Arz-ı Hâl Dergisi 2 sayı

Page 1

ARZ-I HÂL

YAZGI Gözlerimi bir acı kaplamış Kirpiklerim sağanak yağmurlarda sırılsıklam Aklım, fikrim inkârda Kaçıyorum benle birlikte var olan yazgımdan Bilirim hâlbuki bu kaçışlar nafile Dilimden akan kirli isyan sözleri Dünya denen katran denizinde bir zerre Kaçıyorum benle birlikte var olan yazgımdan Sıtma tutmuş hasta yüreğimi İlacım tevekkülün ellerinde İçimdeki doludizgin atın yularına sarılmışım sımsıkı Kaçıyorum benle birlikte var olan yazgımdan Fazilet ÖZARIKAN

Sayfa | 1


ARZ-I HÂL

TERAVİHNAME Yağmur avuç avuç çini Çocukların ellerinde melek oyuncaklar Vaizin sesiyle parlayan avize Güvercinlere inat Gök kubbeye üşüşen rüzgar Ayinin ritminde kendinden geçen ses Asırlık halılar Pencereden çocuk bakışları Günahlar çeşnisi de Dualara bulanan geçmiş Açılıyor eller Ey unutuluş ve bağış Mavi mavi Renkler dilinde mavi ...

Ömer ATLI

Sayfa | 2


ARZ-I HÂL ÖYKÜ: Akife KURT

CELAL’İN YERİ Fısıltıydı duyduğuydu ya da bir ağacın geceye vuran hışırtısı. Yapraksız ve yeşilsizdi. Ceketi sadakatine koyuverdi ve fırladı. Ayakkabıları ökçesine dokundurmalı mıydı? Hatırlamıyordum. Sadece bu kadar uzatmadan bir cümlelik işi hal ve hareketleri yıkmıştık üçümüz de. “Evden çıktı.” Yetişmesi gereken toplantı ve çok ünlü bir markanın ününe sığdırılmış sıradan çaycını ellerinden dökülen bir fincan kahvesi soğumuş ve dakikaları bekliyordu. “Tik ve tak.” Aceleyle girilmiş yığın dosya vücutlar selamladı ve bir de kahve. Dudak oynatmaksızın selamı hüzünlendirdi. Ceketini düğümledi, sığmayan göbeğine kızdı ve sakladı; son zamanlarda annesinden kalan buzluklaşmış ve ısıtmaya her an meyilli o poğaçalara sığınmamalıydı. Sahi suç sadece poğaçaların mıydı? Asla! Cemal’in gece ciğerleri vazgeçilmezdi aç zamanlarının. Her neyse göbeğiyle daha sonra hesaplaşabilirdi kanımca. Ama bırakmadı; masada her hareketinde suyu dalgalanan kahveden intikamını aldı ve bağırmadı “Değiştirin şunu, soğumuş bu” Oldukça ahenkli bir cümleydi. Peki kız arkadaşına yazdığı mektuplar niçin bu kadar uyumlu olmuyordu? Halbuki kadınlar böyle şeyleri pek severdi. O halde akşam yapması gereken bir telefon kulübesi bulup bu kafiyeyi Gizem’e fısıldamaktı. Bütün bunları düşünmek birinci tekil kişiyi yormuş olmalıydı ki; sabah, kravatı hanımı tarafından bağlanmış herhangi bir kişi seslendi “Beyefendi, dosya!” Yeteneksizliğini haykırırcasına vurmamalıydı işverenin yüzüne. Şimdilik affetti işveren. Hay Allah! Tam da Gizem’e doğaçlama söylenecek kafiyeli şiirin ilk cümlesini tamamlamışken oldu ve bitti her şey.

İmzaları, kaşeleri doğurdu elleri ve tik taklardan bir parçayı daha söyledi baş döndüren sandalyenin gıcırtısına. Bu, gece yapraklarının ürküttüğü akasyanın esintisiyle sarhoş olan melodiden daha tehlikeliydi. Mesai saatleri bir takım elbisenin içine sığmıyordu. Pencereleri gözleyen biri değildi de. Ancak bu akşam ofisten çıkar çıkmaz bir yağmur onu yakalasa da paltosuna sığınsa dedi ikinci kişi. Çünkü beklemeler hep bu hale yakışıyor. Öbür türlü bedenini parkta belediyeye ait banka yatırmak istemiyordu. Şayet böyle yaparsa senaryoyu değiştirmek zorunda kalacaktı üçüncü kişi. Silinmekten yorulmuş olmalıydı mermerler; ancak yıkanacak yağmuru bulunca birinci tekili çağırdı evine uğurlamak üzere. Aşağı indi ağır bedenine yolu göstererek. Bu hızla giderse buzluktaki poğaçalar donacak ve tost makinesinde ısıtması zor olacaktı. Donmasınlar diye hızlandı ve cebinde kalan bozuklardan birkaçını elleri arasında sıkıştırdı ve şoföre babacan bir eda ile “Bir kişi yeğenim!” dedi. “Yeğenim” mi dedin bakışları gencin hoşuna gitmiş olmalı ki beş kuruşu hiç çekinmeden “para üstü” diye verdi. Arabadaki bütün yolcu bu duruma darılmış, araba Küçük Hamam esnaflarıyla doluvermişti. Burunlar cama ıslatmıştı kendini, ıslak bir akşamda. Akşam buharlaştı nefes alışverişiyle birlikte. Bugünün özel insanıydı birinci tekil kişi. Müsait bir yerde indi. Evine yaklaşırken anahtarları yokladı ceplerinde. Anahtar kavramına duyduğu zaafı eve saklamasına rağmen bulunamaması bir telaşa neden oldu. Kayboluşu hatırlattı. Her şeyi kabul edebilirdi; fakat “Poğaçalar” dedi ve senaryoya davet çıkaran belediyeye ait bankın misafiriydi gece deminde. Rengini yitirmiş ceketinin buz mavisi düğmelerini yok sayarak Celal’i karşıladı.

Sayfa | 3


ARZ-I HÂL

KUMDAN KALELER Kumdan kaleler vardı hep hayalimde, Oysa hayatın yükü üzerimde Pamuksu beyaz hayallerimi taşımak isterdim, Küçücük omuzlarımdaki küfemde. Akıp gider hayat, akıp gider devrân , Bir kaldırım köşesinden izlerim an be an Rengârenk şekerler biriktireceğim ben de, Kocaman amcalar bana yüklerini taşıttığı zaman. Yine de hayat güzel, yine de ümitlerim cepte Umut deniyor adına, ciğerlerime çekiyorum her nefeste. Bir sahil kasabasında, masmavi deniz kenarında, Kâğıttan gemilerimi yüzdüreceğim, yüzümde gülümsememle. Serpil KAYA

Yarışma: Arz-ı Hâl Dergisinin düzenlemiş olduğu resimden şiir veya hikâye yazma yarışmasını kazanan şiir.

Sayfa | 4


ARZ-I HÂL ÖYKÜ: Mahmut SİZOR kendi kurtuluştur ay ışığından teni eskiyen virane dil dil katleder duygusunu paylaş kaçışın kendinedir çarpışma ay ışığıyla savunmadan önce dilini boz bilinç ışısın aydan karanlık kaçışa kapıdır küf dolanan kahrına ay ışığı dolanmaz dilini kurtar toplumdan cinsini usunu edebini

Hangisiyle kucaklaşsam bir bir cam gibi kırılıp yere dökülüyordu. Hepsini toplayıp rüyalarıma ektim. Kapıyı açmadım. Ama. Kim açmadı o kapıyı o günden beridir düşünüyorum. Rüyalarıma götüremediğim için acı duyumsadım. Birilerinin dışarısına çıkıp rah-atlamalıydım-. “Öyle de yaptım, yaptım mı yaptım mı mı

NEYİ ARAMAK DIŞINDA (buraları ihtiyacınız var) Yine olgumun bilinmezliğine doğru yürürken, bir başka sabahın akşamdan kalma hüznüyle uyandım. Karşılamam gereken dostlarım vardı çok uzaklardan gelen taaa karşı apartmandan. Sohbeti koyulaştırmak ve anı ölümzsüzleştirmek için onların karşısına çıkamadım. Ama onlarla saatlerce sohbet edip evlerimize dağılıyorduk tekrardan, tekrardan, tekrar... Bu böyle sürüp gitti bilinmez zaman sayacında. Bir anda aynaya bakma gereği duydum. Acaba. Gelen dostlarım beni tanıyacaklar mı diye. Bunun aynayla ne alakası vardı. 3 erkek 2 de kız arkadaşım. Odaya girdiklerinde beni göremediklerini söyledi. Söylediler çünkü söylenmesi gereken ne çok şey vardı şu hayatta.. Oysa ki odada olmayan onlardı. Çok konuştum, dil döktüm amma ne çare, çareye hasret kalacaktım sonraları. Aradan yıllar geçtikten sonra odanın bahçeye açılan kapısında birbirleriyle savaşacaklarını görecektim. Çok sevindim. Her nedense. Acı veren anlar her zaman bir sonraki zamandan kalma mutluluğa dönüştüreceklerdi tümümüzü. Sonunda karanlık odamda -adım atarak ve usulcaonlara doğru yürüdüm. Selamlaştık.

bağırarak

okuyun,

mı’ladım sessizliğimi, hangi sendrom mı’larımı tercüme edecekti. Ne hacet acıya, bilincimi çoktan yitirmiştim.” Temiz havada ötüşen kuşlar. Rengarenk kuşlar. Hepsi de kuşlar. Başka bir alemin yaşamlarımıza yansıtılan unsurlarıydı. Yürüdüm epeyce... Caddeler mağazalar diye dolaşırdım sessiz ve ılık ve öğle vakti. Akşama değin hiç kimseyle konuşmadan, hiçbir maddeyle selamlaşmadan, daha da güzeli nereye gittiğimi bilmeden devam ettim. Durmalıydım. Elbette sonsuz değildi bu yolculuklar; belleğimize yerleştirilmiş olan. Kaldım herhangi bir mahallenin herhangi bir sokağında. Düşlerim takıldı o anda çehreme. Nasıl da kızarıyor gök beni selamlayınca. Okulu düşündüm, hazin dolu yılları, çaresizliği, daha anlatılamayacak neleri... Sahi neleri. Düşünmek dahi istemezken bazı şeyleri, ellerimden kayıverdi uzay boşluğuna saplanmak üzre. Aklımda, dostlarımdan geri kalandı iri iri cam parçaları. Ne yapmalıydım onları, ya geceye ne demeliydim ilerleyen zamanın korkunçluğunda. Gördüklerim

inanılmaz

derece Sayfa | 5


ARZ-I HÂL inanılmazdı. Evimde arkadaşlar beni bekliyordu. Bu nasıl olurdu peki. Bu sabah olgumun bilinmezliğine yürürken gece vakti arkadaşlarımın bulunduğu eve doğru sendeliyordum yahut yürüyordum. Anlamıyorum. Dillendiremiyorum ve düşüyorum başkaları dediğim sevdiklerimin yalnızlığına. İşte buydu yalınlığı ve kederi hayatın. Güzel uykudan uyanmak için çaba sarf eden bizler veya kalabalıklar çoğunluğu kendimizle beraber etrafımızdakileri de zehirliyorduk, farkında olarak. Doğruydu yaptığımız bizlerce. Keşke yanlış olan tarafları olsaydı yaşamın, da, içinde kalsaydık bir ömür boyu, çıkmamak üzre. Anlayamadığım dostlarımın anlamlı sohbetleri kadar beni gökyüzüne ulaştıran hiçbir gösterge yoktu ne yazık ki, yazık mı gerçekten öyle mi düşünmeliydim/k. Bu böyle devam edecekti. Devam etmeli diye düşünüyorum. Yoksa ayakta kalmanın başka çaresi henüz görünmüyor avuçlarımızda, maviden de soğuk avuçlar. Kapıyı kapatıp yürüdüm -ince günün yorgun saatleriyle- karşılaşmama az zaman kalmıştı. O geldi. Yine o geldi. Yeni yine bir kıyafet giyer gibi oldum sadece, elzemdi içrem ve dudaklarım, aynalar etrafıma kavram dizmiş seçiyordu muğlağı yazgının kötümserliğinden.

Her yer ama her nokta parlak maviye boyanmıştı. Bu da mı rüya diye epeycedir kafamı kurcaya tuttum, sonuç titreyen bi vücut... Girdim, adı rastgele olan dükkana; içinde yaşamlar vardı tadı olmayan. Bir diğerine girdim; kıyafetler varmış göremediğim seçemediğim kendimi. Nerdesiniz dedim yaşamalara. Bağırdım, bağırdım nafile. İflas etmiş ve yıkılmışlardı devlet denen yapının sıcaklığında. Acımsamalı gülüşleri vardı yaşamların, garipsedim bir an sonra tüm an...

Ve yolumun ve sonu ve yokmuşçasına ve yapacaklarımı ve düşünürken ve bu ve boğucu ve kirli ve tensiz ve havada ve yürüyordum. (Burayı olabildiğince sıkılarak oku, becerebilirsen) Çok olmamıştı ki girdim taze açılan ürün mağazalarına. Ne bulurlardı bu yerleşilemeyen mekanlarda. Yerleşim sokaklardaydı, parkın azıcık ortasında. Azıcıktı kısacık, zihnimiz gibi. Neleri kavrardı, bilemezdik. Çizim: Le Pendu

Sayfa | 6


ARZ-I HÂL KANDAN ADAM Elif lam mim... Ah! Çamurlu köy okulları çocukluğum Seni her biriktirişimde, yüreğimde Yeni filmler giriyor vizyona Avaz avaz bağırıyor tezgahtarlar Sinemalarda soğuk yayla havaları suluboya freskler ve çinkolu evler Damı akıtan bir çatı ve kova kova hüzün Her yağmurun sesini duyuşumuzda Tarlalarda şalvarlı bir ırgat oluyor zaman Ve ben bazen seni düşünürken bir çivit mavisine kuruyor dillerim… tozlu bir yazı köyü tarlasında Yarısı yenmiş pilavlı nohutlu bir azık şu dünya Şu dünya Şu Merkür şu Venüs şu Dünya şu Mars Biterken ilkokulda kainat dersi Bir kuş elektrik teline konuyor Ve konmaz konar bir kuş eline elektrik teli Kısa devre yapıyor bazı dostluklar Televizyon çekmez oluyor yağmurlu dolunay akşamlarında.. Ardından Kelli bıyıklı bir hoca Haydi diyor Haydi açın kitaplarınızın 20. Sayfasını Sen şadırvandan bahsediyorsun gezginlere Ben rehnediyorum yüreğimi bir cami avlusuna Yaşım kadar yaşayamıyorum Ve çokça buna üzülüyorum.. Sevgilim, Sen giderken Yeni Delhi ye ‘Mei pyar kartha hoom..’diyor Bir oğlan bir kıza.. Anadolu’mda , Cumali kısa saçları ve kopmuş yakalığıyla Sobası hep tüten isli bir köy okulunda Dirsekleri masada ve çenesinde elleri Düşünüyor İki sıra gerisinde Aynı oyunu oynayamadığı süt mısırı örgülü o kızı Tam bu sevdada Kelli bıyıklı bir ses ‘Cumali! 'diyor devam et arkadaşının kaldığı yerden’

Sayfa | 7


ARZ-I HÂL Cumali bakınıyor çevresine bilemez ve suçluca Ve Cumali Başkasının başlattığı bir hayata Devam ediyor sadece.. Dübeş atıyorlar mars oluyor Şah bile çekilmeden mat oluyor Ve hiçbir şehirde doğru kadını bulamıyor.. Ama bazen Cumali Yağmur oluyor, gökyüzü oluyor Elleri nasır tutmuş bir baba ‘Eskiden biz var ya evlatlarım..’ Diye konuşan bir dede oluyor.. Tam o yollarda Haşim metruk bir manastırda ‘Göl saatleri’ okuyor sevdiceğine Göl saatleri okurken,sevdiceğine,o yıllarda, tam, haşim ,manastırda Bir ezan okunuyor İki akşam sefası açıyor Bir yemişen meyveye duruyor. ve bazı akşamüstleri Bazı perşembe sabahlarını hatırlatıyor ki ben sensizlikle çoğu zaman sokakta kalıyorum ‘pinpon’ kelimesi babamı anımsatıyor yağmur yağıyor, duruyor Yeryüzünde yaptıklarım En çok annemi ağlatıyor.. Ben ne zaman Hangi kızla konuşşam gözlerime Sanskritçe kelimeler bulaşıyor. Sol tadında bir bemolüm İki rublem ve bir çift rugan pabucum oluyor.. Ve ben yine ne zaman bir kızı sevsem Bağrıma şişman bir şaman oturuyor Bir yontu oluyor kızın gözleri Nepal oluyor Moğolistan oluyor Kızıldeniz de firavunlar boğuluyor… Anneme her sarılışımda Bozkırda aymatov okunuyor Senden uzakta Her helak edilişimde Nuh peygamber beni de gemisine alıyor Kemanımın teline arp’lar sızıyor Ve ben yağmurlu havalarda bazı şiirleri bitiremiyorum…

Sayfa | 8


ARZ-I HÂL

DÜĞÜM Yıldızlar gökyüzünde Dans ediyorken Göğsümün avlusunda Yaşlanmış bir çocuk Dirilmeye çalışıyor Titreyen bir kuşun Kanatlarından Dökülüyor umutlar Düğümlenmiş alınyazım Avuçlarımda saklanıyor Gül TANRIVERDİ Çizim: Robert Parke Harrison

Sayfa | 9


ARZ-I HÂL BAK! BU GECE Sahici ölümler var bu gecenin içinde. Bak! Avuçlarındaki o son iklim değişikliğine. Yeri, yurdu kalmış mı sevginin? Hadi! Sustuğum yerden kaldır kelimelerimi, İnce ince... Kelimeler kanlı, Düşüncelerim, yoğun işlenen bir cinayet vakası eşliğinde, sabıkalı. Yağmur hafifçe yağarken istisnai bu şehre, Kan kokusu doluyor ciğerlerime, Sigaramı içime her çekişimde. Ve her çekişte zehrimin sonu sefil oluyor. Sen maktul, Ben kayıplara karışmış bir katil. Olup gideriz okunmayan bir romanın içinde. Bak! Bu gece. Her şey olabilir. Sahici ölümler var bu gecenin içinde. Bak! Ne beklerken ne olduk biz bir masalın içinde. İçin için biter, kalbin içindekiler. Sor bakalım, geri gelir mi gidenler? Haykır içindekileri! Çarp yüzüme, içinde kalan tüm öfkeyi, tüm küfrü, tüm sessizliği. Ben yitip gitmişim zaten, sensizlikte. Ve ben; "Kırıktır coğrafyamın bir yanı" derken... Çıkıp gelmedin gittiğin belirsizliklerden! Neler çektim ben, neler... Oturup ağlayamadım bir insanın karşısında. Ve intihar edemedim kelimelerim gibi cesurca. Sessizliğe gömüldüm, bir pişmanlığın başucunda... Ve uzaklara baka baka veda ettim güneşe. Bak! Bu gece. Her şey olabilir. Sahici ölümler var bu gecenin içinde. Bak! Hayat ne güzel tekme vuruyor insana bir aşktan düşünce. Bir hata diğerini, bir yalan birçok daha yalan getiriyor önüne. Hadi! Ne olur, bitsin bu işkence. Bak! Yalvarırım, artık al git neyin varsa bende. Üzerime sinmiş kan kokusu. Gözlerim kanlı. Ellerim kan içinde... Bak! Bu gece. Her şey olabilir Remzi TUTAK

Sayfa | 10


ARZ-I HÂL Öykü: Abdullah HIZIR

EMANET O gün yıllar önce kaybettikleri şeyi aramaktan büsbütün vazgeçtikleri gündü. Ali ağır ağır yürürken dedesinden dinlediği hikâyeyi şimdi zihninde diriltiyordu. Dedesinin yüz ifadesi gözlerinin önüne gelmişti. "Medrese" demişti gözleri dalgın dalgın. "Şehrin tam yüreğindeki medrese." Ali yürekten kastın ne olduğunu anlamıştı, tebessüm ederek başını salladı. Zaten koca şehirde onun dilinden anlayan bi Ali vardı. İnsanlar medreseyi anlatırken "şehrin göbeğinde" tabirini kullanırlardı. Bu, dedenin hoşuna gitmez, "Şehrin yüreğidir orası" derdi. Bazısı da "kıraathanenin karşısındaki eski bina" derdi. Dede bu tarife kulak misafiri olunca dayanamaz hışımla doğrulur: -Ne yaptın evladım yanlış tarif ediyorsun kıraathanenin karşısındaki eskimiş bina kumarhanedir derdi. Kıraathane sözcüğüne gerçek manasını verir kenara çekilirdi. Birisi dedeye medresenin yerini soracak olsa imkânı yok onun tarifiyle bulamazdı. Çünkü onun kullandığı dili başka kullanan kalmamıştı. O tarif ederken ne kocaman binaları ne de parlak vitrinli mağazaları diline dolardı. Zaten onunki yol tarifi değil hal tarifiydi. Önce kabristanın önünden geçirirdi muhatabını, geçerken bi ışıkta sen yak onlara demeyi ihmal etmezdi. Mezarlık tabirini kullanmamaya dikkat eder, Türkistan der gibi Kabristan derdi ki insanlar ürkmesin.

-Bu medrese ta Selçuklu zamanında yapılmış, devrin büyük Âlimleri buradan yetişmiş. Osmanlılarda da bu böyle sürmüş. Birçok padişah yetiştiren Âlimler bu medresede yetişmiş. Osmanlı sultanlarından biri vefat eden hocasının anısına hürmeten bu medreseye bir hediye yollamış. İstanbul'un en hünerli hattatlarının rehberliğinde bir altın dökme atölyesinde hazırlanmış. Ama müslüman coğrafyasında bir eşine daha rastlayamayacağımız türden bir hattı bu. Hep düşündürür beni; o hattın manası bu şehirden silinince kendiside kayıplara karışmıştı. Tam kırk sene önce söktüler o hattı oradan, kırk sene de nasıl sökeriz, onu hesaplamışlardı. Ben hadiseyi bekçiden dinlemiştim. iki kafadar dayamış merdiveni medresenin duvarına levye gibi bi demirle harfleri sökmüşler tam "Hu" lafzına gelmişlerdi ki bekçinin sesini işitip kaçmışlar. Bekçi kovalamış ama nafile. Hırsızlar "İffet"i torbalarına koyup gitmişler. Ogün bu gündür bu şehir "İffetsiz" yaşıyor. -Dede hep söylüyorsun ya, ne demek bu "İffet Ya Hu" -İki anlamı var oğlum: birisi Mevla’ya yakarış. Yani bizi iffetli eyle demek. İffet ise, edep ve hayâ dairesinde hareket etmektir. Ve İnsanla hayvanı kalın çizgilerle birbirinden ayırdığı için çok kıymetlidir. İşte medrese, girişindeki o hatla adeta Mevla’ya yalvarıyordu: "Ey Rabbim bu şehrin insanını iffetli eyle" diye. İkinci anlamı da biraz sitem, okuyanlar kendine bi çekidüzen versin diye. e malum oğlum kimse eski yazıyı okuyamayınca kendine çeki düzen verenlerin sayısı da pek azalmıştı. Gene de ümitsiz değildim. Ama bu hadiseyi duyunca çok üzülmüş, aynı dertten muzdarip bir iki arkadaşla hal çaresine bakmaya çalışmıştık. Dönemin valisine gittik "Vali bey biz esnaf arkadaşlarla aramızda para toplayıp hattı aynıyla yerine koymak istiyoruz. Sizde uygun görürseniz" dedik. -E ne oldu dede, vali ne dedi. -Umursamaz bi edayla: " Onun acelesi yok. Zaten tahkikat sürüyor. Şehrimizin daha önemli problemleri var. Önce onları bi hal yoluna koyalım."dedi.

Dedesi anlatmaya devam etti:

Sayfa | 11


ARZ-I HÂL -Niye kabul etmedi verecektiniz nasılsa?

ki

parasını

siz

-Vali'nin niye öyle yaptığını biz de senin gibi anlayamamıştık. Lakin Vali niyetini icraatlarıyla bize gösterdi. Şu kıvrımlı yolu bilirsin. Medresenin arkasından geçip ana yola bağlanır. Yapıldığı zaman halk çok karşı çıkmıştı ve yıllarca da kullanmadık o yolu. Hoş ben hala kullanmıyorum. İşte o yol Valinin marifetiydi. -Niye kullanmadınız ki dede neticede hizmet. Hem şimdi çok işlek o yol. -Neden işlek olduğunu sende biliyorsun oğlum. -Biliyorum dede. Sağı solu pavyon dolu. Geçerken erkeklerin kadınların bağırışları arabanın içine kadar giriyor. Aslında bende kullanmak istemiyorum ama başka yolda yok ki. Senin kullandığın yoldan da araç işlemiyor yıllar önce kapatmışlar. Sanki ne olur açık kalsa, o mezbelelikten geçmek zorunda mıyız? - İyide dede halk niye kullanmamış yolu, o zamanda böyle değildir herhalde - Değildi oğlum değildi. Zamanında o yolun geçtiği yerler bizim için çok kıymetliydi. Orada devleti Aliye’den kalma mezarlar vardı. Çok büyük zatlar yatardı orda. Bu medreseden yetişen zatların çoğunluğu burada gömülmeyi vasiyet etmiş. Vefatıyla bizim hattın yazılmasına vesile olan âlim de orda metfundu. Bu yüzden halk o yolda yürümeyi kendilerine haram bilmiş, büyük günahlardan saymış. Orada yürüyeceğime kor ateşin üstünde yürürüm daha iyi derdi. Ama neylersin dün bunu söyleyenlerin çocukları bugün o yolun kenarında kadın pazarlıyor. -Yani oğlum anlayacağın bizim vali beyin ceddimizle problemi vardı. Zahireci Yusuf'un oğlu vali beyin kalem müdürüydü o anlatmıştı: "bizim vali bey kavuklu, sarıklı mezar taşı görünce cinleri tepesine çıkıyor" demişti. -Peki, kayıp hatta ne oldu dede? -Medresenin karşısındaki sözde kıraathaneyi bilirsin, aslı kumarhanedir ya neyse.

Şimdiki büyük binayı yeni yaptılar ama bizim zamanımızda iki katlı büyükçe bir yerdi orası. Malum hadiseden bir sene sonra açıldı. Bir müddet akıllı uslu işlettiler. Radyoda vardı insanlar ajansı dinlemek için giderdi. Zaman geçtikçe televizyon geldi, kâğıtlar geldi. İşte kumarın küçüğü o zaman başladı. Önceleri oyunu kaybeden çayların parasını ödüyordu, tabi işin boyutu yıllar geçtikçe değişti. Pencereden babalarını seyreden çocuklar büyüyüp de o masalara oturunca babalarının arazilerini bile ortaya koyar oldular. Orayı işletenler gün geçtikçe bu yolla kârlarını ikiye üçe katladı. Zenginleştikçe nüfuzları da arttı. Zamanla devlet memurlarının da uğrak yeri oldu. Adamlar arkalarını sağlama aldılar ya gevşedikçe gevşediler, etrafta bazı dedikodular yayıldı medresenin hattını çalanlar güya bu adamlarmış, kıraathaneyi de onun parasıyla açmışlar. İlk duyduğumda buna inanmak istemedim ama dedikodular iyice artmıştı. bi sabah komşum Ali İhsan Bey geldi bunlar ailecek medresenin hizmetiyle meşgul olmuşlar - beni alıp dışarı çıkardı ne olduğunu da söylemedi. Onu hiç böyle öfkeli görmemiştim. Medresenin önüne getirdi beni ve hattın yerini gösterip sordu: -burada ne eksik? Ben daha meseleyi anlayamamıştım sadece "iffet" dedim. Tekrar tuttu kolumdan medresenin karşısındaki kıraathanenin önüne getirdi. Ve sordu: -Peki, burada ne fazla? Gördüklerime inanamamıştım adamlar kıraathanenin ismini "İffet kıraathanesi" diye değiştirmiş. Ali ihsan bey: -Demek doğruymuş utanmazlar çalmış hattı.

söylenenler

bu

Dede durakladı anlatırken. Rikkate gelmişti, aynı hissi içinde yaşıyordu şimdi, su istedi Âliden. Su gelene kadar ilacını çıkardı. -İstersen daha anlatma dede kalbini çok zorluyorsun. -Derdini anlatamayacaksa çatlasın bu kalp evlat.

Sayfa | 12


ARZ-I HÂL

İlacını aldı biraz sakinleşmişti anlatmaya başladı. Sesi alçalmış mimiklerine hüzün çökmüştü. -Ali ihsan beyle beraber içeri girdik, adamlara bunun doğru olup olmadığını sorduk. Bizi umursamadılar ilkin, ama bastırınca onlarda çıkıştı bize karşı, kavga çıktı. Velhasıl adamın tabancasından çıkan kurşunlar dostumu, ağzından çıkan kelimelerse beni yıktı. "Evet, biz çaldık, iyiki de çalmışız" dedi. Olaydan sonra adam 3 ay hapis yattı. Dedim ya nüfuzları artmıştı. Ali İhsan Beyle ben haneye tecavüz etmişiz adamlar da nefsi müdafaa... Bir müddet sessizlik oldu. Dede dalmış gitmişti. Ali dedesinin hüznünü kırmak istiyordu, sordu: -Peki dede! Bu yeni hat kimin aklına geldi. Niye "iffet ya hu" asmadınız medresenin girişine? Dede gözlerini çivilediği yerden çekti. Torununa bakıp tebessüm etti. -Ali İhsan Bey ölmeden önce vefalı esnaf arkadaşlarında yardımıyla bir tane hat yazdırmıştık. "İffet Ya Hu" altın değildi ama eski hattın aynısıydı. bu kez validen de izin almayacaktık, zaten medresenin yanından geçtiği de yoktu. - Niye o hattı asmadınız dede? -Ali ihsan beyin öldürüldüğü gün asacaktık hattı. o öldüğü için vazgeçmedik tabi, aynı yazıyı kumarhanenin kapısında gördüğümüz için vazgeçtik. Öyle ya artık iffet bile kirlenmişti. O zaman söyleyecek tek bir söz kalıyordu : "Affet Ya Hu"

Şimdi diyorum ki keşke bende Ali İhsan Bey gibi ölseydim de hem o lafları duymasaydım hem de bugünkü ahvali görmeseydim. -Allah geçinden versin dede sen olmasan ben ne yaparım. Ne ana var ne baba... -Bu yaştan sonra ben neye yararım oğul. Ne yapacaksanız siz yapacaksınız. Unutmayasın bu yaşlı adamın sana bıraktığı tek miras, derdidir. Sakın ha belay-ı dertten ah eylemeyesin, zira o senin tek sermayen, yol azığın olacak. Derdine küsen kendine eder. Derdini unutan da kendini unutur. Biz bu yüzden böyle olduk, bu şehrin sefilliği de bundandır. Mesele bir hattın kaybolması değildir, manasının kaybolması da değildir. Bunlar yerine konur ama asıl mesele, insanların o manayı aramaktan vazgeçmeleri ve bir müddet sonra o aradıkları şeyin ne olduğunu da unutmalarıdır. Ben bundan sonra fazla yaşayacağıma ihtimal vermiyorum ve şu sözümü de bir vasiyet olarak değil, emanet olarak bırakıyorum: "Derdini unutma" Dedesinin bu son sözü kulaklarında yankılandı. Yağmur iyice azalmış hafiften çiseliyordu. Şemsiyesini kapadı, başını gökyüzüne kaldırdı yüzüne dokunan küçük yağmur damlaları gözyaşlarına karışıyor, arı misali aşılama yapıyordu. Rahmet katreleriyle aşılanan katre-i matemler koca bir şehri sele verecek coşkunluğa ermek üzereydi. Dişini sıktı, kelimeler boğazında düğümlendi... Karanlığa haykırmak istiyordu, patlamak, tuzbuz olmak istiyordu... Nefesini yavaşça dışarı bıraktı ağzından tek bir söz duyuldu: sessizce döküldü dudaklarından ama bütün bir kâinatı sağır edebilecek güçteydi: "AFFET YA HU"

Ali ihsan Beyi öldürenleri, bu Şehre kastedenleri, İffeti kirletenleri "Affet Ya Hu" Yeni hattın hikâyesi de bu evladım.

Sayfa | 13


ARZ-I HÂL SAHRADA BİR UZUN SÜRGÜN Mütercim çevirmeli yüreğin kelimelerini hayata Ben şimdilerde kara kuyuları olan bir sahradayım ya, Çöl aslanlarıyla derin bir hesaplaşmada. Açlığa oynan kumar, Sonu yenilgi, sonu ölüm. Vesvesesi bol geceler, Geceler geceler, ah geceler Çökerse ağırlık sağ kulağa, bir sol anahtarı gerek Kelimeler krallığındaki ana kraliçeye, Kayalar kayalar, ah yalçın kayalar. Efsunlu buhurdanlıklardan, Masiva sinmiş göleğine çarşıların Bulut tütsülemeli. Sevgiliye salınan nazlı bir mendil gibi, Karanlık bir rüyanın kollarına seğirtmeli. Meryem Naşide

Çizim: Edward Hopper Night Shadows, 1921

Sayfa | 14


ARZ-I HÂL Öykü: Cafer ULUÇ

Çarpıyorum yüzüme kelimeleri; arıyorum anlık da olsa düşüncelerimden. Ve her gidenin de bir gerekçesi; ama mutlaka sağlam bir gerekçesi oluyor yaşamda; terk etmek için sevgiyi ve sevgiye dahil ne varsa. İnsanoğlunun yaptığı en iyi şeybahane bulmak ve üstüne de yok hiç kuşkusuz…

KÜLKEDİSİ Duygularını örtbas etmeye çalışanların arasından geçiyorum olabildiğimce hızımla. Orada bulunanlardan yaşça büyük olanıyla göz göze geliyoruz. Özür dileyip ayrılıyorum oradan. Az ötede daha ufakça olanı. Sen de mi buradaydın, diyor belli belirsiz. Konuşmak için konuşan kişi, sormak için soruyor bu kez. Yanıtsız ayrılıyorum yanından… Ve topuğu kırılıyor bir diğerinin. Oraya ait olmadığını düşünüyor; gitmek istiyor. Ne ki biliyor ardında birileri olduğunda gitmek eyleminin zorluğunu. Kalıyor olduğu yerde; bedenen… “Vedalar sessizdir küçüğüm.” diyor bir büyüğüm. Haksız olmadığını biliyor; fakat karşı çıkıyorum var gücümle bu duruma bir başıma. “İnsanoğlu yalnızdır.” diye de ben ekliyorum hemen sonra. Susmak, diyorum. “Kabullenmenin diğer yüzü olsa gerek.” Salonda şarkılar söyleyip tadıyoruz hüznün ayrı ayrı tonlarını… Önümde kalabalık, seyretmek mümkün değil sahneyi. Onun yerine bakınıyorum çevreye. Bana bakmayan gözlerine bakıyorum beyaz giysili örgülü kızın. Bakmasa da güzel, onu halen görüyor olmak güzel. Saydım az evvel; ama unuttum. Epey kişi var aramızda. Ne ki gidiyor az sonra. “Gitme.” diyemiyorum. Onun yerine “Madem gidiyorsun, dönüşü olan yolları seç.” diyorum; ama içimden. Zaman sonra duygularım baskın çıkıyor mantığımdan ve bir koşu çıkıyorum dışarı. Söz bende, sözcük bende.

Ayaküstü sohbete dalmışken dostlarla, o sıra iniyor sahneden ve dinler biçimde kafamı sallıyorum ağırdan. Biz öyle konuşurken gülümseyerek geçiyor yanımızdan. Sarılıyor arkadaşına. Şapkası dizinde dinlenmeye koyuluyor. Göz göze geliyoruz bi’ an için. Ne ki araya giriyor siyah giysili bir bayan. “Kara kedi” diyorum o kişiye. O gece herkes siyah giyimli görünüyor gözüme. Sohbete devam ediyoruz. “Demek seni de yolcu ediyoruz!” diyor. Evet, diyorum.“Fakat buralardayım henüz, görüşürüz.” Kara kediler her tarafı sarıyor birazdan. Görüşürüz tabi oğlum, diyerek vuruyor sırtıma en sıkı dostum. O sıra gözden kayboluyor Külkedisi. Klişe olacak ama, diyorum. Gülümsüyor, gözleri gözlerimde bu kez. Melekler gibisin, diyorum. Alçak gönüllülük ediyor. “Beyaz giydiğimdendir.” Gecenin bir vakti kızarıyor ufak burnu gripten. Ve bir şarkı daha son buluyor az sonra. Detone oluyor bir ara solist kız. Hemen ardı es veriyor rejiden diğeri. Söyleniyor yetkili kişi. Ve bir şarkı daha işitiyoruz yavaştan. Usulca fısıldıyorum. Külde mangal bırakmıyorum. Pamuk prenses o uykudan hiç uyanmıyor. Saçlarını kazıtıyor Rapunzel. Ve Külkedisi… Ne topuğunu kırıyor, ne de var oluyor bir daha. Masallar dahi yarım kalıyor böyle böyle… Şimdi ardından bir şiir daha yazmalı, diyorum. “Ama sonra. Henüz gitmiş değilsin…”

Sayfa | 15


ARZ-I HÂL

ŞEHİR VE SEN Kaldırım taşlarında aradım yalnızlığını bu şehrin Kahverengi gözlerin süsledi geceleri Umutları sardım karanlığın kuytularına Gitmedi kulağımdan gitmeyesi hecelerin Ayrılık ne çok yakıştı sözlerine Sevdayı sığdıramadığın gönlüne Ne çabuk hasretin hüznü düştü Sevda bu şehirde yaralı kuştu Bu şehir sevdamızın şehri Şimdi nasıl da yabancı bize Ürkek ürkek barındırıyor koynunda bizi Bu şehir sevdamızın şehri Şimdi hangi özlemlere gebe

Bir buruk sevinç var bu şehirde Kavuşmanın hüznü düşmüş Palandöken'e İstanbulkapı ayrılığa ağlıyor Yakutiye kubbesinde saklıyor gözyaşlarını Bu şehir sevdamızın şehri Bu kez bir garip halde Taşmağazalar aramıyor gözlerini neden Taşhanda Oltu taşında adımız yazmıyor yanyana Havuzbaşında çalmıyor bizim türkümüz niye Ayrılığı ne çabuk haber aldı şehrimiz Bu şehir bizim şehrimiz Şimdi nasıl da el oldu bize Bu şehir İkimizin şehri Yar etmedi bizi birbirimize.. Ahmet ERGİN

Sayfa | 16


ARZ-I HÂL Deneme: Mine BAKİ ESYAYA SİNEN ÖMRÜMÜZÜN RÜYASI...

"Bugün nişanlansan, yarın evlensen Benden başka binbir kişi sevsen Hepsiyle ayrı ayrı izdivaç görsen Bir gün dönersin diye bekleyeceğim" Ama bitmez aşkın türküsü, türküler ölmedikçe. Ve anılar bir rüyadır adeta, uyanıkken gördüğümüz. Anılar siner eşyanın ruhuna. Eşyanın da ruhu olur mu deme, olmaz olur mu hiç? Kulak ver şaire: "Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde, Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner." Anılardır bizi yaşatan, ayakta tutan. Biraz mutluluk, biraz elem verir. İşte o noktada, "Düşünme" der Ahmet Hamdi Tanpınar

"Rüzgarda uçan tüy bile benim kadar hafif değil" der, Ahmet Hamdi Tanpınar çok bilindik şiirlerinden birinde. Biz insanlar böyle hissederiz kimi zaman. Bir tüyün bile bizden hafif olmadığı zamanlar vardır mutlak. Ara ara. Ama ayrılıksa hep ağırdır insan yüreğine; bir kurşun gibi deler geçer gün be gün her saniye... Ve ayrılığın ağırlığını, bir gülüşün felaketliğini şöyle anlatır Tanpınar, bir şiirinde. "Ayrılık kurşun kadar ağır, gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın..." Kaybetmenin erkenliğinden dem vururken Tanpınar; sevmek için, belki de yeniden sevmek için geç kalınmışlığının hüznünü yaşar ve yaşatır okuyan her insanın hücrelerinde. O kahreden gurbet, "bir adın kalmalı geriye" dedirtir yeri gelince, dağları oynatır yerinden, hallaçlara pamuk attırır fütursuzca... Şehre yağmurlar yağdırır şair sevince tüm benliğiyle, o hep kavuşma ümidini ve bir buselik fikrini geçirmez insanın fikrinden... "Bekleyeceğim" dedirtir:

"Düşünme, mevsimi inleten rengi. Elemdir mest etsin ruhunu"... Ve üstadın bu dizesi karşısında eleme teslim eder insan kendini. Çünkü yalnız değildir, iki bakış arasındaki çıldırtan hüznü yaşayan. Bilirsin ki artık "Umutsuzluk içindeki karanlığa son ıslık" olan aşka ilk düşen sen değilsindir... Tenden bedenden sıyrık, çocukların içinde yaşadığı o çığlık, histen nefesten bir varlık olan aşka düşen ilk sen değilsindir. Teselli eder Tanpınar seni, okşarken kırgın saçlarını... "Benden sor sırrını bu boş yolların Benden sor ve benden dinle akşamı... "der bir sandalye çekerek yamacına... Uzun uzun anlatır sonra sana, yârin bastığı eşikte bir kalbinin olduğunu, kalbinin uzak bir hayale ağladığını, zalim arzularla tutuşan etinin, her akşam bir çarmıh olduğunu, saatlerin bir işkence, günlerin bir cellât olduğunu... En büyük ölümün geçen zaman olduğunu fısıldar kulağına ve göçüp gider sana bin nasihat ettikten sonra: Geride bir iz bırakarak... Düşünesin diye şunu yazdırır mezar taşına: "Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında...

Sayfa | 17


ARZ-I HÂL DOSYA: Hasan GÖREN

SEN AYDINLATIRSIN GECEYİ FİLM’ine VAROLUŞSAL BAKIŞ AÇISI İnsan endişeden yaratılmıştır. Euripides

Allah insanı yarattığı zaman onun cismani yetine üflediği nefesle yaşam serüvenini başlatmış olur. Bu yaşam serüveni tüm insanlarda İsrafillin sur u üflemesine kadar devam eder. Sadi-i Şirazi’nin “bir dirhem et, birkaç damla kan, bir yığın endişe” olarak tanımladığı insanoğlunun varoluş serüveni hüzün ve melankoli üzerine kurulmuştur. Bu endişe içerisinde insana düşen mutlak acı bireyin kendi varlığının farkına varmasına ve kendi ruh dünyasında yaşadığı buhranlarla gerçek nedenin peşinde koşmasına aramasına sebep olacaktır. Dünya üzerinde yaşanan bu kargaşada boğuşan insan varlık olarak trajikomik ve absürt bir düzendedir. İşte bu endişe üzerine eğilip insanların varoluş nedenlerini sorgulayan kişilerden birisi de Onur Ünlü’dür. Sen Aydınlatırsın Geceyi adlı filiminde Onur Ünlü işte bu temel varoluş problemine eğilmekte. Daha önce Güneşin Oğlu adıyla yayınlanan filmiyle dikkatleri üzerine çeken Ünlü Güneşin Oğlu adlı filminde insanın yaşam ile reenkarnasyon (ruh göçü) arasındaki bağa trajikomik bir şekilde yaklaşıyordu. Yaşam ve ölüm arasındaki bu ince bağa Ünlü Güneşin Oğlu adlı filmin de şöyle değiniyor: Yaşlanmak gerçekten büyük mucize. Ama ben artık ondan daha büyük bir mucizenin olduğunu biliyorum. O da: Ölmek! Çünkü hayat başlayan bir şey olduğu gibi, biten de bir şey olmalı. Yaşadığınız en iyi seksi düşünün. Yediğiniz en iyi yemeği. Seyrettiğiniz en iyi maçı. Eğer bunlar hiç bitmeyip hala sürselerdi, şu an

da en iyi değil; en sıkıcı olacaklardı. Hayat da böyle işte… Eğer bir noktada bitmezse, insanı canından bezdirebilir. İyi ki ölüm var da her şeyi yerli yerine koyuyor. Nasıl diyorlar: Yaşasın ölüm! Sen Aydınlatırsın Geceyi filminde ise Onur Ünlü başkahramanı olan Cemal üzerinden bu varlık ikilemini sorguluyor. Cemalin kahvede arkadaşlarıyla geçen konuşmasında bu sıradan düşünmeyen diye tabir edilen insanın aslında ne kadar da basit sözcüklerle gerçek olan varlık ve yokluk kavramlarını irdelediğini görüyoruz. “Geçen kuşu vurdun ya sen, o kuş hani vardı da, yok ya artık. Annemler de yok. Kardeşlerim. Vardılar da hep, yoklar ya şimdi? Biz buradayız. Biz olmasaydık, ne olacaktı? Ne olacaktı o zaman? Olmasaydık ne olacaktı?”

Bu temel varoluş probleminin farkına varan Cemal kafasının içinde bir tekerlek gibi dönen ve hiç durmadan hızlanan bu problemin çözümünü maalesef bulamamaktadır. Endişeye hapsolmuş ruhuna az gelen bilgisi sebebiyle Cemal’in küçük dünyası basit kavram kargaşalarıyla çözülmemesine mana bulmamasına sebep olacaktır. Temel içgüdülerimizden olan kıskanma içgüdüsünü şiddete dönüştüren Cemal karısını şiddetli bir şekilde döverek pasif olan savunma mekanizmasını gerçekleştiriyor. Daha sonra basit bir yanlış anlaşılmanın getirdiği sonucu değiştirmek için yine tekrardan bir arayış içine giriyor. Elbette bu kıskançlık krizinin çözümü Yasemin’e söylenecek bir iki tatlı sözden ibarettir. Nitekim bu sözleri söyleyecek gücü Cemal kendisinde bulamayacaktır. Bunun için kitapçı kızda gördüğü kitapları bile yardım olmadan seçemeyecektir. Kitapçı kızın verdiği William Shakespeare’in Soneleri’ni okuyan Cemal karısına söyleyeceği bir iki tatlı sözü de bilinçli olarak seçmektedir.

Sayfa | 18


ARZ-I HÂL “yarayla alay eder yaralanmamış olan. Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden. Sen çok daha parlaksın çünkü… Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki Sen aydınlatırsın geceyi.”

Albert Camu’sun da dediği gibi: Basit ‘kaygı’ her şeyin başlangıcındadır.” Cemalin de intihara meyletmesi aslında ailesinin yok oluşuna karşı verilmiş basit bir tepkiden ibaretti. Fakat Cemal’in ölememesi ve bu kaygılardan kurtulamaması neticesinde yeni bir başlangıca ve devamında içinden çıkılamayacak yeni sorun ve sorulara neden olacaktır. Bu soru ve sorunlar karşısında şekillenmeye başlayan Cemal’in hayatı evlenmesiyle iyice karmaşık hale gelecek ve kendini yeni bunaltıların içerisinde bulacaktır. Karısının kendisinden hamile olmadığını anlayan Cemal aklına gelen ilk şüphe olarak kurtuluşu Yasemin’in patronu olan Dündar Beyi öldürmekte arar ve kurşunu Dündar’ın şakağına ateşler. Dündar Beyin ölmeyişi filmi iyice felsefileştiriyor. Dündar Bey’in Cemal’e söylediği uzun tiratta şöyle diyor:

Bu seçim Cemalin varoluş problemine değinmektedir. Cemal de yaralanmıştır. Elim bir kaza sonucu kaybettiği kardeşleri ve annesini kurtaramamanın verdiği üzüntüye bağlı olarak bileklerini keserek intihar etmeyi denemişse de başarılı olamayıp Tanrı’nın ona verdiği kederi ve kaderi sonuna kadar yaşamak mecburiyetinde olduğunun farkına varmıştır.

Filmin içinde bulundurduğu absürt ve doğa üstü güçleri barındıran kişiler izleyici üzerine baskın bir şekilde çöküyor ve izleyiciyi, filmin absürtlüğünden çok filmin düşündürmesine doğru itiyor. Cemalin bu düşünce içerisinde intihara meyletmesi filmin sonuna doğru tamamen izleyicinin bilincinden çıkıyor. Acaba ne oldu da Cemal intihar etmeye meyletti. Sadece ailesini kaybetmenin vermiş olduğu üzüntüye bağlı olarak intihar etme eylemimiydi yoksa Cemal’in içinde bulunduğu kafasını kurcalayan sürekli bir devinim halinde dönen dünyanın Cemal’de bırakmış olduğu etkiye bağlı olarak bir meyletmemiydi.

“Bu hayatta herkesin bir derdi var Cemal. Benimki de bu. Ölemiyorum. İyi bir şey sanıyorsun bunu di mi? Herkesler öyle sanıyor. Ama gel bir de bana sor. En berbat tarafı ne biliyor musun? Hiç kimseden hiçbir şeyden korkum kalmıyor. Ar damarı çatlıyor adamın. Doğru ne, yanlış ne, her şey karışıyor kafanda. Bu amına koduklarım yüz sene önce neye inandıklarını bilsen çok gülersin. Ben biliyorum mesela. Yüz sene sonra neye inanacaklar onu da biliyor olacağım. Ya. Her şeyleri biliyorum ben Cemal. Ha, her şeyleri bilmekle hiçbir şeyi bilmemek aynı şey. Odun gibi oluyorsun işte. Onun için çok fazla kurcalamayacaksın meseleleri. Eninde sonunda ölecek olan birinin bu dünyanın derdini çözmesine imkan yok.”

Sayfa | 19


ARZ-I HÂL dünyada tek gerçek nesnenin sevgi olduğunun farkına varan Cemal karısını aramaya başlar ve soruların cevaplarını teker teker bulmaya başlar. İlk olarak karısını kimin hamile bıraktığını öğrenir daha sonra ise kitapçı kızın masum olmadığının farkına varır ve gerçekten sevdiği tek kişi olan karısı Yasemi’ni bulmaya çalışır.

Cemal için tek gerçek yine karşısına çıkıyor “ÖLÜM” yani varolmanın kaçınılmaz başlangıcı. Çünkü ölüm bir son değil aksine bütün bu absürt karmaşa içerisinde varlığını devam ettiren insan için değişmeyen tek gerçeklik. Dünyaya sürgün edilen insan Tanrının kurduğu bu muntazam düzenin en absürt olgusu. Çünkü değişmeyen dünya mekanik yasada ilerleyen varlıkların hepsi belli bir sistemleşme üzerinde hareket ediyorlar. Fakat insan bu sisteme düşünebilme yetisi ile uymadığı için beklide en absürt nesnedir. Cemal’in filmin hemen başında gözlerini bile kırpmadan düşünmesi ve daha sonra kurtuluş için intihara meyletmesi bu absürt düzenden bire bir kaçış olarak nitelendirilebilir Cemal bu ruhsal bunalımını daha önce ona her şeyi öğreten öğretmeninde arasa bile gerekli cevabı bulamamaktadır. İşte bu noktada Allah-ı Teâlâ bize: Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: 'Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.' (İsra85) der. Cemal de bu bilgisizlikten nasibini almıştır.

Kitapçı kızın Cemal e Göstermiş olduğu ilgi sonucu Cemali öpmesi ve kafalarına Kuran-ı Kerimde geçen ebabil kuşlarının Ebrehe ordusunun, Kâbe’yi yıkmak üzere harekete geçtikleri sırada Mekke’ye çok yaklaştıkları bir yerde, sürüler halindeki ebabil kuşları ile üstlerine atılan taşlar ile kurtulan Kâbe’ye atıf da bulunan Ünlü aslında günahsız olan Cemal’in günaha bulaşmış kitapçı kızdan kurtulmasına işaret etmektedir. Daha sonra bu anlamsız ve absürt

Karısı Yasemin’in uçakla gittiğini de yine evinin avlusunda düşünürken bu güne kadar bildiği her şeyi ona öğreten öğretmeni söyler. Öğretmenin film boyunca sadece aynada görünmesi ise felsefeyle ilgilenen az çok herkesin bildiği Platon’un mağara istiaresine örnek olarak verilebilir. Yani bilginin yalnız yansımadan ibaret olduğu mağara metaforuna örnektir.

Daha önce karısını bulmak için anlaştığı mafya ise Cemal’in futbol maçına gitmemesi ve anlaşmayı bozması üzerine Cemal’den intikam almak için evine gelir. Kötülükten çıkan bir kurşunla hayatını kaybeden öğretmenin yüzü artık görülmeye başlar yani hakikati öldürerek aslolan gerçeğin yok olmasına sebep olurlar. Mafyanın karısını öldürmekle tehdit etmesi üzerine sinirlenen Cemal bağırmaya başlar ve Filimde kötülüğü sembol eden eli silahsız kişi bile bu duruma şaşırır ve Cemal’i öldüremez fakat elinde tutuğu silah başkası tarafından ateşlenir ve Cemal de vurulur. Fakat kaderin bir tecellisi

Sayfa | 20


ARZ-I HÂL olarak kardeşinin ve annesinin resminin olduğu kolyeye ve kitapçı kızdan aldığı kitaba isabet eden mermi sayesinde kurtulur. Mafyanın karısını öldüreceğini düşünen Cemal’in aklına daha önce tanıştığı ve zamanı durdurabilme yetisine sahip kitapçı kız gelir ve kitapçı kızın elerini keserek zamanı durdurur. Ve karısına ulaşmak için âşık olduğu zamanda ki gibi bütün hapları yutarak uçakta olan karısına yetişmek ister. Fakat bir türlü kanatlanamaz ve sevdiceğine ulaşamaz. Çünkü artık masumluğunu kaybetmiş olsa bile, bir insanın kollarını kesmiş ve onun ölümüne sebep olmuştur. Yani artık Cemal de bütün masumiyetini kaybetmiştir

.

Sayfa | 21


ARZ-I HÂL

DOSYA: Deniz KAÇAĞAN

“SEFİLLER’E DAİR ELEŞTİREL BİR İNCELEME”

yaşamının en güzel yıllarını, zevk ve eğlence içinde geçirdi.” Yazar, varlıklı bir ailenin çocuğu olan Myriel’in, yakışıklı gençliğindeki anılarını yazdıktan sonra; Fransa’da gerçekleşen devrimin getirdiği alt-üst oluş ve çalkantılı yıllara geçer. Devrim sonrasında İtalya’ya giden Myriel, iç dünyasına yönelir ve kendini dine verir… Kendini dine veren Myriel, kilisenin gerekli gördüğü aşamalardan geçtikten sonra, Fransa’nın Diny şehrine piskopos olarak atanır…

ictor HUGO’nun ‘Sefiller’ adlı eserini okuyan kimi edebiyatseverler; ‘piskopos Myriel’ karakterinden etkilenen bazı kişilerin, Hıristiyan olduğunu söylerler. Bu iddia ne kadar doğrudur bilemeyiz ancak; Victor HUGO’nun doğup yaşadığı 1789 Fransız devrimi sonrasında toplumdaki köklü değişimler, krala karşı ve aynı zamanda kiliseye rağmen gerçekleşmiştir. O dönem Avrupa kıtasında Hıristiyanlık ve temsilcileri, çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun ve yozluğun kaynağı olarak gösterildiklerinden, devrimi gerçekleştiren aydın sınıf tarafından kilise temsilcilerinin toplumdaki konumları da değiştirilmiştir. Bu nedenle ‘Sefiller’ romanında ‘iyi bir insan teması’ olarak işlenen ‘piskopos Myriel’ karakteri, dönemin Avrupa kıtasında yalnızlaşan kilise temsilcileri için aslında bir “izlenim çalışması” olduğu söylenebilir.

V

Elbette her yazar, yaşadığı dönemde dışlanan bazı kesimlerin, duygu, düşünce ve eylem tarzlarını eserlerine yansıtması ve onların toplum tarafından algılanamayan yönlerini vurgulaması, en azından istisna kişiliklerin tanıtılması, o yazarın ne kadar iyi bir yazar olduğunu göstermektedir… Kendine güvenen, güçlü, yaşamış görmüş bir karakterle ‘piskopos Myriel’i özdeşleştiren Victor HUGO, şöyle yazmaktadır: “Myriel,

Diny şehrine gelen Myriel, baronlara yakışır piskoposluk sarayına yerleştikten sonra; bazı ziyaretlerde bulunur. Şehir hastanesini ziyaret ettiğinde; bu tek katlı küçücük, rutubetli, havasız ve izbe binada, 26 hastanın yattığını öğrenince, hastaların burada iyileşmek için mi yoksa daha çok hastalanmak için mi bulunduğunu düşünen iyiliksever piskopos üzülür. Ziyaret sonrası hastaneden ayrılırken piskopos, hastane yöneticisini görkemli sarayına akşam yemeğine

davet eder. Göz kamaştırıcı piskoposluk sarayına akşam yemeğine gelen hastane yöneticisiyle sohbete başlayan Myriel; yöneticiye, sarayı işaret ederek sorar: “bayım, sizce buraya kaç hasta yatağı sığar?” Sorulan sorunun hastaneyle ilgili olduğunu anlayan yönetici şaşırır; hastane binasıyla piskoposluk sarayının takas edilmesi gerektiği

Sayfa | 22


ARZ-I HÂL teklifini duyunca da afallar. Takas konusunda hastane yöneticisini ikna eden piskopos; üç kişi olan maiyetindekilerle beraber hastaneye taşınırken; hastalar da piskoposluk sarayına nakledilir… Devrim öncesi hanedanlık yönetiminde (aile saltanatında) ve kilise hurafeleriyle uyuşturulan toplumun; küçük, rutubetli ve izbe hastanesiyle oluşmayan işlevsiz kurumları temsil edilirken; göz alıcı piskoposluk sarayıyla da, insanı terk eden hanedanlığın (aile saltanatının) siyasi köhne yapısının, din maskesi adı altında, nasıl fetiş bir şekilde süslü-püslü taş-duvarlar yığdığını gösterir. Ancak yazar burada, toplumdaki kötü durumun farkında olan kilise temsilcilerinin; piskoposluk sarayıyla hastaneyi takas ederek devrim sonrası gelişime katkı sağladıklarını belirtir…

Piskopos Myriel, o kadar iyi bir insandır ki, maaşının çok az kısmını maiyetindekilere ayırır; büyük çoğunluğunu toplumsal yardımlarda kullanırdı. Diny yerleşim birimine geldikten sonra maddi sıkıntı çeken piskopos maiyetindekilerden hizmetçi Magluvar; bu durumu piskopos Myriel’e açar. Piskopos Myriel’e: “Bayım, sizin için ayırılan harcırahı istemelisiniz. Taşra piskoposları için bu çok eski bir gelenektir. Yol ve araba masrafları…” dedi. Hizmetçinin bu önerisini dikkate alan piskopos Myriel; taşra piskoposları için ayrılan harcırahı ister. Bu akçeli konu hemen dedikodulara neden olsa da, piskopos Myriel, aldığı parayı yine yardımda kullanır…

İşte, hayatta bulunamayacak kadar gerçeküstü, böylesine iyiliksever bir insan olan piskopos Myriel; soğuk bir sonbahar akşamında,

Günümüz batı dünyasında (AB-D), Hıristiyanlığa bakış kısmen değişse de, 1789 Fransız devrimi sonrası toplum yapısında, dine karşı kökleşen ve yerleşen olumsuz tutum hâlen devam etmektedir. Yani; kilise temsilcilerinin çirkinlikleri ve Hristiyanlığın çelişkileri yüzünden; batıda (AB-D) Hıristiyanlık inancındakiler, aklî anlamda iç huzuru yaşayamamaktadırlar.

aç, yırtık ve kirli elbiseleriyle, içerden çıkmış bir mahkûm olan Jan Valjan’ı evinde ağırlamasıyla olaylar başlar… Romanın asıl karakteri olan Jan Valjan, 40 yaşın üzerinde, evi, işi olmayan, hapisten yeni çıkmış bir karakterdir. Jan Valjan, soğuk bir sonbahar gününün akşamında, kalacak ve karnını doyuracak bir yer arar. Önce hana gelen Jan Valjan; hancıya yemeğinin ve kalacak yerinin olup olmadığını sorar. Jan Valjan’ın görüntüsünden hoşlanmayan hancı; kim olduğunu öğrenmek için, bir çocuğu görevlendirir ve kasabaya gönderir. Çocuk, kasabadan çocuk hancıya gerekli bilgileri getirince, hancı Jan Valjan’ı kovar. Küçük bir kasaba şehri tarzında olan Diny’de kısa zamanda dedikodular yayılınca Jan Valjan, herkes tarafından tanınır. Meyhaneye giden Jan Valjan oradan da kovulur. Gecenin ilerleyen saatlerinde Diny sokaklarında dolaşırken, alçak penceresinden ışık gördüğü bir eve yönelir ve son bir ümitle kapıyı çalar. Aynı olumsuz tepkiyi ev sahibinden de görünce; artık neresi olursa olsun aç da olsa kalabileceği bir yer arar. En sonunda, ahır gibi bir yer bulur ve heybesini kendisine yastık yaparak uyumaya çalışır. Burası bir köpeğe ait olduğundan, biraz sonra gelen köpek Jan Valjan’a saldırır ve Jan Valjan köpeğin kulübesinden kaçmak zorunda kalır… Böyle bir adamı evine alan piskopos Myriel, sabah uyandığında gümüşlerinin

Sayfa | 23


ARZ-I HÂL kaybolduğunu görür. Güvenlikçiler, kuşkulanıp Jan Valjan’ı yakaladıklarında, Jan Valjan gümüşleri çaldığını itiraf eder; ancak güvenlikçiler, gümüşlerini piskopos Myriel’e getirdiklerinde piskopos Myriel, Jan Valjan’ın gümüşlerini çalmadığını, kendisinin bizzat hediye ettiğini söyler. Yaşadığı manevi olayın etkisinde kalan Jan Valjan, artık iyi bir insan olmaya karar verir. Romanın ayrıntılı gelişmesi bu olaydan sonra başlar…

rahat değildirler. Bu nedenle, ya akıl ya duygusal din ikileminde kalanlar duygusal dini tercih ettiklerinde; akla aykırı, cinnet gibi görünen duygusal ritüelleri benimsemek zorunda kalıyorlar…

Ülkemizde, dünya klasikleri arasında önemli görülen Victor HUGON’nun, ‘Sefiller’ adlı romanında, batı (AB-D) merkezli ve kiliseye sadık kalarak gelişimden yana olan; gelenekçi bir yazar olduğu söylenebilir. Zira Victor HUGO’nun diğer eserlerinde, batı (AB-D) ve kilise dışı, uygarlık ve dinler hakkında olumsuz ifadeleri vardır. Bu anlamda ortada olan eserleriyle, yazı sanatında evrenselliği yakalayamadığı bir gerçektir…

Günümüz batı dünyasında (AB-D), Hıristiyanlığa bakış kısmen değişse de, 1789 Fransız devrimi sonrası toplum yapısında, dine karşı kökleşen ve yerleşen olumsuz tutum hâlen devam etmektedir. Yani; kilise temsilcilerinin çirkinlikleri ve Hristiyanlığın çelişkileri yüzünden; batıda (AB-D) Hıristiyanlık inancındakiler, aklî anlamda iç huzuru yaşayamamaktadırlar. Akılcı aydın kesimin, kafasını kurcalayan Hıristiyanlığa ait çelişkiler nedeniyle, Hıristiyanlık inancındaki aydınlar, kendilerini tutarlılıkla tatmin edemediklerinden

Sayfa | 24


ARZ-I HÂL DOSYA: Oğuzhan OĞUZ HAN DUVARLARI ŞİİRİNDE ANADOLU TEMASI

Türk aydınlarının gözü Anadolu’ya; birinci dünya savaşının sonsunda parçalanan Osmanlı devleti ve Anadolu’nun işgali zamanlarında çevrilir.İstiklal harbinin kazanılmasından sonra Anadolu’ya gelen İstanbullu aydınlar orada şimdiye kadar unuttukları veya müphem olarak farkına vardıkları acı gerçeklerle karşılaşırlar; çıplak bozkır, fakir ve zavallı Türk köylüsü.Bu karşılaşma onlarda bir çok tesiri uyandırır.Cumhuriyet devri Türk edebiyatı bu şokun akisleriyle doludur. ‘’Han Duvarları’’ işte bu dönüş esnasında yazılmıştır.Bu bakımdan o, tarihi ve temsili bir değer de taşır.Bu şiir de biz İstanbullu bir şairin, Anadolu gerçeği ile ilk temasının içinde uyandırdığı akisleri görürüz.

Bu satırları okumadan önce birkaç kere daha ‘’Han Duvarlar’’ şiirini tekrar tekrar okuyup oradaki hüznü, acıyı, ızdırabı içselleştirmeniz lazım.Belki binlerce defa okudum ben.Şairin ne anlatmak istediğini hissederek, içselleştirerek okurlarıma sunuyorum. Şiirin geneline şairin gözlemci, betimleyici, öznel bir anlatımı hakim olmakla birlikte gerçeklikle tezat olmayacak bir şekilde şairin olay örgüsü var.Bu olay örgüsü üç günlük bir Anadolu seyahati, şairin seyahat sırasında karşılaştığı durumlarla, şaşılacak tahlillerle ete kemiğe bürünüp Türk edebiyatının Anadolu’yu anlatan şiiri ‘’Han Duvarlarını’’ oluşturmaktadır. Halk edebiyatında çokça işlenen temalar olan ayrılık, gurbet, ölüm bu şiirde de karşımıza çıkıyor lakin şiirin genelinde bulunan gurbet, ayrılık, ölüm temaları coğrafi çevrenin şairi etkilemesinden kaynaklanmaktadır.Faruk Nafız bu şiirini, 1923 yılında İstanbul’dan Kayseri’ye öğretmen olarak giderken, yolda edindiği şahsi intiba ve ilhamlarıyla yazmıştır ki İstanbullu şairlerin çoğu daha o zamanlar Anadolu’yu tanımaz veyahut gidilmek istenmeyen yer olarak görürlerdi.

Şiirin ilk bölümünde bir seyahate çıkış anlatılmaktadır.Bir gurbet ve ayrılık hissi okuyucuya aktarılmaktadır.Ağrılıklı olarak sarı renkli tasvir edilen gök yüzü, toprak, ağaç bize kış mevsiminden çıkışı yani mart ayını anımsatmakta ve şiirin devamında bu zaman algısını daha da güçlendirecek doğa tasvirleri yapılmaktadır.İlk bölümde dikkati çeken, şairin bu yolcukta gönülsüz, isteksiz oluşudur.Bu tavrıyla tam bir dönemin İstanbul şairlerini anlatmaktadır bize. ‘’…inleyen tekerlekler…’’ sözüyle acı ve ızdırabını okuyucuyu etkileyecek bir şekilde hissettirmektedir. Şiirin ikinci bölümünde ‘’Ellerim takılırken rüzgarların saçlarına’’ ifadesiyle biraz olsun çocuksu bir şekilde aldırmayış ve bir kabulleniş var bu yolculuğu.’’ Yılan yollar’’ benzetmesiyle kötümsediği yollar onu gurbet ele salmış beklide ıssızlığını hissettiği Anadolu’ya yabancılık çekmesine vesile olmuştu.Yokuşu tırmanan at arabasının bir düz ovaya rast gelmesi bir iç rahatlaması ve kurtuluş belirtisi aksettirse de ‘’Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine’’ mısrasıyla avcının pençesine düşmüş av misali çaresizlik çıkmazındadır. Adem’in yaşadıklarına telmih yaparak, Adem’in yasaklı meyveyi yiyip cezalandırılması veyahut baki hayattan kovulup ölümlü olması durumunu kendisinin bu gurbet yolculuğuna aksettirmiştir.Yollar bir tabut, kendisi tabut denen yolun üstünde ölü hissini okuyucusuna derinden belirtmiştir.Ölüm

Sayfa | 25


ARZ-I HÂL temasının ağırlıklı olarak hissetmeye devam edeceğiz.

şiirin

genelinde

Şiirin üçüncü bölümünde yolculuk devam etmekte en başından beri ızdırap veren bu yolculuk çevresindeki kuş seslerini duymak yerine çıngıraklı yılanların seslerini duymaya itmiştir şairi.Bu kötümser bakış açısı İstanbullu şairlerin Anadolu’ya öteki gözüyle bakıp, sahiplenmeyişini bize şairane bir üslupla anlatmaktadır.Bu şiir İstanbullu şairlere birer ders niteliğinde olup, onların bu hakir, yabancı bakış tarzını eleştirmektedir. “Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı Gitgide birer ayet gibi derinleştiler Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler…” Yukarıdaki mısralarda şair Anadolu insanını tasvir etmektedir.Bu tasvir de Anadolu insanı Anadolu coğrafyasından ve sert ikliminden epeyce yorgun düştüğü, Anadolu’yu içselleştirdiğini görüyoruz. Anadolu’nun sert kışı,yüksek dağları ve yabani hayatı Anadolu insanının yüzündeki derin çizgilerle kendini görünür kılmıştır. Faruk Nafız Çamlıbel şiir de Anadolu’nun birer temsili haline gelen, hanlardan , kervansaraylardan bahsedilip ve oralarda bir yolculunun başına gelebilecek muhtemel durumları okuyucunun gözünde canlandırarak sanki orada yaşıyormuş canlılığı katmakta ustalıklı bir dil kullanmıştır.

‘’Raslamıştım duvarda şair bir arkadaşa’’ sözüyle kendisini Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış ile aynı kaderin yoldaşı olarak görmektedir. Şiire eklenen meçhul halk şairi Maraşlı Şeyhoğlu’nun koşmalarıyla Anadolu evladına kahramanlık, vatanseverlik vasıfları Şeyhoğlu’nun zatında tasvir edilmiştir. Anadolu izlenimlerini şiire döken Faruk Nafız Çamlıbel gibi bir İstanbullu şairin Maraşlı Şeyhoğlu sembolik ismiyle yazdığı koşma dikkat çekmekte hemen.’’Han Duvarları’’ şiirinin serbest ölçüyle yazılıp arasına halk şiirinin hece veznini, kafiye düzenini ve nazım şeklini ustalıkla şiirin olay örgüsüne eklemesi ne kadar büyük bir şair olduğunu göstermektedir. Belki şuan benim aklımdan geçenler sizinde aklınızdan geçiyordur. Şair bu koşmalara bir han duvarında rast gelip sonradan not almış ve şiirini bu koşma çerçevesinde oturmuş olamaz mı? Bu iddiayı bile ortaya atmak şairin okuyucusu olan bizleri şiirdeki olaya ne kadar inandırıcı ve gerçekçi bir şekilde çektiğini göstermektedir. Şiire eklenti olan Şeyhoğlu koşmasından;

sembolik

Maraşlı

"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan Baba ocağından yar kucağından Bir çiçek dermeden sevgi bağından Huduttan hududa atılmışım ben" Üç gün sürecek yorucu bir seyahatin ilk günün yolcuğunu atmak için gecesinde kaldıkları han odasının duvarında gördüğü ve meçhul birisine ait olan yukarıdaki mısraları görmektedir şair. Yazının başından İstiklal harbinden sonra Anadolu’ya gelen İstanbullu aydınların Anadolu’ya bakış açısını anlatıyor demiştim size.Şairin yukarıdaki koşmadaki duruma karşı verdiği cevapta ortaya attığım bu iddayı apaçık aydınlatmaktadır. ‘’Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş! Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş; Araya gitti diye içlenme baharına, Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına! ‘’ Şiirin dördüncü bölümünde Anadolu’nun dağlık bir bölge olduğu tasvir edilip bu dağların arasındaki geçitlerden geçip yolculuk

Sayfa | 26


ARZ-I HÂL ettiğini anlatmaktadır. ’’Bu geçit sanki yazla kışı ayırıyordu.’’ Mısrasıyla Anadolu’da kısa mesafede değişen iklim koşullarını bütün çıplaklığı ile göz önüne sermektedir. ‘’Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü; Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü…’’

Bu mısralarda şairin kötümser tavrı sakince yağan beyaz karı bile ölüm benzetmesine vesile etmekte hep bir ölüm korkusu şairi seyahat boyunca yalnız bırakmamaktadır. Şiirin beşinci bölümünde ise dinlenmek için kaldığı başka bir hanın duvarında yazan bir koşmaya daha rast gelmektedir.Şiire eklenti olan sembolik Maraşlı Şeyhoğlu koşmasından;

"Garibim namıma Kerem diyorlar Aslı'mı el almış haram diyorlar Hastayım derdime verem diyorlar Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben" Son kez yukarıdaki koşmayı da han duvarında gören şair diğer han duvarlarında karşılaştığı koşmalarla birleştirip yazarının Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış olduğu kanısına varmaktadır.Anadolu’nun her yerine sinmiş, her yerinde kendisini hissettiren Maraşlı Şeyhoğlu sembol şahsıyla bize Anadolu’nun cefakar köylüsünü anlatan şair işte bu temasıyla (Anadolu’yu İstanbullu şairlere anlatmak) İstanbullu şairlere birer ders vermektedir. Şiirin başından beri kötümsenen, korkunç gösterilen yollar şiirin sonunda dönmeyen yolculara ağlayan yaslı, vefalı yollar olmuştur.’’Ey hanların gönlümü sızlatan duvaları’’ mısrasıyla şöyle bir açıklama getirmek şiirden sembolden arındırıp gizli olan gerçeği size şöyle anlatmak isterim.Han duvarlarının şairde bıraktığı ilk izlenim; esmer duvar, açık seçik resimlerle dolu olan duvar tasvirlerindeki bu betimlerler şimdiye kadar Anadolu’ya gitmemiş, Anadolu’ya önyargılı İstanbullu Türk aydınlarının kafasındaki kurgulardır.Duvarlarda yazalı olan koşmalar ise Anadolu’nun hakikatini şaire bulduran birer ipuçlarıdır.

"Gönlümü çekse de yârin hayali Aşmaya kudretim yetmez cibali Yolcuyum bir kuru yaprak misali Rüzgârın önüne katılmışım ben" Şair yukarıdaki koşmada Anadolu insanının Tanrı’ya teslim oluş ve kaderine katlanmadaki alçak gönüllülüğü anlatmaktadır. Şairin üçüncü gecesinin sabahındaki gördüğü rüyanın ardından ki itirafı şiirin veyahut seyahatin başından beri ölüm korkusunun şairin şuur altına kadar yerleştiğini açıklamaktadır.’’Gün doğmadan bir ölüm rüyasıyla uyandım.’’ Sözüyle ölüm duygusunun şairi ne kadar etkilediğini görmekteyiz. Şiire eklenti olan sembolik Maraşlı Şeyhoğlu koşmasından;

Sayfa | 27


ARZ-I HÂL

Sayfa | 28


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.