, tarlalara su gelişine geçeceksiniz. Ta‐ mamen deneyim, alışkanlık. Onları tanıdığınız zaman, konuyu nasıl çevi‐ receğinizi de bilirsiniz.

13‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Konuşma üslubu türünde, daha samimi cümleler kurmak istiyo‐ rum. Okuyucudan aldığım tepkiler de bunu başardığımı gösteriyor. Mümkün olduğunca teyp ve defter kullanmayacaksınız. Aklıma yazarım. Kahveden çıktıktan sonra arabanın içinde, daha hareket etmeden kah‐ vedeki sohbetle ilgili her şeyi başlıklar halinde yazıyorum.

14‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? Oluyor, pişman oluyorum; bir daha geri dönemeyeceğim için… Yapacak bir şey yok... Bazen bir bakıyorum, en önemli şeyi unutmuşum. Bir yere gittiğim zaman, daha çok kentlerde, önce bir kırtasiyeye girip kartpostallara bakarım. Çünkü kartpostallar hep kentin en güzel yerini gösterir. Nerelere gideceğimi oralardan bulurum. Döndükten sonra okurken, unuttuğum yerleri anlıyorum. Bir daha yapmamaya gayret ediyorum. Hata payım giderek azalıyor; ama yine de oluyor.

15‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Zannediyorum, beni sansür eden gazetede yazmazdım. Beni san‐ sür etmeyecek bir yayın organında yazmayı tercih ederdim. Benim ba‐ şıma gelmedi inşallah da gelmez. Çünkü bir ülkede gezi yazısı da sansür ediliyorsa, o ülkenin çivisi çıkmış demektir.

16‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı?


274

Şu anda Türkiye’de yok; ama geçmişte Fikret Otyam, Yaşar Ke‐ mal… Ara Güler’in enfes foto‐röportajları… Hemingway’in gezi yazıları… Evliya Çelebi... Mobidik’i yazan, Polonezya köylülerini anlatan Mervile, çok özendiğim isimlerdi. Benim beğendiklerim geçmişe dönük. Ama Yalçın Bayar ve Umur Talu’nun köşe yazıları, Ferai Tınç’ın üslubu hoşuma gider, Emin Çöla‐ şan’ın hırçın, mücadeleci röportajlarını, Derya Sazak’ın söyleşilerini, Yener Süsoy’un ilginç magazinlerini ve Doğan Hızlan’ın barışçı edebiyat yazılarını severim.

17‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf seçiminde etkili misiniz? Uzun yıllar gazetecilik yaptım. Sayfaları ben hazırladım. Fotoğrafın nasıl çekileceğini iyi biliyorum. Şu anda bu sayfaları yapanlar, genellikle benim yanımda staj yapmış, çalışmış genç arkadaşlar. Bu yüzden bana saygısızlık yapmamak için, hiçbir şekilde seçtiğim fotoğrafa karışmazlar. Yazımın başlığını, ara başlıkları, resim altlarını da ben hazırlarım. Fotoğrafın etkisi yüzde altmıştır diyebilirim. İnsanlar sayfaları çe‐ virirken, bir şeyin onları durdurması lazım. O şey de fotoğraftır. Fotoğraf varsa önce ona odaklanırlar, bakarlar; sonra da fotoğraf okuyucuyu ya‐ zıya iter. “Fotoğraf ilginç, acaba yazı ne anlatıyor?” diye merak ederler. Batı gazeteleriyle Türk gazeteleri arasındaki tek fark fotoğraftır. New York Times’ın “Travel” ekine bakarsak, kilometrelerce yazı var. Türk gazeteleri daha renklidir. Çünkü Türk insanının dikkati dağınıktır. Okuması için, bir şeyin onu yakalaması lazım. Bir de Türk insanı, çok uzun yazılara meyilli değildir; hızlı öğrenmek ister. Tüm bunları dikkate almak lazım. Benim yazı stilimde, mizanpajın biraz daha kutulu olması, bilgilerin bölünmesi gerekiyor. Başlayıp bitmek yerine, kutu kutu bilgi‐ ler olsun ki, okuyucu ordan oraya atlayarak gitsin.


275

15. 12. Mustafa Karaalioğlu 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazeteciliğe 1987 yılında, Zaman gazetesinde başladım. Önce tam sayfa röportajlar değil; küçük haber‐röportajlar yaptım. Giderek bu ge‐ nişledi ve daha sonra Yeni Şafak gazetesinde, tam sayfa röportajlar yapmaya başladım. Röportaj önemli bir yöntem gazetecilikte… Herkes röportaj yapamaz. Meslekte ilerleyecek ya da meslekte öne çıkan isimler, röportaj yapma imkanı buluyorlar. Basında röportaj ya‐ panların sayısı az. Benim başladığım zaman daha azdı; şimdi arttı sayıla‐ rı. Ama benim röportaja başladığım dönemde, beş ya da altı kişi ya vardı ya yoktu. Eskiden daha özel bir işti.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? “Röportaj” diyenler de var; “söyleşi” diyenler de. Röportaj yazarlı‐ ğı, bir konuşmadan yazı üretmek. O açıdan, benim yaptıklarım daha çok “söyleşi” diye değerlendirilebilir. Söyleşide, soruyorsunuz cevaplıyor; redaksiyon yapınca hazır hale geliyor. Röportajda siz daha çok göz önüne çıkıyorsunuz… Tabii kendi kalem gücünüz, kendi ağırlığınız, kendi beceriniz çok daha önemli hale geliyor. Gözlem yeteneğinizi, detayları yakalama ve değerlendirme ye‐ teneğinizi ortaya koymanız lazım. O açıdan söyleşi daha kolay; röportaj yazarlığı daha özel bir iş.

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Tabii belirleyici bir rolü var röportajın. Röportajcı, seçtiği konular, kişiler, soruları sorma tarzı ve olaya baktığı yerle, çok önemli bir işlev yüklenmiş oluyor. Politik ve toplumsal bakış açınızı da, sorular veya seçtiğiniz kişi aracılığıyla göstermiş oluyorsunuz. Bu, sizin soruna yaklaşımınızı, olay‐ ları nasıl algıladığınızı ve gazetenin tercihini de gösteriyor. Seçilen kişi, seçilen konu ve soruları soruş biçimi, bir mesaj ve işlev anlamı taşır. Çok derli toplu bir bütünlük ortaya koyduğu için kısa bir haberden çok daha etkileyicidir. Mantık bütünlüğü içerisinde, okuyucu olayı anlayabilir; öğrenebilir. Bu nedenle etki gücü daha fazladır.


276

4‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Birinci ölçüt, o haftanın gündemini yakalamak. Haftanın gündemi‐ ne yakın bir kişi seçilmesi gerekir. Gündem dışı konular, sadece çok özel kişiler için geçerlidir. Bazı kişiler vardır ki, Türkiye’de gündemle alakalı olmasa bile, onunla konuşmak her zaman önemlidir. Onda hikaye her zaman vardır ve o hikayenin, gündemle bağlantılı olması gerekmez. Ama bu tür adamların sayıları çok azdır ve onlara ulaşmak çok kolay değildir. Bu nedenle siz genelde röportaj konusu ve kişi tercihlerini yapar‐ ken, haftanın gündemine bir şekilde paralel gitmek zorundasınız. Röpor‐ taj yapacak kişi, gündemi mutlaka takip etmelidir. Orada şöyle bir du‐ rum devreye girer: Hukukla ilgili konuşabilecek yüzlerce kişi vardır; ama siz öyle özel, olaylara farklı bakan birini bulmalısınız ki, onun sözü kamuoyu tarafından o sırada bilinmiyor olsun ve sözleri, sürüp giden tartışmaya farklı bir bakış açısı getirebilsin.

5‐ Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sa‐ hiplerinden öneri aldınız mı ya da bu konuda hiç baskı gördünüz mü? Baskı görmedim ben. Öneri, aslında olması gerekir. Çünkü röpor‐ taj sayfası, gazetenin önemli sayfalarından biridir. Sadece röportajı ya‐ panın, onun üzerinde belirleme gücü olması kabul edilemez. Röportajı yapan kişi, bunu tartışmaya açmalıdır. “Bu hafta kiminle hangi konuyu konuşayım?” konusu, bir defa yazı işlerinin masasına gelmelidir. Gündeme bağlı röportaj yapıyorsa gazeteci, onu gazete yönetimiy‐ le paylaşmak zorundadır. Fakat gazete yönetimi, “İlla bununla yapacak‐ sın, o röportajı.” derse bu müdahaledir; böyle bir şey olmaz. Röportajı yapan kişinin de bir kimliği vardır. O kimliği, serbestçe röportaja yan‐ sıtması lazım. Bana, bu tür yönlendirme de çok az oldu. Fakat şu anda, bizim ga‐ zetede röportaj yapan arkadaşla ben her gün konuşuyorum. Ona konu‐ lar hakkında görüşlerimi söylüyorum; o da bana söylüyor. Kişileri belir‐ lemekte yardımcı oluyorum; gazete yönettiğim için böyle bir durumda‐ yım. Fakat o dilediğiyle konuşabilir; benim söylediklerime uymak zo‐ runda değil. Ben ona fikirlerimi söylüyorum. Ama bazen, “Bunu, mutlaka bizim gazete için yapmalıyız.” şeklindeki önerime uyuyor.

6‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz?


277

Çok iyi bir araştırma gerekiyor; bu kesin. İyi bir röportaj için ko‐ nuşulacak konu ve kişiyle ilgili bilgilere sahip olmak gerekir. Bugün in‐ ternet sayesinde artık bu daha kolaydır. Gazetecinin, söyleşiyi, bilgisine ve zekasına güvenerek yapabilece‐ ğine inanmıyorum; bu çok yanıltıcı. Ve “Soru soruyu açar.” diye otur‐ maması gerekiyor kişinin. Bu, röportajın kalitesini düşüren bir şey. Yani siz, bir tıp adamıyla konuşurken, onun özel hayatını çok iyi araştırmış olabilirsiniz. Ama onun alanını, çalıştığı konuları da, en azın‐ dan röportajı yapacak kadar araştırmış olmalısınız. Türkiye’nin rakam‐ larını, dünyadaki genel gidişatı bilmelisiniz. Röportajda sabırlı olunmalı, cevap alınamayan sorular da, tekrar tekrar sıkılmadan takip edilmeli. Ve en önemlisi de, röportajdaki doğru cümleleri kurmanın biraz zaman alacağını bilmelisiniz. Yani hemen baş‐ layıp hedefe odaklanma yerine, hedefi, konuşmanın içinde saklamak gerekir.

7‐ “Hedefi, konuşmanın içinde saklamak” ifadesini açar mısınız? İyi rehber olmak... Bir sayfalık röportaj, genelde 5–6 sayfalık ko‐ nuşmadan üretilir. 5‐6 sayfanın içinde, bazen gerçekten okuyucunun ilgisini çekecek bölümler azdır. Çok iyi bir soru sorabilirsiniz, çok kötü bir cevap alabilirsiniz. Ama çok sıradan bir soruya, çok özel bir cevap da alabilirsiniz. Sabırlı olmak, beklemek ve doğru dürüst cümleleri, konuşmanın bir yerinde alacağınızı bilmek gerekiyor. Konuşmalar çok uzayabilir, çok tatsızlaşabilir; ama konuşmanın bir yerinde iyi cümleler çıkar. Çünkü “iyi röportajcı” demek, aynı za‐ manda “iyi cümleler elde edebilen” demek. İnsanların bildiği sıradan cümleler dışında, farklı ve cesur laflar almak önemlidir.

8‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Zaman önemli bir faktördür. Görüşme öncesinde randevulaşırken bu zaman sorununu bağlamak gerekiyor. Yani, “Beş dakikada işim biter.” derseniz, olmaz. Röportaja geliyorsunuz ve “Sorularım var.” diyorsunuz. Bunu süreyle sınırlarsanız, büyük ölçüde başarısız olursunuz. En azından 2 saat kadar bir süreyi garantilemek gerekir. Uzun bir röportaj için iki saat gerekir. Ve bu süreyi de yönetmek, röportajcının işi. Öncelikle içerikli, etkili, manşet olacak, konuşulacak laflar almak önemlidir. Konuyu insanlara öğretecek, farklı yönlerden bakılmasını sağlayacak, “Evet böyle bir şey de varmış, burada.” dedirtecek cümleler


278

almak önemlidir. Röportajı veren kişinin hiç kafasında olmayan cümle‐ ler, röportajın bir yerinde ağzından dökülebilmelidir. Başarılı bir röpor‐ taj budur.

9‐ Röportaj metnini kurgularken neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Ben röportaj sırasında hem teybe kaydediyorum; hem de notlar alıyorum. Röportaj bittikten sonra deşifreyi mutlaka kendim yaparım ve konuşmanın gerekli gereksiz hepsini, yayımlamayacağımı bildiğim yer‐ leri bile, deşifre ederim. Bende bütün konuşmaların tam metinleri arşiv‐ lidir. Röportajı yazmak, çok önemli bir konudur. Tekrar cümleleri ayık‐ layarak, benim ne görmek istediğimden çok, insanların ne görmek iste‐ diğini ve onların işine neyin yarayacağını düşünerek kurgularım. Ben ona “kemiksiz” diyorum. Kemiksiz, gereksiz ağırlıkları atılmış, doğru dürüst işe yarayacak ve tekrarsız lafların olduğu bir röportaj metni ortaya çıkar. Gazetenin sayfasına göre de onu redakte ederim. Burada bir önemli nokta da, konuları birbirine bağlamaktır. Bazen konuşmanın başında ve sonunda birbirine bağlı konular oluyor; onları birleştirmeniz gerekiyor. Buna her zaman uyulması gerekmez; ama ko‐ nuları bir araya toplamak da büyük maharet. En çarpıcı yerleri spot olarak, başlık olarak, resim altı olarak çı‐ kartmak da, işin önemli bir parçasıdır. Etkili cümleleri başlığa, spota taşımak, röportajın okunurluğu açısından çok önemlidir. Bu aynı zamanda, başta konuştuğumuz konuya da dönmeyi gerek‐ tirir: Röportajın işlevine ve olayı nereden gördüğümüze. Röportajcının kendisini kattığı noktadır o. Manipüle etmek isterseniz, edersiniz. Bazen en büyük sorunlar da oradan çıkar. Röportaj veren kişi “Ben bunu de‐ memiştim, ben bunu kastetmemiştim.” der size. Ama sizin için, o cümle önemlidir. Böyle bir tartışma da çıkabilir.

10‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mimikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Ben yansıtmıyorum; ama yansıtan röportajcılar var. İsteyen yapa‐ bilir, ona karşı değilim. O atmosferi görüntülüymüş gibi aktarmak, mese‐ la “kahkahalar” ya da “gülüşmeler” diye notlar düşülür. O röportajın tarzına bağlı bir şey.


279

11‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? O çok büyük bir sıkıntı. Konuşulan kişiyi konuya getirme, ciddi bir sorundur ve röportajcının maharetiyle ilgilidir. Genelde röportajı veren kişi, kendi bildiklerini söylemeye meyillidir. Kendi mesajları vardır. Ona göre, çok önemlidir onlar. Siz soru sorarsınız, o icraatını anlatır. Bu çok büyük sorundur; onu sabırla dinlemeniz gerekir. Orada bir gerilim ya‐ ratmaya gerek yok; onu dinleyin. Onu sabırla dinledikten sonra, sorula‐ rınızı yine sorabilirsiniz.

12‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Benim röportajlarım, kişinin özel hayatıyla, davranışlarıyla ilgili değil; konuya odaklı olduğu için, daha ters ve sıra dışı şeyleri sorma im‐ kanım oldu. Ama bazı röportajlarımda, burada söyleşilerden bahsediyo‐ ruz, benim için öyle bir ayırım çok önemli değil. Bir politikacıya, AB ile ilgili düşüncesini sormak başka bir şey, ar‐ dından da “Siz şurada da, böyle böyle demiştiniz.” demek başka bir şey. Ben geçmişe de dönük olan, o tür röportajlar yapmadım. Genelde konu‐ ya odaklı, konuyu anlamaya yönelik röportajlar yaptım. O yüzden, kendime göre avantajlarım vardı. Onun fikirlerini sor‐ gulama imkanım oldu. Bu sorgulamayı yaparken, bir takım başka politik değerlendirmelerle kıyaslayabildim... Yaklaşımlarım böyleydi, benim.

13‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? Oluyor genelde... Bazen bütünlük içinde dikkatiniz dağılabiliyor ya da belli bir noktaya odaklanabiliyor. Röportaj bittikten sonra bunu gö‐ rüyorsunuz ve “Ah! Keşke şunu da sorsaydım.” diyorsunuz. O tempo içinde dikkatinden kaçabiliyor. Bazen onu sorabiliyorsunuz da, telefon‐ da. İşte bu da, sabırlı olmakla ilgili bir şey. Sabırlı olursanız, röportaja odaklanırsanız; o zaman “Eyvah, bunu da sorsaydım!” dediğiniz şeyler daha az oluyor.

14‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur?


280

Röportajımın döndüğü olmadı; ama başlıklarımın değiştirildiği ol‐ du. O zaman şöyle düşünüyorsunuz: “Benim bakış açım doğruydu; ne‐ den bu değiştirildi?” Sorguluyorsunuz kendinizi. Benim röportajım hiç sansürlenmedi. Yani ben o konuda talihli‐ yim. Ama röportajların sansürlendiğini biliyoruz medyada. Başlıklarım, bakış açılarım, “Buradan değil de, şuradan bakalım.” diye değiştirildi. Ama bu konuda çok sıkıntı çektiğimi söyleyemem. Bir‐iki katlanılabilir belki… Ama bir noktadan sonra yapamazdım; dayanamazdım. Röportajcılık özel ve önemli bir iş; dolayısıyla orada müdahalenin belirli sınırı olması lazım. Sürekli müdahale görüyorsanız, o işi sürdür‐ memeniz gerekir. Sadece etik açıdan değil… Bu durum, genel olarak sı‐ kıntı yaratır. Siz, şimdi çok önemli kişileri karşınıza alıp konuşuyorsunuz. Onla‐ ra karşı bir yükümlülüğünüz var; o röportajı almak için uzun bir çaba sarf ediyorsunuz. Röportajı yapabilmek için bir takım sözler veriyorsu‐ nuz ve karşılığında o sözler gazete tarafından yerine getirilmiyorsa; si‐ zin sorumluluğunuz var, demektir. Dolayısıyla çok sürdürülebilir bir şey değil, sansürle yaşamak...

15‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Nuriye Akman.

16‐ Nuriye Akman’ı diğerlerinden ayıran nedir? Gerçekten olayı kişiselleştirmede ve hikayeleri bulup çıkarmada çok başarılı. O tarz röportaj yapmadım ben. Hikayeleri soruya dökmekte çok başarılı, çok cesur. Dolayısıyla o da, ona bir tarz kazandırdı. Nuriye Akman’ı diğer bütün röportajcılardan ayırırım; çok başarılı bulurum.

17‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Fotoğrafları, fotoğrafçım çekiyordu. Sayfaya koyarken ben başında bulunuyordum. Fotoğraf da, röportaj için nasıl baktığınızı gösteren bir tercih. Röportajın bütün malzemeleri, başlık, spot, sayfa mizanpajı, fo‐ toğraf, soru biçimi hepsi çok önemli; sadece soru değil, bir bütün yani. İyi bir röportaj büyük bir işçilik demek. Röportaj bir bütün olarak önemli. Bir de gazetenin nasıl sunduğu önemli. Gazete olayı küçümseyebilir de önemseyebilir de. Bunlar röpor‐ tajın gücü açısından, çok önemlidir.

15. 13. Nail Güreli


281

1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazeteciliğe stajyer muhabir olarak başladım. Ondan sonra muha‐ birlik yaptım. Yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, halkla ilişkiler gibi çeşitli kademelerde çalıştım; ama en çok sevdiğim muhabir‐ lik ve dolayısıyla da haber ve röportaj dalı. Röportaja yönelmem, gazeteciliğin bir gereğidir. Röportaj da, ga‐ zeteciliğin önemli bir dalı, haberciliğin bir parçasıdır.

2 ‐Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Günümüzde söyleşi ağırlık kazandı. Söyleşi soru‐cevap şeklinde yayımlanıyor. Ayrıca benim anlayışıma göre, röportaj anlatımı, betim‐ lemeleri, tasviri de içerir. Yazarının bakış açısını da yansıtması gerekir. Yani bir üslup gerektirir. Söyleşide, zeka unsuru ve sorular öne çıkıyor. Söyleşiyi küçümsemek için söylemiyorum. Ama röportaj ayrı bir şey; betimlemeler gerekir.

3‐ Bir konuda söyleşi mi röportaj mı yapılacağını belirleyen bir et‐ ken var mıdır sizin için? Genelde kuru ve siyasi konularda, söyleşiler daha çok tercih edilir. Toplum tarafından bilinen, daha önce röportajları yapılmış kişiler ve görüşleri, fikir ağırlıklı yansıtılacaksa söyleşi tercih edilir. Fikrin ötesin‐ de, fikirle beraber başka şeyleri de yansıtmak istiyorsanız, röportajı yeğlemeniz gerekir, diye düşünüyorum.

4‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Tabii gazeteciliğin temel gerekleri: gözlemcilik ve dikkat röportaj‐ da da önem taşır. Yani gazeteci dikkatli olmalıdır, gözlemciliği güçlü olmalıdır. Kısa zamanda onu yansıtmalıdır, kendi üslubu çerçevesinde. Bir röportajımda çeşitli meslek mensuplarıyla konuşuyordum. Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, ama zahirecilik yapan bir kişiyle konuşur‐ ken, adam bir ara çekmecesini çekti içinden bir kalem aldı; yazmaya başladı. Ben ertesi günkü röportajımda, adamın ne kadar intizamlı oldu‐ ğunu belirtmek için çekmecesinde ataçların, toplu iğnelerin ayrı gözler‐ de, damga pullarının bir başka gözde, silginin başka bir yerde, not kağıt‐ larının bir yerde olduğunu ayrıntılarıyla yazdım. Bu adamın ne kadar dikkatli ve özenli olduğunu belirtiyordu. Söyleşide bunu yapmanıza im‐ kan yok.


282

Ertesi gün adam aradı, “Nail Bey, siz fotoğraf mı çektiniz? Bir sani‐ ye çekmeceyi çekip kalem aldım; siz çekmecenin her şeyini tasvir etmiş‐ siniz.” İşte gözlem gücü bu. Röportaj, bir olayı ayrıntılarıyla vermektir. Haberin kuruluğu‐ nun yanı sıra ayrıntılarına renkli taraflarına girmek, magazin tarafını da içerir. Daha kapsamlı bir olaydır röportaj. Konusuna göre, kişilerin ha‐ yatlarını da yansıtmayı öngörür, içerir.

5‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Servis şefi, size röportaj konusunda öğüt verebilir. Muhabir ola‐ rak, siz de konu bulup yazarsınız. Bağlı olduğunuz birimin yönetmeni de size konu verebilir; özellikle dizi yazıları, dizi röportajları için.

6‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Hem röportaj, hem de haber için, gazetecinin o konuda iyi hazır‐ lanması, bilgi edinmesi gerekir. Enine boyuna araştırmalıdır. Bir basın toplantısına giderken dahi, toplantıyı yapacak kişinin ve konunun üze‐ rinde bilgi edinmesi, araştırma yapması önemlidir. Donanımlı olarak gidip, ona göre sorular sormalıdır. Hatta uzmanlaşma da gerekir bu ko‐ nularda.

7‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Zamanı ekonomik kullanırım. Ekonomik kullanmak demek, kısa zaman ayırmak değildir. Bence, olabildiğince uzun zaman ayırmak, son‐ ra da özetlemek gerekir ki, özetlemek çok zor iştir. Özünü zedelemeden, özetleyip yansıtmak zordur. Uzun yazmak kolaydır; kısa yazmak zordur.

8‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? O, deneyimlerle oluyor. Hitap edeceğiniz kitleyle bir yerde birleş‐ meniz, empati kurmanız gerekiyor. Bu empatiyi sağladığınız zaman, tabii ki nerelerini ayıklamanız gerektiğini, nereleri geniş vereceğinizi kararlaştırıyorsunuz. Artık o mesleki bir beceridir; giderek de refleks olur.

9‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz?


283

Gözlemlediğim şekilde yansıtmaya çalışıyorum. Günümüzde söy‐ leşi ağırlık kazandığı için, röportajın bu unsurlarının gereğince yerine getirildiğini görmüyorum ben.

10‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Konuşmayı iyi takip etmek gerekir. Lafın arasına girip sözü değiş‐ tirebilme yeteneği, zamanla kazanılır. Ama konuşmayı iyi izlemez, bir sonraki soruyu kafanızda oluşturmaya çalışırsanız, söylediklerini kaçı‐ rırsınız. Hatta öyle bir soru sorarsınız ki, biraz önce o kişi cevabını ver‐ miş olabilir. Güç durumda kalabilir, komik duruma düşersiniz. Karşınız‐ dakinin konuşmasını özümseyerek, dikkatle izlemek gerekir. O zaman, uygun yerlerde lafını kesersiniz; başka sorularla yönlendirir, başka ka‐ nala geçirirsiniz muhatabınızı.

11‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? İşte, bu anlatmaya çalıştıklarım. Bunun dışında bir şey ilave etme‐ ye gerek kalmadı galiba…

12‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım.” diye düşündüğü‐ nüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? Oldu tabii... Mesleğimde neredeyse 50 yıl geçti. Haftada bir köşe yazısı yazıyorum. Yazdığımı üç defa okurum. Yazdıktan sonra okurum; aşağıya göndermeden önce okurum; sabah gazete çıktığı zaman hemen okurum. “Şurasını şöyle yazsaymışım.” diye, düşünürüm. Yazı işlerine teslim etmeden önce değiştirdiğim yerler, kelimeler olur. Yani gazeteci‐ nin, zaten mesleğini 24 saat yaşaması gerekir.

13‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Evet, oldu. Bir dizi Hürriyet gazetesinde yayımlanmadı. Genel ya‐ yın yönetmeni değişmişti. Önceki yayın yönetmeni Nezih Demirkent’ ti. Bakırköy’le ilgili iki ay kadar uğraşarak “Türkiye’nin Beşinci Büyük İli Bakırköy” diye bir yazı dizisi hazırladım. Yayın yönetmeni Nezih Bey bunu çok beğendi ve duvar afişleri hazırlattı, reklamını yapmak üzere. O sırada Nezih Demirkent ayrıldı; yerine Çetin Emeç geldi. O, rö‐ portajı yayımlamadı. Gidip kendisine hatırlattım; “Yayımlayacağız.” dedi. Başka bir yazı dizisi verdi; bana. O diziyi de yaptım; yayımlandı. Bir süre


284

sonra yine sordum; başka bir dizi önerdi. Onu da yaptım; yayımlandı. Fakat bizim Bakırköy dizisi yayımlanmayınca, ayrıldım gazeteden.

14‐İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? En başta Yaşar Kemal gelir, röportajla başlamıştır. Halit Çapın, Fa‐ ruk Şensoy, Fikret Otyam çok önemli röportajcılardır. Günümüzde de var; ama zaman geçmesi gerekiyor. Saydığım isimlerin üzerinden 25–30 yıl geçti; ben bunu söyleyebiliyorum. Bugün de çok genç ve değerli rö‐ portajcılar var. Onları zamana bırakmak lazım.

15‐ Saydığınız isimlerin edebiyatçı yönleri de var. Röportajın ede‐ biyatla ilgisini var mı? Bir edebiyat dalı olarak sayılabilir, tabii. Şiir de bir edebiyat türü‐ dür; ama şiirdir. Öykü de bir edebiyat türüdür; ama öyküdür. Belki gaze‐ tecilik tarafı ağırdır; edebiyatta da görüyoruz; gazetecilikten gelen çok güçlü imzalar var.

16‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Tabii fotoğraf da, röportajın önemli ve tamamlayıcı bir unsurudur. Ama röportajın, fotoğrafın önüne geçmesi gerekiyor bence… O da, rö‐ portajı yapanın üslubuna, yeteneğine bağlı.

15. 14. Necati Güngör

1. Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin ne‐ denlerinden söz eder misiniz? Gazete okumaya başladığımda, gazeteciliğe başlamıştım, di‐ yebilirim! Kaç yaşındaydım? Dokuz mu, on mu? Babam on beş ku‐ ruş verir, “Dünya” ya da “Hürriyet” alırdım; sonraları “Akşam” da


285

okumaya başladım. Çok sonra “Cumhuriyet” okuru oldum. Yılmaz Çetiner’in, Fikret Otyam’ın röportajlarına orada rastladım ilk kez. Özellikle Otyam ustanın röportaj yazarlığından etkilendiğimi söy‐ lemem gerek. Kişi birdenbire yazar, ya da gazeteci olur mu hiç? Yazarlık da, gazetecilik de bir tutku, bir sevda işi. Kökleri derinlere uzanır… O nedenle, okumaya başlama tarihiyle başlatıyorum röportaj yazar‐ lığımı… Bulunduğum kentin Malatya yerel gazetelerinde röpor‐ taja benzer dizi yazı yayımladım ilkin. Ortaokul sıralarında oku‐ yorduk henüz ve kendimizi yazardan sayıyorduk! İlk profesyonel röportajımsa, genel yayın müdürlüğünü Demirtaş Ceyhun’un yap‐ tığı “Politika” gazetesinde yayımlandı; yıl 1976 olmalı. Yine Malat‐ ya’nın bir kasabasındaki Hasan Çelebi maden işçileriyle ilgili. Okuyanların şaşırdıklarını anımsıyorum. Şiirsel ve destansı bir hava taşıyan böylesi bir röportajı benden beklemiyorlardı sanki! Bir şair arkadaşım kesip gömlek cebine koymuş, gazeteye geldi; “Bunu sen mi yazdın?” diye sordu, hiç unutmam. Sesinde, yüzünde bir şaşırmışlık ifadesi vardı… Ben, kendimi yeterli görüyordum bu işi yapmak için; ama, gazete yönetimi “hazır” değildi böyle bir değerlendirmeye!

2. Yaptığınız işi nasıl değerlendiriyorsunuz? “Röportaj mı”, “ söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Söyleşi başka bir tür, röportaj başka… Söyleşi, bir konuyu bi‐ riyle konuşur gibi işlemektir. Nurullah Ataç’ın söyleşileri buna örnektir... Söyleşi havasında ya da biçiminde bir röportaj da yazı‐ labilir. Ama röportajı söyleşiyle karıştırmamak gerek. Röportajın bir ayağı habere de dayanır. Söyleşinin haberle ilgisi olması gere‐ kir mi? Sanmıyorum. Röportajla, bir olumsuzluğu, birilerinin gözüne sokmanız ge‐ rekebilir. Söyleşideyse, böyle bir sert yaklaşım söz konusu değil‐ dir. Bazen karşılıklı soru‐cevap biçiminde yapılan röportajlar da olur, bilirsiniz. Yapılan işin türü röportajsa, buna söyleşi demek doğru mu, bilemiyorum…

3. Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir?


286

Sözünü ettiğiniz “görev” ve “işlev”i birbirinden nasıl bir çiz‐ giyle ayırıyorsunuz? Röportajın işlevi başka, röportajcının görevi başka bir şey mi, onu da bilemiyorum… Yukarıda da söylediğim gibi, röportajın bir ayağı habere basar… Bu bir işlevdir. Birilerinin, bir noktaya, bir olaya, bir duruma, bir olumsuzluğa dikkati çekilir. Bir yanıyla eleştirel yazıdır röportaj. En azından benim anlayışım bu. Eleştirel özelliğinden ötürü, karakterinde “huşunet” barındıra‐ bilir. Sizin, “ses getirme” amacınızla ilgilidir bu huşunet; attığınız taşın istediğiniz kuşa değmesi amacınızla orantılıdır… Röportajın bir yüzü hikâyeye dönüktür, hikâyeden yararla‐ nır; ama hikâye de değildir; bu nedenle röportajcı kendini hikâyeci yerine koymamalı… Günlük ya da genel bir sorunu gündeme taşı‐ mak için de röportaj yapılabilir; bu da bir işlevdir. Yani, hiç gün‐ demde olmayan bir konuyu gündeme getirmek… Röportajın konusu olan bir olay, bir durum, bir kişi, olumlu özelliklere sahip olabileceği gibi, olumsuz özellikler de taşıyabilir. Bir cinayetin nedeniyle ilgili röportaj yapılabileceği gibi; yalnızca “mağduru” ya da yalnızca “faili” de konu edinebilirsiniz. Ya da aynı olayın kanıtları konusunda röportaj yapılabilir. Sanığı savunanın çabası da röportaj konusu olabilir; bu olayda kamu adına görev yapan savcının çabası da yazılmaya değer görülebilir. Olayı yargı‐ layan yargıç kadar, yargılamanın yapıldığı salonun atmosferi de röportaj konusu olabilir. İnfaz memuru da, infaz kurumu da… Her şey ve herkes… Röportajcının amacına yönelik birtakım yanıtlara karşılık verebilirler. Peki ya, amaç nedir? Röportaj yazarının amacı, röportajın iş‐ levini belirler. Bir röportaj yazarı her zaman kendine şu soruyu sorar, yazmadan önce: Anlatmak istediğim nedir? Ya da: Ne anla‐ tacağım?

4. Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçüt‐ ler nelerdir? Bu konuda, çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahiplerinden öneri aldınız mı? Kişiden ya kişilerden yola çıkarak röportajın konusunu be‐ lirleyebilirsiniz. Bir tiyatro adamıyla sözgelimi, tiyatro konulu bir röportaj yapabilirsiniz… Bunun tersi de olabilir: Tiyatro konusun‐


287

da bir röportaj yapacaksanız, bu konuyu en iyi bilen kişiyi arar bulursunuz. Şöyle sorayım size: Bir hastalık ve onun tedavisi söz konu‐ suysa, bunu bir mühendisle mi konuşursunuz, yoksa uzman bir hekimle mi? Yönetici kişiler ya da patron da bu kişilerin seçimini belirle‐ yebilir. Bunda yadırganır bir şey yok. Ne denir? Parayı veren dü‐ düğü çalarmış… Ancak, sokakta yürürken ayağınıza daha doğrusu gözünüze bir konu takılmışsa, bunun yazılmaya değer bir şey olup olmadığına kendiniz karar verirsiniz.

5. İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl ha‐ zırlanıyorsunuz? Her röportaj bir sınavdır. Sınavın değerlendirme kurulunda meslektaşlarınız da vardır, okurlar da… Bu nedenle sınavda “çak‐ mamak” için dersini iyi çalışacaksın. Ben nasıl mı hazırlanırım? İyi bir öğrenci gibi dersimi ciddiye alarak… Bir kenti anlatacaksanız, o kentle ilgili birçok bilgi kaynağına başvurabilirsiniz. Hiçbir kaynağa başvurmadan, tümüyle kendi gözlem ve izlenimlerinizi de yazabilirsiniz. Bir yerlerden güneşin batışı çok güzelse, gider orada güneşin batışını izlersiniz. Bir kez izlemekle yetinen olur, birkaç akşamı orada geçiren de… Röportaj masa başı işi değil, biliyorsunuz. Yolculuğu, güçlük‐ leri, serüveni göze almanız gerekebilir. Kaf Dağı’nı aşmanız da ge‐ rekebilir. Rahat koltuklara gömülüp bir filmi izlemeniz, bir kitabı okumanız, bir konser dinlemeniz de gerekebilir… Ya da bir yemek ustasıyla röportaj yapacaksanız, yemeklerinden tattırır önce size… Yani tok karnına oturup röportajınızı yaparsınız. Bu bile bir hazır‐ lıktır. Uykunuzu almış olmak bile “hazırlığa” dahildir! Röportajcı, avcı bir hayvan gibi keskin bakışlı, koku alma ye‐ teneği yüksek, kulağı üç yüz altmış derece dönebilen biridir der‐ sek, abartı sanmayın! Her röportajcılıkta biraz yırtıcılık vardır. Bir kez, başka avcılardan önce davranmanız gerektiğini bilirsiniz!


288

Avınızı konunuzu başkasının pençesinde kaleminde görmek istemezsiniz! Böyle bir donanım da, hazırlığa dahildir.

6. Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanırsınız? İşinizi kotarmak için ne kadar zaman gerekiyorsa… Ama bu kural her zaman geçerli olmaz! Gazeteci çoğu kez zamanla yarışan adamdır. Bağlı bulunduğunuz yayın organı “periyodik”tir; belli gün ve saatte baskıya girmek durumunda… Röportajı ısmarlayan yazı işleri görevlisiyse, yaratım sürecini anlamakta güçlük çeken biri olabilir. Anlamazlar, çünkü birçoğu sayfa sekreterliğinden yöneticiliğe yükselmiş kimselerdir. Bu nedenle, akşam konuyu verir, sabahleyin yazıyı ister; siz de bu zaman sınırı içinde dav‐ ranmak, üretmek durumunda kalırsınız. Hem hızlı davranacak, hem de nitelikli “iş” çıkaracaksınız… Birçok röportajcı bu koşullarda çalışmıştır. Ben de çalıştım. Deneyimleriniz arttıkça, zamanlama yeteneğiniz de gelişir. Aynı anlama gelen tümceleri işitmezsiniz. Hedefe kestirmeden gitmeyi öğrenirsiniz. Konuya yoğunlaşırsınız. Güneş batmadan önce, iste‐ diğiniz resim karelerini filminize aktarmış olursunuz. 7. Röportaj metnini kurgularken neleri atıp neleri metinde an‐ latmanız gerektiğine nasıl karar verirsiniz? Metnin uzunluk ya da kısalığını, yukarıda altını çizdiğim soru belirler: “Ne anlatacağım?” sorusu… Ötesi hikâyedir ya da, soru‐ nun çevresine sarılan lokum! Kolay yutulsun diye…

8. Röportajlarınızda sözlü ifadeler dışında jest ve mimikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Dekor, jest, mimik, anlatmak istenen şeyi besliyorsa, bir işle‐ vi varsa yazıda yer alır. Anlatıcının ses tonu bile, yazıda belirtilebi‐ lir, ama dediğim gibi, işlevsellik koşuluyla! Ben özel bir kurgu yapmam bunun için, o kendini yazdırır… Zaten kurgu yapacak zaman olmaz günlük gazetenin iş yarışında.


289

9. Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dışına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Karşınızdakiyle içtenlikli bir diyalog kurmuşsanız onu, konu‐ nun içinde tutmakta güçlük çekmezsiniz. Yok, resmi bir diyalog içindeyseniz, incelikli biçimde, konuya dönmesini rica edersiniz. Sizi kandırdığını sanan, aptal yerine koyan sözde kurnaz bi‐ riyse karşınızdaki, açık açık, konunun sınırları içinde kalmasını isteyebilirsiniz. Hatta sert biçimde tartışabilirsiniz de, karşınızda‐ kiyle. “Dedikleriniz, sorumun yanıtı değil!” dersiniz… Sözlerine inanmadığınızı, “yalan söylüyorsun” demeden, tavrınızla ima edersiniz. Sana inanmıyorum ama, dediklerini aynen yazacağım izlenimi de verebilirsiniz karşınızdakine. Bu sizin oyunculuk yete‐ neğinizle ilgili bir şey. Röportajcılık biraz oyunculuk, biraz da dip‐ lomasi gerektiren bir iştir dersek yanlış mı olur acaba?

10. Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız rö‐ portaj teknikleri var mı? Röportaj yazısı, fazla sayıda teknik denemeleri kaldırır mı sizce? Teknik oyunlar, gazete okurunun dikkatini dağıtır. Anlattı‐ ğınız şey güme gider. Amaç, “Nasıl anlatacağım?” sorusuna karşılık aramak değil, “Ne anlatacağım?” sorusuna karşılık bulmaktır… Yanılıyor muyum?

11. Röportaj sonrasında, “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündüğünüz oldu mu? “Ah, şunu da sorsaydım!” diye dövündüğüm durumlar hiç olmadı röportaj yazarlığımda…

12. Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Böylesi durumlar, Babıali denilen dünyada herkesin başına birkaç kez gelmiştir sanırım. Ben şöyle bir olay yaşadım: Bir defa‐ sında, bağlı olduğum gazetede, bir “bahar” yazısı yazmamı istedi‐ ler… Yazıyı yazdım, editöre teslim ettim. Bu yazıyı fotoğrafçı arkadaşa iletmişler. Fotoğrafçı arkadaş da çok etkilenmiş bu yazıdan; öyle dedi. Keşke beğenmeseymiş…


290

Baharın geldiğini gösteren fotoğrafı çekmedi bir türlü! O çok be‐ ğendiğini söylediği yazıyı cezalandırdı böylece. Üstlendiği görevi savsaklaya savsaklaya, baharı geçirdi. Yazıyı geri istediğimdeyse, kaybettiğini söyledi. Bir türlü ortaya çıkarmadı. Sevdiği kadını kıskançlıktan öldüren âşıklar vardır ya, öylesine yok etti yazımı… Buna karşı ne tepki gösterdin, diyorsunuz, öyle mi? Hiç! Kı‐ rıldım, içime attım. Çünkü bunu yapan kişi iyi arkadaşımdı; çokça dayanışmalarımız olmuştu kendisiyle… Dostluğumuzu, o bir daha asla yazamayacağım, yazılamayacak yazının üstünde görüyordum çünkü… Ne zaman çiçek açmış erguvanlar görsem, yitirilmiş bahar yazısı düşer aklıma!

13. İzlediğiniz, beğendiğiniz röportajcılar var mı? Benim beğendiğim röportajcılar artık basından el etek çekti‐ ler. Ya da çektirildiler. Bir Tarık Dursun K., bir Fikret Otyam, bir Yaşar Kemal… şimdilerde yaşlanıp yorulmuş olsalar da, röportaj kitapları, kütüphanemdeki seçkin yerlerini koruyacak. Mantar gibi çoğalan iletişim okulları, neden bu adamların yazılarından bir ders kitabı oluşturmaz? Anlayana aşk olsun! Bir Çetin Altan, röportajlar yapması yönünde teşvik edilmiyorsa, kandırılmıyorsa, şaşarım şu zamanki gazete yöneticilerimizin aklılarına! Üslubunda lezzet bul‐ duğum yazı ustalarım, ne yazık ki, her biri bir sebeple köşelerine çekildi.

14. Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf, iddianın kanıtıdır. Kanıt değeri taşır. Bir süs öğesi değil. Bir adamın alnındaki çizgiler, bir kadının bakışındaki çare‐ sizlik, bir ağacın yaz coşkusu, bir sakatın hayata tutunmuşluğu… Bunları anlatan yazıyı bütünler fotoğraf, iddiayı güçlendirir, inandırıcılığı artırır. Ama, fotoğraf, yazı sanatının, sözcüklerle yaratılan büyülü etkinin üstünde bir değer midir? Bunu iddia edenlere katılmam! Fotoğraf, sonuçta makinenin bir üstünlüğüdür. Alet işler, el övü‐ nür. Fotoğrafçının duyarlığı edebiyattan beslenmemişse, çekin kuyruğunu gitsin… Fotoğraf sonuçta teknik bir olaydır. Makinenin özelliklerini, ışığın kullanılmasını zekâ geriliği olmayan herkese öğretebilirsiniz. Ama, sözlükleri dolduran binlerce ölü sözcüğe can


291

vermeyi kime, nasıl öğreteceksiniz? Bunun bir okulu var mı? Bu nedenle, “İyi fotoğraf çekiyorum.” diye böbürlenen kişilere içim‐ den gülüyorum yalnızca. Fotoğrafın büyük ustası Ara Güler’in, “Ben foto muhabiriyim!” diyerek işi basite indirgemeye çalışması da sanırım, birtakım gereksiz böbürlenmelerin çanına ot tıkamak için!

15. 15. Neşe Düzel 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Ekonomi okudum. Gazeteciliğe 1979 yılında, İzmir’de Yeni Asır gazetesinde başladım. Röportaja ise çok sonra karar kıldım. Dış haberler servisinde, mütercim olarak çalıştım. Sonra, bugünkü Referans ve Dünya gazetelerine muadil, günlük bir gazete olan Rapor gazetesine başladım. Bir yıl sonra yazı işleri müdürü oldum. İstanbul’a geldim; Dünya gazete‐


292

sinin araştırma servisinin başına geçtim. Dünya’dan sonra Milliyet’te çalıştım. Benim için gazetecilik muhabirliktir; oradan başlamak gerekir. Birkaç yıl gazeteciliğe ara verdim... Ve Milliyet gazetesi ekonomi servi‐ sinde muhabir olarak yeniden başladım; ekonomi haberleri yaptım. Hürriyet’e geçtim, bir köşe verildi; ekonominin kulisini, perde ar‐ kasını ve iş dünyası ilişkilerini yazdım. Ekonomi söyleşileri yapmaya başladım. Bugünküne benzer ilk söyleşiler orada başladı. O dönem, televizyonda yoğun bir çalışma içinde olduğum için, Hür‐ riyet’ten ayrıldım. Bir gün Ertuğrul Özkök aradı. Hürriyet’in tam sayfa “Pazar Söyleşileri”ni ve köşe yazmamı istedi. Yazılı basında röportaja, 1995 yılında Ertuğrul Özkök’ün teklifiyle başladım ve çok sevdim. İşin uzmanıyla konuşup kişinin, konunun ya da olayın gerçeğini kavramak ve ortaya çıkarmak hoşuma gitti. İkili konuşmalardan hoşlan‐ dığım için, yapıma uygundu. Ben haber yazmayı da, haberciliği de çok sevdim. Ama köşe yazmayı hiç sevmedim. Bir fikre dayanan, sadece kendi fikrimi açıkladığım köşe yazıları, beni yalnızlaştıran bir şey oldu. Röportaj beni dışarı çıkardı; farklı kesimlerin insanlarıyla görüştürdü.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Röportaj, yakın tarih yazılırken, başvurulan en önemli kaynaklar‐ dan biridir. Tarihe kayıt düşüyorsunuz. İkisi arasındaki farkı, ben bilmi‐ yorum. Ben oturuyorum; bir insanla bir konuyu konuşuyorum. İnsanın kendisini değil, konuyu konuşuyorum. Biraz da tartışma havasında ya‐ pıyorum bunu. Yani “Ne düşünüyorsunuz?” sorusu değil; kendi düşün‐ düğümü de açıklayıp, onun ne düşündüğünü tartışıyorum. Fikrimle, duruşumla, taraflılığımla, demokrasiye taraf olmamla, ben de röportajın içindeyim. Açıklığa, şeffaflığa, hukuka, adalete taraf olmamla, ben her zaman varım. Yani röportaj, iki kişi tarafından yapılı‐ yor; orada iki kişi görünür.

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Gazetecinin görevi neyse, röportajcının görevi de o. Gazetecinin görevi bir gerçeği ortaya çıkarmaktır. Dünyada böyle... Ama Türkiye’de, özellikle gerçeğin iki yüzü vardır... Bir söylenen yüzü vardır; bir de söy‐ lenmeyen, gizlenen yüzü vardır... Röportajcının görevi, gerçeğin görün‐ meyen, söylenmeyen yüzünü ortaya çıkarmaktır; “kamu görevi” denil‐ mesinin de nedeni budur bir parça.


293

Bir kamu hizmeti olduğunu düşünüyorum; devlet hizmeti değil. Kamunun çıkarlarını gözeten, haber alma‐haber verme özgürlüğünü gözeten, iletişim özgürlüğünü, şeffaflığı, hesap vermeyi hesap sormayı, her şeyi…

4‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Hiç öneri olmaz. Ben röportajımı tamamlarım; pazar günü de say‐ famı yapmaya giderim. Ne atılacak? Hangi başlık konulacak? Hangi spot yazılacak? Bunları sayfa sekreteriyle birlikte ben yapıyorum.

5‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık çalışması yapılmalı? Siz nasıl hazırlanıyorsunuz? Pazar günü sayfayı teslim ederim. Pazartesi günü başlar: “Ben bu hafta ne yapacağım; hangi konuyu işleyeceğim, hangi konuyu çalışaca‐ ğım?” sorusu. Televizyonu, dergileri gazeteleri takip ederim; gündemde ne var bakarım. Bazen de patlamış olayın peşinden gitmezsiniz; patlayacağını dü‐ şündüğünüz konuyu siz gündeme getirirsiniz. Önceden hissedersiniz, işaretlerini alırsınız, siz patlatabilirsiniz; gündem yaratırsınız. Ya da gündemi oluşmuş bir konuyu, işin uzmanıyla boylu boyunca konuşursunuz. Faydalanabileceğiniz her alandan faydalanırsınız. Kişi konu haline gelebilir; yaptığı usulsüzlükle, adaletsizlikle, yol‐ suzlukla… Gün gelir, mafyayla ilişkide yakalanmış bir yargıçla da röpor‐ taj yapabilirsiniz. Adalette yozlaşma, adaleti suistimal konusu haline gelmiştir. O kişi üzerinden konuyu tartışmaktır bu. Konuyla bağlantılı kişiyi seçiyorum. Bir işkence konusunu işleyeceksem, işkence görmüş birini seçebiliyorum ya da işkence yapan birini... Hayatının başka kesiti beni ilgilendirmiyor.

6‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanırsınız? Röportaja televizyonda başladığım için olsa gerek, canlı yayın gibi gider. Sadece kısaltılmış halidir; canlı yayının. Soru çıkartırsınız. Ama asla bir yer değişikliği, soru ekleme, kurgu yapmam. Yazarken, edit ederken müdahale etmem. Mesela birinci sorudan bir şey çıkmazsa, atarım. Konu beşinci sorudan başlıyorsa, beşe kadar hepsini atarım. Beşinci soruyu on, onuncu soruyu beş yapmam. Kurgu yapmam.


294

7‐ Röportaj metnini kurgularken neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Ölçüm yeni laf. Çok güzel formüle etmiş, cevabını çok güzel vermiş olabilir. Atarken asla kendi zekamı kollamam. Çok zeki bir soru sormuş olabilirim; ama o söyleşiye ve okura hizmet etmiyorsa, yararı yoksa sa‐ dece kendimi tatmin için o soruyu orada bırakmam. Ben, cevaba göre temizleme, kısaltma yapıyorum. İyi cevap, yeni bir laf, gerçeklik varsa, o cevabı tutarım. 1995 yılından bu yana, gazete için düzenli olarak söyleşi yapıyo‐ rum ve 500’ü geçti. Rahatsız olduklarımı saysam, bir elin parmaklarını geçmez. Gerçekten obsesif bir şekilde edit ederim. Kendim çözerim ka‐ setlerimi. Nidalarına, tepkilerine kadar, noktası virgülüyle çözerim. Kendim dinlerim; ikinci, üçüncü kez dinlerim kaseti. Röportajda da, anlamadıysam defalarca sorarım, “Tam olarak ne demek istiyorsunuz?” diye. Her şeyinden ben sorumluyum; deşifre, yazma, sayfa hazırlama… İnsanlar genelde beni arar; teşekkür ederler. 8‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Hiç onları vermiyorum. Karşımdaki eğer sözünü ses yükselmesi ya da entonasyonla anlatıyorsa, ben onunla yetinmem; aynı soruyu tekrar tekrar farklı biçimlerde sorarım. Kişi konuşurken, röportajcı olarak kı‐ saltıyorsunuz; “Ben bunu nasıl yayımlarım?” diye düşünüyorsunuz. O kısaltmayı kafamda yapamıyorsam, o konuşurken tekrar üstüne gider; farklı biçimde sorarım soruyu. Bayıltır o insanı, ama ne dediğini anlarım.

9‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Onun için bir hazırlık yaparım zaten. Hiç hazırlık yapmadan, söy‐ leşi yapacak kadar zeki biri değilim... Birinci adım bu. Yoksa savrulur gidersiniz. Elinizde bir plan, program yoksa, konuşmanın seyrine kapı‐ lırsınız. Onun için elinizde bir plan, bir çerçeve olmalı: “Şu, şu sorular mutlaka sorulmalı.” demelisiniz. O sırada bir sürü yeni şey çıkar. Ko‐ nuşmacı sizi açar. Ama elinizde o çerçeve olduğu için, konuşmanın dışı‐ na fazla taşırtmazsınız. 10‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj

teknikleri var mı?


295

Röportaj yapacağım kişiyle önceden oturup, konuyla ilgili sohbet etmem; karşımdakini de konuşturtmam. Başka konular konuşabilirim. Her şey kayıtlı olmalı benim röportajımda; kayda geçmediğim bir ko‐ nuşmayı kabul etmem. Sohbet sırasında söylemiş olur; bir daha söyle‐ mez. “Off the record” dediklerinde, “Bana anlatmayın.” derim, genellikle kabul etmem. Yazdıklarımla yazmadıklarım arasında, geniş bir açı farkı olsun istemiyorum. Bildiklerimi yazmak istiyorum. Televizyondaki canlı yayında “off the record” var mı? Televizyondaki canlı yayın gibi yazmak istiyorum. Aklında hep şu olmalı: “Bütün bu söylediklerini ben anlayabilir miyim? Başkalarına anlatabilir miyim?” Gazetecilik aktarmadır. Sanat değildir. Sanatçı değilsin; bir yerden aldığını, diğer tarafa aktarıyorsun. Ben ses tonundan, bakışından, duruşundan anlıyorum söyledikle‐ rini; ama anlatabilir miyim? Çok rahat “Anlamadım.” diyeceksin. “Hiçbir şey anlamadım, bu güzel cümlelerden; bana bir daha anlatır mısınız?” Anlatamayacağın hiçbir şeyi kabullenme.

11‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım...” diye düşündüğü‐ nüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? “Keşke sorsaydım!” çok az oluyor. Teybi dinlerken bazen çok si‐ nirleniyorum: “Ah, atlamışım.” diyorum. Ama tecrübeyle o kadar azalı‐ yor ki… Röportaj, çok büyük konsantrasyon, çok büyük dikkat gerektiri‐ yor.

12‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Bir kere oldu... Televizyonda da aynı tepkiyi gösterdim; gazetede de aynısı oldu. Röportajı yayımlayıp yayımlamama hakkı, genel yayın yönetmenine, o televizyonu ya da gazeteyi yönetene aittir. Ama röporta‐ jın içine girerse, orada istifa edersiniz. İznim olmadan, yaptığım işin içi‐ ne giremez; eksiltme ve artırma yapamaz. Bir kere Hürriyet’te röportajım yayımlanmadı. Benim hiç röporta‐ jıma girilmedi. Girilse istifa ederim; çalışmam. Kabul etmem öyle bir şeyi; tartışırım onu. Zaten yapmazlar. Ama hiçbir şey kontrolünüzde değildir. Bilinçli şekilde yapılmışsa, “Şu nedenle kestim.” denirse, bu kabul edilemez. Bir politika olarak ya‐ pılırsa, kabul edilemez.


296

13‐ Televizyonda röportaj yapmak ile gazetede yapmak arasında ne gibi farklar var? Aradaki fark röportajdan değil, yazılı basın ve görsel basın arasın‐ daki farklardan kaynaklanıyor. Televizyonda ne yaparsanız yapın, daha büyük bir kitleye ulaşırsınız; daha çarpıcıdır o anda. Yazılı basında, tele‐ vizyon kadar büyük bir kitleye ulaşamazsınız; o kadar çarpıcı olmayabi‐ lir, ama iz bırakır. Yazılı basındaki kalıcıdır ve lafın çarpıcılığı zaman içinde büyür. Televizyondaki çarpıcılık ise, ancak o anlıktır ve uçar gider. İki ayrı medyumu kullanmanın sonucu bu... Oysa işi aynı şekilde yaparsınız. Lafın çarpıcılığı zaman içinde büyüyebilir.

14‐ Röportajını yarım bırakanlar oldu mu? Evet, bırakmak isteyen oldu. Ama bırakmak isteyen olursa, hiç ik‐ naya çalışmam. Hazırlanır kalkarım. Kendisi beni ikna edecek : “Tamam, bırakmayalım.” diyecek.

15‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Okuyorum çoğunu. Derya Sazak’ı okuyorum, Balçiçek Pamir’i ta‐ kip ederim. Ahmet Tulgar, Sefa Kaplan, Leyla Umar, Nilgün Cerrahoğlu, Leyla Tavşanoğlu… Nerdeyse yapılan tüm röportajları takip ederim.

16‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde de etkili misiniz? Ben ilk röportajlarımda, sadece görüştüğüm kişinin büyük fotoğ‐ rafını kullanıyordum. Zaman içinde kendi fotoğrafım da, kullanılmak zorunda kaldı. Çünkü insanlar, sizi konuşurken görmek istiyorlar. Nasıl televizyonda canlı yayının gerçekliğine, bant yayından daha çok ikna oluyorlarsa, aynı şey gazete için de geçerli. Sizi görmedikleri zaman, bunun telefonla ya da yazılı yapıldığını düşünüyorlar ve soğu‐ yorlar o işten. Okurun baskısıyla fotoğraf girdi röportajlarıma. Başlarda hiç kul‐ lanmadım. Doğru bulmuyordum; röportaj yaptığım kişinin fotoğrafı yeterliydi. Fotoğraf okura, “Ben bu insanla bizzat konuştum; tartıştım.” mesajını veriyor.


297

15. 16. Nilgün Cerrahoğlu 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazeteciliğe, yurtdışında, dış muhabir olarak başladım. Ondan ön‐ ce de, Le Monde gazetesiyle Avrupa Birliği’nin ortaklaşa düzenledikleri, genç gazetecilere yönelik, merkezi Paris’te olan bir programda, bir yıl gazetecilik stajı yaptım. Amacı Avrupa’yı tanıtmaktı. Avrupalı gazeteciler de vardı programda; ama Avrupa dışından gelen gazeteciler ağırlıktaydı. Yöntem şuydu: Paris’te Fransızca, İngilizce ve Almanca dillerinde bir dergi yayımlanıyordu. Bizi 15 gün bir Avrupa ülkesine gönderiyorlar, orada röportaj yapmamızı istiyorlardı; bu röportajlar da dergide yayım‐ lanıyordu. Dar anlamda “söyleşi” de ya da geniş anlamda “röportaj” da olabiliyordu bunlar. Habercilikle değil de, doğrudan röportajla başladım. O bakımdan haberi düşünmedim bile.


298

1995 yılında Sabah gazetesinin Roma muhabiriyken, 5 Nisan kri‐ zinden dolayı Roma bürosu kapatıldı. Benimle Türkiye’de de çalışmak istediklerini söyleyince, ben de döndüm.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz “röportaj” mı, “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Söyleşi, hayata en yakın gazetecilik türüdür. Röportaja göre daha basit, daha tempolu, daha dolaysız. İnsan ön planda. Okurların en çok ilgilendikleri şey de bu, aslında. Birebir insan ve hayat. Bir interaktif ortamın, siyasi konjonktürün, zamanın atmosferidir. Söyleşi bir renktir; gerilimdir, sürprizdir, risktir. Söyleşi, veren için olduğu kadar, yapan için de risktir. Beklenmedik durum ya da cevaplarla karşılaşabilirsiniz. En büyük risk: Söyleşi yaptığınız insandan istediklerinizi alamamak ve çö‐ zerken bile sıkıldığınız bir kasetle eve dönmektir. Röportaj ise bir “olay”, “durum”, “ülke” ya da gene “insan”ın öykü‐ südür. Ancak söyleşi gibi interaktif olması gerekmez. Röportajı yapan gazeteci, söyleşiye göre daha ön planda olur. “Olay”, “durum”, “ülke”, ya da “insan” karşısında gazetecinin düşünceleri, değerlendirmeleri, izle‐ nimleri ağırlık kazanır.

3‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Konuları, aktüaliteye göre belirliyorum ve söyleşilerle yalnız kar‐ şımdaki insanı çözmeyi, çözümlemeyi değil, bilgi vermeyi de hedefliyo‐ rum. Aktüaliteden, yalnız olay anını değil; olay öncesi ya da sonrasını da kastediyorum. Olay sonrası, eskilerin deyimiyle “fikri takip” demektir. Aktüalitenin önünde gitmek de, bazı konuları herkesten önce yakalamak ve irdelemektir.

4‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık çalışması yapılmalı? Siz nasıl hazırlanıyorsunuz? Söyleşiye gitmeden önce, o kişi hakkında, mümkün olduğunca çok bilgi toplarım. Ulaşabilirsem tanıdıklarına sorarım. Bir televizyon prog‐ ramına çıkarsa, baştan sona oturur izlerim; ya da varsa arşive girer, dosyasını karıştırırım. İnternet artık bu açıdan çok büyük kolaylık sağlıyor. Ondan sonra‐ sı, karşı karşıya kaldığınız anda, aranızda geçen elektriğe kalıyor. Bu pozitif ya da negatif elektrik olabilir. Her ikisi de, sonuç açısından iyidir.


299

5‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanırsınız? O en zor konu. Benim deneyimime göre, ne kadar iyi hazırlanırsa‐ nız, zamanı o kadar iyi kullanıyorsunuz. Arada doğru orantı var. O rö‐ portajdan ya da söyleşiden ne istediğinizi, neden o insanı seçtiğinizi, hangi sorunun cevabını aradığınızı biliyorsanız, zamanı o kadar iyi kul‐ lanırsınız. Eğer bunlar kafanızda oluşmamışsa, ormanda kaybolmak çok ko‐ lay olabiliyor. Bir röportajcının karşılaşabileceği en büyük tehlikelerden, hatta kabuslardan biri diyebiliriz.

6‐ Röportaj metnini kurgularken neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Neyi atıp atmayacağınız da, aradıklarınızla ilgili. Ayıklarken, ara‐ dığım temel noktayı hedefleyen soru ve cevaplara ağırlık veriyorum. Bir de söyleşi, yaptığınız insanla da ilgili bir şey. Lafı çok uzatıyorlar, lafın etrafında dolanıyorlar; aslında ne sorduğunuzu çok iyi biliyorlar; ama çeviriyorlar. Onları atıyorum.

7‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Eğer röportajın kritik bir noktasındaysa ve röportajın anlamına bir şeyler katacaksa, parantez açarak, “güldü”, “kaşını çattı” gibi şeylere yer açıyorum.

8‐ Görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dışına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tut‐ mayı nasıl başarıyorsunuz? Bence, iyi söyleşi yapan bir gazetecinin sahip olduğu en önemli özelliklerden birisi, dağılmayı önlemek ve istediği çizgiye tekrar getir‐ mektir. Eğer soru sorduysam ve cevabını alamamışsam, tekrar tekrar konuya dönüyorum. Ya tekrar tekrar soruyorum ya da “Ben bunu sor‐ muştum; ama henüz cevabını alamadım.” diyorum. Her zaman değil; ama kurduğunuz kimyaya, o anki elektriğe de bağlı.

9‐ Kimlerle röportaj yapmak sizin için daha kolay ve keyifli? Politikacılara ulaşmak daha kolay tabii; ama konuşmak zordur. Sanatçılara ulaşmak daha zor; fakat konuşmak daha kolaydır bence. Çünkü politikacılar politik nedenlerden ötürü lafı dolandırıyor, demagoji yapabiliyorlar; ağızlarında laf olsa bile vermek istemiyorlar. O anlamda uğraştırıyorlar insanı.


300

Bunun ötesinde, kişilik çok önemli… Oluşan kimya da çok önemli. Bu, her zaman önceden kestirilebilir bir şey değil. O, günlük ruh haline de bağlı olabiliyor. Çok iyi iletişim kurabileceğinizi düşündüğünüz bir insanla, o gün kuramayabiliyorsunuz.

10‐ Röportaj yapmak istemediğiniz ya da istediğiniz kesimler? Faşistlerle röportaj yapmam. Mesela Alpaslan Türkeş’le hiç yap‐ madım. “Nazım Hikmet okuyor; merkeze geldi.” diye bir röportaj yap‐ madım. Eğer elimde ise bazı yapmak istemeyeceğim insanlar vardır; ama onun ötesinde haber olan, kamuyu ilgilendirdiğini düşündüğüm herkesle yaparım. Fakat İspanya Başbakanı Zapatero Jose Luis Rodriguez ile röpor‐ taj yapmayı çok isterim. Bugün Avrupa’daki en ilginç siyasi liderlerden bir tanesi. Sosyal demokrasi anlamında en içerikli liderlerden, söyleye‐ cek lafı olan biri. Çok arzu ederim; ama ulaşmak çok zor.

11‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Bazen çok can alıcı soruları sona saklarım. Girişte, birdenbire or‐ taya atmam; çünkü buz kesebiliyorlar. Daha baştan kapanıyor; kepenk‐ leri indiriyorlar, hiç içine giremiyorsunuz. Kademeli sohbet açarım.

12‐ Siz sansüre uğrar mısınız, oto sansür mü yaparsınız? Ben sansüre uğramadım; ama bunun bir bedeli oldu işte. Bu tür bir gazeteciye dönüşmemek için işimden atıldım. Kariyerimde ağır bir darbe yedim; bir önceki çalıştığım gazeteden. Öte yandan, keşke “Oto sansür yapmıyorum.” diyebilseydim. Tu‐ haf bir şekilde, yaş aldıkça bunun farkına varıyorum. Geriye dönüp bak‐ tığımda, gençken, farkına bile varmadan oto sansür yapmış olduğumu anlıyorum. Aslında kovulmam, bunda etkili oldu. Kovulmadan önce, daha az oto sansür yapan bir gazeteciydim. Tabii ki, çalıştığım kurumun kriterle‐ rini düşünüyorum. Ama çok kesin ve net şunu söyleyeyim, düşünmedi‐ ğim bir şeyi asla yazmam. Düşüncelerimin tersine bir şeyi savunmam. Oto sansürü şöyle yapıyorum: Çalıştığım kurumun duruşuna ters olduğunu düşündüğüm bazı konulara hiç girmiyorum. Sizin sorduğunuz soruyu ben Çetin Altan’a sormuştum. O bir ustadır tabii. “Kendinizi hiç sansürle şartladınız mı?” diye sormuştum. O da “Gayet tabii; sansür bir


301

kere halktan gelir. Halk alıştırılmış kahramanım demeye.” demişti. Ta‐ mamıyla katılıyorum ve yaşlandıkça bunu daha iyi anlıyorum.

13‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım...” diye düşündüğü‐ nüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız nasıl davranırdınız? Ya da sor‐ maya çekindiğiniz sorular oluyor mu? “Keşke sorsaydım.” dediğim, içimde ukde kalan sorular oluyor. Maalesef sormaya çekindiklerim ya da soramadıklarım da oluyor. “Hiç olmadı.” demek isterdim doğrusu. Ama ukde kalanlar, daha çok oluyor.

14‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Bir kere oldu; sanıyorum son dönemde. Kim olduğunu hatırlamı‐ yorum. Ama zaten hiç anlaşamadığım, iletişim kuramadığım bir genel yayın müdürüydü. Arkasından da, zaten kovuldum Milliyet’ten. O röpor‐ taj yüzünden değil; aramızda iletişim kopukluğu olduğundan kovuldum.

15‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Neşe Düzel’i okurum, mesela; o da konunun peşinden gidiyor. Be‐ ğendiğim bir röportajcı! Diğerlerini seçici olarak okuduğumu söyleyebi‐ lirim. Yani kimi seçmişlerse ona göre, ilgimi çekiyorsa okurum.

16‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde de etkili misiniz? Çok önemli aslında; özellikle Türkiye’de. Ben maalesef, bunu yete‐ rince değerlendiren gazetecilerden değilim. Ama hata olduğunu, kendi adıma kabul ediyorum. Fotoğraf çok önemli.

17‐ Biz sizinle röportaj mı yaptık söyleşi mi? Benim görüşüme göre söyleşi. Söyleşi, böyle birebir gazetecilik tü‐ rüdür; interaktiftir. Röportaj çok daha geniş bir türdür. Bir kişiyle sınırlı değil. Röportaj deyince, aklıma farklı insanlarla da konuşmak, araştır‐ mak geliyor. Bu bir ülke olabilir, bir cinayet olabilir, bir siyasi olay olabi‐ lir.


302

15. 17. Nuriye Akman 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazeteciliğe, gazetecilik okulunu bitirdikten 10 yıl sonra başlaya‐ bildim. O zamana kadar, Yaşarbank’ta halkla ilişkiler uzmanı olarak ça‐ lıştım. 1982’de Milliyet’in arşiv servisine girdim. Daha sonra reklam ve muhasebe bölümlerinde çalıştım. Sonrasında Ankara’ya geldim. Haber merkezinde sekreter olarak çalıştım. Mezuniyetimden 10 yıl sonra, muhabirlik yapma fırsatını yaka‐ layabildim. Üç yıl Meclis ve Parlamento muhabirliği yaptım. O dönemde Emin Çölaşan, Hürriyet’te hazırladığı röportaj sayfasını bırakmıştı. Er‐ tuğrul Özkök, sayfayı önce birkaç arkadaşa yaptırdı; ama sonra ben ha‐ zırlamaya başladım. Anlattığım dönem 1987 idi. 1989’dan itibaren de, röportaj yapma‐ ya ve sayfa hazırlamaya başladım. Çocukluğumdan beri, soru sorarak iş yapmak istiyordum; soru sorarak iş yapmak… Ya hukuk alanında çalışa‐ cak avukat olacaktım ya psikiyatr ya da gazeteci olacaktım. Bunların içinde gazetecilik, her zaman baskındı. Hiçbir zaman da, yazı işlerinde çalışmak, muhabirlik yapmak, sı‐ cak haber takip etmek ilgimi çekmedi. Her zaman, “butik işi” diye nite‐ lendirdiğim röportaj yapmayı istedim. Yıllardır da yapıyorum; 23 sene oldu. Milliyet’e ilk, arşiv servisinden girsem de, zamanımı boşa geçir‐ medim; çok şey öğrendim. Edebiyata merakım vardı; ilkokuldan beri bir şeyler yazıp çizdim. Hikayeler, roman taslakları, şiirler vs. Dolayısıyla bu 10 yılı boşuna geçirmedim. Her zaman yazı ve çizgiyle, soru sormakla meşguldüm zaten.

2‐ Neden sadece röportaj ilginizi çekiyor? Çünkü soru sormanın büyük bir lüks, büyük bir iktidar gücü oldu‐ ğuna inanıyorum. Büyük bir haz, size verilen bir ayrıcalık; insanlara soru yöneltebilmek. Çünkü hiçbir şey göründüğü gibi değil. Bunu küçük yaş‐ tan beri biliyorum.

3‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Bunlar çok soruluyor. Bence hiç önemli değil, nasıl adlandırıldığı. Eskiden “röportaj” deniliyordu, şimdi “söyleşi” deniliyor. Arada fark varsa da, ben bunların üzerinde durmuyorum. Yani şöyle yanıltıcı bir


303

şey var: “Röportaj daha çok bilgi edinmek için; söyleşi de sohbet etmek için.” Benim değişik bir üslubum var. Bütün türleri karıştıran bir şey yapıyorum. Kendi görüşlerimi dile getiriyorum; onları karşımdakinin görüşleriyle çarpıştırıyorum. Amacım bir konuda bilgi almak değil; onu bütünlemesine sorgulamak. Bir romancının, roman taslağını hazırlar‐ ken, kahramanı hakkında neleri bilmesi gerekiyorsa, onun gibi bir sor‐ gulama tarzı.

4‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Gerçeği ortaya çıkarmaktır. İnsanlara demek istiyorum ki: “Gerçe‐ ğin arkasında var olan çok yönlü katmanları görün.” Durduğun basama‐ ğa göre değişir; gördüğün manzara. O nedenle her yerden dalış yapıp, değişik basamaklardan bakmaya çalışıyorum. İnsanın birden çok şapkası vardır. Bütün o şapkaları görmek isti‐ yorum; onun altında ne olduğunu: insan, baba, öğretmen, politikacı… İnsanın, onu anlatabilen bir sürü kimliği, bir sürü kodları var. Haberlere bunlar yansımaz; yansıyamaz. Haberciler, konfeksiyonculardır; röpor‐ tajcılar, butikçilerdir; kişiye özel çalışılır.

5‐ Sizce röportajın temeli nedir? Kişilerin hayatlarını ya da hayatla‐ rından kesitleri herhangi bir olaya dayandırarak aktarmak amacı taşır mı? Bazen bir insanı öne çıkaran olaydır. Bazen bir kesit, bazen birden çok kesit. Bunun tek bir formülü yok. Olaya, insana göre, ülkenin içinde olduğu duruma göre... Röportajı sunarken, insanın her şeyine bakıyo‐ rum. Sunarken, insanların neye ihtiyacı varsa, en fazla onu veriyorum.

6‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Kişi ya da konunun gündemde olması çok önemli mi? İlla değil ama, birincisi gündemde olması tabii ki. Herkesin konuş‐ tuğu bir insanın bilinmeyen yüzünü çıkarmak, tabii ki röportajcının en önemli işi. Bazen de gündemde görünmeyen önemli insanlar olur. Kişi ve konu seçiminde genelde serbest oldum. Yüzde 90 serbest… Bana güvenirler, ne yapacağımı bilirim. Bazen de önerilir; ama bu emir şeklinde olmadı.


304

7‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık çalışması yapılmalı? Siz nasıl hazırlanıyorsunuz? Kişiyi seçmeden evvel, gündelik yaşama biçimiyle hazırlık yapılır. Gazetelerin satır aralarını düzgün okuyarak, notlar alarak, gazetenin dışında kendini besleyerek hazırlanmalı. Bence temel eserlerin okunması gerekiyor. Bilgilerin güncellenmiş olması gerekiyor. Siyasi tarih, edebiyat, bakış açısını zenginleştirir. Kar‐ şıdakine mekanik olarak bakmazsın. İyi bir edebiyat okuru ya da iyi bir sanat tüketicisi isen, farklı renkleri görebilirsin. Röportajcının, kültürel olarak kendini çok iyi beslemesi gerekir. Röportaj yapacağınız kişiyi seçtikten sonra da, onun hakkında ya‐ zılıp çizilen ve söylenen her şeyi öğrenmeli. Hakkında bilgi sahibi olan insanları bulup konuşturmalı ve nasıl bir format içinde onu ele alacağına karar vermeli. İlk zamanlar daha çok hazırlanıyordum; paranoyak bir biçimde hem de. Ağzında altın diş var mı? Ayakkabı numarası kaç? Her şeyi öğ‐ renmeye çalışıyordum. Çünkü zamanı gelir, hiç önemsiz bir konuyla, ilgisiz bir bilgiyle yakalayabilirsin o insanı. Bu bir empati işi; bu bir ti‐ yatro, bir rol yapma, bir psikolog olma işi. Birçok boyutu var. Onun için, elinde ne kadar çok araç olursa, o kadar iyi çözersin karşındaki insanı. İnsan psikolojisinin temel verilerini, dinamiklerini bilmek gerekir. “Ne olursa, ne olur?”, “Ne zaman konuşursam, daha iyi olur?”, “Hangi mekanda konuşursam, daha iyi verim elde ederim?” Olaya göre, sürekli, çok kapsamlı ve kompleks bir iştir.

8‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanırsınız? Zaman tabii çok önemlidir. O yüzden, çok iyi hazırlanmak gerekli. En iyi ihtimalle size iki saat verilir. Bu sürede işinizi bitirmeniz lazım. Çoğu zaman da, bitmez bu sürede. Ben, tekrar tekrar sorarım telefonla. Bazen tekrar gittiğim olur. Bazen zaman yetmez; gazeteye yetiştirmeniz gerekir. Onun için, ne ka‐ dar zamanınız olduğunu önceden sorarsınız; ona göre hızlı hızlı gidersi‐ niz.

9‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu?


305

Soruların yerlerini değiştiririm. Zaten ben önceden iyi kurguladı‐ ğım için, genelde sadık kalıyorum. Ona ne söyletebilirim? En tipik ne söyleyebilir? En çarpıcı ne yapabilirim? Çoğunlukla bildiğim cevapları alırım; bilmezlikten gelerek, beni yanıltmaya kalktığında bunu kullana‐ bilmek için.

10‐ Röportaj sırasındaki sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketleri ve mimikleri yazınızda nasıl yansıtıyorsunuz? Okurun gözünde canlandırmaya yardımcı unsurdur, parantez içinde vermek. Tabii bunlar da mesaj içeriyor. O anda yüzünü oynatma‐ sı, mimik yapması, kişiliğiyle ilgili önemli ipuçları veriyor; bunlar çok önemli.

11‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Bazen açıkça söylüyorum. Bazen konuşmayı hiç kesemeyecek du‐ rumda oluyorsun. Kesersen, psikolojisinin kötüye gideceğini düşünü‐ yorsun. Bazen de kesersen, yola geleceğini düşünüyorsun. Bazen tatlılık‐ la, bazen direkt bir söylemle, onu konuya davet edersin. İplerin daima senin elinde olması gerekir. Ama bunu ona hissettirmeden yapman la‐ zım.

12‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Onlar bana özgü. Bir ressam kendi tekniğini anlatsa bile, onun gi‐ bi resim yapılması mümkün mü? Picasso’nun sergisine gittin mi, gördün mü? Nasıl yaptığını anlatsalar, yapabilir misin? İnsan kendi kendini keşfeder; kimseyi keşfedemez. “Ben nasıl yapmalıyım? Herkesin yaptığı gibi mi yapmalıyım?” Biz ne bilelim, ru‐ hunun neye ihtiyacı olduğunu! Ben daha felsefi takılırım. Neşe Düzel daha temel problemleri ko‐ nuşur. Onun için, insan değildir sorun olan. Ben, arkasındaki insanı ara‐ rım; nereden oluşmuş o fikirler. Ayşe Arman, daha sabun köpüğü dene‐ bilecek işler yapar. Hepsinin farklı müşterisi var.

13‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı?


306

Herkesin, tüm dünyanın benim için çalıştığını düşünürüm. Öğ‐ renmek isteyen, benden de çok şey öğrenebilir. Böyle bir rekabet gözüy‐ le bakamam! O bir şey yapmıştır; bana bir şey öğretir.

14‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? Her zaman olur. Bazen döner sorarım; bazen de sormam…

15‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Oldu tabii… Sansür oldu. Kim olduğunu söyleyemem. Tepki gös‐ terdim; ama bunları açıklamayayım. Herkes gücüne göre tepki gösterir. Bunu, kişiliğiniz belirler. Şunu da anlamak lazım: Ben dört gazetede ça‐ lıştım; bunlar babamın malı değil! Her gazetenin ve her dönemin farklı duyarlılıkları var. 28 Şubat sürecinin farklı duyarlıkları vardı. Belki, ba‐ na yapılan sansür gelmeseydi, başka şeyler başıma gelecekti. Yani mü‐ cadele edilecek şeyler var, edilemeyecek şeyler var…

16‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde de etkili misiniz? Ben, Zaman’a geçtikten sonra kendi fotoğrafımı kullanmıyorum… Gereksiz buluyorum. Konuştuğum insanın fotoğrafını kullanıyorum; ama bunun için fazla kurgulama yapmıyorum. Ama Ayşe Arman iyi ya‐ pıyor; takdir ediyorum. Sonuçta vitrin; ama bu önemli.


307

15. 18. Oktay Verel 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazeteciliğe 1946 yılında başladım. Bir gün Kemal Sülker ile karşı‐ laştım. “Seni arayacaktım ben de, Son Telgraf gazetesinde bir atılım ya‐ pıyoruz.” dedi. Son Telgraf gazetesinin sahibi: “Yakılacak Kitap” gibi ro‐ manları da yazan CHP milletvekili. Gittim; “Ne yaparsın?” diye sordular. “Dolaşır, bir şeyler yazarım.” dedim.. “Ne yazarsın?” dediler. İlk aklıma gelen “Şehirden Notlar” başlığı oldu. “Şehirden Notlar.” İstanbul’u dolaşıp, mahalli rengini anlatmaya çalışmak. Kahveleri, so‐ kakları, orospuları, öğrencileri, siyasetçileri, mahalleleri, kırık dökük evleri anlatmak, konuşturmak. “Bu, bir çeşit röportaj mı?” diye sordular. “Hayır, röportaj ayrı bir olaydır. Türü kendisini yaratacak.” dedim. O zaman rahmetli Murat Sertoğlu bana, Ahmet Rasim okumamı söyledi. Ahmet Rasim’in yayımlanmış nesi varsa okudum. Müthişti Ah‐ met Rasim; ona erişmem mümkün değildi ki. Ve ben, İstanbul’u ve insanlarını anlatmaya başladım. Vapurdaki, tramvaydaki, sokaktaki… Yere tükürenler, sokakta kavga edenler, ha‐ mallar... Bunlarla içi içe girdim; insanı tanımaya başladım. Evinizde, ma‐ hallenizde oturarak insanı tanımanız mümkün değil. Anlamaya başladım ki, insanı tanımak böyle olur.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Hamalı, okumuşu okumamışı, hepsiyle “Şehirden Notlar” tuttum giderek röportaj tarzı olmaya başladı. Bu tarza girdiğimde, her gün ünlü yazarlarla konuşup, bir dizi hazırlamamı istediler. Hikmet Feridun’un, o zamanki şair ve yazarlarla yapmış olduğu “Diyorlar ki” diye bir dizi röportaj vardı. Benim de “Bugün de Diyorlar ki” başlığıyla, o dönemin ünlülerinin hepsiyle röportaj yapmamı istedi‐ ler. Bir taraftan “Şehirden Notlar” devam ediyor; bir taraftan da “Bugün de Diyorlar ki”... Ancak insanları tanıdıkça, başka bir yola gitmek gerektiğine inanı‐ yordum. Çünkü o dönemlerde, elimize geçen yabancı dergi veya gazete‐ lerdeki röportajları pek kavrayamıyorduk. Ancak yabancı dergilerin bir bölümünde, sadece röportaj dedikleri, ki o röportaj mı değil mi hala tar‐ tışılır; soru‐cevap bir tür vardı.


308

Bugün ne Doğu’da ne de Batı’da, röportaj ve söyleşinin kesin tari‐ fini yaptıklarına inanmıyorum. Biz artık, röportaja söyleşi, söyleşiye röportaj demeye başladık. Gazetelerde konuşmaların başında ne yazı‐ yorsa öyle algılıyoruz; söyleşi demişlerse söyleşi, röportaj ise röportaj. Eğer soru‐cevapsa röportaj diyemem; o bir söyleşidir. Ancak söyleşide karşımızdaki insanın psikolojik durumunu, beden dilini, ifadelerini de görmek mecburiyetindeyiz. Ama soru‐cevap tarzın‐ da, biz bunu yazamayız. Çünkü sorunuzu sordunuz, yanıtını aynen aldı‐ nız. “Yüzünü hafifçe ekşitti.” dediniz mi, türü değişir. Gerçek röportaj, içinde gerçek edebiyatı, gerçek söyleşiyi kapsar. Çünkü röportajın içinde, söyleşi var, mahalli renk var. Onu ve o dili anla‐ tıyorsunuz. Siz herhangi bir söyleşide, bir köylü vatandaşla konuştuğu‐ nuzda, diyalektiği aynen veremezsiniz. Bir Karedenizli’ye “Ha celdun da.” dedirtemezsiniz. Ayrıca röportajda, karşınızdaki insanın psikolojisini de bilmek ve öğrenmek mecburiyetindesiniz. “Bu soru karşısında, kaşlarını hafifçe çattı.” demek, röportajda sizin yetkinizde; ama soru‐cevapta yetkinizde değil. Tam söyleşi ise, radyoda, televizyonda, gazetede, dergide, bilgi birikiminizi, dünya görüşünüzü, edebiyatınızı, sanat kültürünüzü, duy‐ gu ve düşüncelerinizle, ruh halinizle, bilginiz ve üslubunuzla derlemiş olduğunuz şeydir. Bu anlamdaki söyleşinin en yoğun olduğu dönemler, zannediyo‐ rum ki Falih Rıfkı Bey’in yaptıklarıdır. Bedii Faik de bu tarz yazardı. Duygu ve düşünceleri ifade etme, röportaj değil; tam söyleşidir. Uzun yıllar hafta sonları yazdığı yazılarla Burhan Felek ile gazeteciliğin üstadı Ahmet Rasim Bey söyleşi ustalarıdır.

3‐ Eski ile şimdiki arasında ne gibi farklar var? Şimdi çağ değişiyor, anlayış değişiyor, gazeteci kabuk değiştiriyor. Biz eskiden, gazeteciliği “içerik” olarak kabul ederdik. Şimdi “görsel bir malzeme” halinde görüyoruz. O zaman, meseleye bakış açınız değişiyor. Dünkü gazetecilikle, bugünkü gazetecilik, dünkü röportaj anlayışıyla, bugünkü röportaj anlayışımız arasında büyük fark var. Ben size daha çarpıcı örnek vereyim. Ben bunları yazmaya başladığım zamanlarda, bir gazete ilanı gör‐ düm. Gazetede küçük bir ilanla bir bekar hanım, ev işçisi erkek arıyor. Gazetecilikte alışkanlıktır, bazı şeyleri keseriz. Kestim ben de; dosyamın içine koydum. Birkaç gün geçtikten sonra dedim ki:


309

“Acaba ben, her meslekte bir hafta, on gün kimliğimi gizleyerek ça‐ lışsam, o mesleğin iç yüzünü öğrensem, sonra onu yazsam... Kişilerin hak ve özgürlüklerini veya meslekleriyle ilgili hiçbir şeye dokunmadan, yani onları rencide etmeden, acaba bunu yapabilir miyim?” Öneriyi götürdüğümde dediler ki: “En güç şey bu.” Gücü başarmak en güzel şeydir gazetecilikte, yazarlıkta. Haberi yakalarsın; haber olmuş‐ tur; gider alırsın, oturur yazarsın. Bir röportajcı için de, bir yere gidersiniz, onu görür, gelir yazarsı‐ nız. Her mesleğe gireceksiniz… O mesleği de en az on gün yapacaksınız... “Olur, olmaz” dediler, ben kafama koydum. Yıl 1951, her mesleğe girdim ve iç yüzünü öğrendim. Meyhanede çalıştım mesela. O sıralar Amerikan Donanması gelmişti. “Bir barda Amerikalılar’ı nasıl kazıklıyorlar?” Ben de beraber kazıkladım; ama mecburdum. Arabacılık yaptım; piyano çaldım; şarkı söyledim. Bunu devam ettirirken, elime o hanımın ilanı geldi; gideyim dedim. Sultanahmet, Cankurtaran’da bir adres. Üç katlı, bir ahşap Osmanlı evi. Çekme zilini çektim; kimse açmadı. Tam döndüm, gidiyorum; bina‐ nın yukarıya açılan camları var, cam açıldı birden. Yukarıdan bir ses “Kim o?”. Döndüm; bir baktım: sarışın hoş, güzel bir kadın. “Sen mi çal‐ dın?” diye sordu. “Ben çaldım.”, dedim. Çağırdı, kapıyı açtı. O döneme göre Marilyn Monroe gibi kadın… 26 yaşında, kimsesi yok ve ev işçisi arıyor. Bana: “Temizlik yapacaksın, bulaşık yıkayacaksın. Sabah 10’da gidiyorum, akşam 4’te geliyorum.” dedi. Bir hafta boyunca o gidiyor; fotoğrafçı geliyor, içeride resimleri çekiyor. Nihayet bir gün saat 2’de geldi, içkili. Yukarı 2. kata çıktık. “Sen bi‐ raz otur; ben yukarı çıkıp üstümü değiştireceğim. Çay koy, seninle biraz konuşmak istiyorum.” dedi. Bu röportajdan ayrı; röportaj yapanın başından geçen bir olay bu. Ama ben tedirgin oldum. Genç bir adam, güzel bir kadın... Ben oraya niçin geldim? İşte bu etik meselesi. “Buraya niye geldin sen?” Kafam sorguluyor. Aşağı indim; çayın altını yaktım, ama kafamı kurcalıyor: “Buraya niye gel‐ din sen? Röportaj yapmaya… Peki, bu kadın ne yapacak?” Yukarı çıktım. Kadın biraz dekolte, indi aşağıya. “Gel yanıma otur.” dedi. “Sen iyi aile terbiyesi görmüş bir kimseye benziyorsun.” dedi. Ben söyleyemedim kim olduğumu; söyleyemem çünkü... “Gel, seninle şura‐ dan bir iki kadeh içelim.” dedi. Konyak içtik. “Gel, yukarı çıkıyorum.” dedi.


310

Yukarıda yatak odaları var. “Ben, çayın altını kapatayım.” dedim. Çayın altını kapattım. Kapıyı da arkadan kapattım ve kaçtım. Röportajı yazdım; kaç gün sonra. İçim içimi yiyor. O zaman bir etik anlayışı vardı. Sizin karşınızdaki insanı aldatmaya hakkınız yok. Koltu‐ ğumun altına aldım bütün dizileri. Adı yok; sokağın da adı yok; yaşanan var sadece… Evi temizlemeyi, toz almayı, gümüşleri parlatmayı anlattım. Evi ve kadını da anlattım; ama bir yazı kadını anlatamaz. Çok güzel bir kadındı. Portre girdi, işin içine. Röportaj dediğiniz zaman, her şey var: Ro‐ man var, öykü var, aksiyon var. Peki, söyleşide ne var? Eve gittim; kapıyı çaldım, yine açılmadı. Ben çok sevindim; gazete‐ yi tomar yapıp bırakacaktım, kapı açıldı. “Gel lan buraya.” dedi. “Nereye gittin sen? Konuşalım.” Yukarı odaya çıktık. Hiç unutmam, saat sabah 10.00... Gazeteleri koydum, “Bu ne?” dedi. Hiç sesimi çıkartmadım; aldı baktı. Okumaya başladı. Renkten renge girdi. Fakat kendisiyle ilgili olan bölümde, gözleri doldu; başladı ağlamaya, etkilendi. “Ne güzel...” dedi. “Niye söylemedin, sen?” “Bunu bana yaptırır mıydınız?” diye sordum. “Hayır, yaptırmazdım.” dedi. “Adımı iyi ki koymamışsın.” dedi. Adını kullanmamıştım. Ahbap olduk biz kadınla; sadece ahbap. Arada bir gazeteye gelir; bir yemeğe gideriz, Cağaloğlu’nda… Ama bu röportaj bitti. Hemen akabinde, “Satılık Kadınlar Cehen‐ nemi”ni yazdım. Satılık Kadınlar Cehennemi’nde, Türkiye’deki ünlü ge‐ nelevlerin ve randevuevlerinin iç yüzlerini yazdım; kadınları anlattım. Kadınların 16 yaşında nasıl işletildiklerini, 16 yaşında nasıl kaçırıldıkla‐ rını, onların ne hissettiklerini, onların dostlarını... Girdiğiniz o evlerdeki, kuru fasulye kokusuyla acı soğan kokusu arasında, aşkın nasıl yapıldığı‐ nı anlattım...

4‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Halkın en kolay, en rahat okuyacağı, ama aynı zamanda da, belli etmeden didaktik olanı vermektir. Bunları en kolay röportajla yaparsı‐ nız. “Bak arkadaş, ben sana şunu anlatacağım.” dersen, onu okumaz. Ama sizin yazdığınız röportajın içinde, bir tarih varsa onu okur. Bir doğa parçası da röportajdır. Diyelim ki Himalayalar’a gittik. Tek bir insan görmedik; ama Himalayalar’ı gördük. Himalayalar bize soluğunu vermeye başladı. Yüksekliğini, tarihini vermeye başladı. Hiçbir vatandaşla orada konuşmasanız dahi, Himalayalar kendisini size anlat‐


311

maya başlar. Demek ki: Bir doğa parçası, tek başına çölde kalmış bir ağaç röportajdır. Tek başına yerde çırpınan bir balık, denizin kenarı bir röportajdır. Sait Faik’in öykülerinin çoğunda röportaj havası yakalarsınız; o canlılık o güzellik vardır. “Dülger Balığının Ölümü” yaşadığı şeydir. Öykü müdür, bana göre, harika bir röportajdır. “Son Kuşlar” harika bir röpor‐ tajdır. Orada insanlar da var; balıklar da. Kuşlar da var; doğa da.

5‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdi? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahiple‐ rinden öneri alıyor muydunuz? Sizin döneminizin bu konudaki disiplini nasıldı? Çalıştığım dönemde, gazete sahipleri gazetenin yönetimine, yazı‐ sına, çizgisine direkt müdahale etmezlerdi. Çünkü onlar da yazardı; ga‐ zetecilikten gelmiş kişilerdi. Bilirlerdi ki, böyle bir şey söylendiği zaman, siz bir yere mahkum olacaksınız. Onun istediğini yapmaya mecbur kala‐ caksınız. Özgürlüğünüz yok olacak. Özgürlüğünüz olmadığı zaman, yazaca‐ ğınız yazının da özgürlüğü yok. Özgür olmayan bir yazı, özgür olmayan bir tarzda, özgür olmayan bir okuyucuya gidecek. Onun için benim çalış‐ tığım dönemde, hiçbir gazete sahibi, hatta yöneticisi bana, “Şunu yap; bunu yap.” demedi. Ben önerdim: “Bunu yaparsam hoşunuza gider mi? Bu tutar mı? Okunur mu?” diye. Hiçbir şekilde tiraj kaygım olmadı. Ben 52 yıl basında çalıştım; bana, “Ne istersen onu yap.” dediler. Bu bakımdan mutluyum. Kimse bana müdahale etmedi; çok özgür ve rahat yazdım. Bazı yerlerde, “Başına iş açarsın.” dedikleri zaman: “Eğer gazete‐ cinin başına iş açılmıyorsa, o gazeteci değil.” dedim. Çoktan rahmetli olan bütün patron arkadaşlara, minnet borçluyum.

6‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık çalışması yapılmalı? Siz nasıl hazırlanıyorsunuz? Ben vatandaşlar arasında çok dolaştım; vapur, tren, tramvay, oto‐ büs… Yani bütün taşıtlarla gezdim. Pazarı gezmeyi çok severim. Bir gün Mahmutpaşa’dan iniyorum. Birisi bağırıyor: “İkizlere takke, ikizlere tak‐ ke”. Yıl 1951–52... “Allah Allah, Türkiye’de bu kadar çok ikiz mi var da, ikizlere takke satıyorlar?” Bir baktım, adam orada, sutyen ve kadın iç giysilerini askıya asmış bağırıyor. Hemen yanına gittim, “Nedir bu?” de‐ dim. “İşte sutyen.” dedi:, “İkiz.” Uyandım. O gün gazeteye dönüp “İkizlere takke” yazısını yazdım. İlk defa bunu ben yazdım.


312

Ben hep: “Halk neyi sever? Halka nasıl bilgi iletebilirim, bilmediği hayatı nasıl verebilirim? Halkı özlem duyduğu bir ortama nasıl götürebi‐ lirim?”, diye düşündüm. Bilmediğim bir konu varsa, mutlaka o konuyla ilgili en az 4–5 kitap okumuşumdur. Derler ki: “Gazetecilik yalana sarılı bir dünyadır.” Hayır, bana göre öyle değil. “Gerçeğe sarılı bir dünyadır; ama eğer o gerçeği vermek isti‐ yorsanız...” Hazırlanmadan, bilgi edinmeden, hatta bazen uzmanına da‐ nışmadan, hiçbir röportajı yaptığımı hatırlamıyorum. Mutlaka danışmı‐ şımdır.

7‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanırsınız? Ben Oktay Verel olarak, elime herhangi bir yazılı soru metni alıp gitmedim. Bu bir araştırma değildi; ama kafamda 30 soru varsa, bunun 10’unu sorsam yeterli. 10 soruyu ayıklarım kafamda. Karşınızdakine, ne kadar zamanı olduğunu sorarsınız. Zamanınız bir ya da iki saattir. Bu arada da onun vermiş olduğu cevaplardan, aklınıza yeni bir soru gelebi‐ lir. Oysa metinle geldiğiniz zaman, metnin dışına çıkamazsınız; onları sormaya mecbursunuz. Ancak yanlış anlaşılmasın; böyle gidenleri katiyen kınamam. Bun‐ lar, röportaj sistemleri olarak kabul edilir.

8‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Gerçek röportajcı, aynı zamanda bir öykücü ve gözlemci olmalı. Ancak o zaman el‐kol hareketlerinden, cevap verirken almış olduğu mi‐ miklerden, soruyu sevip sevmediğini ya da ıstırap duyup duymadığını anlayabilirsiniz. Yoksa kelimelerle ifade edilmesi güçtür. Yani size, “Bu beni çok üzdü.” diyebilir; ama eğer yüzünün ifadesi o anlamda değilse, o zaman kuşkuyla bakar; deşmeye başlarsınız. O havayı alacaksınız.

9‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Çok samimi söylüyorum, ben bunu hiç düşünmedim. Ben oraya, özgür bir yazar ve çizer olarak gittimse, karşımdaki insan da özgürdür. Benim sorduğum soruya cevap vermeyebilir veya çok başka bir şey an‐ latabilir. Demek ki, onun birikiminde onun hayatında önemli olan odur. O zaman ona saygı duymaya mecburum; demek ki onun anlatması gere‐ kiyor. Anlatsın onu yazarım. Benim sorup da yanıt almadığım şeye, “Ya‐ nıt almadım.” demem. Vermiyorsa cevabı, vermiyordur.


313

10‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? “Beni kim okuyacak?” Bunu mutlaka kafamda sorguluyorum. “Ga‐ zetemin okuyucusu kim?” Çalıştığım gazetelere girdiğim andan itibaren ilk sorduğum şey: “Benim hedef kitlem kim? Beni anlayacak mı, benim‐ seyecek mi, özümseyecek mi, sevecek mi?” Sevmesi lazım... Ben, bütün röportajlarda her türlü tekniği kullandım. Yani, roman tekniğini kullandım. Öykü tekniğini kullandım. Yer yer şiir tekniğini kul‐ landım; diyaloglar bakımından tiyatro tekniğini kullandım. Senaryo tek‐ niğini de kullandım. Bunu, röportajın çizgisi neyse ona göre yaptım.

11‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? 30 soru vardır, kafamda. Ama konuşma sırasında, belki 30’unun ancak 10’u önemli olabilir. O anda öbür 30’unun yerini kapsayacak olan, karşımdaki insanla yaşadığımız ortamın sorularıdır; onu yazmayı tercih ederim.

12‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayınlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Hayır, olmadı.

13‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Ben hepsini takip ederim. Biz 72 milyon şairiz bir kere. İnsan aşık olunca, bir de anasını kaybedince şair olur. Vatan, millet, hükümet için yazarız. Ama bizim iki özelliğimiz: Okuma ve yazma özürlüsüyüz. Yani okur‐yazarız; ama ne okuyoruz, ne de yazıyoruz.

14‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde de etkili misiniz? Görsel malzemeye karşı bizim vatandaşımızın ilgisi var; gördüğü zaman “Doğru bu.” diyor. Benim anlattığım tarzdaki fotoğrafların, oku‐ yucu üzerinde müthiş etkisi var. Eğer inandırıcı olmak istiyorsanız, gör‐ sel malzemeyi kullanmaya mecbursunuz. Kullanmadığınız zaman, adam inanmıyor: “Bu yalan.” diyor. Televizyon ve radyoda program yapıyorsunuz: Radyoda anlatı‐ yorsunuz; ama televizyonda görüntü de veriyorsunuz. Eğer aklı pek basmıyorsa, radyodan sizin anlattıklarınız geçip gidiyor. Ama televiz‐ yonda gördüğünü kafasına nakşediyor. Televizyonda gördüğü görüntüy‐ le röportajda gördüğü fotoğraf aynı şey.


314


315

15. 19. Orhan Erinç 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Özel bir gazetecilik okulunu bitirdikten sonra, Son Posta gazete‐ sinde mesleğe başladım. O dönemde gazeteciliğe polis‐adliye muhabirli‐ ğiyle başlanırdı. Ben de polis‐adliye muhabirliğiyle başladım; gelenek öyleydi. “Bu alanda başarılı olursan, diğer alanlarda daha da başarılı olunur.” diye düşünülürdü.

2‐ Neden böyle düşünülürdü? O dönemde Türkiye, içine kapalı bir ülkeydi. Dünya ile teması sı‐ nırlıydı. Birleşmiş Milletler’in ve Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi ol‐ muş; NATO üyesi bir ülkeydi. Ama hem nüfus, hem nüfusun kültürü, hem de ekonomik açıdan, içine kapalı bir ülkeydi. Bankacılık denildiğinde: “Vadesiz mevduat yüzde 3 faiz, vadeli mevduat yüzde 9 faiz” olarak anlaşılırdı. Tek zorluk döviz darlığıydı, kotalar uygulanıyordu. O nedenle de ekonomi haberi dediğimiz haber‐ ler: Kahveciler Derneği’nin getirdiği çay bardaklarının ve tabağının dağı‐ tılmasıydı. Şoförler Derneği’nin otomobil lastikleri dağıtımıydı. Pek çok şey dışardan geliyordu. Toplu iğne bile yapılamayacak bir durumdaydı. Mesela benim nüfus cüzdanımda: “Çivi verildi.” diye damga var. “Dün limanımıza gelen İtalyan bandıralı bilmem ne şilebi ile 200 ton çivi geldi.” haberi manşetten çift sütuna verilirdi. Hem Demokrat Parti’nin son dönemleri olduğu için, politik haberler biraz sıkıntılıydı. Bu yüzden polis‐adliye haberleri de ön plana çıkmıştı.

3‐ Röportaja yönelmenizin nedenlerinden söz eder misiniz? Gazeteciler Cemiyeti’nin üyelik formu, kurulduğu zamanlardan kal‐ ma; değiştirmedik. Orada şöyle bir soru var: “Gazeteciliğe başladığı tarih ve gazete?” Onun altındaki soru: “İlk imzalı yazısının çıktığı tarih ve gaze‐ te?” O dönemde, gazete yöneticileri ağabeylerimiz, ustalarımız “gazeteci olacağı” ışığını gördükleri zamanda, imza koydururlardı yazılara. Kendi cemiyet formuma baktım, 14 Şubat 1957’de gazeteciliğe başlamışım. Ama Ekim ayında imzam çıkmış. Benim, gazeteci olabilece‐ ğim konusundaki kanı, 9 aylık bir süreçte oluşmuş. Bugün gazeteciliğe başlayıp, yarın imzanın çıkması henüz yoktu. Şöyle bir olay yaşamıştım: Mart veya nisan ayıydı. Aksaray’da An‐ na İdareci adında bir genç kız aşk cinayetinde öldürülmüş. Gece nöbetçi


316

bendim; habere gittim; röportaj gibi yazdım. Birinci sayfa sekreteri ve yazı işleri müdürü Turgut Yeşiltepe yazıyı okudu. “Güzel olmuş; ama sen daha böyle yazamazsın, otur haber gibi yaz.” dedi. O olayı hiç unutmuyo‐ rum. O dönemin gazetecilik meslek içi eğitimi açısından da, bana önemli geliyor. Muhabirden istenen sadece kuru bir haberdi. İçine kendi duygula‐ rını, düşüncelerini katman mümkün değildi. Bir basın toplantısında ya da mitingde, sadece olanları, dinlediklerinizi, gördüklerinizi yazabilirdi‐ niz. Şimdi kullandığımız “izlenimler” yerine “hava yazmak” tabiri kul‐ lanılırdı. Haber yapılır; bir de “o toplantının havası” yani “konuşan ne giymiş, nasıl davranmış, tepki gösterirken ne yapmış ya da mitinge kaç kişi katılmış, konuşanların durumu nedir?” gibi, görüşler yazılırdı. Onu yazmak, bir muhabir için çok önemliydi. Çünkü haberde koyamadığı sübjektif değerlendirmeleri orada yapabilirdi. Röportaj, bu iki ayrı özelliği birleştiren bir yapıydı. Yani röportaj‐ da, en azından soru sorarken kendi düşüncelerinizi de yansıtma olanağı vardı. Röportaj, genç gazeteciler için bulunmaz bir nimetti. Çünkü kendi öznel değerlendirmesini de ekleyebilirdi. O nedenle röportaj, gerçekten cazip bir alandı.

4‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Söyleşi ile röportaj aslında çok farklı iki kavram. Söyleşi, karşısın‐ dakinin düşüncelerini yansıtmayı amaçlayan veya bazı meslektaşlarımı‐ zın uyguladığı biçimde, “ifadesini almaya çalışan” bir gazetecilik uygu‐ laması. Ama röportaj, gazeteciliğin bütün alanlarını, hatta bir ölçüde edebiyatı da kapsayan bir alandır.

5‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Röportajda, söyleşinin tersine, röportaj yapılan kişinin çevresi de gündeme gelebilir. Röportaj bir ölçüde, uzunluğunu da dikkate alırsak, öykü yazmak gibi bir girişimi de kapsayabilir. Haber dili kurudur; kuru olmalıdır ve herkesin anlayacağı bir ortalama dil kullanılmalıdır. Röpor‐ tajda süslü cümleler kurmak, işin edebiyatına kaçmak olanağı da var. O nedenle röportajcılığı, hem gazeteciliğin içinde hem dışında saymak mümkün bence.

6‐ Sizce röportajın temeli nedir? Kişilerin hayatlarını ya da hayatla‐ rından kesitleri herhangi bir olaya dayandırarak aktarmak amacı taşır mı?


317

Zaman zaman yola çıkış noktası budur. Ama konuşma öyle yerlere gider ki, sizin kafanızdaki plan çok yetersiz kalabilir. Çok başka alanlara kayabilir. Kişilik haklarına saldırmadan, özel yaşam bile söz konusu edi‐ lebilir. Bu yüzden bir kural koymak zor; ama yola çıkma noktası, mutla‐ ka öyle bir şeydir. Güncel konuları, olayları ya da sorunları belirlemede etkili olur. Mesela zaman zaman Türkiye’de kira kanunu gündeme gelir. “Şöyle ol‐ sun, böyle olsun.” denir; ya da Anayasa Mahkemesi bir maddeyi iptal eder. Böyle bir dönemde, çivi yazısı uzmanlarından Muazzez Hilmiye Çığ Hanımefendi’ye gittim. Türkiye’de, Arkeoloji Müzesi’nde pek çok tablet var. Muazzez Hanım’ın olağanca hoşgörüsüyle bir röportaj yaptım. “Babilliler 3140 Yıl Önce Kira Kanunu’nu Yapıp Sorunu Çözmüş‐ lerdi”, diye bir röportaj çıktı ortaya. Şu da çıktı ki, bugün yıllık kiranın hesaplanmasında maliyetin 10’a bölümü kuralı, orada da 10 yıl üzerin‐ den. Röportajın, günceli geçmişten günümüze getirmek gibi bir amacı da var.

7‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Bizim dönemimizde gazetelerde, bir yazı işleri müdürü vardı. Yan‐ lış hatırlamıyorsam: Milliyet’te Abdi İpekçi, Cumhuriyet’te Cevat Fehmi Başkut dışında genel yayın yönetmeni yoktu. Yazı işleri müdürü, istihba‐ rat şefi, bir de ağabeyler dediğimiz, yazı işleri müdür yardımcısı, bugü‐ nün editörü, sayfa sekreterleri vardı. Bazen yazı işleri müdürü, istihba‐ rat şefi ister ya da bir olayı izlerken sizin aklınıza gelir, istihbarat şefine röportaj yapmak istediğinizi söylerdiniz. Onaylarsa yapardınız.

8‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Röportajda bir kişi, bir örgüt söz konusuysa, gazetecinin önceden ders çalışması zorunludur. Öncelikle soru soracağınız kimseyi çok iyi tanımalısınız. Pek çok kaynaktan ya da tanıdıklarından, onunla ilgili bil‐ giler almalısınız. Çünkü kişiyi konuşturmak için, zaman zaman bu gereklidir. Çünkü öyle insanlar vardır ki, ağzından kerpetenle söz alınabilir. Onun ağzın‐ dan kerpetenle söz almayı aşmak için, belki zaman zaman kızdıracak


318

sözler de edebilirsiniz. Tepkisinin ne olacağını, dersinize çalışmışsanız bilirsiniz. Yoksa bu girişimler, orada röportajın sonu olabilir. Sanıyorum ki konunun önemine göre, yani magazin konusuyla bir hukuk ya da politik‐ekonomik konuda röportaja gitmek arasında bir hayli fark var. Ama ne olursa olsun, mutlaka dersine çalışarak gitmek lazım.

9‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanırsınız? Özellikle televizyonlar kurulduktan sonra izliyoruz ki, soru soran gazeteci ya da sunucu en az karşısındaki kadar konuşuyor. Bence bu, kurallara pek uymayan bir yaklaşım. Önemli olan soruyu en kısa biçimiyle dile getirmek; artacak zama‐ nı karşınızdakinin kullanmasına olanak sağlamak. Bazen iki üç cümlelik müdahaleler yapmak mümkün. Zaten sayfada röportajın duruşu açısın‐ dan da baktığınızda, silme tuğla gibi bir bölüm, okuyucuya röportajı yarıda bıraktıran nedenlerden oluyor. Bu yüzden zaman zaman bir soru sorup, onaylıyormuş gibi yakla‐ şıp, bir başka tarafını açma girişimi söz konusu olabilir. Tabi zamanın çoğunu kullanması gereken, röportajı veren kişidir.

10‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Gazetelerde pek çok konuya yer vermek gerekiyor; bu nedenle de size ayrılan yer sınırlı. O dönemlerde gazeteler altı sayfaydı, Son Posta sekiz sayfa çıkardı. Klişe ile sayfanın yapıldığını düşünürsek, size ayrılan yer, iki aralıklı yazı ile A–4 dosya kağıdına 2,5 sayfaydı. En az iki fotoğraf kullanılırdı. Şimdiki teknolojide yapılan, fotoğrafları birbirinin içinde yayımlama olanağı da yoktu. Röportaj ve haber yazma birbirinden farklıdır. Haber yazmada ters piramit uygulanır; en başa flaş cümleyi alırsınız; ondan sonra ayrıntılara girersiniz. Mümkün olduğunca tekrardan kaçınarak, konuyu aşağıda daha yaygın biçimde ele alabilirsiniz. Ama röportaj bence bunun tersidir. Flaş cümleyi en sona saklamalısınız ki, röportajı okutabilesiniz. Romanda da öyledir. Bir yere getirilir, birbirine düğümlenir olay‐ lar; ama sonunda çözülür. Bu çerçevede röportaj: “Bir ölçüde, edebiyat kurallarının da geçerli olduğu bir gazetecilik” diye yorumlanabilir.

11‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında, el‐kol hareketleri ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz?


319

Söylenenle, söylenenin geçtiği ortam, kişinin o görüşü açıklarken gösterdiği tepki, bazen bir olayı anlatırken duyduğu mutluluk, kelimele‐ rin vurgulamasıyla yansıtılır. Kızgınlıkla anımsanan bir anı ya da olay, bölümler arasına rahatsız etmeyecek biçimde serpiştirilebilir.

12‐ Görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dışına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var, karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tut‐ mayı nasıl başarabiliyorsunuz? Bence işin en zor bölümü budur. Çünkü öyle kişiler vardır ki, siz ne sorarsanız sorun, kendi kafasındakini anlatmaya baştan niyetlidir. O konuyu, kendisini savunma ya da rakip gördüklerini, kızdıklarını suçla‐ ma amacıyla kullanabilir. Bu yüzden, “İki iki daha dört eder.” gibi bir şey söylemek zor… Ama orada alışkanlıkla, deneyimle, sorularınızla ya da “‘Siz öyle diyorsunuz ama…” gibi cümlelerle söze girerek engelleyebilir‐ siniz. Ancak bu, her zaman başarıya ulaşan bir yöntem değildir. İnsan‐ dan insana değişen bir şeydir. Bazen röportajdan hiçbir şey çıkmayabi‐ lir; onu da göze alacaksınız. Zaten gazeteciliğin bir bölümü de böyle ge‐ çer. Başarısız olsa da, daha sonraki bir olayda, bu öğrendiklerinizi de‐ ğerlendirerek doğru bir yargıya varabilirsiniz. Yani hiçbir zaman, gaze‐ tecinin çabası boşa gitmez. O gün için boşa gittiği varsayılabilir; ama o bile, ileride sizi yönlendirebilecek birikim oluşturabilir.

13‐ Temel teknikler dışında kullandığınız kendinize özgü röportaj teknikleri var mı? “Öyle bir teknik var” demek biraz zor. Ama her gazeteci gibi, be‐ nim de kendime göre, o anı kurtarabilecek ya da sürdürebilecek bazı girişimlerim olmuştur. Bunların bilinçli yapılıp yapılmadığı konusunda da, doğrusu bir şey söyleyemem. O, spontane bir şeydir. Günü kurtarmak, o röportajı kurtarmak, eli boş dönmemek adına bir şeyler yapılır. Ama her olay, kendi içinde sınırlı; bunu bir kural haline dönüştürmek bence biraz zor.

14‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu, böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Böyle bir olay yaşamadım. Yaşayabilirdim de. Ama ben, belki şans‐ lı nesillerden birinin içindeyim. Çünkü benim muhabirlik yaptığım dö‐ nemlerde, muhabirler az çok hangi haberin veya röportajın gazeteye


320

gireceğini ya da girmeyeceğini bilirlerdi. Girmesi halinde, hangi sayfada, ne kadar uzunlukta olacağını da tahmin edebilirlerdi. O zaman gazetelerin yayın ilkeleri ve yayın politikaları, aşağı yu‐ karı belliydi. Tabii sorumluluk açısından, şu anki medyaya bakarsak, gazeteci kardeşlerim daha zor durumda. Röportajımızın yayımlanmaması durumunda, kendi içimizde bir tepki taşırdık. Çünkü ağabeylerimize, ustalarımıza karşı daha hoşgörülü olurduk. Onların o röportajı koymamasının altında, “bir takım ilişkilerin olmadığını” zaten bilirdik. Her gazeteci, kendi ürününün çok önemli olduğunu düşünür. Kendi kendimize hayıflanır, içimizden: “Gitti arşive manşet oldu, bizim yazı.” diye geçirirdik. Çünkü arkasından bir başka konuyu yakalamak ya da görev verilmiş ise yapmak, bizim görevimiz diye düşünürdük.

15‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Geriye dönük bakarsak, öncelikle Fikret Otyam’ı söylemeliyim. Çünkü Fikret Otyam, bir ortaokul öğrencisiyken, benim kafama gazeteci‐ liği sokan kişidir. O dönemde Göztepe’de oturuyorduk; her mahallede ancak bir ec‐ zane bulunuyordu. Fikret Otyam’ın babası Vasıf Bey de, Feneryolu’nda Vasıf Otyam Eczanesi’nin sahibiydi. Biz de, acil hallerde Feneryolu’na, Vasıf Bey’in eczanesine giderdik. Bir gün Fikret Otyam ve babası bizim oturduğumuz evin sahibine gelmiş; ama ben görmedim. Sanırım o dönemde, hem akademi öğrencisi, hem de Dünya Gazetesi’nde gazetecilik yapıyor. Evde konuşulurken “gazeteci” diye çok itibar edilerek sözü geçti. Benim de, “Ya ben de mi gazeteci olsam?” diye aklımın bir kenarına düş‐ tü. Fikret Otyam’a, “beni gazeteciliğe yönlendiren kişi” olarak da borçlu olduğumu düşünüyorum. Onunla Cumhuriyet’te çalışma mutluluğunu buldum. Yine Cumhuriyet’ten bakarsak: Yaşar Kemal’in röportajlarını söy‐ lemek mümkün. Rahmetli Halit Çapın, aşağı yukarı yaştaşım; sanırım benden bir ya da iki yıl daha kıdemli olabilir. Onun röportaj yazarlığına hayranlık duyanlardan biri de benim. Tabii daha çok isim var...

16‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde de etkili misiniz? Siz, fotoğrafın çekildiği çevreyi de konuyu da daha yakından, hatta yaşayarak bildiğiniz için, fotoğraf seçiminde daha etkili olmanız gerekir.


321

Çünkü resim altı, röportaj metninde olmayan ama o fotoğraf ne‐ deniyle yazılması gereken cümlelerden oluşabilir. Bu nedenle, “Fotoğraf seçimi, röportajı yapan tarafından yapılmalıdır.” diye düşünüyorum. O dönemde röportaja, fotoğraf gazeteciliğinin duayenlerinden Se‐ lahattin Giz gibi ustalarla gitme imkanı da bulduk. Fotoğrafçı arkadaşlar, kontak kopyalarını yaparlardı. Onların arasından, kendi foto muhabiri gözüyle değerlendirmelerini yaparlardı. Ben de konuya, yakınlığı açısından bakardım. Ve böylece fotoğrafla‐ rın hepsi yazı işleri masasına gideceğine, üç ya da dört fotoğraf seçilir; iki tane kullanacaksa, sayfayı yapana da yüzde elli seçme hakkı bırakılırdı. Ama onlar da genelde: “Hangilerini kullanalım?” diye sorarlardı. Şunu da vurgulamak gerekiyor: Yine benim gazeteciliğe başladı‐ ğım dönemlerde, fotoğraf filmleri dağıtıma tabiydi. Gazetelerin kaç ma‐ kara alacağı belliydi. Bu nedenle foto muhabirleri de cimrice fotoğraf çekerlerdi. Dijital makinelerle yapıldığı gibi, yüzlerce fotoğraf çekip, arasından birini‐ikisini seçme lüksü, o dönemde zaten yoktu. Foto mu‐ habirleri de ona göre seçerlerdi. Eğer 6 fotoğraf çekilmişse bu gerçekten, olağandışı bir uygulamaydı.

15. 20. Pınar Türenç 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazeteciliğe 1974 yılında, Milliyet gazetesinde başladım. Muha‐ birdim; haber yazıyordum, olaylara gidiyordum. 1974‐75 yıllarındaki öğrenci olayları, toplumsal olaylar, sendikal olaylar, polis‐adliye… A’dan Z’ye bütün olayları izleyen bir gazeteci olarak başladım. Her sahaya koş‐


322

tum; olayların içindeydim. Bundan çok mutlu oldum; çok büyük keyif aldım. Yıllar içinde röportaj bana daha cazip geldi. Röportaj yaptıkça, iz‐ lenim yazdıkça, daha farklı bir yere taşındım. Röportaj tekniğini bana öğretenlerin başında: Orhan Duru, İsmail Sivri ve Halit Çapın geldi. Bu ustaların yardımıyla ve yönlendirmesiyle hızla yol aldığımı gördüm. Televizyonda yıllar sonra, 25 yıl sonra, Ufuk Güldemir benim programımı tanıtırken “Pınar Türenç: Röportaj Ustası” diye yer veriyor‐ du. Bu da bana büyük keyif verdi; demek ki yıllar içinde insan bir işin ustası da oluyormuş... Suavi Kaptan vardır eski gazetecilerden: Anadolu Ajansı Bölge Müdürü’ydü. Suavi Kaptan, ben başka bir gazeteye geçtiğimde bana bir çiçek göndermiş; üzerine de “Bab’ı Âli’nin en üretken gazetecisine başa‐ rılar.” diye yazmış. Bab’ı Âli’deki 30 yıllık meslek hayatımda, üretkenlik benim için çok önemliydi.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Çok büyük fark var. Maalesef, özellikle meslek okullarında yani iletişim fakültelerinde ve de mesleğin mutfağında, genç gazetecilere bu iki farklı yazma tekniği aynıymış gibi öğretiliyor. Bu son derece yanlış, hatalı bir yol. Yıllar sonra ben İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “Rö‐ portaj Tekniği” dersine gittiğimde, öncelikle öğrencilere söyleşiyle rö‐ portaj arasındaki farkı öğretmekle işe başladım; hiç yılmadan, usanma‐ dan… Söyleşi, soru‐cevap şeklinde yapılır ve bunları olduğu gibi kayda geçersiniz. Aldığınız notlardan veya teyp kayıtları çözümlerinden gaze‐ teye yansıtırsınız. Asla çarpıtamazsınız. Röportajda da çarpıtılmaz; kı‐ saltma ve anlam yükleme değiştirme işlemine giremezsiniz. Kelimeler neyse olduğu gibi aynen yansıtılır. Kelimelerin üstünde oynama şansınız yok; öyle bir lüksünüz yok. Olduğu gibi soruyu sorarsınız; aldığınız ce‐ vabı yansıtırsınız. Yani soru‐cevap şeklinde yapılır. Giriş, gelişme, sonuç bölümü diye kalıplaşmış teknik olmasa da olur. Bir giriş yaparsınız, soru cevapla tamamlarsınız. Sonucun olması da şart değildir. Öznellik katılmaz söyleşiye. Bu çok önemli bir detay. Öznellik söy‐ leşi tekniğinde yoktur. Açık soru sorulur; açık yanıt alınır; olduğu gibi verilir. Anlaşılır dilde soru sorulur, anlaşılır dilde yanıt alınmaya çalışı‐


323

lır. Eğer o yanıt anlaşılır değilse değiştirme imkanı olmadığı için, tekrar tekrar başka şekilde sorularla anlaşılır yanıt alınır. Gazetecinin iyi araştırma yapması, bilgili olarak olaya veya kişiye gitmesi ve yine sorularla olayı açması, buluştuğu noktalardır söyleşiyle röportajın. Röportajın ayrıldığı nokta öznellik. Öznellik röportaj tekniği‐ nin anasıdır. Röportajda, giriş, gelişme, sonuç bölümünüz olacak. Bence en önemli noktalardan bir tanesi de girişin çok vurucu olmasıdır. Giriş, vurucu, yani sürükleyici olmalıdır. Ayrıca söyleşi mutlaka kişiyle olur. Olayın içindeki insanlara soru soracaksınız. Ama röportaj, bir ağacın da röportajı olur; bir hayvanın da bir manzaranın da röportajı olur. İnsanın röportajı olur. Bir yangının, deniz kazasında bir geminin röportajı olur. Yani mutlaka biriyle konuş‐ manız gerekmez. Duygularınızı, izlenimlerinizi, gözlemlerinizi aktarmak gerekir röportaja. Röportajın o öznelliği işte burada başlıyor, burada bitiyor benim için.

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Söyleşi, yazım tekniği açısından daha kolay bir tekniktir. Söyleşiyi herkes yapar. İyi hazırlanmış gazeteciyseniz, bilgiliyseniz, araştırmanız tam ise ve olaya bakışınız doğruysa, kişiyi de doğru seçtiyseniz, hedefe ulaşmanız kolaydır. Kıvrak zekanızla o olayın özünü alırsınız, soru ce‐ vapla tamamlarsınız. Yani teybi çözersiniz veya aldığınız notları aynen aktarırsınız biter. Röportaj ise kişiyi marka yapar. Bab’ı Âli’de marka olmuş herkes iyi röportaj yazarıdır. Marka olmak ne demek? Sizin adınızın öncelikle anılmasıdır, “Halit Çapın’ın röportajı” denir, “Milliyet’teki Halit Çapın’ın röportajı” denmez. Hangi kurum başlığı altında çalışırsa çalışsın, Halit Çapın, Halit Çapın’dır. Mete Akyol’un röportajları beynimize kazınmıştır. Yaşar Kemal, Fikret Otyam aynı. Bunlar röportajın ustalarıdır. Marka olmak için de, işte dediğim bu öznelliği katacaksınız; kıvrak zekanızı katacaksınız. Röportaj yazarı bir roman yazarı değildir. Bir defa belli bir format‐ ta yazmak zorundasınız. Bir sayfa, iki sayfa, yeriniz ne kadarsa gazetede o kadarını yazacaksınız. Aslında bence roman yazmaktan daha zor; iyi, başarılı bir röportaj yazmak. Çünkü yeriniz kıt, kelimeleriniz sayılı. Bun‐ ları en iyi uygulayacak akla ve yeteneğe sahip olmalısınız.

4‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz?


324

Ben, biraz özgür çalışan insan oldum. Bir defa çok disiplinli çalış‐ tım mesleğimde. Sabah erkenden işe gitmişimdir. O günün gazetelerini, 10 gazete mi 15 gazete mi, ince ince okumuşumdur ve satır aralarında çok olay ve kişi cımbızlamışımdır. Günlük istihbarat toplantısına girdi‐ ğimizde mutlaka benim önümde 8‐10 maddelik öneri listesi olurdu. Örnek olarak, “Acaristan” olayında gündeme çıkan, manşetleri süs‐ leyen iki kişi Orman Bakanı Osman Pepe ile İsmet Acar… Ben mutlaka, o ikisinden birine ulaşırdım. Dağları aşar ulaşırdım. Bir gazeteci ulaşmak zorunda. Bu durumda yöneticinin beni yönlendirmesine gerek yok. Özgür çalışmayı seven gazeteci için, yönlendirilmek son derece zuldür, zor gelir. Ama bazı yöneticiler ve bazı kurumlar, bugün de görü‐ yoruz bunu, dün de böyleydi, kendi çevresi ve bakış açısına göre röpor‐ taj yazanı yönlendiriyor. Aslında meslekte röportaj yazarı yok şu anda. Çünkü söyleşi yapı‐ yorlar. Röportajın tadı yok. Röportajın tadının olması için; öznelliğin, o iç dünyanın, enginliğin, kelime zenginliğinin yansıtılması lazım. O özel tadı şu anda görebiliyor musunuz? Duyabiliyor musunuz?

5‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Eğer kişiyle ilgili bir çalışma yapıyorsam, mutlaka tanıyan kişilere o kişi hakkında soru sorardım; bilgi toplardım, geçmişiyle ilgili bütün detaylarını öğrenmeye çalışırdım. Çıkan gazetelerden, dergilerden, kitap‐ lardan o kişi ve olayın geçmişini öğrenirdim. Gazetecilikte bilgi şarttır; bilgisiz gazetecilik olmaz. Hem bugüne ait bilginiz, hem geçmişe ait bilgi‐ niz olacak. Bu çalışmayı yaptıktan sonra zaten donanımlı oluyorsunuz ve gittiğinizde iyi sonuç alıyorsunuz.

6‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? İster röportaj yapsın, ister söyleşi yapsın, ister izlenim yazsın, ne yaparsa yapsın, gazetecinin zamanını en iyi şekilde kullanması, birinci hedeftir. Bu hedefe ulaşabilmek için de çok iyi hazırlanmak: Olay, kişi ve mekan için, çok iyi bilgi toplamak lazım. Karşınızdaki kişi, sizin bilgisiz olduğunuzu, araştırma yapmadan önüne geldiğinizi anlarsa sizi yönlen‐ dirmeye çalışır. Hızlı soru sorup hızlı yanıt alıp tatmin olmadınız, o konudaki so‐ ruyu başka bir şekilde sorup cevap aldığınızda, zaten iş hızlı gider; za‐ manı kullanmış olursunuz. Hem oradaki zaman önemli, hem de metnin uzunluğu önemlidir. En kısa, en öz ama en çarpıcı, vurucu anlatım, en başarılı anlatımdır.


325

7‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Onu zaman içinde öğreniyorsunuz. Aslında elinizdeki her bilgi, si‐ zin için sonsuz değerde. Yani hiç birisine kıyamazsınız, atamazsınız. Ama en büyük kıyımı, en büyük makası sizin yapmanız lazım. İşi en iyi siz biliyorsunuz. Eğer yazı işlerine, sekreteryaya o işin makaslanmasını bırakırsanız, yazık olur işinize. Anlamı bozmayacak şekilde, başka an‐ lamların yüklenmesine veya eksilmesine yol açmayacak şekilde, kelime‐ leri birleştirerek çok güzel makas yapılır.

8‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz? İşte o tasvirdir; tasvir çok önemli. Tasvir zaten röportajı zengin‐ leştiren unsurlardan bir tanesi… Gözlemlerin içinde aldığınız notlar da... İki kelime veya bir cümle, o kişiyi anlatmaya yeter. Bu tür ayrıntılar mutlaka röportajda yer almalı, söyleşi de şart değildir.

9‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? İnisiyatif hep elinizde olmalı. O da bilgi ve dikkatli dinlemeyle olur. Çok iyi dinleyeceksiniz. Eğer konu dağıldıysa veya başka tarafa yönlendi‐ rilmek isteniyorsanız, hemen dizginleri ele alıp, elinizdeki bilgilerle, iste‐ diğiniz soruyla, konuyu siz istediğiniz mecraya sokacaksınız.

10‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Girişin çok özel ve vurucu olması, dikkat çekmesi çok önemli be‐ nim için. Bir de mutlaka hissettiğimi yazıyordum. Hissettiğini yazınca ilgi çekiyor; okuyucuyu yakalıyorsunuz. Ben hep derim ki: “Okuyucuyu omzunuzun üstünde taşıyacaksı‐ nız”. Yani ikiniz birlikte bakıyorsunuz. Her olaya gittiğinizde, onu hisse‐ deceksiniz. Yazarken de, okuyucu sizi izliyor. Gazetede çıktıktan sonra zaten okuyucu sizin gözünüzle bakmış oluyor. Hislerimi katıyordum, gözlemlerimi katıyordum. Çok iyi not almak önemli röportajda… İyi not alırsanız, notlarınızı iyi harmanlarsınız. Bir de ben hep şuna önem verdim gazetecilik hayatımda; hatta 15 yıldır da televizyonda çalışıyorum: Olduğum gibi oldum. Yalın olacaksınız; yalın


326

düşüneceksiniz. Kaleminizde, sorularınızda, hayatınızda, hep olduğunuz gibi olun.

11‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? Olur tabii. Ama dediğim gibi: Bilgi birikimi iyi olmalı; iyi hazırlan‐ malı; iyi dinlemeli; o zaman daha az olur, bu “keşkeler”.

12‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Benim olmadı. Hatta aynı gün iki yazımın girdiği de oldu.

13‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Ben şu anda pek röportaj yazarı göremiyorum Türk basınında belki bir‐iki tane vardır. Söyleşi yazan, söyleşi yapan gazetecilerin için‐ de, zaman zaman röportaj denemelerine rastlıyoruz. Ama dediğimiz gibi, bizim Türk basınındaki eski ustaların düzeyinde, o kıvraklıkta, o tatta röportaj tekniği bugün göremiyorum. Neden? Söyleşi yapıyorlar. Söyleşide o tat olmaz. Bence röportaj daha fazla çaba istiyor. Daha özgün bir iş, özelliği olması gereken bir yazı türü. Bunun için de kalibrenin daha yüksek olması lazım; çıtanın daha yüksek olması lazım gazetecide. Daha zor bir alan röportaj; daha iyi ye‐ tişmişlik istiyor. “Ben yazdım oldu.” olmuyor röportajda. Röportajda imzanızı koyduğunuzda, siz markalaşıyorsunuz. Diye‐ ceksiniz ki bana: “Bugün Türk basınında markalaşmaya giden bazı gaze‐ teciler var”. Onlar, markalaştırılan gazeteciler. Markalaştırılmakla, “işi‐ nizle marka olmak” çok farklıdır. Türk basınında markalaştırılan kişiler hızla çıkıyor, hızla düşüyor. Ama kendisi marka olan kişiler, 50 yıldır hala sayıyoruz onların isimlerini ve hala gıpta ile bakıyoruz onlara. “Bunlar neymiş be…” diyoruz. Bugün biraz daha ticari bakılıyor. Röportaj yazarlığı ticari değil, daha duygusal, çok sıcak bir alan. İletişimde okuyan öğrencilere şunu söylüyorum: “Mutlaka iyi röportaj yazarı olmaya çalışın; özel olun.” Rö‐ portaj yazarı olmak, özel olmak demektir.

14‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Fotoğraf çok önemlidir. İzlenimlerinizi gösterir. Fotoğrafı kendiniz çekiyorsanız, ortamın anlatılması, yansıtılması gerekir. Fotoğrafı başkası çekecekse yazarın anlatması gerekir, nasıl bir fotoğraf istediğini, nasıl


327

çekilirse daha etkili olacağını… Ama tabii kendisinin çekmesi daha iyidir. Sayfaya koyarken de, o yazı işlerinin, sayfa sekreterinin işi tabii; ama ben de, “Bu daha etkili, bunu da bir değerlendirin.” diye öneride bulunu‐ rum. Yazarın da önermesi, fikrini söylemesi gerekir.


328

15. 21. Sefa Kaplan 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazeteciliğe başlamamın sebebi, öğretmenlikten aldığım paranın yetmemesiydi. Zaten öğretmenlik yaparken, bir taraftan gazetecilik ya‐ pıyordum. Dergi çıkarıyordum; tek başıma… Mizanpajından yazılarına kadar, hepsini kendimin üstlendiği bir dergi vardı. Daha sonra 1984 yılında, Taha Akyol Tercüman Gazetesi Yayın Yönetmeni, Beşir Ayvazoğlu da Kültür Sanat Editörü olduğu zaman beni çağırdılar. Öğretmenlik ile gazetecilik arasında bir tercih yapmamı iste‐ diler. Ben de gazeteciliği tercih ettim. Ücreti daha iyi idi. Özel olarak röportaja yönelmek, diye bir şey söz konusu değil; ga‐ zetecilik bir bütün zaten. Muhabirlik yapıyorsanız, doğal olarak röportaj da yapıyorsunuz. Yazı yazmanın, haber yapmanın türlerinden biri de röportajdır. Doğal olarak, röportaj da yaptık ve yapmaya da devam edi‐ yoruz.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Baştan belirteyim, yaptığım işin adı aslında muhabirlik. Muhabir‐ liğin bir kısmında söyleşi yapıyorsunuz; bir kısmında rutin haber takip ediyorsunuz. Batıda bizim anladığımız manadaki şeylerin hepsine söyle‐ şi deniliyor. “İnterview” denilen şey soru‐cevap tarzında değil; muhabi‐ rin izlenimlerinden, karşıdaki insanların verdiği cevaplara kadar, hepsi‐ ni bir metin haline getirmektir. Bence o tercih edilir; ama bunun bizde uygulaması yok.

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Öncelikli görevi, röportaj yapacağı konu ve kişi hakkında daha ön‐ ceden hazırlanmak. Bu hazırlanma, hem zihinsel bir hazırlığı içeriyor; hem de gidip arşivlerde çalışmayı. Gazeteci, doğal olarak her konuyu bilmez; ama bilmediği konuları öğrenebilir. Bir röportajcı gider, görüşeceği kişiyle ilgili arşivde bilgi toplar ve bunları soru haline dönüştürür.

4‐ Sizce röportajın temeli nedir? Kişilerin hayatlarını ya da hayatla‐ rından kesitleri herhangi bir olaya dayandırarak aktarmak amacı taşır mı? Şüphesiz taşır. Ele aldığınız konuya da bağlı. Diyelim ki Süleyman Demirel’le bir görüşme yapacaksınız. Süleyman Demirel’in, Türk Siyasi


329

Tarihi’nde tuttuğu önemli yer kadar, çok ilginç anekdotları da vardır. Demirel’in hayatının bir parçası olan o anekdotları derlemek de, söyleşi yapan kişinin görevidir.

5‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Genel olarak kendim belirliyorum. Neden, nasıl belirlediğimize ge‐ lince, o da gündemle alakalı. Herhangi bir şekilde, haber konusu ya da birini tespit edip, söyleşi yapıyorsunuz. Mesela 6–7 Eylül Olayları’nın yıl dönümüdür; gidip olaylara karışmış ya da olaylar hakkında kitap yazmış biriyle söyleşi yaparsınız.

6‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık çalışması yapılmalı? Siz nasıl hazırlanıyorsunuz? Temel, konuya çok iyi hazırlanmaktır. Konuya hazırlanmanın içi‐ ne, her şey dahil. Artık internet gibi bir nimet var. Röportaj yapılacak konu ve kişi ayrı ayrıdır. Diyelim ki, görüşülecek kişinin uzmanlık alanı tarih, bu konuda bir söyleşi yapılacaktır. Ama tarih konusunda söyleşi yapmak için de, o kişinin hayatına ilişkin çeşitli bilgiler elde etmek şart‐ tır. Daha önce yapılmış söyleşiler varsa bunları toplamak, varsa kitap‐ larını okumak gereklidir. Bu anlattığım şeyler, uzun mesafeli gibi gözü‐ küyor; ama kişi bunları kısa sürede yapabilir.

7‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanırsınız? Ben sorularımı öncelik sırasına göre hazırlıyorum. Yani, “Zaman yetmezse şu sorulardan fedakarlık yapabilirim.” diye hazırlıyorum bazı soruları. Bu tabii, hem benim hem de karşımdaki kişinin performansına bağlı bir şey. Kimileri var, bir soruya cevap verir ve söyleşi biter. O kadar uzun konuşur ki, araya da giremezsiniz. Kimileri de vardır; gerçekten sorunun ne olduğunu çok somut ola‐ rak kavrar ve ona yönelik cevap verir. O tür insanlarla söyleşi yapmak daha kolaydır. Ama dağıtan insanlarla söyleşi yaparken, gerçekten za‐ man unsuru çok daha fazla önem kazanıyor. Bazen iki soruyla bitirebili‐ yorsunuz söyleşiyi; ki bu da “iş kazası” denilecek bir durumdur.


330

8‐ Yaptığınız röportajda metni kurgularken neleri atıp neleri an‐ latmanız gerektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğunuz oluyor mu? Konuşma sırasında fark edersiniz: Genel olarak o insanla söyleşi yaparken, neyin başlığa çıkacağı, neyin ön plana çıkartılması gerektiği, az çok ortaya çıkar. Haber değeri olan unsurun ne olduğunu anlar, ona uygun olarak kurgularsınız.

9‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Ben böyle bir şey yansıtmıyorum. Dediğim gibi İngiliz veya batı tarzı, “interview” yapılabilirse, söyleşi ya da röportaj dediğimiz şey, ora‐ da yansıtılabilir bu. Rahat atmosfer verilebilir; kişinin psikolojik ve fizik‐ sel durumu da verilebilir. Ama bizim yaptığımız soru‐cevap tarzı şeyler‐ de, parantez açıp da “gülüşmeler” demek, bana çok komik geliyor. Ben böyle bir şey kullanmıyorum.

10‐ Röportaj yaparken, görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dışına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediği‐ niz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Tek yöntem var bence; o da zarafet. Başka türlü “gazetecilik ukala‐ lığı” dediğimiz bir saçmalık vardır ki… Azar karışımı bir şekilde, karşı‐ daki insanı tamamen hakim ya da savcı gibi, sorgular gibi gazetecilik yapmak, benim tarzım değil. Kişi konu dışına elbette çıkabilir, hangimiz çıkmıyoruz ki. Çıktığı zaman, zarif bir tarzda bunu hatırlatarak, “Konumuz şuydu; şunu da merak ediyorum.” diyerek, kişiyi konuya çekmek mümkündür.

11‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Soruları tespit edersiniz; konuşma esnasında öyle bir an gelir ki, ortaya önce hiç tespit etmediğiniz, hiç aklınızdan geçmeyen bir soru çıkıverir. Belki de haber o olur. Pratik düşünme, anında tepki gösterip refleks gösterebilmeden söz ediyorum.

12‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? O her zaman olur. Her zaman bir tatminsizlik vardır zaten. Gazete‐ ciliğin esası da budur. Mutlaka sorulmamış bir şeyler kalır. Gerçekten


331

son derece önemliyse, telefon eder sorarsınız. Zaten öyle bir imkanınız var. O kadar da önemli değilse, kendi kendinizi birkaç saat yer bitirirsi‐ niz.

13‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayınlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Bunlar hep olur. Çünkü o günkü gazete ölçüsüne bağlı. Aynı za‐ manda sayfa yaptığım için iyi bilirim. Gazetelerde sayfa‐ilan oranına bakıyorsunuz ve giremeyebiliyor. Başkasının yaptığı haber de, kendi haberiniz de giremiyor. Üç gün girmediği zaman, gündemden düşüyor ve kalıyor. Öyle birçok önemli şeyler vardır; yapılmamış. Ama yayıncılık‐ tan anlıyorsanız, tepki en fazla hafif bir kızgınlık olabilir; ama o da işin doğasında var.

14‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Gazeteci olarak tüm gazeteleri okuyoruz doğal olarak. Mesela Ayşe Arman’ın söyleşileri. Çok iyi hazırlanır Ayşe, çok güzel söyleşiler yapar ve keyifle okurum. Zaman zaman Derya Sazak’ın yaptığı bazı söyleşiler gayet kaliteli olur. Neşe Düzel’in yaptığı söyleşiler, pazartesi günleri, son derece önemli söyleşilerdir. Her gazetede çok iyi söyleşi yapan arkadaşlarım var, onları okumak da keyif veriyor.

15‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde de etkili misiniz? Ben dergicilikten geliyorum. Bir süre Aktüel’de çalıştım. Oradaki temel esaslardan birisi de fotoğrafın etkisiydi. Doğal olarak, günlük ba‐ sına geçtiğimiz zaman da, aynı alışkanlığı sürdürüyoruz. Çünkü fotoğraf‐ çı arkadaşlarımızın önemli bir kısmı dergilerden geldi. Söyleşiye gitmeden, “Ne yapacaksınız, nasıl bir şey istiyorsun?” diye soruyorlar. Ne yapacağımızı anlatıyorum; foto muhabiri de, ona uygun mizansenler ya da ona uygun fotoğraflar çekiyor. Sayfaya fotoğraf seçmek, çok daha farklı. Sayfa fotoğrafını, söyleşi yapan kişi seçmiyor. Sayfayı düzenleyen kişi ya da editörü seçiyor. Söyleşiyi yapan kişinin fotoğraf seçtiği durum da olabiliyor. Mese‐ la Ayşe Arman kendisi seçiyor, bildiğim kadarıyla fotoğraflarını. İstedi‐ ğine uygun kareyi, kendisi kafasında canlandırıp seçiyor olabilir. Bir de, sadece söyleşi yapılan kişinin ruh hali değil; söyleşiyi ya‐ pan gazetecinin, muhabirin de ruh hali son derece önemli. Çok gergin bir atmosferde geçmişse söyleşi, fotoğrafı da muhabir seçecekse, karşıdaki


332

insanı hiç de hoş yansıtmayacak fotoğraf seçebilir. O günkü, o anki psi‐ kolojisiyle bu da pek hoş olmaz. Tek kişinin karar vermesinde, bu tür sakıncalar vardır. Kademeler olması gerekir.


333

15. 22. Yavuz Donat 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Ben lisedeyken, “İleride ya gazeteci olurum ya da hukukçu…” diye bir arzu içerisindeydim. Üniversiteye başladığım zaman da, zaten gaze‐ teciliğe başlamıştım. Bir taraftan üniversiteye devam ederken, bir taraf‐ tan da gazeteciydim; sene 1963. O tarihten bu yana, yedek subaylığı saymazsak, 43–44 yıldır bu işin içerisindeyim.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Artık 44 yıldır bu işi yapınca, benimki röportaj mı, habercilik mi, muhabirlik mi, yazarlık mı? Hepsi bir birine karışmış durumda. Gazete‐ cilik benim için bir yaşam tarzı. Bazen olaylarla ilgili kendi analizimi yapmak şeklinde oluyor; bazen muhataplarımla konuştuklarımı yazmak şeklinde oluyor. Benim yazı tarzım, daha sonra pek çok yazar tarafından benim‐ senmiş ve devam etmiştir. Bu tarzın içerisinde haber de oldu, analiz de oldu; okuyucuların merak ettiği şeyler de oldu. Bütün bunları bir arada verebilmek için, zaman zaman yazılarımın içinde karşılıklı diyaloglar da vardır. Şu anda Türkiye’de, Anadolu’yu en çok dolaşan gazeteciyim. Ana‐ dolu izlenimlerini yazarken sadece “Ey okuyucu, Konya’ya gittim; şunu gördüm.” demek değil. Konya’ya gidiyorum, oradaki bir ayakkabı fabri‐ kasını görüyorum. Bu fabrikada üretilen bir ayakkabı, İstanbul Akmer‐ kez’de 100‐150 Euro’ya, Ankara Armada İş Merkezi’nde 150 Euro’ya, Avrupa’da, İtalya’da yüksek bir fiyata satılıyor. Bu ayakkabının Konya’daki fabrikadan çıkış fiyatı ise 15‐20 dolar, 25‐30 dolar; o tür fiyatlar… Recep Tayip Erdoğan’ın giydiği ayakkabı da o fabrikadan. Hemen siyasi gözlemleri falan bırakıyorum; o fabrikanın sahibiyle konuşuyorum. Türkiye için iftihar edilecek bir olay, bunu Türk okuyucusu da bilsin istiyorum. Bunun üzerine, o fabrikanın sahibiyle konuşmayı yazıyorum; ora‐ da da Konya gözlemlerim araya giriyor. Bu durumda ben, ertesi gün okuyucunun karşısına röportajla mı çıkıyorum, makaleyle mi çıkıyorum, haberle mi çıkıyorum? Artık onu size bırakıyorum. Ben, siyasi ve sosyal konulara matematik gibi kesin tanımları ko‐ yabilmek mümkün değil, diye bakıyorum. Çünkü burada yazanın kişiliği


334

de işin içine karışıyor. Röportajı yapan romancıysa eğer, ister istemez röportaj romancının biraz gölgesinde kalıyor. Deneyimli bir gazeteci ise bazı şeyler ekleyebiliyor; çıkartabiliyor; yorumunu katabiliyor. Tabii muhatabın söylediğini saptırmadan; muha‐ tabın söylediğiyle oynamadan. Arada kesip, “O öyle dedi; ama onun aslı öyle değildir.” diyebiliyor. Pozitif bilimlerdeki gibi: “Suyun içine batırılan bir cisim, kendi hacmine kadar hacimdeki suyun ağırlığına eşit bir kuvvetle aşağıdan yukarı doğru itilir.” Böyle bir tanım yapmamız mümkün değil. En azın‐ dan bence, mümkün değil. Bunu, Batı bize göre biraz daha bilimsel yapıyor. “Nasıl yapıyor?” diyecek olursak: Stanford Üniversitesi’nin iletişim okulunda, gazetecilik okulunda, kariyerden gelen hoca yok. Bir tane profesör var; o da psiko‐ loji hocası. Diğer hocaların tamamı gazeteci ya da emekli gazetecidir. Stanford’da gazetecilik okuyan çocuklar, her gün 5 bin tirajlı bir gazete çıkarıyorlar, 5 yıllık öğrenim hayatları boyunca… Ve bu gazete piyasada satılıyor. 5 yıl boyunca bu gazeteyi çıkaranlar, okul bittiğinde zaten gazeteci oluyorlar. Türkiye’de gazetecilik okulu yapılanması, bu bağlamda son derece bozuk. Gazetecilik okulu, eğer gazetecilik mesleğiyle evli değilse, gazete‐ cilik okulunu bitiren arkadaşlar, gazeteye geldikleri zaman stajyer mu‐ amelesi görüyor. Onlar açısından da onur kırıcı, mesleki açıdan da za‐ man kaybettirici. Gazetecilik okulunda, basın tarihini falan okutmak değil; doğrudan doğruya sizin bahsettiğiniz röportaj, söyleşi o işe girmeli. Onu da, ders olarak hocanın göstermesiyle değil, doğrudan doğruya yaparak.

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Benim uzmanlık alanım iç politikadır. Herhangi bir konuda yazımı yazarken: “Bu konuda bir önceki hükümet ne yapmıştır? Daha önceki hükümetin başkanı ya da bu konuda ilgili bakan kimdi?” diyorum. Yazı‐ mın içinde onunla, bir söyleşi bölümü ayırıyorum. Ona, “Siz bu konuda ne yapmıştınız?” diyorum. Orada alacağım iki üç cümlelik yanıt… Ama o iki üç cümlelik yanıt beni tatmin etmiyorsa, mutlaka arkasından sormam gereken başka bir soru vardır; sorarım. Çünkü o konuya hakim olduğum için, karşımdakinin beni başka türlü yönlendirmesi, yanıltması da müm‐ kün değil. Aynı şeyler, röportaj için de söz konusu. Bence röportajcı, konu‐ suna mutlaka hakim olmalı. Röportajcının ya da gazetecinin işi sadece


335

trafik polisliği gibi, “Karşıdaki şunu söyledi; ben de bandı çözdüm, ver‐ dim.”den ibaret olmamalıdır. Fakat bazı şeyler var ki, yorum katamayabilirsiniz. Karşınızdaki‐ nin söylediklerini aynen verme durumundasınız; o zaman bittikten son‐ ra kendi analizinizi koyabilirsiniz. 2005 yılında, bu bağlamda iki konuya girdim. Birisi “derin devlet” 9. Cumhurbaşkanı dedi ki: “Türkiye’de derin devlet vardır.” Şimdi o de‐ yince, ben burada artık kendi fikrimi katma durumunda değildim. Cumhurbaşkanı Demirel’in söylediklerini yazma durumundaydım; ama Demirel’in anlattığı dönemi de iyi irdelemem lazımdı. Sorularımı ona göre sormam ve o görüşme sırasında, sadece Demirel’in beni yön‐ lendirmesi değil, benim de röportajı istediğim istikamette yönlendir‐ mem söz konusuydu. Karşılıklı bir görüşme oldu, müzakere gibi. Demirel ile görüştükten sonra bunun tamamlanması gerekiyordu. Kiminle tamamlanabilirdi bu? Demirel’i aşağıya indiren Kenan Evren’le tamamlanabilirdi. Çünkü o konuda konuşabilecek en tepe isim Kenan Evren’di. Gittim onunla konuştum; o da dedi ki: “Evet, derin devlet var‐ dır.” Aradan aylar geçti. Bu defa Süleyman Demirel ile “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu 35. Madde. Demokrasilerde bu madde olur mu olmaz mı?” bunu konuştuk. Demirel ile bunu “konuştum” mu diye‐ yim? “tartıştım” mı diyeyim? “söyleştik” mi diyeyim? Bunu okuyucuya bırakıyorum; bu aşamada, herhangi bir şey söyleyebilmem mümkün değil.

4‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Ben iç politika yazıyorum. İç politika da sürekli yaşayan çok canlı bir olaydır. Biraz benim gündemimi, güncel belirliyor. Bununla beraber, sadece günü yazmakla kalmamalıyım; yarına dönük söylemem gereken şeyler varsa, onu da söylemeliyim. Bir başka şey de, “Ben gazeteciyim; gördüğümü yazarım, eleştirimi yazarım.” görüşüdür. Seneler önceydi; Türkiye 28 Şubat sürecini yaşadı. 28 Şubat süre‐ cinin en önemli aktörlerinden birisi Güven Erkaya’ydı. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, Milli Güvenlik Kurulu’nun üyesiydi; henüz emekliye ayrılmamıştı. Ben onunla 28 Şubat sürecini günlerce konuştum. Milliyet gazetesi onu günlerce tam sayfa verdi. Fakat yazıya fazla devam edemedik; çünkü Milli Güvenlik Kurulu tutanaklarını açıklı‐


336

yorduk. Ancak benim hakkımda dava açamıyorlardı; benim hakkımda açarlarsa Oramiral Güven Erkaya hakkında da açmaları gerekiyordu. Bunu bana, başbakan Mesut Yılmaz’ın kendisi söyledi. “Bak”, dedi: “Size dava açacağız, açmıyoruz. Bu yazıya son verin.” Buna rağmen yazı da birkaç gün devam etti. O yazı, röportajdı. Röportajdı ama nasıl röportajdı? Bir taraftan Erkaya’nın söylediklerini yazıyordum; araya o dönemle ilgili, yaşanmış olayları koyuyordum. Yine o dönemde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demi‐ rel’in yaşadığı olaylar vardı. Onları yazının arasına koyarak, bazı unsur‐ lar katıyordum. “Ortaya ne çıktı derseniz?” böyle bir şey çıktı. Ama o sene galiba, “röportaj” diye değerlendirmişlerdi. İstanbul Gazeteciler Cemiyeti, o yazıyı “röportaj dalında” ödüllendirdi.

5‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Günümüzde bu iş, tamamen bir uzmanlık alanı haline geldi. Rö‐ portajcı herhangi bir konuda röportaj yapacak ise, o konuda ev ödevine, bir kere çok iyi hazırlanması lazım. Hangi konuda konuşacaksa, o konu‐ da belli bir uzmanlığı yakalayabilmeli. Rasgele, “Ben geldim; falancayla konuşacağım.” değil. “Ne soraca‐ ğım? Sorduğum soruya, muhtemel alacağım yanıtlar ne olabilir? Alaca‐ ğım yanıta karşı, hangi soruyu soracağım?” konusunda, belli bir alt yapı‐ nın mutlaka olması gerekir. Ben, herhangi bir meclis müzakeresine gittim; Meclis’te 2006 yılı‐ nın bütçesi konuşuldu; izlenimlerimi yazarım. Ama madem ben gazete‐ ciyim ve bugüne kadar da pek çok bütçe görüşmesi izledim. O zaman benim yazım, sadece izlenimlerimden ibaret kalmamalı; işin içerisine eleştirilerimi de katmalıyım. Sadece eleştirilerimi katmakla kalmamalı‐ yım; “Bütçe görüşmeleri nasıl olmalıydı?” onu da katmalıyım. Onu yapı‐ yorum. Her yazı, kendi içinde kurgusu olan, okuyucunun kafasındakini cevaplayabilen şeyler olmalıdır. Bu durumda röportajcının da, bizlerin de yapması gereken bir şey vardır: araştırmak. Zaten gazeteciliğin özü de araştırmak.

6‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu?


337

Tamamen sağduyu. Herhangi bir şeyi sorduğum zaman, bana ge‐ nelde muhataplarımın söylediği şu: “Biz sana anlatalım, ama şu bölüm‐ leri yazma.” ya da “Bu bölümü bana atfen yazma.” Şimdi bunlara sadık kalmaya mecburum; bu bir meslek ilkesidir. Öyle şeyler olmuştur ki gözümün önünde, o bana yazılmamak üzere söylenmiştir. Mesut Yılmaz yeni başbakan olmuştu; Tansu Çiller de başbakan‐ lıktan yeni ayrılmıştı. O zaman da biz Mesut Bey’le komşuyduk. Akşam yemeğinde onun evinde birlikteyiz; bana örtülü ödenek skandalını an‐ lattı. “Böyle böyle… Çiller gitmeden önce örtülü ödenekten 500 milyar para çekilmiş.” Kağıt kalemimi çıkardım; yazmama müsaade etmedi. Önemli bir gazetecilik olayıdır bu; “Peki” dedim; yazmadım. Yani, bunu içinde tutabilmesi de çok güçtür; bir insanın, bir gaze‐ tecinin. Bu, manşet olacak bir şeydi. Gazetenin genel yönetmeni Derya Sazak’tı. Derya’yı aradım; “Böyle bir olay var”, dedim; “Yazmayacağız.” Dedi ki: “Manşet…” “Yazmayacağız; söz verdik.”dedim. Ama benim bildiğim her şeyi, gazetenin genel yönetmeninin de bilmeye hakkı vardır. Ona da söyledim; kaynağımı da söyledim. Derya da ben de, o bilgiye sadık kaldık; yazmadık.

7‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Televizyonu açarsanız, bütçe görüşmeleri naklen veriliyor. İzler, yazınızı yazabilirsiniz. Ben onu yapmıyorum. Ben bütçe görüşmelerini gidip Meclis’te izliyorum. Görüşmelere ara verildiyse, Meclis lokantasın‐ da gidip yemeğimi yiyorum. O gerilimi hissediyorum. O zaman, yazıya aktarırken o canlığı veriyorum. Tutanaklara geçen ya da geçmeyen laf atmalar vardır. Kamera bir yere yönelmiştir; televizyonda o bölümünü görüyorsunuz. Lider konu‐ şuyor; lideri görüyorsunuz. O esnada biri sinirleniyor; terk ediyor; onu orada göremiyorsunuz. Ya da birisi terk ediyor; liderin ona karşı ters bir bakışı varsa, onu da göremiyorsunuz. Olayı yaşıyorsanız, yaşadığınızı yazıya dökmek daha kolay olur.

8‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım...” diye düşündüğü‐ nüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? Yaşamadım, yaşamıyorum. Benim belki başka arkadaşlarıma göre şu konforum var. Söyleşi bitiyor; “Ya keşke şunu da sorsaydım!” Açıyo‐ rum telefonu soruyorum.


338

Söyleşi devam ediyor, üç gün devam edecek; dört gün devam ede‐ cek. Birinci günü yazıyorum; ikinci günü yazarken, birinci günü aldığım tepkiler ışığında, muhatabıma bazı şeyler sormam gerekebiliyor. O açı‐ dan muhatabıma ulaşma kolaylığım var. Telefon açıp ulaşıyorum.

9‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Hayır olmadı. Ben aralıksız 20 yıl Tercüman’da çalıştım. Kendi is‐ teğimle ayrıldım ki, Tercüman artık batıyordu. Daha önce Akşam gazete‐ si’nden kendi isteğimle ayrıldım. Milliyet’te çalıştım; yine kendi isteğim‐ le ayrıldım. Yıllardır da Sabah’ta çalışıyorum. Bugüne kadar, ne patron‐ ların herhangi bir müdahalesiyle karşılaştım; ne de yayımlanmayan bir yazı olayıyla karşılaştım.

10‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Ben hepsini okuyorum. Hepsini okumaya çalışıyorum. Türkiye o konuda ciddi bir mesafe alıyor. Ama “Şunu daha çok beğeniyorum.” de‐ mem, diğer arkadaşlarıma karşı haksızlık olabilir. O haksızlığı da şunun için yapmak istemem: Hepsinin çalışması bir emek ürünü; kendisine göre bir değeri var.

11‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Bence çok. Ben resimlerimi de kendim çekiyorum. Çünkü dedim ya size, ben Türkiye’de en çok gezen insanım. Giderken foto muhabirini, “Hadi şuraya gidiyoruz; hadi buraya gidiyoruz.” diye uzun boylu rahatsız etmek de istemiyorum. Kimseye bağımlı kalmak da istemi‐yorum. İste‐ diğim yerde durup, istediğim yerde hareket edebilmeliyim. Kamera dediğimiz işin pek uzmanı değilim; pek o işten anlamıyo‐ rum. Anlasam, yanımda mutlaka kamera olması da gerekiyor. Çünkü bazı yerler var ki, kimsenin girmesi mümkün değil. Orada elimde kame‐ ra olsa… Süleyman Demirel, evinde ayağı kırılmış; uzanmış yatıyor. Eve ga‐ zeteci de almıyor. Ben de bir gün ziyarete gittim. Gitmeden dedim ki “Gelirken fotoğraf makinesi de getireceğim.” “Sen bilirsin; ama foto mu‐ habiri istemiyorum.” dedi. Ben, o zaman yanımda kamera olsaydı, kame‐ rayla çekerdim. Daha sonraki gidişimde, Süleyman Demirel’le “derin devlet”i ko‐ nuşacaktım. “Derin devlet, var mı yok mu?” “Evet, derin devlet vardır.” deyince, çantamdan küçük kamerayı çıkardım. Dedim ki: “Ben bunu


339

kullanmasını bilmiyorum; ama şimdi bir taraftan kullanıp, bir taraftan da öğreneceğim.” Onu çektim… O gece de ATV ana haber bülteninde, “Kamera: Yavuz Donat” diye verdiler. Bazen öyle şeyler oluyor; diyorlar ki: “Buraya gazeteci giremez.” Ama gazeteci sıfatıyla değil, belki yılların gazetecisi sıfatıyla bana diyor‐ lar ki, “Siz oturun.” Herhangi bir yere gidiyorum; şurası basına ayrılmış bir yer. Bana diyorlar ki: “Siz protokole ayrılan yere buyurun.”, orada oturuyorum. Orada da bir sürü olaya tanık oluyorum. Şimdi eğer onu resimleyemezsem, eksikliğini hissediyorum. Cebimdeki küçücük fotoğ‐ raf makinesini çıkarıyorum. Fotoğrafını çekiyorum. Ama kamera olsa kamerayla da çekerim…


340

15. 23. Yazgülü Aldoğan 1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? Gazetecilik, yapmak istediğim bir meslekti. Liseyi bitirdikten son‐ ra, gazeteci olmaya karar vermiştim. İlk tercihim de Ankara Üniversitesi Basın‐Yayın Yüksekokulu. Bilinçli bir öğrencilikti benimki. Okurken de, röportaj yapmak istiyordum. O zaman Halit Çapın idoldü. Halit Çapın, Fikret Otyam türü röportaj yapmak… Yani kişi odaklı röportaj değil de; daha böyle süsleyerek, biraz mekanı anlatarak, insan‐ larla konuşarak… Üçüncü sınıfın sonunda, staj için Milliyet gazetesine geldim. Halit Çapın’ın yanında staj yapmak istediğimi belirtmiştim; orada başladım. Halit Bey beni çok zora koştu. O zaman daha “İstanbul Hali”, bugünkü Ticaret Odası’nın olduğu yerdeydi; beni ilk yolladığı yer orasıydı. 3 gün geçirdim orada. 20’li yaşlarda bir genç kız için halde çalışmak, şimdi bile kolay değil. Özellikle böyle bir şey yaptı, galiba. Biraz burnumu sürtmek istedi. Biraz da: “Denize atalım; bakalım yüzecek mi?” Sonra, NATO Parlamenter Asamblesi Türkiye’de toplanıyordu. Ben Fransızca tercüman olarak görev aldım. Bir öğrenci için çok iyi bir işti. Basın sözcüsü Fransız olduğu için, onun tercümanlığını yaptım. Do‐ layısıyla Ankara’daki bütün gazetecilere, basın sözcüsünün demeçlerini aktarmak ve onların taleplerini karşılamak gibi bir işim oldu. Bu sayede, Ankara’da bütün kalburüstü gazetecilerle tanıştım. Benim için çok avantajlı bir iş oldu. O dönem, Örsan Öymen’le ta‐ nıştım. Örsan Bey’e bir‐iki özel röportaj, demeç ayarladım. Yaptığım işten çok memnun kaldı ve “Keşke seninle çalışabilsem; ama sadece fo‐ toğrafçıya ihtiyacımız var, kadromuz küçük ve dolu.” dedi. “Ben de fo‐ toğraf çekiyorum.” dedim ve işe alındım. Fotoğrafçı olarak çalışmaya başladım. Bir yıl içinde, başbakanlık muhabirliğine kadar yükseldim.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Röportaj, sadece konuştuğunuz kişinin size verdiği cevapları kap‐ samaz; daha uzun soluklu bir hikayedir. Ben bir okur olarak, baştan iti‐ baren, nasıl kotarıldığını bilmek isterim. Çünkü herkese ulaşmak kolay iş değildir. Bir gazeteci biriyle konuşmuşsa, “Nasıl konuşmuş?” Ayrıntı‐ sını öğrenmek isterim. Hangi bağlantıları kullanmış? Tehdit mi etmiş? Çünkü bunu da gördüm. Civarına rüşvet vereni biliyorum. Bir şey karşı‐ lığında ikna edeni biliyorum. Onun için bunları bir parça bilmek isterim.


341

Benim en ilginç röportajlarımdan birisi İbrahim Tatlıses ile yaptı‐ ğımdır. O dönemde Günaydın gazetesinde, tam sayfa pazar röportajları yapıyorum. İki gün boyunca, İbrahim Tatlıses ile gazino programları… Film çekimleri… Yemekler yeniyor; ama bir türlü oturup da şöyle karşı karşıya konuşamadık. , Sorularıma yanıt vermiyor ve sürekli bir oyalama hali… Meğer Nokta Dergisi ile anlaşmış o hafta dergiye kapak oluyormuş. Tabii ki Nokta’cılar, benim röportaj yapacağımı öğrenince, demişler ki: “Bu rö‐ portaj pazar günü çıkarsa, bizi baltalar.” Bu yüzden beni oyalıyor ki, pa‐ zara yetişmesin diye. Ben, bunları bilmediğim için çok sıkılıyorum. Çün‐ kü Perşembe bitireceksiniz ki, Cuma’ya hazırlanacak, Cumartesi de bas‐ kıya girecek. Sonunda, “Konuşacak mıyız, konuşmayacak mıyız?” diye sordum. Sandalyeyi ittim ve kalktım. İbrahim Tatlıses gibi bir adama nasıl yapı‐ labilir? Ben İstanbul’a döndüm ve her şeyi yazı işleri müdürüne anlat‐ tım. “Konuşamadık.” dedim. Gerçekten gazeteciliği çok iyi bilen Rahmi Turan dedi ki: “Bütün bu anlattıkların ne kadar ilginç; sadece bunları yaz yeter.”

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Ortamı yansıtmak; çalıştığı yeri. Bütün bunlar çok önemli. Ama ta‐ bii, siz maliye bakanıyla yeni vergi yasasının değişikliğini görüşüyorsa‐ nız, bunlar o kadar önemli değil. Ama bence, masanın üstünde son oku‐ duğu kitap önemlidir. Oradan bir şey yakalayabilirsiniz. Gazeteci bütün bu ayrıntılara dikkat etmelidir. Röportajını yaparken de, çalışırken de müthiş bir gözlemci olmak lazım; iyi bir gazetecinin, iyi bir gözlemci olması gereklidir. Bizim okuduğumuz okulda, bize çok iyi eğitim verildiğine inanıyo‐ rum. Ben maliye, hukuk ve anayasa okudum. Siyasal Bilgiler Fakülte‐ si’nde dört ayrı bölümde okutulan dersleri elementer düzeyde aldım. Çok ciddi de, sinemadan tiyatroya, müzikten edebiyata, bunların hepsini okudum. Biz, her konuda konuşabilecek insan olduk. Yani ben okuldan çık‐ tığım zaman, bir yıl içinde foto muhabiri olarak girdiğim bir ajansta, başbakanlık muhabirliğine yükselmişsem, bu arada Anayasa Mahkeme‐ si’ne de ben bakıyordum; bunları eğitim dönemimde edindiğim bilgilerle yapabiliyordum.


342

Rastladığınız her konuda konuşabilmelisiniz. Röportajcı için en önemli şey: dinlemesini, dinlerken anlamasını, anlarken dinlediği şey‐ den soru çıkarmasını bilmektir. Genel kültürü iyi olmalıdır.

4‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Kabul ettirmek gibi, bir sıkıntımız vardı. Bana kalsa, o isimlerle konuşmayabilirdim. Gazetede her şey popüler ve günceldir. Neden o gün yayımlandığının açıklaması olması gerekir. Oktay Ekşi ile konuşma yapacaksınız. Niye Oktay Ekşi ile bugün konuştuğunuzun yanıtını veremiyorsanız, onunla konuşmanızın hiçbir anlamı yok. Gündem yaratmak istiyorsanız o konuda da haklı olduğunuzu ka‐ nıtlamak zorundasınız. Yoksa “Benim canım istedi.” diye olmaz. O za‐ man, okurunuzu ilgilendirmiyor. Popülarite, maalesef herkesin takıldığı bir noktadır. Dolayısıyla gündemde kim varsa ya da sizin gündeme çı‐ karmada haklı olduğunuz bir gerekçeyle, kim önünüze gelirse, onu çıka‐ rıyorsunuz. Türkiye’de, sizin üzerinde konuşabileceğiniz popüler insan sayısı çok az olduğu için, sıkıntı çekersiniz. Ben röportaj yapmayı, bunun için bıraktım. Bir süre sonra tükendi. Meşhur olmayan insanlarla görüşecek‐ siniz. Onları siz parlatacaksınız. Parlatacak insan da, fazla entelektüel kalıyor. Popüler bir gazetede çalıştığınız zaman, çok entelektüel insanla‐ rı fazla kullanamazsınız.

5‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Gideceğim kişi, konuşacağım konuyla ilgili hazırlanıyorum. Ama bazı arkadaşlarımın yaptığı gibi, dedektiflik boyutuna vardırmıyorum. Biraz da keşfetmeyi isterim. Çünkü o insan hakkında her şeyi biliyorsa‐ nız, heyecanlanmazsınız. Elbette genel çerçeveyi bileceksiniz. Hangi konuda konuşturmak istiyorsanız, onunla ilgili bilgi edinirsiniz. Ama biraz da keşfetmek ve heyecanı birlikte yaşamak iyi olur. Asla soru hazırlamam. O kişi ve konuyla ilgili hazırlanırım; ama “Birinci soru bu, onuncu şu, otuzuncu şu.”, böyle bir şey hazırlamam. Hatta sadece gazete için değil, yaptığım tüm konuşmalar için bu böyle‐ dir. Soracağınız sorular sizi bağlar. Siz o zaman, “Şimdi kaçıncı soruyu soracağım? Bu soruyu sordum mu?” Telaşına girersiniz. Sohbetin doğal‐ lığı kalmaz. Halbuki anlattığı şeyi yakalayıp soru çıkartmak, beni daha


343

ciddi dinlemeye zorlar. Onun için, işi akışına bırakın, dinleyin; dinledik‐ lerinizden ilginizi çekenler üzerinden devam edin.

6‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Röportaj yaptığımız yere bağlı. Yani eğer siz, konuğunuzla yemeğe gitmişseniz süre farklı; ofisine gitmişseniz süre farklıdır. Ben, televizyon için dış röportajlar yaptım. Kişilerin bulunduğu ortamlarda röportajlar yapıyorduk. At üstünde de, hastanede de röportaj yaptık. Karşınızdakini bayıltmayacak ama malzeme verecek kadar uzun olması, yazılı röportaj için gereklidir.

7‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlamanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Ben, şöyle bir yöntem izlerim. Aslında çok doğru olmayabilir. Ka‐ yıt alırım; fakat röportajı yazarken, önce deşifre yapmam, yazarım. Do‐ layısıyla aklımda ne kaldıysa onu yazarım. Akılda kalanlar da en çok ilgi çekecek olanlardır. Halbuki önce deşifre yaparsanız, ona bağlı kalırsınız. Bir biçimde size pranga olur. Ondan kaçamazsınız. Önce yazarsanız; sonra kontrol edip düzeltirsiniz. Zaten işe yaramayanları, ilk etapta at‐ mış olursunuz.

8‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mi‐ mikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Şunu uygulamamakta yarar var. “Kahkaha sesleri”, efekti yazarak anlatamazsınız. Bu radyo veya televizyonda olsa, dinleyen ya da izleyen duyacak, görecek. Ama siz yazdığınız zaman, orada da o kahkaha olmu‐ yor yani. Tam tersi, bir yabancılaştırma efekti oluyor. Ne demek, kahka‐ ha sesleri? Onun yerine şöyle bir şey olabilir; illa da güldüğünüzü anla‐ tacaksanız, “Burada o kadar güldük ki…” diyebilirsiniz.

9‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? En zor iş o. Özellikle siyasetçiler, siz ne sorarsanız sorun; sadece kendi anlatmak istediklerini anlatır. Yazılı iken zor değil; on kere sorar‐ sınız, yazmazsınız söylediklerini. Sizin elinizde ipler… Fakat canlı yayın‐ da, sizin felaketiniz olabilir. Kaç defa başıma geldi. Sorduğunuz soruya cevap vermediği gibi susmuyor da. Şimdi eğitim programı sunuyorum televizyonda; karşınız‐ dakiler ne kadar beyefendiler, çok zarifler. “Sus” diyorum susuyor; en


344

ufak bir kaş‐göz işaretinde susuyor. Bu başka bir disiplindir yani. Siya‐ setçileri mümkün değil susturamıyorsunuz. Siz konuşuyorsunuz; size rağmen konuşmaya devam ediyor.

10‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? İyi dinlerim. Çok önemli bu… Genellikle röportajcı dinlemiyor çünkü. Kafası kendisiyle meşgul oluyor; “Ben ne sorayım? Nereden ya‐ kalayayım? Nereden döneyim?” Yahu bırak; adamı dinle. Nasıl olsa çıkar içinden bir şey. Ben bazen görüyorum televizyonda; kamera yakalıyor: Adam orada konuşuyor; röportajcı, kağıtlara bir şeyler yazıyor...

11‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? Yok, böyle bir şey hatırlamıyorum. Çünkü ben zaten çok soru so‐ rarım. Çok etrafında dolanırım. “Tüh, bunu nasıl kaçırdım?” dediğim soru olmadı.

12‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olurdu? Evet oldu. Birkaç defa üstelik. Gazetelerin yayın politikası bu; ya‐ pabileceğiniz bir şey yok. Bir defasında rahmetli Duygu Asena ile yap‐ tım, çok güzel bir röportajdı. Yayımlamadılar; çünkü başka bir yerde çalışmaya başladı. Yayın yönetmenim dedi ki: “Kadın başka bir yerde başlıyor ve sen onu parlatacak bir şey hazırlayıp ortaya koyuyorsun.” “Ne var bunda?” dedim.” O, senin rakibin.” dedi. Bence o arkadaştı; iyi bir gazeteciydi; yani pekala parlatılması gerekiyordu. Bir‐iki, bunun gibi yayımlanmayan röportajım oldu.

13‐ İzlediğiniz ve beğendiğiniz röportajcılar var mı? Bütün röportajcılara bakarım. Daha doğrusu bu bizde hastalık; bü‐ tün gazeteleri okumak. Konunun ilgi çekmesi lazım. Kişi kadar, konu da ilginç olmalı. Şu ara en popüler olan Ayşe Arman; Ayşe’nin röportajlarını beğeniyorum. İyi hazırlanıyor. Nuriye Akman var. O, gerçekten dantel gibi örüyor. Bu tür röpor‐ tajlardan, bence gazetelerde vazgeçilmemesi lazım. Çünkü başka bir tarz, uzun soluklu bir çalışmadır. Neşe Düzel yapıyor. Neşe, çok siyasi baktığı için, müthiş bir oryan‐ tasyon yapıyor. Bu tür izlenim yazıları da gazetelerde yer alsın diye dü‐ şünüyorum, tadı başkadır.


345

Mehmet Yaşin yapıyor. Ben oradaki çam kokusunu duyarım, iyi anlattıysa.

14‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Çok fazla. Kişiyle yaptığınız röportajlarda, odada bir fotoğraf çek‐ tiriyorsunuz; onun genelde sevimli olmasına dikkat ederim. Kişiyi yan‐ sıtması çok önemlidir. Benim esas sevdiğim tür, izlenim yazılarıdır. Orada fotoğraf, işin süsünden çok ana unsuru haline geliyor. Fotoğrafla çok güzel bir şey de anlatabilirsiniz; yönlendirme de yapabilirsiniz. Fotoğraf çok tehlikeli bir şeydir. Neyi, nasıl göstermek istediğinizi, kendi gözünüzden koyabilirsi‐ niz oraya. Yazıdan çok daha etkilidir; daha çok kandırmaca olabilir. Çok iyi bir unsurdur. Bir de, inandırma potansiyeli daha yüksek. Röportaj da öyle mesela, çok tehlikeli bir tekniktir. Öyle bir kurgu‐ larsınız ki, üç sorunun yerini değiştirirsiniz, iki soru atarsınız; adamın söylediklerine hiç ek yapmayın. Sadece elinizdeki malzemeyi farklı kur‐ gulayın; birkaç şeyi de çıkarın; adamın sonunu getirirsiniz.

15. 24. Zeynep Oral

1‐ Gazeteciliğe nasıl başladınız? Röportaja yönelmenizin nedenle‐ rinden söz eder misiniz? İzmir Amerikan Lisesi’ni bitirdikten sonra Fransa’ya okumaya git‐ tim. Paris’te Yüksek Gazetecilik Okulu’nu bitirdim. Paris’te çok yalnız‐ dım. Çok şey öğrenmem, yetişmem gerekiyordu... Ve yalnız öğrenmeye,


346

dünyadaki kendi yaşıtlarımla aramdaki farkı kapatmaya çalıştım. O ara‐ da da kendimi en iyi, yazarak ifade edebildiğimi gördüm.

2‐ Yaptığınız işi nasıl adlandırıyorsunuz, “röportaj” mı “söyleşi” mi? Sizce röportaj ve söyleşinin farkı nedir? Türkiye’ye gelip de çalışmaya başladığımda, iki yabancı dil bildi‐ ğim için, beni hep yabancılarla konuşmaya yollarlardı. Ve öyle öyle, yapa yapa öğrendim. Bir de dediğim gibi, ustaları çok okurdum. Yazmanın çoğu, okumaktan geliyordu. Zaten merak ediyordum; öğrenmek istiyordum. 40 yıl sonra bu‐ gün dahi, ancak ben bir şey öğrenirsem; yazdığım yazıdan tat alabiliyo‐ rum. Merak ettiğiniz vakit, öğrenmek, bilgilenmek istediğiniz vakit de soru soruyorsunuz. Röportaj ve söyleşinin farkı var. Ben çok söyleşi de yaptım; çok röportaj da yaptım. Benim için röportaj bütün geçmişiyle, tarihsel eko‐ nomik, coğrafi atmosferi de dahil olmak üzere, kültürel bütün çerçeve‐ siyle bir olayı, bir şeyi anlatmak. Söyleşi, benim için daha çok soru‐ cevap.

3‐ Röportajın işlevi ve röportajcının görevi nedir? Her röportaj yapan, işlevini zaten yaptığı seçimlerle kendi belirli‐ yor. İlk seçim, kimle röportaj yapacağından başlıyor… Ben seçimimi çok‐ tan yapmıştım… Ben, insanı insan yapan değerleri yüceltmek için, röpor‐ taj yapıyorum.

4‐ O değerleri açar mısınız? Sizin için neydi? Yaratıcı gücün en büyük erdem olduğunu, insanlara anlatmak. Ya‐ ratıcı güce olanak tanımak. Dostluk, dayanışma, özgürlük, eşitlik gibi duyguları ortaya çıkarmak ve her türlü haksızlığa karşı çıkmak. Ayrımcı‐ lığa karşı çıkmak. “İnsanı insan yapan ilkeler” derken, bunları söylüyo‐ rum.

5‐ Röportaj yaptığınız kişileri belirlemede kullandığınız ölçütler ne‐ lerdir? Bu konuda çalıştığınız basın‐yayın organının yönetici ya da sahip‐ lerinden öneri alıyor musunuz? Tabii ki öneri alınması gerekir. Sahibinden değil tabii… Genel ya‐ yın müdürüyle konuşmak gerekir, tartışmak gerekir. Ben şanslıydım; genellikle kendim seçerdim. Ama şunu da söyle‐ yeyim: örneğin Abdi İpekçi dönemini hatırlıyorum; “Hiç haberini yapa‐


347

mam.” dediğim şeyi, o beni ikna ederse yapardım. Benim önerim kabul edilmezse, ben ikna ederdim onları. Yani bunlar konuşarak, tartışarak, birbirini ikna ederek olur. Röportajı yapanın kendi değerleri, kendi seçimleri doğrultusunda olması gerekir. Yani öbür türlü, tutulmuş bir maşa olur.

6‐ İyi bir röportaj için nasıl bir hazırlık yapılmalı? Siz nasıl hazırla‐ nıyorsunuz? Bir kere röportaj herhangi bir kişiyle ilgiliyse, o insanla ilgili her şeyi bilmek zorundasınız. Bu bir yazarsa, tüm kitaplarını okumuş olmak zorundasınız. Müzisyense, müziğini dinlemiş olmanız lazım. Yaptığı işi, çok iyi bilmeniz lazım. Bir yer üzerine bir röportaj yapıyorsanız o yerin tarihini, coğraf‐ yasını, ekonomisini, kültürel alt yapısını kesin bilmeniz lazım. Ne kadar bilgili olursanız, o röportaj o kadar sağlıklı olur. O kadar ne soracağınızı bilirsiniz. Hiçbir şey bilmeden röportaja gidenler de var; biliyorum... Diyelim ben, Valessa ile konuşmaya gideceğim. Tutuyorum, Po‐ lonya’nın edebiyatını, şiirini okuyorum; müziğine kadar her bir şeyi din‐ liyorum. Yani ben, mutlaka kültürel çerçeve içinde ele alıyorum; top‐ lumsal ilişkileri araştırıyorum.

7‐ Sizce belli bir aşamadan sonra mı röportaj yapmalı gazeteciler; böyle bir şey söyleyebilir miyiz? Hayır; böyle bir katı kural koymak istemiyorum. Bazı gençler var ki, benden çok daha bilgililer. Yani donanımlıysa, ilk andan da yapabilir. Ama donanımlı değilse, vallahi 50 yıl gazetecilikten sonra da yapsa bir şeye benzemiyor. Bir de ben, özellikle şunun üzerinde duruyorum: Bir insanla rö‐ portaj yaparken, siz o insanı çok iyi tanıyabilirsiniz; ama okurun gözüyle o insana bakmak lazım. Yani okuru da donatmak lazım. Mesela genç arkadaşlar biriyle röportaj yapıyorlar. “Peki, bu rö‐ portajı, şimdi neden yaptın?”, “Bu sorunun cevabı metnin içinde mi?”, “Niye şimdi durup dururken bununla röportaj yapıldı?” Bu sorunun ya‐ nıtını mutlaka alması lazım; röportajı yapan… Bir de herkes her şeyi bilmek zorunda değil; okura hatırlatmak lazım o insanın geçmişini, ne olduğunu, ne bittiğini en öz bir biçimde...

8‐ Röportaj yaparken zamanı nasıl kullanıyorsunuz?


348

Araya girmek şart; konuşulan kişinin yanıtlarından yeni soru üretmek şart. Ben, yalnızca önceden hazırlanmış sorularla röportaja gidilebileceğini hiç sanmıyorum. Onun için de çok donanımlı olmak ge‐ rek… Süre konusu ise ilginçtir. Baştan sürenizi bilirsiniz. Ben çok tanık olmuşumdur, “yarım saat” derler; ama akıllıca sorular sorduğunuz vakit, bir buçuk saate uzar. Röportajı yapan ne kadar donanımlıysa, okur da onu o kadar rahat okur. Zaten insan en iyi bildiği şeyi yazabilir. Bilmeden yazamaz. Bilme‐ den yazdığı vakit, dolambaçlı yollara sapar; laf salatası olur. Bir de ben, hep şuna inanmışımdır: Bir şeyi en güzel yazmanın yolu, en açık, net, doğrudan söylemektir... Ve gazetecilikte buna ihtiyaç var.

9‐ Açıklık, netlik veya dolaylı anlatım üslupla ilgili; sizin bu konuda önerilerinizi öğrenebilir miyiz? Hayır; gazetecilikte “dolandırarak anlatma” diye bir şeyi, ben ka‐ bul etmiyorum açıkçası. Ne kadar net, dolaysız, doğrudan, ne kadar açık‐ seçik söylerseniz, o kadar güzel olur yazınız. Edebiyat yapmak yeri değildir gazete. Ama rengini kokusunu, do‐ kusunu, havasını atmosferini, sesini, melodisini, ritmini tabii ki koyacak‐ sınız, röportajı yaparken. En önemlisi kurgulamak… Ve bunu yaparken de, röportajı yaptığınız insana sadık kalacaksınız. Örneğin, soruyu sor‐ duğunuz biçimi, sonradan değiştiremezsiniz. Bunlar çok önemli ayrıntı‐ lar, benim için. Röportajı yaptığınız kişiye soruyu nasıl sorduysanız, onu öyle tekrarlamak zorundasınız; değiştiremezsiniz. Onun için de açıklık, netlik, dolaysız olmak çok önemli.

10‐ Röportaj yazarken edebi bir dilin kullanılması, betimlemeler yapılması da önemli değil midir? Tabii ama “edebiyat yapmak”, illa çetrefilli bir şeyler kullanmak değildir. Ama tabii ki her sözcüğü seçmesi lazım; tabii ki kendi yorumu‐ nu katacak. Bir şeyi söylemenin binlerce yolu var. Onu nasıl söyleyece‐ ğine karar verecek. Benim için en güzel biçim, en yalın en açık olan. Ama tekrar ediyo‐ rum, tabii ki rengini, sesini, melodisini, kelimelerin ritmini ihmal etme‐ yecek. Bütün bunları tabii ki katacak; yani kokuyu bile katabilir; görsel‐ liği tabii ki katacak. Ben yüksek sesle okuyarak, kendi yazımda sözcük seçimimi belirlerim bazen. Ama sonuçta önemli olan anlam ve bize ge‐ çirdiği duygudur.


349

11‐ Röportaj metnini kurgularken, neleri atıp neleri anlatmanız ge‐ rektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Attıklarınızdan pişmanlık duyduğu‐ nuz oluyor mu? Bir kere, karşındaki insana haksızlık etmeden. Karşındaki insanı mağdur etmeden. Yazının içinde belli bir denge sağlayarak. Dengeli ol‐ maya çalışarak.

12‐ Açabilir miyiz, dengeyle ne anlatmak istediğinizi? Denge, hem okura, hem röportajı yaptığına, hem de kendine karşı saygılı olmak.

13‐ Röportajınızda sözlü ifadeler dışında el‐kol hareketlerini ve mimikleri nasıl yansıtıyorsunuz? Binlerce yolu var. Dikkatli seçimler yaparak, sözcükleri kullana‐ rak, beden dilini ifade ederek… Bir şey “ironi” olarak söylenmişse, alay etmek için kesinlikle “gülüşme olduğunu” söylemek lazım. Örnek vereyim, bir kez Aziz Nesin “Şu netron bombası ne güzel ne cici bombaymış… Maşallah insanları öldürüyor; ama binalara evlere dokunmuyor.” diye söylemişti. Ciddiye alanlar oldu bunu… Hiç olmazsa orada, “Aziz Nesin’in gülümsediğini” belirtmenin yararı var.

14‐ Röportaj yaparken görüştüğünüz kişilerin sizin kontrolünüz dı‐ şına çıkmaması için ne gibi bir tutumunuz var? Karşınızdakini istediğiniz sınırlar içinde tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Konuşma çok dallanıp budaklanıp gidiyorsa, “Bu konu bu röportaja girmeyecek; bu konuya giremeyeceğim, onun için tekrar şu konuya döne‐ lim.” diye uyarabilirsin karşındakini.

15‐ Temel teknikler dışında kendinize özgü kullandığınız röportaj teknikleri var mı? Kendime has teknik demeyeyim ama mümkün olduğunca karşım‐ daki insana dürüst olmak, saygılı olmak. Hep bunu söylüyorum, herkes herkesi sevmek zorunda değil; ama herkes, herkese saygılı olmak zo‐ runda. Dürüst olmak, açık olmak, ikili oynamamak, net olmak, teknik bu.

16‐ Röportaj sonrası “Keşke şunu da sorsaydım…” diye düşündü‐ ğünüz oldu mu? Böyle bir şey yaşasaydınız, nasıl davranırdınız? Her zaman oldu. “Ben bunu daha iyi yazabilirdim.” duygusu hep vardı. Telafisi… Gerçekten beni rahatsız eden çok ciddi bir şey olduysa, mutlaka telafi etmişimdir. Ya bir köşe yazımda, ya bir başka yazıda mut‐ lak düzeltmişimdir.


350

17‐ Köşe yazarı olup aynı zamanda röportaj yapan gazeteciler var. Köşe yazarı ve röportajcı kimliklerinin birbirine karışmasını nasıl değer‐ lendiriyorsunuz? Köşe yazısı bir zamanlar, yalnız yorum ve düşünce yazısıydı. Bu‐ gün öyle bir şey kalmadı. Köşe yazısı dediğimiz yazıda o imzayı bağla‐ yan, bir fıkra da olabilir, makale de olabilir, analiz de olabilir, röportaj da olabilir. 18‐ Sizin önemsediğiniz bir röportajın yayımlanmadığı oldu mu? Böyle bir durumda tepkiniz ne olur? Yaptığım röportajdan dolayı kavga eden, karşı çıkan, kızan olmuş‐ tur. Gazete yöneticileri hoşlanmayabilir; yaptığım bir şeyden… Ama ya‐ yımlanmadığı olmadı.

19‐ Karşılaşsaydınız tavrınız ne olurdu? İşte o zaman, köşenizin olmasının yararı ortaya çıkıyor; çünkü onu yine başka bir şekilde özünü verme olanağınız oluyor.

20‐ Fotoğrafın röportaja etkisini değerlendirir misiniz? Fotoğraf se‐ çiminde etkili misiniz? Çok şey anlatır. Bazen binlerce sözcükten çok daha kısa, özlü me‐ sajı verir. Kesin yararına inanıyorum. Karşı olduğum fotoğraf türü, rö‐ portaj yazarının da illa ki görünmesi. Fotoğrafların seçiminde ben çok etkili değildim. Teknik konuları çok iyi anlamadığım için, her işi uzmanına bırakmanın daha doğru oldu‐ ğunu düşünüyorum.


347

Bölüm E

16. RÖPORTAJ ! ‐ SÖYLEŞİ ! ‐ GÖRÜŞME ! ÖR‐ NEKLERİ 16. 1. Akşam 16. 1. 1. “Bu Yalı Benim Bebeğim.”

Sait Halim Paşa Yalısı’nın işletmecisi Mustafa Göçen’le tanışma‐ mız, kendisini üzen bir haber neticesinde de olsa, bu tanışmaya sebebi‐ yet verdiği için sevindim açıkçası. Tarih ve sanat aşığı bir insan olan Mustafa Bey, aynı zamanda birçok dernek için çalışan ve İstanbul’da çok sık görmeye alışık olmadığımız “beyefendi”lerden. Yalıya tatlı tatlı do‐ kunan dalgaların büyüleyici sesi ve tarihin esrarengiz çekiciliği eşliğin‐ de, Göçen’le çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. ‐ Sizi üzen neydi Mustafa Bey? ‐ 2005 yılı Haziran ayından beri yalının sahibi benim. Yalıyla o ka‐ dar özdeşleştim ki, dostlarım bana “sadrazam” diye hitap etmeye başla‐ dı. Açıkçası hoşuma da gidiyor. Mehmet Ali Erbil yakın arkadaşımdır ve kendisiyle ağabeyinin, restoranımızda halkla ilişkiler yapması konusun‐ da konuştuk. Bu konu basına, “Erbil’in eşi yalının işletmecisi oldu.” şek‐ linde yansıdı. Bu haber sadece beni değil, onları da şaşırtıp üzdü herhal‐ de. Kimse asılsız bir haber çıksın istemez neticede. Ben önümüzdeki 49 yılın planını yapıyorum. Yalı ve ben bir bütün olduk ve birlikte çok mut‐ luyuz. Ben burayı kimseye devretmeyi düşünmüyorum; aklımdan bile geçmiyor. Zaten asıl mal sahibi Milli Emlak ve 49 yıllığına kiracısı benim.

‐ Yalıyı ne kadar sevdiğiniz belli... ‐ Evet, sanki bebeğimiz bizim.

‐ Neden bu yalıyı almak istediniz? ‐ Turizm ve inşaat şirketi sahibiyim. İlk işimizi Kuşadası’nda yap‐ tık. Bu yalıyı şirketimizin prestiji olarak almak istedim. Dekorasyon ta‐ mamen bize ait. Düğün, catering ve organizasyonlar yapılıyor. Geçen yıl bir restoran açtık, ama bu yıl açmayacağım. Çok özel olmalıydı restoran,


348

hem de organizasyonla karıştığı dönemler de oldu. O yüzden istemiyo‐ rum bu yıl.

‐ Başka neler yapıyorsunuz? ‐ Zihinsel engelli kişilerin spor yapmaları amacıyla kurulmuş özel sporcular derneği var; 260 ülkede destek veren bir organizasyondur. Dilek Sabancı onursal başkandır; ben de başkanıyım. Başka bir proje de toplumdaki kişileri eğitmekle ilgili. Toplumda engellilere nasıl davranı‐ lacağı bilinmiyor.

‐ Zaten öyle değil mi? Sakat ve yaşlılar eve mahkum. ‐ Evet öyle, zaten gidebilecekleri bir yer yok. Örgütlenmek ve ta‐ lepkar olmalarını sağlamak lazım. Otobüslere, taksilere binmek müm‐ kün değil. Birilerinin üstlenmesi gerekli, belli standartlara erişince in‐ sanlar etrafı görmüyor. Benim kızım 97’de beyin kanaması geçirdi. En‐ gellilerin çektikleri sıkıntıları çok iyi biliyorum. Bir proje yaptım. Anka‐ ra’ya yapmak istediğim bu okul 2 milyon dolara çıkıyor. Ben yapayım ama 20 aile bulayım, bunlar da 200’er bin dolar bağışlasın ve oradaki insanlara bakılacak bir fon oluşsun istedim. Bir kişi bile destek olmadı. O zaman İstanbul’daki dostlar “Boş ver, sen de bizimle çalış.” dediler, ben de özel sporcularla ilgileniyorum.

‐ Siz ne yapacağınızı bilmiyorsanız, yukarıdan söylenmesi gerek‐ mez mi? ‐ Çevreden, aileden, okuldan bir kültür gelmesi gerekli. Oğlunun spastik olduğunu söylemeye utanan insanlar var. Yüzde 15’i engelli ül‐ kenin.

‐ Ama görünürde hiç yok gibi. ‐ İnsanlar çok acımasız ve menfaat en önemli şey olmuş. Aslında o insanlardan oy da alacaklar. Aileler bile yok farz ediyor. Devlet de gör‐ mezden gelirse problem olmuyor. Kültürler çok yavaş gelişir. Avrupa’da neden gelişti bu kültür? Aileden, çevreden başlıyor çünkü. Fizyoterapi okulu var mesela Ankara’da, oraya giden milletvekili çocuğu varmış en‐ gelli, yürümeye başlamış bir süre sonra ailesi sevinmemiş bile.

‐ Onları yok sayınca incinmiyorlar belki. ‐ Bastırmak daha kolay tabii. Yöntemler de kullanılmıyor. ABD’de kişisel gelişimler yaygın kullanılıyor. TV programlarına bakınca onları seyredenlerle yapanlar aynı fikirdeler. Her şey, kötülük de iyilik de hızla yayılır. Eğitici programları o kesimin hoşuna gidecek şekilde vermek lazım.


349

‐ Yaptırım lazım işte... ‐ Piramitlerin başındakilere bakın ama. Örnek olması gereken in‐ sanlara bakın. Kimse ak sütten çıkmış ak kaşık değil, kanunlar doğruyu yapmaya müsait değil maalesef. Boğaz’da oturduğunuzu farz edin, pen‐ cereler çürüdüyse değiştirmek için izin almanız lazım.

‐ İyi ki Boğaz’da oturmuyorum sevindim şimdi... ‐ Gülüyoruz Yok canım inşallah oturursunuz. Dürüst devlet me‐ muru bir yer edinemiyor, diğer adam uyanık; gidiyor gecekondu dikip birkaç daire edinebiliyor.

‐ Ülkeyi nasıl görüyorsunuz peki, gidişat iyi mi? ‐ Avrupa Birliği uyum aşaması çalışmaları sonucu farklılıklar ola‐ cak sanırım. Gelecekle ilgili ülkenin çok ümit vaat ettiğini söyleyebilirim. Bir anda yükselen dev binalar görüyoruz. İstikrarlı bir yapılaşma oldu‐ ğunu düşünmek lazım iyi niyetle bakarsak. Enflasyon düştü, tek haneli oldu, her şey iyi gibi. İmajımızın düşmemesi, zedelenmemesi lazım. Yu‐ nanistan ve İspanya’ya turist kaçırmamak lazım. 2005 iyi geçti sonuçta. İyileşmenin 2006’da sürmesi lazım. Kuş Gribi gibi olumsuzluklar aşılsa çok iyi olur. Dernekler olarak toplanıp ilanlar vermek lazım. Yeniliklerin ve hayatın dışında kalanlar kaybederler.

Sait Halim Paşa Yalısı Yeniköy’deki Sait Halim Paşa Yalısı ya da bilinen adıyla “Aslanlı Yalı”, 19. Yüzyıl’ın son çeyreğinde 1878 inşa edilmiş. Yalı, Mısır hıdiv‐ lerinden Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Prens Abdülhalim tarafından oldukça harap durumdayken satın alınmış. Prens, yalıyı tamamen yıktı‐ rarak yerine, yalıdan çok bir sahil sarayı olan bugünkü yapıyı inşa ettir‐ miş. Yalının mimarı Çanakkaleli mimar‐kalfa Petraki Adamandidis. Prens’in yalıya ismini veren kardeşi Sait Halim Paşa ise 1863’te Kahi‐ re’de doğmuş, İsviçre’de eğitim görmüş. 1913’te Osmanlı Devleti’nin sadrazamı olarak göreve getirilmiş ve 1921’de de Roma’da vurularak öldürülmüş. 1960’lı yıllarda ise yalı, Sait Halim Paşa’nın varisleri tarafından Turizm Bankası’na satıldı. 1980’li yıllara kadar kumarhane ve tören sa‐ lonu olarak kullanıldı, 1980–84 yılları arasında Turizm Bankası tarafın‐ dan Başbakanlığın resmi toplantılarında kullanılmak üzere TAÇ Vakfı’na restore ettirildi. Bu dönemde yalının bahçesi bir gece kulübüne kiraya da verildi. Başbakanlık yazlık konutu olarak da kullanılan yalı, 1995 yılı sonunda nedeni bilinmeyen bir yangınla kısmen yandı ama aslına uygun olarak restore edildi. Restorasyon çalışmaları 2002 yılında tamamlanan


350

Sait Halim Paşa Yalısı, yangından önceki haline değil de, inşa edildiği 1890’lı yıllardaki görünümüne kavuştu. Elif Aktuğ. Akşam, 22.03.2006.

16. 1. 2. Aile Merkez Bankası

Onların, ekstresi kapılarına gelmeyen kredi kartları, sıfırlarını hiç düşünmedikleri açık çekleri var. Çünkü isteyerek veya istemeden, alış‐ kanlıktan veya ihtiyaçtan, onlar hala aile bankasının en sadık müşterile‐ ri. “Dışarıdan bakıldığında çok renkli bir işi olan, özgüvenli ve sanki her an İtalya’ya çanta almaya gidecek bir kadın görüntüm olsa da, benim en büyük vizem ve bankamatiğim canım annem ve babam.”

Dört seneyi aşkın bir süredir basın danışmanı ve editör olarak ça‐ lışan Çisel Onat, bu açıklamasından da anlaşılabileceği gibi cebi hala “baba parası”na ihtiyaç duyanlardan. Zaten nasıl duymasın ki? Kendi ayaklarının üzerinde durabilen biri olsa da yirmili yaşlarının ortasındaki Onat, ne yazık ki “hak ettiği maaşı” alamayanlardan. Yeteneklerini gösterebileceği, adil, profesyonel ve kurumlaşmış bir yerde çalışma imkanı bulamadığı için de, anne‐baba bankasını mec‐ buriyetten kullanmak zorunda. Üstelik sadece o da değil, bugün binlerce genç, aile ocağında yaşadıkları rahat hayatı kendi imkanlarıyla sağlaya‐ madıkları için, ailelerinden maddi yardım almaya devam ediyor. Şartların bu durumu mecbur kılmasından şikayetçi olanların yanı sıra bu durumdan memnun olanlar da var. Örneğin özel bir hastanede bölüm koordinatörü olarak çalışan Sinem Sak, aslında pek rahat olmasa da kendi maaşıyla geçimini sağlayabileceklerden. Ama sadece geçim derdinde değil, keyifli bir yaşam peşinde olan genç kadın bu konuda ailesinin kaynaklarına güveniyor. “Belki elektrik ya da su faturalarımı öderken değil ama mesela bir Louis Vuitton çanta almak istediğimde aileme başvuruyorum.” diyen

Sak, ailesinin de bu durumdan memnun olduğunu söylüyor. Ona göre, kendi ayakları üzerinde duruyor olmasına rağmen onların desteğini istemesi, ailesinin de gururunu okşuyor. 27 yaşındaki genç kadın, bu ilişkinin kendine maddiyatın ötesinde manevi olarak da bir haz verdiğini söylüyor. Hatta günün birinde aldığı maaş her türlü keyfi harcamasına yetse de, aile bankasını terk etmek istemeyeceğini bile düşünüyor. Çünkü yaşı kaç olursa olsun, hala onların


351

çocuğu olduğunu hissetmek, onlardan her türlü desteği alabileceğini görmek, onu çok mutlu ediyor. Psikolog Dr. Ayşen Sarı, gerek Çisel Onat’ın, gerekse Sinem Sak’ın durumunun, Türkiye’nin ekonomik şartlarıyla aile yapısının ortak sonu‐ cu olduğu görüşünde. Elinde avucunda neyi varsa çocuğuna harcayan ailelerin bu yaptıkları, istemeden de olsa çocuklarının geleceğine de damga vurmalarına neden oluyor. Çocuklarını belirli standartlara alış‐ tırmaları yüzünden, çocukların bu standartları ülke şartlarına göre ken‐ di başlarına elde etmeleri uzun bir süre alıyor. Bu sırada da ailenin des‐ teğini sürdürmesi, hem manevi hem de maddi olarak kaçınılmaz bir ihtiyaç oluyor. Tıpkı 22 yaşında ve yaklaşık iki senedir çalışma hayatının göbe‐ ğinde olan Metin Üstünel’in durumunda da olduğu gibi. Pek çok insana göre oldukça iyi bir maaş alan Üstünel’in buna rağmen ay sonu geldiğin‐ de asıl güvendiği, ailesinin arkasında olduğunu bilmek. “Eğer hayatta önemli bir yerlere geleceksem, bu ailemin desteğiy‐ le olacak; hem maddi hem de manevi desteğiyle.” diyor genç barmen.

Bazı durumlarda da genç yetişkinler, kendi arzularının dışında müşterisi oluyor aile bankasının. Çünkü hala ailesinin küçük kızı veya oğlu olarak görülen, kaşla göz arasında cebine üç beş kuruş sıkıştırılan veya ziyarete geldiklerinde dolap alışverişi onlar farkında olmadan aile‐ si tarafından yapılan ‘şanslı’ bir kesim de var. Tıpkı 22’sindeki Dürdane Erkal gibi. Üniversiteyi bitirdiğinde ra‐ hatça bir işe başlayabilecekken, eğitimine bir süre daha devam etme kararı aldığı için ailesinin cebinden geçinmeye devam etmek zorunda kalmış Erkal. Ama bu durum, normal şartlar altında çoktan emekli olma‐ sı gereken ailesinin hala çalışmasına neden olunca vicdan azabı çekmiş. Yüksek lisans eğitimi alırken çalışmaya başlamak istemesinin en önemli nedeni de bu azap olmuş. Sonunda kafasına göre bir iş bulduğunda ailesine söylediği ilk şey; “Artık para göndermek zorunda kalmayacaksınız.” olmuş. Ama ailesi hemen karşı çıkmış ve çalışmaya başlamasına rağmen, aynı cep harçlığı‐ nı yollamaya devam etmiş. Erkal, “Sanırım ben hayatım boyunca işe de girsem, evlensem de ailemin daima arkamda maddi ve manevi destek olduğunu bilerek rahat yaşayacağım.” diyor.

Psikolog Dr. Ayşen Sarı’ya göre bu durumun altında yatan asıl psi‐ kolojik neden; çocukların ne kadar büyürlerse büyüsünler, ebeveynleri‐ nin gözünde her zaman çocuk kalmaları. Uzmana göre bu duygunun da kendini, sadece manevi anlamda değil, çoğu zaman maddi anlamda da


352

gösteriyor olması oldukça normal. “Çocuklar ne kadar büyüse de, ne

kadar kendi paralarını kazanmaya, kendi hayatlarını yaşamaya başlasa da, aileler maddi olarak destek olmak ister, hatta bazen kendilerini mecbur bile hisseder.” diyor Sarı. Sebepse özellikle Türkiye gibi aile de‐

ğerlerine önem verilen ülkelerde, vermenin aileler için, almanın da ço‐ cuklar için bir refleks olması. 27 yaşındaki Sinem Sak, keyfi ihtiyaçlarında ailesine başvuranlar‐ dan. Buna ek olarak, bazen o talep etmeden de ailesinin desteğiyle karşı‐ laşması nedeniyle aile bankasını sıklıkla kullanan biri olduğunu söylü‐ yor. Şartların onu bu noktaya getirmesinden şikayetçi olan Çisel Onat’ın tek arzusu, ailesinin bir an önce faiz işletimini başlatabilmesi ve Tanrı’nın ona, bu desteğin karşılığını kat kat fazlasını geri ödeyebilme fırsatını vermesi. Ama o zaman gelene kadar Onat, ailesinin tek sponso‐ ru olacağını söylüyor. Sabanur Kıraç. Akşam, 03.06.2006.

16. 2. Birgün 16. 2. 1. “Savaşı Resmi Bültenden Öğreneceğiz.”

Pulitzer ödüllü fotoğrafçı Murad Sezer ve Serkan Şentürk’ün Irak fotoğraflarının yer aldığı, “Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Şehir


353

Notları Sergisi”, 24 Mayıs’a kadar açık. Sezer, savaş, iliştirilmiş gazeteci‐ lik, fotoğraf ve basın konusunda Birgün’ün sorularını cevaplandırdı. Savaş sözcüğünün çağrıştırdığı vahşet, çoğu zaman gerçekliğin uzağında yapay bir duygu olarak kalmaya mahkum. El yanmadan ateşin ne olduğunun anlaşılmadığı gibi, savaş da uzaktan sadece üzüntüyle izlenen görüntülerden ve kanlı fotoğraf karelerinden ibaret kalıyor. Ancak savaş alanlarının silahsız askerleri, iliştirilmiş gazeteciler, bizi bilmediğimiz bu acılarla tanıştırıyor. Bunlardan biri Murad Sezer. Sezer, 2005’te Irak’ta çektiği fotoğrafla Pulitzer Ödülü’ne layık görülen ilk Türk foto muhabiri unvanını aldı. İstanbul Üniversitesi Basın‐Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler’den mezun olan Sezer, 1987’de spor foto muhabirliğine başladı, Tercüman, Meydan ve Milliyet’te görev yaptı. Sezer 1997’de Associated Pres AP ajansında çalışmaya başladı ve savaş alanlarıyla tanıştı. Kosova, İsrail ‐ Filistin, Afganistan ve Irak’ta savaşın gerçekliğini ordulara iliştirilmiş bir gazeteci olarak yaşadı ve görüntüledi. ‐ Savaş ortamında ne kadar temkinli olunabiliyor? ‐ “En iyi gazeteci sağ gazetecidir.” mantığıyla düşünerek, bir kare fotoğraf çekeceğim ya da bir kelime daha fazla yazacağım diye risk al‐ mazsınız; bu temkinli olmaktır. Yapabileceğiniz en iyi şey bu aslında. Olasılıkların hepsini düşünüp yüzde bir bile olsa risk almazsanız, hayat‐ ta kalırsınız.

‐ İliştirilmiş gazetecilerin çektiği fotoğraflar savaşın gerçekliğini ne kadar yansıtıyor? ‐ Önemli olan ajans olarak AP’nin bu savaşı nasıl yansıttığı. Gaze‐ teciler bir ajansa ya da gazeteye bağlı olarak savaşa gidiyor. O ajanslar ya da gazeteler savaşı nasıl veriyor, önemli olan bu. Mesela Nisan 2004’te Murad Sezer, Irak’ta Felluce’de iliştirilmiş gazeteciyken, aynı anda AP’nin, Felluce içinde direnişçilerle beraber de muhabiri ve foto muhabiri vardı. Fotoğraflara baktığınızda cephenin iki tarafını da görüyorsunuz. O açıdan tabii ki savaşın gerçek yüzünü ver‐ miyor ama bir yüzünü olabildiğince verdiğini düşünüyorum. Kısıtlamalar var. Askeri birlikler, iliştirilmiş gazetecilerden nerede olduklarını belli etmeyecekleri, ölü ve yaralı askerlerin yüzlerini gös‐ termeyecekleri şekilde fotoğraf çekmelerini istiyor. Bu bir yerde ordu‐ nun ve sizin güvenliğinizi korumak açısından önemli. Bir şekilde yar‐ dımlaşmak ve alışveriş yapmak zorundasınız.


354

Onlar sizi savaşın en sıcak noktalarına taşıyor. Bir takım kurallar var; siz de o kurallara uyarak o karşılığı ödüyorsunuz. İliştirilmiş gaze‐ teciliği bir amaç değil, araç olarak görelim. Gidemeyeceğimiz yerlere gidebilmemizi sağlayan bir anahtar olarak görelim ve bu şekilde kulla‐ nalım.

‐ Birçok savaş alanında bulundunuz savaş her yerde aynı mı? ‐ Her savaşın kendine göre gösterdiği gelişmeler oluyor. Balkan‐ lar’da Müslüman Balkanlılar’la Sırplar arasındaki çatışmalar vahşiydi. Bir sürü tecavüz, öldürmeyle korkunçtu. Ortadoğu’da bu yok. Tecavüz yok. Bu kadar kötü olayın içinde bunun olmaması iyi bir şey. Ama mese‐ la Balkanlar’da adam kaçırma yoktu. Ya da gazeteciyi rehin alıp öldürme yoktu. Ortadoğu’da şimdi bunlar başladı. Balkan çatışmalarında en kötü ihtimalle ekipmanını çalıp bırakıyorlardı. Ama şimdi kaçırıyorlar, fidye istiyorlar; fidye verilse de verilmese de amaç propaganda, öldürülüyor. Yani her savaşın ayrı bir stratejisi, ayrı bir özelliği, ayrı bir iğrenç‐ liği var. Bir süre sonra gazeteciler için savaş ortamı daha kötü olacak ve haber yapamaz hale gelecekler. Şu an Bağdat’ta CNN, BBC, AP, Reuters, AFP gibi haber ve TV’lerin ofisleri var. Burada çalışanlar bir ay oturuyor‐ lar ve Iraklı muhabir ve foto muhabirleri ya da kameramanlar çıkıyorlar; topladıkları haberleri getiriyor. Bu noktaya gelindi. Bir dahaki savaşta iliştirilmiş gazetecilik de olmayacak belki; sadece ordu size basın bülteni ve çektiği fotoğrafları yollayacak.

‐ Pulitzer ödülünün toplumun gözündeki değeri hakkında ne dü‐ şünüyorsunuz? ‐ Türkiye’de hiçbir değeri olmadığını yakinen anladım. Amerika’da ya da Avrupa’da oldukça ciddiye alınıyor. İnsanlar duyunca heyecanla davranıyorlar. Ama Türkiye’de şarkıcı, artist falan olup Oscar alsaydım, daha fazla ilgi görebilirdim. Ama burada birkaç arkadaşım dışında çok da kimseyi heyecan‐ landırmadı. Gazeteciler Cemiyeti’nin umuru olmadı. İstanbul Üniversite‐ si mezunuyum. Her röportajda, her konuşmada üstüne basa basa söylü‐ yorum; onların hiç umurunda olmadı, yani haberleri yok, nasıl olmuyor‐ sa…

‐ Şu an fotoğraflarınız Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde sergileniyor. Daha önce sergilendi mi? ‐ Sergi açma ya da bunları paylaşma gibi bir heyecanım, isteğim yoktu. Tembellikten ya da iş yoğunluğundan böyle bir şey çok düşün‐


355

memiştim. Bu projeyi öğrencilerle paylaşmak fikri ilginç geldi. Hep okul‐ lu olmayı vurguluyorum. İnsanlar şöyle düşünebilir, “İşte bak bu adam hem okumuş hem çalışmış; savaşa da gitmiş, spora da gitmiş, ödül almış, bunları çekmiş.” Yani genç insanları heyecanlandırıp teşvik edebilmek amacıyla buna olur verdim. Sokaktaki insan görmüş görmemiş, şu an için o kadar da düşün‐ müyorum ama öğrencilerin görmesi daha çok anlam taşıyor. Vatandaş çok politik. Spor sergisi bile açsanız orada 5 Fenerbahçe fotoğrafı, 3 Ga‐ latasaray fotoğrafı olsa, ona bile tepki gelebiliyor. Çok dikkatli olmak lazım o konuda. - En iyi fotoğraf kanlı fotoğraf mıdır? - Fotoğrafçının kandan ağzı sulanıyor, “Bunda çok acı var, bu iyi fotoğraf!” diye. Bu fotoğrafçının ya da gazetecinin yorumu. Sanmı‐yorum ki okur ya da izleyici, en kanlı fotoğrafın en iyi fotoğraf olduğunu düşün‐ sün. Biraz da medya olarak içimizde garip bir yarış ve kavga içindeyiz. Okur bunu istiyor mu? Bilmiyoruz. Sadece medya olarak şablonlarımız var: “En acılı fotoğraf en vurucu fotoğraftır.” Sanırım en korktuğum ve en çok “Burada ne arıyorum?” dediğim an, en son Irak’ta Amerikan Deniz Piyadeleri’yle Felluce’de yaşadığım bir haftaydı. Ödülü alan fotoğrafı da çektiğim zamandı. Zaten o birkaç günü yaşadıktan sonra, “Yaşadığımı yaşadım, çekeceğimi çektim, bun‐ dan fazlasını çekmek istemiyorum ve dönmek istiyorum.” dedim. Ben bir sivil olarak etrafımda bir bomba patlıyorsa, bunun ne ka‐ dar yakında patladığını ve bana ne kadar zararlı alabileceğini bilmiyo‐ rum. Ama asker biliyor. Kurşun geldiğinde normal yürüyebiliyor; çünkü diyor ki: “O bana gelene kadar yere düşer.” Böyle bir teknik bilgisi, tec‐ rübesi var. Bunu bilmeyen bir sivil için etrafında sürekli patlayan bir şeylerin olması çok huzursuzluk verici. Pınar Sayar. Birgün, 22.05.2006.

16. 3. Bugün 16. 3. 1. “Her Kitap Kazadır.”

“Uykuların Doğusu” adlı romanıyla Orhan Kemal Roman Armağa‐ nı’nı kazanan Hasan Ali Toptaş, yazmaya çocukluğunda okuduğu “Gur‐ bet Kuşları” adlı romandan etkilenerek başladığını söylüyor. “İnsan gördüğü şeylerin toplamı kadar uyanık, görmediği şeylerin sonsuzluğu kadar uykudadır.” Hasan Ali Toptaş, Orhan Kemal Roman Ödülü’nü aldığı son kitabı “Uykuların Doğusu” için ilk bu cümleyi kur‐


356

muş kafasında. “Kitabı yazmaya başladığımda ne yazacağımı bilmiyor‐ dum ama yıllardır kafamda bu cümle vardı.” diyor. Yapılan söyleşiden bir de küçük not aktaralım. Söyleşiyi yaptığı‐ mız gün tarihler 30 Mayıs’ı gösteriyordu ama Hasan Ali Toptaş, imzala‐ ması için götürdüğümüz kitabın üzerine 29 Mayıs tarihini attı. Tarih dünde takılı kalmıştı. E ne de olsa Hasan Ali Toptaş bu, dünün unutul‐ muş saflığı içinde yazan yazar... ‐ Sincan’da bir vergi dairesinde memur olarak çalışıyordunuz. Sonra memur Hasan Ali Toptaş gitti, yerine yazar Hasan Ali Toptaş geldi. Nasıl başladı yazarlık serüveni? ‐ İlkokul ikinci sınıftayken başımın arkasında bir yara çıkmıştı. Daha sonra orada hiç saç çıkmadı. Ve orası eskiden erkeklerin kullandığı teneke bir cep aynası gibi kaldı. İmgelem gücü yüksek ya da şom ağızlı arkadaşlarımdan birisi bir gün nereden aklına geldiyse bana, “İşte aynalı geliyor.” dedi. Daha sonra o aynalı sıfatının içine hapsoldum ben. Çocuk‐ lar da yetişkinler de, dağ taş, kurt kuş her şey bana aynalı demeye başla‐ dı. Adımı unuttular. Bu, bende yaşadığım kasabaya karşı öfke ve nefret oluşturdu. Ne‐ reye kaçacağımı bilemedim. O sırada “Binbir Gece Masalları”nı okuyor‐ dum ve okudukça dünyanın bizim kasaba kadar olmadığını anladım. Kelimeler alemini keşfedişim böyle oldu. Daha sonra tam anlamıyla bir kitap kurdu oldum, o yaşta. Yani yazmaya, okumakla başladım aslında. Çünkü kitabın içine girince öteki insanlardan uzaklaşmış ve başımın arkasındaki o aynayı unutmuş oluyordum. ‐ Son kitabınız “Uykuların Doğusu” ile Orhan Kemal Roman Ödü‐ lü’nü kazandınız. Ödül sizin için ne anlam ifade ediyor? ‐ Ben Orhan Kemal’e öykünerek başladım yazmaya; dolayısıyla al‐ dığım ödülün hayatımda ayrı bir yeri var. Beni roman yazmaya iten şey Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları” adlı romanıydı. Dolayısıyla yazdığım ilk roman denemesi de Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları”na benziyordu. Ama o romanı yazmaya çocuk sabrım yetmedi; roman yarım kaldı. O yarım kalan romanı tamamlamak için romanlar yazıp duruyorum şimdi. Asla tamamlayamayacağımı da biliyorum. Tamamlanamayacak olması da güzel. Demek ki hep roman yazacağım. ‐ Kitabınızdaki karakter Haydar kentin yalnızlaştırdığı mutsuz bi‐ ri. Siz de Haydar gibi yalnız ve mutsuz musunuz? ‐ Her türlü sanat, yalnızlığın da eklendiği acı bir ortamdan doğar. Açlıktan, yoksulluktan, yalnızlıktan doğar. Bu açıdan bakarsak evet, mut‐


357

luluk kelimesi bana çok uzak bir şey. Ayrıca ben duvarlar arasında ya‐ şamayı seven biriyim. Harflerle haşır neşir olmayı, kendi yazdığım şey‐ lerin içinde yuvarlanıp, debelenmeyi çok seven biriyim. Kalabalıkları sevmiyorum.

‐ “Duvarlar arasında yaşayan biriyim.” diyorsunuz ama kitap yazı‐ yorsunuz. Bu ikisi birbiriyle bağdaşır bir şey değilmiş gibi geliyor bana. ‐ Tabii ki bir başka insana temas etmek istiyorsunuz. Ya da yarat‐ tığınız bir şeyi bir başka insanla paylaşmak istiyorsunuz. Hatta insanın derinliklerine inersek biraz da okşanmak istiyorsunuz. Bir yığın zaafla‐ rımız var. Ama her şeyden önce kendi tatmin duygum için yazıyorum. ‐ Yani son kitabınız “Uykuların Doğusu”nu da kendiniz için yazdı‐ nız. Sahi nasıl ortaya çıktı kitap? ‐ “Uykuların Doğusu”nu yazmaya başladığımda ne yazacağımı bilmiyordum. Ama yıllardır zihnimde dönüp duran bir cümle vardı, “İn‐ san, gördüğü şeylerin toplamı kadar uyanık, görmediği şeylerin sonsuz‐ luğu kadar uykudadır.” diye. Aslında genel olarak edebiyat benim için Kolomb’un yolculuğuna benziyor. Varacağı yeri vardıktan sonra tanımak gibi. Kağıdın yüzüne kelimeler döküldükçe o kelimelerin içinde oluşan o akıl bile tümüyle bizim aklımız olmaktan, sadece yazan kişinin aklı olmaktan çıkıyor. Metnin aklı oluyor. Bizim aklımızdan doğan ama bizim aklımıza pek de benzemeyen, metnin iç aklı oluyor. Ben o akılla işbirliği yaparak yazıyorum. Çünkü metnin iç aklına ters düştüğünüzde yazılacak her cümle yama kalır. ‐ Kitapta çok yoğun olarak tasvir kullanmışsınız. Peki tasvir ettik‐ lerinizi gerçekten öyle mi görüyorsunuz yoksa yazarken mi oluşuyor? ‐ 34 yıl dünyayı kelimelerle tadıp, kelimelerle koklayıp, kelimeler‐ le görünce gözler anlamını yitiriyor. Ben kelimelerle iyi görebiliyorum. Yoksa kendi gözlerim o kadar da keskin görmüyor.

‐ Aldığınız bir ödülden sonra, “O bir kazaydı.” demişsiniz. Hangi ödüldü o? ‐ Aslında onu bir ödül için değil kitaplarım için söylemiştim. “Her kitap bir kazadır.” demiştim. Bu biraz da benim kitaplara bakışımdır. Çünkü yazarken binlerce olasılığı deneye deneye, yoklaya yoklaya yazı‐ yorsunuz ve onların içinden birini seçiyorsunuz. Bu kazadır.

‐ Çöpe giden mi kazadır, yoksa yazılan mı? ‐ Her ikisi de kazadır aslında.


358 Murat B. Koralp. Bugün, 05.06.2006.

16. 4. Cumhuriyet 16. 4. 1. Erol Günaydın

‐ Hırsız‐Polis dizisinin Dursun Kaptan’ı Erol Günaydın, “yattığı yerde” gördüğü ilgiden memnun: ‐ İyi ki artist olmuşum. Arkama baktığım zaman “Hiç kötü şey yapmadım.” diyebilmek kadar huzur veren bir durum olabilir mi, insan evladı için? Yeryüzündeki yetmiş üçüncü yılında ve bunun üçte ikisini hep göz önünde geçirmişken üstelik? ‐ Bu imrenilesi cümle, babalar gününü bahane edip muhabbete gittiğimiz Erol Günaydın’a ait; devamı da:


359

‐ Güzel şeyler yapıyorum. Çocuklara trafik ışıklarını anlattım; si‐ yah‐beyaz ekrandan. Ramazan günleri çadırlarda dolaştım. Güzel film‐ lerde oynadım; ucuz filmlerde de, geçinmek için. Ne kavga ettim, ne ko‐ rumalarım oldu, ne siyah gözlük taktım. Pazardan alış veriş ettim; rahat rahat. Bütün Anadolu’yu demir asa, demir çarık dolaştım. Her tiyatronun çivisinde bir anım vardır. ‐ Bahçesinde çiçeklerle, kuşlarla, Sirkeci’den aldığı için “Sirkeci” isimli köpeğiyle söyleştiği, rengarenk kuklalar, oyuncaklar, sayısız anı‐ larla dopdolu evine öyle samimiyetle buyur edip söyleşiyor ki, insan buraya ilk defa geldiğini derhal unutuyor. Melih Cevdet’le aynı kolejden iki kızı seven bir gençten altı ay sü‐ ren aşk izdivacını dinliyor; Kapalıçarşı’da bedestenden Edip Cansever’i alıp vişneli votkaları yudumlayarak çakırkeyif Asmalımecit’e uzanıyor. Ferit Edgü, Demirtaş Ceyhun, Necati Cumalı’yla edebiyat sohbetle‐ rine dalıyor, Cemal Reşit Rey’le Londra’da sahnelediği müzikali izlerken buluyor kendini. Sonra bir anda Tahsin Yücel’le bahçedeki çardağın altı‐ na kurulup daha dün şurada bulduğu kaplumbağanın nasıl yok oluver‐ diğini çözmeye çalışıyor. Zaman, mekan ve insanlar arasında eğlenceli bir seyahate çıkıyor insan, onu dinlerken. Tıpkı, 46 yıl önce askerliğini öğretmen olarak yap‐ tığı Ağrı’nın bir köyündeki çocuklar gibi... ‐ Silah sevmediğim için yedek subay öğretmenliği duyunca hemen gittim askere. İki sene kaldım. Çocuklara şehirleri anlattım; gemileri, sokakları. Onları dağdan Diyadin’e indirip, Ağrı’ya, Erzurum’a, Ankara’ya götürüyor, trene bindirip İstanbul’a getiriyordum. Boğaz’da vapurlara biniyorduk. Dağın tepesinde bir tiyatro gibi. Herkes de gelip seyrederdi. Bütün sınıf seyahate çıkıyorduk. Anneleri babaları da gelip dinle‐ meye başladı. Ders bitince davarları alır giderlerdi. Sonra maarifin mü‐ dürleri bana kızdı, “Ne yapıyorsun, sen?” diye. Çocuklar bunları öğren‐ mek istiyor; Şişli’de okutulan alfabe orada da olur mu? Karın altında ne bilsin çocuklar kırmızı balığı… İtalya’da olsa belgeselini çekerler. ‐ Askerliği bile onlarca yıl sonra böyle keyifli anlatılacak bir serü‐

vene dönüştüren bu güler yüzlü insan, şimdi de gençliğinde karısına ve oğluna hayatı zindan etmiş yatalak bir babayı sevdirdi televizyon seyir‐ cisine. İşin sırrı, önce onun sevmesinde. “Öyle bir havada gel ki, vazgeçmek mümkün olmasın.” Dediği gibi Orhan Veli’nin, Dursun Kaptan da tam havasında yakalamış Erol Günay‐ dın’ı:


360

‐ Çok ihtiyacım olduğu bir zamanda yetişti. Demek ki Allah’ın iyi kuluyum.

‐ Boşuna demiyor bunu, usta oyuncu… kendisi “Bu meslekte usta‐ lık olmaz.” dese de . Geçen yıl bu zamanlar 50. sanat yılını kutlamış ve kendisine verilen tacı “hayatımın güneşi” dediği 40 yıllık eşi Güneş Gü‐ naydın’ın başına takmıştı. Üç ay sonra hayatının güneşini yitirecek ve çok sıkıntılı günleri başlayacaktı. İşte bu yüzden “Hırsız‐Polis” dizisindeki Aksak’ın babası rolü teklif edildiğinde heyecan duydu. Kendisi de Trabzonlu olduğundan, Dursun Kaptan’ları çok iyi ta‐ nıyor. Ve kendi deyimiyle “yattığı yerden” gördüğü büyük ilgiyle mutlu. Biraz da utanıyor, nereye gitse bir alkış kıyamet koptuğu için: ‐ Arif’in meyhanesine gittim, bütün meyhane alkışlıyor: Utandım. Ali Poyrazoğlu’nun tiyatrosunu izleyeceğim, alkış kıyamet koptu. Utan‐ dım, pişman oldum. Yine de hem rolümden, hem ekipten, hem de ortaya çıkan işten memnunum… Hiçbir dizi gibi değil. Başka bir seyirci geldi, Hırsız‐Polisle. Arif Damar mesela, dizinin hastası oldu. Müptelaları oluştu, pul koleksi‐ yoncusu gibi. Bizim işin tutması belki, seyirci tutsun diye değil, kendimiz için oynuyoruz ondandır. Bu iş çok ciddi bir iştir. Biz bunu korkarak, ürkerek ama kendimiz zevk alarak yapıyoruz. Bütün oyuncular yürekle‐ rini koymuş, öyle oynuyor. Biz beğenince seyirci de seviyor. ‐ Eskiden beri takdirle izlediği, “Çok usturuplu işler yapıyor.” de‐

diği Uğur Yücel’le ilk kez çalışıyor ama çoktan alışmış:

‐ Sanki oğlumla konuşuyorum. O da beni sanki babası gibi görü‐ yor. Tuhaf bir his. Benziyoruz da. Benim oğlum olsa Uğur Yücel olur. O da öyle dedi: “Yahu Erol abi, ne kadar benziyor gözlerimiz, bakışları‐ mız…” dedi. “Allahım” dedim; çocuğum gibi bakıyorum. Bu tabii çok kuvvet‐ lendiriyor. Hiç alakasız birine bakmakla, ona bakmak arasında çok bü‐ yük fark oluyor bende. Uğur’un ezberlemesi bile garip. Ezberlemiyor, öğreniyor işi. Yürekten duyana kadar yapıyor. Yazarın sözü gibi söyler‐ sen olmaz, kendin gibi söyleyeceksin. Oyuncu, iyi oyuncuyla oynar. Göz‐ lerle, duygularla irtibat kurar. Sonra da sözler gelir gider. ‐ Dizide Mahide Hanım’ı oynayan İpek Bilgin’le çalışmak da hoşu‐ na gidiyor Erol Günaydın’ın:


361

‐ Üçümüzün muhabbeti, hikayesi çok güzel. Dış dünya beni ilgilen‐ dirmiyor. Ben o üçlüyü seviyorum. 30 bölüm devam etti; kimse sıkılma‐ dı. Çok güzel kurgu orası; sonra değişik bir şekil. Felçli baba… Aşık adam... Bakıcı ona aşık; aynı şeyleri duyuyor o da. Süsleniyor püsleniyor zavallı, yemekler hazırlıyor. O içtenlik, tabii insanı iyi olmaya sevk edi‐ yor. Bir kelime elli değişik şekilde söylenebilir; biz, “En doğrusu nedir?” diye uğraşıyoruz. İyisini yapmaya çalışırsan, daima iyi olur. Alkış bekler‐ sen olmuyor bu iş. Ben biliyorum o adamları... Laz babaları… Döver, haşlar, kızar, ko‐ var, reddeder. Ama sever de... Yapmıştır o herif onları. Yapmış yapmış; sonra çaresiz kalmış, muhtaç olmuş. Sevgi var içinde ama egosuna karşı çıkamamış. Kadınları sevmiş, çocuğunu ihmal etmiş. Çok tanıdık, yakın bir karakter geldi bana. Aksak da başlarda söyledi söyledi… Sonunda bağışladı. Çok doğru bir teşhis bu. Ben Dursun’un konuşmamasını seviyo‐ rum. Aksak’ın bana sorup kendi kendine cevap vermesi çok hoş oluyor. Derdini, aşkını o zaman döküyor. Konuşsa bir şey getirmeyecek. ‐ Trabzon Akçaabat’tan, ailesiyle birlikte 8 yaşında İstanbul’a ge‐

len ve bir daha da ayrılmayan Erol Günaydın’ın çocukluğundan bir anı:

‐ Babam nakliyeciydi; kamyonları, dükkanları vardı. Çok zengindi; yedi bitirdi her şeyi: laz baba... Çocuğum daha, büyük bir hastalık geçir‐ dim. O zamanlar ciddi bu zatürre... Karadeniz’de penisilin bile yok, İstanbul’dan geliyor iğneler. Ney‐ se, bahara doğru gözümü açtım: uçurtma mevsimi. Yattığım yerden pen‐ ceremden görüyorum, çocuklar uçurtma uçuruyor. Babam da üzülüyor buna. Geldi, benim karşımdaki duvarı maviye boyadı. Uçurtmayı duvara çiviledi, ipini de verdi elime. Sevineyim diye. Halbuki pencereden uzat‐ sam ya… Ama laz işte, onu düşünemedi. İyi adamdı ama! ‐ Babasının soyadı Kiziroğlu’ymuş, aslında. Tabancasız dolaşma‐ yan, ne de olsa Trabzonlu bir aile. “Deli Kizirler” derlermiş. Babası bir gün kızıp, “Deli sizsiniz” diyerek gidip Günaydın soyadını almış. ‐ Bugün çok mutluluk duyuyorum. Çoğu arkadaşlarım elçiydi, se‐ firdi. Mülkiyeden. Şimdi hepsi emekli oldu. Arada bir gelip, “Ne kadar iyi oynuyorsun.” diyorlar. Emekli olunca bitiyor her şey. İyi ki artist olmu‐ şum diyorum. Bugün ben sefasını sürüyorum; onlar emeklilik yaşıyor. Ben hala çalışıyorum, zevkle. Pelin Kara. Cumhuriyet Hafta Sonu, 10.06.2006.


362

16. 4. 2. “AB Türkiye’ye İki Yüzlü.”

Prof. Dr. Hakkı Keskin 1943’te Trabzon’un Maçka ilçesine bağlı Hamsiköy’de doğdu. Ailesi Erzincan’ın Tercan ilçesine bağlı bir köye göç ettiği için ilk, orta ve lise eğitimini Erzincan’da yaptı. Yükseköğrenim için Almanya’ya gitti. Berlin Hür Üniversitesi’nde siyasal bilgiler öğre‐ nimi gördü. Aynı üniversitede siyasal bilgiler ve ekonomi doktorasını aldı. Almanya Türk Öğrenci Federasyonu Başkanlığı yaptı. İki kez Türk vatandaşlığından çıkarıldı. İkisinde de vatandaşlığını geri aldı. 1977–79 arası DPT’de danışman olarak görev aldı. Daha sonra Almanya’ya geri döndü. Türk göçmen örgütlerinin katılımıyla kurulan Almanya Türk Toplumu’nun başkanlığını yürüttü. 1993–97 arası Alman Sosyal Demokrat Partisi SDP listesinden Hamburg Eyalet Parlamentosu’nda milletvekili olarak görev yaptı. Daha sonra SDP’den ayrıldı. 2005 Ekim genel seçimlerinde eski Alman Maliye Bakanı Oscar Lafontaine’in yer aldığı PDS‐Sol Parti’den milletvekili se‐ çildi. Aynı zamanda PDS‐Sol Parti’nin Meclis Grubu Avrupa Birliği Geniş‐ leme Sorumlusu ve Avrupa Birliği Komisyonu üyesi. Prof. Dr. Hakkı Keskin, Almanya’daki bütün Türkler’in arasında ünlenmiş bir isim. Türkiye’deki pek çok çevrede de tanınıyor. Kendisini her zaman “Sol Kemalist” olarak tanımlayan Keskin, 40 yılı aşkın süredir Almanya’da yaşıyor ve Almanya’daki Türkler’in eşit hakları için savaşım veriyor. Son Alman seçimlerinde PDS‐Sol Parti’den milletvekili seçilen Keskin, aynı zamanda partinin AB genişleme sorumlusu. Keskin hafta içinde İstanbul’da temaslar yaptı. Öncelikle de Cumhuriyet’i ve beni zi‐ yaret etti: ‐ Siz Almanya’da yaşayan bir Türk olarak Türk toplumu ile Türki‐ ye arasındaki bağları güçlendirmek için çok önemli çalışmalar yaptınız. Daha sonra da koşulların değişmeye başladığını fark ettiniz. O dönemi ve neler yaptığınızı anlatır mısınız? ‐ Ben Türkiye’den Almanya’ya dönünce, 1980 darbesinden sonra Almanya’daki Türklerin Almanya’da kalıcı olduklarını anladım. Bizim artık Türkiye eksenli, sanki orada Türkiye için çalışma yapmamızın hiç‐ bir anlamı kalmamıştı. Türkiye kocaman bir ülkeydi ve bize gereksinimi yoktu. Dolayısıyla biz Almanya’daki sorunlarımızı ana gündemimize taşıyarak, oradaki insanlarımıza yardımcı olalım kararına vardık.


363

Biz o doğrultuda düşünürken, bir vatandaşımız ırkçı neo‐Naziler tarafından Hamburg’da öldürüldü. Aslında bu neo‐Naziler tarafından Almanya’da öldürülen ikinci Türk’tü. Haberi bir toplantı sırasında aldık. Ben toplantıda bulunan arkadaşlarıma, “Biz bu olay karşısında artık kayıtsız kalamayız. Buna çok büyük bir tepki gösterelim.” dedim. Böyle‐ ce Almanya’da dağınık kaba kuvvet yanlısı olmayan bütün Türk dernek‐ lerini bir çatı altında toplanmaya çağırma kararı aldık. Bir anlamda Al‐ manya’daki ırkçılığa karşı eşit haklar alabilmek için direnişe geçecektik. Daha, sonra bir çatı altında Türkiye Göçmenler Birliği Hamburg Örgütü‐ nü kurduk.

‐ Sağ ve sol dernekleri bir araya topladınız, anladığım kadarıyla… ‐ Evet; amaç Almanya’daki Türkler’in haklı çıkarlarını savunmak, eşit haklar elde etmeleri ve ırkçılığa karşı mücadele vermek, kendi kül‐ türel kimliğimizin gerektirdiği bazı çalışmaları yapmaktı. Bu model ilgi gördü ve giderek Almanya’nın öbür eyaletlerinde benzer örgütlenmeler gidildi. Bundan on yıl önce de Almanya‐Türk Toplumu’nu kurduk. Bu, Al‐ manya çapında ülkenin en ciddi siyasi ve göç politikasıyla ilgili çalışma yapan bir örgüt. Ama şunu da belirteyim… Bu örgütün içinde aşırı sağ ve milli görüş yok. Almanya Türk Toplumu giderek Almanya’da kamuoyu‐ nun önemli adresi haline geldi. Türkler, yabancılarla ilgili bir olay oldu‐ ğunda başvuru yeri bu örgüttür. ‐ Siz sol kökenden gelen bir kişisiniz. Uzun yıllar da SDP’nin

üyesi, milletvekili oldunuz. Ama sonradan SDP’den ayrıldınız. Neden?

‐ Ne yazık ki sosyal demokrat olan bizim SDP, parlamentoda ka‐ rarlar almamıza rağmen bunların hiçbirisine uymadı. Bunun üzerine ben hiçbir parlamenterin yapmadığını yaparak partimle ilgili 10 sayfalık ciddi bir eleştiri yazısı yazdım. Bu yazıda neden bir daha SDP’den aday olmayacağımı anlattım. Bu, Alman medyasında çok geniş yer aldı. Daha sonra SDP, Yeşil Parti ile iktidara geldi ve yedi yıllık iktidar döneminde, ne yazık ki sosyal demokrat olarak yapacağının tam tersini yaptı. Örneğin, çifte vatandaşlık konusunda ağırlaştırıcı koşullar getirdi‐ ler. Irkçılığa karşı yasayı çıkarmadılar. Bu dönemde çıkmasını bekliyo‐ ruz, ama çıkar mı, bilmiyorum. Oysa Avrupa Komisyonu’nun bu konuda kararı var. Ayrıca 2000 yılına kadar Türk vatandaşlığından çıkıp Alman va‐ tandaşı olduktan sonra yeniden Türk vatandaşlığı geri alınabiliyordu. Ama yasayı da değiştirdiler. Çifte vatandaşlığı kaldırdılar. Dolayısıyla Alman vatandaşlığına geçen 50 bin insanımız, Türk vatandaşlığını al‐


364

maktan mahrum bırakıldı. Bunu değiştirmek için çok çalıştım. Başara‐ mayınca bu benim için bardağı taşıran son damla oldu ve SDP’den istifa ettim. Yeni Sol Parti oluşumunda bana milletvekilliği adaylığı teklif edi‐ lince de kabul ettim. Böylece de son seçimlerde Alman Parlamentosu’na seçildim. ‐ Siz Türk kökenli bir Alman milletvekili olarak Türkiye’nin AB macerasını, hele de son Lüksemburg toplantısında Kıbrıs Rum kesiminin tavrı üzerine, nasıl değerlendiriyorsunuz? ‐ Ben ilke olarak, Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyorum, istiyo‐ rum, savunuyorum; bunun uğraşısını veriyorum. Ama eşit koşullarda olması gerekir. Türkiye ile AB arasında yapılan anlaşmalarda, Türki‐ ye’nin önüne sürülen koşullarda eşit davranılmadığı çok açıktır. Örne‐ ğin, “ucu açık görüşmeler” deniyor. Bu, daha önce hiçbir aday ülkeye uygulanmayan bir koşul. Ucu açık; yani: “Müzakere edeceğiz, ama sonuç ne olur? Onu bilemeyiz.” Kesin bir tarih verilmiyor. Artı, en önemli noktalardan birisi, AB’nin Türkiye’yi hazmetme kapasitesi telaffuz edildi. Bu, öbür hiçbir aday ülke için gündeme getirilmezken Türkiye için telaffuz ediliyor.

‐ Yani Türkiye öne sürülen bütün koşulları yerine getirse bile, AB’den “Sizi hazmedemiyoruz.” yanıtı mı alabilir? ‐ Evet. On yıl sonra bize, “Seksen milyonluk Türkiye hazmedilecek gibi değil. Kusura bakmayın. Biz AB olarak sizinle tam üyelik değil, imti‐ yazlı ortaklık kuralım.” diyebilirler. Biliyorsunuz, bunu Alman Hıristiyan Birlik Partileri önermişti. Ben bu ayıp kavrama, “imtiyazlı dışlama” politikası diyorum. Artı, bundan daha da tehlikelisi, referandum olayıdır. Yani Fransa’nın Türkiye’nin üyeliğini referanduma sunmayı anayasasına sokmasıdır. Kıbrıs Rum kesimi de aynı şeyi yapabilir. Türkiye için uzun bir süreç olacaktır. Pa‐ zartesi günü Lüksemburg’da olanları izledik. Bunlar, 35 konuda tekrar tekrar gündeme gelecek.

‐ Diyelim ki Türkiye bütün koşulları yerine getirdi ve 35 konuda da yüzünün akıyla çıktı. Sonra ne olur? ‐ O zaman da, dediğim gibi, “Referanduma gideceğiz.” diyebilirler. Bakın, hükümetlerin Türkiye ile ilgili kamuoyuna verdiği mesajlar halkı çok etkiliyor. Biz bunu yaşadık, görüyoruz. Bir örnek vereyim; Türki‐ ye’nin AB üyeliği konusunda zaman zaman anketler yapılır. Bir ara Tür‐ kiye ile ilgili olarak bu anket sonuçlarında çok olumlu bir yaklaşım vardı. Almanya’daki anket sonuçları yüzde 55’lere kadar olumlu çıkıyordu.


365

Ama daha sonra bu olumlu hava tersine döndü. Olumsuz mesajlar ve‐ rilmeye başlandı. Sonuçta bir baktık ki, kamuoyunun eğilimi yüzde 35, yüzde 40’lara kadar düştü. ‐ Hava Türkiye lehine iken aleyhine döndü. Sizce bu kadar hızla değişebilen eğilimlerin nedeni ne olabilir? ‐ Türkiye’nin AB üyeliğinin AB tarafından taşınamayacak bazı yük‐ ler getireceği, zaman zaman Alman Hıristiyan Birlik Partileri, hatta Libe‐ ral Parti ve medya tarafından sürekli kamuoyuna pompalandı. Bir örnek vereyim: “Türkiye’yi üyeliğe alırsak bunun AB’ye 40 milyar Avro’luk bir maliyeti olacak.” dendi. Bir başkası 20 milyar, öbürü 30 milyardan söz ediyor. Basın da bunları manşet yapıyor. Bir başka iddia da şu: “Türkiye’ye kapılar açıldığında Anadolu’dan milyonlarca işsiz Avrupa’ya akın edecek.” ‐ İyi de, Türkiye’ye ucu açık olarak, tam üyelik verilse bile Türk va‐

tandaşlarına serbest dolaşım hakkı tanınmayacağı koşulu getirilmedi mi? ‐ Bu sınırlama belki kalıcı biçimde uygulanacak. “AB gerekli gör‐ düğü sürece” deniyor. AB öbür üye ülkelere de geçiş sürecinde serbest dolaşıma böyle sınırlama getirdi; ama saptanan bir süre boyunca bu uygulama yapıldı. Örneğin, İspanya’ya, Polonya’ya bu uygulandı. Ama bunun süresi belliydi. Türkiye için o da öngörülmüyor. Yani AB ülkelerinde işsizlik varsa serbest dolaşımı gündem dışı tutabiliyor. Ben 40 yıldır Türkiye’de ger‐ çek demokrasi, gerçek sosyal devlet ve bağımsız Türkiye için mücadele veriyorum. Benim gibi Türkiye’de on binlerce aydın da bunun mücade‐ lesi içinde. Türkiye halkının büyük bir kısmı bunu istiyor. Ama Türki‐ ye’de yöneticiler ne yazık ki kendi özgür iradeleriyle yapılması gereken‐ leri yapmıyorlar. Hala bir dizi yapılması gereken iş var. Ama bunları ille de AB iste‐ diği için yapmak zorunda değiliz ki… Bunları kendimiz, kendi halkımız istediği için yapmalıyız. Atatürk’ün koyduğu “çağdaş medeniyetler dü‐ zeyine gelmek” var. Biz o düzeye layık değil miyiz? Türkiye AB’ye üye olmuş, olmamış bu benim için ikincil önemde. Önemli olan, bu standart‐ ları kendimiz için yakalamaktır. Ne yazık ki bazı şeyleri, AB zorladığı için, bizim yöneticiler yapmayı kabul ediyorlar. ‐ Türkler için serbest dolaşım hakkının sonsuza kadar sınırlandı‐ rılmasına geri dönersek, Avrupa ülkelerinin nüfusları yaşlı. 10 yıl içinde bu yaşlı nüfusu artık hiçbir şekilde istihdama sokamayacakları için, özel‐


366

likle Almanya’nın Afrika ülkelerinden işçi almak için hazırlık yapmaya başlaması, Türkiye’ye karşı başka bir ikiyüzlülük değil mi? ‐ Şu anda bu, AB’nin henüz gündeminde değil. Bugün Almanya’da dört milyonun üzerinde işsiz var. Öbür ülkelerde de işsizlik sorunu bü‐ yük. Ama söylediğiniz olay çok doğru. Bu, çok ciddi olarak ileriye yönelik düşünülen bir konu. Avrupa kıtası artık yaşlı. Bir de AB’nin şu anda bile belli konularda kalifiye elemana ihtiyacı var. Bu kalifiye eleman ihtiyacı‐ nı bünyesindeki işsizlerle kapatamıyor. Hele on yıl sonra AB’nin genç, dinamik, her alanda çalışacak nüfu‐ sa şiddetle ihtiyacı olacaktır. Özellikle Türkiye bu konuda büyük potan‐ siyel. Ama AB, zaten bir ikilem içinde. Türkiye özgüvenle bu ilişkileri sürdürmelidir. Çünkü AB’nin Türkiye’ye gereksinimi var. Türkiye bu gereksinimin farkında olmalı ve bunun özgüveniyle masaya oturmalı, müzakereleri sürdürmelidir. ‐ AB’nin Türkiye’ye hangi alanlarda ihtiyacı var, sizce? ‐ Pek çok alanda. Avrupa’nın geleceği için, enerji kaynaklarının güven altında olması çok büyük önem taşıyor. Türkiye de bunun kalesi. Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’nde bulunan doğalgaz, petrol po‐ tansiyeli son derece önemli olduğu için, yine burada Türkiye’ye büyük görev düşüyor. Türkiye siyasi güven ve istikrar için son derece önemli bir konumda. Ayrıca da önemli bir güç.

‐ AB’nin Türkiye’den uymasını istediği kriterler sadece demokra‐ tikleşme, adil düzen, adalet sistemini düzeltme ve insan haklarına say‐ gıyla sınırlı kalmıyor ki… Hiç durmadan bir Kıbrıs konusunu da dayatıp durmuyorlar mı? ‐ Bizim, tabii ki kırmızı çizgilerimizin olması gerekir. Bütün bu dış‐ layıcı koşullara karşın, en sonunda yine dışlayıcı birtakım uygulamalarla “bir çeşit AB üyeliği gibi bir şey” teklif edilirse, tabii ki ona Türkiye’nin “Hayır” demesi lazımdır. Türkiye her üye gibi bütün eşit haklara sahip, eşit koşullarda, bütün karar organlarında tüm yetkilerini kullanabile‐ cekse, tabii ki AB üyeliği kabul edilebilir. Kıbrıs gibi bununla çok doğrudan bağlantısı olmayan, ama yanlış ve eksik anlaşmalar sonucu şu anda yaşadığımız sorunla bizi karşı kar‐ şıya bırakan bir meselenin de çözülmesi gerekir.

‐ Peki, bu koşullar altında Kıbrıs meselesi nasıl çözülebilir? ‐ Pazartesi geç saatlere kadar AB’nin Genişlemeden Sorumlu Ko‐ miseri Rehn, Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik ve Dışişleri Ba‐ kanı Abdullah Gül’ün basın toplantısını izledim.


367

Rehn ve Plassnik, “Türkiye yükümlülüklerini yerine getirmeli.” di‐ yorlar. Yani Türkiye Kıbrıs’ı Rum kesimi tanımalı, ona limanlarını, havalimanlarını açmalı, ilişkilerini normalleştirmeli. Türkiye, AB’nin üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Rum kesimi tanımak zorunda. Bunu da kabul ediyorum. Ancak Kıbrıs’ın bir gerçeği var; Kıbrıs’ta iki toplum ve iki ayrı devlet bulunuyor. AB, bunun bir tarafını tanıdı, onu üye aldı.

‐ İyi de AB’nin KKTC’ye hiç yükümlülüğü yok mu? Ambargolar kaldırılmayacak mı? ‐ “Ambargo kalkacak, izolasyon sona erdirilecek; yardımdan Ku‐ zey Kıbrıs gerekli payını alacak.” denmiyor muydu? Öte yandan, basın toplantısında Dışişleri Bakanı Gül, Annan Pla‐ nı’nı Rum tarafının reddettiğini, ama Türk tarafının kabul ettiğini söyle‐ yerek “Bize verdiğiniz sözler var.” dedi. Söz nedir? Sözlü söz mü? Bakın, bu verilen sözlerin anlaşmada ya‐ zılı olarak yer alması gerekir. Araştırdım; Türkiye ile AB arasında Kıbrıs konusuyla ilgili yapılan yazılı bir anlaşma olup olmadığına bir baktım. AB’nin bu konuda Türkiye’den istediği birtakım şeylere karşılık, Türkiye de AB’den yazılı olarak kendi yükümlülüklerini yerine getirmesini iste‐ meliydi. Ben bu durumu kıyasıya eleştiriyorum. Böyle anlaşma yapıl‐ maz. Anlaşma sözlü olur mu? Sizin için askeri, stratejik, siyasi, onursal boyutları olan bir konuda çok ciddi bir adım atıyorsunuz. Ama yazılı bir anlaşma yapmıyorsunuz.

‐ Peki, bölünmüş, sorunlu bir ülkeyi tam üye yapmak AB’nin kri‐ terlerine ters değil mi? ‐ Bu en büyük hata. AB kendi temel ilkelerinde şöyle diyor: “Her‐ hangi bir aday ülkenin çözülmemiş sorunları varsa o sorunlar çözülme‐ den üye olamaz.” Ama öte yandan, AB kendi ilkelerine ters düşerek Rum kesimini tek taraflı olarak bünyesine aldı. O zaman benim medyada Verheugen ile çok ciddi bir tartışmam da oldu. Bu hatayı yaptılar; güzel. O zaman bu hatanın telafi edilmesi için KKTC’nin içinde bulunduğu anormal durumun normal hale getirilmesi için gerekli anlaşmanın yapılmasını Türkiye’nin istemesi gerekir. Bunu gayet açık seçik biçimde karşı koşul olarak ortaya koymalıdır. “Ben Rum kesimini tanırım. Ama bunun karşılığı olarak KKTC üze‐ rindeki izolasyon, ambargo kaldırılacak, ilişkiler normalleştirilecek.” denmelidir. Türkiye’den havalimanlarını açması isteniyor. Peki, KKTC’deki hava ve deniz limanları ne oluyor?


368

‐ Onlar hala yasadışı hava ve deniz limanları olarak kabul edilmi‐

yor mu?

‐ Türkiye herhangi bir devlet değil. Yedi yüz yıllık devlet deneyimi olan bir ülke. Ama bugün, böyle bir anlaşma için, “Söz verdiniz.” deniyor. Öteki taraf, basın toplantısında böyle bir bağlantı kurmuyor bile. “Kuzey Kıbrıs’a biz yardım yaparız, yapmayız. Bunu sizin yapmanız gerekenle bağlantılı görmeyin.” demeye getiriyor. Orada çok büyük noksanlık var. Çok büyük hata yapıldığı kanısın‐ dayım. Bu hata düzeltilmelidir. Yoksa Türkiye daha çok yıllar uğraşır, durur. Üstelik onurumuzla da oynanmış olur. Bu durum, Türkiye’de AB’ye karşı tepkiyi artıracaktır. Eğer bu istenmiyorsa bu sorun çözülme‐ lidir. Bu sözlerim hem Türk, hem de AB tarafına. Türkiye sorunun çözümü için bir plan ortaya sunmalı; bu planı BM çerçevesinde gündeme getirmeli ve AB kamuoyuna taşımalıdır. “Biz so‐ runun çözümü için şunları öneriyoruz…” denmelidir. O zaman Türkiye atağa geçerek adil bir çözüm istediğini dünyaya duyurabilecektir. ‐ Yani siz burada Türkiye’nin ciddi olarak bir eksikliği olduğunu mu düşünüyorsunuz? ‐ Yüzde yüz öyle. Eğer Abdullah Gül’ün söylediği gibi bir anlaşma varsa, o zaman Türkiye bunu ortaya çıkarsın. “Siz bunun gereğini yapın.” desin. Herhalde yok ki sadece verilen sözden bahsediliyor. Uluslararası ilişkilerde anlaşmalar sözlü söz vermelere dayanmaz. Leyla Tavşanoğlu. Cumhuriyet, 18.06.2006.


369

16. 5. Hürriyet 16. 5. 1. “İstanbul Cengiz’in Ülkesi Gibi Olmalı.”

Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Mehmet Ağar, Hürriyet Genel Ya‐ yın Yönetmeni Ertuğrul Özkök ve Ankara Temsilcisi Enis Berber‐ oğlu’nun sorularını yanıtladı. ‐ Eski bir İstanbul Emniyet Müdürü olarak İstanbul’a asayişin ye‐ tersiz olduğunu düşünüyor musunuz? ‐ Bugün çalışan arkadaşlarım, benim hep yanımda çalışmış arka‐ daşlar. Onların iyi niyetinin var olduğunu düşünüyorum. Ama zorlukları olduğunu düşünüyorum, siyasette bana düşen, zorlukları ortadan kal‐ dırmaktır. Daha rahat bir İstanbul yapacağımızdan hiç kimsenin bir şüphesi olmasın.

‐ Mesela nasıl bir güvenlik anlayışınız var? ‐ Cengiz İmparatorluğu’nun bir hikáyesi vardır. Bir bakire, at sırtı‐ na bindirilir. Yanına bir çuval altın konur. İmparatorluğun bir ucundan bir ucuna at sırtında bir çuval altınla güvenlik içinde gider gelir. Biz işte bunun Türkiye’nin bütün büyük şehirlerinde aynısının olmasını istiyo‐ ruz.

‐ Kadın bakire değilse ne olacak? ‐ Gülüyor Bunu misal olarak söylüyoruz. Elbette onun güvenliği de aynı şekilde.

mi?

‐ Deniz Baykal, İstanbul’da AKP’yi geçtiğini söylüyor, sizce de öyle

‐ İstanbul da başta olmak üzere biz Türkiye’nin her tarafını gezi‐ yoruz. İstanbul’da bugün böyle hiç kimse fetva vermesin. İstanbul’un ne olduğunu sandıkta hep beraber göreceğiz.

‐ İstanbul’a bir inanış var: AKP varoşları kolay teslim etmez, imkánlar sağlanıyor oralara. ‐ Şimdi bu imkánlar sağlanıyor doğru. Oradaki halka “Biz size iş vermeyeceğiz, biz size daha iyi bir hayat standardı vermeyeceğiz. Ama bunun yerine biz size bulgur, fasulye, nohut vereceğiz. Odun, kömür vereceğiz. Üşümeden, aç kalmadan, böyle hayatı devam ettirin” deniyor. Bulgur, fasulye dönemi bitti. Bu devam edemez. Solun terk ettiği değer‐ lerin biz bugün sahibiyiz. Gelir dağılımı, adaletsizlik, yoksullukla müca‐ dele, işsizlikle mücadele, suçla mücadele...


370

‐ Susurluk olayında kendinizi çok yalnız hissettiğiniz zamanlar ol‐ du mu? ‐ Olmadı. Neden biliyor musunuz? Sokaktan olağanüstü bir destek aldım. Ben bugünkü siyasi şekillenmemi de ona borçluyum. Ya beni halk taşıdı, halk korudu, halk muhafaza etti.

‐ CHP’nin milliyetçi söylemi sizi rahatsız etmiyor mu? ‐ Hayır. Çünkü bunlar, o milliyetçilik anlayışı bizim milliyetçilik anlayışımız olamaz. Bizim tek bir milliyetçilik anlayışımız vardır, Türki‐ ye’yi böldürmeyen milliyetçilik anlayışı. Zaten bizim bin yıllık tarihimiz‐ de Anadolu’daki, Trakya’daki tarihimizde, İslam’la birlikte, buradaki milliyetçilik hiçbir zaman etnik anlamda bir milliyetçilik olmamıştır. ‐ Yani sizin konuştuğunuz bütün halkı bir arada tutmak. ‐ Türkiye’nin en vazgeçemeyeceğimiz temeli üniter devlet. Burada hiçbir tavizimiz yok.

‐ Üniter devlet, üniter halk diyorsunuz siz. ‐ Aynen. Halkı bütünleştirme. Biz herkesi anasının karnından doğ‐ duğu gibi hür ve eşit kabul ediyoruz. Doğumdan gelen farklılıklar, Tür‐ kiye’nin zenginliğidir. Ve herkesin kimliğine, herkesin doğuşundan gelen farklılıklarına saygı gösteririz. Yukardan bakmadan, kibir içinde bakma‐ dan, kimseyi birbirinden ayırt etmeksizin. Baktığınız vakit, 1950 ile 60 arasında Türkiye’nin Doğu‐Güneydoğu’sunda silahlı bir hareket yoktur. Bunu iyi analiz etmek, iyi görmek lazım.

‐ Hayatınız boyunca gördüğünüz, sizi en çok tatmin eden cumhur‐ başkanları kimlerdi? ‐ Hayattakilere sağlıklar dileyelim. Geçmiş açısından söyleyelim is‐ terseniz. Turgut Özal ve mutlaka Celal Bayar. Son dönemler açısından söylüyorum, yoksa Atatürk gibi bir deha.

‐ Peki Enver Paşa hakkında ne düşünüyorsunuz? ‐ Gönlümüze hoş gelen tavırların, kararlılıkların, cesaretin sahibi‐ dir. Bir Türk kurmay subayının kafasının dörtte üçü Mustafa Kemal Paşa ise dörtte birinde de Enver Paşa olmalıdır.

‐ Ya Mustafa Muğlalı olayı? ‐ Devlete sadakati şüphe götürmez. Uzun süre bizim silahlı kuvvet‐ lerimizi etkilemiş bir olay olduğunu da kabul etmek lazım, bu bakımdan demokrasi ve hukukun ne kadar önemli olduğunu bugün görüyoruz. Bir vatansever adamın, ömrünün son noktasında karşı karşıya kaldığı bir zor durum mutlaka, onu da kabul etmek lazım. Üzüntü verici bir durum‐


371

du. Hiç olmamalıydı, bunun olmamasının önünü açacak olan güç siyaset yönetimi, bunun önemini görmek lazım bu olaylarda.

dir?

‐ Türklük tarihinde sizi en çok etkileyen simalar, kişilikler kimler‐

‐ Osmanlı İmparatorluğu açısından bakacak olursak yükselme devri padişahları çok önemli. Birinci Murad ve Fatih Sultan Mehmed çok önemli devlet adamları. Ne açısından önemli? Çağının en bilgili, en bilgin kişisi Fatih Sultan Mehmed. Bir yönüyle bir Türk imparatoru, bir yönüy‐ le de Bizans’ın tarihsel ağırlığını da sırtına, arkasına almış, daha büyük ufukları düşünen bir Roma İmparatoru. Gerileme döneminde kuşkusuz Sultan Abdülhamid.

‐ Başbakan’ın hastalığında ilk giden siz oldunuz... ‐ En zor günümde gelmişti bana Tayyip Bey ve normalin ötesinde de bir ilgi göstermişti o dönemde. Siyasette bizi zora, köşeye sıkıştırmak isteyip yakınımızda olması lazım gelenlerin olmadığı bir noktada, cena‐ zeye gelip, ne lazım gelirse, İstanbul belediye reisi olarak onu yapmıştı. Günü geldiğinde bizim yapmamız gerekeni de biz yaptık diye düşünüyo‐ rum. İnsan kötü gününde yakınında olanları hiçbir zaman unutmaz, unutmamalıdır.

‐ Devlet kavramı çok güçlüdür sizde. Yaşar Paşa’nın o laflarını duyduğunuz zaman ne hissetiniz? ‐ Kimsenin beni kırmaya hakkı olmadığını düşünüyorum. Ve ben hep dik durdum yani. Ben Mehmet Ağar’ım, ben duruşumu hiçbir zaman bozamam. Ama ben ülkede büyük gerilimleri ortadan kaldırmaya aday çıkmışım. Canımı ortaya koymuşum, her dönemde koymuşum, gene koyuyorum ortaya. Ve küçük gerilimler yaratmak istemem ben. Ben kavgaların adamı değilim, ben büyük uzlaşmaları getireceğim. Ama bü‐ tün bunları yaparken, siyasi kişiliğimi de, hayatımdaki kişiliğimi de ez‐ dirtmem. Ben herkesi kırmamaya dikkat ediyorum, herkesi. Beni de kimse kırmasın.

‐ Osman Baydemir’in “Buranın kaynakları buraya bırakılır” sözle‐ rine ne diyorsunuz? ‐ İşte bu tam gülünecek bir şey. Türkiye’nin vergisinin yüzde 80’ini İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli veriyor. Doğu, Güneydoğu’daki 24 vilayet de en fazla yüzde 2 vergi ödüyor. Ama en büyük kamu yatırımları bu bölgelere yapılıyor. Baydemir, Diyarbakır’da patlayan kanalizasyo‐ nuna baksın.


372

‐ Seçimden sonrası için koalisyon modelleri konuşuluyor. AKP‐ DYP formülü için ne diyorsunuz? ‐ Hani biz barajı geçemiyorduk? Şimdi bize koalisyon ortağı seçili‐ yor. Bir müddet sonra, süreç geliştikçe tek başına doğru tepelere gitti‐ ğimiz, birinciliğe doğru gittiğimiz görülecek. Mücadele ettiğim bugünkü iktidardır. Ben onunla mücadele ederek, oylarımı yükseltip, birinci parti olacağım.

‐ Ovada siyaset yapılsın derken somut olarak neyi kastettiniz? ‐ Siyaset zaten yapılıyor, yapılmıyor diye bir şey var mı? Bugün si‐

yaset yapılmıyor mu? Bugün, farklı şekillerde işte mahalli idarelerde olsun, bazı siyasi partilerde olsun, bazı sivil toplum kuruluşlarında ol‐ sun...

‐ Ama Meclis’e giremiyor bu irade? ‐ Halk istiyorsa Meclis’e girer. Baraj konusunda şöyle bir şey yap‐ mak gerekiyor: Yüzde 10 barajının bu saatten sonra indirilmesi zor. Ama bir Türkiye milletvekilliğini yüzde 3’lük, 4’lük barajlarla var etmek mec‐ buriyeti var, dolayısıyla böyle bir temsili adaletin önünü açmak lazım. Ertuğrul Özkök ‐ Enis Berberoğlu. Hürriyet, 23.10.2006.

16. 5. 2. Çalışlar: “Latife Hanım, Mustafa Kemal’in Başına Gelmiş Bir Kaza Değildi.”

Geçtiğimiz yıl, Mustafa Kemal Atatürk’ün eski eşi Latife Hanım’ın 30. ölüm yıldönümüydü ve bütün yıl Latife Hanım tartışmalarıyla geçti. Ancak tartışılan, Latife Hanım’ın ölümünün yankıları filan değil, önce bir banka kasasına, arkasından Türk Tarih Kurumu’na TTK ema‐ net edilen evrak‐ı metrukesi’nin akibetiydi. Üzerinden 30 yıl geçtiği için, mahkeme tarafından bu belgelerin üzerine konulan yasak kalkmıştı ve belgeleri okuyan birkaç kişiden biri olan Prof. Dr. Reşat Kaynar’ın ifadesiyle söz konusu belgeler, “Cumhuri‐ yet tarihinin yeniden gözden geçirilmesini gerektirecek” önemdeydi. Zaten kıyamet de bundan kopmuştu. Bazıları, muhtemelen Mustafa Ke‐ mal’in hatırasının rencide edilebileceği endişesiyle, bu belgelerin kamu‐ ya açılmasına şiddetle direniyordu. Bazıları da, Latife Hanım’ın Atatürk’ten ayrıldıktan sonra tek ke‐ lime bile konuşmadığını hatırlatarak, böyle bir endişenin yersizliğini dile getiriyordu. Netice itibariyle Latife Hanım’dan kalan belgeler TTK’nin deposunda kaderine terk edildi bir kez daha. Peki ama Latife


373

Hanım hakikaten ürkülecek birisi miydi, çok sevdiği Mustafa Kemal’in aleyhine bir şeyler söyler miydi? Bugüne kadar bize anlatılan Latife Hanım portresi, bu konuda pek fazla ipucu vermiyordu ne yazık ki. Mustafa Kemal’e hayatı zindan eden, mendebur, hoyrat ve hatta despot bir Latife Hanım imgesi çizilmişti zi‐ hinlerimize. Gazeteci İpek Çalışlar’ın yerli ve yabancı kaynakları tarayarak yap‐ tığı araştırma, durumun hiç de bize anlatıldığı gibi olmadığını koyuyor ortaya. Okudukça şaşırıyor, resmi tarihimizin bizden bu tür hakikatleri neden gizlediğine hayıflanmadan edemiyorsunuz. ‐ Bilinenden veya anlatılandan çok farklı bir Latife Hanım portresi çiziyorsunuz. Çizdiğiniz portrede Latife Hanım, mağrur ve feminist bir kadın olarak görülüyor. Kadın haklarının gelişmesi için bir politikacı gibi çalışıyor. Sizi böyle bir Latife Hanım portresine götüren ipuçları neler oldu? ‐ Mustafa Kemal Paşa’ya, “Milletvekili olmak istiyorum.” diyen bir Latife Hanım’la karşılaşınca “Vay canına!” dedim. Biz kadınlar bugün Millet Meclisi’nde yüzde 4,4’le temsil edilirken, bu kadın 83 yıl önce mil‐ letvekili olmak istemiş; üstelik de kadınlar daha siyasi haklarını elde etmemişken. Latife Hanım’ın dile getirdiği bu talep beni kışkırttı. Latife Ha‐ nım’ın sır kutusunu açacak anahtarı bulmuştum. Onunla ilgili olumsuz yaklaşımları terazinin bir kefesine koydum. Bir yana da bu sözü. Latife Hanım ağır bastı. Bulmacanın eksik parçası ortaya çıkmıştı. Benden önce de gazeteci arkadaşlarım, Latife Hanım’ın yaşamının karanlık noktaları‐ nı deşmeye çalışmışlardı. Ama benim kafamda bir tez vardı; bu tez kadın haklarını savunan bir Latife Hanım’dı. Onun önemli bir kadın olduğunu fark etmiştim. Dönemi okumaya, Latife Hanım’a ait satırları biriktirmeye başladım.

‐ Hangi kaynaklardan ve nasıl? ‐ Bir gazeteci için en iyi kaynak nedir? Tabii ki gazeteler. Eski Türkçe kursuna gitmiştim. Eski yazı gazeteleri taramak o kadar kolay değilmiş. Dostlarımdan yardım aldım. Bu arada dünya basınına yönel‐ dim. Amerikan ve İngiliz basınına İnternet ortamında kolaylıkla ulaşıla‐ bileceğimi fark ettim. Önüme haberler birer ikişer düşmeye başlayınca heyecandan ölecektim. Latife Hanım dünya basını tarafından büyük bir dikkatle izlenmiş, kadın hakları savunucusu ve “sufraje” sıfatlarıyla anılmıştı. Şaşırtıcıydı. 2005 yılı başında Latife Hanım’ın belgeleri açılsın mı açılmasın mı tartışması başladığında, ben araştırmamı yarılamıştım.


374

‐ “Latife Hanım, Mustafa Kemal’in başına gelmiş bir kaza değildi.” diyorsunuz. “Bir kaza” gibi yansıtılmasının sebebi ne sizce? ‐ Türkiye tarihinde, Latife Hanım kadar ağır saldırıya uğramış bir başka kadın acaba var mı? Atatürk’ün heykellerine saldıranlara “mec‐ zup” deniyor ya da “suçlu” diye hapse atılıyor. Ama onun bir dönem en yakınında bulunmuş, yaşamını paylaşmış Latife Hanım’a saldırmak ne‐ redeyse olağan kabul ediliyor. Latife Hanım, Mustafa Kemal Paşa ile evliyken yıldız muamelesi görmüş. Onun meziyetlerini anlata anlata bitiremeyen insanlar, yıllar içinde 180 derece dönmüşler ve haşin, kocasına eziyet eden, şımarık, döşemeye topuk vuran bir kadından söz etmeye başlamışlar. Latife Ha‐ nım muhakemesi mükemmel, birikimi sağlam, her konuda fikri olan bir kadın. Sekiz dil biliyor, hukuk okumuş dünyayı tanıyor. Mustafa Kemal Paşa’dan korkularından Latife Hanım’a tahammül edenler, yıllar geçtikçe eteklerindeki taşları dökmüşler, onu “Mustafa Kemal Paşa’nın başına gelmiş bir kaza” gibi göstermeyi başarmışlar.

‐ Feminist bir kimlik sergileyen Latife Hanım, Falih Rıfkı Atay’ın ifadesiyle, “Kadın anlayışında pek Garplı olmayan” Mustafa Kemal’i ra‐ hatsız etmiş olabilir mi? ‐ Feminist bir kadın yanındaki erkeği muhakkak rahatsız eder. Bu bir eşitlik kavgası çünkü. Çankaya’da yürütülen bir eşitlik kavgası tabii ki huzursuzluk çıkartır. Boşanmalarının ardından, “Latife Hanım’ın fe‐ minist tavırları mı acaba kocasını rahatsız etti?” sorusu dünya basını tarafından sorulmuş. Ama ben Mustafa Kemal Paşa’nın, Latife Hanım’ın feminist tavırlarından başından beri keyif ve ilham aldığını düşünüyo‐ rum. Mesela, milletvekili olmak isteğine olumlu bakmıyor ama “Bak Lati‐ fe, sana da oy vermişler.” diyerek ikili bir tutum sergiliyor. Latife Ha‐ nım’ın feminist tavırlarından esas rahatsız olanlar, daha ziyade diğer erkekler.

‐ Latife Hanım, Mustafa Kemal’le ve Mustafa Kemal’in yakın çevre‐ siyle zaman zaman iktidar mücadelesine mi giriyor? Boşanmalarının ardından geçmişe yönelik tarihin “yeniden” yazılmasının sebebi bu mu? ‐ “Latife Hanım’ın, Mustafa Kemal’in yakın çevresiyle bir iktidar mücadelesine girdiği” yorumu doğru. Çankaya’da yaşıyor. İktidarın merkezinde. Yanlış bildiğine itiraz ediyor, doğru bulduğunu savunuyor. Mustafa Kemal evlilik süresince gizli belgelerini ona saklatmış. Yani her‐ kesin içini dışını biliyor. Boşanınca, sanırım bu yüzden tehlikeli bir ka‐ dın olarak algılanıyor. Ya konuşursa korkusuyla onu önemsiz kılmaya, sözünü değersiz kılmaya çalışıyorlar. Latife Hanım ise herkesin bu kor‐


375

kusuyla sanki eğleniyor. Tenezzül edip kimse aleyhinde bir şey söylemi‐ yor. Gazeteci kabul etmiyor.

‐ Eğer boşanmasalardı, Mustafa Kemal’in daha düzenli bir hayatı‐ nın olacağına, içki, sigara ve kahve konusunda Latife Hanım’ın “yasakla‐ rı”nın işe yaracağına dair kanaatler var. Siz bu kanaatleri paylaşıyor musunuz? ‐ Sigara ve kahveden ziyade, gece sofrasıydı sanırım yıpratıcı olan. Latife Hanım’ın yasakları Mustafa Kemal’i bunaltmış. Zaten pek de işe yaramamış. Ancak Latife Hanım evde düzenli bir yaşam kurulmasını sağlıyor. Çankaya’yı, protokol kurallarıyla yönetilen bir cumhurbaşkanı köşküne çeviriyor. Onun Çankaya’dan gitmesi, bir anlamda Mustafa Ke‐ mal’in düzeninin bozulması, sağlıksız bir yaşamın egemen olması anla‐ mına geliyor. Çok erken aramızdan ayrılan Atatürk, belki de Latife Ha‐ nım’la birlikte daha uzun yaşardı. Herkes bu konuda birleşiyor.

‐ Boşanmalarının ardından, Mustafa Kemal’in engelleme çabaları‐ na rağmen, yakın çevrenin Latife Hanım hakkında karalama kampanyası başlatmasının ve bunda da başarılı olmasının arkasında ne yatıyor siz‐ ce? ‐ Latife Hanım, her şeye hakim olan tavırlarıyla ortadan kaybolun‐ ca Çankaya sofrasına katılanlar bir “Oh” çekmiş olmalılar. Ancak sesleri‐ ni çıkarmaya başlamak için yıllarca beklemişler. Boşanmalarının ardın‐ dan, Latife Hanım’a bence uzun süre saygısızlık edilmemiş. Karalama kampanyası 1950’lerde başlıyor. Latife Hanım, 1925 yılında sahneden çekilmiş bir kadın. Geç günlerdeki pırıltısı unutulup gittiği için karalama kampanyası ikna edici oluyor. Ancak tuhaf olan şu: Latife Hanım bir türlü unutulmuyor. Yeniden çizilen karakteri ile aramızda yaşamaya devam ediyor. Yani önemli birisi olduğu gerçeği değiştirilememiş. Halbuki bu topu topu iki buçuk yıllık bir evlilik. Ondan sonra Latife Hanım görünmez bir kadın olmuş.

‐ Mustafa Kemal ile Latife Hanım, o döneme göre hayli modern bir evlilik yapıyorlar ama boşanma şer’i kurallara göre oluyor. Yani Mustafa Kemal, “Boşadım.” diyor ve bu yetiyor. ‐ Ablası Vecihe Hanım’ın deyişiyle “alaturka bir boşanma.” Harıl harıl Medeni Kanun çevirisi yapılıyor, gazetelerde haberleri yayımlanı‐ yor ama Mustafa Kemal eski usul boşanıyor. Anlaşılan çok öfkelenmiş, imajını pek düşünmüyor. Halbuki, dünya basını epey çalkalanmış. Medeni Kanun henüz çıkmadığı için biçim olarak kanuna aykırı bir durum yok. Yalnız yine de


376

unutmayalım, boşanma bildirisinde karşılıklı ayrılmaya karar verdikle‐ rinden söz ediliyor. Yani tek taraflı bir boşanma gibi algılanmaması için çaba harcamış Mustafa Kemal. …

‐ Beklenen oldu. Topal Osman çetesi Çankaya’yı kuşattı. Latife’nin kız kardeşi Vecihe de oradaydı. Vecihe İlmen yıllar sonra bir dost mecli‐ sinde o gün yaşadıklarını anlatmıştı. Bu anlatım Topal Osman olayının bilinmeyen bir yönünü gün ışığına çıkartıyor: ‐ Milli Mücadele’nin lideri tehdit altındaydı. Kısa bir tartışma ya‐ şandı. Önemli olan Mustafa Kemal Paşa’nın yaşamıydı. Ona bir şey olur‐ sa, zaten hiçbiri hayatta kalamazdı. Dışarıdakilerle pazarlık başladı. Adet olduğu üzere, “Kadınlar ve çocuklar önden çıksın.” dediler. Plan şuydu: Mustafa Kemal Paşa kılık değiştirerek kadınlar ve ço‐ cuklarla birlikte dışarı çıkacaktı. Fakat evin içinde de birilerinin kalması gerekiyordu. Latife muhafızlarla birlikte evde kalmaktan yanaydı. “Ben onları oyalarım.” diyordu. Mustafa Kemal Paşa önce şiddetle itiraz etti. Ancak Latife’nin inadını bilirdi. Vecihe bir çarşaf buldu getirdi. Mustafa Kemal çarşafı giydi, baldızı Vecihe ve hizmetkar kadınlarla birlikte dışarı çıktı. Latife de bu arada onun kalpağını kafasına takmıştı. Erlerden biri‐ ne, “Mutfaktaki portakal sandıklarını getir.” dedi. Sandıkları pencerele‐ rin önüne dizdiler. Evde ışıklar yanıyor ve bahçeden bakıldığında içer‐ dekiler fark ediliyordu. Boyunun kısalığı dışarıdan fark edilmemeliydi. Latife, portakal sandıkları üzerinde bir ileri bir geri yürüyor, dışarıdan gelen habercilerle iletilen mesajları, evde Mustafa Kemal varmış gibi alıp cevap veriyordu. Ölüm tehdidi altında çeteyi oyalamayı sürdürüyordu. O sırada Mustafa Kemal, Topal Osman’a karşı yürütülecek harekatı planlıyordu. Sonunda Topal Osman’ın adamları eve kurşun yağdırmaya başladılar. Ardından eve girdiler. Mustafa Kemal’in gittiğini anlayınca çılgına dönüp ne buldularsa parçaladılar. Onların aradığı Mustafa Kemal’di. Ama elle‐ rinden kaçırmışlardı. O sırada Topal Osman çetesi, muhafız taburu tara‐ fından sarıldı. Latife’ye zarar vermeye zamanları kalmamıştı.

Kaynak: Latife Hanım’ın kız kardeşi Vecihe İlmen’in anlatımından. ‐ Güle oynaya gittikleri İzmir’de, Latife ile Mustafa Kemal ölümün eşiğinden döndüler. Resmi tarihe ve dönem anılarına yansımayan bir suikast girişimiyle yüz yüze kaldılar. Dünya basınının “El bombasıyla Türkiye Cumhurbaşkanı’na suikast girişimi” olarak sunduğu ilk haber, 7


377

Ocak’ta Kanada’da Toronto Daily Star’ın, üçüncü sayfasında çıktı. Haber, “Mustafa Kemal’e isabet etmeyen bomba karısını yaraladı.” başlığıyla verilmişti. 8 Ocak tarihli New York Times gazetesinin birinci sayfasında “Mustafa Kemal Paşa kurtuldu, atılan bombayla karısı yaralandı.” haberi yer aldı. 8 Ocak tarihli Chicago Tribun’e göre, saldırgan Mustafa Kemal ile Latife’nin kaldığı eve gitmiş, Paşa’yla görüşmek istemişti. Kimliği bi‐ linmeyen adamı önce Bayan Kemal kabul etmiş, adam eşini görmek için ısrar edince Cumhurbaşkanı gelmiş ve adam ona bomba atmıştı. … Latife Hanım 13 Temmuz günü 1975 Teşvikiye Camii’nden uğurlandı. Cenaze için devlet töreni yapılmadı. İstanbul Valisi Namık Kemal Şentürk’ü aile İzmir’den tanıyordu. Şentürk yetkisini kullanarak kara, hava ve deniz birliklerinden oluşan bir şeref kıtası gelmesini sağ‐ ladı. Son dakikada bir bayrak olmadığı fark edildi. Cenazeye katılanlar‐ dan Gültekin Ağaoğlu, “Tabut üzerine bir Türk bayrağı bile konmamıştı. Ablalarımla birlikte ısrar ettik, bir bayrak bulunup üstüne örtülmesini sağladık.” diyor. Gerçekten de son dakikada bulunan bir bayrak, Latife Hanım’ın naaşının üzerine örtüldü. Anlaşıldığı kadarıyla bayrağın örtülmesi için çaba gösterenlerden biri de Vali Şentürk’tü. Sefa Kaplan. Hürriyet Pazar, 04.06.2006.

16. 6. Milliyet 16. 6. 1. “Röportaj Basit Bir Ses Kayıt İşlemi Değildir!” ‐ “Röportaj basit bir ses kayıt işlemi değildir.” diyor Can Dündar. Bize göre biçimlenen bir yazıdır, bizi ele veren bir türdür. Bunu yapma‐ ya gayret ettim. Onların ne söylediklerinden çok, onların söylediklerinin bana çarpıp yansıması, yankıları var bu kitapta. Bu yüzden de bu kitap benim hayatımdan birçok ipucu taşıyor. Çünkü Yılmaz Erdoğan’da, Tim‐ sah ve Daral’da, Behçet Nacar’da benim kuşağımdan birçok iz var. ‐ Röportajlara nasıl başlıyorsunuz? İlk giriş en zorudur ya... ‐ Vakit çok önemli bir kere. Dar zamana sıkıştırmamak gerekiyor. Ortam da önemli. Bu ikisi olduktan sonra benim yöntemim, “Önce bıra‐ kalım da, o anlatsın”dır. Bazısı en zor soruyla başlayıp başta şoke etmeyi sever. Herkesin bir yöntemi var. Ama ben mümkün mertebe karşımda‐ kini anlama derdinde olduğum için, önce ona kendi cümleleriyle hayatı‐ nı anlattırmayı tercih ederim. Onun anlatmak istediklerini en başta din‐


378

lemek, hem ona bir rahatlık sağlar hem beni aynı soruları tekrar sorma külfetinden kurtarır.

‐ Neredeyse röportaj yaptıklarınız kadar ünlüsünüz. Sizi tanımala‐ rı güven duymalarına mı, yoksa çekinmelerine mi sebep oldu? ‐ Buna katılmadığımı söyleyeyim önce. Onlar kadar ünlü değilim. Çünkü bunlar Türkiye’nin en şöhretli şahısları. Bugüne kadar yaptıkları‐ nız yapacaklarınızın garantisidir ya... Beni tanımaları, kendilerini bana daha kolay açmalarını sağladı. Tanışmasak dahi isimlerimizle tanışıyor olmanın çok yararını gördük.

‐ Röportajlarda rahatsız edici sorular sormaktan özellikle kaçın‐ mış gibisiniz... ‐ “Sansasyonel bir cümle çıkarayım ya da hiç sorulmamış bir şeyi sorayım.” diye düşünmedim. Çok genel olarak bu şahsiyetler bir döne‐ min aynaları. Onlar üzerinden Türkiye’yi anlamaya çalışan bir yaklaşım içindeydim. Tarkan’ın, Yılmaz Erdoğan’ın, Süreyya Ayhan’ın kişisel öy‐ küsünden ziyade onların bize anlattığı Türkiye’ydi benim peşinde oldu‐ ğum. Söylediklerinden onu anlamaya ve aktarmaya çalışıyordum.

‐ Kişisel olarak da öfke duyduğunuz, bir kuşağın ergenliğini parça‐ ladığını düşündüğünüz Behçet Nacar’la Parçala Behçet röportajınız ilginçti. Hem bunları yazıp hem de onu sakin sakin dinlemeniz... ‐ Olgunluk diyelim. O kadar kinci olmadığımı hissettim. Belki aynı röportajı 10 yıl önce yapsaydım farklı olurdu. Bugün üzerinden çok za‐ man geçti. O arada ekmek yedik, dayak yedik... Dönüp baktığım zaman eskisi kadar kızgın olmadığımı görüyorum.

‐ Kitabınızın arka kapağında “Türkiye’nin bir başka yüzünü gör‐ düm her baktığım yıldızda.” diyorsunuz. Bunlar Türkiye’nin hangi yüzle‐ ri? ‐ İbrahim Tatlıses’te ben kentlere hafif ürkek bir şekilde sokulan ama müthiş bir yırtıcılıkla ve kentin sahibi olma kararlılığıyla gelip, ken‐ di değerlerini kente kabul ettiren ve bugün iktidarda olan zihniyeti gö‐ rüyorum mesela. Hülya Avşar’da yeri geldiği zaman komplekslerini bile övüneceği bir malzemeye dönüştüren bir özgüveni görebiliyorsunuz. Yıldız Tilbe’de aslında tüm acılarını içine gömmüş milyonlarca kadının çığlığını duyuyorsunuz. Tarkan’da Türk erkeğinin cinsel değişimini ve Türk kadınlarının erkekten beklentilerinin ipuçlarını görebiliyorsunuz. Yılmaz Erdoğan’da Kürtler’in sahneye çıkışını ve “Biz de varız.” demele‐ rinin ipuçlarını yakalıyorsunuz. Sibel Kekilli’de toplumun ikiyüzlülüğüne ilişkin ipuçları var.


379

Bu kitap belki 50 yıl sonra tekrar okunduğunda 2000’ler Türki‐ ye’sinin kimleri öne çıkardığıyla Türkiye’ye dair ipuçları verecektir diye tahmin ediyorum. Bu insanların hayat hikayeleri ve onlar üzerinden biz ne algılayabiliriz? Tarkan’a başörtülülerin gösterdiği ilgiden, acaba Tür‐ kiye’de değişimin sinyallerini mi alıyoruz? Ya da bir porno yıldızının aniden ulusal bir ödül alması ikiyüzlü yanımızı mı ortaya koyuyor?

‐ Göksel Aymaz “Popüler Gerilim” adlı kitabında “Bu önüne geçi‐ lemeyen popüler kültür istilası karşısında teori, kendini popüler olan her şeyle ilgilenmek zorunda hissediyor.” diyor. Siz de ilgilenmek zo‐ runda mı kaldınız popüler kültürle? ‐ Elbette ve ben bundan yüksünmüyorum açıkçası. Şu tabii doğru: Bir noktadan sonra esir düşerseniz bu acıklı bir şey. Ama akademisyen‐ ler de içine gömülmeden bunlara da göz ucuyla bakmalı. Teorinin bura‐ dan çıkaracağı dersler olduğunu düşünüyorum. Bunların arasında has‐ sas bir nokta var. Ne kaptırıp esiri olmak, ne de göz yumup “Ben bunları biliyorum, zaten.” deyip kaleme sarılmak... Onların arasında bir yer tut‐ turup bunu hem görebilmek hem de analiz etmek, eleştirmek gerekiyor.

‐ Bunca yıldızla konuştuktan sonra bir yıldızlık formülü tespit et‐ tiniz mi? ‐ Kararlı bir şekilde bunu arzuluyor olmanın çok önemli olduğunu gördüm. Bir hedefe kilitlenip onun peşinde koşma kararlılığı var. Tabii yetenek de çok önemli. Ve hırs. Yetenekle birleştirilmiş bir hırs. Bir de sık sık tesadüfün büyük bir rolü olduğunu gördüm. Bir süre sonra da sistematik bir çalışma düzeni önemli oluyor. Süreyya Ayhan’dan Tar‐ kan’a kadar, bir süre sonra hepsinin belli bir rutin içinde ciddi bir çalış‐ ma düzenine geçtikleri görülüyor.

‐ Mesela Tarkan ve Hülya Avşar, yıldız olmak için genel kanının aksine, “halk istiyor” diye eğilip bükülmeye gerek olmadığını kanıtlıyor sanki. ‐ Evet. O zannediyorum şu: Türkiye’de bir noktaya kadar starlara belli bir sistem şekil verdi. 1950’lere kadar star olacak insan Münir Nu‐ rettin, Safiye Ayla’lar gibi giyinirdi. Ağırbaşlı, oturaklı belli bir standardı vardı. Sanırım Zeki Müren’den itibaren bu kırıldı. Topluma, “Bakın ben de böyle yaşıyorum, seven varsa peşimden gelsin.” deme cüretini ilk gösteren Müren’di. Bugünkü starlarda Müren’in açtığı yolun tadını çıka‐ rıyorlar.


380

O noktadan itibaren şu anlaşıldı ki star kendini inandırıcı bir şe‐ kilde ortaya koyarsa, mutlaka toplumda onun karşılığı oluyor. Ya da zamanla yıldız kendi yaşam biçimini topluma dayatabiliyor. Tarkan için de böyleydi, Zeki Müren için de böyle.

‐ En heyecanlanarak, meraklanarak gittiğiniz röportaj hangisiydi? ‐ Sibel Kekilli. Çünkü herkes, erkek camiası yani, beni öyle mani‐ dar ıslıklarla falan uğurladı ki Sibel Kekilli röportajına... O dönemde tüm Türkiye el altından Sibel Kekilli’nin kasetlerini, CD’lerini izliyordu. Bir de hiç röportaj vermemişti, tam bir muammaydı. Ve biriyle tanışıklığınız sadece onun porno filminden ibaretse, onunla karşılaştığınızda tuhaf bir durumda buluyorsunuz kendinizi. Behçet Nacar da ilginçti ama onun filmlerinin üzerinden kaç sene geçmiş, adam 70 yaşını geçmişti.

‐ Görev gereği, röportaja ön hazırlık mahiyetinde vesaire vesaire... Sibel Kekilli’nin porno filmlerini izlemiştiniz herhalde, değil mi? ‐ İtiraf edeyim ben izlememiştim o filmleri. Belki biraz tepkisel olarak o tür bir hazırlık yapmadım. İlk tanışıklığın öyle olmasını isteme‐ dim. Unutamadığım sahneler var. Tarkan’la konser öncesinde röportaj yapacaktım. Tarkan’ı beklerken sahneye çıkıp bir bakayım dedim. 10 bin kişilik topluluk karşısında buldum kendimi. Beni görünce, alkışladılar. Tuhaf bir duyguydu. Hatta “Can Dündar, Tarkan’dan sahne çaldı.” diye espriler yapıldı. Yılmaz Erdoğan’la konuşmak için “Vizontele Tuuba”nın film setine gittik. Orada bir de oyunculuk teklifi aldım. Üç saniyelik bir roldü. Sonra Ahmet Tulgar oynadı onu Allah’tan. Benden çok daha başarılı oldu. Ben cesaret edemedim. Sonuçta hayatımın en riskli üç saniyesi olabilirdi. Erdoğan’la röportajın bir diğer yanı da sohbetimizin neredeyse sabaha kadar sürmesiydi. Ne yazık ki en az söz o röportajda var. Şimdi dönüp bakınca orada kendimi çok anlatmışım diye üzülüyorum. İskender Çolak ile Ecevit dosyasının hazırlığı sırasında tanışmış‐ tım. Ecevit’in hapishane arkadaşı çünkü. Ona Ecevit’i anlattırmıştım. Yazılmasını istemeden anlattıklarından çok etkilenmiştim. Bambaşka bir insan olarak tanımıştım Ecevit’i bu sayede. Çolak da kitabı yazılacak adamlardan biri. Bana tanımadığım bir dünyanın kapılarını açtı. İçinden bambaşka bir insan çıktı. Benim için de şaşırtıcı bir tanışıklıktı ve güzel olduğunu düşünüyorum. İskender Çolak’la bürosunda konuştuk. Tuhaf bir yer sonuçta. Farklı bir “aurası” var. Gelip giden adamlar, çalan telefonlar... Bir de bu


381

röportajların sonrası var tabii kitaba çok fazla yansımayan. Çolak ile röportajın gecesi bir rakı sofrasında sonuçlandı mesela. 20 kişi falandık yemekte ve masanın yarısı Türkiye’nin çok iyi tanıdığı sanatçılardı. Sanırım Orhan Pamuk’la yazıdan gelen; nasıl anlatacağımız, nasıl yazacağımız meselesinden gelen bir duygudaşlık vardı. Onunla daha rahat ettiğimiz inancındayım. Orhan Pamuk, fotoğrafın ve halkla ilişkile‐ rin önemini çok iyi bilen bir yazar olduğu için, onunla foto muhabirimiz Ercan Arslan da çok rahat çalıştı. Doğrusu o röportajın hem içeriğinden hem de fotoğraflarından çok memnunum. Yazı adamı olduğu için Yılmaz Erdoğan’la da çok rahat bir röportaj yaptım. Özcan Deniz’in kişisel öyküsünden çok etkilendim. Bir kısmını sığdırabildim zaten. O hayattan bir film çıktı, “Neredesin Firuze”; birkaç film daha çıkar. Cem Yılmaz’la yaptığımız röportajda çok güldüm. Aslın‐ da onun çok sıkıntılı bir döneminde röportaj yaptık biz. O dönemde da‐ ha Gora’nın ne olacağı belli olmamıştı. Çok sıkıntılı olmasına rağmen çok eğlenmiştik. Kadir İnanır’la röportaj yapmadım, onunla ilgili bir izlenim yazısı yazdım. Sonra İnanır o yazıdan alındığını belirten bir demeç verdi. Bir parça da içimin kırıldığını itiraf edeyim. “Onun belgeselleri için be‐ nim döktüğüm gözyaşları ne olacak şimdi?” diye bir demeci çıktı. O ya‐ zıda da kırıcı olmamaya çalışmıştım ben. Tersine Kadirizm imajının onun gerçek kişiliğiyle ne kadar çakıştığını sorgulamaya çalışmıştım. Tepkisine şaşırdım.

“Yıldızlar” kitabında Hülya Avşar, Yıldız Tilbe, Süreyya Ayhan, Öz‐ can Deniz ve Cem Yılmaz gibi 18 ünlü isimle Can Dündar’ın yaptığı rö‐ portajlar yer alıyor. Tuba Akyol. Milliyet, 08.08.2004.

16. 6. 2. Doç. Dr. Gündoğdu’dan Dehşet Hesapları: “Tehlike büyük!” İstanbul Üniversitesi Jeofizik Mühendisliği Öğretim Üyesi Doç. Dr. Oğuz Gündoğdu: “Marmara’daki fay 240 yıldır, yılda 2‐2.5 santim kayı‐ yor. Bu da 6 metrelik atım demektir. 17 Ağustos depreminin atımı 5, Düzce depreminin atımı 5.5 metreydi. 17 Ağustos’ta İstanbul 90 kilo‐ metreden sallandı, binaların yüzde 5’i hasar gördü. Bu kez 15‐20 kilo‐ metreden sallanacağız. Erken uyarı sadece 6 saniye kazandırır, kurtar‐ maz.”

‐ Balıkesir Manyas ve Bursa Gemlik’te yaşanan 5.2 büyüklüğünde‐ ki depremler, 17 Ağustos depremi korkularını canlandırdı, Prof. Naci


382

Görür bu hareketlenmeyi beklenen İstanbul depreminin “ayak sesleri” olarak nitelendirdi. Sizin görüşünüz ise Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın güney kolunda yeni kırılma olduğu şeklinde. Bu sarsıntılar daha büyük depremlerin habercisi mi? ‐ Son dört yıldır Marmara Denizi’nde 4’ü aşan deprem olmadı. Bu tür sessizliklerin arkasından daha şiddetli depremler beklenir. Manyas ve Gemlik’teki 5.2 olarak ölçülen depremler orta büyüklükteler. O bölge için normal faylanma, düşen hareket dediğimiz aşağıya doğru inen bir hareketle oldu. Manyas Gölü de zaten geçmişte faylanmayla oluşmuş bir alan. Bu tür depremler belirli sürelerle beklenmeli. Asıl tehlikelisi bizim Kuzey Anadolu fayı gibi, yatay yer değiştiren birbirinin üstüne çıkan hareketlerdir. Sumatra depremi gibi, bir blok diğerinin üstüne çıkıyor, onlar tsunamiyi yaratan deprem türleridir.

‐ Endonezya’yı yıkan deprem kaç büyüklüğündeydi? ‐ Dokuz.

‐ 17 Ağustos Gölcük depremi? ‐ 7.6’dan aşağı değil, biz tekrar hesapladık.

‐ Kandilli 7.4 diye açıklamıştı. ‐ 7.4 verdiler ama bizim hesaplamalarımız 7.6 gösteriyor.

‐ O günlerdeki korku içinde daha büyük panik olmasın diye mi kü‐ çük gösterildiler? ‐ Öyle hesapladılar, diyelim. Bu şiddetteki felaketin ortasında is‐ tasyonlardan ilk anda doğru kayıt alamazsınız. Gölcük depreminde, 17 Ağustos kâğıdına bakın simsiyahtır. Süreye bağlı ölçerler, ona göre he‐ saplama yapılır. Hatırlarsanız, önce 6.4 açıklandı, sonra 7.4’e çıktılar. Tek şansımız şu oldu, fay yavaş kırıldı. Kaybımız 20 bin kişi değil, Pakistan’daki gibi 100 bin kişi de olabilirdi. 12 Kasım’daki Düzce depremine, televizyonda canlı yayında yakalandım; herkes bunun artçı şok olduğunu savunurken, yeni bir deprem felaketine uğradığımızı söyledim. Binalar çöktü, yangın çıktı. O şiddette artçı şok olmaz. Rahmetli Aykut Barka ile birlikte Kuzey Anadolu Fayı’nı yıllardır izliyorduk ve büyük bir deprem geleceğini hep söyledik.

‐ Jeologlar ile sismologlar neden anlaşamazlar? Ulusal Deprem Konseyimiz var ama deprem kuşağındaki Türkiye’yi bekleyen riskler konusunda kamuoyu net bir görüş edinemiyor. 17 Ağustos olmasa bu kadar çok deprem uzmanımız olduğunu bilmeyecektik!


383

“Deprem uzmanı” sözünü biz uydurduk; dünyada böyle bir şey yok, bizim jargonumuzla geliştirildi, halk da kabul etti. “Sismotektonikçi” bizim için anlam taşıyan bir tanımlamadır. Ben‐ ce dünyada ki en iyilerinden biri rahmetli Aykut Barka’ydı. Hem sismolo‐ jiden anlar, hem de tektoniği iyi bilirdi; çünkü jeoloji kökenliydi.

‐ Aykut Barka’yı rahmetle anıyoruz, felaket bölgelerine birlikte gitmiştik. Çok doğru değerlendirmeler yapmıştı. Bayramdaki depremler İstanbul için uyarıcı oldu mu? ‐ Valiliğin devam eden çalışmaları var. 6‐8 Kasım’da büyük bir tat‐ bikat yapılacak. Bina falan yıkacaklar; gerçek bir depremde neler yapıla‐ cağını göreceğiz. Askerler, sivil savunma örgütleri katılacak. İstanbul’un 3 ilçesindeki durumu göreceğiz.

‐ Ege sallandı, Manyas, Gemlik... Bu Marmara’nın öncü şokları ola‐ bilir mi? ‐ Öncü demek için, deprem beklediğimiz fayda hareketlenme ol‐ ması gerek. Biz Marmara’da oluşacak depremin yerini biliyoruz. Gem‐ lik’teki depremin bu fayla ilgisi yok.

‐ Kuzey Anadolu Fayı, Marmara’ya nereden giriyor? ‐ 17 Ağustos’ta kırdığı yer Gölcük’ten itibaren İzmit Körfezi’nden girip Adalar’ın önünden, Bakırköy ve Beylikdüzü’nün 7‐8 kilometre öte‐ sinden Tekirdağ Şarköy’e uzanıyor.

‐ 17 Ağustos’ta bu fay kırıldı. ‐ Nereye kadar kırıldığı hâlâ tartışılıyor. Körfezi geçti, Adalar’ın önüne yaklaştı diyenler var. Aykut Barka, “Hersek burnunu geçmedi” diyordu. Fransızlar, İtalyanlar, Marmara’nın dibi tarandı. Ortada görüş birliği yok. “Yalova‐Çınarcık tarafında doğru da kırılma var.” diyenler oldu. İmralı tarafından güneye doğru kırılacağını söyleyenler bulunuyor. Türkiye’deki 7 dolayındaki yıkıcı depremleri, genellikle 10‐20 kilometre arasındaki derinlik üretebiliyor. Sismolojik veriler 5 kilometreyi geçme‐ yen sığ sayılabilecek alanlarda 7‐8 büyüklüğünde depremler olmayaca‐ ğını gösteriyor. Manyas ve Gemlik depremleri bu açıdan korkutucu de‐ ğildi. ‐ İstanbul’u sarsacak deprem için büyüklük tahmini yapabilir mi‐

siniz?

‐ 7 ve üzerinde olur. ‐ Bunu nasıl hesaplıyorsunuz?


384

‐ Son 5 yıldır Marmara’daki fayın 2‐2.5 santimetre yer değiştirdi‐ ğini ölçüyoruz. 1766’dan beri o kırık üzerinde büyük deprem yok. 1766’yı çıkartın 2006’dan, 240 yıl yapıyor. 240 yıldır ortalama 2‐2.5 santim gittiğini düşünür ve 2 santimle çarparsanız kaç metrelik atım biriktiğini çıkartabilirsiniz. Basit hesap. Demek ki 6 metre civarında bir atım olacak. Atım, deprem olduğunda ortaya çıkan çok ani harekettir. Biriken enerji bu şekilde çıkar. 17 Ağustos’ta 5 metreye kadar atım var. Düzce depreminde 5.5 metreye yakındı. Fayı 43 metre kırdı. 17 Ağus‐ tos’taki depremde maksimum atımın 5 metre civarında olduğunu düşü‐ nürseniz, 6 metre için 7.5 civarında enerjiyle karşılaşma olasılığımız güçlü.

‐ Marmara fayı tek parça değil ve Adalar’a kadar olan bölümü kı‐ rılmışsa... ‐ İşte can alıcı soru bu!

‐ Bilim çevreleri bu konuda niye anlaşamıyor? Deniz dibi araştır‐ ması bu kadar zor mu, Fransızların bulguları ne oldu? ‐ Kimse elindeki veriyi paylaşmak istemiyor. İki sene kimseye vermediler bunları. Biz jeofizikçiyiz, bizim dayanmamız gereken bilgi‐ lerde şu tür araştırma sonuçları da var: Adalar’ın, Bakırköy’ün hemen açıklarında bir metamorfik kitle var kabuğun içinde; bu fay çok düzgün hareket ediyor. Hep batıya doğru gitmeye çalışıyor. Önüne bir engel geldi mi ya etrafından dolaşıyor ya da açılma rejimini oluşturuyor. Sa‐ panca Gölü, Erzincan Ovası hep böyle oldu. O engel, 17 Ağustos’ta tekli bir kırılmayı önledi. Yoksa Gölcük depremi boydan boya kırardı. 240 yılda birikmiş enerji hazır duruyor, hepsini kırardı. Adalar’ın yakınına kadar kırıldıysa bu bir avantaj. Çünkü oradaki enerji dışarı çıkmış de‐ mektir. Hersek Burnu’nda kalsaydı, 30 kilometre daha ekleyecektik kı‐ rılması gereken faya. O zaman, İstanbul için daha büyük bir felaketi ko‐ nuşuyor olacaktık.

‐ Fay kırılmışsa bile tehlike yaklaşıyor. ‐ Yaklaştı. O da büyük sorun. 17 Ağustos’ta İstanbul’da 90 kilomet‐ reden sallandık. Marmara’da büyük deprem olursa 15‐20 kilometreden sallanacağız. Çok sert olursa tehlike büyük. Bizim ivme dediğimiz halkın anlayacağı dille, depremin hızlı veya yavaş gelişi. Dördüncü viteste gelen araba çarptığında perişan eder. İkinci viteste geliyorsa etkisi ona göre‐ dir. 17 Ağustos ikinci vitesle geldi, İstanbul’da ivmenin yüzde 48’i ölçül‐ dü. Adapazarı’ndaki ivme yüzde 48’di. Depremin kaynağında. Bolu ve Düzce’de yüzde 84’e yaklaştı. O sırada binalar neredeyse havalanıyor.


385

Marmara’da olası fay kırılması böyle bir eğilim gösterirse hakikaten yandık.

‐ Gemlik’teki depremden sonra İznik’e dikkat çektiniz. Neden? Ters yönde hareketlenme, kırılma da olur mu? ‐ Kuzey Anadolu Fayı’nın alt kolu Gemlik’ten geliyor İzmit Körfe‐ zi’nin altından geçiyor, İznik’ten Geyve’den geçerek Akyazı’da birleşiyor. Bu fayın güney kolu. Güney Marmara ile karıştırıyorlar. Gemlik, mercek altına alınması gereken bir deprem. Eğer fayda hareketliliği ifade edi‐ yorsa devamı İznik’e doğru bir gelişme gösterir. İznik tarihte 11 defa yıkılmış. Gölün içinde binalar var. Burada biriken stres var. Fayın bir tarafı Marmara’ya doğru attı, orada kırılma olunca enerjiyi küresel ola‐ rak her tarafa yayıyor. Gerilme oluyor.

‐ İznik için ne yapılması gerekiyor? ‐ Hemen bir ağ kuracaklar. Mikro deprem ağı. TÜBİTAK’ın 150 ci‐ hazı var, adamı yok. Üniversitede adam var, cihazımız yok. Bilim dünyası ortaklaşmıyor ama valilik hemen teyakkuza geçti. Şu anda binlerce dep‐ rem oluyor ve bu ölçümlerin yapılmasının hayati önemi var. Gökova da riskli, oradaki deprem 6’yı rahat geçecek. Sağlı sollu 5‐5.5 yaptı ama ortası duruyor. Sismik boşluk gap oluştu bu dolacak ve kırılma 6’ın altında olmayacak. Bunları iyi izlemek gerekir.

‐ Marmara’daki fayla ilgili sizin öngörünüz nedir? Tek parça olarak mı kırılacak çoklu mu? ‐ Kişisel düşüncem, bu çoklu kırılacak. Ama bu senaryo çok mu iyi? 7’lik bir deprem oldu, ondan sonra 7.5, bir tane de 6.5. İstanbul’daki binaların yüzde 5’i, 17 Ağustos’ta hasar görmüş. 1 milyon binada 50 bin demektir. İnanılmaz bir sayı. 90 kilometreden yavaş kıran bir deprem İstanbul’da yüzde 5 bina hasarı yapıyorsa burnumuzun dibinde hızlı bir deprem bu kırık dökük binalarda yaşayan insanlar için büyük risk de‐ mektir. Biz orta hasarlı binaları yıkmak yerine, üzerini boyayarak her şeyi hallettik! Binaların güçlendirilmesiyle ilgili yönetmelik hâlâ çıkarı‐ lamadı.

‐ Bu önlemler karşısında depremi tevekkülle bekleyeceğiz, öyle mi? ‐ Ben sosyal demokrat biriyim; depreme bakışım da, bazı inşaat mühendisi arkadaşlarımızdan farklı. Onlar binayı ayakta tutmaya çalışı‐ yorlar. Ben içindeki insanlarla beraber yaşamını düşünüyorum. 17 Ağus‐ tos’tan sonra, 47 bin konutu 1.5 yılda yapan tek ülkeyiz. Güvenlikli yapı‐ lar kurduk. Ama o kadar uzak yerlerde kurulmuş ki toplu konutlar, in‐ sanlar gitmiyor. Belediyelerse kentsel dönüşüm lafı etseler de, gerekli


386

yasaların çıkmasını istemiyorlar, çünkü bugünkü “rant düzeni” işlerine geliyor.

‐ İstanbul’un riski süregelen yanlış kentleşmenin de sonucunda değil mi? ‐ Tehlike ve risk kavramları da karıştırılıyor. Marmara denizinin içinde ciddi büyüklükte deprem üretecek bir fayın olması tehlikedir. Ama Avcılar’da dolum tesisi olması riski arttırır. Bir kentleşme de risk‐ tir.

‐ Boğaz’ı tüple geçiş projesini de eleştiriyor, güvenli bulmuyorsunuz. ‐ Deprem olduğu sırada saatte 100 kilometre hızla Boğaz’ı geç‐ mekte olan treni durdurabilecek misiniz? Japonya durduruyor. O tekno‐ lojiyi aldınız mı? Tüp geçitte bir eğim var. Metroda o eğim olmazdı. Tüp yaptılar yanlış. Gömülü yapılar her zaman depreme daha dayanıklıdır. Gerçi İstanbul’da metroyu bile tepeden deldiler! Böyle bir sondajcı gö‐ rülmemiştir.

‐ Depremi önceden belirlemek, haber vermek mümkün mü? ‐ Ancak deprem başladıktan sonraki uyarı mekanizmalarından söz edebiliriz. İstanbul’a en iyi ihtimalle, 50 kilometre uzaklıkta olacak bir depremin etkisini 6 saniyede hissedeceğiz. 6 saniyede ne yaparsanız yapın! 6 saniyede ancak doğalgazı kesersiniz. Buna harcanacak 3.5 mil‐ yon dolar, güçlendirmede harcanmalı. Halk erken uyarı sistemini şöyle anlıyor: “Bizi uyaracaklar, kaçacağız!” Öyle bir şey olmayacak. Tsunami‐ ye falan da para harcanmamalı. Ateş olsa cürmü kadar yer yakar.

‐ Marmara’da tsunami olmaz mı? ‐ Endonezya’daki gibi olmaz. Orada bir kıta 400 kilometrelik alan 27 kilometre üste çıkmış. 400 kilometre Marmara’nın iki katı. Düşünün o kadar suyu önüne katmış 800 kilometreye varan bir hızla oluşan tsu‐ nami dalgaları adaları yerle bir etti. Marmara’da bu kadarı olmaz. Eski‐ den olmuş, Haliç’te kayıklar parçalanmış. Celal Şengör’ün Marmara fayı tek parça kırılacak görüşünün baş dayanağı deniz dalgalarının surları aşmasıdır. Ama kaç metre?

‐ Bu kadar farklı görüşteki bilim insanını İstanbul’u bekleyen teh‐ likenin boyutları konusunda nasıl uzlaştırmak gerekiyor? ‐ Papa’nın seçimindeki gibi, kapanacaklar bir odaya günlerce, haf‐ talarca ortak bir noktaya gelene dek çıkmayacaklar. Kamuoyu ancak o zaman verilecek mesajlara güven duyabilir.

‐ Kimdir? ‐


387

1947’de Bursa’da doğan Oğuz Gündoğdu, İstanbul Üniversitesi Je‐ ofizik Bölümü’nü bitirdi. Lisans eğitiminin ardından, yüksek lisans ve doktorasını da aynı bölümde sismoloji alanında yaptı. Türkiye Deprem Vakfı Yönetim Kurulu üyesi olan Gündoğdu, İstanbul Üniversitesi’nde akademik çalışmalarını sürdürüyor. Derya Sazak. Milliyet, 30.10.2006.

16. 7. Radikal 16. 7. 1. Emekli Büyükelçi İskit: “Laikçi Cephe Bizi Kuzey Kore Yapmak İstiyor.”

Türkiye AB yolunda istekli adımlarını atarken, toplumda bir heye‐ can ve özgüven vardı. Herkes geleceğe belli bir güven içinde bakıyor, ülkenin geçmişteki siyasi ve ekonomik krizlerden artık kurtulduğuna inanıyordu. Dünyayla ilişkilerimiz barışçı bir eksende ilerliyor, sorunlar tek tek çözülüyordu. Türkiye, Avrupalılar’ı da şaşırtan bir hızla demok‐ rasisini geliştirip çağdaşlaştırıyordu. Toplumdaki bu huzur, hükümetin Avrupa Birliği yolunda hızını kesmesi ve AB’ye mesafeli durmasıyla birlikte bozulmaya başladı. Ülke‐ nin her yanında çeteler ve hukuksuzluk fışkırırken, bombalar patladı, suikastlar düzenlendi. Türkiye bir anda siyasi ve ekonomik açıdan bir belirsizlik içine girdi. Geçmişte AB Genel Müdürlüğü de yapan eski Brük‐ sel Büyükelçisi emekli diplomat Temel İskit’le Türkiye’nin dünyayla iliş‐ kilerini, dış politikadaki hatalarının neye mal olacağını konuştuk. ‐ Türkiye hem siyasi hem ekonomik sorunlar yaşadığı bir döneme girdi. Bu çalkantıların en önemli nedeninin hükümetin AB politikasından uzaklaşması olduğunu söyleyenler var. Hükümetin AB politikalarına eskiye kıyasla daha mesafeli olduğuna katılıyor musunuz? ‐ Katılıyorum. Sekiz ay önce 3 Ekim’de AB’den müzakerelere baş‐ lama tarihi alındı. Bundan sonra toplumda AB heyecanının azalması normaldi; ama AKP’nin AB ivmesini sürdürmesi lazımdı. AKP bunu yapmadı.

‐ AB üyeliği konusunda hızını ve isteğini, niye kaybetti hükümet?


388

‐ Türkiye’nin AB üyeliğinin, bu ekibin çok da içinden geldiğine emin değilim. Bir siyasi parti olarak AKP ve başta Başbakan olmak üzere AKP’li yöneticiler, AB üyeliğini içlerinden gelerek kucaklamıyorlar. On‐ lar AB’yi siyasi gereklilik olarak istiyor. Çünkü şunun farkındalar. AKP’nin dış meşruiyete ihtiyacı var. AKP’nin dış meşruiyeti de Amerikan desteğidir ve AB’ye üyelik sürecidir. Çünkü AKP’li yöneticiler henüz ülkede askeri ve sivil bürokrasiye yaranmış; onların desteğini almış değiller. Ayrıca AKP’li yöneticilerin AB üyeliği hakkındaki bilinci de çok ge‐ lişmiş değil. Çünkü AB üyeliğinin felsefesini kavramadılar. AKP’li yöneti‐ cilerin kültürleri AB üyeliğine direniyor.

‐ AKP hükümetinin AB konusunda eskisi kadar istekli görünme‐ mesi ve toplumda da AB konusunda yeni bir heyecan dalgasının oluş‐ maması hükümetin siyasetteki gücünü azaltıyor mu? ‐ Azaltıyor. Bakın... AKP’nin aldığı oyların hepsi eski İslamcılar’ın oyu değildi. AKP, AB sayesinde geniş bir kitleden oy aldı. Ben, son yerel seçimde AKP’ye oy verdim. Çünkü AKP, AB’yi destekledi. Dolayısıyla AKP’nin iç meşruiyetinin ve siyasi gücünün büyük kısmının İslamcılıkla alakası yok. Bilakis bu gücün, Türkiye’yi değiştirmekle, ülkeyi Batı’ya ve hukukun üstünlüğü gibi yeni değerlere eklemlemekle alakası var. Şimdi AKP’nin, İslamcı tabanının isteklerini takip etmesi, ona bü‐ yük prestij ve oy kaybettirir. Nitekim laikçi cephenin AKP’ye en büyük tenkidi “Bunlar takiye yapıyor. Bunların gizli gündemleri var.” iddiası değil mi? AKP, AB’den uzaklaşmakla ve toplumda yeni bir AB heyecanı yaratmamakla, “gizli gündem” kuşkusunu kendi elleriyle artırıyor. Başbakan, belediye başkanlarına “O gömleği giymeyin.” gibi laflar ediyor, ama AB’yle ilişkileri lafla kurtarmanın çok ötesine geçildi artık. Bir şeyler yapılması lazım.

‐ Türkiye AB’den vazgeçer mi? ‐ Vazgeçemez. Türkiye’ye AB üyeliği dışarıdan empoze edilecek sonunda. “Biz büyük Türkiye’yiz. Başka seçeneğimiz nasıl olmaz?” lafları palavradır. Türkiye’nin coğrafya, tarih ve bir ölçüde kültür açısından AB’den başka seçeneği yok. Hele hele ortaya çıkan son çeteler, Türki‐ ye’nin AB’ye, yani hukuk devleti kurma projesine çok daha fazla ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Aslında AB, Türkiye’nin üzerine örtülmüş olan şalı kaldırdı ve top‐ lumdaki bütün hastalıkları ortaya serdi. Çeteler eskiden de vardı, şimdi su yüzüne çıktı. Bu ülkede bir nevi derebeyi gibi güçleri olan jandarma


389

komutanları vardı. Tabii ki her devletin asker ve sivil bürokrasiye ihti‐ yacı var; ama hukuk çerçevesinde bir bürokrasiye ihtiyacı var. Eğer AKP’nin yöneticileri “çılgın” değilse, AB projesini sürdürürler. AB proje‐ sini sürdürmezse iktidarı kaybeder AKP.

‐ AB politikalarına mesafeli durmak, Türkiye’de yaşanan son çal‐ kantıların en azından psikolojik nedeni olabilir mi? ‐ Son çalkantılar, daha çok din temalarının işlenmesinden, AKP’nin din vurgusunu artırmasından ötürü çıkıyor. Bakın, AB sürecinde getirdi‐ ği olumlu değişikliklerden ötürü, toplumun bir kesimi AKP’yi içine sindi‐ remedi. “Kızılelma koalisyonu, ulusalcılar” denilen AB karşıtları, AKP’nin ayağının sürçmesi için fırsat bekliyordu. AKP bu laikçi cephenin eline, “Laikliğin tarifini yeniden yapalım.”, “Türbana Danıştay değil, ulema karar versin.” diyerek malzeme vermeye devam ettikçe, Türkiye’de is‐ tikrarsız ortam büyüyor şimdi. Laikçilerin istediği buydu. AB karşıtları AKP’nin tartışmayı din temalarına sürüklemesinden, İslam’ı vurgulamasından çok memnunlar. Çünkü onların Türkiye’ye biçtikleri bir gelecek yok. Onlar sadece Batı’ya kapalı otoriter bir rejim istiyorlar. Türkiye, Kuzey Kore olsun, istiyorlar. AB dışındaki ittifaklarla burayı Kuzey Kore’ye çevirmek istiyorlar.

‐ Peki AKP arkasında AB desteği olmadan demokratik adımları es‐ kisi kadar kolay atabilir mi? ‐ Atamaz ve belki de atmaz. Benim 41 yıllık devlet tecrübem dış dinamik olmadan bizim pek kımıldamadığımız yolundadır. Bugün Tür‐ kiye için dış dinamik AB’dir. Bu dış dinamik olmazsa biz öyle ortada kalıveririz.

‐ Terörle Mücadele Kanunu, siyasi iktidarın demokrasi konusunda da eskisi kadar istekli olmadığını gösteriyor. Halbuki, demokrasi zayıf‐ larsa bunun acısını ilk çekecek olan siyasi iktidar. Sizce AKP bu gerçeği görmüyor mu? ‐ Bu istek meselesi değil, bilgisizlik sanki. AKP’nin çok iyi teknis‐ yenleri yok, kanımca. Değişen dünyayı, terörizmle insan hakları konula‐ rının ilişkisini, demokrasi lehine nasıl çözülebileceğini tahlil edebilecek bir kadroya sahip değil AKP.

‐ Bakan Ali Babacan’ın önceliği ekonomiye verdiği için, baş müza‐ kereci olarak AB’yle ilişkileri gerektiği kadar etkili götürmediği söyleni‐ yor. Katılıyor musunuz?


390

‐ Katılıyorum. Benim AB süreci konusunda epey tecrübem oldu. Baş, çok önemlidir. Süreci itecek olan baştır. Başta en ufak bir ilgisizlik ve yetersizlik, derhal alttaki bürokratta süreçle ilgili ilgisizlik başlatır. Babacan için bu kadar ileri gitmek istemiyorum, ama baş müzake‐ recilik konusunda bir boşluk olduğu ortada. Babacan, baş müzakereci olarak daha çok görünmeli ve konuşmalı. Bir aileye katılmak istiyorsunuz, o ailenin fertleriyle her gün ko‐ nuşacaksınız. Öteki baş müzakerecileri biliyorum. Prag’da büyükelçiy‐ ken Çekoslovak baş müzakereciyle yakındım. Adam her an Brük‐ sel’deydi. AB süreci uzaktan yaşanmaz, iç içe yaşanır. Çünkü AB’yle ilişkiler‐ de hep bir pürüz vardır. Eğer pürüzleri sürüncemede bırakırsanız, bu pürüzler sorun haline gelir.

‐ Türkiye baş müzakerecisini değiştirmeli mi? ‐ Şimdi yapamaz. Türkiye’nin vitrinidir baş müzakereci. Durup du‐ rurken onu değiştirmek, bozukluk olduğu anlamına gelir. Ama seçimler‐ den sonra bu yapılabilir. Babacan daha aktif olmalı. Çünkü AB sürecin‐ deki yavaşlık ve isteksizlik, artık hükümetin imajını kötü etkiliyor.

‐ AKP, AB politikasının seçimde kendisine oy kaybettireceğini dü‐ şünüyor, olabilir mi peki? ‐ Düşünüyorsa, yanlış düşünüyor. Çünkü AB projesini reddedenin, siyasi şansı yok bu ülkede. AKP türbanda AB’yle ilgili hayal kırıklığına uğradı. Şimdi seçimler yaklaştıkça kendi tabanına selam veriyor. Ama selamı da tam veremiyor. Baksanıza Başbakan’a bir selam veriyor, bir selamı geri alıyor. Bunu da politika zannediyor.

‐ Eğer Türkiye’nin AB’den başka seçeneği yoksa, bu süreci kuca‐ ğında bulan her partinin muhalefetteyken karşı çıksa bile iktidardayken bu süreci götüreceği düşünülemez mi? ‐ CHP, AB üyeliğini yürütemezdi. Gerçi bugün hiçbir kitle partisi, “AB’ye karşıyım.” diyerek oy alamaz, “AB’den vazgeçtim.” diyemez. Der‐ se, büyük oy kaybeder ama... Asker‐sivil bürokrasinin siyasi uzantısı şeklinde AB’ye yaklaşan CHP de, açıkçası AB işinin içinden çıkamaz. Çünkü asker ve sivil bürokrasi, AB üyeliğine büyük direnç gösteriyor. Sebebi de, “Biz hala genç bir cumhuriyetiz.” düşüncesi.

‐ Cumhuriyet kurulalı 80 yılı geçti. Gerçekten Cumhuriyet hala genç sayılabilir mi?


391

‐ “Genç kaldık.” diyelim. Çocuk kaldık biz. Hep şu havayla yaşıyo‐ ruz. “Düvel‐i Muazzama’ya karşı yazılmış bir destanımız var bizim.” di‐ yoruz. Aslında biz sadece Yunanlılar’ı yendik, ama kendimizi, “Düvel‐i Muazzama’yı yendik.” diye görüyoruz. Dünyanın ilk bağımsızlık mücade‐ lesini veren bir ülke olarak görüyoruz kendimizi. Böyle görmenin sonu‐ cunda da “Acaba bölünür müyüz?” diye korkuyoruz. Biz AB’yle ilişkide de, 19. Asır’da Düvel‐i Muazzama’yla olan ilişki‐ deki gibiyiz. Cumhuriyet’in doğuşu hikayesi dış politikamızı hep etkiledi ve temel unsuru oldu. Bizim dış politikamızdaki birinci yanlışlık, dünya‐ ya ve özellikle Batı’ya kuşkuyla bakmaktır. “Batı’ya karşı bağımsızlığımı‐ zı kazandık, ihtiyatı bırakmamalıyız.” diyoruz, biz. İkinci yanlışlığımız ise Türk diplomasisi ve Türk devlet adamları, dış ilişkileri hiçbir zaman, bir işbirliği zemini olarak görmediler. Dış ilişkileri hep “al‐ver” ilişkisi ola‐ rak gördüler. Dolayısıyla biz, ya taviz alırız, ya taviz veririz. Bu da Os‐ manlı’dan kalmadır.

‐ Hangi açıdan? Osmanlı’ da Kanuni’ye dek diplomasi ülkelerarası ilişki yok. Biz fütuhat yapıyoruz. Gidip alıyoruz ve mesele bitiyor. Çöküş devrinde ise gücümüz kalmadığından dış güce tabi oluyoruz. O zaman da taviz veri‐ yoruz. Tarihe baktığımızda, bizim başka bir ülkeyle eşitler olarak karşı‐ lıklı oturup müzakere etme ilişkimiz yok. Bugün de, dış dünyayla ilişkiler daima taviz verip taviz alma, “Kim yendi, kim yenildi?” diye bakıyoruz. Dış dünyayla normal ilişki kuramı‐ yoruz. “Bir uluslararası anlaşmaya katılırsam, nereden kazık yiyeceğim.” diye korkuyoruz. Halbuki bugünün dünyası artık işbirliğine ve “kazan‐ kazan” denklemine dayanıyor. Ayrıca biz dış politikada her konuda hep haklı oluyoruz ve hiçbir sorunu çözemiyoruz. Ben haklı olmaktan bık‐ tım, hakikaten yoruldum artık.

‐ Peki Dışişleri bürokrasisi de mi AB’ye kuşkuyla bakıyor? ‐ Biraz öyle. AB davasını benimsemiş olanlar var; ama Dışişle‐ ri’nde genel olarak bağımsızlık savaşının travması hakimdir. Dış ilişki‐ lerde “kazan kazan” felsefesi hakim değildir. Kıbrıs meselesinin bu kadar haklı görülmesinin baş aktörlerinden biri Dışişleri’dir. Oysa biz kale komutanı değiliz, biz asker değiliz. Diplomatız biz. Bir işin olurunu bul‐ mak ve Türkiye’nin dünyayla ilişkilerinde dengeli bir uzlaşı ağı yarat‐ mak zorundayız. Kanının son damlasına kadar vatanın çıkarlarını asker korur. Ama bizde diplomatlar da, kanlarının son damlasına kadar çıkar koruyorlar. Bu, Türkiye’nin çıkarına değil. Çünkü her dış sorun toplumun refahına


392

bir gölgedir. Her dış sorun topluma negatif olarak yansır. O toplumun zenginleşmesini, gelişmesini engeller.

‐ Avrupa Birliği şu anda Türkiye’ye nasıl bakıyor? ‐Türk toplum yapısının AB’ye uyumu konusunda kuşkuları var. Gerçi bu kuşku henüz AB metinlerine yansımadı; ama kültürel uyumsuz‐ luk onlar açısından çok önemli bir soru işareti. AB’nin ayrıca hükümetle de ilgili kuşkuları var. AB çevrelerinde son zamanlara kadar Türkiye, bir İslam ülkesi olmasıyla ve medeniyetler çatışmasının aksini ispat edecek bir örnek oluşturmasıyla ön plana çıkarılıyordu. Türkiye’den söz eder‐ ken bir İslam vurgusu vardı. Çünkü bizim İslam’ımızla ilgili tereddütleri yoktu.

‐ Şimdi var mı peki? ‐ AB yetkilileri, İslam ülkesi olma argümanını artık kullanmıyor‐ lar. Çünkü endişe başladı ve “Sen İslamsın ve senin İslamlığın işe yarı‐ yor.” demekten çekiniyorlar. AKP hükümetinin durup durup türban ko‐ nusunu ve laiklik tarifini deşmesi onlarda kuşku yarattı. Türkiye’nin İslam’a kayıp kaymadığına dair bir endişe var. Oysa biz zihniyet değişimi gerektiren bir aday ülkeyiz. Bulgaristan’ın zihniyetini değiştirmesi ge‐ rekmiyor; ama bizim gerekiyor. Türkiye’nin değişmemesi, AB’yi huzur‐ suz ediyor. Türkiye’de mevzuat değişiyor ama uygulama değişmiyor.

‐ AB ile ilişkilerimizin nasıl gelişeceğini düşünüyorsunuz? ‐ Bizi, Amerika ve Batı, bu süreçte ilerlememiz için arkamızdan itecek. Amerika çok önemli bir dış dinamik burada. Çünkü AB üyesi, demokratik, istikrarlı, ehli bir Türkiye’yi, nereye çarpacağı belirsiz, anti‐ demokratik, vahşi bir Türkiye’ye tercih eder. Biz AB sürecinde ABD’den büyük destek aldık. Amerika AB’nin rakibidir, lafları boştur. Bunlar aynı ailenin, batı dünyasının parçalarıdır. ABD, elinde Irak, İran, Çin gibi bu kadar çok ateş varken, müttefikliğini ispat etmiş bir Türkiye’nin içinin karışmasını istemez. Türkiye’de artık darbe de söz konusu değildir. Ar‐ tık bugünün dünyasında darbenin dış desteği yok. Dış destek olmadan da darbe yapılamaz. Darbe, Amerika’nın çıkarına değil.

‐ Türkiye, AB konusunda üstüne düşenleri yapmıyor. AB, kendi üstüne düşenleri yapıyor mu? ‐ Tam yapmıyor, ama AB’nin üstüne düşen fazla bir şey de yok. Müzakere dediğiniz pazarlık değil ki. Türkiye’nin AB’nin müktesebatını üstlenmesidir bu. Türkiye çalışmak zorunda. Ama biz çalışmıyoruz, hat‐ ta direniyoruz. İhale Kanunu’nu bile çıkarmıyoruz. Çıkar çevreleri dire‐ niyor. Ama Türkiye, er geç AB sürecinde ilerleyecek. Türkiye AB’den


393

vazgeçerse parçalanır. Güneydoğu Türkiye’den kopar. Ülkenin bütünlü‐ ğünü korumasının garantisi AB sürecidir. Türkiye transformasyon ge‐ çirmeye ve AB’ye uyum göstermeye mecbur. 20l0’un Türkiye’si kesinlik‐ le daha iyi olacak.

‐ Geçenlerde Berlin’de Başbakan, vatandaşların türban konusun‐ daki şikayetleri üzerine Büyükelçiye nezaket kurallarının dışında bir tepki gösterdi. Bu davranışı normal miydi? ‐ Normal değil. Hem Başbakan’ın şikayeti doğru tahlil edemediği anlaşılıyor; hem de konuyu büyükelçiye orada sormamalıydı. İrtemçelik ise çok doğru davrandı.

‐ Sizce diplomatlarımız bu olaydan sonra ne düşünmüştür? ‐ Tepki duydular. Ben de büyükelçilik yaptım. Osmanlı’dan beri vatandaş devleti sevmez ve devletin boşluğunu yakalamak, kendini haklı görmek için fırsat arar. Devletin, vali veya büyükelçi olsun, temsilcileri‐ ne kuşkuyla yaklaşır.

‐ Vatandaş kuşku duymakta haksız mı peki? ‐ Hiç haksız değil. Konuyu bu yüzden Osmanlı’dan aldım. Çünkü valiler de ceberuttur ve ezer vatandaşı, jandarma da ezer. Büyükelçinin vatandaşı ezecek gücü yok, ama devletin temsilcisidir o. Eğer devletin temsilcisini başbakan azarlıyorsa, yani bir seçilmiş bir atanmışı azarlı‐ yorsa, vatandaş keyiflenir. Vatandaş bu olayda da devlete tepkisini dile getirdi. Meşhur fıkradır. Bir vilayette, “En çok hangi valiyi seviyorsunuz?” diye bir anket yapılır. Cevap, “Hasan Paşa” çıkar. “Nereden çıkardınız bunu? Hasan Paşa diye bir vali yok.” denir. Halk “Hayır.” der, “Biz Hasan Paşa’yı seviyoruz. O, kente gelirken yolda ölmüş.” En sevdikleri vali bu... Vatandaş ölmüş valiyi seviyor... Vatandaşın devlete yaklaşımı budur... Neşe Düzel. Radikal, 05.06.2006.

16. 7. 2. “2008’e Kadar Kıbrıs’ta Barış Olmaz.”

Türkiye Kıbrıs sorunuyla sürekli karşı karşıya geliyor. Bu bir mil‐ yon nüfuslu ada, Türkiye’nin AB ile ilişkilerindeki en sancılı konulardan birini oluşturuyor. Kıbrıs’ta iki taraf da yıllarca tartışmasız bir biçimde kendisinin haklı olduğunu düşündü. Bu kendi haklılığına inanç ve karşı tarafın duygu ve düşünceleri hakkındaki meraksızlık, her iki tarafın da


394

kendi pozisyonlarına kilitli kalmalarına ve çözümü imkânsızlaştırmala‐ rına yol açtı. Bugün Kıbrıslı Türkler barıştan ve çözümden yana bir tutum için‐ deyken, Kıbrıslı Rumlar eski anlayışlarını inatla sürdürüyor. Kıbrıslı Rumlar’ın barış karşıtlığının nedenlerini, niye böyle bir tutum seçtikle‐ rini, Türkler hakkında ne düşündüklerini, Türkiye’nin AB üyeliğini niye engellemeye çalıştıklarını, Kıbrıs konusunda araştırmalar yapan ve son birkaç ayını adada geçiren Sosyoloji Profesörü Ayhan Aktar ile konuş‐ tuk. Aktar’ın en son “Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm” kitabı yayımlandı. ‐ Avrupa Birliği ile müzakereler başlarken gene karşımıza Kıbrıs çıktı. Bu Kıbrıs meselesi hiç bitmiyor zaten. Siz Kıbrıs üzerine çalışmalar yapıyorsunuz. Kıbrıslı Rumlar bu “Kıbrıs meselesine” nasıl bakıyor? ‐ AB’ye sadece ve sadece siyasi nedenlerle giren tek ülke Güney

Kıbrıs’tır. Güney Kıbrıs zenginleşmek için AB’ye girmedi. Zaten AB’ye üye olmadan önce kişi başına 17–18 bin dolar milli geliri vardı. Kıbrıslı Rumlar, Hırvatistan ya da Türkiye gibi bu işten bir refah umarak AB’ye üye olmadılar. Onlar, dış politika nedenleriyle AB’ye girdiler. Türkiye’ye karşı kendilerini güvende hissetmek ve Kıbrıs meselesini AB’nin gündemine taşımak istediler. Şimdi kendilerini siyasi güvenceye kavuşmuş görüyor‐ lar. Unutmayın... İstanbul Üniversitesi’nin Eski Rektörü Kemal Alemda‐ roğlu, Annan Planı ile ilgili referandumdan önce, “Biz istersek adanın tümünü alırız.” diye beyanatlar verdi. ‐ Kıbrıslı Rumlar bu sözleri gerçekten ciddiye mi aldı?

‐ Barış yanlısı Rumlar, Kemal Alemdaroğlu’nun bu demecinin “ha‐ yır” oylarını yüzde 3‐4 artırdığını düşünüyorlar. Bir profesörün, bir üni‐ versite rektörünün bunu söylemesi, sokaktaki Mehmet efendinin söyle‐ mesi gibi değildir. 1974’ü yaşamış bir Kıbrıs Rum toplumu böyle bir demeç karşısında bir defa daha titreyip, siyasi güvence arayışı içine gir‐ di. Bu tepkiyi tuhaf karşılamamak lazım. ‐ Peki Kıbrıslı Rumlar bu “Kıbrıs meselesine” nasıl bakıyor? ‐ Kıbrıslılar için dünyanın merkezi Kıbrıs’tır. Size komik gelebilir ama Rumlar ve Türkler bir ada topluluğu olarak Kıbrıs’ı dünyanın mer‐ kezi görüyorlar. “750 binlik Rum nüfusu ve Türkiye’den gidenlerle bir‐ likte toplam 260 bin kişilik Türk nüfusu, kendisini nasıl dünyanın mer‐ kezi görür?” diyeceksiniz, ama görüyorlar işte.

‐ Bu algının sonucu ne peki?


395

‐ Dünyanın en önemli meselesi onlara göre Kıbrıs meselesi oluyor

tabii. Kıbrıslı Rum’un ve Türk’ün bu ortak “benmerkezci” özelliğini, ant‐ ropolog dostum Peter Loizos “Kıbrıs merkezcilik” diye tanımlıyor. Kıb‐ rıslı Rumlar ile her konuştuğunuzda konu kaçınılmaz olarak Kıbrıs so‐ rununa geliyor. “Sorun AB’nin gündemine oturdu.” diyorlar. “Eee? AB’nin içinde İrlanda sorunu da var. AB, İrlanda sorununu çözmedi. Çözmeye tevessül bile etmedi.” diyorsunuz. Ama Kıbrıs dünyanın merkezi görüldüğünden, bütün beklenti de “benmerkezci”, “Kıbrıs merkezci” oluyor. Onlar, Kıbrıs sorununun AB içinde Rum toplumunun istekleri doğrultusunda çözüleceğine inanıyor‐ lar. Çünkü kendilerini siyaseten daha güçlü görüyorlar.

‐ Rauf Denktaş başta olduğu sürece, Türk tarafı bütün dünya tara‐ fından barışı istemeyen taraf olarak görüldü. Denktaş’ın görevden ay‐ rılmasıyla görüntü değişti. Şimdi bütün dünya barışı istemeyenlerin Rumlar olduğunu fark ediyor. Rumlar bu yeni görüntülerinin farkındalar mı? ‐ Çok fazla değiller. Bakın... 1974, Kıbrıslı Rumlar için bir travma‐

dır. Terlikleriyle Güney’e kaçmak zorunda kaldıklarını yazıp çiziyorlar. 1974’ten beri büyük haksızlığa uğradıklarına inanıyorlar. Adanın Türk askerinin işgali altında olduğunu, mallarını ve mülklerini kaybettiklerini, 140 bin Kıbrıslı Rum’un Güney’de göçmen haline düştüğünü, Annan Planı’nın bu haksızlıkları tedavi etmediğini düşünüyorlar. Benim gördü‐ ğüm çok ilginç olan şey, Kıbrıs Rum kesiminde bir “toplumsal eleştiri” yok.

‐ Ne demek istiyorsunuz? ‐ Demek istediğim şu: onlar tarihi 1974’ten başlatıyorlar. Sanki

1950’ler 60’lar hiç yaşanmamış. Sanki İngiltere, Türkiye ve Yunanis‐ tan’ın katkısıyla 1960’ta iki toplumlu bir cumhuriyet ve anayasa ilan edilmemiş. Sanki Rum siyasi seçkinleri 1963’te bu anayasayı değiştir‐ mek için mücadele vermemiş, bunun üzerine başlayan çatışmalarda Türkler gettolara sığınmamış... Mesela Kıbrıslı Rumlarla konuştuğunuzda çoğu Yeşil Hat’tın 1974’te açıldığını düşünüyor. Oysa iki toplumu, birlikte yaşayamadıkla‐ rı, kan döktükleri için birbirinden ayıran Yeşil Hat 1964’te açıldı. Ama “mağdur ve mazlum” olma konumu, Kıbrıslı Rumlar’ın zihniyet yapıları‐ nın içine işlemiş durumda. Dolayısıyla Annan Planı’nın 30 yılda çektikleri bütün acıların kar‐ şılığını ödemediğini düşünüyorlar. Bir bankaya otuz yıl yatırmışsın.


396

Şimdi parayı sıfır faizle geri alıyorsun. “Olmaz böyle şey. Bizim çektikle‐ rimizin önce bir ödenmesi lazım.” diyorlar. ‐ Barışın kendi aleyhlerine olacağını mı düşünüyorlar?

‐ Annan Planı’ndaki barışın kendi aleyhlerine olduğunu düşünü‐ yorlar. Kendi üsluplarınca bir barış anlaşması istiyorlar. Kıbrıslı Rumlar, Annan Planı’nı reddederken, “Biz nasılsa AB üyesi oluyoruz, Türkler olmayıversin. Bu yolla Türkiye’nin AB sürecini bir miktar engelleme hakkımız doğsun.” diye düşündüler. Ama Kıbrıslı Türkler açısından sonuç çok ilginç oldu. Türkler An‐ nan Planı’na “evet” dedi, Rumlar “hayır” dedi. Rumlar AB üyesi oldu, Türkler olmadı. Ama sonraki dönemde, Türkler Ledra Palas kapısından geçip Rum kesimindeki bakanlıklara başvurdu ve Denktaş’ın torunu dahil, 145 bin Kıbrıslı Türk’ün çoğu, Güney Kıbrıs pasaportu aldı. Çünkü Güney Kıbrıs kapılarını Kıbrıslı Türkler’e kapatamaz. ‐ Niye kapatamaz?

‐ Çünkü Kıbrıs Rum kesimi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bütün adanın sahibi olduğunu ve Kuzey’in işgal altında bulunduğunu söylüyor. Bu durumda kendi vatandaşına kapısını kapatamaz ki. Kıbrıslı Türkler AB ülkelerine şu anda vizesiz gidiyorlar. Fiilen AB vatandaşı oldular. Ayrıca her sabah Kuzey’den 7‐8 bin kişi Güney’e çalışmaya gidiyor. Kuzey’de her kalbi sıkışan, başı ağrıyan kapıyı geçip Güney’deki hastanelerde te‐ davi oluyor. Kıbrıslı Türkler beş kuruş vergi ödemeden Güney Kıbrıs’ın tüm refahından faydalanıyor. Rumlar’ın Annan Planı’na “hayır” demesi‐ nin Türkler’e cezalandırıcı sonucu olmadı. ‐ Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türkler hakkında ne düşünüyorlar? ‐ Konuştuğunuz zaman hepsi de “Biz Türklerle iyiyiz, biz hepimiz

adalıyız.” diyorlar; ama bu bir mitoloji. Aslında bu iki toplum yan yana ama hiç karışmadan yaşamış. Ayrıca Kıbrıslı Rumlar’ın milliyetçiliğinin en önemli boyutu Helen olma duygusudur. Sen ancak Helen’sen, Helen kökenliysen, Kıbrıslı görülebiliyorsun. “Adanın esas sahibi benim; Kıbrıslı Türkler adaya sonradan geldi.” diyorlar. Hatta buna uygun bir tarih anlayışı daha var ki... “Kıbrıslı Türk‐ ler, sonradan Müslüman olmuş Helenlerdir.” diye bakıyor o da. Durum böyle olunca, aynı adada farklı dinlerden olan insanları yan yana getire‐ cek bir ideolojik ve zihinsel yapı ortaya çıkmıyor. Ve mevcut zihniyetin de eleştirisi yapılmıyor.

‐ Kıbrıslı Rumlar, Türkiyeli Türkler için ne düşünüyorlar peki?


397

‐ Türkiyeli Türkler’e genellikle verilen isim “Mavri Yeni” yani “Ka‐ ra Sakal” Osmanlı’dan kalma bir deyim bu. Anadolu’dan gelenlerin daha az medeni olduğunu düşünüyorlar. Kıbrıs televizyonunun yaptığı ankette, Rumların yüzde 41’i Kıbrıs‐ lı Türkler’e az sempati duyduğunu, yüzde 26’sı çok sempati duyduğunu söyledi. Geri kalanı da ortadaydı. Zaten bu sonuç Annan Planı’nın refe‐ randumunda da çıktı. Sadece yüzde 25 plana “evet” dedi. Televizyonun anketinde bir diğer sonuç da şu çıktı. Yüzde 45 Kıbrıslı, “Türklerle birlik‐ te yaşayabilirim.” derken, yüzde 48 “yaşayamam” dedi. Bu da Kıbrıs Rum toplumunun ortadan çatladığını gösterdi. ‐ Rumlar nasıl bir Kıbrıs istiyor? ‐ Nasıl bir Kıbrıs istedikleri konusunda net bir plan yok. Fakat uğ‐ radıkları haksızlıkların anayasayla tedavi edildiği bir Kıbrıs anlayışına sahipler. Bakın, dünyadaki bütün milliyetçiliklerin en belirgin özelliği empati yoksunluğudur. Açıkçası Kıbrıslı Rumlar kendilerini Kıbrıslı Türkler’in yerine çok az koyuyorlar. “Onlar nüfusun yüzde 20’sine sa‐ hipler; ama adanın yüzde 30’unu ellerinde tutuyorlar. Haksızlığa uğra‐ yan biziz. Çünkü biz nüfusun yüzde 80’iyiz, çoğunluğuz. Bu adada bizim dediğimiz olmalı.” diyorlar. Zaten iki tarafa da toplumsal haklar veren 1960 Anayasası’na da bu yüzden karşılar.

‐ Artık istedikleri gibi bir Kıbrıs olmayacağını düşünmüyorlar mı? ‐ Kıbrıslı Rumlar’da böyle bir eleştirel düşünce yok. Kendi milli‐

yetçiliğinizi eleştirmediğiniz zaman bu noktaya gelemezsiniz. Sürekli kendini haklı gören, doğrulayan Helen milliyetçiliği bir eleştiriye uğra‐ madığı sürece, bu ideoloji, adanın sahibi olarak kendini görecek. Ama dünyanın her yerinde milliyetçiliğin eleştirisi önce seçkinler arasında yapılır. Almanya ile Fransa arasındaki yakınlaşma sokaktaki adamın kendiliğinden yakınlaşmasıyla olmadı. Siyasi seçkinler böyle itişerek yaşamanın imkânsız olduğunu gördü ve bunu aşmaya çalıştı. Halkları yakınlaşmaya siyasi heyet ikna etti. Annan Planı’na “evet” oyu verilmesini öneren Klerides de yedi‐ sekiz yıl önce, açık açık Kıbrıslı Türkler’den Güney Kıbrıs Cumhurbaşka‐ nı olarak özür dilemişti. “Yaptıklarımız için Türkler’den özür diliyorum.” demişti. Ama Klerides’in bu tarihi konuşması, iki tarafta da yok edildi. Denktaş için bu konuşma işlerine gelmediğinden yok edildi. Güney’de ise genel ideolojik kalıplara aykırı düştüğü için yok edildi. ‐ Türkiye’yi AB ile müzakerelerde sıkıştıracaklarını mı düşünüyor‐

lar Kıbrıslı Rumlar?


398

‐ Evet bu düşünülüyor. Rumlar’ın kâğıt üstünde veto hakkı var ama 750 bin kişilik Kıbrıs Rum kesiminin ağırlığıyla Almanya’nın, İngil‐ tere’nin ağırlığı aynı değil. Eğer AB’nin büyük oyuncuları, Türkiye’yi AB’nin içinde görmek is‐ tiyorsa Rum kesiminin “hayır” vetolarını ezip geçmeyi başarırlar. Unut‐ mamalıyız. Yunanlılar Simitis döneminde Türkiye ile ilişkilerde bir “U” dönüşü yaptılar ve Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediler. İşte o zaman Türkiye’yi istemeyenler ve Yunanistan’ın arkasına gizlenenler açığa çık‐ tı. Kıbrıs Rum kesiminde 2008’de cumhurbaşkanlığı seçimi yapıla‐ cak. Kıbrıs komünist partisi AKEL, aşırı milliyetçi Papadopulos’un cum‐ hurbaşkanlığını desteklemeye devam ederse ve Papadopulos yine seçi‐ lirse, Kıbrıs’taki uzlaşmazlık sürer. Desteklemezse durum değişebilir. Adada barış ihtimali ortaya çıkar. ‐ Rumlar niye bu kadar şoven ve barış karşıtı görüntü sergiliyor?

‐ Dünya bunu yeni fark etti. Oysa bütün bu uzlaşmazlığın ideolojik temelleri, Güney’de baskın ideoloji olan Helen milliyetçiliğinde gizli. Ve bu, eğitim sistemiyle topluma enjekte edilen bir ideoloji. Bakın, Kıbrıslı Rumlar’ın yüzde 44’ü kapıdan geçip Kuzey’e bir kez olsun gitmedi. “Yüzde 44 Kuzey’e karşı kepenklerini kapatmış.” demektir bu. Zaten yüzde 48 de Türklerle ayrı yaşamak istiyor. Bu tercihler milli eğitim sisteminin de sonucudur. Bir araştırmaya göre, yaşı 50’nin üstünde olan Kıbrıslı Rumlar’ın yüzde 80’i, “Türklerle birlikte yaşamak istiyor musunuz?” sorusuna “evet” derken, yaşı 18–30 yaş arasındakilerin yüzde 80’i “hayır” diyor. Unutmayın ki 50 yaş üstündekiler kanı, savaşı görmüş, 1974’ü yaşamış, terliğiyle Güney’e kaçmış insanlar. 18–30 yaş arasındakiler ise Türkler ile yaşananları kitaptan öğrenmiş olanlar.

‐ Milliyetçilik ideolojisi Kuzey’de de güçlü ve yaygın değil mi? ‐ Yaygın, ama buradaki milliyetçiliğin dinsel boyutu yok. Türkçü‐ lük var ama Türk‐İslam sentezi yok. Dolayısıyla Kuzey’de de milliyetçilik kuşatıcı olsa da, seküler olduğu için Kıbrıslı Türkler’in hayatının her boyutunu çok fazla etkilemiyor. Güney’de ise Ortodokslukla birleşen Helen milliyetçiliği insanın bütün kimliğini belirleyen bir ideoloji haline gelebiliyor.

‐ Kıbrıs eskiden dünyanın turizm merkezlerindendi. Ama 1974’ ten sonra bu durum değişti. Kıbrıs Rum kesiminde turizm nasıl?


399

‐ 750 bin kişilik Güney Kıbrıs’a, düşünün yılda 2.7 milyon turist

geliyor. Kuzey’de turizm böyle değil. Kıbrıslı Türk dostlarımız, “Üstü‐ müzde ambargolar var.” diye yakınıyor; ama, eğer bu sınırlamalar kalk‐ sa, oluşturdukları turizm altyapısıyla Londra’dan gelen bir turisti tatmin edebilecekler mi acaba? Türkiye, Kıbrıs’a en kötü devletçiliğini ihraç etti. Kuzey Kıbrıs’ın toplam nüfusu 260 bin. Bunun 145 bini Kıbrıslı Türk. Türkiye’den eski gelenlere de Kıbrıs pasaportu verilmiş. Onlarla birlikte sayı 160 bine çıkıyor. Nüfusun geri kalan 100 binini ise Türkiye’den gelenler oluştu‐ ruyor. Bugün bu 145 bin Kıbrıslı Türk’ün 30–35 bini memur veya me‐ mur emeklisi. Kuzey Kıbrıs sanki kocaman bir Sümerbank, büyük bir KİT halinde. Siyasi yapı kendi varlığını meşrulaştırmak için 1974’ten 2004’e kadar otuz sene Rum malı dağıtmış ve ganimet ekonomisi yürümüş. Tuhaf bir sermaye birikimi oluşmuş. Bunun sonucunda da Lefkoşa‐ Magosa yolunda tarlaların arasında tam on iki pavyon var. Ayrıca Ku‐ zey’de kumar turizmi de oluşmuş. ‐ Rumlara dönersek... Türkler’i azınlık olarak mı görüyorlar? ‐ Öyle görüyorlar tabii. ‐ Türk tarafı Rum tarafından çok fakir. Türkler’in bu fakirliği Rum‐ ları ürkütüyor mu peki? ‐ Artık Türkler de fakir değil. Hesaplamalara göre son iki yılda KKTC ekonomisi yüzde 46 büyüdü ve kişi başına milli gelir 11 bin dolara çıktı. Kuzey Kıbrıs’ta bugün beş milyon metrekarelik bir inşaat faaliyeti var. Şimdi Kuzey Kıbrıs koca bir şantiye. Annan Planı’nın reddinden son‐ ra yaşanan bir patlama bu. Yazar Mehmet Hasgüler’in deyimiyle “ikinci ganimet dönemi” ya‐ şanıyor Kıbrıs’ta. Üretime ve kapitalist ahlaka dayanan bir zenginlik değil bu. Piyango ekonomisi gibi bir şey bu. Sayısal Loto’dan sürekli para çıkıyor gibi, bir durum var. Şimdi Rum tarlalarının üzerinde villalar ya‐ pılıyor. İngilizler Güney’deki evlerini satıp, Kuzey’de çok daha ucuza villa alıyorlar. Kuzey’de şimdi haftalık İngilizce gazete de çıkmaya başla‐ dı. ‐ Peki Rumlar, ada ikiye bölünürse, bunun kendileri için iyi olaca‐ ğına mı inanıyorlar gizli gizli? ‐ Kimse açıkça söylemiyor, ama fiiliyat onu gösteriyor. 1974’te as‐ keri bölünme oldu. Otuz yıllık bu askeri bölünme, Annan Planı’na yüzde 76’lık “hayır” oyu verilmesiyle demokratik olarak da gerçekleşti. “Ha‐


400

yır”ı öneren Kıbrıslı Rum politikacılar, bir anlamda iki devlete giden yolu seçtiler ve adada demokratik taksimi gerçekleştirdiler. Kimse telaffuz etmiyor ama Kıbrıs’ta iki devletli bir siyasi yapıya gidiliyor. Kıbrıslı Rumlar’ın yüzde 60’ı Mehmet Ali Talat’ı muhatap kabul etmeyen, uzlaşmazlık politikası yürüten Papadopulos’u başarılı buluyor. Kıbrıs’ta iki tarafın ortak bir yönetim modelinde birleşmesi, iki Almanya’nın birleşmesinden çok daha zor bir şey. Etnik çatışma tarihi açısından bagajları ağır olan, dini ve dili farklı iki kesim var. 2008’deki seçimlere kadar Kıbrıs’ta barışla ilgili bir gelişme olmaz. Ne Birleşmiş Milletler, ne AB, Kıbrıs için bir diplomatik girişim içinde değiller. Planı reddedildiği için itibar kaybına uğrayan Annan, artık çok fazla şey yapmaz; Kıbrıs’la ilgili olarak. AB’ye gelince... O da çözüm için fazla bir şey yapmayacak. Neşe Düzel. Radikal, 19.06.2006.


401

16. 8. Sabah 16. 8. 1. Şarkıda Güfteyi Anlatan Kadın

Atatürk’ün huzuruna defalarca çıkan Müzeyyen Senar ilerleyen yaşına rağmen hâlâ dimdik ayakta. Sesi, yorumu, yaşam tarzı ve musiki birikimiyle her kesimin tartışılmaz, en saygın divası. Cumhuriyet’in ger‐ çek divası: Müzeyyen Senar. Babasından 5 lira çalarak geldiği İstanbul’da hayatı değişen Mü‐ zeyyen Senar, “Ben kimseyi taklit etmedim ama beni çok taklit ettiler.” diyor. Müzeyyen Senar’la konuşmak... Böyle bir şeyi hayal bile edebilir miydim? Ben ki, İzmir, Karşıyaka’da geçen çocukluğumda, oturduğumuz bahçeli eski Rum evindeki radyodan yansıyan Türk musikisiyle, akşam fasıllarıyla, radyo konserleriyle büyümüş, müziğin diğer alanlarını ancak sonradan keşfedip gönül vermiş, ama o ilk nağmeleri hiç unutamamış olan müzik sevdalısı, o yaşlardan beri o şarkıları en has biçimde icra eden Müzeyyen’i yıllar boyu dinlemiştim... Son yıllarda çıkan albümlerini özenle alıp arşivime katmış, en son Odeon’dan çıkan ve eski taş plaklardan temizlenip yapılmış 19 şarkılık albümü ise dinlemekten bıkmamıştım... İşte o Müzeyyen Senar’la karşı‐ laşmak ve uzun uzun söyleşmek... Ama işte bu mucize gerçekleşti. Odeon’dan Zeynep Hanım aracı oldu ve oğlu Ömer Işıl’ın Bebek’teki evinde bir araya geldik. Asansörü olmayan binada üç katı tırmanırken, birden dehşete düştüm: yaşı 90’a yaklaşmış olan Müzeyyen hanım bu basamakları nasıl tırmanmıştı? “Sizin için.” dedi bana kibarca... Ben ancak mahcup mahcup bakıp teşekkür edebildim... Bu konuşmada, klasik pazar röportajları üslubumu sürdürüp onun hayatının bir özetini yapmayacağım. Bu hayat, bir yazıda özetlenemeye‐ cek kadar muhteşem... Merak edenler, Remzi’den çıkan ve Radi Diki‐ ci’nin yazdığı Cumhuriyet’in Divası: Müzeyyen Senar kitabını alıp oku‐ sunlar. Okumaya değer... Ben daha çok soru‐cevap şeklinde, kişisel tarihi Cumhuriyet’in müzik tarihiyle özdeş olmuş bu müstesna kadını size bi‐ raz olsun tanıtmaya çalışacağım. Yanımızda bulunan ve kimi yanıtları tamamlayan Radi Dikici’nin de katkılarıyla... ‐ Bir yerden başlamak gerek ya, ben de başlıyorum: Çocukken ke‐ keme imiş. Nasıl oluyor bu?


402

‐ Beş yaşımda bir düğüne götürüyorlar beni. Herhalde bir şeyden korkuyorum, dönüşümde kekemeyim. Yıllarca sürüyor bu... Ama şarkı söylerken geçiyor.

‐ Benim şaşırmam üzerine ekliyor: ‐ Öyledir. Bütün kekemeler şarkı söyler, hiç kekelemeden!

‐ Çok genç yaşta Bursa’daki evinden, babasının yanından kaçıp İs‐ tanbul’a, annesinin yanına gelmiş. O kaçış olmasaydı yine Müzeyyen Senar olabilir miydi? ‐ Hayır, olamazdım. Babamdan beş lira çalıp yola çıkmıştım. 25 yıl‐ lık evlilikten sonra annemi bırakıp gitmişti. Beni yakaladı, otobüste bir tokat vurdu. Yıllar sonra ancak ölmek üzereyken gördüm. Hayır, İstan‐ bul’a gelmeseydim aynı şeyler olmazdı.

‐ Senar daha 1933’te, yani 16 yaşında ilk taş plağını yapıyor. Önce Sahibinin Sesi, sonra Odeon... Daha sonra başka firmalar... Son zaman‐ larda bazı kayıtları Coşkun Plak, Harika Kasetçilik, Polat gibi şirketler tarafından albümler halinde yayınlanıyor. Ama istendiği gibi, bir arşivci titizliğiyle, notlar ve bilgilerle değil. Oysa onun külliyatı başlı başına bir hazine... Kitapta Müjdat Gezen’in bir tespiti var. Müzeyyen Hanım’ın haya‐ tında, onun kayıtları veya şarkı söylemesi açısından üç farklı alan oldu‐ ğunu saptıyor: Gazino icrası, plaklar ve de radyo konserleri. Gazinoda atmosferde havaya uyarak şarkı söylerdi; radyo konserlerini genelde tek bir makama ayırırdı ve onu iyice herkese tanıtmak isterdi. Plaklarsa tek‐ nik açıdan mükemmel kayıtlar olurdu filan diye... Ne diyor? ‐ Hepsi çok farklıydı. Hepsinin kendine göre yeri vardır. Bir de film dublajı vardı. Yani Mısır filmlerinin şarkılı bölümlerine Türkçe şar‐ kılar koyardık. O da apayrı bir işti.

‐ Gerçekten de hep merak ettiğim şeydir bu... Yıllar yılı, bizim açıkgöz filmciler dönemin popüler Arap filmlerine müzik döşediler. Ve bunların önemli bir bölümünde, örneğin Ümmü Gülsüm’ün söylediği şarkılar bizde Senar’ın söyledikleriyle değiştirildi. Nasıl oldu bu? ‐ Çoğu Sadettin Kaynak şarkılarıydı. O dahi bir besteciydi. Filmde‐ ki şarkı kaç dakika sürüyorsa, o uzunlukta bir beste yapardı. Biz de stüdyoya girer, filmin üzerine okurduk.

‐ Peki, ağızlar nasıl uyardı? Ne yazık ki bu “Türkçe sözlü ve şarkılı” Mısır filmlerinden hiçbiri ortada olmadığı için, bunu görme imkânımız yok!


403

Senar 1940’larda bizzat film de çevirmiş, “Kerem ile Aslı”da başrol oynamış. 1960’larda yeniden dönmüş: “Ana Yüreği”ni, “Sevgili Hocam”ı yapmış. 1976’da çektiği son bir filmde ise “Analar Ölmez”, kendi hayatını oynamış. Film çevirmeyi sevdiğini, setlerde çok eğlendiğini söylüyor: ‐ Bekliyorum, bana büyükanne rolleri kim teklif edecek diye…

‐ Senar uzun yıllar boyu en önemli Türk musikisi bestecilerinin parçalarını ilk kez kayıt yapan, hatta ilk kez dinleyerek yorumunu geti‐ ren şarkıcı olarak biliniyor. Onun eğilmediği ve yorumlamadığı besteci yok gibi... Selahattin Pınar, Sadettin Kaynak, Lemi Atlı, Şükrü Tunar, Os‐ man Nihat, Sadi Hoşses, Baki Duyarlar, Suphi Ziya Özbekkan... Hepsiyle ilişkili anıları var kitapta... Öyle bir hizmet etmiş ki musikimize, eşi ben‐ zeri yok. Ben, tüm bu besteciler içinde en çok Sadettin Kaynak’ı sevdiği‐ mi söylüyorum. Şöyle diyor: ‐ Onunla 1932’de tanıştık. Hemen bütün şarkılarını önce bana okudu, ben plak yaptım. Gerçekten bir kaynak gibiydi. Öyle güzel şarkı‐ lar yaptı ki. Onun çok kişisel bir yorumu var. Ben kimseyi taklit etme‐ dim. Taklit edebileceğim kimse yoktu ki... Ama beni çok taklit ettiler. Mualla Gökçay’dan başlayarak.

‐ Senar bir yerde şöyle demişti: “Ben şarkı söylemiyorum, güfteyi anlatıyorum.” Sözlere olan bu ilgisi nerden geliyor? ‐ Ben şarkının önce sözlerine bakarım. Güfte beni çok etkiler. Söz‐ leri melodiye aksettiriyorum, melodiyi tane tane anlatmaya çalışıyorum. Güfteyi karşımdakilere anlatmaya çalışıyorum. “Yaralarım çok derin” derken, sanki içim yaralanmış gibiyim. Önce kendim duyuyorum, ken‐ dim ağlıyorum. Sonra başkasını ağlatıyorum.

‐ Senar okuduğu hemen tüm eserleri önce sahipleriyle birlikte “geçmiş”. Şöyle diyor: ‐ Sözler öğrenilmeden şarkı geçilmez, usulsüz şarkı okunmaz. Ben papağan gibiydim, bir kez bakınca hemen ezberler ve geçerdim. Hepsi önce bana gelir, beş kat merdiveni çıkar ve şarkı geçerlerdi..

‐ Senar sözler konusunda öyle hassas ki, örneğin Sadettin Kay‐ nak’ın ünlü bir şarkısındaki “su uyur fısıldaşır” deyişinin zamanla “su yürür fısıldaşır” olmasına müthiş bozuluyor. TRT’de bile bu yanlış yo‐ rum sürüyormuş... Atatürk’ün huzuruna çok kere çıkmış: Dolmabahçe Sarayı’nda, Bursa Çelik Palas’ta, Bursa Belediye Salonu’nda, Ege vapu‐ runda, Savarona yatında... Neler hatırlıyor? ‐ Vallahi ben çok gençtim, alıp götürdüler. Siyah kaplı radyo defte‐ rim vardı, onu alıp gittim. Küçücük bir kız çocuğuyum. Beni önce banyo


404

gibi bir yere soktular, yıkadılar, saçımı kestirdiler. Çok uzunmuş... Beni modern bir kız yapmak istediler. Kocamı da gönderip bıyıklarını kestir‐ diler, akşam evde dayak yedim!.. 1936 sonbahar’ıydı. Saray’a gittik, sa‐ baha kadar şarkı söyledik. Atatürk kitabı aldı, şunu oku, bunu oku diyor. Sohbet yok, hep şarkı söyledik. Rakısı, leblebisi, sigarası önünde. Çok da rakı içmiyordu. Sonra 1937’de gittim. Selahattin Pınar geldi, “Bursa’ya Ata’ya gidi‐ yoruz.” dedi. Tuvaletler filan aldım, gittik. U şeklinde masalara oturmuş‐ lardı. Yine saatlerce şarkılarımızı söyledik. Ertesi gün Belediye Sarayı’na gittik, Merinos fabrikasının açılış törenleri vardı. Bu kez beni yuvarlak masaya davet etti, iltifatlar etti. Sonra dansa kaldırdı. Ben dans bilmiyo‐ rum ki... Anladı bilmediğimi. Orada nasıl ölmedim, bilemiyorum.

‐ Atatürk’le sonra bir kez Ege vapurunda, bir kez de özel yatı Sava‐ rona’da karşılaşıyor. Ve ona yine siyah kaplı defterden seçtiği şarkıları okuyor. Atatürk hep şarkılara katılır, hatta neşeli bir şeyse kalkıp oy‐ narmış. Onda bulaşıcı bir neşe ve enerji olduğunu söylüyor. En çok iste‐ diği parçalar ise “Mani Oluyor Halimi Takrire Hicabım” ve “Cana Rakibi Handan Edersin” imiş. Kitapta Senar’ın önemli konserlerde giydiği tuva‐ letler de yer almış, ayrıntısına dek... Onlar da mı kayıtlara girmiş? ‐ Onları ben hatırlıyorum, hafızam çok iyidir. O tuvaletlerin hemen hepsini dağıttım, bende yok.

‐ Yine de kimileri müzelere girmiş: Örneğin Sadberk Hanım müze‐ sinde iki tuvaleti var. Ayrıca Üsküdar, Kadıköy, Bursa gibi yerlerde özel koleksiyonlarda olan giysileri varmış. Keşke hepsi günün birinde tek bir müzede toplansa... Peki, Safiye, Hamiyet, Mualla, Zehra Bilir, Perihan, Muazzez Abacı gibi ünlü şarkıcılarla ilişkileri nasıldı? Rekabet yok muy‐ du? ‐ Hayır, yoktu. Çünkü hepimizin sesi ayrı, rengi ayrı. Assolist‐alt solist tartışması da yoktu. Ben liste yazıp astırmadım hiç... Mesela Zeki Bey liste yazardı, ben yazdırmam, hangi şarkıyı istersen oku, ben başka şey okurum.

‐ Hemen hepsiyle birlikte çalışmış, sahne almışlar. Muazzez Abacı dışında... Radi beyin karışmasıyla bir şey daha ortaya çıkıyor: Plak ya‐ parken birbirlerinin repertuarına saygı göstermişler, birinin okuduğu şarkıyı diğeri okumamış. Örneğin, “Bakmıyor Çeşmi Siyah Feryade” Hamiyet veya “Menekşelendi Sular” Safiye gibi şarkıları hiç plak yapmamış Müzeyyen hanım... Tam bir saygı örneği... Onu en çok taklit edenler yine de erkek şarkıcılar olmadı mı: Zeki Müren ve Bülent Ersoy?


405

‐ Evet. Ama sonra değiştiler, kendilerini buldular.

‐ Zeki Müren’i daha 17 yaşındayken tanımış. Gelmiş ve “Ben sizin şarkılarınızla büyüdüm.” demiş. Dostlukları hiç bozulmamış. Onu erkek şarkıcılar arasında gerçek mirasçısı olarak görüyor. Ya Bülent Ersoy? Onunla kavgalı değil mi? Bunu kabul etmiyor, bir kırgınlık olduğunu, ama artık bunun da kapandığını söylüyor. Ancak eklemeden duramıyor: ‐ Çok iyi musiki bilir, harika bilir. Ama yüzüne söyledim, “Bülent, çok kötü okuyorsun, bunu yapma.” diye...

‐ Müzeyyen Senar’ın bir süre önce ilginç bir albümü çıktı: Sezen Aksu’dan Levent Yüksel’e birçok pop şarkıcımızın katıldığı... ‐ Bunu Sezen hazırlamış. Benim haberim bile yok... Ben okudum, onlar üstüne okudu. Bir araya gelmedik bile. Güzel bir şey oldu.

‐ Başta Sezen, Ajda, Nükhet, Nilüfer gibi pop sanatçılarını çok sev‐ diğini söylüyor. Sezen’le birlikte fasıl bile yapmışlar!.. Bir dönemde, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Murat Soydan gibi Yeşilçamlılar’la birlikte sahne de almış ve onlara hep öğütler vermiş. Ama pop’un alıp başını gittiğini ve gerçek Türk musikisinin tehlikede olduğunu da belirtiyor. Onu inciten bir şey de Devlet Sanatçılığı konusu. Uzun yıllar ve‐ rilmemiş, verildiğinde de kendisi kabul etmemiş, Daha önceleri nere‐ deydiniz? Diyerek... Sonra bakanlıktan bir yazı gelmez mi? “Kusura bakmayın, son verdiğimiz devlet sanatçısı unvanları dava konusu oldu ressam Mehmet Güleryüz, bol keseden verilen bu ödüllere karşı dava açmış ve Danıştay da iptal etmişti , onun için geri alıyoruz” diye... Mü‐ zeyyen Hanım da “Ben zaten almamıştım ki, geri vereyim.” demiş. İşte traji‐komik hikayenin özeti!.. Müzeyyen Hanım’ın tüm kayıtları şimdi Radi Dikici’nin elinde. Tüm taş plaklar tespit edilmiş: En azından 175, belki 190’a yakın plak demek ki, iki misli şarkı söz konusu. Ayrıca 60’lardan sonraki albüm ve 45’likler. Tümünün temizlenip yayınlanması ve bir Müzeyyen Senar müzesinin artık hayata geçirilmesi gerekiyor. ‐ Bağırmakla iyi şarkı söylemeyi karıştırıyorlar. Bunu Muazzez’e de söyledim. Ama bana “Ablacım, zaman böyle istiyor.” dediler. Bir ma‐ gazin yazarı tanıdığım da bana “Yalan yazmasak, satamayız.” demişti. Hepsi aynı şey.

‐ Senar kitabın bir yerinde şöyle demiş: ‐ Üç türlü ses vardır: kalbi ses, kafa sesi, göğüs sesi. İbrahim Tatlı‐ ses ve ben kalbi sesle okuruz… Yani? Karın ya da kafa sesi, bağırmaktır. Kafadan bağırıyorlar. Gırtlak, bağırmak musiki değil ki... Musiki kalpten


406

çıkmalı, hissedilmeli. Mesela Adnan Şenses da avazı çıktığı kadar bağı‐ rıyor. O canım sesini mahvediyor.

‐ Ama Bülent Ersoy meselesi burada kapanmıyor. Müzeyyen ha‐ nım anlaşılan bu konuda dertli, üzüntülü. Teybi kapatma koşuluyla bana Bodrum’da bir kulüpte Ersoy’la arasında geçenleri ayrıntısıyla anlatıyor. Anladığım şu ki, ona gerçekten kırılmış. Ama kin tutmuyor ve onu yine de dost sayıyor. Daha 1970’li yıllarda jübile yapıp çekilmeyi düşünmedi mi? ‐ 1983’te çekildim, sonra Fahrettin Arslan’ın isteğiyle, 70. Yıl Kon‐ serleri yaptık. Ama ben yine devam ettim.

‐ Ama artık konser faslının bittiğini söylüyor. Fatih Akın’ın İstan‐ bul Hatırası filmi için dört şarkı söylemiş. Ama stüdyo kaydı. Önümüz‐ deki aylarda da bir‐iki sermaye grubunun özel gecelerine çıkacak. Söy‐ lediğinin tersine, o şarkı söylemeyi hiç bırakamayacak... Nerdeyse bütün dünyayı gezdi. Paris’te Lido’da söyledi, Londra’da konser verdi, Amerika’ya defalarca gitti, Avustralya’ya gitti. Onu hangi ülke en çok heyecanlandırdı? Beklemediğim bir yanıt veriyor: “Los An‐ geles” diyor. Niye? ‐ Oradaki konserlere buradan gitmiş Ermeniler ve Türkler geli‐ yordu. Ne ağlıyorlardı, bilseniz... Ne hüzünleniyor, ne alkışlıyorlardı. İnanılmaz bir şeydi.

Seyahat defterini son bir yolculukla kapatmayı kuruyor: Kenya’da safariye çıkmak... Kızı Feraye’nin adı, onun yıllarca okuduğu ve aslı Fe‐ ragi olan bir türküden geliyor. Onun bulup meşhur ettiği anonim bir parça. Bizi ağırlayan oğlu Ömer ve eşiyle tanışıyoruz. Elbette torunları, hatta torunlarının çocukları bile var. En büyüğü 14 yaşında olan... Böyle‐ ce Işıl ailesi dört kuşak bir arada bir büyük aile... Biraz sabırla beş kuşak bile olabilir... Tek şikâyeti, torunların ve torun çocuklarının onu yeterin‐ ce aramaması! Atilla Dorsay. Sabah, 22.01.2006.

16. 8. 2. “Kimseye Yaranamadım.”

Kendisine “aydın” denilince bunu bir hakaret olarak kabul eden Murat Bardakçı, günde on beş saat çalışan, belki tam da bu yüzden inti‐ hal yapan yazarları teşhir etmekten ayrı bir keyif alan, gazetecilikle özel ilişkileri ayrı tutan, tambur çalan, keyifli bir adam… Osmanoğulları’nın son hükümdarı VI. Mehmet Vahideddin’in ha‐ yatı, hatıraları ve özel mektuplarını kapsayan “Şahbaba” isimli kitabı yayınevi değişikliğiyle yeniden basılan Murat Bardakçı, elindeki belgele‐


407

re rağmen kitabını sansürlediğini kabul etmekle birlikte, o bölümlerde beklendiği gibi Vahideddin’in Atatürk’e hakaret etmediğini söylüyor... ‐ Murat Bey, siz köylülükle saray kültürü tezatını günümüzde en iyi ortaya koyan, bu yüzden Osmanlı’nın dinciler tarafından suistimal edilmesini engelleyen aydın bir adamsınız. Üzülmüyor musunuz, popü‐ ler tarihçi olarak anılmaya? ‐ Aydın falan değilim, ben aydınlardan nefret ediyorum. Türki‐ ye’de aydın yok.

‐ Ama aydınsınız efendim… ‐ Hayır değilim, estağfurullah, hakarettir o bana. Bir sürü sahtekâr var “aydın” geçinen. Bizde memleketin değerlerine, dinine, imanına kü‐ für ettiniz mi, aydın oluyorsunuz. Ben aydın değilim, ben o değerlere küfür etmiyorum. Kültürlü bir insan olduğumu söyleyebilirim. Ayrıca konuyu “saray kültürü” diyerek dar bir kalıba sıkıştırmayın. Saray kültü‐ rü diye bir şey olmaz. Saray kültürü kime aittir? Cariyelere falan. Bunlar da 200–300 kelimeyle konuşan insanlardı. Benim senelerdir anlatmaya çalıştığım şey, imparatorluk kültürüdür.

‐ Pekâlâ. Bugün Türkiye’de “Osmanlı Modası” diye bir şey varsa, bunda sizin etkiniz çok büyük. Bu nasıl gerçekleşti? ‐ 20 küsur senedir yazdıklarımdan sonra olmuş bir şeydir o. Beni neden popüler tarihçi olarak görüyorsunuz ki? Röportaj yapmak için elinizde tuttuğunuz “Şahbaba” kitabım popüler tarih kitabı değil, gayet ciddi bir tarih kitabıdır. Belgesel bir kitaptır. Piyasada olmayan kitaplarım da var benim. Popüler tarih dediği‐ niz, benim gazetede yazdıklarımdır. Tarih zevki vermişimdir millete senelerce. Eskiden Reşat Ekrem’ler vardı bu işi yapan. Yok değildi, ama o nesil ölmüştü; ben o geleneği devam ettirdim. Ama iyi bir şey bu.

‐ İngilizce, Fransızca, Latince, Farsça ve Arapça biliyorsunuz. Ama Arapçanız eskiden biraz kitabiymiş galiba. Gazeteci olarak altı yıl kadar Kahire’de bulunmanızın sebeplerinden biri de o yıllarda Arapçanız’ın istediğiniz düzeyde olmaması olabilir mi? ‐ 1980’lerin başında Türk gazetelerinin bir Ortadoğu bürosuna sahip olmaması ayıptı. Ben dışarılarda çalışan bir muhabirdim. Türk basınının “Ortadoğu Bürosu” olması gerekirdi. İlk olarak ben açtım o büroyu. Ortadoğu’nun merkezi de Kahire’dir. Gazetecilik açısından, ula‐ şım açısından, bu işin merkezi Kahire’dir. Beyrut olsaydı, Beyrut’a gi‐ derdim. Dille alakası yok. Ben gazeteciyim yahu.


408

‐ Sakinleştiyseniz, bir şeyin üstünde biraz daha durmak istiyo‐ rum, birilerinin yolunu kesmek meselesinin... ‐ Basite indirgemeyin. Türkiye Müslüman bir ülkedir. O ayrı bir şeydir, İslam’ı kullanarak bir halt etmeye çalışmak ayrı bir şey. Şunu unutmayın, ben en başta gazeteciyim. “O iş öyle değil, böyledir.” demi‐ şimdir. O, onun yolunu kesmek değildir ki. Bir işadamı düşünün yolsuz‐ luk yapıyor. Bu herife hırsız desek bırakacak mı? Hayır. Veya kadın çıkı‐ yor sahneye bir şarkı söylüyor, bombok bir ses. “Sanatçı”. Orospuluk da yapıyor. Söylediniz. Kadın vaz mı geçecek şarkı söylemekten? Kaldı ki, Türkiye’deki İslamcı çevrelere Osmanlı hayatı falan ters gelir, zira para getirmez. İkisi başka şey. Dinden para kazanıyor, bu adamlar. Osmanlılık’tan para kazanmıyorlar ki. Osmanlılık böylelerine ters, karşı olan bir şeydir.

‐ Danıştay saldırısı, “Devletin içindeki ayrı bir çeteleşme var mı, yok mu?” tartışmasını yeniden alevlendirdi. Eğer varsa, Türkiye Cumhu‐ riyeti’ne bu Osmanlı’dan miras kalmış olabilir mi? ‐ Hayır devletin çetesi yoktur; bazı görevlileri kendi menfaatleri icabı bazı işler çeviriyorlardır. Devlet çetesi başka bir şeydir, bu herifle‐ rin bir şeyler yapması başka bir şeydir. Menfaat ayrı, devlet politikası ayrı bir şeydir.

‐ Ama genellikle devletin, zamanında o adamları tek görevlik de olsa, kullandığı söz konusu... ‐ Çetelerin varlığı başka bir şey, devletin bazı kişileri bazı işlerde kullanması ayrı. Devlet resmi olarak yapamayacağı bazı işleri başkasına yaptırır. Tarihe bakarsanız bunu her devlet yapar. Mesela İkinci Dünya Savaşı’nda, Amerikan mafyası olmasaydı, Japonlar canına okumuştu Amerika’nın. En azından Los Angeles’ı götürmüşlerdi.

‐ Bizdeki kullanılmış adamlar, sonradan kenara konulduklarını kabul etmek istemiyor ama... ‐ Devlet kabahatli değil ki. Çete falan… Bunlar ferdi oluşumlar, ki‐ şiseldir; devletle hiçbir alâkası yoktur.

‐ Osmanlı’dan bir iki örnek verebilir misiniz bu tiplemelere? Özellikle son dönemde, Birinci Dünya Savaşı’nın son dönemlerin‐ de kullanmalar oldu böyle. 19. Yüzyıl’da. Celali isyanları zamanında da var, 17. Yüzyıl’da da.

‐ Osmanlı’daki çeteleri tasfiye etme yöntemlerinden bahsedebilir miyiz?


409

‐ Bazılarına paye verir, rütbe verir; mesela Beylerbeyi yapar...

‐ Sonra da unutur ama... ‐ Veya öldürülürdü.

‐ Ha, şimdi sorun kullanılıp da, ortadan kaldırılmayanlarda mı? ‐ Öyle bir şey demiyorum. Danıştay olayında kullanılıp da dışarıda bırakılmış kimse yok. Gönüllü örgütler var.

‐ Tam da işte bu gönüllü örgütlerin ortaya çıkış sebebi olamaz mı, bahsettiğim psikolojideki insanlar için? ‐ Bu olayın ne olduğu, bir kere daha ortaya çıkmadı bile. İlk açık‐ lamalara bakın, ikinci açıklamalara bakın. Tam kafa karıştırıcı bir şey. Ve herkes bunu şu anda kullanıyor. Daha bilmiyoruz. O gönüllü kuruluşla‐ rın birçok sebebi olabilir. Güç, menfaat veyahut hakikaten samimi bir şeyler, inanç, hepsi olabilir.

‐ Bir insanı bir kere ödüllendirip daha sonra bırakmış olmalarının tepkileri yaşanmıyor mu çoğu zaman? ‐ Susurluk gibi değil bu olay. Başbakan, “Susurluk’a götüreceğiz.” dedi. Gidecek mi, bilmiyorum. Çünkü iş inatlaşmaya bindi. Başbakan çok kötü inat ediyor bu konuda. Bir şablona oturtmak çok yanlış. Ama sezi‐ len bir şey var, devletle ilgili değil bu iş. Derin devletin falan, böyle bir şeyle alakası yok. Derin devlet an‐ cak şöyle olabilir: devlet resmi olarak yapamadığı işleri bazı gruplara yaptırabilir; parasını vererek. Bunun kaynağı da örtülü ödeneklerdir.

‐ Her defasında örtülü ödenek kullanılmasın da “Sen bu işi yap, paranı da şu işadamından al.” denmedi mi hiç? ‐ Öyle bir paranoya içindeyiz ki biz. Bir general ya da emekli bir paşa kalkacak, “Sen git şu adamı vur; ortalık karışsın da, Türkiye temiz‐ lensin.” diyecek. Öyle şey olur mu? Herkes bir teori yürütüyor. Cahiller cesurdur her zaman.

‐ Osmanlı’da devlet içindeki terörist tiplere örnek verirken, neden bana yuvarlak cevaplar verdiniz? ‐ Veremem. Torunları arkadaşım. Ben çok karşıyım böyle işlere. Şebnem İyinam. Sabah Pazar, 28.05.2006.


410

16. 9. Türkiye 16. 9. 1. Golfte Yeni Hedefimiz Dünya Şampiyonluğu

Ülkemizde golf hep “zengin sporu” olarak algılandı. Silivri’nin köy‐ lerindeki çocuklara golf sopası tutma şansı verilince, her şey değişmeye başladı. Daha önce hiçbir başarısı olmayan Golf Milli Takımımız, Akdeniz Oyunları’nda 2. oldu. Ve Türkiye Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağa‐ oğlu bu yıl Milli Takım’ın hedefinin dünya şampiyonluğu olduğunu söy‐ lüyor. Benim doğduğum şehirde, bir futbol maçı vardı dün. Ligin bitme‐ sine az bir süre kala, şampiyonun ortaya çıkması açısından kritik bir maç. Ama ne lig! Senelerdir, karşı karşıya gelen iki takımın taraftarlarının aynı saha içinde bulunamadığı, takımlarını destekleyemediği bir futbol ligine şa‐


411

hitlik ediyoruz. Futbol maçları öncesi ve sonrasındaki görüntüler, şidde‐ tin en ağırını barındırıyor. Yaşananlar ve “spor” kelimesini yan yana koyduğunuzda; olmuyor! Taraftarların birbirine tavrını anlamaya çalı‐ şırken, yönetim koltuklarından gelen açıklamalar daha da şaşırtıyor insanı. Hal böyle olunca “futboldan uzak duranlar sınıfı” oluşmaya başlı‐ yor. Bütün bunlara rağmen, Türkiye’de “spor” denince akla “futbol”un geldiği de değişmez bir gerçek. Ama artık farklı dallarda sporcularımız başarılara koşuyor. Bugün bizim için “en yeni”lerden birini, golfü konu‐ şacağız aslında 100 yıllık bir geçmiş olsa da . Türkiye Golf Federasyonu, Ahmet Ağaoğlu başkanlığında eskiden futbol kulübü yöneticisiydi Milli Takımımız başarıdan başarıya koşu‐ yor. Ağaoğlu’nun deyimiyle “golf”ü bir araba markası sananlar, şimdi çocukları seçilsin diye torpil yaptırmaya kalkıyor. Dünyanın en çok kazanan sporcusunun, Tiger Woods adlı golfçü olduğu haberi, biraz daha yaygınlaşırsa durum ne olacak kim bilir! “Tür‐ kiye’ye özgü” dediği model sayesinde, Türk golfünü başarıyla tanıştıran isimle, Ahmet Ağaoğlu’yla konuştuk bu hafta. Ofisindeki masasının bir yanında bir golf topu vardı, diğer yanında da Turgut Özakman’ın “Ah Şu Çılgın Türkler” kitabı... ‐ Golf sporu Türkiye’de hep belli bir kesimin uğraşı olarak algıla‐ nırken, yaygın değilken, kısa süre içerisinde Akdeniz Oyunları’nda 2.’liği elde eden takım nasıl ortaya çıktı? ‐ Tamamen bize özgü bir sistemle hareket ettik. İngiliz Galler Fe‐ derasyonu yakından araştırdı, “Nasıl başardınız, 2,5 saha, 35 sporcu ve Avrupa şampiyonu oluyorsunuz?” diye. Silivri civarındaki ilköğretim okullarından 60 kadar çocuğa 45 günlük bir eğitim verdik. Elemelerle sayıları 8’e düştü ve Akdeniz Olim‐ piyatları’nda ikinci, Avrupa Şampiyon Kulüpler Şampiyonası’nda, Avru‐ pa Şampiyonu olan ilk Golf Milli Takımımız böyle oluştu. İlk seçimlerde eline golf sopasını verdik, “vurun çocuklar” dedik, en iyi kim vuruyorsa, onu seçtik. Son seçmelerde ise daha sistemli dav‐ ranıyoruz. İlk seçimlerde aileler göndermiyordu çocuklarını… Son se‐ çimlerde ise elde edilen başarılarla aileler torpil yaptırmaya bile kalktı. İlk gruptaki 9 kişi aynı üniversitede okuyor şimdi. Sporcu yetiştiriyorsa‐ nız, onu olumsuz etkileyecek her şeyden uzak tutmalısınız. Biz, okul hayatlarıyla ilgilendik, eğitim masraflarını karşıladık, iki noktaya odak‐ lanmalarını istedik. Okullarına ve spora...


412

‐ Bütün bunlardan sonra, sizi “En Başarılı Federasyon Başkanı” ilan edenler de var, çok eleştirenler de. Niye bu kadar eleştiriliyorsunuz? ‐ Eleştiri normaldir. Gelen eleştirilerden hiçbir tanesi federasyon‐ ların görev ve sorumlulukları çerçevesinde değil. Beni keşke “Niçin 1. olmadınız? Niçin sporcu sayınız daha da artmadı; daha çok yaygınlaş‐ madı golf?” diye eleştirseler ama yok. Ben yine de gelen eleştirilerden bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum ama bulamıyorum. Bu eleştiriler, bu sporu kendi oyuncakları gibi gören 2 veya 3 kişi‐ nin rahatsızlığı. Gündemden kendilerinin düşüp, yerlerini o çocukların almasından rahatsızlar. Hiç önemli değil; biz Trabzonluyuz, kendimize hedef çizer, ona doğru gideriz. Sağdan soldan gelen şeyler bizi etkilemez. Bizim hedeflerimiz belli. 4 yılda 100 golf sahası ve dünya şampiyonluğu.

‐ Bu da çok tartışılan bir konu. Golf sahası yapmak için çok sayıda ağaç kesileceği söyleniyor. ‐ “200 bin ağaç kesilecek.” diyenlere bu rakamı nereden elde ettik‐

lerini sorduk. Çünkü bir golf sahasının tamamı ağaçlarla kaplı olsa dahi kesilecek ağaç sayısı maksimum 7 bindir. Ben 7 bin ağacı küçümsemiyo‐ rum.

Sorgun’da kesilecek ağaç sayısı 5400 ve vasıfsız ağaç. Ama bunu 200 bin ağaç diye aktaranlar, insanları yanlış yönlendirenler, bana göre kamu suçu işledi. Bunun doğrusunu söyleselerdi, biz de onlarla beraber mücadele ederdik. Kesilmeli mi, kesilmemeli konusunu tartışırız; kesil‐ memesi gerekiyorsa en büyük engeli de biz oluştururuz. 5400 ağaç, niye 200 bin ağaç diye deklare edilip kamuoyu yanlış bilgilendirildi? Türkiye, golf tesislerinin sayısını artıramaz, geri kalırsa bundan kârlı çıkacak üç ülke var. Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi, İspanya ve Portekiz. Bu şekilde davrananlar, gayeleri neydi? Bunun hesabını ver‐ mek mecburiyetindeler. “Golf sahası sadece ormanlık arazide yapılır.” diye bir şart yok; her türlü arazide, bataklıkta, çölde golf sahası yapılır. Önümüzdeki yıl, Manavgat çöplüğü golf sahasına dönüştürülecek.

‐ Trabzonlular’ın aceleci bir tarafı vardır. Dışarıdan baktığınızda saatlerce küçücük bir topun peşinden gidip golf oynayacak sabrı göste‐ remezler gibi geliyor insana. ‐ O kadar ilginç bir spor ki, bir Trabzonlu’yu bile alışkanlıkların‐ dan uzaklaştırabiliyor. Birinci çukura gelip ilk vuruşu yaptığınızda, bü‐ tün olumsuzluklardan kopuyorsunuz. Doğayla baş başa, hareket halinde 4–5 saatiniz geçiyor. Kalp ve damar, ruh sağlığı açısından inanılmaz bir


413

rehabilitasyon. Amerika’da 100 yaşın üstündeki insanlarda, uzun haya‐ tın sırrını araştırdıklarında, yüzde 98’inin golf oynadığı ortaya çıkıyor.

‐ Şu anda Türkiye Golf Federasyonu Başkanısınız ama ya futbol? Trabzonspor Kulüp Başkanlığı adaylığından son anda çekilmiştiniz. Tek‐ rar böyle bir düşünceniz var mı? ‐ Futbol benim spor anlayışımın, o çizginin dışında şu anda. Benim

Trabzonspor Başkanlığı’na adaylığım veya yöneticilik yapmam, futbolu çok sevdiğim için değildi; Trabzonspor’u çok sevdiğim içindi.

Olimpizm ruhunun ve spor etik’inin dışına taştığına inanıyorum, Türkiye’deki futbol anlayışının. Böyle devam ettiği müddetçe, benim kulüp başkanlığım on binde bir ihtimal belki. Bir spor adamı için hoş bir şey değil, ama sporcu ayırt etmeye başladım. GS dendiği zaman Ergün Penbe, Hakan Şükür benim için çok ayrı yeri olan sporcular. Fenerbahçe dendiği zaman Rüştü. TS’da belki hala hepsi. Bu tür sporcuların sayısı çok azaldı liglerimizde. Bunlar sadece futbolcu değil, örnek sporcular. Keşke bu tür spor‐ cuların sayısı daha fazla olsa, belki yöneticiler de en azından sporcular‐ dan utanarak kendilerine çeki düzen verirler. Tek çıkış yolu onu görüyo‐ rum. Futbolu yönetenlerin yüzde sekseninin bu işi farklı nedenlerle yap‐ tıklarına inanıyorum.

‐ Ya Trabzonspor‐Fenerbahçe maçı? ‐ FB‐GS arasındaki liderlik mücadelesi Trabzonspor’u hiç ilgilen‐ dirmiyor. TS bu sene taraftarını gerçek manada üzdü, bir özür borcu, 3.’lük hedefi var. TS, büyük takımdır, hiçbir takımın da arka bahçesi ol‐ madı; rakibi kim olursa olsun, çıkar kendine yakışan futbolu oynar. Dünyada turizmin büyüme hızı yüzde 2. Golf turistindeyse yüzde 8–10. İspanya’da bir golf turisti günde 1280 dolar harcıyor, biz hâlâ günde 20 Euro’luk turistin peşinde koşuyoruz. 20 milyon dolarlık yatı‐ rım yapıyorsunuz, adam geliyor 20 Euro’ya her şey dahil yiyor içiyor. Bu bir işgal, turizm değil. Ülkemizin en güzel yerleri sürekli işgal altında. Bu ülkeye seyahat etmenin bir bedeli olmalı, o da günlük 100– 150 Euro’nun altında olmamalı. Türkiye’ye gelen golf turisti 2. ve 3. sınıf golf turisti. Onların da günlük bıraktığı miktar 150–200 Euro. Golf saha‐ sının maliyeti 5 milyon dolar. Senede 2–3 milyon dolar arası net kar bırakıyor. Golf sahalarının sayısı 100’ün üzerine çıktığında bunun çar‐ pan etkisiyle beraber, Türkiye ekonomisine katkısı senede 2,5 milyar dolardır. İnci Ertuğrul. Türkiye, 30.04.2006


414

16. 9. 2. “Türkiye AB’de Birinci Lig’de Oynamalı.”

‐ Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kadri Yamaç, Türkiye Cumhu‐ riyeti Devleti’nin oynaması gereken bir lig varsa, bunun birinci lig olma‐ sı gerektiğini söyledi. Rektörlük görevine atandığında da bir röportaj yaptığımız Rektör Yamaç ile ikinci röportajımızın konusu, Gazi Üniversi‐ tesi’ndeki değişiklikler, yeni hedefler ve Türkiye’nin gündemi oldu. ‐ Rektörlük görevine başladığımda, Gazi Üniversitesi benim için

yabancı bir üniversite değildi. Ben 1984 yılından beri bu üniversitede‐ yim. Eksiklikleri bilerek, üniversitenin hangi yönde güçlü, hangi yönde zayıf olduğunu bilerek görevime başladım. İki yıl içinde benim rektörlük görevime ait planların çok büyük kısmını gerçekleştirdim.

‐ Yamaç, samimi bir havada geçen konuşmasını şöyle sürdürdü: ‐ Atatürk’ün işaret ettiği gibi çağdaş uygarlıklar ligi bizim yerimiz olmalı. Bu anlamda AB ile yürütülen ilişkilere, Türkiye’nin birtakım ko‐ nularda gelişmesine katkıda bulunacağı için olumlu bakıyorum. Bize dayatılan konular var. Oralardan birileri bize geliyor. Türkiye’nin pek çok vilayeti var ama sürekli belirli bir vilayeti ziyaret etmeleri gibi. Ya da Türkiye’nin bir bölgesini haritada hep başka bir ülke olarak göstermeleri gibi. Ya da Kıbrıs’ın bir şekilde Türk kimliğinden kopartıl‐ ma çalışmaları gibi. Bunlara karşı tabii ki her Türk vatandaşı gibi ciddi tepki duyuyorum. Ama şunu da biliyorum: bunlar çok dikkatli, ulusal kimlikten de ödün vermeden götürülmesi gereken konular. Ben hükü‐ metten ulusal hassasiyetleri biraz daha ön plana çekmesini bekliyorum. Eksiği olan en büyük konu olan bilimsel çalışma arenasında, üni‐ versite kendisini ön plana çıkarmada etkili olamıyordu. Bu konuda ciddi eleştiriler alıyorduk. Öncelikle bunun üzerine gittim. Öğretim üyelerimin ortak projelere girmelerini, çok ciddi şekilde teşvik ettim, hem ulusal hem uluslararası alanda. Adeta bu konu üniversite içinde bir kampanya ve heyecana döndü. Leonardo projeleri Gazi Üniversitesi’nin kendi tari‐ hinin akademik en büyük başarısıdır.

‐ Rektör Yamaç yaptıklarından bahsederken gözleri o kadar parlı‐ yor ki, yeni bir başarıdan bahsederken de heyecandan yerinde duramı‐ yor. Gazi Üniversitesi’nin kulvar atladığını belirterek devam ediyor an‐ latmaya: ‐ Gazi Üniversitesi’nin yeni bir başarısı da Erasmus projesinde. Türkiye’den iki üniversite yer aldı bu projede. Mimarlık Fakültesi’nden Prof. Dr. Nur Çağlar’ın projesi ile Türkiye’de kazanan iki üniversite ara‐


415

sına girdik. Bu iki örnek, Gazi Üniversitesi’nin eleştirilen, zayıf kaldı de‐ nilen yönleriydi. Sadece bu iki başarı bile bizim sınıf atladığımızı kulvar değiştirdiğimizi göstermektedir.

‐ Gazi Üniversitesi’nin şu anki kimliğini bize anlatır mısınız? ‐ Göreve geldiğimde bütün hocalarıma şu vurguyu yaptım; seçim‐ lerde hangi siyasi partiye oy kullandığınız beni hiç bağlamıyor ve ilgi‐ lendirmiyor. Ama herhangi bir partinin bayrağını bu üniversitenin bah‐ çesinde dalgalandırmak isterseniz, gereğini yaparım. Bu partinin kim olduğu beni hiç ilgilendirmez; ister sağcı, ister solcu beni bağlamaz. Benim önemsediğim şeyler vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bü‐ tünlüğü, Misak‐ı Milli sınırlarına sahip çıkmak, Atatürkçü bir dünya gö‐ rüşü, çağdaş modern bir anlayış. Benim, hocalarıma ilettiğim şey bu ol‐ du. Onun dışında siyasi kimlikleriniz, kişilikleriniz beni ilgilendir‐miyor. Beni ilgilendiren, akademik kimliğiniz. Üniversitemi nereye götürüyor‐ sunuz? Bu hocalarımız tarafından çok iyi algılandı. Öğrencilerim tarafın‐ dan da iyi algılandı ve Gazi Üniversitesi çok ufak olayların dışında büyük olayların yaşandığı yer değil artık.

‐ Gazi Üniversitesi’nde iki yıldır bulunuyorsunuz. Öğretim üyeleri‐ nizle bu süre zarfında ciddi sıkıntılar yaşadınız mı? ‐ Üniversite öğretim üyelerinden tahminimden öte destek aldım dışarıdan da algılandığını çok iyi seziyorum. Öğretim üyelerimizde adeta bir kulvar değişikliği, bilimsel atak oldu. Bu sebeple kurduğum çok sayı‐ daki komisyon ve çalışma grupları, bu başarıları heyecanla taşımakta. Örneğin, geçen eğitim‐öğretim yılının başında bir bilişim komis‐ yonu oluşturduk. Bu komisyondan “Bilişim Enstitüsü” kurulması kararı çıktı. İlgili kurullardan da geçti. En son Milli Eğitim Bakanımız da imza‐ ladı; artık son aşamaya gelmiş durumda. Bu, 21. Yüzyıl’a Gazi Üniversi‐ tesi’nin çok büyük bir hazırlığı olacak. Bununla Gazi Üniversitesi, yeni eğitim‐öğretim yılında İnternet’ten eğitime başlayacak. 600 öğrenci iki programda ön lisans diploması alacak. Öğrenciler iki yıllık Atatürk Meslek Yüksekokulu’nda iki program‐ da diploma sahibi olacaklar. Bu konuda da Türkiye’de İnternet üzerin‐ den eğitim uygulayan ilk beş üniversite içine giriyoruz. YÖK’ten de bu konuda olumlu karar çıktı. Biz bu metotla 2 milyon öğrenci üniversite kapısında beklerken öğrencilere diploma sahibi olma şansı vereceğiz.

‐ Gazi Üniversitesi proje geliştirmede ne düzeyde? ‐ Bilimsel çalışmalarda çok önemsenen bir konu, yayın sayılarıdır. Özellikle uluslararası atıf bilimlerine giren yayın sayısı çok önemsen‐


416

mektedir. Bu konuda biz bu yıl destek uygulamamıza başladık ve bunun ürünlerini de bu yılın sonunda görmeye başlayacağız. Rektörlüğe proje sunan hocalarımıza, kongre katılım desteği, yani maddi anlamıyla mas‐ raflarını karşılamaya karar verdik. Bu kongre desteği, hocalar için ol‐ dukça önemlidir. Bu proje ve yayın sayısı, bu yılın sonunda etkilerini gösterecek.

‐ Gazi Üniversitesi’nin uluslararası ilişkileri ne düzeyde? Başka üniversitelerle ilişkileriniz var mı? ‐ Uluslararası ilişkiler gerçekten önemli. Biz son bir yıl içinde bu konuda ciddi adımlar attık. İki hafta önce Ukrayna’nın Kiev Milli İktisat Üniversitesi’nde Gazi Üniversitesi olarak sempozyum düzenledik. Oraya bizim hocalarımız gitti. İktisat Fakültesi’nden, her biri kendi alanında çok önemli olan uzman 10 hocamız gitti. Bu, Türkiye’nin tanıtımı bakımından da önemlidir. Gazi Üniversi‐ tesi’nin gidip yabancı bir üniversitede sempozyum düzenlemesi açısın‐ dan da çok önemlidir. Bütün bunlar Gazi Üniversitesi’nde yakalanan bilimsel heyecanın önemli göstergeleridir. Bana göre zaman içinde kendisini gösterecek öğretim üyelerinin atama ve yükselme ölçütlerini yükselttik. Son Senato toplantısında do‐ çentlik ve profesörlük ölçütlerini çok yükselttik. Bununla öğretim üyele‐ rine de belli bir kaliteyi getireceğiz. Diğer önemli bir husus da kalite ve organizasyon çalışmaları ve stratejik plan çalışması. Biz bu konuda geldiğimiz noktada, kalite güven‐ ce sistemi ile ilgili olarak dış değerlendirme yapılması için başvuruda bulunduk. Biz artık dış değerlendirmeye hazırız. Belli bir noktaya geldik başvurusunda bulunduk.

‐ Danıştay saldırısının hemen ardından üniversite rektörleri Köşk’e davet edildi. Bu davetin Danıştay saldırısı ile ilgisi gerçekten var mıydı? ‐ Kesinlikle hayır. Bu davet Danıştay’da yaşanan saldırının hemen ardından çok yakın bir tarihe denk geldi. Cumhurbaşkanlığı makamında, bu tür şeylerde iki gün öncesinden kokteyl, resepsiyon düzenlenemez. Üç hafta öncesinden bize bu çağrı gelmişti. Bu tartışmasız, kesin böyle bir resepsiyondu. Cumhurbaşkanımızla rektörlerin bir araya geldiği, şöyle yapılacak türünden bir masa toplantısı değildi. Bir kokteyl ortamıydı. Cumhurbaş‐ kanımız kokteyl masaları başında yanımıza uğruyordu. ‘Nasılsınız? Ne‐ ler yapıyorsunuz?’ gibi sorular yöneltti; ama talimatlar vermedi.


417

‐ Toplantıda, üniversite kampusları içinde türbanlı öğrencilerin dolaşmasının yasaklanması kararı, çıktığı ileri sürülmüştü. Böyle bir karar alındı mı? ‐ Ülkemde bu problem yıllardır yaşanmakta, yaşanıyor. Keşke ya‐ şanmasa. Ben kamu yöneticisiyim. Ben kanunlara uymak zorundayım. Kanunları da TBMM çıkartıyor. Bunları denetleyen Anayasa Mahkemesi gibi mahkemeler var. Ben kanunları, yazılanları uygulamakla yükümlüyüm. Sadece rek‐ törler için değil, bir genel müdür, şube müdürü için de aynı durum söz konusu. Türban ile ilgili olarak Türkiye’de geçerli olan, pek çok mahkeme‐ lerden geçmiş, Danıştay’dan ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden kararlar çıkmış. Ortada yönetici olarak beni bağlayan kanunlar zinciri var. Ben bir kamu yöneticisiyim. Özel sektörde çalışan biri değilim. Benim görevim, kanunun söylediğini yapmaktır. TBMM yarın başka bir kanun çıkartır; yine benim görevim: farklı olan bu kanunu da uygula‐ maktır. Kanun ne ise, burada oturan kişi o şekilde davranmak zorunda. Keşke, ortaya çıkan, yıllardır bizi uğraştıran bu konu, kanuni zeminde problem oluşturmayacak şekilde geçse de, ben de o şekilde davransam. Ben şu anda şahsi bir karar uygulamıyorum. Ben Türkiye Cumhu‐ riyeti Devleti eğer hukuk devleti ise, şu anda ortada bir kanun var ve uygulamak zorundayım.

‐ Resepsiyonda Cumhurbaşkanı Sezer’den, rektörlere türban ko‐ nusunda bir talimat geldi mi? ‐ Kesinlikle böyle bir talimat gelmedi.

‐ İktidar ve diğer kurumlarla ilişkileriniz nasıl? ‐ Bir üniversitede yönetim, iktidarda bulunan parti kim olursa ol‐ sun, devletin kurumlarıyla birlikte çalışmak zorundadır. Üniversite için‐ de ita amiri olan rektörler için de böyledir. Örneğin benim Maliye Ba‐ kanlığı’ndan, Milli Eğitim’e ve DPT’ye kadar üniversitem ile ilgili irtibat‐ larım var. İyi ilişkiler kurmak durumundayım. Benim görevim üniversi‐ temin daha iyi olması ve gelişmesi. Devlet kurumları arasında keşke şu noktaya hep gelebilsek. Kurumlar arasında irtibatsızlık ve ilişki kopuk‐ luğu kurumlara zarar verir. Şu anda benim yaşadığım böyle bir problem yok. Sibel Tokgöz. Türkiye, 17.06.2006.


418

16. 10. Vatan 16. 10. 1. “Babam ve Oğlum” Filminin Gerçek Öyküleri...

Türkiye 12 Eylül’le yeni yeni hesaplaşıyor. Bu siyasi süreci sorgu‐ layan Yönetmen Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” filmi izleyici rekoru kırdı. Bugüne kadar 12 Eylül’ün ideolojik boyutlarını irdeleyenler, “Ba‐ bam ve Oğlum” filmiyle bir çocuğun babasından ayrı geçirdiği yılları izledi. Bu dram, 12 Eylül’ün babasız bıraktığı çocukların hikayesiydi. Ve tek ortak noktaları babalarının siyasi davaları olan 5 çocuk “babasız yıllarını” Pazar Vatan’a anlattı. Onlar darbenin kararttığı yılların çocuk‐ ları, onlar darbe çocukları. 1978‐1980 yılları Türkiye’nin demokrasiyle savaştığı yıllardı. İde‐ olojik çatışma sokaklara taşınmış, sağcı ya da solcu olmanın bedeli dişe diş, kana kan bir intikamla ödeniyordu. Radyolar her gün kaç kişinin öldüğünü bildirirken, devletin zirvesi bu duruma bir çözüm bulamıyor‐ du. Çözüm askerden geldi. 12 Eylül 1980 günü saat 04.00’te Kenan Evren’in TRT’den askerin ülke yönetimine el koyduğunu açıklamasıyla olaylar sona erdi. Ama bu sefer sokaktaki savaş, hapishanelere, hücrele‐ re sıçramıştı. 12 Eylül 1980 darbesinde, 7000 kişinin idamı istendi. 50 kişi idam edildi. Askeri yönetimde, gözaltında ya da hapishanelerde,” doğal olmayan ölüm” sayısı 229’du. 650 bin kişi gözaltına alındı. 230 bin kişi yargılandı. Onlar yargılandı ama bu acıyı başka bir cephede yaşa‐ yanlar vardı. Onlar babasız büyüyen çocuklardı. Belli günler, sadece kısa zaman dilimlerinde gördükleri adamlara baba diyen çocuklardı. Kaybedilen yılların çocukları Reşat Çalışlar, Utku Başar, Uğur Yağmurdereli, Emin Yaşar ve Mehmet Ali Alabora “kaybettiklerini” VATAN’a anlattılar.


419

‐ “Babamla büyüseydim, ‘delikanlı’ olurdum.” ‐ ‐ Reşat Çalışlar, dört yaşına kadar babanız hapisteydi ve sonra da dört yıllık kaçak hayatı oldu. Nasıl etkilendiniz bu durumdan? ‐ Babamın sürekli yanımda olmamasının eksikliğini hissediyor‐ dum. Ama bu bende travmatik değildi. Tabii ki durum çok acıydı. Ama bende baba fanatizmi yoktu. Ben, anneannem, dedem, annem bir evde yaşıyorduk. O nedenle benim düzenli, huzurlu bir aile yaşamım oldu. Anneannem annem, dedem babam olmuştu. Bende baba özleminden çok, neden annem benimle fazla ilgilenmiyor derdim vardı.

‐ Oral Bey, sizin o günlere dair hatırladığınız şeyler neler? ‐ O zaman siyah‐beyaz TRT var. Bir Dallas vardı, bir de Demirel‐ Ecevit. Reşat’ın ilk tepkisi 12 Eylül sonrası Demirel‐Ecevit dizisi neden bitti olmuştu. Ben 82’den sonra Ecevit ve Demirel’le dil okulundayken benim askerde olduğumu sanıyordu. Askerlerin içinde olduğumuz için beni asker zannederdi. Esas Reşat’ın bu cezaevi hayatını algıladığı dö‐ nem benim ikinci cezaevi sürecimdir. 86 Aralık’tan, 89 Ağustos’una kadarki dönemde Reşat daha bü‐ yüktü, o sekiz yaşındayken girdim, 10 yaşındayken çıktım. Ben Aspara‐ gas diye bir gazete çıkarırdım cezaevinde ve Reşat’a gönderirdim. Reşat da bana şiirler yazardı.

‐ Peki babanızla ilişkileriniz nasıl? ‐ Anneannem ve dedem benim solcu olmamdan korkuyorlardı. Beni hep aşırı solcu olmamam yönünde telkin ettiler. Ama kişisel yapım çok bireysel. Kolektif bir akım içinde yer almaya uygun biri değilim. Ba‐ bamla karakter olarak birbirimize zıtız. Sokaktaki herhangi bir insandan daha farklıyız. Ben sanki annemin, babamın yanında yetişmemişim. Ba‐ bam eylemci bir adam. Ben sakinliği seven bir adamım. Babamla bera‐ ber büyüseydim dışa dönük, yaşamsal, “delikanlı” olurdum. Şimdi ben içe dönük, pasif bir insan oldum. Babam birincil derdim değildi.

‐ Oral Bey, oğlunuzun cezaevine geldiği günler nasıl geçerdi? ‐ Reşat açık görüşe gelirdi ve üstün zekalı çocuk görünümündeydi. Herkesten daha çabuk okuma yazma öğrenen, ekonomik konuşmalar yapan bir çocuktu. Cezaevinde herkes Reşat’ın gelişini beklerdi. Acaba bu geldiğinde ne anlatacak diye. Herkes başına toplanırdı. Borsa üzerine konuşmalar yapardı. Cezaevindeki herkes “Solcu Oral’ın oğlu kafayı pa‐ raya takmış.” diyordu. Sadece bir defa bana “Hakim seni neden mahkum etti, neden bu haksız kararı verdi.” dedi.

‐ Mustafa Alabora’nın oğlu Mehmet Ali Oyuncu, 29 yaşında ‐


420

‐ O, oyuncu Mustafa Alabora’nın oğlu. Babasız bir çocukluk geçir‐ medi. Ancak Mustafa Alabora 12 Eylül 1980 darbesinde Şehir Tiyatrola‐ rı’ndaki görevinden alındı ve evini geçindirmek için bir yıl balıkçılık yaptı. ‐ Üç yaşındaydım. Çok bir şey hatırlamıyorum. Ama babamı Şehir Tiyatroları’ndan atmışlar. Babam da bir yıl balıkçılık yaptı. Yıllar sonra fark ettim; meğer o bir oyun değil, hayatın acı bir gerçeğiymiş. Ben ana‐ yasada 12 Eylül’le ilgili her şeyin bir an önce değişmesini istiyorum. Bir de 85 sonrası doğanlar Kenan Evren’i ressam sanıyorlar. Lütfen kim olduğunu öğrensinler. Bizi balıkçılık yapmaya zorlayan o adam, şimdi kendisi sayfiye yerlerinde balık tutuyor.

‐ Ömer Yaşar’ın oğlu Emin Şoför, 32 yaşında ‐ ‐ O, Milli Gazete Sakarya temsilcisi Ömer Yaşar’ın oğlu. Ömer Ya‐ şar, 12 Eylül’de TCK’nın 163’üncü maddesini ihlâli ettiği gerekçesiyle tutuklandı ve üç yıl cezaevinde kaldı. ‐ 12 Eylül günü öğle saatlerinde polisler geldi, babamı evde bula‐ mayınca “Bir daha geleceğiz.” dediler. Kahveden babamı almışlar. Evden de kitaplarını alıp gittiler. Henüz altı yaşındaydım, ağlamaya başladım. Cezaevlerine gidip babamın yanında kalıyordum bazen. Bir gün babamı göstermediler. “Ben babamı istiyorum.” diye ağlı‐ yordum. Gardiyan bana “Sana çikolata alayım babanı görme bugün.” dedi. Ben “Hayır” dedim. Başgardiyan babamı görmeme izin verdi. Anneme ne zaman ba‐ bamın nerede olduğunu sorsak, sürekli “İş bulmaya gitti.” cevabını alı‐ yorduk. Ama cezaevinde olduğunu biliyordum. Utandığım için arkadaş‐ larıma “Tatile gitti.” diyordum. Ama şimdi babamla ilişkilerim çok iyi.

‐ Eşber Yağmurdereli’nin oğlu Uğur Mimar, 28 yaşında ‐ ‐ O gözleri görmeyen ama yüreğiyle gören avukat Eşber Yağmur‐ dereli’nin oğlu. Eşber Yağmurdereli, 1978 yılında “TBMM’yi vazifesini yapmaktan men’e teşebbüs, gayeye vasıl olmak için gasp, mermi ve füze bulundurarak silah temin etmek” suçundan Ceza Kanunu’nun 146. mad‐ desi gereğince “idam” istemiyle yargılandı, ömür boyu hapse mahkum oldu. 13 yıl cezaevlerinde yattıktan sonra infaz kanunundan yararlana‐ rak şartlı tahliye oldu. Dile kolay tam 13 yıldı. Üstelik oğlu Uğur, o hapse girdikten 20 gün sonra doğmuştu. Oğlunun adını da hapishane gardiyanı koymuştu. “Bu çocuk sana uğur getirecek, adını Uğur koy.” demişti. O da


421

hiç düşünmeden oğluna Uğur adını verdi. Ama Uğur 13 yaşındayken, ancak evine dönebildi. ‐ Babamla birlikte bir çocukluk dönemim olmadı. 1980’den 1991’e kadar olan dönem tabii ki çok sıkıntılı geçti. Babama iki defa özel af hak‐ kı tanıdılar ve babam reddetti. Çok onurlu davrandığını düşündüm. Ben babamın arkasındayım. Herkesin babası yanındaydı. Benimki bir yere gidip çok kısa bir zaman aralığında görebildiğim bir babaydı. Kendimi bildim bileli babam orada olduğu için bu normaldi. 91’de tahliye olduğunda yaz tatilindeydim. Aradılar, “Baban tahliye ol‐ du.” dediler. “Nasıl olacak, ne olacak acaba?” diye düşünmeye başladım. 91’den sonra babamla arkadaş olduk. Cezaevi ziyaret günleri mut‐ luluktu benim için. Bir bayram yeri gibi olurdu. Özellikle açık görüş ol‐ duğu günlerde. Cezaevi kapısında beklemek ayrı bir bayramdır. İçeri girmek başka bir bayramdır. Babanı göreceğini bilirsin çünkü. Sıradan bir çocuğun yaşayacağı bayramlardan başka bir bayram yaşardık biz. Bir cam ya da teller ayırsa bile, birbirinize dokunmanızı engelleseler bile... Gardiyanlara “Babamı çıkarın, size çikolatamı vereyim.” derdim.

‐ Memur Yaşar Başar ve oğlu Utku Gazeteci, 27 yaşında ‐ ‐ O, ziraat dairesinde görevli bir devlet memuru. Yaşar Başar’ın oğlu. Yaşar Başar, 12 Eylül 1980’de Türkiye Komünist Partisi üyesi ol‐ maktan tutuklandı. 1986 yılında tahliye oldu. ‐ Babam tutukevinde ve normalde görüş yapılmıyor. Ama ben ce‐ zaevi görevlilerinden birine ödenen rüşvet karşılığında iki kere babamla görüştüm. Babamı ilk gördüğümde sarıldım. Bir gün idare binasında, bir nöbetçi kulübesinde annem, ben, ba‐ bam ve bir askerdik. Babamın elleri zincirliydi. Bir yandan elleri zincirli bana sarılıyor, bir yandan da çay içiyordu. Çarşamba günü görüş gününe İzmit’e gidiyorduk. Bir keresinde askerlerin bana hediye ettiği oyuncak kamayı onlara doğru sallayarak “Silahınızı verin.” dedim. “Niye?” diye sorduklarında, “Sizi vurup, babamı kurtaracağım.” diyordum. Babam, bana “Sen koğuşa girdiğin zaman, herkes tekrar yaşama bağlanıyordu.” derdi. Çünkü sade‐ ce babamla değil, oradaki 300–500 kişiyle ilişkideydim. Elden ele dolaş‐ tırıyorlardı beni. Günlerden bir gün gecenin köründe kapı çaldı ve “Ben baban.” de‐ yip eve girdi. Çok büyük bir sevinç yaşamadım. Çünkü hayatında “baba” diye bir şey yok. Evet, onu özlüyordum ama ne özlediğimi bilmiyordum ki...


422

Hatırlıyorsun “baba” diye bir şey var. Ama “baba” nasıl bir şey bilmiyorsun. Sekiz yaşındasın, bir adam geliyor ve “Merhaba ben baban, tanışalım.” diyor. Sen tanımadığın bir adamı “baba” diye kabulleniyor‐ sun. Bu durumda anneni çok kıskanırsın. “Sen kimsin yahu?” oluyorsun. “Ne yaptın da yok oldun?” diye soruyorsun babana, “Senin gibi ço‐ cuklar daha iyi yaşasın diye uğraştım. O yüzden yoktum.” diyor. Ne di‐ yebilirsin ki. Beş yaşında karşımda Kenan Evren olsaydı, küfür ederdim. Düşünsenize 27 yaşındayım ve babamla bir defa maça gittik. Birlikte hiçbir şey yapmıyoruz. Ama ona, beni o dönem yalnız bıraktığı için kız‐ gın değilim. Oya Doğan. Vatan, 09.04.2006.

16. 10. 2. “Cem, Zeki Ama Görgüsüz.”

“Geveze insanlarla röportaj çok zordur, hep söylerim.” Hakkı Dev‐ rim’in şimdi okuyacağınız röportaj esnasında, daldan dala atlayarak konuşmasını açıklamak için kurduğu cümle bu. Evet, daldan dala atlıyor Hakkı Devrim. Ama o, kendi deyimiyle “gevezeleştikçe” karşısındakine verdiği keyif de artıyor. Ne demek istediğimiz, bu röportaj sonuna kadar okunduğu zaman tam anlamıyla idrak edilecektir. Yılları, yaşlanmadan aşan insanlara karşı özel bir düşkünlüğüm var. Onca yılı, onca tecrübeyi, kaçınılmaz acıyı, kaybı, mutluluğu, hayal kırıklığını, mutsuzluğu bir eskimişliğe uğramadan geçmişinde taşımak kolay iş değil çünkü. Bu tür insanların hem bir tecrübesi hem de her şeyin “geçeceğini” görmüş olmanın getirdiği hoş bir kalenderliği oluyor. Onların geride kalmış gençlikten intikam almak gibi acıklı bir te‐ laşları yok. Kendilerine olan güvenlerinde o gençliği hâlâ taşıyorlar çün‐ kü. Onlarla konuşurken hem olgunluğun tadını hem gençliğin coşkusunu hissediyorsunuz. Bir şeyler öğreniyorsunuz ama onların nezaketi, bir çırak olmanın ezikliğini sırtınıza yüklemiyor. Yanlarından biraz daha zenginleşmiş ve kendi geleceğiniz için olumlu hayaller beslemenizi sağlayacak bir güvenle ayrılıyorsunuz. Hakkı Devrim’in yanından ayrılırken tam da bu duygulara sahiptim. ‐ Türkçe’nin ustası, çok izlenen bir televizyon programının kah‐ ramanı ve çok okunan bir köşenin sahibisiniz. Memnun musunuz haya‐ tınızdan? ‐ 78 yaşındayım. Seneye liseden mezuniyetimin 60’ıncı yılı... Kimse kalmadı. Tepeler çok tenha yerler, yalnızlaşıyorsun.


423

Neyse, önce şu Türkçe uzmanlığını anlatayım. Çok roman okunan bir evden değilim ama Türkçe’yle çok ilgili hocaların olduğu bir okulda‐ nım. Kabataş Lisesi’nden... Açıkçası gerçekten de dille ilgilenip ilgilen‐ mediğimi bilmiyordum... Müthiş hocalarım sayesinde oldu bu. Şimdiki durum ise üstüme kaldı. Karar merci oldum ama başka çare yok.

‐ Türkçe’ye kötü muamele edildiği kanısındayım ve gündemde tutmaya çalışıyorum. Türk Dil Kurumu’nda kaç kişi çalışıyor biliyor mu‐ sunuz? ‐ “Başkan dahil üç” diye biliyorum ben. Sözcükler zirve noktasında değil. Ben bunu duyurmaya çalışıyorum; yoksa dil uzmanlığı falan ne haddime! 1966 yılında Meydan Larousse’u yaparken İstanbul Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nden ekip kurmak istedim, Arapça bilen hoca yoktu. Anlambilim Kürsüsü de yoktu... Benim derdim bu. Çağırıyorlar beni konferanslara, utanıyorum. Türkçe hocaları geli‐ yor. Kalkıp “Edat nedir?” falan diye bir soru sorsalar mahvoldum. Aslın‐ da iyi Türkçe’yi ben de hala öğrenmeye çalışıyorum. Ama soracak kimse kalmadı. Eskiden Burhan Felek’e sorardım.

‐ Peki televizyona neden çıkıyorsunuz? Eğleniyor musunuz Tele‐ vizyon Makinası’nda gerçekten? ‐ Bu teklif geldiğinde tereddüt etmiştim. Evdekilere “Böyle bir tek‐ lif var, benim pek aklım ermedi.” diye danıştım. Gerçi bu tereddüdüm hala devam ediyor. Ortanca torunum “Dede, niye endişelendiğinizi an‐ lamadım.” dedi. Anlattım, “Ne yapacağım orada?” falan dedim... Okan’ı seviyorum ama niye orada oturacağımı bilmem lazım. Kendi kendimle didişiyorum, kavga da edeyim istiyorum birileriyle... Evdekilere soruyorum falan... Torun ısrarla devam ediyor “Kaba tabirimi bağışlayın, ama siz cilanız bozulacak diye mi istemiyorsunuz?” dedi. Hiç böyle düşünmemiştim. “Onun gibi bir şey.” diye cevapladım. Bu kez de “Peki sizin ilerde cilanızı kullanmak üzere projeleriniz mi var?” dedi. Sanemciğim, yani bana “Cilayı ne bok yiyeceksin ki sen?” di‐ yor. Ben de bunun üzerine kabul ettim. Zaten o torunla en mahrem şeyleri konuşuyorum. Hiç kimse oturup beni dörde kadar seyretmiyor.


424

Ama eve gidiyorum, torunum karşılıyor, “Fena değildi.” diyor. Tenkit ediyor... En yakın arkadaşım.

‐ Bir de köşe yazılarından bahsedelim ve ancak ilk soruyu tamam‐ layalım isterseniz.. ‐ Hep söylerim, geveze insanlarla röportaj çok zordur... 1964 yılla‐ rında Meydan adlı haftalık bir mecmua çıkarıyorduk, fakat ilan bulamı‐ yorduk ve para lazımdı. Larousse müessesesinin çıkardığı haftalık bir edebiyat dergisi vardı. Daha önceden Larousse’un tercümesine izin ve‐ rildiğini okumuştum, sonra Yunanlılar’ın da tercüme ettiğini öğrendim. “Biz de yaparız.” diye heyecanlandım ve telif hakkını alarak çevirmeye başladık. Yedi sene çalıştık, Meydan Larousse’u çıkardık. Başardık ama an‐ siklopedi işi çok tüketici bir şey. Bitirince işi bıraktım, gidip bir çiftlik aldım, 11 sene İstanbul’a inmedim. 15 ‐ 20 kovan arımız vardı, tavukçu‐ luk ve inekçilik yapıyorduk. 11 sene dayanabildim, sonra battık. Larousse’un haklarını birlikte aldığımız Sefa Bey de 90 senesinde öldü. Çocukları beni çağırdı, “Şirketi satalım.” diye... Aydın Bey Doğan talipler arasındaydı, tanıştık. Ben de sanıyorum ki, eski gazeteci oldu‐ ğum için “Bu adam makbuldür.” falan diye düşünüyor, o yüzden buluşu‐ yoruz. Meğer ansiklopedi pazarlığı için buluşmuşuz. Haklılardı da, çok iyi biliyordum işi... Ama konuşmanın bir yerinde vazgeçti Aydın Bey, “An‐ siklopedi eski.” dedi. Biz de yenilemeye başladık. Milliyet verdi o ansik‐ lopedileri. 62 yaşındaydım o sıralar, toplantılara falan giriyordum ama sıkılıyordum aslında. O günlerde Mehmet Yılmaz, Posta’yı yapıyor... Gözüm tutmuştu onu. Alaturka bir adam değil. Ben alaturka adamları sevmem. Posta’ya yazmaya başladım, sonra da Radikal’e geçtim. “Yazmak istiyorum.” diye Mehmet’le kendim konuşmuştum... Öyle başladık.

‐ İyi de bir polemikçisiniz. Zarif bir üslupla... ‐ Evet, evet, bazen sataşıyorum birilerine gerçekten. Pakize’ye Suda sataşmıştım; “Yazar açığı da yok ki, bu nereden çıktı.” diye. Çok küstü bana. Telefon etti. Gerçi sonraları şöyle bir baktım, fena değil Türkçesi, oynak açıkçası. Star’da bir program yapıyor şimdi. Okan yapı‐ yor o işi de... Pakize tadını çıkartmaya başladı. Öbür çocuk güzel bir kız ama Saba Tümer’i kastediyor daha renksiz sanki... Öyle duruyor.

‐ Okan Bayülgen’i çok mu seviyorsunuz yoksa çok mu beğeniyor‐ sunuz?


425

‐ Okan’ı beğeniyorum. Tavrıyla, tarzıyla tam bir ekran kişiliği. Ala‐ turka değil bir kere. Komedi, çok alaturka yapılıyor burada çünkü. Cem Yılmaz dünya çapında bir çocuk; ama görgüsüz. Bunu daha önce de yaz‐ dım zaten. Aramız çok iyi değil o yüzden. Ali Kırca Siyaset Meydanı’na çağırmıştı üç komedyeni... Ön plana da bu çıktı hemen. Niye ki? Yılmaz Erdoğan çok kabiliyetli ama sünepe. Kendi büyüyemeyeceği için daktilo makinesini büyütmüş şovunda... Sahne başka bir yer. Okan sahnede müthiş, okur yazar tarafı var ve gör‐ gülü bir çocuk. Program dışında görüşmeyiz; ama birbirimizi sevdiğimi‐ zi biliyoruz, ilişkimizde bir yakınlık var açıkçası.

‐ Arkadaşlarınız ne diyor son günlerde iyice artan şöhretiniz için, ben onu merak ediyorum aslında? ‐ Şimdiki şöhretimi sevmiyorum. Uyduruk bir şöhret. Çekilir gibi değil. Seni şöhretli kılanlar, yolda görüp tanıyanlar, bir şeyi bir şeyden tefrik etme kabiliyetinden yoksunsa... Ne saçmalıklar oluyor inanamaz‐ sın Sanem. Allah’tan benim çevremdekiler, ne yapıyorum pek fark etmiyorlar. Ben onların fark etmemesini seviyorum; çünkü ayıplarlar gibi bir his var içimde. Kibarlıklarından ses etmiyorlar açıkçası. Okurların yarısı “Ne işin var orada?” diyor, yarısı “Bayılıyoruz.” Hangisi doğru şimdi? Herke‐ se şunu söylüyorum: “Okan beni oraya para vererek oturtuyor ve biz ‘Bir geveze nasıl susturulur?’u oynuyoruz.” Ben de aynı soruyu Okan’a soruyorum, “Ne yapacağım orada?” di‐ yorum. “Oturacaksın, Hakkı Devrim bizim programımızı yerinden sey‐ rediyor, o kadar.” diyor. Çok profesyonel bakıyorum ve çok profesyonel‐ ce oturuyorum orada. Oturmayı kabul ettiysem, oturmalıyım. Bu bir disiplin. Mümkün mertebe Okan konuşmamı istediğinde konuşuyorum. Aklımdan geçen muzırlıkları frenliyorum.

‐ Gelen konukları tanımıyorsunuz değil mi? Sizi izlerken aslında onları tanımadığınızı düşünüyorum, yanılıyor muyum? ‐ Ben gitmeden çalışıyorum, Okan’da o kadar çok bilgi olmuyor asıl. Son dakikada karta yazılanlarla idare ediyor. Aslında nefis bilgiler kaçıyor. Ben gelen kızları tanıyabilmek için önceden fotoğraflarına da bakıyorum. Tanımıyorum oraya gelenlerin çoğunu, “İstediğini söyle.” diyorlar, ama frenliyorum kendimi. Okan da programda gerginlik iste‐ miyor çünkü. Bunlar iyi kızlar, işlerini de iyi yapıyorlar... Ama saçmala‐ mazlarsa kimse ilgilenmiyor bunlarla; bunlar da habire saçmalıyorlar. Hıncal’ın omuzuna binen kız gelmişti geçen hafta, ne komik şeyler söy‐ lüyor yahu.


426

‐ Evdekilerle iyi geçinir misiniz? ‐ 53 yıldır bir Çerkez’le evliyim. Hukukta tanıştığım bir arkada‐ şımdı. Eğer biri Gülseren’le, yani karımla geçinemiyorsa, değiştirilemez bir karar olarak şuna kaniyim ki, karşı taraf kusurludur. Çünkü o birile‐ rini memnun etmek için, hastalık halinde paralanıyor. Ben ışık açık uyu‐ rum, uykuyla problemim var. Kitap okuyorum, ancak kitap elimden dü‐ şünce uykuya geçmiş oluyorum. Odaları ayırdık; zavallım ışıkta uyumak‐ tan kurtuldu. “Horlamıyorsun.” diyor, oysaki korkunç horluyorum. Şimdi hasta, yattığı yerden hastabakıcıları memnun etmeye çalışıyor.

‐ Diğer kadınlar... ‐ Flörtlerim vardı hatırlıyorum, tadlarına baktım tabii… Ama maz‐ but bir adamım ben. Çok farfara kızlar beni yakın buluyorlardı. Ama taşkın, kabına sığmayan kadınlarla bağdaşacak bir tip değilim ben. Onlar hakimiyet sahama tecavüz ediyorlar galiba. Bazıları beni sevimli bulduk‐ larını söylüyor; oysaki değilim. Ukala biriyim ben. Kızım bana kızdığı zaman, “Ağır Ceza Mahkemesi çalışmaya başladı.” diyor. Hükümler veri‐ yorum ha bire. Yazarken, konuşurken herkesi mahkum ediyorum. Böyle biri nasıl sevimli olabilir?

‐ Geçtiğimiz günlerde Fethullah Gülen okullarının düzenlediği Türkçe Olimpiyatı’nda jüri üyesi oldunuz ama sonra bundan mutsuz olduğunuzu yazdınız... Ne oldu orada? ‐ Cevaplamayı çok istediğim bir soru bu. Çünkü gerçekten mem‐ nun olmadım, gittiğime. Nereye gittiğimi bilmiyordum, gidince anladım; namaz falan kılıyorlardı bir taraftan... Nereye gittiğimi bilmeliymişim demek ki. Bugüne kadar aralarına hiç katılmamıştım. Gerçi beni ziyarete gelirler ara sıra. Çok kibardırlar; o grubun gazetesindeki arkadaşlar. Çok farklı, çok naziktirler. Sohbet ederiz. Onlara şunu söylerim “Siz bir şeyler yapıyorsunuz, beni de çok alakadar ediyor ama arkanızda bir güç var ve ben o güçleri göremeden yakınlık duyamam.” Mason loca‐ sına da giremem mesela... Şu soruya bir türlü cevap bulamıyorum: “Türkçe uluslararası bir dil değil; ama Afrika’nın güneyinde bir ülkede Türkçe eğitim veren bir okul açılabiliyor. Afrika’da, Meksika’da, Amerika’da var okulları. Türk‐ çe’yi öğretmek ve tanıtmak amacı taşıyorlar. Kim gidiyor ki bu okulla‐ ra?” Sanem Atlan. Vatan, 02.06.2006.


427


428

16. 11. Yeni Şafak 16. 11. 1. Medya Kadına Buyuruyor: “Kendin Olma Başkası Ol.”

Televizyonunuzu açtığınızda, gazete sayfalarını çevirdiğinizde, iki uç arasında seyreden bir kadın profili ile karşılaşırsınız. Ya sabah kuşağı programları başta olmak üzere, eğlence programlarında göbek atan, mendil sallayıp hayal çeken kadın ya da başına gelenleri ağlayarak anla‐ tan “kader kurbanı”, “zavallı” kadınlardır gördüğünüz. Bir de tüketim ve cinsel özgürlük başta olmak üzere “model” ola‐ rak sunulan bakımlı, gösterişli, bedenini sergileyen, gösteri dünyasından kadınlardır medyada en çok yer kaplayanlar. Medyada, kadın bedeni üzerinden yürütülen cinsiyet politikasının bir uzantısı olarak, erkekler haber ve tartışma gibi “ciddi” programları, kadınlar dizi ve eğlence gibi “hafif” programları seyreder gibi bir algı yerleşiktir. Haber bültenlerinde ve gazetelerin üçüncü sayfalarında ise töre cinayetleri, fiziksel ya da duygusal şiddet nedeniyle haberin öznesi ol‐ muş mağdur kadınlar vardır en çok. Bir de güzellik ve estetik merkezli haberlerde, görünümünden başka derdi kederi olmayan kadınlar. Sokaktaki, evdeki, şehirdeki, taşradaki kadın, çalışan kadın ve so‐ runları sıra dışı bir şey olmadıkça pek görünmez medyada. Başörtülü kadınlar yasak merkezli haberlerin dışında hiç görünmez. Peki, neden böyledir? Medya çalışanlarının yarıya yakını kadın olmasına rağmen, medyadaki kadın temsilinin böyle olmasının nedenle‐ ri nelerdir? Bir 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü daha “idrak” ettiğimiz şu günlerde, medyada kadın temsilini İstanbul Üniversitesi İletişim Fakül‐ tesi öğretim üyesi Prof. Dr. Edibe Sözen ile konuştuk. ‐ Siz daha önce Amerika’da Wisconsin Üniversitesi’nde, sosyal temsil konusunda çalıştınız. Medyada kadın nasıl temsil ediliyor? ‐ Medya Takip Merkezi’nin 2005 yılında, kadının haberlerde hangi özelliklerle yer aldığını anlamak için 23 ulusal televizyon kanalı ve 800 üzerinde dergi, ulusal ve yerel gazeteyi takip ederek yaptığı bir çalışma‐ ya göre, yüzde 28’lik bir oranla ilk sırada töre cinayetleri ve toplumsal sorunlar var. İkinci sırada yüzde 21’le kadına yönelik şiddet, ardından yüzde 8’le genel kadın sorunları, yüzde 7’yle boşanma, yüzde 5’le cinsel taciz ve tecavüz geliyor. Başarılı kadın haberlerinin oranı ise yüzde 12. Top‐ lumun kadın gerçeği medyada çok iyi temsil edilemiyor ne yazık ki.


429

‐ Neden böyle bir temsil sorunu var? ‐ Psikolojik, sosyolojik faktörlere baktığımızda sözel kültürde yer alan kadının yazılı kültürde çok net olmadığını ve bunun görsel kültüre de iyi bir biçimde aktarılamadığını görürüz. Kadın konusunda araştır‐ malar olmasına rağmen kadına dair bilgimiz az. Ayrıca biz kültürel kod‐ lar içindeki kadını tam çözebilmiş değiliz. Sonuçta yayıncılık bir kod çözümüdür. Bir diğer neden de medya çalışanlarının zihninde şekillenmiş olan kadın imajı. Kadın o yüzden sadece görüntüye indirgenmiş durumda. Medyada kadının temsili düşük profilli bir temsil o yüzden. Kült erkekçi bir bakış açısı var çünkü medyada. Bu yapıda kadınlar da yer almasına rağmen, kadın duyarlılığı bu yapıyı bir türlü aşamıyor.

‐ Kadının karar mekanizmalarında yer almıyor olmasından kay‐ naklanan bir sonuç bu. ‐ Bu başat sorunlardan biri. Kadınlar karar mekanizmalarında ol‐ salar bile, birer erkek gibi rol aldılar. Kadınlar kararlarını erkeksi olmak koşuluyla gerçekleştirdiklerinde daha başarılı oldular, yolları açıldı.

‐ Türk basın tarihinin ilk kadın genel yayın yönetmeni Nurcan Akad oldu. Akşam gazetesinde göreve başlar başlamaz “arka sayfa güze‐ li”ni kaldırdı Nurcan Akad. ‐ Türkiye’de son 80 yılda popüler kültür artıyor ve yaygınlaşıyor. Yüzyılın başında yaşanan sosyo‐kültürel travma, kültürel kodlarda da bir kopuşa neden oldu. Cumhuriyetle birlikte bir takım kültür politikala‐ rı denendi. Bu politikalar da hep popüler kültür üzerine odaklandı. Kül‐ türden çok medeniyet ön plana geçirildi. 1929 yılında Cumhuriyet gazetesi ‐ki Cumhuriyetin yarı resmi ga‐ zetesi olarak da adlandırılabilir‐ bir güzellik yarışması düzenliyor. Bu yarışmaya Balıkhane Nazırı Mehmet Tevfik Bey’in torunu Feriha Tevfik kraliçe seçiliyor. Ve 1933’te de Kerime Halis dünya güzeli seçiliyor. Bu olağanüstü gün şerefine Cumhuriyet gazetesi renkli baskı yapıyor. Kadı‐ nın ilk temsilini böyle görüyoruz. Çok ciddi bir yayın organında, çok ciddi bir süreçte ortaya çıkarılan kadın portresi popüler kültürün nesne‐ leştirdiği bir kadın portresi…

‐ Sonraki yıllarda nasıl yaşandı medyada kadın temsili? ‐ Her on yılda Türkiye’de bir değer değişimi yaşanıyor. 1940’larda kadın modası, erkeğe benzerlik üzerinden kuruldu. Kısa saçlar, ala gar‐ son kesimli elbiseler, dize kadar kısalan etek boyları, asker kostümleri,


430

bahriyeli kıyafetleri giyiliyor. Hatta kravat takmak moda oluyor. Kalça‐ sız, düz göğüslü kadınlar öne çıkarılıyor. 1950’lerde büyük bir göç dalgasıyla birlikte arabesk kültürü artı‐ yor ve yeni bir kadın tiplemesi doğuyor. 1960’larda öğrenci olayları nedeniyle, Batı’dan da esinlenilen bo‐ hem kültürle birlikte kadınlar yine erkeğe benziyor. 1970’lerde ideolojik temsillerle birlikte yazılı basında, devrimci sol kadın tiplemesi baskın oluyor. 80’lerde ise liberal dönüşüm ve kamusal alanlardaki göreceli ar‐ tışla beraber Papatyalar geliyor mesela gündeme. Belli cemaatlerin ka‐ dınları temsil imkanı buluyorlar. 80’ler biraz daha çeşitlenmenin yaşan‐ dığı bir dönem. 90’lar ise kadının tam anlamıyla tüketimin nesnesi haline getiril‐ diği bir dönem. Kadın olma bilinci, siyasi talepler bir tarafa itilmiş; der‐ giler, gazeteler ve televizyonlar aracılığıyla kadına hedeflenmiş bir tüke‐ tim dönemi başlıyor.

‐ Özel televizyon kanallarının bu yıllarda açılmış ve yaygınlaşmış olmasının katkısı da büyük değil mi bu dönemde? ‐ 1990’lar depolitizasyon sürecinin yerleştiği, toplumsal katılım paylarının azaldığı bir dönemdir. Karnavalvari bir ülke inşa ediliyor. Bu bir renklenmeye yol açıyor; ama bilboardlarda, reklamlarda büyük bir artış yaşanıyor. Kamusal alanın genişlemesi beklenirken bu yeri reklam dünyası aldı. Bu da tüketici davranışını belirli hale getirdi. Bu dönemde kadın ve cinsellik ile çocuklar tüketimin birincil unsuru olarak kurgulandı. Kent‐ sel alanda bir ihtiyaç, alışkanlık da ortaya çıkı. Kadınlar illa kadın dergilerini okumak zorunda hissettiler kendile‐ rini. Bütün bunlar mücadele vermeden bir özgürlük alanı sundu kadına. Kadın tükettiği anda, kendini özgür hissetti. Kadın alışverişe gitmekte özgürdür, ama başka bir yere gittiğinde özgürlüğü sınırlanır.

‐ Bundan sonra başlaması gereken, beklenen süreç ne? ‐ Bir eleştiri süreci. Ama halen daha ona geçmiş değiliz.

‐ Medyada görünür olmak da prestij kazanmanın bir yolu haline geldi bu dönemde. ‐ Enteresandır. Aydın Doğan medyası ortaya çıktıktan sonra Aydın Doğan’ın bir demeci var: “Ben herhangi bir ürünü, mesela bir buzdola‐ bını mükemmel şekilde üretseydim bile, medyadan kazandığım prestiji


431

hiçbir şekilde sağlayamayacaktım.” diye. Çünkü medya hem prestij hem tüketim hem eğlence aracı haline geldi. Sanal dünya, gerçek dünyadaki boşlukları bir şekilde kapatmaya başladı.

‐ “Kadının medyada temsilinde sorun var, bu düşük profilli bir temsil” diyorsunuz. Ama öte yandan da özel televizyonlarda günün he‐ men her saatinde, her kanalda göbek atan, mendil sallayan kadınlar var. Ekranda aslında bir kadın hakimiyeti var. ‐ Görsel medyanın formatı, kamu olayları, eğlence dünyası ve ha‐ ber dünyası üzerine kurulu. Bu formatın dışındakiler aksesuardır. Bah‐ settiğiniz kadın programları ya da kadın sorunlarını çözmek isteyen programlar, aksesuar niteliğindedir.

‐ Toplumsal dönüşümle birlikte medyada görünen kadın modeli şehirli, tüketen, cinsel özgürlüğünü kullanan, bakımlı bir kadın. Medya‐ nın bu kadın modelini sunarken kullandığı dil nasıl bir dil? ‐ Bu kadın dilini dönüştürücü bir dil değil. Emredici, buyurgan bir dil. Kadınlar bu dile ortak olamıyorlar, ancak edilgen biçimde hizmetine giriyorlar. Mesela bir ses kadınlara sürekli şöyle sesleniyor: “Bu ürünü kullanırsan, on günde zayıflayacaksın.”

‐ Baudrillard Amerika adlı kitabında şöyle diyor: “Ekrandan Ame‐ rika’yı görürsünüz. Sokağa çıktığınızda da ekranı görürsünüz.” Türki‐ ye’de de böyle bir süreç yaşanıyor sanki. Sokaktaki kadınlar artık birbi‐ rine çok benziyor. Giyim, saç rengi, makyaj, hatta estetik ameliyatların artışı ve ucuzlamasıyla aynı yüz. Kadın programlarına seyirci olarak gelen kadınlarda da aynı şey var. Stüdyo ekrandan gördükleri kadınlar gibi giyinip süslenmiş ama asla benzer bir hayat sürmeyen kadınlarla dolu. ‐ Bu toplum, başkası olmaya özendirilmiş bir toplum. Bu Cumhu‐ riyet’in başından beri uygulanan bir politika. “Kendin olma, başkası ol.” politikası. Bu başkası her on yılda bir değişiyor. Çağımızda insan büyük bir seyyalite halinde. Kişi kendisi gibi mi yaşayacak başkası gibi mi? Bu büyük bir ikilem. Kendi dili, kültürü, inancı gibi yaşamak istiyor ama böyle bir imkan yok. Dünyada, kadınların kendileri olmaları konusunda müthiş bir çaba var. Bizde ise tersine bir çaba var. Buradaki kendin de‐ ğil, başkası olmaya endekslendiği için tüm çabalar, ekranın büyüsüyle de kadınlar ekranda gördükleri gibi olmak istiyor. Kendisi olduğunda de‐ ğerli görülmediği için, kendinden memnun değil. Ancak ekranda gördü‐ ğü gibi göründüğünde, statü sahibi ve değerli olabileceğini düşünüyor.

‐ Kendisi olmayı başarabilecek, kadınlar üzerinde kurulan baskıya direnebilecek güçte olması beklenen kadınlarda da var ama böyle bir


432

boyun eğiş. Birkaç gün önce bir televizyonda alanında uzman bir kadın vardı ve yüzü tamamen estetikliydi. Burun hokka gibi, elmacık kemikleri çıkartılmış, kaşlar kaldırılmış, dudaklar silikonlu. Bu beni dehşete dü‐ şürdü. Bundan geri durmak mümkün değil mi? ‐ Evet bu bir dayatma ve genel bir sorun, ama kadınlar daha çok yaşıyorlar; çünkü sosyal bir şizofreni içindeler. Sistem kadının daha genç, daha güzel, daha ince olmasını istiyor. Buyurulan gibi olmak iste‐ yen kadın sayısı arttıkça, yeni yeni sektörler ortaya çıkıyor çünkü. Sağ‐ lık, güzellik merkezleri, estetik cerrahı gibi. Bunun dışına çıkacak bir gücü yok kadının. Bedenin de ön plana geçtiği bir yüzyıl bu.

‐ Ekranda gösterilen hayata özenen, sunulan kadın modeline öykü‐ nen genç kızların kadınların psikolojisi etkileniyor bundan. Yaşadıkları hayata ve kendilerine karşı hoşnutsuzlukları artıyor. Güneydoğu’da yaşa‐ nan genç kız intiharlarıyla dolaylı da olsa bir bağlantı kurulabilir mi? ‐ Modernleşen bir Diyarbakır ve Batman var. Modernleşmenin gerçek öznesi gençler ve kadınlar. Oradaki erkek egemen yapı aşirete, törelere, geleneğe bağlı. Erkeğin bu sosyal yapı nedeniyle modernleşme‐ si daha zor. Ama kadın daha çabuk intibak ediyor, modernleşiyor.

‐ Neden? ‐ Yapılan çalışmalar bize oraya gelen yabancıların özellikle öğret‐ men, doktor gibi kamu görevlilerinin de kadınların modernleşmesini etkilediğini gösteriyor. Rol model olarak onları benimsediler. Oradaki genç kızların beğendiği erkekler, oraya çalışmaya gelen modern erkek‐ ler. Kadın modernleşme sürecine girdiği andan itibaren, önce etrafında‐ ki erkekleri sorguluyor ve çevresindekileri feodal ve geleneksel buluyor. O yüzden de, erkeklerden fazla modernleşmenin travmasını yaşa‐ dılar. Bu travmanın sonucunda da intihara giden yolda, kendi bedenleri‐ ne şiddet uyguladılar. Bu sonucun bir ucunda oraya giden rol modelle‐ rin, bir ucunda da medyanın sunduklarının etkisi var, deniyor araştırma‐ lara göre.

‐ Kadın sorunlarından hareketle yapılan programlar aldatılmış, ekonomik gücü olmadığı için boşanamamış, çocuğundan ayrılmış, “za‐ vallı” kadınlar. Cinayetler de işlendi ve bu tür programlarda bir azalma oldu. Bu programlar uzmanlarca eleştiriliyor ama kadınlar tarafından kabul görüyor, sorgulanmıyor, aksine çok da izleniyor. ‐ Sorgulayabilmek için o yapıyı bilmek gerekir. İzleyen masum. Ekrana getirilen dramatik olayın etkisinde kalarak, merhamet ederek izliyor. Ekranda duyguların harekete geçirildiği bir dünya yaratılıyor


433

çünkü. Rasyonel bir yayıncılık yapılsa, o zaman mahremin bu kadar açılmaması ya da saldırılmaması gerektiği düşünülecek ama.

‐ Bu şuna tekabül ediyor mu: Şehirlere göç sonrasında hayatını ev merkezli geçiren ama mahalle kültürünün de ortadan kalkması ile evin‐ de tek başına televizyon izleyen kadınların benzerini görme, dertleşme ihtiyaçları hatta dedikodu yapma alışkanlıkları, bu programlarla karşılı‐ yor olamaz mı? Bu programlar böyle bir sosyal gerçekliğe denk düşüyor olamaz mı? ‐ Televizyon izleme, bugün sosyal bir davranış değil, güdüsel bir ihtiyaç haline gelmiştir. Kurgulanan bu programlarda da güdüler ön planda. Kadını sosyal hayata dahil edici ya da sosyal hayattan dışlanmış‐ lığını dile getirici bir yaklaşım içinde değil. Güdüler, cinsellik, güzellik, genç kalma, sağlık, başka insanların hayatlarını merak etme insiyakı ya da aldatılma, terk edilme gibi kadın korkuları, kadının özel alana ilişkin duyarlılıkları harekete geçirilmiştir. Sosyal boyutu zayıftır bu program‐ ların. Baskın olan, güdülere seslenme ve baştan çıkarmadır. Bir gözlük markasını, bir marka arabayı, bir parfümü kullanabilmek için baştan çıkarılmıştır artık bugün kitleler.

‐ Özel kanalların ilk yıllarında ekrana çıkıp başına gelenleri anla‐ tan kadınlar kimliğini gizliyor, maske, kese kağıdı gibi araçlarla yüzünü kapatıyordu. Şimdi herkes gayet açık bir şekilde anlatabiliyor olup bite‐ ni. Bunun anlamı ne? Haya duygusu mu azaldı, cesaret mi arttı? ‐ Maske kullanılmamasının nedeni, mahremiyetin sınırlarının da‐ raltılması. Ar etme duygusu ortadan kalktı. İngiliz sosyolog Giddens mo‐ dern toplumu tanımlarken “Modern toplum güven alanlarının yaratıl‐ maya çalışıldığı bir risk toplumudur; ancak birey psikolojisinde utanma duygusunun da olduğu bir toplumdur.” der. Utanma duygusu modern hayata ait bir şey. Bugünkü çarpık post‐ modernizmde ise insan halleri olduğu gibi gündeme getirilir. Sinemada da, televizyonda da. David Linch’in Blue Velvet/Mavi Kadife adlı filmi bu süreci görmek bakımından çok önemlidir. Oradaki erkek tiplemesi hem kendisinden romantizm bekleyen masum nişanlısı ile yaşadıklarını hem de evli, eşiyle problemli, hayatın bütün tecrübelerini yaşamış bir kadınla yaşadıklarını gösterir. Bu bir yelpaze. Post‐modern dünya bu yelpazeyi tek tek açtı. Mo‐ dern dünyada biz o erkeğin sadece masum ilişkisini görüyorduk. Ama post‐modern dünya bize ara noktalarda neler yaptığını da gösteriyor. O masumaneliği bırakıp mahrem alanın her aşamasını herkese açmak, bana göre insanlığın yaşadığı en büyük ıstıraplardan biri.


434

‐ Bunun böyle olması değil de gösterilmesi mi sorun? ‐ Evet. Çünkü gösterince genel kabul görüyor. İnsanların birbirine olan güveni, utanması ortadan kalkıyor. Bu kitlesel olarak yayıyor.

‐ Peki kadın emeği medyada neden gösterilmiyor? ‐ Bu konuda yapılmış “Popüler Kültürde Kadın” başlıklı bir çalış‐ maya göre, töre cinayetleri, şiddet, cinsel şiddet dışında şiddetin öznesi kadın. Tarikat gerçeği içinde yer alan ya da siyasi bir kriz sonrası ortaya çıkan, yani skandalların öznesi kadınlar var medyada. İster kırsal ke‐ simde, ister kentsel alanda olsun, çalışan kadınlar ve sorunları yok. Biz‐ de yapılan akademik çalışmalara göre yayınlar değiştirilmiyor. Mesela İngiltere’de akademik kesim bir baskı unsuru oluşturabiliyor.

‐ Şiddete maruz kalan kadınların medyada haber olarak yer alması sorunun çözümüne katkıda bulunuyor mu? ‐ Türkiye’de kadına ilişkin şiddet haberlerinin geri dönüşü yok. Almanya’da namus meselesi yüzünden, ağabeyi tarafından sokak orta‐ sında öldürülen genç bir Türk kadınının haberi, medyaya yansır yansı‐ maz yaklaşık bin kadın o caddede toplanıp tepki gösteriyor. Bu tür ha‐ berlerle böyle bir tepkisel alan oluşturabiliyorsanız; o zaman bu tür ha‐ berleri yayınlamakta bir beis yok.

‐ Güldünya’nın öldürülmesi haberlerinin ardından böyle bir tepki gelişti ama. ‐ Bu tek başına bir örnek. Kadın kuruluşları bu tür haberlerden dolayı tepkilerini ortaya koyabiliyorlarsa o zaman medya kamuoyu oluş‐ turmayı gerçekten başarıyordur.

‐ Kadın sorunları, kadın hakları üzerine çalışan, kafa yoran kadın‐ lar, seslenmeleri gereken kadınların izlediği programlarda değil, yine konuya duyarlı olanların izlediği daha “ciddi” programlarda konuşuyor‐ lar. Uzmanların kendi kitlesine ulaşamama gibi bir sorunu da var. ‐ Sorunuza tam bir karşılık değil belki ama Türkiye’de tematik ya‐ yıncılığa geçilmek zorunda. Haber kanalları, spor kanalları, eğlence ka‐ nalları ayrışmalı. Bu soruna küçük bir oranda da olsa bir çözüm getirebi‐ lir. Medya farklılaşmış dünyalar sunmalı. Onun yerine homojen bir dün‐ ya sunuyor ve bu bana göre çok sıkıcı.

‐ Dizilerde kadın ya geleneksel roller içinde iyi eş, iyi anne ya da fettan, hafif meşrep gösteriliyor, diye itiraz ediliyor. Buna katılıyor mu‐ sunuz? Dizilerde kadının temsili nasıl sizce?


435

‐ Ben iyi bir dizi izleyicisi değilim ama basın ve televizyonlar ko‐ ordineli çalıştığı, artık ana haber bültenlerinin de bir parçası diziler. O yüzden haberim var. Dizilerdeki tiplemeler, gerçek hayata çok yakın tiplemeler değil. Bunların bir kısmı insanların hayallerini süsleyen tip‐ lemeler. Gerçekçi olunabilmesi için toplumun iyi tanınması lazım.

‐ Ekranlarda cinsel ve tüketim özgürlüğünü kullanan kadın var. Muhafazakar, başörtülü, inançlı kadın medyada neredeyse hiç gösteril‐ miyor. Bu neden böyle? ‐ Başörtülü kadına gelmeden önce medyada normal kadın yok. Sı‐ radışı, marjinal olan daha çok. Çünkü sıradışının, absürdün temsili, nor‐ malin temsilinden daha kolay. Böyle bir yapısı var medyanın. Görüntü paradigmasıyla ilgili bir şey bu. O paradigmayı çözmeden, sinemaya ya da ekrana aktarmak çok kolay bir şey değil. Gündelik hayattan kopuk bir sinemamız ve dizilerimiz var. Başı açık kadının sorunu da getirilmiyor ekrana, örtülü kadınınki de.

‐ Ama öte yandan İslam ve kadın konusu medyanın son oyuncağı. Muhafazakar kadının mahrem alanını açma anlamında bir uğraş var. Bu konunun bu kadar popülerleşmesini neye bağlıyorsunuz? ‐ Toplumsal ciddiyet kaybolmuş, örtülü kadın sisteme entegre edilmiştir. Sisteme entegre olduktan sonra duyarlılık bir noktada orta‐ dan kalkıyor. Vasatı temsil etmeye başlıyorsunuz. Bunun görsel medya‐ ya nasıl aktarılacağı tarafların sahip çıkmasıyla alakalı bence. Batıda lobiler gibi devreye girmek gerek.

‐ İletişim bilimciler Türk medyasını ve halkın tepkilerini doğru okuyabiliyor ve sesini doğru yere ulaştırabiliyor mu? Bir açılım sağlaya‐ biliyor mu? ‐ Doğru okuma yapabiliyor; ama sesini ulaştırma bakımından bir sorun yaşıyor. Bir takım medyatik entelektüeller var. Medya, gündemi alabora eden, ciddi eleştirel bir analizden çok kendine göre bir toplum, siyasi gündem belirleyenleri öne çıkartıyor. Akademik kamuoyu oluş‐ mamış bir kamuoyudur, Türkiye’de.

‐ Bu sadece medyayla ilgili bir sorun mu yani? ‐ Burada iki boyutu var sorunun. Biri, medyatik dil vasat bir dildir. Bunu kullanamayan, bilgisini basite indirgeyerek anlatamayan entelek‐ tüellerden kaynaklanır. Akademik dili medyada kullanamazsınız. Kürsü‐ de değilsiniz çünkü. O dili bir şekilde medyaya tercüme etmek lazım. Bu bir sorun. İkinci boyut ise, medya eleştirel boyutu gündeme getirmek istemiyor.


436

‐ İletişim hocasısınız. Medya çalışanları öğrencileriniz. Mevcut ya‐

pının değişmemesinden kendinize de pay çıkarıyor musunuz?

‐ Bu yanlış bir kurgulama; çünkü onlar sadece çalışan. Yetiştirdi‐ ğimiz çocukların medya dilini değiştirme kabiliyeti yok; çünkü dil ikti‐ dardır. Kurgulanmış iktidarın gücünü ve dilini belirleyenler, medyanın gücünü elinde tutanlardır.

‐ Peki gelecekten ümitli misiniz öğrencileriniz adına? Bugün mu‐ habir, editör olarak çalışanlar 10–20 yıl sonra karar mekanizmasına yükseldiğinde medyada dil ve yaklaşım değişecek mi? ‐ Elbette. Umarım. Ama şu anda medya konuşmuyor, sermaye ko‐ nuşuyor. Bu bir mülkiyet sorunu. Sermayeye sahip olanlar, haberin de mülkiyetine sahipler. Ancak mülkiyet el değiştirirse bir değişim ya da dönüşüm yaşanabilir.

‐ TV izlerken akademisyen gözlüğü gözünüzde olur mu hep? Sade vatandaş olarak televizyon izleme, gazete okuma özgürlüğünüz var mı? ‐ Yok. Bu bir görme alışkanlığı çünkü. Çok sıradan bir şey okudu‐ ğunuzda bile, onun ekonomik sosyo‐politiğini de yaparsınız.

‐ Bu seçimlerinizi değiştiriyor mu peki? İzleyici ve gazete okuru olarak? ‐ Ben haber dışında iyi bir televizyon izleyicisi değilim. Ama iyi bir gazete ve İnternet okuruyum. Yazılı kültürden vazgeçmem. Bu görsel kültüre şüpheyle bakmayı gerektiren, yazılı kültüre sadakatle ilgili bir şey.

‐ Nurettin Sözen’in yeğeni olduğunuz doğru mu? ‐ Akrabalığımız var. Benim babamla Nurettin Sözen amca torunları. Fadime Özkan. Yeni Şafak, 14.03.2006.

16. 11. 2. Adnan Şenses: “Başbakan’ın Yüzünde Nur Gördüm...”

Türk Sanat Müziği, bana her zaman zor bir müzik gibi gelmiştir. Ne bileyim, bu eserleri söyleyebilmek için, oldukça uzun bir eğitimden geçmek gerekir. Bence sanat müziği, bizimle birlikte büyüyen bir yete‐ nektir. Allah vergisi güzel sesinizle şarkıları iyi icra ederseniz, sizi kimse artık tutamaz. Tıpkı Adnan Şenses’te olduğu gibi... O, 18 yaşına kadar marangozda sesini de biledi. Her gelen müşteriye kendini hayran bırak‐ tı. Ve “Bu böyle olmayacak.” dedi. Kilit vurdu dükkana; açıldı, bülbül kesildi. Karagümrüklü Adnan Şenses’le sahibi olduğu benzin istasyo‐ nunda sohbet ettik; umarım siz de beğenirsiniz...


437

‐ Sanat hayatına girişiniz çok farklıydı. Asıl mesleğiniz marangoz‐ luktu sanıyorum. ‐ İlkokula başladığım zaman bile musiki dersleri alıyordum. İçim‐ de de müziğe karşı çok büyük bir sevgi vardı. Babam da askerdi, subay‐ dı. Babam, benim hiçbir zaman şarkıcı olmamı istemedi. Benim de asker olmamı istiyordu. Müzikle uğraşmayayım diye, babam beni okul tatille‐ rinde marangozun yanına çırak olarak verirdi. Rahmetli babam, iki ağa‐ beyimi de daha evvel, okumadılar diye, marangozun yanına vermişti.

‐ Marangozun yanına vermesi bir çeşit cezalandırma mıydı? ‐ Cezalandırmak için değil de, bir zanaat öğrenmemiz için verirdi. İki ağabeyimi marangozun yanına verdiği için “İleride, bir mobilya atöl‐ yesi açar, birbirlerine destek olurlar.” diye düşündü. Oysa benim aklım müzikteydi. Ortaokulu bitirdikten sonra artık tamamen babam kanaat getirdi ve beni okuldan aldı. 18 yaşına kadar marangoz yanında çırak olarak çalıştım. Ama ben bu arada, babamdan gizli musiki derslerine gidiyorum. Babam öğrendiğinde de ayaklarımı falakaya çekiyordu. Sonra ortanca ağabeyim dükkan açtı ve beni de onun yanına verdi. Büyük ağabeyim de bu arada askere gitti. Büyük ağabeyim askerdeyken, öteki ağabeyimin de askerlik zamanı geldi. O askere gidince dükkan bana kaldı. Ama ben son kararımı verdim. Beyoğlu’na çıkıp şarkıcı olmak istiyordum. Dükka‐ nın kepengini çektim. Babama bir iki satır mektup yazdım.

‐ Son yıllarda ciddi sağlık problemleri yaşadınız. Şimdi nasılsınız? ‐ Vallahi kendimi o kadar dinç, o kadar sağlıklı hissediyorum ki... Bir sahne hayatım var bir ticaret hayatım var. Kendimi iş hayatıma ver‐ mişim, eşime vermişim, kızıma vermişim. Kızım Ulusoy Holding’de teks‐ til bölümünde çalışıyor.

‐ Torununuz var mı? ‐ Torunum yok; fakat eşimin teyzesinin bir torunu var. Benim to‐ runum gibi. Onu kabul etmişim. O benim dünyamda çok farklı yere sa‐ hip.

‐ Prestij Müzik’ten dostluk kaldı mı geriye? ‐ Tabii hepsiyle dostum.

‐ Bir zamanlar her yere birlikte giden ve yedikleri içtikleri ayrı ol‐ mayan diğer sanatçılar, şimdilerde birbirlerinin yüzüne bakmıyorlar ama...


438

‐ Onların konuşmaması, işlerinin çok yoğun olmasından dolayıdır. Birbirlerini severler. Herkes kendi ekmeğini yer kimse kimsenin ekme‐ ğini yiyemez. Sanatçılar arasında birtakım rekabet vardır. Konuş‐ mamazlık, dargınlık, çekememezlik var; fakat bunlar yanlış şeyler. Her‐ kes birbiriyle iyi geçinse mesleklerinde birbirlerine yardımcı olsa...

‐ O zaman iyinin kıymeti kalmaz mı acaba? ‐ O zaman hep kötüyü mü bileceğiz. Herkes iyi olamaz zaten. Ama biz sanatçılar, çok az toplumuz. Bu az toplumun içinde biz iyi olmak mecburiyetindeyiz. Sanatçı nedir? Toplumun malı olan insandır. Ben bütün sanatçı kardeşlerimi seviyorum.

‐ Keşkeler çok yer tutar mı hayatınızda? ‐ Tabiî var. Hayatımda yaptığım 5 evliliği kendimde hata olarak görüyorum. Keşke böyle evlilik yapmayıp da şimdiki eşimi ilk başta bu‐ labilseydim. Bu hayatımı onunla devam ettirseydim. Onunla mutlu ol‐ saydım...

‐ Belki de önceki evlilikleri yaşamamış olsaydınız şimdiki evliliği‐ nizin değerini bilemeyecektiniz? ‐ Yok. Şimdiki eşimin kıymetini anlamamak mümkün değil. Diğer‐ leri bana hep Adnan Şenses olarak yaklaştılar. Ama şimdiki eşim bana Adnan diye yaklaştı. Benim hayatımda sevmediğim bir şey vardır. Eşimi hiçbir zaman medya önüne çıkartıp da “Bu benim eşim.” demem. Öteki eşlerim hep benim önümde olmak istediler. Şimdiki eşim, iki fakülte bi‐ tirmiş. Çok büyük kültür farklılığı var aralarında. O bakımdan onlarla bu insanın arasında dağlar kadar farklar var. Onlar benim paramı, şöhretimi, malımı, mülkümü sevdiler. Ama bu ise Adnan’ı sevdi.

‐ Hayatınızda manevi olarak en çok neyin olmasını isterdiniz? ‐ Madden değil, manevi olarak ne olmasını isterdim biliyor mu‐ sun?.. Bu ameliyatları olmasaydım. Bir kere by‐pass ameliyatı oldum. Bir de stent takıldı. İki defa da mide ameliyatı oldum. Bunları olmasaydım. Ama olmaz diye bir şey yok. Zamanı geldiğinde insanlar bazı acıları ya‐ şıyor. Keşke anneciğim, babacığım hayatta olsaydı. İki ağabeyim hayatta olsaydı. Ama olmuyor.

‐ “Haneme Ay Doğacak” adlı romanın yazarı Şebnem İşigüzel, “Bu kitap korkusunu yıkmak çok zor. Başbakan Erdoğan, Adnan Şenses’i sevdiği kadar, ‘Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda’ şarkısını sevdiği kadar bir romanı sevseydi, Türkiye’de kitabın kaderi değişirdi.” diyor. Bu yak‐ laşıma ne diyeceksiniz?


439

‐ Bu kitabı okumadım. Sayın Başbakan okumayı çok sever. On da‐ kika dahi boş olsa eline bir konuyu alır okur. Onlardan faydalanmaya çalışır. Sayın Başbakan çok zeki bir insan. Bu kardeşimiz Başbakan’a, “Roman okumayı sevmiyor.” diyor. Hayır, çok seviyor. Eğer öyle diyorsa, o zaman Sayın Başbakan’ı tanımıyor. Birikimlerini, ne yaptığını bilmiyor.

‐ Bugüne kadar AKP’den hiç teklif aldınız mı? ‐ Hayır, hayır.

‐ Gelseydi kabul eder miydiniz? ‐ Edemezdim. Çünkü 70 yaşında bir insanım. Hiçbir zaman faydalı olamam.

‐ Mutlaka birikimleriniz vardır ? ‐ Var. Çok da iyi politika bilgim var. Ben zaten milletin vekiliyim. Bakın birçok arkadaşımız, bu ülkede devlet sanatçısı olmuştur. Maalesef ben, devlet sanatçılığını almadım. Sanat hayatında 50 yılı aşmış bir insa‐ nın devlet sanatçılığını alamaması çok acı. Benim gibi birçok sanatçı var. Rahmetli Zeki Müren için de ben bunu daha evvel söylemiştim. “Sanatçı‐ yı yaşarken ödüllendirin, öldükten sonra ödüllendirilmez.” dedim. Zeki Müren’e öldükten sonra sanatçılık ödülü verildi. Süleyman Demirel za‐ manında sokaktan geçen, kapıdan geçen insanlara devlet sanatçılığı ödülü verildi.

‐ Demirel demişken, eski Cumhurbaşkanı’nın, “Türban takmak is‐ teyen Arabistan’a gitsin.” açıklamasına ne diyeceksiniz? ‐ Vallahi ben hala Demirel’in politikasının içeriğini bir türlü anla‐ yamadım. Bir Başbakanımız, bir Cumhurbaşkanımız olarak mutlaka Türkiye için güzel şeyler yapmıştır. Bunu, insanların kendi inançlarına bırakalım.

‐ Başbakan’la tanıştıktan sonra hayatınızda nasıl bir değişim oldu? ‐ Ben, Sayın Başbakan’ı top oynadığı zamanında da çok seviyor‐ dum. Ağabey‐kardeşliğimiz bir süre sonra daha da derinleşti. Ben o in‐ sanın yüzünde bir nur gördüm; farklı bir güç gördüm. Bir gün eve geldim Rabbim’e dua ettim. “Bugünden itibaren her kötülüğü bırakıyorum, içki‐ yi, gece hayatını bırakıyorum.” diyerek Kur’an‐ı Kerim’e el bastım. “Çok iyi bir baba ve eş olacağım.” dedim. Benim kötülüğüm kendimeydi. Ben içkimi içerdim; kendime yapardım. O insanla tanışmanın mutluluğunu hala yaşıyorum. Onu çok seviyorum.

‐ Birçok sağlık problemi yaşamış biri olarak bu alanda gelişmeler görüyor musunuz?


440

‐ Bu memleketi 40 yıl yönetenler, bu memlekete çivi çakmadı. İn‐ sanlarımız hastane ve SSK kapılarında, ilaç kuyruklarında ölüyorlardı. Bugün her insan, sevkini alıp özel hastanede tedavi olabiliyor. Bu çok büyük bir gelişme. Olacak şey değildi. Olmayan bir şeyi gerçekleştirdiler.

Not defterimden: Adnan Şenses’le teybimizi açmadan hoş bir sohbete başlıyoruz. Bu arada misafirperver bir tutum sergileyip, ikramlarda bulunuyor. Sıcak bir ortam oluştuğu anda, ben teybimi çıkarıyorum ve söyleşiye başlıyo‐ ruz... Bir de bakıyorum ki, teyp dönmüyor. Şimdi 15 dakika boşuna mı konuştuk? Neyse, pil alıyoruz ve yeniden sohbete dalıyoruz. Bunları biliyor musunuz? • Ünlü sinema sanatçısı Gülşen Bubikoğlu ile teyze çocukları ol‐ duklarını. • 18 yaşına kadar marangozluk yaptığını... • Bir kızının olduğunu... Mezin Tanrıseven. Yeni Şafak, 29.05.2006.

16. 12. Zaman 16. 12. 1. “Kimi Röportajlarla Günahlar Meşrulaştırılıyor.”

Onu CNN International’da görev yapan ilk Türk gazeteci olarak ta‐ nıdık. Olay TV, NTV, ATV, TV8’de yaptığı söyleşilerle sevdik, bir süredir Skyturk’te izliyoruz. Röportajcılığın, televizyon dünyasındaki yıldızı hiç tartışmasız Se‐ def Kabaş’tır. Titizdir, seçicidir, dersini iyi çalışır, kimseyi kırıp dökme‐ den, lafı eğip bükmeden en karmaşık konuları seyirciye süzme bal ta‐ dında sunar. Binlerce insanla konuştu. Söz havada uçup gitmesin diye bunların bir bölümünü önce “Sesli Düşünenler” adıyla kitaplaştırdı. İkinci kitabı “Zamanı Dize Getirenler” kısa bir süre önce Doğan Kitap’tan yayınlandı. Türkiye’nin insan malzemesini tanımanın en kestirme, en zevkli yollarından biri röportaj okumaktır. Benzer derlemeleri daha önce oku‐ rumla paylaştığım ve her bir röportajın arkasındaki yoğun emeği bildi‐ ğim için Sedef’i anlıyor ve destekliyorum.


441

‐ Kitabınızın adıyla bizi yanıltıyorsunuz bence. “Zamanı Dize Geti‐ renler” derken, kendinizin zamanı nasıl dize getirdiğinizi göstermek istiyorsunuz. ‐Tespitiniz doğru. Okuyucu kitabı okuyup bitirdikten sonra, aslın‐ da kitabın da başlı başına zamanı dize getirme kaygısıyla yazılmış oldu‐ ğunu fark ediyor.

‐ O halde kendinizi kahraman olarak mı görüyorsunuz? ‐ Gazeteci bir kahraman değil, bir araçtır. Eğer araç olmayı büyük bir başarıyla icra edebiliyorsa, ister istemez okuyucunun ya da izleyici‐ nin gözünde bir kahramana dönüşebilir. Ama haberci asli görevini unu‐ tup, kahraman gibi davranmaya başladığında haberciliği zedelenir. Ben kendimi, böyle bir kitap çıkarttığım halde, hiçbir zaman kah‐ raman olarak tanımlamıyorum. Ben bir yazar değilim. Kaldı ki benim, sizin gibi bir roman yazma gücüm de yok öyle bir amacım da. Temel amacım yaptığım işi, bir başvuru kaynağına dönüştürmek.

‐ Röportajların etkisi bazen romandan da fazla olabiliyor. ‐ Doğru. Kültürel mirasını nesilden nesile aktaramamış hiçbir top‐ lumun “bağımsız” olamayacağına inanıyorum. Kendi değerlerini kendi insanına, kendi sinemasına, kendi fotoğrafına, siyasetçisine, hocalarına, yazarlarına sahip çıkmayan, bunların kimler olduğunu bilmeyen bir top‐ lumun ayakta kalabileceğine inanmıyorum. Öyle toplumlar, başkalarının onlar üzerinde empoze ettiği kültürsüzlüğün ağırlığı altında ezilecekler‐ dir. Biliyorsunuz, üç üniversitede ders veriyorum. Yüzden fazla öğren‐ cim var. Onlara birinci kitapta olsun, ikinci kitapta olsun, kimi isimleri sorduğumda, bana iki cümle edemiyorlar. Bugünün gençleri sinemaya gidiyor. Ama bir Sami Şekeroğlu kim? Bilmiyor. Cem Yılmaz’ı tanıyor; ama sahne kültürünün temellerini atan Muhsin Ertuğrul’u bilmiyor. Dolayısıyla o kültürel mirasın nesilden nesi‐ le geçmesinde, bu kitaplar ve benzerleri bir nebze de olsa katkı sağlasın diye temenni ediyorum.

‐ Marmara Üniversitesi’nde doktora yapıyorsunuz. Tez başlığını‐ zın “Günümüz Türkiye’sinde, Ulusal Gazetelerde Söyleşilerin Biçim, Yön‐ tem ve Makro Konu Analizi” olduğunu biliyorum. İnşallah tamamlandı‐ ğında detaylarıyla konuşuruz. Bu aşamada şunu sormak istiyorum. Medya sistemi “röportörü” nasıl etkiliyor? ‐ Gazetecilik etik’inin uygulanabilirliği, gazetecinin özgürlüğüyle doğru orantılıdır. Yani röportaj yapanların, gazetenin içinde görece daha


442

fazla özgürlük alanları varsa ve buna rağmen mesleklerini Türkiye’nin gerçek gündemini kamuoyuna duyurmada etik kaygılar gütmeden icra ediyorlarsa, burada sorumlu olan röportajcıdır.

mi?

‐ İtirazınız, röportajcıların popüler kültürün peşinden gitmeleri

‐ Tabii ki popüler kültür, genel yayın yönetmeninden köşe yazarı‐ na, röportajcısından muhabirine kadar herkesi etkiliyor. Çünkü okuyu‐ cuya ulaşmada, popülerlik kriteri önemli bir etken. Ama bu, röportajcı‐ ları bir kısırdöngünün içine atıyor. Sinema dediğimizde, belli oyuncula‐ rın ve belli yönetmenlerin peşine takılır hale geliyoruz. İşadamı dediği‐ mizde, kimi öne çıkmış holding sahiplerinin dışında bir iş dünyası şekil‐ lendiremiyoruz. Bu da bizi, kaba hesap, üç yüz‐beş yüz kişilik bir portre‐ ye mahkum ediyor. Ama Türkiye’nin ne kalbi, ne gözü, ne kulağı, ne beyni bu insan‐ lardan ibaret. İşte burada kimi zaman çok popüler değil, ama yaptığı iş hakikaten anlatılmaya değer, söyleyecek yeni sözü olan insanları bulup, çıkartıp, bunu röportajınızla, okunabilir, izlenebilir hale getirebilme çabasını gösterme, emeğini verme, enerjisini sarf etmeyi göze alıyor muyuz? Başarı tanımını şekillendirmede, o röportajlar ciddi rol oynuyor. Kim, neye göre başarılı? Kim ne yapmış da başarılı olmuş? Bakıyoruz, hakikaten hem topluma, hem çalıştığı kuruma ihanet etmiş, hem ahlaki anlamda ihanet etmiş; ama sonucunda müthiş maddi çıkar sağlamış, ünlenmiş kişileri medyamız, röportajlarda birer “kahraman” olarak su‐ narak başarılı olarak gösteriyor. Öyle siyasetçiler var ki, yolsuzluk dosyaları var. Öyle kamburla do‐ laşıyorlar. Ama kendileriyle röportaj yapıldığında, karısıyla nasıl tanıştı‐ ğı, hangi marka gözlük taktığı ve en sevdiği yemeğin ne olduğu soruldu‐ ğunda aslında, onun işlediği suçlar, onun işlediği günahlar bir anlamda meşrulaştırılıyor. Bunlara itirazım var.

‐ Siz işinizi son derece düzgün yapıyorsunuz. Fakat ben ekrandan şöyle bir izlenim alıyorum: Çok fazla kontrollü, karşısındakinin olumlu yanlarına odaklanıyor, insanın zaaflarıyla bir bütün olduğunun farkında değilmiş gibi. ‐ Mesela siz zaaf konusuna çok ağırlık veriyorsunuz. Kişisel zaaf beni çok ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren yazdığı kitapta zaafa düşmüş mü, düşmemiş mi? Ben kitabı inceliyorum. Kitapta eğer kavramsal çeliş‐ kileri varsa, kendi kendisiyle hesaplaşamamışsa ya da iddia ettiği kadar


443

edebi değilse, onu çözmeye çalışıyorum. Varsayımlar üzerinden hareket etmiyorum. Amacım onları köşeye sıkıştırmak değil.

dir?

‐ İnsanın düşünme ve eylem biçimi, psikolojisinde gizli değil mi‐

‐ Bu çok derinlikli araştırma isteyen bir şey. Ben onunla ancak 45 dakika, bir saat karşı karşıyayım. Bu sürede onun psikolojik dünyasını ortaya koymamın mümkünatı yok. Televizyon tabii ki görece kontrollü‐ dür. Spotların altındadır. Milyonlarca insan onu izliyordur. Canlı yayın‐ da, söyleyeceği sözün geri dönüşünün olmayacağının tedirginliğini yaşı‐ yordur.

‐ Yazılı basında olsanız, sorularınızı daha rahat mı sorarsınız? Canlı yayında sorduğumda, konuk cevap verme zorunluluğu daha fazla hissediyor. Cevap veremediğinde, anında izleyici tarafından tespit ediliyor. Televizyonun böyle bir avantajı var. Basında ise siz sorunuzu sordunuz, cevap vermedi. Araya atın pamuk soruları, pembe renkli soru‐ ları. Yumuşatın ortalığı. Sonra bir daha sorun sorunuzu ve cevabınızı alın. Basının da böyle bir avantajı var. Televizyonda eğer ben, saldırıya geçer bir izlenim yaratarak so‐ rumu sorsam, istediğim cevapları alamam. Ben, onların defans meka‐ nizmasını harekete geçirmeden, sorumu sorup cevap almak zorunda‐ yım. Çünkü zamanla kısıtlıyım. Bunu yapmaya çalışanlar oldu televiz‐ yonda. Seyirci ne izledi biliyor musunuz? Ağız dalaşı.

‐ Ekranın dışında da böyle kontrollü, kimseyi kırmamaya çalışan kibar biri misiniz? ‐ Ekranda nasılsam arkadaşlarımla da, ailemle de öyleyim. Taşkın değilim. Bu bana çok sorulur. “Hani televizyonda pırıl pırıl bir Türkçeniz var. Günlük yaşamınızda da böyle mi konuşuyorsunuz?” diye. Ben tele‐ fonda da böyle konuşuyorum, kardeşimle de. Hatta öğrencilerime diyo‐ rum ki: Kapıcınızla nasıl konuşuyorsanız, o kadar iyi bir konuşmacısı‐ nızdır hayatta.

‐ Bu ilişkilerinizde sorun yaratıyor mu? Bu kadar kitabî, spiker edasında konuşan bir kadın zaman zaman sıkıcı olabilir mi? ‐ Bugüne kadar erkek arkadaşlarımdan öyle bir yorum gelmedi. Kaldı ki, çok iyi iletişim kurduğum için ve biraz da güzel bir ses tonuyla konuştuğum için gayet memnundular. Kitabi konuşmak değil bu aslında. Sadece net ifade edebiliyorum, kendimi. Bir şeyin nedenini, niçinini öğ‐ renip benimsemediğim zaman kabul etmekte zorlanırım. İlişkilerimde de soru sorarım. Ezberciliğe karşıyım. Klişeler, kalıplar beni çok sıkıyor.


444

‐ İnsanların çoğu hayatlarına bu klişelerle şekil veriyorlar. Siz bir süre sonra ayrık otu gibi kalabilirsiniz. ‐ Medyada kalıyorum zaten. Siz bana istediğiniz kadar “kontrollü” deyin, “Canını acıtmıyorsunuz.” falan deyin. Aslında benim yaptığım iş, birilerinin canını acıttığı için, birilerine göre aykırı kaldığım için ben tekim medyada. Tekim derken, başarı anlamında demiyorum. Hakikaten çok yalnız bir duruşum var medyada. Sedef Kabaş ismi herhangi bir kurumla, her‐ hangi bir ekiple, herhangi bir genel yayın yönetmeniyle birlikte anılmı‐ yor.

‐ Geçtiğiniz yollar, aldığınız eğitim, fiziğiniz, diksiyonunuz, siz Türkiye’nin Oprah’sı olabilirdiniz pekala. Bütün kanallar sizinle çalış‐ mak için yarışabilirdi. Neden hep böyle alçak profilde gittiniz? Hep kar‐ şınıza birini aldınız, uslu uslu, terbiyeli terbiyeli onunla konuştunuz. Gündem yaratan bir televizyon starı olmayı hedeflemediniz mi? ‐ Benim, televizyon starı olmak gibi bir hedefim yok. Ama işimi iyi yapmak, gibi bir hedefim var. Bugün “Televizyon söyleşisi kim yapar?” dendiğinde, tahmin ediyorum, ismim telaffuz edilir. Benim hedefim bu. Bu hedefte de yürümeye devam edeceğim.

‐ Canım bunu yine yapardınız. Ama bunu daha büyük prodüksi‐ yonlara taşıyabilirdiniz. ‐ Bu her zaman olabilir. Herhalde benim yaptığım işi bilmeyen herhangi bir televizyon yöneticisi yoktur. Takdir edip, “Gelsin, bizim kanalda bu işi yapsın.” demek, onlara ait bir şeydir. Ben o konuda bir eleştiri getiremem. Büyük bir kanaldan, bir kadın programı yapmam teklif edildi. De‐ dim ki: “Yanlış adrese geldiniz. Çünkü benim üslubum öyle bir formata uymaz.” Yani benim yapacağım kadın programı da, izlenen kadın prog‐ ramlarıyla mukayese ettiğinizde reyting almaz. Benim yapacağım tar‐ tışma programı olur, forum programı olur. Hatta bir yarışma programı bile sunabilirim. Tabii bilgi anlamında bir temeli varsa, kültürel bir alış‐ veriş olacaksa.

‐ Peki işteki başarıyı aşkta da yakalayabildiniz mi? ‐ Başarı eğer derinlikli bir ilişkiyse, ben aşkı birden fazla kere ya‐ şayabildim. Şu anda hayatımda biri yok. Hoşluğunuz, çekiciliğiniz, başa‐ rınız, çevrenizden aldığınız ilgi cazip kılıyor sizi. Ama ben hep sonrasına bakarım. Yani bütün bu yaldızın ortadan kalktığı zamana. Kendinizi çok kötü hissettiğiniz zor bir gününüzde, diyelim ki işsiz kaldığımda, Allah


445

korusun kaza geçirdiğimde, bu adam benim yanımda kalır mı, bana mo‐ ral verir mi? Kötü gün insanıyımdır ben. Dostlarımdan, ailemden ve birlikte ol‐ duğum insandan da tek talebim budur. Bunu bulduğum ilişkim de oldu, bulamadığım ilişkim de oldu. Bana deniliyor ki: “Ah sen nasıl evlenmedin?” Evet, evlenmedim; ama evliliği önemsemediğim için değil; tam tersine evlilik kurumunu ciddiye aldığım için evlenmedim. Ben sadece ilişkilerimde değil ki, yap‐ tığım işte de seçiciyim; çağırdığım konukta, giydiğim kıyafette, yediğim yemekte de.

‐ Başlangıçta erkekleri cezbeden kariyeriniz, daha sonra karşı ta‐ rafı ezer hale mi geliyor? ‐ Maalesef. Yaptığım işin yapısı, beni çok büyük bir çevre içinde kı‐ lıyor. Belki de bir bakanın beni cep telefonumdan araması, işte gelen hayran mail’leri ya da bir ortamda sürekli benden konuşulması, kazan‐ dığım para, bunların bana getirdiği saygınlık, bir süre sonra, beraber olduğunuz erkek tarafından kendisine yönelik bir tehdit olarak algılanı‐ yor.

‐ Yani emek emek yarattığınız marka daha sonra mutsuzluğunuza mı neden oluyor? ‐ Evet ama o zaman da şu soruyu soruyorsunuz. Beni bu şekilde kabul edip, bu şekilde içselleştirememiş. Benim dostum, ailem beni böy‐ le kabul etmişse, erkek arkadaşım ya da kocam da beni böyle kabul et‐ meli. Yakın çevrem, benim son derece mütevazı bir hayat yaşadığımı bilir. Ben ortalıklarda bir star gibi gezmem. Buna rağmen bana komp‐ leksle yaklaşıyor ve varlığımı bir tehdit olarak görüyorsa, hayatımda yeri olamıyor tabii. Nuriye Akman. Zaman, 17.07.2005.

16. 12. 2. Yusuf El Şerif: “Hamas’ın Siyasi Kadrosu Zayıf.”

El Cezire’nin Türkiye Temsilcisi Yusuf El Şerif, Filistinli bir ailenin çocuğu. Kumral, mavi gözlü. Endülüs’ten çıkıp Fas üzerinden El Halil’e gelen İspanyol Arapları’nın soyunu taşıyor. 94’te vefat eden babası, Arafat’ın dava arkadaşlarından biriydi. Ai‐ lenin Suriye’deki sürgün yıllarında doğdu. Dubai’de büyüdü. Ürdün va‐ tandaşı oldu. Türkiye’ye tıp öğrenimi için geldi; gazeteci oldu. Filistin’i yıllar sonra, Türkiye’de görev yapan bir gazeteci olarak, Abdullah Gül’ün


446

bölgeye yaptığı ziyaret sayesinde gördü. Türkçe’yi mükemmel konuşu‐ yor. İki kez Türkiye’ye diplomatik tercümanlık yaptı. İlkinde Kürşad Tüzmen’in Arap meslektaşıyla yaptığı görüşmede, ikincisinde Hamas lideri Halid Meşal’in açıklamalarını çevirecek resmî tercüman buluna‐ madığında mecburen... Bir Türk kızıyla evlendi ve Türk vatandaşı oldu. Kendisiyle Ha‐ mas’ın Türkiye ziyaretinin dışında ilginç hayat öyküsünü, yaşadığı bü‐ yük dönüşümü, Türkiye izlenimlerini ve El Cezire’yi de konuştuk; ama yer darlığı nedeniyle Hamas kısmını verebiliyorum. Şu kadarını söyleye‐ yim, Türkiye’de kablolu yayına girme isteği 2000 yılından beri devam eden El Cezire’nin bazı yayınları Türkçe altyazı ile bu yıl içinde Digi‐ türk’ten izlenebilecek. ‐ Türkiye’ye geldiğiniz 1991’de El Fetih’e mi yakındınız, Hamas’a mı? ‐ En başta Hamas’a yakın durdum. Çünkü Dubai’den gelmiştim. Dubai o dönemde çok İslamcı bir ülkeydi. Fakat Hamas’ın temsilcileriyle, buradaki Filistinli öğrencilerle tanışıp gazeteciliğe başlayınca, El Fetih’e yakın oldum. Siyasi kişiliğimi solda buldum. Türkiye’deki laiklik tecrübesinden çok etkilendim. Hakikaten din‐ le siyaset yürümüyor. Çünkü din siyasete girince kirleniyor. Ama Türki‐ ye daha iyi bir laik sistem üretebilirdi. Şu an laiklik adına yapılan bazı uygulamalar, başörtüsü yasakları falan çok anlamsız. Fransa’dan tıpatıp kopyalayıp, “İşte Fransa’da kamusal alan diye bir şey varmış.” demek zorunda değildi. Türkiye, kültürel olarak sahip olduğu çeşitliliği laiklik anlayışına da yansıtmalıydı. Laiklikle dinsizlik karıştırılıyor. Bu çok tehlikeli. Kendi laik siste‐ mimizi mutlaka yaratmamız lazım. Hem siyasetten ayıracağız dini, hem siyasete karışmayan insanlarımıza zulüm etmeyeceğiz. Türkiye bu mo‐ deli başarırsa Araplar da bunu başarabilir. Birçok Arap vatandaşı diyor ki: “Türkiye mükemmel. Başörtüsü yasağını kaldırsa bizim liderimiz olacak.”

‐ Hamas’ın Türkiye ziyaretinin gerçek mimarı kim? ‐ Kendisinin ve heyetin bana anlattığına göre bu ziyaret teklifi, ne AK Parti’den ne de Hamas’tan geldi. Ziyareti ortak, eski bir dost ayarla‐ mış. İsmini söylemediler. Refah dönemindeyken, uluslararası İslam ce‐ maatleri arasında diyaloglar oluyordu ya, o dönemden tanıştıkları eski bir cemaat arkadaşı bu kişi. Dışişleri bu ziyarete karşı çıktığı için, Hamas’la resmi olmayan ka‐ nallar üzerinden konuşuluyordu. Bu yüzden bu Arap dost yardım etti.


447

Başbakanlık’taki dostlarına “Bunlar önce Tahran’a gidecekler.” deyince, Başbakanlık karar alıyor, “Hemen bize gelsinler.” diye. 48 saat içerisinde oluyor her şey.

‐ O dost dediğiniz kişi kimse, resmen müşteri kızıştırmış. Nitekim Türkiye’den sonra İran’a gittiler. “AK Parti cenahından Hamas’a bir fır‐ sat verilirse şiddeti bırakır.” deniyor; ama Hamas ne İsrail’i tanımaya yanaşıyor ne de bir esneme belirtisi gösteriyor. ‐ Doğrusu da bu. İsrail herhangi bir adım atmadan Hamas yumu‐ şama sinyalleri vermemeli. Çünkü on yıldır barış süreci yaşanıyor. Filis‐ tinliler İsrail’i tanıdılar. Birçok taviz verdiler. İsrail hala Filistin devletini tanımış değil. Yol haritasının bile üzerine sekiz çekince koymuş. Düşü‐ nün, Hamas bugün İsrail’i tanırsa, yol haritasını kabul ederse, şiddeti bırakırsa, Fetih’ten ne farkı olacak?

‐ Siz şimdi “Hamas teröre devam etsin.” mi diyorsunuz? ‐ Direniş, işgal altında olan insanlara, hem BM’nin, hem bütün din‐ lerin verdiği bir haktır. Direniş terör değildir. Hamas ara sıra sivilleri öldürüyor, ara sıra teröre başvuruyor olabilir. Fakat unutmayalım İs‐ rail’in öldürdüğü Filistinliler’in yüzde 90’ı sivildir. Hiç kimse İsrail’in teröründen bahsetmiyor. Burada bir çifte standart söz konusu.

‐ Şiddet ne işe yaradı ki şimdiye kadar, bundan sonra ne işe yara‐ yacak? ‐ Şiddetin elbette bir yararı vardır. BM’nin kararları var, İsrail’in 67 öncesi sınırlarına çekilmesi için. İsraillilerle oturup konuştuğumuzda ne diyorlar biliyor musunuz? “Biz bu toprakları kan dökerek aldık. Güç‐ lüyüz. Niye toprak tavizi verelim?” Güce dayalı bir barış istiyorlar, hak‐ kaniyete değil. Kendilerini tek güç hissederlerse hiçbir şey vermeyecek‐ ler Filistin’e. Bu yüzden güce karşı bir güç olması lazım.

‐ İsrail’le görüşmeyeceklerse nasıl hükümet edecekler peki? ‐ On yıldır Filistinliler ile İsrailliler görüşüyorlar. Ne oldu? Filistin halkı bir şey aldı mı? İsrail’le görüşme Hamas’ın umurunda değil. Hamas bir belediye gibi çalışmak istiyor. El Fetih’ten kalan bu fesat ve yolsuzluk işlerini düzenlemek istiyor.

‐ Ama şiddet ortamında yolsuzluk nasıl önlenir? ‐ Önlenebilir. Hamas diyor ki; “Ateşkese hazırım. İsrail bize sal‐ dırmasın. Biz de onları vurmayalım. Böylece kendimize bir çekidüzen verelim.” İsrail zaten iki yıldır diyor ki; “Filistin tarafını tanımıyorum. Ben kendi planlarımı uygulayacağım.” Ve o plana göre Filistin devleti olmayacak. Batı Şeria’nın üçte birlik toprağı Ürdün’le, Gazze ise Mısır ile


448

konfederasyon kuracak. Bu kadar. İsrail’in istediği çözüm bu. Bu yüzden şiddeti bırakmıyorlar.

‐ Türkiye onlara “Şiddeti bırak; İsrail ile temas kur.” dediğinde “Eyvallah.” diyorlar; ama tavsiyeleri dikkate almıyorlar. Bir oyun mu oynanıyor? ‐ Hayır, Abdullah Bey bunları söylemiş. Hamas da “Dediklerinizi yaparız; fakat barış tek taraflı olmaz. Filistin halkı barış istediğini on yıldır bağıra bağıra taviz vererek söyledi. İsrail’in bir kere barışa hazır olduğunu görelim, bir adım atsınlar. Ondan sonra siz benden ne isterse‐ niz ben yüzünüzü kara çıkarmayacağım. Ama siz de lütfen İsrail’den ilk adımı atmasını isteyin.” demiş. Mantıksal olarak düşünün. Silah bıraktı, İsrail’i tanıdı, yol haritasını tanıdı El Fetih. İsrail’den ne aldı ki, Hamas alabilsin?

‐ İsrail de yumuşamayacağına göre ne olacak şimdi? ‐ Hamas’ın seçim kazanacağını herkes tahmin ediyordu. Amerika, Hamas’ın iktidara gelmesini istemiştir. “Bu Ortadoğu projesinin içinde, şu radikal İslamcı partileri iktidara getirip, onlara taviz verme huyunu kazandırayım. Şiddeti, radikalleşmeyi bırakıp AK Parti gibi normal bir yolu izlesinler.” demiş olabilir. Eğer Amerika’nın istediği buysa, Türkiye burada rol oynayacaktır. Çünkü bu yol haritasını, Türkiye çizecek Hamas’a. Eğer tersine, Ameri‐ ka’nın Hamas’ı iktidara getirmesi, “İki üç yıl daha kan dökülsün; cezasını çeksin Filistin halkı ve erken seçime gidip, Hamas’a lanet olsun.” de‐ dirtmek içinse, yine Türkiye doğru bir şey yapmıştır. Türkiye diyecek ki o zaman, “Biz size söyledik; Hamas’a radikalleşmeyi bıraktıracaktık, siz bırakmadınız.” Türkiye şimdi prestij kazanmıştır. Hiçbir Arap ülkesi, Filistin da‐ vasına Türkiye kadar sahip çıkamadı. Ama Hamas hemen yumuşamaya‐ cak. Hamas, Türkiye’ye şunu diyor: “Zayıf taraf ben olduğum için, benim üstüme yükleniyorsunuz. Eğer arabuluculuk rolü oynamak istiyorsanız, iki tarafı da etkileyebilme gücünüzü gösterin; İsrail’i de etkileyin.”

‐ Siz olsanız, Filistin seçimlerinde hangisine oy verirdiniz? ‐ İkisine de vermezdim. Fetih’in bu kadar kötü çizgisinden sonra mutlaka bağımsız bir adaya oy verirdim ben. Kesinlikle Hamas’a oy vermem. Din eksenli bir siyasi parti kabul etmiyorum.

‐ Şiddeti kullanmasını mazur görüyorsunuz ama... ‐ İşgal kalkarsa niye şiddet kullansın ki? Filistin devleti kurulur kurulmaz, Filistin ordusu olacak. Hamas olmayacak kesinlikle. Ben üç


449

yıldır takip ediyorum. Hamas’ın saldırıları, İsrail’in saldırılarına cevaben geliyor. Yani durup dururken “Hadi gidip, bir İsrailli öldürelim.” demiyor‐ lar. Ve ateşkese hazır olduklarını söylüyorlar. Orada silah kullanılışının tek sebebi İsrail. Amerika, İsrail’e baskı yapmıyor. Hiçbir ülke İsrail’e baskı yapamaz. Yalnız şunu da unutmayalım; Filistin’in bütün partileri silahlı. Fe‐ tih’in de alt grupları silahlı. Aksa Tugayları, Fetih’e bağlı. Bunlar da inti‐ har saldırıları yapıyorlar. Cihad‐el İslami dediğimiz grup zaten silahlı. Hamas bunların arasında en disiplinli örgüt. Geçen yıl içerisinde, Fetih’in alt gruplarında çok yaramazlık, çok isyan gördük. Bu adamlar iktidar partisinin adamları olmasına rağmen karakolu bastı, meclisi bastı. Yani denetlenemiyorlar ve şımardılar. Fakat Hamas’ta öyle bir şey yok. Hamas liderleri ateşkes ilan ettiği anda, Hamas’ta kimse bir şey yapmaz. Hamas, siyasi kanadına hakim olan bir parti. Bu çok önemli.

‐ Kısa vadede ne bekliyorsunuz? ‐ İsrail’deki seçimlere kadar zor bir dönem bekliyorum. Çünkü İs‐ rail’de partiler seçim propagandası yapacak. Kim kazanırsa kazansın, seçimden sonra bir yumuşama bekliyorum. Bu arada El Fetih, Hamas’ı kurtarabilir. Oturup durumu değerlen‐ dirmişler. İkiye bölünmüşler. Birileri demişler ki, “Hamas’a el uzatalım, koalisyon yapalım. Bizim tarafımız İsrail ve Amerika ile görüşür. Böylece Hamas da iç meselelerle uğraşır.” Diğer taraf diyor ki, “Biz muhalefet partisiyiz, Hamas’a niye yardım edelim? Sıkıntıyı onlar çeksinler. Biz azınlıktayız. Çoğunluk olarak kararları onlar alacak, biz aktör olacağız; olmaz.” Koalisyon için bazı şartlar öne sürmüşler. Eğer Hamas, El Fetih ile bu koalisyon hükümetini kurmayı becerirse git gide daha yumuşaya‐ caktır.

‐ Hamas hükümeti tek başına kurarsa? ‐ İktidarda bir yıl bile ancak dayanabilirler. Çünkü siyasetten anla‐ yan, tecrübesi olan kadroları yok. Belki hepsi Kur’an‐ı Kerim’i hıfzetmiş‐ tir; belki hepsi fıkıhtan anlıyor. Belediyecilikten birazcık anlıyorlar ama siyaset, ekonomi bunlara uzak olan alanlar olduğu için ben dayanmala‐ rını beklemiyorum.

‐ Türkiye bu konuda devreye girer mi?


450

‐ Türkiye’nin de şartları var tabii. “Yumuşarsanız, size yardım ede‐ rim uzman gönderirim para gönderirim.” diyor. Zaten şu anda ekonomi‐ lerini canlandırmak için bir projesi var Türkiye’nin. Ama Ortadoğu halkı, Türkiye’den daha büyük bir rol bekliyor. Sadece bir klinik, bir dükkan, bir sanayi sitesi açmak yeterli değil. Türkiye’de sanayi çok gelişmiş, tek‐ noloji var; tecrübe var. Bunların hepsini Filistin’e gönderip, insanları yetiştirebilir.

‐ Peki Hamas’ın içinde bir liderlik çatışması olabilir mi? ‐ Şimdiye kadar yoktu. Ama ileride Halid Meşal neyi temsil ede‐ cek? Hamas’ın İran ve Suriye ile ilişkileri onun üzerinden yürütülüyor. Eğer ki Filistin’in içindeki Hamas, İran’dan uzak durmak isteyip, “Türki‐ ye ile iş yapalım.” deyip yumuşamaya karar verirse, dışarıdaki taraf hala Suriye ve İran ile devam etmek isterse bölünebilir. AK Parti örneğini görelim. Refah döneminde büyük bir cemaat partisi vardı. Hepsi değişemedi. Değişebilenler, kendilerine dışarıdan tecrübeli kadroları katarak, yeni bir parti kurdular. Filistin Meclisi’ndeki adamların hepsinin gelişmesi mümkün değil. İlla ki bazıları radikal ola‐ rak yerlerinde kalacaklar. Bazıları “Değişmemiz gerekiyor.” diyecekler. Oradan bir bölünme sinyali çıkabilir. Çünkü üstteki liderler değişmeye hazır olsa da, taban buna hazır değil Hamas’ta. Şu anda Meşal dışarıda. Hükümeti kuracaklar; Meşal’e görev verecekler mi, vermeyecekler mi?

‐ Verse bile Meşal, Filistin’e giremiyor. ‐ Ben bir bakanlık vereceklerini bekliyorum, aksi takdirde Meşal’ in meşruiyeti sorgulanır. Bunun sıkıntısını bana da söylediler. “Meşal’ in gelecekteki rolünün ne olacağını çözemezsek bölünürüz.” dediler. Nuriye Akman. Zaman, 02.06.2006


459

Bölüm F

17. YİTİRDİKLERİMİZ

Not: 29 Ağustos 1975 tarihli Milliyet Sanat Dergisi’nde, “röportaj” üzerine gerçek‐ leştirilen “soruşturma” çerçevesinde görüşlerini açıklayan, dolayısıyla bu kitabın yazılmasına vesile olan 9 gazeteci üstadımızdan 5’ini süreç içinde yitirdik. Özgeç‐ mişleri altta yer alan bu üstatlarımızı şükran duygularım ve rahmetle anıyorum; nur içinde yatsınlar. Grubun öteki üyeleri: Fikret Otyam, Hikmet Çetinkaya, Nail Güreli ve Yaşar Kemal üstatlarıma, Allah’tan uzun ve sağlıklı ömür diliyorum. Doç. Dr. Atilla Girgin

17. 1. Naci Sadullah Daniş 1907 ‐ 1975 Naci Sadullah, İzmir’de doğdu. 10. sınıfa kadar okuduğu Galatasa‐ ray Lisesi’nden ayrılarak Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne girdi. Sağlık sorun‐ ları yüzünden bu okuldan da ayrılmak zorunda kalınca Fransa’ya gitti. Grenoble Üniversitesi’nde eczacılık okudu. Türkiye’ye dönünce kısa bir süre eczacılık yaptı. 1928 yılından iti‐ baren gazetelerde, zaman zaman takma adlarla, fıkralar, hikayeler, tefri‐ ka romanları yazdı. Son yıllarında yazdığı yazılar, İzmir gazetelerinde yayımlandı. Naci Sadullah, Uşaklıgil ailesindendi. Halit Ziya Uşaklıgil amcası, Mustafa Kemal’in eşi Latife Hanım da halasının kızıydı. 1975 yılında, SSK Hastanesi’nde kanserden ölen Naci Sadullah’ın cenazesi, Zircirlikuyu Mezarlığı’nda çok az kişinin katıldığı bir törenle defnedildi. Özellikle, şair ve yazarlarla yaptığı röportajlar Yedigün Dergisi 1933‐1935 edebiyat tarihi açısından önem taşımaktadır. “Günah Gönül‐ leri” 1937 adlı yayımlanmış bir kitabı bulunmaktadır.

17. 2. Cengiz Tuncer 1931 ‐ 1981


460 Cengiz Tuncer, Denizli‐Buldan’da doğdu; ortaöğrenimini yarıda bırakarak çalışmaya başladı. Askerden dönünce İstanbul’a yerleşti. İz‐ mir’de yayımlanan “Gençlik” dergisindeki şiirleriyle tanındı. 1945 Vatan, Son Posta, Gece Postası, Akşam gazetelerinde sekreter ve röportaj yazarı olarak çalıştı. “Bir Cinayetin İçyüzü” başlıklı röportajı ile Gazetecilik Altın Kalem Ödülü’nü kazandı. 1968’de Aydın Emeç ile “e Yayınları”nı kurarak yayımcılığa başla‐ dı. Sonraki yıllarda roman ve senaryo alanında ürün veren Tuncer’in yayımlanan yapıtları şunlardır:

“Devrialem” Tarık Dursun’la ortak yazdıkları şiirler ‐ 1951 , “Aramıza Kan Girdi” senaryo ‐ 1962 , “Korkusuz Kabadayı” senaryo ‐ 1963 , “Seni Sevmek” senaryo ‐ 1965 , “Aklın Durur” senaryo ‐ 1965 , “Başlık” senaryo ‐ 1965 , “Beleş Osman” senaryo ‐ 1965 , “İki Karpuz Bir Koltuğu Sığmaz” senaryo ‐ 1965 , “Hacizli Toprak” roman ‐ 1966 , “Kerkenez” roman ‐ 1973 .

17. 3. Hikmet Feridun Es 1910 ‐ 1992 İstanbul’da 1910 yılında doğan Hikmet Feridun Es, 1930 yılında gazeteciliğe başladı. Türkiye’nin ilk savaş muhabirlerinden ve röportaj‐ cılarındandır. Hürriyet gazetesi adına Kore Savaşı’nı izlemiştir. Bu dönemde Alaattin Berk ve Faruk Fenik ile Türkiye’nin modern anlamda ilk savaş muhabirlerinden biri olmuştur. Bunun yanı sıra Vietnam ve Kongo sa‐ vaşlarını da izlemiştir. 1948 yılında, Hürriyet gazetesi yayın hayatına başlamadan Hik‐ met Feridun Es, gazete tarafından Amerika’ya gönderilmiş ve orada uzun süre kalarak “Amerika’da Ermeniler”, “Amerika’da Türkler”, “Mormonlar”, “Hollywood’un Sırları” gibi konularda gazete için dizi yazı‐ lar hazırlamıştır. Vakit, Akşam, Hürriyet gazeteleri ve Yedigün, Ses, Ha‐ yat dergilerinde çalışan Es, özellikle gezdiği yerlerle ilgili yazdığı röpor‐ tajlarıyla Türk basın hayatında önemli yere sahiptir. Röportajları, “Bugün De Diyorlar Ki” 1932 , “Aşk Tamtamları” 1953 , adlı kitaplarında toplanmıştır. Hikmet Feridun Es’in yayımlanan öteki kitapları şunlardır: “Cinayet Gecesi” roman ‐ 1936 , “İskaramaşa” roman ve “Kalbimin Kadını” roman .

17. 4. Yılmaz Çetiner 1927 ‐ 2006


461 Yılmaz Çetiner, 1927 yılında Zonguldak’ta doğdu. Gazeteciliğe 20 yaşında başlayan Çetiner, Yeni Sabah, Vatan, Cumhuriyet, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde muhabirlik, röportaj yazarlığı yaptı. Cumhuriyet’te çıkan “İnanç Sömürücüleri Nurcular Arasında” se‐ ri röportajlar ‐ 1964 , “Amerika Yardımı ve Gerçekler” üç yazı ‐ 1965 ve “Bilinmeyen Arnavutluk” seri röportajlar ‐ 1966 ile Gazetecilik Başarı Armağanı’nı kazandı. Afrika, Kızıl Çin, Sovyet Rusya gibi, o dönemlerin gidilmesi zor ül‐ kelerine yaptığı gezileri anlattığı röportajlarıyla da çeşitli mesleki ödül‐ ler alan Çetiner, 1969’da yılın gazetecisi seçildi. Çetiner’in basılmış kitapları şunlardır:

“Bilinmeyen Arnavutluk” 1966 , “Şu Bizim Rumeli” 1967 , “Bir Yudum Çay İçin” 1968 , “Mao’ya Tapanlar” 1969 , “Rusya Şefi” 1969 , “El Fateh” 1970 , “Son Padişah Vahdettin” 1993 , “Haremde Bir Vene‐ dikli” 2001 , “Nefes Nefese Bir Ömür” 2006 .

17. 5. Halit Çapın 1936 ‐ 2006 Halit Çapın, 16 Ocak 1936 yılında Çanakkale’de doğdu. Gazetecilik öğrenimi sırasında 1955 yılında Hadiselere Tercüman gazetesinde mes‐ leğe başladı. Milliyet, Yeni Ortam, Dünya, Güneş, Hürriyet ve Gün gazetelerinde muhabirlik ve yazarlık yapan Çapın, son olarak Takvim gazetesinde çalı‐ şıyordu. Çapın, meslek yaşamı süresince, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile Türkiye Gazeteciler Sendikası tarafından verilen “Yılın Başarılı Gazeteci‐ si” ve “Altın Kalem” ödülleri almıştır. Sürekli Basın Kartı sahibi olan Halit Çapın’ın, “Bay Alkolü Takdi‐ mimdir” 1982 , “Bay Alkolsüz Zamanlar” 1990 , “Mahpus”, “Benim Akşam Sefalarım”, “Ben Sana Küskünüm” 1994 adlı kitapları yayım‐ lanmıştır.


463

YARARLANILAN KAYNAKLAR

A KİTAPLAR 100 Meşhur Türk Ansiklopedisi. Nebioğlu Yayınevi. İstanbul, tarihsiz. Akçalı, Selda İçin. Türkiye’de Araştırmacı Gazetecilik. Gazeteciler Cemiyeti Ya‐ yınları. İstanbul, 2002. Aksan, Doğan. Anlambilim, Anlambilim Konuları ve Türkçe’nin Anlambilimi. Engin Yayınevi. Ankara, Mart 2006. Aksan, Doğan. Türkçe'nin Gücü. Bilgi Yayınevi. Ankara, 1993. Ana Britannica. Hürriyet Yayını. İstanbul, 1994. Basın Sözlüğü. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını. İstanbul, 1998. Başkut, Cevat Fehmi. Gazetecilik Dersleri. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü Yayınları No:8. İstanbul, 1967. Bektaş, Arsev. Kamuoyu İletişim ve Demokrasi. Bağlam Yayıncılık. İstanbul, 2000. Browne, Christopher. Gazetecinin El Kitabı. MediaCat Kitapları. Ankara, 2001. Bülbül, A. Rıdvan. Genel Gazetecilik Bilgileri. İletişim Kitapları. Konya, 2000. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi. Milliyet Yayını. İstanbul, 1992. Büyük Sözlük Fransızca‐Türkçe . Milliyet Yayınları. İstanbul, 1990. Carnegie, Dale. Söz Söyleme ve İş Başarma Sanatı. Deniz Kitaplar Yayınevi. İs‐ tanbul, Şubat 1993. Çongur, H. Rıdvan. Söz Sanatı, Güzel Söz Söyleme. TRT Yayını. Ankara, Ocak 1999. Demiray, Kemal. Temel Türkçe Sözlük. İnkılap Kitabevi. İstanbul, 1994. Demiryan, Raffi. İtalyanca‐Türkçe Sözlük. İnkılap Kitabevi. İstanbul, Mart 1993. Dictionnaire Encyclopédique. Larousse. Paris, 1991. Dictionnaire Universel Langenscheidt, Turc‐Français. Berlin und München, 1966. Ebersolt, Jean. Bizans, İstanbul ve Doğu Seyyahları. Çev. İlhan Arda. Pera Turizm ve Tic. A. Ş. İstanbul, 1996. Emir, Sebahat. Kompozisyon Yazma Sanatı. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını. İstanbul, 1986.


464 Erata, Rüştü. Saçmalama Türkçe de Neymiş! Yapı Yayın‐102. İstanbul, Ağustos 2004. Erdoğan, İrfan. İletişimi Anlamak. Erk Yayınları. Ankara, 2002. Eyüboğlu, Sabahattin. Montaigne. Varlık Yayınları. İstanbul, 1962. Fransızca’dan Türkçe’ye Yeni Lugat. Kanaat Kitabevi. İstanbul, tarihsiz . Fransızca‐Türkçe Sözlük. Türk Dil Kurumu Yayınları No: 189. Ankara, 1962. Fransızca‐Türkçe, Türkçe‐Fransızca Büyük Sözlük. Bilge Yayınları. Ankara, 1999. Gaillard, Philippe, Gazetecilik. Çev. Mehmet Selami Şakiroğlu. İletişim Yayınları. İstanbul, 1991. Gazetecinin El Kitabı. Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı. İstanbul, 2000. Gezgin, Suat. Basında Fotoğrafçılık. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Ya‐ yınları. İstanbul, 2002. Girgin, Atilla. Haber Yazmak. DER Yayınları. İstanbul, 2005. Girgin, Atilla. Türk Basın Tarihi’nde Yerel Gazetecilik. İnkılap Kitabevi. İstanbul, 2001. Girgin, Atilla. Yazılı Basında Haber ve Habercilik Etik’i . İnkılap Kitabevi. İstan‐ bul, 2003. Göksu, Sadık. Sokrat ve Eflatun’dan Günümüze Ahilik. Polat Kitapçılık. İstanbul, 2000. Görgü ve Protokol Kuralları. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Yayınları. Ankara, 1984. Güven, Kayıhan. Röportaj Nedir? Marmara İletişim Haber Ajansı MİHA Başvu‐ ru Notları No: 1. İstanbul, 1995. Haşim, Ahmet. Bize Göre, Gurebahane‐i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi. İnkılap Kitabevi. İstanbul, 2004. Hepçilingirler, Feyza. Dedim: “Ah!”. Remzi Kitabevi. İstanbul, 2000. Howard, V. A. ve J. H. Barton. Tartışma Sanatı. Beyaz Yayınları. İstanbul, 1998. İnceoğlu, Yasemin. Uluslararası Medya. DER Yayınları. İstanbul, 2004. İngilizce‐Türkçe Sözlük. Sabah Yayınları. İstanbul, 1992. İstanbul’un Tarihi Kimliği. Büyükşehir Belediyesi Yayını. İstanbul, 2004. İtalyanca‐Türkçe Sözlük. İnkılap Yayınları. İstanbul, 1993. Kabaş, Sedef. Sesli Düşünenler. Doğan Kitapçılık. İstanbul, 2003. Kantemir, Enise. Yazılı ve Sözlü Anlatım. Engin Yayınevi. Ankara, Kasım 1997. Kaplan, Sefa. Batılı Gezginlerin Gözüyle İstanbul. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A. Ş. Yayınları. İstanbul, YIL


465 Karaalioğlu, S. Kemal. Sözlü/Yazılı Kompozisyon, Konuşmak ve Yazmak Sanatı. İnkılap Kitabevi. İstanbul, 1994. Kendi Anlatımlarıyla Duayen Gazeteciler 3 , Ankara Üniversitesi İletişim Araş‐ tırmaları ve Uygulama Merkezi İLAUM . Ankara, 2005. Koloğlu, Orhan. Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de Basın. İletişim Yayınları. İstanbul, 1994. Le Grand Robert de la Langue Française. Dictionnaires Le Robert. Paris, 2001. Le Petit Larousse Compact 2003. Larousse. Paris, 2002. Martin‐Lagardette, Jean‐Luc. Le Guide de l’Ecriture Jornalistique. La Découverte. Paris, 2003. Meydan Larousse Ansiklopedisi. İstanbul, 1992. Meyer, Philip. Bilimsel Gazetecilik. Çev. Ali Atıf Bir ve Serdar Sever. Anadolu Üniversitesi Eğitim Sağlık ve Bilimsel Araştırma Çalışmaları Vakfı. Eski‐ şehir, 1998. Mısırlı, İrfan. Genel ve Teknik İletişim. Detay Yayıncılık. Ankara, Ekim 2004. Morresi, Enrico. Haber Etiği, Ahlaki Gazeteciliğin Kuruluşu ve Eleştirisi . Dost Kitabevi. Ankara, Eylül 2006. Mutlu, Erol. İletişim Sözlüğü. Bilim ve Sanat Yayınları. Ankara, 1998. Mülakat Teknikleri. İş ve İşçi Bulma Genel Müdürlüğü Yayını No: 141. Ankara, 1980. Oğuzkan, Ferhan. Eğitim Terimleri Sözlüğü. Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara, 1974. Oral, Zeynep. Meslek Yarası. Doğan Kitapçılık A. Ş. İstanbul, Mayıs 2006. Oury, Pascaline. Rédiger Pour Etre Lu. De Boeck Université. Brüksel, 2000. Özdemir, Emin. Adnan Binyazar. Yazı ve Yazınsal Türler. Varlık Yayınevi. İstan‐ bul, 1983. Özdemir, Emin. Yazınsal Türler. Bilgi Yayınevi. Ankara, Eylül 1999. Özerkan, Şengül. Medya, İletişim ve Dil. Martı Yayınevi. İstanbul, 2001. Özön, Mustafa Nihat. Osmanlıca‐Türkçe Sözlük. İnkılap ve Aka Kitabevleri. İs‐ tanbul, Ocak 1965. Petit Larousse. Librairie Larousse. Paris, 1962. Radyo ve Televizyon Yayınlarında Türk Dilinin Kullanımı. Türkiye Radyo Tele‐ vizyon Kurumu. Ankara, 1999. Saraç, Tahsin. Büyük Fransızca‐Türkçe Sözlük. Adam Yayınları. İstanbul, Ekim 2001. Schlapp, Hermann. Gazeteciliğe Giriş. Konrad Adenauer Vakfı Yayını. Ankara, 2000.


466 Schneider, Wolf ve Paul‐Josef Raue. Gazetecinin El Kitabı. Konrad Adenauer Vakfı Yayını. Ankara, 2000. Schober, Otto. Beden Dili Davranış Anahtarı . Arıon Yayınevi. İstanbul, 2003. Seyidoğlu, Halil. Bilimsel Araştırma ve Yazma El Kitabı. Güzem Yayınlar. İstan‐ bul, 1995. Simonet Jean ve René. Not Alma Teknikleri. Çev. Pınar Kurt. Arıon Yayınevi. İstanbul, Mart 2002. Soygüder, Şebnem. Eyvah Paparazzi. Om Yayınevi. İstanbul, 2003. Tellioğlu, Cevdet. Güzel Konuşma Pratiği El Kitabı . Timaş A. Ş. İstanbul, 1999. Temel Britannica. Hürriyet Yayını. İstanbul, 1992. The Columbia Electronic Encyclopedia. Sixth Edition, 2003. Timball‐Duclaux, Louis. La Prise de Notes Efficace. Editions Retz. Paris, 1988. Tokgöz, Oya. Temel Gazetecilik. İmge Kitabevi. Ankara, 2003. Topuz, Hıfzı. II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi. Remzi Kitabevi. İs‐ tanbul, 2003. Türkçe Sözlük Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu . Milliyet Yayınları. İstanbul, 1992. Türkçe Sözlük Dil Derneği .Tempo Dergisi Yayını. İstanbul, Kasım 1997. Türkçe Sözlük. Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara, 1959. Türkçe Sözlük. Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara, 1981. Türkoğlu, Nurçay. Kitle iletişimi ve Kültür. Naos Yayınları. İstanbul, 2003. Yavuz, Kemal. Kazım Yetiş ve Necat Birinci. Üniversite Türk Dili ve Kompozisyon Dersleri. Bayrak Basım. İstanbul, 1999. Yerel Medya Eğitim Semineri. Adıyaman 26‐27 Mayıs 2005 . Konrad Adenauer Vakfı. İstanbul: 2006. Yıldız, Cemal. Yazılı Basında Metin ve Manşet. Teknik Yayınevi. İstanbul, 2000. Yörük, Yaşar. Güzel Konuşma‐Yazma Kılavuzu. Eğitim Yayınevi. Ankara, 1978. Yurdanur, Cengizhan. Türk Edebiyatına Analitik Bakış. Reba Yayınları. İstanbul, 2000. Yüksel, Erkan ve Halil İbrahim Gürcan. Haber Toplama ve Yazma. Tablet Kitabe‐ vi. Konya, Nisan 2005. B SÜRELİ YAYINLAR 4. Boyut. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi. Nisan 1997. Akşam, 03.06.2006. Akşam, 22.03.2006.


467 Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Bülteni. Sayı: 28. Ankara, Eylül 1996. Birgün, 22.05.2006. Bugün, 05.06.2006. Cumhuriyet Hafta Sonu, 10.06.2006. Cumhuriyet, 18.06.2006. Cumhuriyet, 22.03.1953. Hürriyet Cumartesi, 03.06.2006. Hürriyet Cumartesi, 24.06.2006. Hürriyet Ekonomi, 05.06.2006. Hürriyet Emlak, 01.06.2006. Hürriyet Pazar Keyif, 28.05.2006. Hürriyet Pazar, 04.06.2006. Hürriyet Pazar, 04.06.2006. Hürriyet Pazar, 07.12.2003. Hürriyet Pazar, 25.06.2006. Hürriyet Pazar, 28.05.2006. Hürriyet, 08.03. 2005. Hürriyet, 19.06.2006. Hürriyet, 23.10.2006. Hürriyet, 24.04.2006. Hürriyet, 26.09.2006. İletişim AİTİA Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu Yayını No: 5. Anka‐ ra, 1981/2. Milliyet Sanat Dergisi. Sayı: 147. İstanbul, Ağustos 1975. Milliyet, 01.12.2004. Milliyet, 08.08.2004. Milliyet, 29.04.2005 Milliyet, 30.10.2006. Milliyet, 31.10.2003. Radikal, 05.06.2006. Radikal, 19.06.2006. Sabah Pazar, 28.05.2006. Sabah, 22.01.2006.


468 Türkiye, 17.06.2006. Türkiye, 30.04.2006. Vatan, 02.06.2006. Vatan, 09.04.2006. Yeni Şafak, 14.03.2006. Yeni Şafak, 29.05.2006. Zaman, 02.06.2006. Zaman, 17.07.2005. C GÖRÜŞMELER Ahmet Tulgar 22.08.2006 Balçiçek Pamir 18.04.2006 Derya Sazak 20.03.2006 Doğan Hızlan 05.10.2006 Eyüp Can 27.07.2006 Ferai Tınç 19.09.2006 Fikret Otyam 16.12.2005 Füsun Özbilgen 24.08.2006 Hikmet Çetinkaya 23.03.2006 Leyla Tavşanoğlu 16.06.2006 Mehmet Yaşin 29.08.2006 Mustafa Karaalioğlu 12.05.2006 Nail Güreli 24.10.2005 Necati Güngör 27.07.2006 Neşe Düzel 09.02.2006 Nilgün Cerrahoğlu 03.03.2006 Nuriye Akman 19.11.2005 Oktay Verel 12.12.2003 ve 23.03.2006 Orhan Erinç 19.12.2005 Pınar Türenç 12.12.2006 Sefa Kaplan 22.11.2005 Turgay Olcayto 04.08.2006 Yavuz Donat 28.12.2005 Yazgülü Aldoğan 22.08.2006


469 Zeynep Oral 24.08.2006


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.