Öfkenin kısa tarihi volkan yaraşir

Page 1


Okuma ^ışkanlığınıza renk katmak


ÛFKENtN KISA TARtHİ VOLKAN YARAŞIR SİYAH BEYAZ KİTAP Aletya Kütüphanesi

19 10

Genel Yayın Yönetmeni

Murat KAPLAN

Dizi Editörü

Muzaffer Ayhan KARA

Kapak Tasarımı

Ahmet SUNGUR

Baskıya Hazırlık

Mehtap ÇAĞ

Basıldığı Yer

Ezgi Matbaacılık Sanayi Caddesi Altay Sokak

Tel

.*(0212)452 23 02

ISBN

: 978-9944-490-22-1

Çobançeşme-YENlBOSNA

© Siyah Beyaz Kitap, 1. Baskı, Eylül 2007

© Bu eserin yayın hakları Siyah Beyaz Basım Yayın Dagıtım’a aittir. Yayı­ nevinin izni olmadan basılamaz, cd. v.b. şekliyle çoğaltılamaz. Kaynak gösterilecek yazılar dışında alıntı yapılamaz

Siyah Beyaz Hasını Yayın Dağıtım Bahariye limldtrsi Unrrlan Pasajı No; 35/38 Kadıköy Isianlnıl İri l(Ulfı) \M 03 09 l-ttU» ((Ulft) S M 03 32


Volkan YARAŞIR: işçi hareketleri, toplumsal mücadeleler tarihi ve siya­ set felsefesi üzerine çalışmalar yapmaktadır. Yazann, Uluslararası İşçi Hareketleri I-II, 1. Basım (1997), Bibliotek Ya­ yınlan, II. Baskı (2004), Tümzamanlar Yayıncılık; Sokakta Politika (2002), Gendaş Yayınlan; Siyasal İslam ve AKP (2002) Akyüz Yayınlan; Reddin Gücü (2004), Gücün Reddi (2004), İmparatorluğun Yeni Av Sahaları (2005), Devri­ min Gökkuşağı (2006), İşgal Direniş Grev (2006) Mephisto Yaymlan’ndan çık­ mış kitaplan bulunmaktadır. Volkan Yaraşır’m aynça güncel politik gelişmeleri ve uluslararası işçi mü­ cadelelerini inceleyen yazi dizileri ve sendikal eğitime ilişkin çok sayıda çalış­ ması yayımlanmıştır.


ÖFKENİN KISA TARİHİ

VOLKAN YARAŞIR


Uuü&TOnft. yunancaMa 4 akiktdn” &t& kemiğe Lm-immesı anlamma gelir.

Bu setîclen Bîlîm , fplîöka, AftştırnıaJncelenie Ve Kumsal kitaplaryayınlanır.


İÇİNDEKİLER II. Baskıya Û nsöz......... ................................ .................................................9 Önsöz................................................................................................................ 11 Giriş................................................................................................................... 15 Amerikan Hegemonyacılığının ve Öfkenin Kısa Tarihi...........................19 “Hür Dünyanın” İmparatoru......................................... .............................. 27 “Latin Amerikanın Atan Damarları” ve Küba’da Barbudo’lann Zaferi .................................................... .............. . 3 3 Halklaşan Gerilla, Gerillalaşan Halk: Vietnam ......................................... 55 “Lanetlilerin” Kıtası: Afrika...........................................................................59 Vaad Edilmiş Topraklar ve Vatansız Bir H alk........................................... 67 îslamm Hilali Yükseliyor ...................... ....................................................... 71 “Modem” Dünyada “Ortaçağım” Yaşayan Ülke: Afganistan................... 77 Usame Bin Laden îslamm “Che Guevara”sı mı? ...................................... 91 insan Beyninin Fethine Giden Yol: Kontrollü Demokrasiler................. 99 SONUÇ .................................. ................................ ............................... .......119 Öfke Boşuna Değil..! Çünkü Çağdaş Barbarların Suç Dosyası Kabarık.................................................................. 121 11 Eylül 13. Gün mü? “Savaş Tannlan” Kan ve Ölüm İstiyor...................................................................................... 131 Yoksulların Küresel Öfkesi................................................. .......................... 141 Kaynakça..........................................................................................................145



II. BASKIYA ÖNSÖZ

Bu çalışma 11 Eylül’den hemen sonra, şok ve şaşkınlı­ ğın hakim olduğu koşullarda Gendaş Yaymlan’nın özel is­ teği üzerine kısa zamanda kaleme alındı. Oldukça da ilgi gördü. Kitabın özellikle “11 Eylül, 13. gün mü?” bölümü yaşa­ nanı anlamaya ve olası gelişmeleri yorumlamaya yöneliktir. Bugün süreç netleşmiştir. Çalışma öz olarak ABD’nin emperyalist politikalarının tarihsel evrelerini ve nedenleri ortaya koymaktadır. Ayrıca bu politikalara karşı halkların öfkesi çalışmanın eksenini oluşturmaktadır. Kitabın ikinci baskısının yapılması sevindiricidir. Çalış­ ma anti-kapitalist bilincin gelişmesinde küçük bir katkı yaptıysa işlevini yerine getirmiştir. Volkan Yaraşır 4 Eylül 2007



ÖNSÖZ

11 Eylül 2 0 0 l ’de ABD’ye yapılan saldırı ve sonrası ge­ lişmeler, ağırlıklı olarak tek boyutlu ele alındı. Yoğun dezenformasyon sonucu saldın en sığ düzeyde “değerlendi­ rilerek” tam bir kafa kanşıklığı yaratıldı. Yazılı ve görsel medyanın yayınlan ve “stratejist” diye tanımlanan kişilerin açıklamalan kafa kanşıklığını bilinçli olarak derinleştir­ mekten öte işlev görmedi. Bu çalışma, Noam Chomsky’nin deyimiyle “uluslarara­ sı terörizmle resmi olarak her boyutta ilişki içinde olan ve uluslararası terörizmle olan bağlan rakiplerini utandıra­ cak...” aşamaya ulaşmış ABD’yi ve onun hegemonyacı po­ litikalarını en genel çerçevede ele almaktadır. ABD’nin politikalannı değerlendiren bir çalışmanın is­ ter istemez 20. yüzyıl tarihini içermesi doğaldır. Kapsamın genişliği çalışmayı zorunlu olarak daraltmıştır. Yine de ABD’nin uluslararası düzeyde hegemonyasını kurmada ve yaymada izlediği doktrinler ve konseptler de­


ğerlendirilmiş ve bu sömürgeci stratejilerin sonuçlan orta­ ya konulmuştur. Çalışırla bir yanıyla da öfkenin kısa tarihidir. Zulme, katliama ve işgale karşı dünyanın dört bir tarafında ABD’nin saldırgan, hegemonyacı politikalanna karşı duyu­ lan öfkenin tarihi... Yani Kızılderilinin, Siyahın, Vietkonglunun, Filistinli­ nin, Şililinin, Arjantinlinin, İraklının, Arabın, Afganlının öfkesinin... ABD emperyalizminin izlediği politikalar ve bu politi­ kalara karşı doğan küresel öfkenin nedenleri bilindiği ve kavrandığı ölçüde, yaşanan saldırının nedenleri ve yarattı­ ğı etkiler anlaşılabilir, olası gelişmelerin yönelimleri tespit edilebilir. Bu çalışmanın bir amacı da, beyinlerin fethine karşı çıkmaktır. Çalışma, gelişmeleri bir komplonun parçası olarak gör­ menin kolaycılığım aşıp, “tarihi sıradan insanların yaptığı” gerçeğini yeniden vurgulamaktadır. Evet' saldırı bizi gerçeğin çölüne davet etti. Gerçeğin çö­ lünü gösterdi. 11 Eylül 2001 ‘de ikiz kulelere yapılan sal­ dın ne kadar gerçekse, dün Irak’m, Saraybosna’nm, Grozni’nin, Ruanda’nın, Kongo’nun, Somali’nin, bugün Afga­ nistan’ın bombalanması ve Afganlılarm öldürülmesi o ka­ dar gerçektir, gelişmeleri televizyonların başında bir “şen­ lik” izler gibi izlemekte o derece çöldür, çölde yaşamaktır. “Çölün” kavurucu yol ediciliği Afganlılar için bomba infilakları ise bizler için bunlan içimize sindirmek, kanık­ samaktır. Yani inançlarımızı, vicdanımızı, ruhumuzu kısa­


ca insanlığımızı kaybetmektir. Evet bugün Afganlı olmaktan, Arap olmaktan başka ça­ remiz yok. Çünkü bugün insan olmanın erdemi, acıyı duymak ve ölümün kahrediciliğini hissetmekten geçiyor. Evet, bugün Afgan halkı katlediliyor, büyük bir olası­ lıkla yarın Irak halkının başına da aynı şeyler gelecek. Bugün susmaktan öte savaş tanrılarının gazabına karşı haykırmak ve “yaşasın zalimler için cehennem” demek za­ manı. Bu çalışma bir yanıyla da acıları paylaşma ve ruhları si­ lahlandırma çabasıdır. Beyinlerin zehirlenmesini ve fethini bir ölçüde de engelleyebilirse amacına ulaşmış olacaktır. Son olarak çalışmanın çok kısa bir zamanda bitmesin­ de katkısı olan ve kendi Özel çalışmalarından yararlanma imkanı bulduğum arkadaşım Tarık Aygün’e teşekkürleri­ mi bir borç bilirim. Volkan Yaraşır 7 Ekim 2001



GİRİŞ

11 Eylül 2 0 0 1 ’de Amerikan imparatorluğunun simge­ leri olan Dünya Ticaret Merkezi, Pentagon, Capitol Hill ve Dışişleri Bakanlığı’nm uçaklarla yapılan intihar eylemleri ve kamyonlara yerleştirilen bombalarla tahrip edilip yıkıl­ ması, Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu kadar tüm dünyada şaşkınlık, tedirginlik ve medyanın deyimiyle şok yarattı. Yaşanan şok dalgasından sonra dünyanın çeşitli coğraf­ yalarından olaya yönelik çok farklı yorum ve tepkiler gel­ di. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya gibi merkez ülkeler eylemi terör olarak değerlendirip olağanüstü önlemler alırken, Filistin, Irak ve bazı Ortadoğu halkları ise eylemi sevinç gösterileriyle karşıladı. Tıpkı yaşanan şok gibi, sevinç gösterilerinin de oturdu­ ğu bir bağlam bulunmaktadır. Bu bağlam, kendini Amerika Birleşik Devletleri’nin tarihinde ve emperyalist politikaların­ da dışa vurmaktadır. Yalnızca Vietnam’a, Irak’a, Latin Ame­ rika’ya bakmak, sevincin kaynaklarım bize gösterecektir.


Ama bundan da önemlisi, asıl olarak tartışılması gere­ ken şokun kime ait bir şok olduğunun belirlenmesidir. Eylemin yapılış tarzı ve sayıca çok insanın öldürülmesi bir yana konulursa, aslında “terörün” ABD’ye çok da ya­ bancı bir şey olmadığı malumdur. İç savaştan bu yana Amerikan toplumu yoğun bir terör­ le içice yaşamaktadır. Ku Klux Klan’in alenen yaktığı siyahlar, beyazlann Kızıl­ derili katliamlan, önemli muhalif siyasi liderlere yönelik sui­ kastlar, yabancı kökenlilere yapılan bombalama eylemleri, 1940’larda Amerika’da yaşayan Japonların toplama kampla­ rına doldurulması, McCarthycilik politikalarıyla tüm muha­ lif güçlere ve kişilere yönelik baskı ve şiddet politikaları, hat­ ta başkan W. Bush’un valilik yaptığı dönemde çok sayıda “suçluyu” idam ile cezalandırması Amerikan günlük yaşamı­ na sızmış ırkçılık ve devlet tarafından örgütlenen şiddetin ne oranda yaygın olduğunu bizlere kanıtlamaktadır. Bu anlamıyla, Amerikan toplumunun çok önemli bir kısmı günlük yaşamında şiddeti ve terörü iyi tanımakta ve onunla iç içe yaşamaktadır. Amerikan toplumunda bu zamana kadar, şiddeti tanı­ mayan, umursamayan, görmezden gelen hatta onun so­ nuçlarıyla beslenen kesim elit Amerika’dır. Niyetinin ne olduğu bilinmese de, son eylemi planla­ yanlar şiddetin artık sadece siyahlara, farklı düşünenlere, muhaliflere yönelik bir şey olmadığını göstermektedir. Bu nedenle şok daha çok güçlü devletin yine güç sim­ geleri olan devasa binalarında, steril bir yaşam sürmeye alışmış Beyaz Amerikanın şokudur.


Bundan dolayı bu eylem çok öğreticidir ve sonuçları iti­ bariyle tartışmaya çok açıktır. Tüm ulusal ve uluslararası görsel ve yazılı basında, dev­ letlerin yetkili ağızlarında eylemlerin sorümlulan aran­ makladır. CIA tıpkı Türk polisi gibi akima gelen ilk açıklamayı yapmakta, sonra her yeni veriyle bir önceki açıklamasını tekzip etmekte, yeni suçlular ilan etmektedir. Ancak, eylemi kim yapmış olursa olsun ve failler ne ka­ dar çabuk bulunursa bulunsun, iki temel gerçek değiştiri­ lemez bir biçimde uluslararası kamuoyunun bilincine ka­ zınmıştır. Birincisi: ABD bu eylemlerle ağır yara almıştır. Ne ya­ parsa yapsın kendi coğrafyasında yenilmez olduğu yönün­ de imaj ortadan kalkmıştır. İkincisi: İddia edildiğinin aksine ABD dünya politikasını belirleyen tek güç olmayı başaramamıştır. Soğuk Savaş ger­ çeğinde olduğu gibi karşısında çok örgütlü ve bu nedenle de hareket tarzı önceden tahmin edilen bir düşman yerine, artık nereden ve nasıl saldıracağı, nerelerde ne kadar bekle­ yeceği, Varşova Paktı üyelerinin disiplinli kimlikleriyle alay edercesine, eylemleri için herhangi bir politik kisve bulma gereksinimi duymayan, meşrulaşmak için çaba sarf etme­ yen bir tür “hayali” düşman gruplarıyla karşı karşıyadır. Daha da önemlisi birbirinden taban tabana zıt düşün­ celere sahip sayısız grubun benzer eylemleri yapma ihti­ malinin olması, alelacele ilan edilen fail Usame Bin Laden’in ilerde ortadan kaldırılması ile terörün biteceği ima­ jını veren ABD’yi çok güç bir duruma sokmaktadır.


11 Eylül 2001 gerçekten önemli bir tarihtir. Bütün ya­ şanan şok ve şaşkınlığa rağmen en genel anlamıyla Ameri­ kan emperyalizminin tarihinin kısa bir incelemesi bile ya­ şananların çok da şaşırtıcı olmadığını göstermektedir. ABD’nin şiddet politikalarından son yüzyılda birçok grup halk ve lider etkilenmiş ve ABD bütün kötülüklerin odağı olarak algılanmıştır. Bu kolektif potansiyelin gücünün sar­ sıcı, dizginsiz, öfkeli ve hatta nefret yüklü olması çok “şa­ şırtıcı” değildir.


AMERİKAN HEGEMONYACILIĞININ VE ÖFKENİN KISA TARİHİ

ABD, 4 Temmuz 1776’da 13 Kuzey Amerika İngiliz ko­ loni temsilcisinin hazırladığı bağımsızlık bildirgesiyle ku­ ruldu. Başlangıçta bu 13 koloninin kurduğu birlik, bağım­ sız ve yenidünyaya özgü farklı bir “demokrasi” toplumu önermesi içeriyor; kolonilerini yönetimi, mali yapısının ör­ gütlenmesi, seçim sistemi ve benzeri katılım mekanizma­ ları ele alındığında gerçekten de 18. yüzyıl dünyası açısın­ dan önemli bir gelişme trendini ifade ediyordu. Ancak ge­ riye doğru dönüp bakıldığında aslında ABD tarihi ile dün­ yadaki diğer emperyal güçlerin tarihi arasında önemli ben­ zerlikler gösterdiği, hatta büyük oranda emperyal sürecin önemli güçleri olan İngiltere ve Fransa ile birlikte ABD’nin doğuşundan itibaren bu sürece yön vermeye başladığı iz­ lenebilmektedir. Bilindiği gibi ABD, özellikle Batı Avrupa’dan giden göç­ menler tarafından kurulmuştur. İlk Amerikan fatihleri ara­ sında- sayılan lspanyollar özellikle Güney ve Orta Ameri­ ka’da etkin bir güç olduktan sonra, îngilizler bugünkü ABD


kıyılarında, Fransızlar ise Kanada’nm bulunduğu bölgede etkinlik sağlamışlardır. Daha ilk kuruluş döneminde Ame­ rikan kolonileri doğuya doğru yayılarak, yerli halka ait top­ raklan işgal etmeye başlamışlardır. Bu dönemde İngilizler­ le ve Fransızlarla savaşa girişen ilk koloniler, Fransızlann yardımı ile Ingilizleri yenilgiye uğrattılar. Bu tarih ABD’nin de asıl başlangıç tarihini oluşturdu. Kızılderililerin doğuya doğru sürülmesi ve yerli topraklannda yeni kolonilerin ku­ rulmasıyla genişleyen Amerikan devleti, bir yandan coğraf­ yanın olanaklanndan yararlanarak, kuzeyde finans ve sana­ yi üretiminin egemen olduğu bir ekonomik yapı örgütler­ ken, diğer yandan Meksika’ya sınırı olan güney eyaletlerin­ de köleciliğin egemen olduğu tanmsal yapıyı güçlendiri­ yordu. Bu tanmsal yapı, Amerika kıtasına Afrikalı köle ta­ şıyan Avrupalı sömürgecilerin desteği ile önemli bir ekono­ mik faaliyet olarak örgütlendi. Ancak bağımsızlığa doğru Amerikan kolonileri bu ticareti ele geçirdiler ve başta Ingilizler olmak üzere diğer Avrupalı güçleri saf dışı ederek, bu faaliyetin asıl gücü haline geldiler. ABD, klasik sömürgecilik çağının tamamlandığı ve ye­ ni sömürgeciliğin ilk nüvelerinin ortaya çıktığı bir zaman diliminde, bu faaliyetlerin en iyi düzeyde yanyana getiri­ lip, bütünleştirilebileceği bir coğrafyada ortaya çıktı. Bu nedenle ABD, finans sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçip, birbirlerine güç kattığı kuzey kolonileri ile köle emeğine dayanarak zenginleşen güney kolonilerinin bir­ likte hareket etmesine olanak sağlayan bir ülke oldu. Öy­ le ki, güney eyaletlerinde kölecilik çok yaygın bir uygula­ ma alanı olurken, kuzeyde bir yandan demokratik kurum-


ların oluşması, işçi sınıfının sendikal örgütlenme kanalları ile siyasal alanda boy göstermesi iç savaşa dek ciddi bir ça­ tışma ortamı doğmasını engelledi. ABD bu dönemde elde ettiği büyük finansal güçle, ilk kuruluşundaki toprak büyüklüğüne yakın Louisiana bölge­ sini satın almayı başardı. 1819 yılında Florida, 1845’de Teksas, 1846’da Oregon, 1867 yılında ise Alaska satın alındı. Bu yolla ABD, kısa sürede tüm Amerika kıtasının toprak bakı­ mından en büyük ülkelerinden biri olurken, aynı zamanda ekonomik ve siyasi anlamda en güçlü ülkesi haline geldi. Bu hızlı büyümenin faturası ise beyaz olmayan Ameri­ kalılar, özellikle de yerli halk ile siyah kölelerden çıkarıl­ dı. İstatistiklerin güvenli olmadığı bu döneme ait tahmini verilere göre Amerika kıtasının “keşfedilmesi” sonrasında yaklaşık 50 milyon Kızılderili öldürüldü ve yine tahmini rakamlara göre Amerikan kıyılarına getirilen siyah köle sa­ yısı 20 milyona ulaştı. Ancak daha da kötüsü, taşınırken ya da yakalanırken öldürülen siyahlar da hesaba katıldı­ ğında tahminen 100 milyon Afrikalı yaşamını kaybetti. Bu rakamlann ifade ettiği gibi, Amerikan devletinin ku­ ruluşu siyah ve Kızılderili Amerikalıların kanlarıyla ger­ çekleşti. ABD’nin yayılma hızı, tüm kuzeyi ele geçirmesine rağ­ men yavaşlamadı. Aksine gün geçtikçe iktisadi anlamda güçlenen ve bu güçlenmeye uygun bir siyasi ve askeri ya­ pı yaratmaya uğraşan Amerikan devleti, yeni topraklann ve yeni eyaletlerin katılımı ile daha da genişledi. Ancak bu yeni kolonilerle birlikte, eskiden beri prob­


lem olan, köle emeği kullanımıyla ilgili tartışma yeniden alevlendi. Bu tartışma, insani gerekçelerden çok, siyasi ve iktisadi bir tartışmaydı. Öncelikle Güney, köle emeği saye­ sinde zenginleşerek, hızla tüm ABD’de etkin bir güç hali­ ne geldi. Bu köleci sermaye, Kuzeyin işçi-kapitalist ilişki­ lerinin de bir alternatifi halinde bulunuyordu. Önceleri, Güney üretimlerini pazarlamak için Kuzey’e gereksinim duyduğundan, köle emeğine dayalı üretimden pay alan Kuzey kolonileri bu sistemin işleyişine karşı olmaktan uzak duruyorlardı. Ne var ki, 19. yüzyıl ortaklarından sonra, Güney kendi üretimini dünya pazarlarına satacak denli büyük bir ticaret ağı örgütlemeyi başardığında, Güney-Kuzey ilişkileri bozuldu. Yıllarca süren gerginlik, yeni eyaletlerin statüleriyle ilgili tartışmalarla savaşa dönüştü ve köleliğin yasaklanmasıyla sonuçlanan Amerikan İç Savaşı patlak verdi. Bu savaş sonrasında Güney eyaletleri, diğer Kuzey ko­ lonileriyle aynı hakları elde ederek yeniden birliğe kabul edildi. Güneyli toprak sahipleri, Kuzeyli zengin kesimin desteğiyle iktidann bir parçası haline getirildi ve bu yolla Amerikan birliği yeniden kurulmuş oldu. Birliğin kurulmasının ardından Amerikan devleti bu kez önceden Güney eyaletlerinin sekteye uğrattığı Latin Amerika’ya doğru ilerleme sürecini başlattı. İlerleme coğ­ rafi olmaktan daha çok ekonomik ve siyasi içerikteydi. Ye­ ni devletleşen Latin ülkelerinde ABD, yeni sömürgeciliğe uygun bir stratejiyle hareket etti. Ve Latin Amerika ülkele­ ri görünüşte bağımsız, ancak iktisaden ABD’ye bağlı bir gelişme çizgisi üzerinde hareket etmeye başladı.


Gelişmiş sermayesiyle Latin Amerika’daki yandaşı olan güçleri destekleyen, yaptığı müdahalede ülkelerin ekono­ mik ve siyasi sürecini belirleyen ABD, kısa sürede tüm La­ tin Amerika?yı ele geçirmeye başladı. İzlediği politikaya Pan Amerikan politikaları adını verdi. Daha da önemlisi bu “bağımsız” devletlerin her biri, ba­ zı üretim alanlannda uzmanlaştırılarak, ABD ekonomisine hammadde üreten basit ekonomilere çevrildi. Böylece bu ülkeler, iktisadi ve siyasi açıdan ABD’ye bağlı bir konuma getirildi. Hiçbir hükümet, ürünlerin alımı için ABD dışın­ da bir ülke bulamadığı gibi, her siyasi krizde ABD asıl mü­ dahaleci güç olarak ortaya çıktı ve bu yolla Latin Amerika “arka bahçe” haline getirildi. Bu sürecin başlangıcında ise “bakımsızlığın” ve “demokrasinin” ilk önemli atılımlanndan biri kabul edilen ünlü Monroe Doktrini vardı. Alaska’nın Rusya’dan satın alınmasıyla birlikte ABD Pa­ sifik açısından da önemsenen bir güç olarak ortaya çıkmış­ tı. 1844’de Çin’le yapılan anlaşmalar sonucu ABD, Asya’nın Pasifik kıyılarında üsler elde etti. Aynı yıllarda ABD’den göç eden özgür siyahların kurduğu Liberya, Afrika’da da ABD’nin güç bulundurmasının olanaklarım sağladı. ABD, İspanya savaşından sonra ise Hawai’yi, Filipinler’i ve Küba’yı imparatorluğuna katmayı başardı. 1900’lü yıllara gelindiğinde ABD, iktisadi olarak Avru­ pa’nın tüm güçleriyle baş edebilecek bir dünya devleti ko­ numundaydı. Siyasi açıdan da egemenlik alanını tüm La­ tin Amerika’ya, Pasifik’e, Atlantik’in doğu kıyılarına kadar yaymış bulunuyor, sayısız hükümeti fiilen denetleyebili­ yor, uluslararası sorunlarda çözüm için arabulucu rol oy­


nuyordu. Çin’deki Boxers Ayaklanmasında ve 1905 Japon-Rus Savaşı’nda tüm Avrupalı güçlerden ayrı olarak ABD hükümeti başrol oynuyordu. Bu hızlı büyüme trendi ülke içinde de önemli değişik­ lerin gündeme gelmesini sağladı. Dünyada o güne dek gö­ rülmemiş boyutta dev şirketler, ilk kez ABD’de ortaya çık­ tı. Ve bu dev şirketler çoğu ülkenin gelirinden daha büyük finansal birikimi kontrol eden “tröst’lere dönüştü. Ardın­ dan bu şirketler, Amerikan muhalefetinin etkisiyle, çıkan anti-tekelci yasalara rağmen, holding örgütlenmelerinin oluşumunu sağladi. Holdingler Amerikan sermayesini di­ ğer ülkelere ihraç edebilen, bu yolla yeni sömürgeciliğin gelişmesini sağlayan asıl güç oldular. Finans şirketlerinin de kurulmasıyla birlikte “yeni em­ peryalizm” bir anda tüm dünyaya hükmeden asıl güç ha­ line geldi. ABD’nin bu hızlı gelişimini eşlik eden bir diğer gelişme ise Avrupa’da patlayan 1. Dünya Savaşı oldu. ABD fiilen savaşın dışında kalmayı başardı ve ancak Almanların İngi­ lizlerle ticaret yapan Amerikan gemilerine saldırmasıyla savaşa katılmak zorunda kaldı. Önemli bir çatışmanın ta­ rafı olmadığı halde, savaşın bitirilmesine ilişkin imzalanan belgelerin tümünde ABD’nin rolü oldu. Wilson Prensiple­ ri adı verilen bu ilkeler sayesinde, Amerikan yaşam anlayı­ şı, Amerikan demokrasisi ve Amerikancı yayılmanın belir­ leyici kıstasları, tüm dünyanın kabul ettiği ana prensipler haline geldi. Ve Amerika’nın Avrupa üzerindeki nüfuzu güçlenmeye başladı. Ne var ki savaş sonrasında sömürgelerinin büyük kıs­


mim korumayı başaran ve 1917 Ekim Devrimi’ne karşı Avrupalı kapitalist devletlerin liderliğini üstlenen İngiltere yeniden güç kazandığında ABD, savaş öncesi siyasi sınırla­ rına çekilmek zorunda kaldı. Çok geçmeden de 1929 kri­ zi patlak verdi. Kriz dünyanın bütününü etkisi altına aldı. ABD krizden en çok zararla çıkan ülke oldu. 1929 krizi sonrasında Avrupa’da sağ siyasal söylem güç kazanır ve faşizme giden yol açılırken, ABD kendi siyasal nüfuz alanlarını korumayı başararak, kutuplaşmanın hız kazandığı yeni süreci, gözlemlemeye başladı. 1939-1945 arasında ABD, II. Dünya Savaşı’nm aktörle­ rinden biri olmayı başardı. Avrupa içindeki savaşa ve özel­ likle de Pasifik’teki Japon güçlerinin ilerlemesine müdaha­ le ederek, tekrar dünya liderliği rolünü üstlendi. Özellikle nükleer silahla Japonya’nın vurulmasının yarattığı ortam­ da; Sovyet bloğuna karşı tüm batı dünyasının hamisi oldu­ ğunu ilan etti. Ve dünyanın bir numaralı gücü olarak da­ ha sonraki tüm siyasi süreçlerde belirleyici roller üstlendi.



“HÜR DÜNYANIN” İMPARATORU

II. Dünya Savaşı, “Yeni Bir Dünya Düzeninin” kurulma­ sıyla sonuçlandı. Bu düzenin bir kutbunda ABD, diğer kutbunda ise Sovyetler Birliği bulunmaktaydı. Tahran, Yalta, Potsdam konferanslarıyla oluşturulan dengeler, iki hegemonik devletin yeni nüfuz ve ekonomik alanlannı be­ lirlediği platformlar oldu. Savaştan en büyük kapitalist ülke olarak çıkan ABD, yeni koşullara uygun politikalarını Truman Doktrini?nde belirledi ve Truman Doktrini’nin bir tamamlayıcısı olarak Marshall Planı’m uyguladı. ABD Marshall Planı’yla Avrupa’da kapitalist sistemin kendi etki gücünde yeniden yapılanmasını amaçlamaktay­ dı. Plan, Truman Doktrini’yle birlikte soğuk savaş süreci­ ne girişin ve nüfuz alanlarından bloklaşmaya geçişin adı­ mı oldu. 1947-1990 yıllan arasında dünya tıpkı Selçuk Kartalı’mn iki başı gibi, ABD ve Sovyetler Birliği arasında oluş­ turulan makro dengelere göre şekillendi. Bu makro denge,


uluslararası düzeyde kurulan askeri (NATO-Varşova Pak­ tı), ekonomik (IMF, Dünya Bankası-Comecon), siyasi ku­ ramlarla kendini dışa vurdu. ABD, Sovyetlerin temsil ettiği “Komünist Dünya”ya karşı “Hür Dünya”nm koruyucusu ve jandarması olarak, tam bir karşı devrim merkezi gibi hareket etti. ABD dünya efendiliğini Nagazaki ve Hiroşima’ya attığı atom bombalarıyla ilan etti. Her ne kadar ABD, “Japon­ ya’nın teslimiyetini çabuklaştırmak amacıyla bu bombalan attığını” açıklasa da, Hiroşima ve Nagazaki ABD emperyaliz­ minin dünya tarihindeki en kanlı cinayetlerinden biri oldu. ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası konumunu sarsan en önemli gelişme Çin Devrimi’ydi. Uzakdoğu politikalannda her zaman stratejik bir yer teşkil eden Çin’e, ABD’nin ilgi­ si / saldırılan 1840’lara uzanıyordu. ABD, Ingiltere ve Fransa’nın Çin’i sömürgeleştirme po­ litikalarının yanında yer aldı. Çok miktarda afyonun Çin’e aktanlmasmda rol oynadı. 1874’te Tayvan’a saldırdı. 1900’de anti-emperyalist nitelikli Boxers Ayaklanmasını, kendinin de dahil olduğu yedi emperyalist güçle bastırdı. 1904’de Rus-Japon Savaşı sırasında, kendi çıkarları doğrultusunda Japonya’nın Kuzey Çin’i işgal etmesi için finansal yardımda bulundu. Her şeye rağmen Çin’de devrimci mücadele gelişti ve 1912’de geçici devrim hükümeti kuruldu. ABD’nin Çin’in içişlerine müdahalesi bu dönemde de sürdü. Sut Yat Sen askeri, ekonomik ve diplomatik ambargoya ve baskıya maruz kalması sonucunda istifa etti.


1920’lerde Çin’de yaşanan iç savaş sırasında, karşı dev­ rim cephesinin en büyük destekçisi ABD’deydi. Bu yönde Chang Kai-Chek’e askeri ve finansal yardımlarda bulundu. Hatta 1927’de ABD deniz piyadeleri Çin topraklarına gir­ di. Chang Kai-Chek’e 1937-1941’de yapılan yardımlar gi­ derek arttı. Bu süreçte ABD askeri kurmayları fiilen devre­ ye girerek devrimci güçlere karşı yürütülen savaşa komu­ ta etti. 1895 ‘ten beri Japonya’nın işgalindeki Tayvan, 1945’te Japonya’nın teslim olmasıyla ABD’nin egemenliğine bıra­ kıldı. Tayvan bir karşı devrim odağı haline getirilerek, Çin’de halk devriminin bastırılması amaçlandı. 1950-1954 yıllan içinde Chang Kai-Chek, ABD uçakla­ rından yararlanarak Çin’in birçok ilini ve köyünü yüzlerce defa bombaladı. Bu bombalamalar sonucunda binlerce Çinli yaşamını yitirdi. Çin’in ekonomik kaynaklan sabote edildi. ABD’nin Uzakdoğu politikalannda ciddi bir çıkmaz ve sorun yaratan Çin Devrimi şiddetle bastmlmaya ya da boğulmaya çalışıldı. Milyonlarca yoksul Çinlinin kaderleri­ ni ellerine almalan, ABD’nin tahammül edemediği bir ger­ çeklikti. 1950’de general Mc Arthur’un Çin’e atom bomba­ sı atılmasını istemesi, “insani” bir çözüm olarak görülüyor­ du. Çünkü dünyanın “efendisi”, Çin’deki gelişmelerin “ba­ rışı tehdit ettiğini ve ABD’nin güvenliğini tehlikeye attığını” düşünüyordu. Ve bunun için her şey mubahtı... Kore Savaşı ABD’nin Soğuk Savaş politikaların derin­ leştirdiği adımlardan biriydi. Soğuk Savaş politikaları Ko­ re’de sıcak savaşla kehdini en çıplak bir biçimde dışa vur­


du. Dünya hızla katı bir bloklaşmaya giderek, uluslararası güç dengeleri bu bloklaşmaya göre belirlendi. ABD’nin Kore’ye yönelik işgal girişimlerinin kökleri 18. yüzyılın üçüncü çeyreğine dayanmaktaydı. Kore’nin sömür­ geleştirilmesi yönünde ABD, 1884’te yaptığı bir darbeyle Kore’nin Japonya tarafından istila edilmesine yardım etti. Uzakasya’daki emperyal güç ilişkileri çerçevesinde ABD’nin Filipinleri ilhak etmesi ve bunun Japonya tarafından onay­ lanması karşılığında, ABD de Japonya’nın Kore’deki hege­ monyasını tanıdı. Japonya’nın Kore’deki egemenliği II. Dün­ ya Savaşma kadar sürdü. 1945’te Potsdam Konferansı’nda Kore’nin kaderi Sovyetler Birliği ve ABD tarafından masa ba­ şında belirlendi. Konferansta alınan karar doğrultusunda Sovyet Birlikleri 38. paralelin kuzeyindeki coğrafi alanda ko­ numlanırken, ABD askeri birlikleri güneye yerleşti. Uzakdoğu’nun bu köşesinde Soğuk Savaş kendini, Gü­ ney Kore’de ABD denetimli sağcı azınlık tarafından bir hü­ kümetin kurulmasıyla (Ağustos 1948), buna karşılık Ku­ zey Kore’de aynı yılın Eylül ayında Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin ilan edilmesiyle gösterdi. Her ne kadar ABD ve Sovyet askeri birlikleri ülkeden çekilse de, ülkenin iki bölgesinin kaderi yine bu ülkelerin askeri heyetlerince belirleniyordu. 1948’den 1950’ye kadar iki Kore hükümetinin fiili sı­ nırını teşkil eden 38. paralel boyunca yoğun provokasyon­ lar ve askeri çatışmalar yaşandı. 1950’de, ABD ve Güney Kore birliklerinin Kuzey Kore topraklarına askeri harekete girişmeleriyle, Kore Savaşı başladı. Savaş, Temmuz 1953’e kadar sürdü.


ABD, Kore ve Tayvan’ı Çin Devrimi’ne saldırmada bir sıçrama alanı olarak kullandı. Savaşta 200 bin kişi yaşamı­ nı yitirdi. ABD, daha önce Filipinler’de ve başka bölgeler­ de yaptığı gibi direnişi kırmak için Kore halkını katletti. ABD hava kuvvetleri Kuzey Kore’nin başkenti olan ve 500 bin kişinin yaşadığı Pyeong-Yangi bombalayarak şeh­ ri yerle bir etti. Birçok şehir yine bombalamalar sonucu enkaz haline getirildi. ABD halkların bölünmesi ve katledilmesi pahasına, Gü­ ney Kore ve Tayvan’ı karşı devrim odaklanna dönüştüre­ rek, Uzakdoğu’da ABD’nin mızrak ucu gibi hareket etme­ lerini sağladı.



“LATİN AMERİKA’NIN ATAN DAMARLARI” VE KÜBA’DA BARBUDO’LARIN ZAFERİ

Küba Devrimi, dünya çapında ve özellikle Latin Ameri­ ka’da olağanüstü etkiler yarattı. ABD yönetimi Küba’yı, 1800’lerin başından beri, Kuzey Amerika’nın doğal parçası olarak görmekte, politik ve tica­ ri çıkarları olduğunu âçıklamaktaydı. ABD, Ispanya’nın yerine geçerek Küba’yı kendi dominyonu yapmak istiyor­ du. Bu amaçla Küba’ya askeri, politik ve ekonomik saldı­ rılar düzenledi. 1898’de Ispanya’nın Paris Anlaşmasıyla Küba’nın bağımsızlığını tanıması, ülkenin kaderinde yeni bir dönemeç oldu. Küba hızla Amerika’nın egemenliğine girerek, bir nevi Amerikanın gazinosu ve malikânesi hali­ ne dönüştü. ABD, Küba’nın ekonomisini bütünüyle kon­ trol etmeye başladı. Kendisini general ve başkan ilan eden çavuş Fulgencio Batista başa getirilerek, ABD’nin bütün direktifleri ve programı bu uşak tarafından ifa edildi. Batista, Küba’da tam bir diktatörlük kurarak, her türlü muhalefeti büyük şiddet ve baskıyla boğmaya çalıştı.


Küba, Amerikan para babalarının eğlence cennetine dönüştürülürken, halk büyük bir yoksulluk içinde yaşa­ maktaydı. Kısacası Küba egemenleri için “her şey yolun­ daydı...!” Ta ki, 26 Haziran 1953’te Fidel Castro önderliğinde yurtseverlerin Moncada Kışlası?na saldırmasına kadar... Castro ve arkadaşlarının saldırısı başarısızlıkla sonuç­ landı. Savaşçıların bazıları çatışmada öldürüldü, yakala­ nanlar ise ağır işkencelerden geçirilip, tutuklandı. Ayak­ lanma askeri olarak yenilgi anlamına gelse de, tarihsel bir önem taşıdı. Castro’da yakalananlar arasındaydı. Yargılandığı mah­ kemede “Tarih beni haklı çıkaracaktır.” şianyla yaptığı sa­ vunma, ileride Küba’nın kaderini belirleyecek bir manifes­ to içeriğine sahipti. Castro, 15 yıl cezaya çarptırıldı. Af so­ nucu serbest kaldı ve Meksika’ya sığındı. Mücadelesine kaldığı yerden devam eden Castro, 82 arkadaşıyla Granma adlı bir tekneyle 2 Aralık 1956’da Kü­ ba sahillerine çıktı. Burada yaşanan çarpışmalarda 70 sa­ vaşçı yaşamını yitirdi. 12 savaşçı Sierra Maestra’da toplan­ dı. Sierra Maestra’da yakılan isyan ateşiyle halkın desteği­ ni kazanan savaşçılar, modern silahlara, zırhlı araçlara ve Made in USA yapımı uçaklardan atılan bombalara karşı di­ rendiler. Castro ve arkadaşları, Aralık 1958’de nihai saldırıyı başlattı. Che Guevara önderliğindeki gerilla grubunun Santa Clara’yı almasıyla Havana’mn ele geçirilmesinin yo­ lu açıldı. Devrim, başkente doğru yürüyordu. Gelişmeler üzerine Batista ülkeden kaçtı.


ABD devrimi durdurmak amacıyla, son bir çare olarak, General Cantillo önderliğinde askeri bir darbe düzenledi. Ama halk karşı-devrimcilerin bu taktiğini, 1959 Ocak ayı başında genel greve giderek boşa çıkardı. 2 Ocak’ta Guevara’nm yönettiği gerilla güçleri Havana’ya girdi. 16 Şubat’ta, Fidel Castro’nun devlet başkanlığını ilan etmesiyle, Küba halkı kendi geleceğini ellerine aldı. Küba Devrimi, ABD emperyalizmini tam bir şok içine soktu. Kuzey Amerika’nın hemen yanı başındaki bu ada, özgürlüğün, adaletin ve eşitliğin sembolü olarak tüm Orta Amerika ve Güney Amerika’daki ABD politikalarını iflas ettirecek bir içeriğe sahipti. Artık dengeler sarsılmıştı. Bundan dolayı ABD, Küba Devrimi’nin boğulması ve yok edilmesi için hemen harekete geçerek, en rafine kontr-gerilla taktiklerinden, açık işgale kadar her türlü karşı devrimci yönteme başvurdu. Fidel Castro’ya suikast düzenlenmesinden, Küba parla­ mentosunun bombalanmasına, fabrikalara, depolara, plantasyonlara yönelik sabotaj eylemlerinden, uzun yılar sürecek ekonomik ambargoya kadar her türlü karşı dev­ rimci taktik ve teknik kullanıldı. Guetamala’da karşı dev­ rimci Küba’lı gruplar, CIA tarafından eğitilerek, ülkenin işgal edilmesi amacıyla kullanıldı. Bu işgal hareketlerinden en önemlisi “Domuzlar Körfezi” çıkarmasıydı. Fakat Küba halkının devrime sahip çıkması sonucu bu ve benzeri giri­ şimler boşa çıkarıldı. ABD ve karşı devrimci gruplar hüs­ rana uğradı. ABD, Küba Devrimi’ne karşı başından itiba­ ren düzenlediği komplo, terör ve ekonomik ambargo po­ litikalarını bugüne dek usanmadan sürdürdü. Küba halkı


yaşadığı her türlü zorluğa rağmen devrimin gerçek gücü olarak hareket etmesini bildi. Kuzey Amerika’nın burnu­ nun dibinde her zaman asi bir baş olabilmeyi becerdi. 1853’te Nikaragua’nın işgaliyle başlayan ABD’nin “Bü­ yük birader” politikası, Latin Amerika’yı bir arka bahçe olarak görüyor, “Amerikan çıkarlarını ve yaşamının ko­ runması için” “Pax Americana” kurmayı amaçlıyordu. 20. yüzyılın başında ABD, müdahale politikasını “Big Stick” (kalın sopa) doktrinine göre belirlemeye başladı. 1961’de “Domuzlar Körfezi” çıkarmasına kadar yürürlükte tutulan bu doktrin, ABD hegemonyasını Batı medeniyetiyle eş an­ lamlı tutuyor ve bu medeniyetin korunması için ABD’nin dünya jandarmalığı yapması gerektiğini savunuyordu. ABD’nin farklı konjonktürlerdeki hegemonya stratejile­ rini belirleyen bu doktrinlerin hayata geçirilmesi, birinin bitip diğerinin başlaması şeklinde değildir, her “yeni” dok­ trin bir anlamda “eskinin” devamı ya da derinleştirilmesi olarak anlaşılmalıdır. Örneğin 1965’te Dominik Cumhuri­ yetine yapılan ABD müdahalesi böyle bir gelişmedir. 1982’de ABD’nin Grenada’ya yönelik açık işgal hareketi “Big Stick”e uygun bir harekettir. Bu anlamda, Küba Devrimi’nin gerçekleşmesi ve 1961’de John Kennedy’nin ABD başkanı seçilmesi, ABD’nin müdahale stratejilerinde değişikliğe yol açtı. Yeni konsept “ilerleme için İttifak” olarak adlandırıldı. Konseptin amacı kısaca şöyleydi: Ülkede (yan sömürgeler­ de) yapılacak ekonomik ve siyasi stabilizasyon politikalanyla, yoksul yığınların sistem karşıtı güçlerin etkisine gir­


mesi engellenecek, “yukarıdan yapılan devrimle” “aşağı­ dan gelen devrimin” önü kesilecekti. ABD yönetimi, bu yeni konsept çerçevesinde Latin Amerika’ya o zamana kadar yaptıkları yardımın dört katı­ nı yapacaklarının garantisini vererek, on yıl içinde bölge­ ye toplam 80 milyar dolar harcayacaklannı açıkladı. Önceleri sözü edilen “yardımlar” Latin Amerika ülkele­ rine yapılmaya başlandı. Bu yardımlar II. Dünya Savaşı sonrası giderek toparlanan Avrupa’nın Güney Amerika’ya yayılmasını engelleyerek, ABD’nin Latin Amerika’da eko­ nomik ve politik nüfuzunun hızla artırmasını sağladı. 1963

yılında Kennedy’nin öldürülmesi “ilerleme için

ittifak” konseptinin sonunu getirdi. Vietnam Savaşı’mn ABD bütçesinde yarattığı olağanüs­ tü yük ve “İlerleme İçin ittifak” konseptinin Latin Ameri­ ka’da komünizm tehlikesini ya da ikinci bir Fidel Castro tehlikesini “göreceli” olarak ortadan kaldırması ve değişen dünya konjonktürü, 1 9 6 0 ’lı yılların ortalanndan sonra yeni bir doktrine geçilmesini gerekli kılmaktaydı. Bunun somut bir biçim alışı, Brezilya’da yaşanan dar­ beyle oldu. Brezilya’da 1954 yılında, ABD’yle mesafeli ilişkiler ku­ ran, devlet başkanı Vargas’m şaibeli bir biçimde ölümü, ulusal güçlerin emperyalizme ve yerli oligarşiye karşı mü­ cadelelerini yükseltmesine neden oldu. Demokratik güçle­ rin bağımsız bir ulusal politika izlenmesi yönündeki ba­ sınçları arttı. 1961 yılında Joao Goulart devlet başkanlığına seçildi.


Goulart, Amerikan şirketlerinin besin üretiminin % 10’unun, elektrik eneıjisi üretiminin % 68’ini, tütün üreti­ minin % 84’ünü vb. denetlediği ve ülkenin ABD’nin tam bir Sömürgesi haline geldiği koşullarda, yabancı tekellerin faaliyetlerini kısıtlama yönünde adımlar attı. Goulart’m bu politikalan ClA’yı harekete geçirdi. Goulart, demokratik içerikli politikalannı sürdürerek, ülke topraklarının onda dokuzunun yerli ve yabancı büyük toprak sahiplerinin iş­ letildiği koşullarda, toprak reformu girişiminde bulundu. Bu girişimi petrol rafinelerinin ulusallaştırılması ve ITT Brezilya şubesinin kamulaştırılması izledi. Goulart’m ben­ zeri adımları, ABD’yi ve yerli işbirlikçi güçleri tedirgin etti. CIA’nm karşı devrim operasyonları hızlandı. 1964 yı­ lında CIA organizasyonuyla gerçekleştirilen bir askeri dar­ beyle Goulart hükümeti devrildi. Kurulan askeri diktatörlük, demokrasi güçlerine karşı kitlesel baskılara girişti. Ülkede faşist paramiliter gruplar Ölüm Filosu gibi- ve resmi güvenlik güçleri binlerce mu­ halif kişiyi katletti. Binlercesini işkenceden geçirdi ve binlercesini tutuklayarak, cezaevine koydu. 1964’ten 1985 yı­ lına kadar Brezilya’daki askeri diktatörlük ABD’nin tam bir uşağı gibi hareket ederek, Latin Amerika’da jandarmalık görevi yaptı. Brezilya ordusu Amerikan danışmanlarının yönetiminde 1971 yılında Uruguay solunun iktidara gel­ mesini engellemek için işgal girişiminde bulundu. Boliv­ ya’da, Brezilya Büyükelçiliği karşı devrim hareketlerinin merkez üssü gibi çalıştı. Brezilya ekonomisinin tüm sinir noktaları, ABD köken­ li uluslararası tekellerin kontrolüne bırakıldı. Brezilya hal­


kının 27 milyonu açlık sınırında yaşamaya mahkûm edildi. ABD’nin ilk deney alanı olarak Brezilya’da uyguladığı yeni strateji, “Ulusal Güvenlik Doktirini”ydi. Doktrin özünde: uluslararası komünizmin hedeflerine ulaşmak için toplumu içten çökertmeyi hedeflediğini belirtiyor, bu iç düşmana karşı her türlü yöntemin kullanılması gerekti­ ğini savunuyordu. Bu söylemin anlamı şuydu: İşkence, si­ lahlı kuvvetlerin kumandasında her düzeyde paramiliter grupların faaliyetlerinin önünün açılması, rejim karşıtları­ nın öldürülmesi ve uluslararası düzeyde silahlı kuvvetlerin ortak çalışması, koordineli imha politikalan. Bunun ya­ nında doktrin uyarınca orduya yalnızca bir baskı aracı misyonu yüklenmiyor, yeni sosyal roller veriliyordu. Or­ du, askeri diktatörlükler kurmakla devletin tüm fonksi­ yonlarını üstleniyordu. Latin Amerika’da Küba Devrimi’nin yarattığı ana­ for, 1962 yılında Fransız sömürgeciliğine karşı gerçekleşen Cezayir Devrimi’yle birleşince, kıta ölçeğinde kitlelerin uyanışı ve yeni bir toplumsal gelecek arayışı hızlandı. ABD’nin emperyalist politikalarına ve yerli oligarşik güçle­ re karşı kitlelerin bu uyanışı, bir umut hareketi olarak, hem askeri hem de politik savaş stratejisiyle hareket eden gerilla güçlerinin doğuşunu beraberinde getirdi. Küba Devrimi, geleneksel solun komünist partilerde kendini simgelediği muhafazakar, pro-sovyetik ideolojikteorik, politik-pratik çizgisini rafa kaldırırken, silahlı mü­ cadelenin emperyalizm yanlısı rejimleri yıkmanın etkili bir yolu olduğunu gösterdi. Bu gelişme, parti ve devrim anla­


yışı, çalışma tarzı ve tarih tezlerinde bir rönesanstı ve ken­ dini pro-sovyetik politikalara angaje etmiş geleneksel sola net bir cevaptı. Küba Devrimi’ni izleyen Cezayir Devrimi ise gerilla sa­ vaşı tekniğine yeni donanımlar kazandırdı. Cezayir şehrin­ de gerçekleştirilen şehir gerilla mücadelesi, başta Urugu­ ay’da ve Brezilya’da estetik, romantik ve mükemmele ya­ kın olarak hayata geçirildi. Özellikle kıta ölçeğinde devrim perspektifiyle hareket eden Che Guevara’nm Bolivya mer­ kezli gerilla mücadelesi başlatması dünyada olduğu kadar Latin Amerika’nın bütün ülkelerinde sol güçlerin sempati­ sini kazandı. Ve yine hemen hemen Güney Amerika dahil, Orta Amerika’da bulunan her ülkede hayata geçirildi. Bu gelişme bir anlamda Ulusal Güvenlik Doktrini?ne halkların cevabıydı. Fakat 1960’lı yıllarda gerilla hareketle­ rinin ortaya çıkışma karşı, ABD’nin yanıtı da uzun sürme­ di. Ayaklanmaya Karşı Mücadele Konsepti olarak adlandı­ rılan yeni kontr-gerilla taktikleri, aslında Ulusal Güvenlik Doktrini’nin ek unsurlarla genişletilmesini içeriyordu. Ayaklanmaya Karşı Mücadele Konsepti, gizli servislerin geliştirilip, güçlendirilmesi, baskı metotlarının daha rafine olarak kullanılması ve medyanın etkin bir ideoloji üreten mekanizma haline getirilmesi ve temelde sokağın bütü­ nüyle kontrol altına alınmasını ve esas olarak insan beyni­ nin kazanılmasını hedefliyordu. Artık yeni fetih alanlan insan beyniydi. Sistemli bir şekilde uygulanan baskı, şid­ det ve zorun fiziken yıktığı bünye, beyinlerin fethedilmesiyle pekiştirildi. Bazı durumlarda yeni konseptin yanı sı­ ra İlerleme İçin İttifak politikaları da hayata geçirilmektey­


di. Örneğin Guatemala ve El Salvador’da toprak reformu kısmi de olsa uygulandı. Ama yeni konsept en ince ayrın­ tısına kadar hesaplanıp, hayata geçirildi. Amaç: gerillanın hareket ettiği, varlık zemini bulduğu ortamı yani suyu ze­ hirlemekti ve suyun zehirlenmesi doğrultusunda etkin kontr-gerilla teknik ve taktikleri geliştirildi. Çünkü umudun kök saldığı, boy verdiği toprak çürütülürse, umudun hareketlerini de boğmak kolaylaşacaktı. Bu anlamda umudun üretildiği kalplere hançer sokulur­ ken, umudu örgütleyecek beyinlerinin iğdiş edilmesi, öl­ dürülmesi, en azından etkisiz bırakılması yönünde politi­ kalar izlendi. Ulusal Güvenlik Doktrini ve Ayaklanmaya Karşı Müca­ dele Konsepti en etkin bir şekilde Uruguay’da hayata geçi­ rildi. Uruguay, ulusal ekonomisinin az gelişmişliğine ve Ame­ rikan tekellerine sunabileceği pek fazla bir şey olmamasına karşın “ABD büyükelçiliğinin gölgesinde” yönetilen bir ül­ keydi. 1966’da MLN-Tupamarolar’m kuruluşu ve Cezayir Savaşı’ndan esinlenilerek gerçekleştirdikleri şehir gerilla eylemleri Uruguay’da demokrasi güçlerinin mücadelesinin gelişmesini sağladı. Egemen güçlerin tüm aczlerini ortaya çıkaran Tupamarolar, estetize edilmiş şiddet yöntemiyle Uruguay halkının sempatisini kazandı. Etkinliklerinin do­ ruk noktasında 10 bini aşkın militana sahip olduğu varsa­ yılan Tupamarolar, şehirleri işgal edecek güce ulaştı. Bu gelişmeler üzerine, egemen güçler ülkede savaş du­ rumu ilan ederek, tam bir polis devleti kurdu. Polis devle­


tinin sistematik baskı dalgası sonucu, Tupamarolar 1972 yılında yenildi. 1973’te ordu, CIA kontrolünde, askeri bir darbeyle iktidara el koydu. Darbeye karşı işçi sınıfı iki haf­ talık genel grev yapmasına rağmen, başarılı olunamadı. Tüm sol ve sendikal örgütlenmeler yasaklandı. Ülke de her elli kişiden biri (50,000 kişi) tutuklandı, ağır işkence­ den geçirildi. Özel yetiştirilmiş psikologlar timi “bilimsel” yöntemlerle tutsakların kişiliklerim yok etmeye çalıştı. ABD’li ve Brezilyalı işkence uzmanlan ülkede aktif “görev” yürüttü. Uruguay’da belirgin bir şekilde yürütülen yeni konsept, bir anlamda eşgüdümlü bir şekilde Latin Amerika’nın bü­ tün ülkelerinde hayata geçirildi. Aslında Uruguay öncesi ilk adım Bolivya’da 1971’de atılmıştı. Ama sürecin başını 1964 Brezilya’ya kadar götür­ mek mümkündür. Her ülkenin kendine has özelliklerine bağlı olarak bazı farklı yöntemler hayata geçirilse de, yeni konsept, Ulusal Güvenlik Doktrini’nin merkezi unsurları olan ölüm man­ gaları ve işkenceyi etkin olarak kullanması yanında, geril­ la hareketini parçalamayı, umut hareketi olma özelliğini yitirterek, kriminal bir yapıya dönüştürmeyi ve savaşı kit­ lelerden kopmuş bir aparatla (gerillayla) başka bir aparat (devlet) arasında savaşa dönüştürmeyi hedeflemekteydi. Hedef, neo-liberal politikaların etkin bir şekilde hayata geçirilmesi için tüm muhalif unsurların yok edildiği bir or­ tamın yaratılmasıydı. Ama bu ortam, yalnızca halk hare­ ketleri tarafından tehdit edilen burjuva düzenini yeniden kurmakla sınırlı kalmıyordu, asıl istenen yeni bir toplum


modeliydi. Bunun gerçekleştirilmesi içinde generallerin ya da karanlığın efendilerinin, ülkeyi karanlığın hükümdarlı­ ğı altına sokmaları gerekti. Yani askeri faşist diktatörlükle­ rin kurulması... Bolivya bu sürece 1971’de girdi. Tarihi boyunca onlar­ ca darbenin yaşandığı bir ülke için 1971 darbesi “yeni bir şey değildi”. Fakat yeni olan askeri diktatörlüğün, IMF ve Dünya Bankası güdümlü politikaları eski darbecilerden daha etkin, katı bir şekilde uygulamalan ve politikalar so­ nucu devrimci-radikal bir geçmişe sahip olan ve ülkenin siyasal tarihinde etkin rol oynayan, maden işçilerinin ve sendikal örgütlenmelerinin özelleştirme dalgasıyla tasfiye edilmesiydi. Ülkenin hızla narkotik bir ekonomi içine çekilmesi, devlet/toplum/birey ilişkilerini alt üst ederek “yeni toplu­ mun” zeminlerini yaratmıştı. Çünkü Ayaklanmaya Karşı Mücadele Konsepti?nin stratejik adımlarından biri, askeri zordan sonra ekonomik zorun gelmesiydi. Bolivya’da bu yönde önemli adımlar atıldı. Honduras’ta ise böylesi bir adım 1972’de atıldı. ABD’nin muz cumhuriyetine dönüştürülen Honduras, bir anlamda United Fruit Co. tarafından yönetilmekteydi. Honduras devleti, 1903, 1907, 1919, 1924, 1934’te çeşit­ li bahanelerle Amerikan deniz piyadeleri tarafından işgal edildi. Bir anlamda Amerikan deniz piyadelerinin “üssü” haline getirilen Honduras’da, 1972’de anayasa geçersiz ilan edildi, parlamento ortadan kaldırıldı. Ordu bir müd­


det sonra kendi politik organı gibi hareket eden, Ulusal Parti’yi devreye soktu. Yine de kritik noktaları elinde tut­ maya devam etti. ABD’yle sıkı işbirliği politikası ordu ara­ cılığıyla hayata geçirildi. Şili bu sürece, 11 Eylül 1973’te Pinochet darbesiyle da­ hil oldu. Şili’de II. Dünya Savaşı’nm sonunda demokratik güçle­ rin gelişimi gözlendi. 1946’da yapılan seçimlerde -Komü­ nist Partisi’nin etkin rol aldığı demokratik örgütlerin desteğiyle-radikal Gonzales Videla başkan oldu. Videla’nm iktidara gelmesi, Şili oligarşisinin geleneksel partilerinin yenilmesi anlamı taşımaktaydı. Komünistlerin de katıldığı bir hükümet kuruldu. Bu gelişme yalnızca Şi­ li tarihi açısından değil, Latin Amerika tarihi açısından da önem taşımaktaydı. ABD’den ve gerici güçlerden tepkile­ rin gelmesi gecikmedi. 1947’de yoğunlaşan baskılar sonu­ cu Videla, Komünist Parti üyesi bakanlan kabineden uzaklaştırdı. Hükümet, Komünist Parti’ye yönelik tutukla­ ma kampanyası başlattı. ABD güdümlü politikalar izlen­ meye başlandı. Silahlı kuvvetlerle Pentagon arasında aske­ ri anlaşmalar imzalandı. Videla’nm gerici politikası, halefi Carlos Ibanez (19521958) tarafından da aynen uygulandı. Ibanez, başta ABD olmak üzere emperyalist güçlere önemli tavizler verdi. Ülke ekonomisi yabancı tekellerin eline geçti. Şubat I956’da bazı partiler bir araya gelerek sosyal ve ekonomik reformların yapılmasını, demokratik bir rejimin kurulma­ sını ve Şili’nin ulusal bağımsızlığının güçlendirilmesini


amaçlayan bir programı kabul ettiler. Ve Halkın Hareketi Cephesi’ni kurdular. Cephe, “Demokrasiyi Savunma” adındaki anti-demokratik yasayı yürürlükten kaldırmayı başardı. 1958 seçim­ lerinde aktif rol oynadı. Sağın desteklediği Jorge Alessandri’ye karşı, Sosyalist Parti başkanı Salvador Alende’yi baş­ kan adayı gösterdi. Ailende, 24 bin oy az almasından do­ layı seçimleri kaybetti. Alessandri, emperyalizmle işbirliği politikasını derinleştirdi. 1964

başkanlık seçimleri çeşitli sınıf çatışmalarına sah­

ne oldu. Cephe Allende’yi yeniden aday gösterdi. Ailende seçimleri kaybetti. Hıristiyan demokrat Edvardo Frei seçimleri kazandı. Allende’nin aldığı yüksek oy, Şili’de demokrasi güçlerinin geliştiğini ve güç kazandığını ortaya koydu. ClA’nın Hıristiyan Demokratlara, Allende’nin seçilme­ sini engellemek için finansal destekte bulunduğu sonra­ dan ortaya çıktı. 1970’de buıjuvazi ve bağlaşıkları Jorge Alessandri’yi önerdi. Solun cephesi olan Unidad Popular-Halk Birliği, Allende’yi destekledi. ITT, Allende’nin iktidan almasını engellemek için CLA’ ya 1 milyon dolar verdi. Yine de Ailende seçimleri kazan­ dı. Ailende, bir Şilili olarak ülkenin bağımsızlığı ve de­ mokratikleşmesi doğrultusunda önemli adımlar attı. Bü­ yük toprak sahiplerinin topraklarına el konulup, topraksız köylülere dağıtıldı. Şili’nin ekonomik can damarı bakır madeni dahil, 200 stratejik işletme, banka ve ticari kuru­ luş devle tleştirildi.


Şili, özgürlüğün ve eşitliğin simgesi bir ülke oldu. Allende’nin yanında “Şilinin çocukları” olan MİR - devrimci Sol Hareket vardı. Guevarist geleneğin Şili özgülünde bi­ çim alışı olan MIR, şehirlerin yoksul mahallelerinde ve ge­ leneksel solun ihmal ettiği kırlarda ve işçi sınıfının güven­ cesiz kesimlerinde ve genç sanayi işçileri arasında hızla güçlendi. Şili’de kitlelerin özgücünü gösteren özyönetim organla­ rı kuruldu. Bu gelişmeler başta ABD ve Şili’nin gerici güç­ leri tarafından “nefretle” karşılandı. Şili Devrimi’nin boğul­ ması için yoğun karşı devrimci kampanyalar organize edil­ di. Bankalar kredi taleplerini reddetti, madenlerdeki tek­ nik personel kışkırtmalar sonucu işlerini terk etti. ABD’den gelen yedek parça ve malların Şili’ye girişi dur­ duruldu. Mal stoku yapıldı ve karaborsanın yaygınlaştırıl­ ması amacıyla ekonomik sabotaj hareketlerine girişildi, iş­ veren örgütleri ulaşımı ve ticareti felç etmek için grevler örgütledi. CIA tarafından finanse edilen paramiliter faşist örgütler silahlı tedhiş, provokasyon ve suikast girişimle­ rinde bulundu. ABD, Şili ordusunu karşı devrime hazırla­ mak için 45 milyon dolar finansal destek yaptı. Bütün bu çabalar sonuçlarını 11 Eylül 1973’te verdi. Pinochet liderliğinde ordu, 11 Eylül’de gerçekleştirdiği bir “Kara Darbe”yle iktidara el koydu. Ailende başkanlık sarayında katledildi. Ailende demokrasi, özgürlük ve eşit­ lik kavgasını yaşamının son dakikalarına kadar elinde sila­ hıyla sürdürdü Pinochet, ülkede yoğun bir şiddet dalgası başlatarak, katliamlara girişti. Bu katliamlar sonucu 30 bin muhalif


yaşamını yitirdi. CIA denetimi ve yönlendirilmesiyle ger­ çekleştirilen operasyonlar sonucu, darbeye onay veren Hı­ ristiyan demokratlar dahil her düzeydeki muhalif güç, ki­ şi, örgüt şiddetle dağıtıldı. Şili koca bir hapishaneye ve işkencehaneye çevrildi. Askeri zoru, ekonomik zor izledi. ABD’nin yeni konseptine Uygun “yeni toplum”; kan, göz­ yaşı, zulüm ve şiddet üzerinde inşa edilmeye çalışıldı. Kriminallerin elitleştiği, elitlerin kriminalleştiği bir sürece gi­ rildi. Ekonomik zor, en radikal biçimde neo-liberal politi­ kaların uygulanmasında kendini dışa vurdu. Pentagon ve CLA kendi emir eri olan Pinochet sayesinde Şili’yi Beyaz Saray’ın arka bahçesi haline getirdi. 1973’te büyüme gösteren sanayi işletmelerinin % 4 0 ’ı seksenli yılların sonunda iflas etti. Özelleştirme politikala­ rıyla Andlar ülkesi kelepir fiyatına satışa çıkarıldı. Sosyal güvenlik sistemi, elektrik şirketleri, benzin istasyonları, te­ lekomünikasyon ve demiryolları özelleştirildi. Altın, gü­ müş, bakır madenleri; petrol, doğal gaz ve lityum yatakla­ rı, uluslararası tekellere satıldı. Havayolları, barajlar, or­ manlar ve denizler de dahil her şey satılığa çıkarıldı. ABD’nin desteklediği Pinochet, kan üzerinde diktatörlü­ ğünü sürdürürken ülkenin her karış toprağını emperyalist güçlere peşkeş çekmekten uzak durmadı. Ama Şili halkı katliamlan, zulmü, işkenceyi, vatan topraklarının satılma­ sını “asla unutmadı, asla affetmedi”. Pinochet arkasında ordu ve gerici güçler olmasına rağmen yargılandı. Diktatör yargılanma sürecinde rahatsızlığını (bunadığını) ileri süre­ rek, af diledi.


Peru’da -ülkenin tarihsel, sosyal, siyasal yapısına bağlı olarak Şili’de yaşananlar boyutunda olmasa da- aynı tarih­ lerde (1975’te) Amerikan müdahalesiyle karşılaştı. Peru’nun yabancı tekeller tarafından sömürülmesi 1850’lere dayanmaktadır. ABD’nin Peru’daki hegemonya­ sı 20. yüzyılın başlarında hızla arttı. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Peru’da faaliyet yürüten uluslararası te­ keller içinde ABD patentliler belirleyici hale geldi. Bunun çarpıcı örneği diktatör Manuel Odrial döneminde yaşandı. Daha önce Amerikan şirketlerinin denetiminde olan 26 bin hektarlık toprak, Manuel Odrial zamanında 4 milyon hektara çıkarıldı. 1968’de general Juan Velasco Alvarado iktidan ele ge­ çirdi. Bir dizi “reform” hareketi başlattı. Bunlar içinde en önemlileri petrol kuyuları, kuruluşları ve rafinelerinin ulu­ sallaştırılması oldu. 1969’da çıkarılan toprak reformuyla 10 bin köylüye üç milyon hektar toprak kamulaştınlarak, dağıtıldı. Aynı yıl Amerikan askeri misyonu ülkeden atıl­ dı. Amerikan şirketi Cerro de Parco Corporation kamulaştınldı. Peru’nun karasuları sahası 200 bin mil genişletildi. Bu gelişmeler üzerine ABD, CIA aracılığıyla ülkedeki gerici güçleri ve basını harekete geçirdi. Ekonomik kay­ naklara yönelik yoğun sabotaj eylemleri gerçekleştirildi. ABD’nin yaptırımları ve ekonomik ambargo politikalan yoğunlaştı. ABD, Peru pamuk ithalatını 25.000’den 9000 kentale indirdi. Ekonomik şantajları, kredilerin azaltılması izledi. Ve silahlı müdahale tehditlerinde bulunuldu. Eylül 1975’te Francisco Morales Bermudez liderliğinde kanlı olmayan bir darbe yapıldı. Bermudez, Peru’daki de­


mokratikleşme sürecini durdurarak, ABD’nin çıkarları doğrultusunda politikalar izlçdi. IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri harfiyen yerine getirildi. Aynı dönemde toplumsal muhalefet hareketinde önemli yükselişler ya­ şandı. Aydınlık Yol ve Guevarist MRTA’nm yerli gerici güçlere ve ABD emperyalizmine karşı silahlı mücadelesi gelişti. Gerilla hareketlerinde yükseliş, CIA’dan eğitim alan kontr-gerilla güçleri tarafından engellenmeye çalışıldı. Bu yönde ölüm mangalan devreye sokuldu. Özellikle Peru kı­ rı, ölüm mangalarının “pratik yaptıkları” alanlara dönüştü­ rüldü. Katliamlar ve işkenceler birbirini izledi. Arjantin’de, Ayaklanmaya Karşı Mücadele Konsepti?ne bağlı “karşı devrim” süreci, 1976’da ordunun gerçekleştir­ diği darbeyle başladı. ABD’nin bütünüyle denetiminde gerçekleşen darbe sonrasında, ülke faşist politikaların en vahşi ve kanlı olarak uygulandığı bir işkence merkezi ha­ line getirildi. ABD’nin, Aıjantin’e yönelik ilk saldırısı 1831’de ger­ çekleşti. Deniz piyadeleri, Soledad Limanı?na çıktı ve şeh­ ri bir savaş alanına çevirdi. İngiltere, bu gerilimden yarar­ lanarak, Falkland diye yeni isim taktıkları Malouines Adaları’nı 1833’te işgal etti. (Aynı ada 150 yılı aşkın bir süre sonra, Ingiltere’yle Aıjantin’deki diktatörlük rejimi arasın­ da savaşa neden olacaktı.) General Juan Domingo Peron 1943’de çalışma bakanlı­ ğına getirildi. 1946’da devlet başkanlığına seçildi. Peron popülist ve milliyetçi politikalar izledi. Bu politikalar so­ nucunda, II. Dünya Savaşı sonrası gelişmelerin de etkisiy­


le, halkın yaşam standartlarında önemli iyileşmeler sağlan­ dı. Özellikle çıkarılan sosyal mahiyetteki yasalar kitleler nezdinde Peron’un efsaneleşmesini sağladı. 1950’lerden sonra

Peron

milliyetçi

yaklaşımlarını

terk

ederek

(1949’daki ekonomik krizin etkisiyle), ABD’den 125 bin dolarlık ekonomik yardım aldı ve Standart Oil of California şirketiyle bazı anlaşmalar yaptı. 1955’te Peron askeri bir darbeyle yıkıldı. Peron, Franco Ispanya’sına sürgüne yollandı. Ordu, Peron’un Üçüncü Yol diye tanımladığı politikalan reddederek, Ulusal Güvenlik Doktrini çerçevesindeki politikaları gündemine aldı. 1958’de Peronist Arturo Frandizi devlet başkanlığına seçilse de, ordu Frandizi’nin göreve gelmesini engelledi. General Juan Ongania’nm liderliğinde bir askeri cunta hükümeti kuruldu. Üniversiteler ve sendikalar ordunun tam denetimine bırakıldı. Uygulanan liberal politikalar so­ nucunda devlet şirketleri özelleştirildi. Aynı süreç Arjan­ tin’de yeni sol grupların ve birçok gerilla grubunun oluş­ masını beraberinde getirdi. Daha sonraki yıllarda, bu yapılar içinde öne çıkan örgüt PRT-Devrimci İşçiler Partisi oldu. Aynı yapı, 1970’te yaptı­ ğı kongrede Vietnam pratiğini emsal alarak ERP-Halkm Devrimci Ordusu adında askeri bir örgütlenmeye gitti. 1973’te sürgünden dönen Juan Peron yeniden devlet başkanlığına seçildi. Peron dış politikanın demokratikleş­ mesi, ulusal bağımsızlığın savunulması, sosyalist ülkelerle iyi ilişkilerin kurulması gibi adımlar attı. Şili’de Pinochet darbesinden kaçan 70,000 Şililiye sığınma hakkı tanıdı. Küba’ya ekonomik, teknik ve malzeme yardımında bulun­


du. Çıkardığı afla, siyasi tutuklulan serbest bıraktı. Pe­ ron’un “radikal milliyetçi” politikalarından dolayı, ABD’yle Arjantin ilişkileri gerginleşti. 1974’te Peron öldü ve yerine eşi Isabel Peron seçildi. Isa­ bel Peron çelişkili politikalar izledi. Gerici güçlerin tepkile­ rinin yükseldiği bu dönem, bir anlamda “iktidar boşluğu’nun yaşandığı yıllardı. Yeni hükümet arayışları hızlandı. Aynı koşullarda ordunun askeri darbe hazırlıkları yoğunlaş­ tı. Ordu, 1976’da yönetime el koydu. Askeri yönetim, he­ men Beyaz Saray tarafından tanındı. Ordu Ayaklanmaya Karşı Mücadele Konsepti ışığında, 20. yüzyılın en vahşi kat­ liamlarını gerçekleştirdi. Baskı dalgası, özellikle 1977-1980 arasında en şiddetli biçimde yürütüldü. Arjantin ölümlerin ve kayıpların ülkesi haline geldi. 30 binin üzerinde muhalif “kaybedildi”. Binlerce insan tutuklanıp, cezaevine konuldu. Aıjantin, başta Buenas Aires olmak üzere, seyyar işkencehanelerin kurulduğu “modem” Auschwitz haline getirildi. Cunta sonrasında ortaya çıkan itirafçı subaylan ifadele­ rinden anlaşıldığı kadarıyla, önce muhalifler yoğun işken­ ceye tabi tutularak uzun bir sorgulama döneminden geçi­ yor, daha sonra ya iğne yapılarak askeri uçaklara bindirili­ yor, buradan okyanusa atılıyor, ya da Arjantin'in çöl böl­ gelerinde öldürülerek, topluca gömülüyordu. CIA’nın “çocukları” Arjantin’de “yeni bir toplum” yarat­ mada faal olarak görev aldı. Arjantin’i bir cinnet toplumuna dönüştüren askeri diktatörlük, uluslararası kamuoyu tarafından lanetlendi. Cuntanın faaliyetlerinin ayyuka çık­ ması karşısında, ABD yönetimi cuntayla arasına mesafe koymak zorunda kaldı.


Askeri diktatörlük, bu imha politikaları yanında, neoliberal bir ekonomi modelini yürürlüğe koydu. Ücretler üç ay donduruldu, fiyatlar serbest bırakıldı. Arjantin parası peso % 80 oranında değer kaybetti, çokuluslu şirketlere Arjantin pazarı bütünüyle açıldı, on binlerce memur işten çıkarıldı, reel ücretler % 50 oranında düşürüldü, iç pazar daraldı, sanayi işçilerinin sayısı % 40 oranında düşerken, sanayi üretimi % 20 oranında geriledi. Arjantin, uluslararası tekellerin ucuz emek cenneti ha­ line getirildi. Fakat her şeye rağmen Kayıp Anneleri oğullarını, kızları­ nı, eşlerini, torunlarını inatla aramayı sürdürerek, öfkenin ve umudun yavaş yavaş birikmesini sağladı. Kayıp aileleri­ nin mücadelesi, Arjantin’de demokrasi mücadelesinin en te­ mel halkasını oluşturdu. 1983’te cuntanın yıkılıp, rejimin restorasyonunun bir uzantısı olarak Raul Alfonsin’in devlet başkanlığına gelmesinde bu birikimlerin önemi oldu. Kayıp Anneleri hala çocuklarını, yani Arjantin’in geleceğini arama­ ya ve sormaya devam ediyor. Öfke ve umutla... Türkiye’deki 24 Ocak 1980 ekonomik kararlan ve onun bir devamı olan 12 Eylül darbesini, Ulusal Güvenlik Doktri­ ni ve onun bir ek unsuru olan Ayaklanmaya Karşı Mücade­ le Konsepti?nin bir uzantısı olarak değerlendirmek gerekir. Bunu, 1975-1980 döneminde Türkiye halkının tarihin­ deki en önemli atılımı olan kendi geleceğini ellerine alma isteğine karşı, egemen güçlerin uyguladığı kontr-gerilla yöntem ve tekniklerinde, 12 Eylül askeri rejiminin politi­ kalarında yakalayabiliriz.


Ülkenin kan gölüne, işkencehaneye, cezaevine çevril­ mesini kayıplar ve “faili meçhul” cinayetler izlemiş, askeri zoru ekonomik zor takip etmiştir. 24 Ocak kararlarıyla uygulamaya konulan neo-liberal politikalar, cunta döne­ minde rayına oturtulmuş, 12 Eylül’ün sivil uzantısı olan Özal hükümetleri döneminde ise sistemleştirilmiştir. Tür­ kiye’de “yeni toplum”, yukarıda belirttiğimiz ülkelerden pek fazla ayrılığı olmayacak bir şekilde inşa edilmiştir.



HALKLAŞAN GERİLLA, GERİLLALAŞAN HALK: VİETNAM

Vietnam savaşı yenilgisi, ABD’nin tarihinde yaşadığı en büyük darbelerden biri oldu. Ulusal Güvenlik Doktrini’nin ve devamı olan Ayaklanmaya Karşı Mücadele Konsepti?nin geliştirilmesinde, Vietnam Savaşı önemli bir yer teşkil etti. Vietnam bir anlamda ABD’nin yeni dönem em­ peryal müdahale politikalarında hem pratik deneyimler kazandığı, hem de yeni stratejiler belirlediği coğrafya oldu. Vietnam savaşı ve yenilgisi, ABD’de şok yaşanmasına neden olurken, aynı zamanda yeni bir sürecin -yeni hegemonik politikalar geliştirme sürecinin- kapılarını araladı. Vietnam halkı, Ho Chi-Minh önderliğinde, Ulusal Direniş Hareketi’nin Fransız sömürgeciliğine karşı yürüttüğü uzun mücadele sonucunda, Eylül 1945’de, bağımsızlığını ilan etti. Vietnam Devrimi’nin 1945’deki zaferinden sonra, ABD’nin denetimi ve yönlendirmesiyle ülkenin kuzeyi Ge­ neral Lou Han tarafından, milliyetçi Çin ordusunun 200 bin kişilik desteğiyle istila edildi. Eylül 1946’da, Amerikan 7. filosu tarafından Hauphong bombalandı. 1950’de ABD,


Fransızlara askeri yardımı artırdı. Aynı yıl içinde ABD uçak gemisi Saygon limanına demir attı. 1953-1954 yılla­ rı içinde ABD’nin Fransa’ya yardımı en yoğun biçimini ka­ zandı. ABD savaş giderlerinin % 80’ini karşılamaktaydı. Her şeye karşın Vietnam halkı, Fransız sömürgecilerini 1954 yılında stratejik olarak yenilgiye uğrattı. ABD’nin sabote etme çabalarına rağmen Hindiçin soru­ nu, Temmuz 1954’de toplanan Cenevre Konferansı’nda ele alındı. Konferansta, Vietnam’ın 17. paralelde iki ayrı devlet şeklinde bölünmesi kararlaştırıldı. Ve bu bölünme­ nin ortadan kaldırılıp, birleşmenin sağlanması için 1956’da özgür seçimlerin yapılması kabul edildi. Konfe­ rans, ayrıca Vietnam, Kamboçya ve Laos’un bağımsızlığı­ nın ilgili devletlerce tanınma yükümlülüğü getirdi, ilgili devletlerin, bu ülkelere askeri yardım ve personel sevkıya­ tı yapmaları yasaklandı. ABD söz konusu anlaşmayı imzalamadı ve hiçbir hük­ münü yerine getirmedi. Vietnam’ın birleşmesini sağlaya­ cak seçimler yaptırılmadı. ABD, Güney Vietnam’da iktidara Ngo Dinh Diem kuk­ la hükümetini getirdi. Güney Vietnam’ı böylece dominyonlaştıran ABD, burayı Kuzey Vietnam’a saldırmak için atlama taşına dönüştürdü. 1960’lann sonuna kadar Güney Vietnam ABD’nin aske­ ri üssü haline getirildi. ABD, bölgeye 200 bin askerini yer­ leştirirken, 57 havaalanı yaptı. Askeri ve siyasi danışman­ larını on kat artırdı (200’den 2 0 0 0 ’e çıkardı). Güney Viet­ nam ordu birlikleri bizzat ABD’li generaller tarafından yö­ netilmeye başlandı.


Aralık 1960’ta Güney’deki Vietnam halkı, Güney Viet­ nam Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni kurdu. Cephe, ABD ve iş­ birlikçi güçlere karşı tarihin gördüğü en mükemmel geril­ la savaşını organize etti. ABD’nin “muazzam gücü”, halkıy­ la bütünleşmiş gerilla gücü karşısında acz içinde kaldı. ABD, gerilla savaşma karşı en “modem” kontr-gerilla yön­ temleri kullanmaya başladı. Vietnam köylüleri “savunma köyleri’ atlı altında toplama kamplarına yollandı. Böylece gerillayla halk arasında bağ koparılmaya, gerillanın yaşadı­ ğı “su” zehirlenmeye çalışıldı. Halka yönelik sistemli iş­ kence ve katliamlar gerçekleştirildi. ABD tam bir jenosit politikası uyguladı, yine de başarılı olamadı. ABD’nin Güney Vietnam’a askeri yığmağı olağanüstü boyutlara ulaştı. Havaalanı, deniz üssü, savaş gemisi, uçak ve helikopter sayısı hızla çoğaldı. 1960’da, Güney Viet­ nam’da 260 bin olan asker sayısı, 1972’de 1 milyon 100 bine çıktı. 1969’da Güney Vietnam’da bulunan ABD’li as­ ker sayısı ise 543 bine yükseldi. Ayrıca bölgedeki gerici re­ jimler, Güney Vietnam’a “lejyoner” birlikler yolladı. Gü­ ney Kore 50 bin, Tayland 12 bin, Avustralya 8 bin, Yeni Zelanda bin askerini Güney Vietnam’a, ABD ordusunun saflarında savaşmaya yolladı. Güney Vietnam, en modern silahlarla donanmış savaş makinesi haline getirildi. Napalm, fosfor bombaları, zehir­ li gazlar, kimyasal silahlar ve yaprak dökücü ve zehirli ot ilaçları Vietnam halkı ve topraklan üzerinde amansızca kullanıldı. Vietnam’ın her karış toprağında Amerikan bombaları patladı. Vietnam halkı direniş savaşını yılma­ dan sürdürdü. Son My-My-Lai, Bien-Hoa, Troung Khann,


Ba Lang An katliamları uluslararası kamuoyunun gözlerin­ den saklanamadı. Vietnam halkı yılmadan, usanmadan ve çok büyük be­ deller ödeyerek, ABD emperyalizmini ve yerli işbirlikçile­ rini ülkelerinden söküp attı. Ve 21 Eylül 1977’de Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler’in üyesi oldu. ABD, 1963-1973 arasında süren savaş boyunca jenosit politikaları izledi. Bu politikalar sonucunda 4,5 milyon si­ vil Vietnamlı öldü ve yaralandı. Bunun yanı sıra, 93 bin Kuzey Vietnam askeri ve 45 bin Amerikan askeri öldü. ABD ulusal tarihinin en büyük yenilgisini Vietnam’da yaşadı. “Go Home” sloganı, tüm dünya halklarının ABD emperyalizmine karşı kullandığı bir şiara dönüştü. Vietnam Savaşı, tüm ezilen ve sömürülen halkların em­ peryalizme karşı yürüttüğü mücadeleye güç verdi. 1968’de, kapitalizmin modem yaşamına karşı, kolektif ayağa kalkışın beslendiği ana eksenlerinden biri, Vietnam halkının direniş savaşı oldu. Emperyalist-kapitalist siste­ min açık yüzü Vietnam’da bütün çıplaklığıyla ortaya çıkı­ şı, dünya çapında anti-kapitalist mücadelenin gelişip, güç­ lenmesine yol açtı. Kuzey Afrika’dan, Latin Amerika’ya, • « Uzakdoğu’dan, Avrupa’nın merkez ülkelerine kadar antikapitalist ve anti-emperyalist mücadelenin gelişmesine olanaklar sundu. Dünya halklarının gücü karşısında em­ peryalizmin “kağıttan bir kaplan” olduğu ortaya çıktı ve en önemlisi her şeye ama her şeye rağmen başka bir dünya­ nın mümkün olabileceği bilinçlere kazındı.


“LANETLİLERİN” KITASI: AFRİKA

ABD, II. Dünya Savaşı’nm sonrasında Avrupa’yı politik ve ekonomik denetimi altına sokmayı, Sovyetler Birliği’ni kuşatmayı (bu süreç Soğuk Savaş’ı derinleştirdi) hesaplar­ ken, Afrika pazarını da ele geçirmeyi amaçladı. ABD, Afrika’ya yönelik projelerini daha savaş sürerken hayata geçirmeye başlamıştı. Bu yöndeki ilk adımları, Av­ rupa ülkelerinin geniş sömürgeleri olan coğrafyalarda, ulusal kurtuluş hareketlerini engellemek, kendi ekonomik ve nüfuz alanlannı genişletmek oldu. ABD, 1950’lere giril­ diğinde, Afrika kıtasındaki önemli madenlerin büyük bir kısmını kontrol edecek bir etki gücüne ulaştı. 1960’lı yıllar Afrika’nın uyanışını simgeledi. Birçok Af­ rika ülkesi, sömürgeci güçleri kovup, bağımsızlığını yeni­ den kazandı. ABD, Afrika kıtasında, Latin Amerika’ya ben­ zer politikalar izledi. Anti-emperyalist hükümetleri devir­ mek, başlıca hedefi oldu. Bu doğrultuda kendi işbirlikçisi olan güçlere askeri ve mali destek sağlayarak, iktidara ge­ tirmeye çalıştı. Devrimci hükümetlerin devrilmesi, ABD


tekellerinin arzu ve isteklerinin yerine getirilmesi için ka­ çınılmaz bir görevdi. Bu dönemde CLA, kıtadaki devrimci yapı ve önderlere karşı komplo, suikast hareketlerinde bulundu ve istihba­ rat çalışmaları yürüttü. 300 kişilik faal ajan ağı kurarak, fa­ aliyetlerini sistemleştirdi. ABD’nin Afrika’da ki ulusal kurtuluş hareketlerine kar­ şı, en önemli mücadele araçlarından biri de -tıpkı Ortado­ ğu’da İsrail’in yüklendiği misyonu üstlenen- Güney Afrika apartheid rejimiydi. Güney Afrika apartheid rejimi, Afrika’da bir karşı dev­ rim merkezi gibi misyon yüklendi. Bu yönde, ABD tarafın­ dan askeri ve mali yönden bütünüyle desteklendi. Güney Afrika devleti, Afrika’yı kapitalist etki alanında tutmak için militarize bir güç olarak konumlandı. Afri­ ka’daki bağımsızlık hareketlerim durdurmak ve Sovyet nüfuz alanlarını daraltmak hedefiyle faaliyetler yürüttü. ABD, Güney Afrika’da askeri üsler kurarak, kıtada ve yakın coğrafyalarda denetim kurmayı amaçladı. Ayrıca CIA ile Güney Afrika gizli servisi BOOS-Güvenlik için Güney Afrika Ofisi arasında sıkı ilişkiler kurularak, kıtanın bütü­ nüne yönelik karşı devrimci tertip ve komplolar düzenlen­ di. Aynı yılarda ABD’de ki ırkçı-faşist Ku Klux-Klan’la Gü­ ney Afrika’da ırkçı-faşist örgütlenme Vitkommando ara­ sında organik ilişkiler göze çarptı. Bununla birlikte, ABD’yle Güney Afrika arasında önemli ekonomik bağlantılar kuruldu. Güney Afrika’nın oldukça zengin krom, platin, vanadyum, bakır, elmas, al­ tın, uranyum, antimuan yataklarına sahip olması, ABD’nin


ilgisini çekmekteydi. ABD, kendisi için stratejik önem ta­ şıyan antimuan, uranyum, krom gibi madenleri, Güney Afrika’dan almaya başladı. Güney Afrika, General Motors, Ford Motors, General Electric ve Kennecott Cooper Corporation gibi ABD tekel­ lerin etkin faaliyet yürüttüğü coğrafyaya dönüştü. Apartheid rejiminin ayakta kalması için, CIA ve Penta­ gon aktif destekte bulundu. Ülke de, ırkçılık karşıtı halk hareketinin engellenmesi için yoğun şiddet politikaları ya­ nında, tam izolasyon politikalan hayata geçirildi. Ülke içinde ırkçılık ve şiddet politikaları, kıtanın diğer ülkeleri­ ne uygulanan dış politikayla beslendi. Güney Afrika, ABD’nin Afrika’daki tetikçisi, komplocu­ su, terör şebekesi gibi çalıştı. Güney Afrika, bölgesel emperyalist bir ülke gibi, hare­ ket edip, işgal ve ilhak politikaları uyguladı. Bu politikala­ rın arkasındaki direkt güç ABD’ydi. Namibya’nın işgali bu adımlardan biri oldu. Namib­ ya’nın ulusal gücü ve bir halk örgütü olan Swapo’nun ör­ gütlülüğü yok edilmeye çalışıldı. Her şeye karşın Swapo, askeri ve politik faaliyetlerini sürdürmeyi başardı. CLA, BOSS’la birlikte Mozambik’te ulusal demokratik hükümetin devrilmesi için organizasyonlar yaptı. 1980 yı­ lında Mozambik hükümeti bir CLA casusluk şebekesini or­ taya çıkardı. Kongo’nun devrimci lideri ve Afrika’da ulusal kurtuluş hareketlerinin sembolü olan Lumumba’mn öldürülmesi­ nin arkasında, CLA ve Amerikan elçisi bulunuyordu. CIA’nın “mavi ok” adıyla gerçekleştirdiği bu operasyona Ei-


senhower’m onay verdiği, sonradan açıklanan CLA belge­ lerinde ortaya çıktı. Lumumba’nın katledilmesi, Afrika’da ulusal kurtuluş hareketlerinin boğulması stratejisinin bir parçasıydı. Lumumba cinayetini, bir dizi ulusal kurtuluş mücadelesi önderine yapılan suikastlar izledi. 1983’te Mo­ zambik devlet başkam Samora Moisés Machel’e suikast düzenlendi. Suikast girişiminin sorumlusu olarak Güney Afrika gizli servisi şeflerinden biri tutuklandı. Zimbabwe hükümeti, ABD’nin hem kendi ülkesine hem de diğer Afrika ülkelerine yönelik baskı politikası izlediğini açıkladı ve ABD’yi Afrika Birliği toplantısında kınadı. 1984’de, daha önce adı Yukarı Volta olan ve Thomas Sankara’nm liderliğinde genç subaylarla gerçekleştirilen “sol” bir darbeyle adı Burkina Faso olarak değiştirilen ül­ kede, ABD’nin darbe girişimleri oldu. Yeni yönetim, CLA tarafından organize edilen hükümet darbesini engelledi. 1985’de, Mozambik’te S.M. Machel’e düzenlenen yeni bir suikast girişimi açığa çıkarıldı. 1986 yılında, Güney Afrika tarafından -ABD desteğiyle-Zimbabwe Cumhuriyetine yönelik çeşitli askeri komp­ lo girişimleri oldu. Güney Afrika benzer politikalarını An­ gola, Mozambik, Lesotho, Bostwana, Zambiya’ya karşı da uyguladı. Bu ülkelerde siyah çoğunluğa karşı, ırkçı politi­ kalar geliştirerek, paramiliter gruplar örgütleyip, bu grup­ ları destekledi. Etiyopya’da gerçekleşen devrimden sonra, ülkede 25 yıldan beri konuşlanan ABD birlikleri çekildi ve üsleri kal­ dırıldı. Temmuz 1977-Ocak 1978 arasında Etiyopya’da, devrimi boğmayı amaçlayan ABD emperyalizmi, Arap ge­


rici rejimlerinin desteğiyle Somali’yi bir vurucu güç gibi kullandı. Somali askeri birlikleri Etiyopya’ya girerek, 300 bin kmÇ’lik toprağı işgal etti. Fakat Etiyopya halkının iki aylık direnişi sonucu, Somali askeri güçleri Etiyopya top­ raklarından geri püskürtüldü. Benzer bir durum Angola’da da yaşandı. MPLA-Angola Halk Kurtuluş Hareketi önderliğinde, 27 Mart 1976’da, Angola’da ulusal demokratik nitelikli bir devrim gerçek­ leştirildi. Angola Devrimi’ne karşı emperyalist saldırılar durma­ dı. 1978-1980 arasında, Angola topraklan, Güney Afrika tarafından sürekli bombalandı. 1981’de, Güney Afrika açık işgale girişti. Hava kuvvetleri, Chibemba şehrini bom­ balayarak yerle bir etti. ABD, Güney Afrika aracılığıyla kıtada bağımsızlıkçı ve ulusalcı güçlere karşı saldırılarını yoğunlaştırdı. Aralık 1983’te, Güney Afrika birlikleri Angola’nın güneyine sal­ dırdı. Aynı yıl Güney Afrika, Namibya’daki askeri gücünü ve üslerini artırdı. ABD, Kuzey Afrika’daki gelişmelerde de etkin rol oyna­ dı. Örneğin Batı Sahra’da, Polisario gerillalarının mücade­ lesini engellemek için Fas’a önemli oranda askeri yardım­ da bulundu. Batı Sahra’da, Fas’ın işgalinin kurumsallaşma­ sı için düzenlemelere girişti. Camp David sonrası Kuzey Afrika’da aktif bir şekilde yer alan, Mısır, Batı Sahra’ya Fas birliklerinin yanında savaşması için 3000 askerini yolladı. Fas Kralı II. Hasan’m Batı Sahra halkına yönelik askeri saldınları, ABD’nin yeni bombardıman uçakları ve tanklar vermesiyle daha da yoğunlaştı. 1982 yılında, Fas kralına


yardım mahiyetinde 1000 Amerikan deniz piyadesi Fas’a çıktı. ABD’nin amacı: Batı Sahra’nın coğrafi konumundan yararlanmak ve yeraltı madenlerine, özellikle zengin fosfat ve uranyum yataklanna, el koymaktı. Bu nedenle, Fas tarafından Batı Sahra halkının toprak­ larından sürülmesine ve Polisario gerillalarına karşı yürü­ tülen kirli savaşa bütünüyle, destek verdi. Fas, Batı-Sahra’yı boydan boya kesen kilometrelerce uzunluğunda bir “utanç duvarı” inşa ederek. Sahra halkını sürgünde yaşayan, “ülkesiz bir halk” konumunu getirdi. ABD, Batı Afrika’da da, ulusal bağımsızlıkçı güçlere karşı, emperyalist müdahalelerde bulundu. Bu ülkelerden biri Afrika’da yeni sömürgecilik ilişkilerini analiz eden ve yeni sömürgeciliğe karşı aktif mücadele yürüten, Kwame N’Krumah’m ülkesi Gana’dır. N’Krumah’ın önderliğinde bağımsızlığını kazanan Gana, zengin altın, elmas madenle­ rine ve kakao gibi değerli tarım ürünlere sahip bir ülkedir. N’Krumah’m bağımsızlıkçı ve sosyalizm yanlısı politikala­ rından rahatsız olan ABD, 1966’da organize etliği bir dar­ beyle N’Krumah’m devrilmesini sağladı. 1981 ‘de Gana’da iktidarın Ulusal Savunma Konseyi’nin eline geçmesinden sonra, ABD yeniden müdahalelerde bulunmaya başladı. ABD’nin Orta Afrika’da da, -Çat’ta olduğu gibi- zengin maden yataklarının bulunduğu ülkelere yönelik, işgal, tehdit, komplo, darbe gibi karşı devrim politikalan kendi­ ni sık sık gösterdi. Afrika kıtası, ABD’nin emperyal laboratuarı işlevi ola­ rak kullanıldı. Özellikle stratejik önem taşıyan coğrafyalar­ da her türlü karşı devrimci yöntemi kullanan ABD, etnik


çatışmaları körüklemekten de uzak durmadı. Çıkarları için milyonlarca insanin birbirini boğazlamasına göz yum­ du. Hatta kitlesel katliamları teşvik etti. Somali’de olduğu gibi katliamları bilfiil kendi gerçekleştirdi. Somali’yi Ruanda izledi. Kongo’da, ABD destekli Mobutu rejiminin dev­ rilmesiyle başlayan savaşta, 2 milyon insan yaşamını yitir­ di. Arkasından Sudan bombalandı. Sudan’ın ilaç stokları­ nın yansından fazlası imha edildi. Sayısız insan öldürüldü. Bugün AIDS’ten, açlıktan, etnik katliamlardan kınlan Afrika kıtası “dünyanın lanetlilerinin” yaşadığı coğrafyaya çevrildi.



VAAD EDİLMİŞ TOPRAKLAR VE VATANSIZ BİR HALK

Ortadoğu’da ABD’nin hegemonyasını yayması, II. Dün­ ya Savaşı sonrasında gerçekleşti. Savaş içinde ve sonrasın­ da ABD, özellikle zengin hammadde kaynaklarına sahip ülkeleri denetimi altında tutmaya çalıştı. 1948’de İsrail devletinin kurulması, Ortadoğu’da ABD’nin bir mızrak ucuna sahip olmasını sağladı. İsrail, ABD’den 1948-1968 yılları arasında 7,5 milyar dolar alarak, Amerikan yardımı alan ülkeler içinde ilk sı­ raya yükseldi. Amerika ve İsrail’in ilişkileri ortak çıkarlara dayanıyordu. ABD’den aldığı askeri ve iktisadi yardımlar karşılığında İsrail, bölgede ABD’nin en önemli müttefiki olarak hareket ediyordu. Ortadoğu’nun jeo-stratejik, jeo­ politik ve jeo-ekonomik konumu emperyalist güçlerin iş­ tahını kabartıyor, bundan dolayı İsrail, ABD dahil bütün emperyalist güçlerin desteğini kazanıyordu. İsrail kendine biçilen misyonu çok iyi kavramıştı. 1951’de Ha’aretz gaze­ tesi İsrail’in konumunu açıkça dile getiriyordu: “İsrail’i güçlendirmek Batılı güçlerin Ortadoğu’da denge ve istikra­


rını korumalarına yardımcı oluyor... İsrail bir bekçi köpe­ ği işlevi görüyor. İsrail, komşulanndan biri Batı’ya karşı izin verilmeden daha öte bir saygısızlıkta bulunduğunda, bu ülkeyi cezalandırmakta tereddüt etmeyecektir.” Evet, İsrail, Ortadoğu’da ABD’nin bir bekçi köpeği gibi hareket etti. İsrail devletinin kurulmasından sonra, ırkçılık devletin resmi ideolojisi haline gelerek, devlet yapısında kurumsal­ laştırıldı. Siyonizm bir sömürgecilik hareketiydi. Klasik Avrupa sömürgeciliğinden farklı özellikleri olan Siyonizm, sömürgeleştirdiği ülkede yerel halkı sınır dışı etmeyi amaçlamaktaydı. Bu uygulama, İsrail devletinin hem ku­ ruluş öncesinde, hem de kuruluş sonrasında devam etti. Filistinliler kendi ülkelerinden sürülmeye, “transfer” edil­ meye başlandı. Uygulama bir devlet politikasıydı. Filistin halkı soykırım politikalarına maruz kaldı. İsrail, Ortadoğu’da Amerikan çıkarlarını bir savaş ma­ kinesi olarak korurken, yayılmacı ve sömürgeci politikala­ rını derinleştirdi. Uluslararası düzlemde, kritik önem taşıyan bölgelerde, odak ülkeler yaratıp, bu ülkeleri militarize bir güç olarak kullanan ABD’nin, Ortadoğu’daki vurucu güçlerinin ba­ şında İsrail gelmekteydi. Ortadoğu halklarını sömürgeleştirme politikasında ak­ tif rol oynayan İsrail, aynı zamanda bölgede Sovyet nüfuz ve ekonomik alanlarını daraltıcı bir güç oldu. İsrail’in sömürgeci faaliyetleri, kendi bulunduğu coğ­ rafya ve Arap yarımadasında olduğu kadar, Kuzey Afri­ ka’ya hatta Afrika boynuzuna kadar uzandı.


ABD, İsrail’le birlikte, bölgede ayrıca bir güvenlik kuşa­ ğı yaratmaya çalıştı. Bu dönem de (1950’de), Musaddık’m başa gelmesi ve 1952’de Mısır’da Hür Subayların gerçekleştirdiği hareket, ABD’nin Ortadoğu’daki gelişmeleri kaygıyla izlemesine neden oldu. İran’da Musaddık’ın, Mısır’da Nasır’ın antiemperyalist politikaları Ortadoğu’da dengeleri sarstı. ABD bu gelişmeler karşısında önlemler alma ihtiyacı duydu. Musaddık iktidarını ilk dönem “komünist” tehlikeye karşı tek alternatif" olarak değerlendiren ABD, Ortado­ ğu’daki gelişmeler (Suriye’de ve Irak’ta Baasçıların etkisi­ nin artması, Suriye’de Baas rejiminin 1954’de, Irak’ta 1963’te iktidara gelmesi, Mısır’da 1952 Ihtilali’nin etkisiy­ le Arap Sosyalizminin bölgeye yayılması ve Bağlantısızlar Hareketi’nin kurulması) sonucunda Musaddık’ı tehlike olarak gördü ve müdahale etti. Ağustos 1953’te CIA’dan Kermit Roosevelt ve Amerikan Büyükelçisi Loy Henderson’un organize ettiği bir darbeyle Musaddık hükümeti devrildi. Şah Rıza Pehlevi darbe sonrasında, ülkenin bütün kon­ trolünü ele geçirdi. İran’ın ABD’nin güdümünde, Ortadoğu’da emperyaliz­ min ileri karakolu gibi hareket etmesi yönünde düzenle­ melere girişildi. İsrail, bölgede partnerini bulmuştu. Şahlık yönetimin­ deki Iran, İsrail’le birlikte Ortadoğu’da karşı devrim mer­ kezleri olarak faaliyet yürütmeye başladı. Süreç bölgesel bir NATO işlevi görecek bir güvenlik


kuşağının oluşturulmasıyla hızlandı. 1955 yılında Bağdat Paktinm imzalanması bu amaçla atılmış önemli bir adım­ dı. Pakt, 1959’da CENTO’ya dönüştü. Paktın ekonomik boyutu ise RCD tarafından organize edildi. Oluşan NATO-CENTO-SEATO çizgisi, emperyalizmin çıkarlarını garanti altına alma amacı gütmekteydi. CENTO’nun üyelerine Ortadoğu’da ileri karakolluk görevi yüklenmişti. İran pakt içinde,‘Pakistan ve Türkiye’den farklı, özel bir yere sahipti. Hem pakt üyesi iki ülke arasında bağlan­ tı bölgesiydi, hem de Arap petrol ülkeleriyle Sovyetler Bir­ liği arasında tampon bir ülkeydi. İran ve İsrail, İran’da devrim gerçekleşene kadar em­ peryalizmin Ortadoğu’daki jandarmaları gibi hareket etti­ ler. İran, Dofar, Güney Yemen ve Umman’daki anti-emperyalist gelişmelere ve güçlere karşı aktif müdahalelerde bulundu. Askeri güçlerini, Umman ve Dofar’a, gerici Arap rejimlerini desteklemek için yolladı. İran’da gerçekleşen devrim, ülkenin ABD’nin ekono­ mik ve nüfuz alanından çıkmasını sağladı. Bölgedeki iliş­ kiler, bu kez İsrail, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ekse­ ninde şekillendi. Mısır bu sürece Camp David sonrası da­ ha aktif katıldı. Türkiye’nin ABD’nin ileri karakolu olma işlevi, İran Devrimi ve Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işga­ linden sonra daha da arttı. 12 Eylül bu sürece uygun bi­ çimde, Türkiye’nin “yeniden yapılanmasını” sağladı. İsra­ il’le ilişkiler ekonomik ve askeri boyutları da kapsayan stratejik bir içeriğe büründü.


İSLAMIN HİLALİ YÜKSELİYOR

Son 30 yıllık zaman kesitinde, uluslararası düzeyde, Islami hareketlerin yükselişine tanık olduk. Iran Devrimi bu yükselişin ilk büyük sıçramasıydı. Devrimin yarattığı mo­ ral dalga, kendisini hemen Ortadoğu’dan, Kuzey Afrika’ya, oradan Uzak Asya’ya kadar geniş bir bölgede hissettirdi. Dalganın yükselişinde, kapitalizmin krizinin yanında, reel sosyalizmin ve onun yerel varyantları olan “sosyalist rejimlerin” (Arap Sosyalizmi, Cezayir Sosyalizmi vs.) ve reformizmin içine düştüğü krizin de etkileri oldu. Şahlık rejiminin 16 Şubat 1979’da tamamen çöküşüy­ le, Humeyni iktidara doğru ilk adımlarını attı. Şubat Ayaklanması’nı büyük ölçüde Marksist-Leninist Halkın Feda­ ileri ve İslamcı sosyalist nitelikte Halkın Mücahitleri ger­ çekleştirse bile, Humeyni’de simgelenen İslamcı hareket inisiyatifini giderek yaydı. Halkın Fedaileri’nin İslamcı harekete karşı mesafeli durmasına rağmen, başta pro-sovyetik çizginin İran’daki temsilcisi Tudeh’in ve diğer sol güçlerin bağımsız bir poli­


tika izlemeyerek İslamcı hareketle ittifak kurması ve hege­ monyalarını kabul etmesi, Humeyni’yi iktidara taşıyan sü­ reci yarattı. 1980’de Iran-Irak Savaşı’nm başlaması, Humeyni’ye bütün solu imha etme fırsatı verdi. Böylece İslamcı hare­ ket ülkedeki tüm kontrolü ele geçirdi. “İslam Devrimi” diye tanımlanan bu gelişme uluslarara­ sı boyutta önemli gelişmelere neden oldu. Islami hareketin siyasal iktidarda bulunduğu başka bir ülke ise Sudan’dı. Sudan’da General Numeyri, 1969’da Mısır’daki Hür Subaylar Hareketi’nin, yani Nasırcılığm etkisinde “sol” bir darbeyle iktidara geldi. 1970’de Numeyri, izlediği politikalan bütünüyle terk ederek, kendini “mehdi” ilan etti. Ve Sudan’ın Islamlaştırılması programını uygulamaya geçti. Sudan’da nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluştur­ masına karşın, önemli oranda Hıristiyan ve çok tanrılı din­ lere inananlar bulunmaktadır. Numeyri’nin İslâmlaştırma politikasını güney’de yaşa­ yan laik Hıristiyanlara ve çok tannlı dinlere inananlara da­ yatması, şiddetli tepkiyle karşılandı. Dinsel azınlık silahlı mücadeleye başladı. Giderek geli­ şen bu mücadele, Numeyri’nin İslâmlaştırma politikaları­ nın çöküşünü beraberinde getirdi. Numeyri sonrasında merkezi iktidar ya tek başlanna ya da koalisyonlarla, tarikatlara dayalı Islami partilerin eline geçti. İslamcı partiler, Numeyri’nin İslâmlaştırma politikala-


nnı- aynı “radikallikte” olmasa da- sürdürmeye devam etti. İslamcı hareket önce burjuva laik kesimlere ve Güney Sudan halklarına karşı cihat içindeyken, daha sonra bur­ juva laikler mücadeleden çekildi ve cihat sadece Güney Sudan’ın Hıristiyanlığa ve çok tannlı dinlere inanan halk­ lara karşı devam etti. 1970’li yıllar, Pakistan’da da İslam’ın yükselişine sahne oldu. Pakistan’da Zülfikar Ali Butto’nun iktidara gelişi, ül­ kede önce popülist-reformıst politikalann hayata geçiril­ mesini beraberinde getirdi. Bu politikalar, dinsel motifler ve İslamcı söylemle yürütüldü. Butto’nun karşısına İslamcı bir muhalefetin çıkması ve giderek güç kazanması, programında önemli değişiklikler yapmasına yol açtı. Islami söylemin ötesinde, dinsel öğeler çok daha fazla kullanılmaya başlandı. Butto başta kullan­ dığı “sosyalizm” kavramını, önce “Islami sosyalizme” çe­ virdi, daha sonra bu kavramı hiç kullanmamaya başladı. Butto, ABD’nin desteklediği Ziya ül Hak tarafından ya­ pılan darbeyle yıkıldı ve idam edildi. Ziya ül Hak, döneminde Pakistan’da şeriat tam anla­ mıyla uygulamaya sokuldu. Ziya ül Hak rejimi de, Zülfikar Ali Butto’nun kızı Bena­ zir Butto tarafından devrildi. Ancak onun da iktidarda kal­ ması uzun sürmedi. İslamcı partiler koalisyonunun basın­ cıyla istifa etmek zorunda kaldı. Butto ve eşi iktidarda oldu­ ğu dönemde yolsuzluk yaptıkları gerekçesiyle tutuklandı. Pakistan’da İslâmlaştırma programı Sudan’da olduğu gibi askeri bir darbe sonrasında hayata geçirildi. Daha son­


ra çok partili Islami koalisyonlarla devam ettirildi. Ziya ül Hak ve daha sonraki iktidar dönemlerinde Pa­ kistan sürekli olarak Afganistan’daki iç savaşa müdahale etti. ABD’nin direktifleri doğrultusunda önce Mücahitleri, ardından Taliban’ı eğitti ve destekledi. Cezayir’de Islami hareketin muhalif bir güç olarak or­ taya çıkışı, Sudan ve Pakistan gibi 1970’li yıllara dayanır. 1962’de Cezayir halkı uzun ve cefalı bir mücadele so­ nucunda, Fransız sömürgecilerini ülkelerinden kovdu. İk­ tidara gelen FLN - Ulusal Kurtuluş Cephesi Cezayir’de tek partili bir rejim kurarak, “Cezayir Sosyalizmi” diye adlan­ dırılan tipik bir devlet kapitalizmi uygulamasına geçti. Bu . ekonomik model, emekçi yığınları hızla yoksullaştırdı. Ül­ ke yoğun bir ekonomik kriz içine girdi. FLN kendi iktidannı ve uyguladığı politikaları meşrulaştmcı bir araç olarak Islami kullandı. FLN’nin “kurtarıcı ima­ jını” kaybederek, giderek topluma yabancılaşması, özellikle gençliğin Islami bir yönelim içine girmesine yol açtı. 1984-1987 yıllan arasında içinde eski FLN savaşçıları­ nın da bulunduğu silahlı İslamcı ayaklanmalar gerçekleşti. Ayaklanmalar, FLN yönetimi tarafından bastırıldı. Daha sonra kurulan İslamcı örgüt FIS’ın, önder kadrolannm bir kısmı bu ayaklanmacılar içinden çıktı. Hızla gelişen ve güçlenen Islami hareket, 1990’da yerel seçimleri kazandı. Islami hareketin gelişimi, 1991’de or­ dunun yaptığı darbeyle durduruldu. 1992’de, yaygın İs­ lamcı ayaklanmalar yaşandı. O günden bu yana Cezayir’de süren iç savaşta on binlerce insan öldürüldü.


Mısır’da da güçlü bir İslamcı hareket olmasına karşın, özellikle Enver Sedat’ın öldürülmesi İslamcılar için bir mi­ lat oldu. Mısır devleti, uyguladığı yoğun baskı politikala­ rıyla Islami hareketi geriletti. Mısır’da Islami hareketin en güçlü örgütü olan Müslü­ man Kardeşler, Enver Sedat’ın öldürülmesinden sonra farklı bir kimlikle hareket etmeye başladı. Müslüman Kar­ deşler bugün Mısır’da yasak bir örgüt olmasına rağmen, fiili bir güç olarak bazı Islami yapılarla ittifak kurarak, par­ lamentoda temsil edilmektedir. Müslüman Kardeşler toplumsal bir güç olarak alterna­ tif kurumlar oluşturarak, ağırlığını hissettiriyor. Mısır’da Islami hareket ikili bir karakter özelliğine sa­ hip. Bir taraftan sermaye sınıfıyla yoğun ilişkiler kuruyor ve bağımlılıkları oluşmuş durumda, diğer taraftan küçük İslamcı gruplar özellikle kent yoksulları içinde etkinlik gösteriyor. . ABD, Soğuk Savaş koşullarından Sovyetlerin hegemon­ yasını kırmak amacıyla, İslam ülkelerinde İslamcı hareket­ lerin gelişmesinin önünü açan politikalar izledi. Böylece solun ve bağımsızlıkçı hareketlerin önünü kes­ meyi amaçladı. Kendi kuklası olan rejimlerde solun ezil­ mesini sağlarken, Islami hareketlerin önünü açarak rejim­ lere meşruiyet kazandırmayı ve toplumsal çelişkileri İs­ lam’la nötrleştirmeyi hedefledi. Başta Endonezya’da Su­ harto rejimi, Pakistan’da Ziya ül Hak rejimi, Türkiye’de 12 Eylül rejimi buna örnektir. Öte yandan, kendi nüfuz alanı dışındaki bölgelerde (Türk! cumhuriyetlerinde, Afganis-


tanda, Çin’de olduğu gibi) Islami, destabilize bir ortam yaratmak ve ideolojik bir kalkan oluşturmak için kullandı. İran Devrimi sonrası bu politikalarına radikal İslamcı çizgiyi kontrol altına alma faaliyetlerini ekledi. Böylece hem İran Devrimi’ni kuşatabilecek, hem de olası -beklenilmeyen- gelişmelerin önünü kesebilecekti. Afganistan bu yönüyle de ABD için önem taşıdı. Taliban’m ABD tarafından iktidara getirilişi, İran’a karşı -hem de onun referanslarına sahip bir rejimle- Islami bir dalga kıran oluşturma çabasıydı. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin çö­ küşünden sonra kendini toparlamaya çalışan Rusya’nın nüfuz alanlarının bir kısmının, Afganistan’ın sınır komşu­ su olması da önemliydi. Islami hareketin Kafkas cumhuri­ yetlerinden, Orta Asya’da yeni kurulan ülkelere kadar yay­ gın bir güç olması değerlendirilebilirdi.


“MODERN” DÜNYANIN “ORTAÇAĞINI” YAŞAYAN ÜLKE: AFGANİSTAN

Afganistan, tarih boyunca büyük medeniyetlerin sını­ rında yer almış bir coğrafyada, İngiliz sömürgecileri tara­ fından 1893’te kuruldu. 19. yüzyıl içinde Britanya ve Rus Çarlığı’nm nüfuz alanlarının karşılaştığı bölgede yer alan Afganistan, bu Jeo-stratejik ve Jeo-politik konumundan dolayı iki emperyal güç tarafından her zaman önem veri­ len bir ülke oldu. Yine aynı nedenden dolayı, Afganistan’da özerk ve güç­ lü bir iktidarın kurulmasına, Britanya ve Rus Çarlığı tara­ fından izin verilmedi. Ülkenin etnik kompozisyonu ve ge­ ri kalmış özellikleri bu amaçla kullanıldı. Ingiltere, Afga­ nistan’da olası özerk gelişmeleri hissettiği durumlarda ül­ keye müdahale etti. 1893’te İngiltere, kendi güdümünde­ ki, Emir Abdul Rahman Han’ı yönetime getirdi. Feodal despotizmin sürdüğü ülkede, toprakların sadece % 12’si ekilebilmekteydi. Feodal mülkiyet törelerinin hakim oldu­ ğu Afganistan’da, kabile geleneklerine göre toplumsal eko­ nomik ilişkiler belirlenmekteydi.


Afganistan’da Peştunlar, Tacikler, Hazarlar, Özbekler, Imaklar, Farsibanlar, Nuristanlılar, Beluciler ve Kırgızlardan meydana gelen hepsi aşiret biçiminde örgütlenmiş on “ulus” ya da kavim bulunuyordu. Peştunlar, bu kavimler içinde nüfus olarak en ağırlıklı kesimi oluşturmaktadır. Peştunlar’da Popolzai ve Gilzai olarak, aralarında düşmanca ilişkilerin bulunduğu iki aşi­ rete bölünmüştü. Afganistan’ın bu etnik yapısı, 20. yüzyıl içinde de hegemonik devletlerin her zaman,kullandığı ve manipüle etti­ ği bir yön oldu. Ülkeye yönelik çıkarları olan her güç Af­ ganistan’ın “kavimler ülkesi” olma özelliğini değerlendiri, lip, ya bu kavimlerin birine ya da birkaçına dayanarak po­ litikalar geliştirdi. 1900’ün başlarında kendisi Popolzai aşiretinden olan Emir Abdul Rahman Han, Ingilizlerin istemleri doğrultu­ sunda politikalar izledi. Abdul Rahman Han diğer kavimlere askeri operasyonlar düzenleyerek etki gücünü yoğun­ laştırmaya çalıştı. Bu politikalar modernleşme sürecinin “yavaş çekim” ola­ rak yaşandığı Afganistan’da, kavimler ve aşiretler arasında düşmanlığın yaygınlaşması ve kökleşmesine yol açtı. I.

Dünya Savaşı sonrasında Emir Amanullah Han yöne­

time geldi. Aynı dönemde, İngiltere’yle yürütülen 1 yıllık savaş sonucunda, Afganistan bağımsızlığını ilan etti. Emir Amanullah Han, Bolşevik yönetimle iyi ilişkiler kurarak, üst yapıda modernleşme girişimlerinde bulundu. Fakat modem reformların, feodal aşiret ve mülkiyet ilişki­ lerini etkilemesi nedeniyle dini temelde gelişen bir ayak­


lanma yaşandı. Ayaklanma sonucu Amanullah Han yöne­ timi devrildi. Ayaklanmayı bastıran Nadir Han 1933 yılma kadar ik­ tidarda kalarak, tam bir hanedanlık kurdu. Nadir Han, Amanullah Han tecrübesinden yararlanarak geleneksel ilişkilere ve Islami motiflere dikkat eden politikalar izledi. Düzenlenen bir suikast sonucunda yaşamını yitiren Nadir Han’dan sonra, Zahir Şah kral oldu. Bu arada bir di­ zi saray darbesi gerçekleşti. 1946’da Serdar Şah Mahmut iktidara geldi. Serdar Şah Mahmut ülkede liberal bir döne­ min başlatıcısı oldu. Kısmi de olsa modernleşme yönünde adımlar atıldı. Ulusal sanayinin kurulması amacıyla dü­ zenlemelere girişildi. Aynı dönemde, Aydın Gençlik Hareketi gibi, ülkenin tek üniversitesi olan Kabil Üniversitesi’nde gençliğin ve aydın kesimin muhalefet örgütleme girişimleri oldu. Basın yayın faaliyetleri nispeten çoğaldı (İlk günlük gazetenin Afganistan’da 1968’da yayınlandığı hesaplanırsa bu dö­ nemde ki çalışmaların önemi ortaya çıkmaktadır.) 1953’te savunma bakanı Muhammed Davud Han’la, Zahir Şah gerçekleştirdikleri bir saray darbesiyle iktidan ele geçirdiler. Muhalefet örgütlenmeleri (Aydın ve Gençlik hareketi) dağıtıldı, baskı ve şiddet yoğunlaştırıldı. 1947’de Hindistan’ın bölünerek Pakistan’ın kurulması, Afganistan yönetimi ve özellikle Peştunlar için yeni bir so­ run yarattı. Peştunlarm büyük bir kısmı Pakistan’a bırakı­ lan topraklarda yaşamaktaydı. 1953-1963 arasında başba­ kan sıfatıyla, iktidann tek hakimi olan Davud Han, bütün Peştunlann birleşmesini amaçlayan “Bağımsız Peştunistan”


politikası izlemeye ve bu durumu ulusal bir sorun haline getirmeye çalıştı. II.

Dünya Savaşı sonrasında ve özellikle Soğuk Savaş

döneminin başlamasıyla, bölgede ABD ve Pakistan ilişkile­ ri güçlendi. Davud Han ise bu durum karşısında Sovyetler Birliği yle bir dizi ekonomik ve askeri anlaşma imzaladı. Bu anlaşmalar içinde, ilerde Afganistan’ın siyasi kaderini etkileyecek anlaşmalarda vardı. 1956’da imzalanan bu an­ laşma: SSCB’nin Afgan ordusunu modernleştirilmesini içe­ riyordu; Afgan ordusunun subaylarının eğitilmesi ve Afga­ nistan’a silah yardımı yapılması, anlaşma kapsamındaydı. 20 yıllık bir zaman içinde Afgan ordusunun toplam subay­ larının üçte biri, 3700 subay Sovyetler Birliğinde eğitim gördü. Ekonomik alanda, 5 yıllık merkezi kalkınma plan­ larının gerçekleşmesi için ekonomik fonların %70’i Sov­ yetler Birliği’nden sağlandı. Yine de atılan bu adımlara rağmen sanayileşme ve mo- ' demleşme süreçleri ciddi sonuçlar yaratmadı. 1962’de, Af­ ganistan’da toplam sanayi işçisi sayısı 20 bin civarındaydı. Reform girişiıûleri “yukarıdan” yürütülmekteydi. Bu süreç­ te Kral Zahir Şah reformların yürütücüsü bir rol oynadı. Zahir Şah, 1962’de Davud Han’a (başbakanlığı yürütmek­ teydi) karşı muhalefetini artırdı. Aşiret reisleriyle doğrudan ilişki kurarak, ortak hareket etme yönünde çabalarda bu­ lundu. 1963’te Davud Han’ın istifasını imzaladı. Ekim 1964’de Zahir Şah’m hiçbir zaman imzalamadığı, anayasa yürürlüğe konuldu. Anayasaya göre kral ve parlamentonun görevleri birbirinden ayrılmaktaydı. Anayasanın kabulü ül­ kede açık siyasal faaliyet yürütmenin olanaklarını yarattı.


1960’lann ortalarına gelindiğinde Gençlik Hareketi’nin devamcıları ve bir grup aydın, Afgan komünist hareketi­ nin çekirdeğini oluşturdu. 1964’de Mahmudi kardeşler ta­ rafından yönetilen pro-ÇKP (Çin Komünist Partisi) yanlısı bir parti kuruldu. 1965’de farklı çalışma grupları bir araya gelerek Afganistan Halk Partisi’ni kurdular. Afganistan Halk Partisi (AHP), Marksist kimliğini saklayan bir siyasi taktik izledi. Kendini liberal ve ilerici olarak lanse etti. AHP, iktidara geldiği dönemde de bu “iddiasını” koruma­ ya çalıştı. 1965’de yapılan, Afganistan’daki ilk parlamento seçim­ lerine AHP katıldı ve meclise 3 adayını sokmayı başardı. Parlamentonun faaliyete başlamasıyla AHP ile rejim arasında sorunlar doğdu. Kral Zahir Şah’m hükümeti kur­ ma görevini, baskı politikalarıyla ün yapmış eski başba­ kanlardan Muhammed Yusuf a vermesi AHP’yi harekete geçirdi. AHP’nin birinci sekreteri Babrak Karmal, Kabil Üniversitesi’ndeki öğrencilere yaptığı çağrıyla, öğrencileri harekete geçirdi. Öğrenciler parlamentoyu işgal ettiler, iş­ galciler ordunun müdahalesiyle ancak dışarı çıkarıldı. AHP’nin ikinci çatışması haftalık yayın organı Halk’m çıkarılmasıyla gerçekleşti. Süreç, AHP içinde bölünmeye doğru evrildi. Babrak Karmal’m başım çektiği grupla, AHP-Halk grubu arasındaki çelişkiler iyice su yüzüne çık­ tı. Partinin siyasi taktiklerine ilişkin olarak yaşanan bu bö­ lünme, bir yanıyla da AHP’nin kurucu üyelerinin sınıfsal kökenlerini yansıttı. Hepsi devlette yakın ilişkili orta sınıftan gelen parti ku­ rucuları, iki grup bürokrasiyi temsil etmekteydi. Parla­


mentoya seçilen Parçam (Bayrak) grubu genellikle yöneti­ ci görevlerde çalışmış ailelerden gelmekteydi. Halk dergi­ sinin yayın yönetmeni ve partinin genel sekreteri Nur Mu­ hammed Tarraki çevresindeki Halk grubu ise, daha alt dü­ zey memurlar ve Peştun olmayan azınlık aşiretlerinden ge­ lenlerce oluşturulmuştu. Bölünme 1967’de gerçekleşti. Her iki grupta AHP adı­ nı kullanmaya devam etti. Ayrılık yeni bölünmeleri bera­ berinde getirdi. Bölünmeler siyasal taktik, sınıfsal ve aşiret kökenlerine dayanarak, biçimlenmekteydi. 1960’lann sonu Afganistan’da kitle hareketlerin yaşan­ dığı bir dönem oldu. 1968 Mayış ve Haziran ayında öğren­ ci gösterileri yoğunlaştı. Grevler yaşandı. Gerçekleşen grevlerin çoğunluğu, Hazar ve Şii olan işçileri, aşiret ve din temelinde örgütleyen, SAMA tarafından yürütüldü. Çin yanlısı olan SAMA, 1968’den sonra bir bölünme sürecine girdi. Bu süreç, etkisini kısmen yitirmesine yol açtı. Parlamenter yapı, aşiret kuramlarının oldukça etkili bir güce sahip olduğu ülkede gerçek bir iktidar olma özelliği­ ni taşıyamadı. Afganistan’daki siyasi güçler dengesi bir an­ lamda aşiretlerin ve kavimlerin örgütlülüğü ve güçlülüğü­ ne göre belirlenmekteydi. Bu özellik bugün için (parla­ menter bir yapının olmayışı ve Sovyet işgalinin yarattığı yeni güçler ilişkisine bağlı olarak) daha da önemli bir bo­ yuttadır. Afganistan’da ekonomik çöküntü ve gerilik 1970’lerin başında çok ciddi boyutlara vardı. 1971 - 1972’de yaşa­ nan kıtlık, bazı verilere göre 500 bin kişinin yaşamını yi­ tirmesiyle sonuçlandı. Uygulamaya konulan anayasaya gö­


re kraliyet ailesinin siyasi faaliyet yürütmesi yasaklansa da, aile üyelerinin, özellikle ordu içinde etkisi olanlann, saray darbesi gibi siyasi müdahaleleri devam etti. Bu girişimlerin birinde, Temmuz 1973’te Davud Han yeniden iktidarı ele geçirdi. Davud Han, Afganistan’ın bir cumhuriyet olduğunu ilan etti. Darbeden sonra bütün siyasi partilerin faaliyetle­ ri yasaklandı. AHP’nin Parçam grubuyla ilişkilerini iyi tut­ tu. Fakat ülkede iktidarını kurumsallaştıracak hiç bir adım atmadı. Davud Han, İran’la yakın ilişkiler kurdu ve 1 mil­ yon dolarlık yardım anlaşması imzaladı. Dış politikadaki bu adımların ülke içinde de yansımaları oldu. Parçam gru­ buyla ilişkiler soğuma dönemine girerken, solun diğer güçlerine yönelik baskılar yoğunlaştı. Davud Han’ın “aydın despotizmi” diye tanımlanan bu politikaları, bazı milliyetçi sol grupların ve önderlik kad­ rosu idam edilmiş SAMA’nın örgütlediği silahlı ayaklan­ malara neden oldu. Daha sonraki yıllarda (Sovyet işgalin­ den sonra) Islami kimlikleriyle öne çıkacak gruplan hare­ kete geçirdi. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’la I. Dünya Savaşı son­ rası girdiği ilişkiler. II. Dünya Savaşı’mn bitimiyle birlikte daha da gelişti. Özellikle AHP’nin kurulması bu ilişkilerin nitelikleşmesini sağladı. SBKP, AHP’nin politik gelişimini yakından izledi. 1960’lann ortalarında AHP’nin içinde ya­ şanan bölünmede, SBKP iki hizbin yeniden birleşmesi doğrultusunda bir politik tavır içine girdi. Özellikle Davud Han’ın Parçam grubuyla ilişkilerinin soğuması, grubun it­ tifaka daha olumlu yaklaşmasına neden oldu. Bu süreçte


İran’daki pro-sovyetik çizginin takipçisi Tudeh devreye gi­ rerek, iki hizbin birleşmesine yönelik çabalarda bulundu. Yaşanan ayrılık döneminde hizipler arası denge değiş­ miş, Halk grubu taşrada ve özellikle ordu içinde etkinliği­ ni arttırmıştı. Buna rağmen iki hizip, devrim stratejisinin bir parçası olarak ortak hareket etti. Siyasi inisiyatifi yitireceğini hisseden Davud Han, AHP’nin önderlerine karşı bir operasyona girişti. Tarraki ve Babrak Karmal tutuklanarak hapse atıldı. Ertesi gün- 27 Mayıs 1978’de- askeri birlikler Başkanlık Sarayını kuşattı. Çıkan çatışmalar sonucu Davud Han öldürüldü. Afganis­ tan’da gerçekleşen askeri darbeyle “yeni” rejime geçildi. Afgan tarihinde “geleneksel” hale gelmiş saray darbeleri böylece modern biçim kazanarak, rejim değişikliğiyle so­ nuçlanıyordu. Darbe sol yönelimliydi ama kendini radyo­ da “Bismillahirrahmanirrahim”le başlayan bir konuşmayla tanıttı. Darbe ile iktidarı ele alan AHP, giriştiği “reformlarla? doğrudan feodal yapıyı hedefledi. Reformlar halkın isteği ve coşkun desteğiyle değil “hal­ ka rağmen” yapılmaktaydı. Çünkü AHP, subaylar ve aydın koalisyonunu temsil ederken, daha “uluslaşma” sürecinde olan ve eğitimsiz Afgan halkı, gelişmeleri tedirginlikle ama tepkisiz kalarak izlemekteydi. Darbe sonrasında hizipler arası çelişkiler yeniden orta­ ya çıktı. Halk grubu, fiilen iktidarı elinde tutan Devrimci Konsey içinde ordunun temsilcilerinin bulunmasını ister­ ken, Parçam grubu ise bu isteğin yerine getirilmesiyle ken­ di inisiyatifinin azalacağını düşünerek, karşı çıkmaktaydı.


Daha sonra, ordu temsilcilerinin önce partiye alınarak konsey içinde yer alması konusunda uzlaşmaya varıldı. Fakat bir müddet sonra bu durumun Parçam grubu­ nun inisiyatifinin kırılmasına neden olduğu ortaya çıktı. Halk grubu karşı grubu etkisizleştirme politikalannı yo­ ğunlaştırdı. Grup üyelerinin sürgüne yollanması kararı alındı (Haziran 1978). Parçam önderleri milliyetçi ve Maoist çizgide yer alan Sitm-e Milliyle ittifak yaparak bir saray darbesi örgütlemeye çalıştı. Halk grubunun bu gelişmelerden haberdar olması üze­ rine, Parçam’a yönelik tasfiye operasyonları hızlandı. Par­ çam önderliği bu operasyonlardan etkilenmesine karşın, grubun kadrolarının büyük bir kısmı parti içinde varlığını korudu. Yeni hükümet, toprak reformu başta olmak üzere, de­ ğişik alanlarda reform girişimlerinde bulundu. Fakat re­ formların yukarıda belirttiğimiz nedenlerle birlikte, sekter ve dikkatsiz bir biçimde uygulanması, özellikle güçlü aşi­ ret bağlarının olduğu yerlerde, köylü ayaklanmalanna yol açtı. Bu ayaklanmaları, büyük toprak sahiplerinin örgütle­ diği ayaklanmalar takip etti. Ayrıca Sitm-i Milli gibi grup­ larda merkezi iktidara karşı mücadele yürütmekteydi. Bu hareketlerin koordineli olmaması ve genişlememesi yeni rejimin otoritesini korumasını sağladı. Aralık 1978’te yeni hükümet, Sovyetler Birliği’yle yardımlaşma ve dost­ luk anlaşması imzaladı. Bu anlaşma ileride Sovyet işgaline “meşruluk” sağlayacaktı. Süreç böyle akarken, parti içinde hizipler arası müca­ dele bütün şiddetiyle sürmekteydi. Partinin en güçlü ada­


mı Hafızullah Aminle hem başbakanlık, hem de devlet başkanlığı yapan Tarraki arasında çelişkiler ve çatışmalar artarak, yoğunlaşıyordu. İki şef, birbirinin tasfiyesine yö­ nelik komplo girişimlerinde bulunuyorlardı. Sovyetler Birliği bu dönemde Afganistan’ın içişlerine bütünüyle müdahale etmekteydi. Hatta bu iki şef arasında tavır belirlemede ilginç durumlar yaşanmaktaydı. Ka­ bil’deki Sovyet büyükelçiliği Amin’e karşı Tarraki’yi des­ tekleyip ona yönelik düzenlenecek askeri darbenin plan­ lanmasına katılırken, KGB ajanları Amin’i bu gelişmeler karşısında bilgilendiriyordu. Komplo faaliyetlerinin sonu­ cunda, Ekim 1979’da Tarraki’nin öldürülmesiyle, Amin galip çıktı. Aynı dönemde, Pakistan, ABD ve Çin’in sağladığı lojis­ tik ve askeri-ekonomik destekle muhalif güçlerin ayaklan­ maları hızla büyüdü. Yaşanan siyasal istikrarsızlık ve gel­ gitler AHP’nin ordu içinde etkisini giderek kaybetmesine yol açmaktaydı. Amin ise, gelişmeler karşısında bocalıyor, politik savruluşlar içine giriyordu. Bir taraftan Pakistan’la rejime muhalif güçlere desteğini kesmek için diplomatik ilişkiler kuruyor, öte taraftan SSCB’den ülkedeki kontrolü sağlamak için 10 bin kişilik askeri güç istiyordu. Aralık sonunda ilk Kızılordu birlikleri Afganistan’a gel­ di. 27 Aralık akşamı Amin’in Başkanlık Sarayı Kızıl Ordu tarafından sarıldı. Sarayın bombalanması sonucu Amin öl­ dürüldü. Amin’den sonra iktidara Babrak Karmal getirildi. Yeni yönetime karşı İran ve Pakistan orijinli yoğun anti-propaganda kampanyaları başlatıldı. Bu kampanyalara karşın


Karmal yönetimi, özellikle şehirlerde kendine taban yarat­ mayı başardı. 1980 yazma doğru dezenformasyon niteliğindeki faali­ yetler yoğunlaştırıldı. Kampanyalar özellikle geleneksel değer yargılarına yönelik konularda yürütülmekteydi. Ka­ dınlar, karşı kampanyalann ana maddelerini oluşturmak­ taydı. Böylesi bir dezenformasyon sonucunda Kabil’de ha­ yatı felce sokacak sokak gösterileri gerçekleşti. Şehirli kadınlar “komünist” rejimin politikalarından en çok yararlanan kesimdi. Sosyal ve ekonomik hayatta aktiviteleri artmıştı. Bu duruma rağmen kırsal kesimde gele­ neksel ilişkiler bütün ağırlığıyla sürmekteydi. Sovyetler Birliği bir işgal gücü olarak Afganistan’da tüm denetimi elinde tutmaktaydı. Kızılordu karargâhı ve Sov­ yet büyükelçiliği ülkenin kaderini belirleyen merkezlerdi. Sovyet ordusunun işgal gücü olarak Afganistan’daki varlığının bir başka yansıması da karaborsanın yaygınlaş­ ması ve belirleyici ekonomik kaynak haline gelmesiydi. Kızılordu birlikleriyle yapılan karaborsa alışveriş, olağa­ nüstü boyutlara yükseldi. Buradan sağlanan gelir, müca­ hitlerin Kızılordu’yla sürdürdüğü savaşı finanse edecek kapasiteye ulaştı. Karaborsanın yarattığı kâr, Kızılordu’nun üst kademe­ sini bu faaliyetlerin içine çekti ve önemli oranda rant elde etmelerini sağladı. Kısa süre sonra uyuşturucu ticareti de karaborsanın ay­ rılmaz bir parçası oldu. Özellikle uyuşturucu ticareti, çok büyük kârlar bırakmasının da etkisiyle belirleyici “ekono­ mik” faaliyete dönüştü. Bu ticari organizasyonun arkasın­


da CIA, Pakistan gizli servisi, KGB ve diğer bazı gizli ser­ visler bulunuyordu. Iç savaşın, önemli rant kaynaklarının biri de silah ticaretiydi. Böylece Afganistan bir yandan da silah “cenneti” haline getirildi. ABD askerlerinin Vietnam’da yaşadıkları sendromlarm bir parçası olan uyuşturucu kullanma alışkanlığı, Kızılordu içinde de yaygın bir biçimde kendini gösterdi. Karmal yönetimi, toprak reformu girişimlerine, akarsu ve su kaynaklarına yönelik düzenlemelere devam etmek istediyse de, etkili sonuçlar alamadı. Geleneksel aşiret kültürünün gücü, yoksul köylülüğün bağımsız hareket etmesini engellemekteydi. Yoksul köylü­ ler büyük toprak sahiplerinin yanında yer aldı. Hatta mer­ kezi iktidara karşı büyük toprak sahiplerinin başlattığı ayaklanmalara aktif katıldı. Karmal dönemi dahil “yeni” rejimin sanayi atılımları, ülkenin sosyo-ekonomik yapısına bağlı olarak, sonuçsuz kaldı. Yaşanan iç savaş koşullarında öne çıkan silah üreti­ mi bile, küçük atölyelerde yapılmaktaydı. 1985’de AHP, özel işletmelerin gelişmesi doğrultusunda bir ekonomik politika izledi. Bu amaçla küçük atölyelere önemli finansal destek sağlandı. Sovyetler Birliği’nde Gorboçov’un iktidara gelmesi SBKP’nin uluslararası politikalarını etkilediği gibi, Afganis­ tan’da da etkisini gösterdi. Karmal döneminde önce gizli servis yöneticiliği, daha sonra başbakan yardımcılığı yapan Necibullah Han, 1986’da Moskova’nın dayatmasıyla yöne­ time geldi. Necibullah, Aralık 1986’de “ulusal uzlaşma” çağrısında


bulunarak, mücahit güçlerinin temsilcileriyle “ulusal hü­ kümet” kurma girişiminde bulundu. Hemen ardından Ocak 1987’de tek taraflı ateşkes ilan etti. Necibullah, 1987 yılı içinde izlediği politika doğrultusunda Kral Zahir Şahla ilişki kurdu. Zahir Şah, Necibullah’m “ulusal hükümet” kurma teklifine ılımlı yaklaştı. Bu yaklaşım, mücahitler cephesinde bölünmelere neden oldu. Sovyet işgalinden sonra dini temelde merkezi iktidara karşı mücadele sürdü­ ren Gilani ve Mucaddadi, Zahir Şah’ı destekleyen bir poli­ tika izlerken, Hikmetyar, Zahir Şah’m bu tavrını şiddetle reddetti. Afganistan, Sovyetler Birliği’nin içinden çıkamadığı bir bataklığa dönüştü. Mücahitlerin CIA ve Pakistan destekli silahlı savaşımı, Afganistan’ı Kızılordu için “Vietnam ce­ hennemine” çevirdi. Kızılordu’nun Afganistan sendromunun, Gorbaçov’un glastnost ve perestroyka politikalarıyla birleşmesi sonucu, Sovyetler Birliği Afganistan’ı terk etti. Sovyet sisteminin çöküşüyle, Afganistan’da Sovyet hege­ monyası ortadan kalktı. Ülke tam anlamıyla kaotik bir sü­ rece girdi. Yaşanan iktidar boşluğu farklı Islami güçler ta­ rafından doldurulmaya çalışıldı. Afganistan feodal yapıla­ rın ve güç ilişkilerinin çatıştığı savaş alanına çevrildi. Ar­ tık, Afganistan’da karaborsa, uyuşturucu ticareti, silah tüc­ carlığıyla dönen bir ekonomi, kan, baskı ve dini taassupla şekillenen bir siyasal rejim vardı. Afganistan “Modern” dünyanın “ortaçağını yaşamaya” başladı.



USAME BİN LADEN İSLAM1N “CHE GUEVARA”SI MI?

Afganistan, ABD’nin 1980lerden itibaren uygulamaya çalıştığı Yeşil Kuşak projesinin içinde önemli bir yer teşkil etti. 1970lerin başında Filistin direniş hareketinin yüksel­ mesinin yanı sıra İslam âleminde anti-emperyalist eğilimin güçlenmesi ve Marksist-Leninist düşüncenin yaygınlaşma­ sı, yeni bir süreci araladı. Bu süreç bir boyutuyla da, ulu­ sal kurtuluş hareketlerinin serpilip geliştiği dönemdi. 1980’lere doğru, İsrail’in siyonist politikaları ve bu po­ litikaların ABD tarafından aktif bir biçimde desteklenmesi, İslam âleminde anti-Amerikancı eğilimleri güçlendirmeye devam etti. 1979’da İran Devrimi’nin gerçekleşmesi ve Şii radikalizminin devrime damgasını vurmasıyla, Ortadoğu dengeleri alt üst oldu. İran Devrimi’nin ağırlıklı olarak moral düzeydeki etkisiyle radikal İslam, İslam coğrafyası­ nın bütününde yeni bir siyasal güç olarak ortaya çıktı. Sovyetler Birliği’nin bu süreçte Afganistan’ı işgal etmesi, Ortadoğu’daki güç dengelerini sarsıcı bir başka faktördü.


Tüm bu gelişmeler karşısında ABD, Ortadoğu’da (yan­ sımaların Kuzey Afrika, Orta Asya ve Pakistan-Afganistan coğrafyasında gösterecek) etkili müdahalelerde bulunma ihtiyacı duydu. Bu doğrultuda bölgedeki devrimci güçlerin ve reel sos­ yalizmi temsil eden Sovyetler Birliği’nin, etki alanlarını da­ raltmayı hedefledi. Bölgede karşı devrim projeleri, yeni bir projeyle beslen­ di. “Kızıl tehlikenin” engellenmesi, kendi nüfuz ve ekono­ mik alanlarının korunması ve geliştirilmesi İslam’ın “yeşi­ linin” yaygmlaştınlmasıyla daha da kolaylaşacağı düşünce­ siyle hareket edildi. Bu yönde bir yandan İsrail’in sömürgeci politikalarına azami oranda destek verilirken, diğer yandan bölgedeki gerici Arap rejimleri korunup, kollandı. Türkiye’de ve Pa­ kistan’da olduğu gibi askeri darbeler yürürlüğe konularak toplumsal muhalefet bastırıldı. Sovyetlerin yumuşak karnı olarak değerlendirilen Türkî cumhuriyetlerine yönelik “çalışmalar” yürütüldü. Yeşil Kuşak diye tanımlanan proje, Eisenhower’m 1954’de geliştirdiği “düşen domino taşı” kuramına dayan­ maktaydı. Bu konsept, bölgedeki ülkelerin dömino taşı gi­ bi dizildiğini, biri düşerken yanmdakine çarpıp düşürece­ ğini, İkincisinin üçüncüsünü devireceğini ve bunun, hepsi düşene kadar devam edeceğini ileri sürmekteydi. İran düşmüştü, bir başka boyutuyla Afganistan’da düş­ müştü. Dominoları tutmak gerekiyordu. Yeşil Kuşak projesi bu anlamıyla iki şey hedefliyordu: Birincisi Ortadoğu’da demokratik düşüncenin gelişimi en­


gellemek, İkincisi ise Humeyni ve Iran Devrimi’nin etki­ siyle gelişen, içinde anti-Arherikancı eğilim taşıyan radikal İslam’a karşı dalgakıran oluşturmak. Projenin laboratuar ülkesi, Afganistan oldu. 1973’te Af­ ganistan’da cumhuriyet ilan edilmiş, 1978’de AHP iktida­ rı bir darbeyle eline geçirmişti. 1978 yazında Afganistan’da ilk mücahit örgütlenmeleri görüldü. Mücahit örgütleri ilk başta dağınık, her aşiretin kendi başına hareket ettiği ve merkezi hükümetin politi­ kasına göre, taraf ve tavır değiştiren bir niteliğe sahipti. Mücahit örgütlenmeleri içinde o dönemde öne çıkan grup Gülbettin Hikmetyar’m Hizb-i Islami’siydi. Hikmetyar, öbür aşiretlerden daha çabuk davranarak Pakistan sı­ nın yakınında askeri karargâhını kurdu. Kendi de Peştu olan Hikmetyar’m burayı seçmesi ve bu alanda üslenmesi boşuna değildi. Pakistan içinde de yoğun olarak bulunan Peştular, Afganistan nüfusunun da çoğunluğunu oluşturu­ yor ve ağırlıkta olarak bu bölgede yaşıyorlardı. Hikmetyar kurduğu karargâhla, hem kendini güvenceye alıyor, hem de lojistik destek ve insan kaynağı olarak önemli bir mev­ zi kazanıyordu. Mücahit örgütlenmelerine ya da aşiret ve mollalar koa­ lisyonuna destek önceleri Pakistan tarafından verildi. ABD desteğini direkt olarak yapmıyor, Pakistan aracılığıyla ger­ çekleştiriyordu. Bu tavır Kızılordu’nun Afganistan’ı işgali­ ne kadar sürdürüldü, işgalle birlikte ABD, desteğini doğ­ rudan yapmaya başladı. Ve askeri-finansal yardımın boyu­ tu olağanüstü büyüdü. Suudi Arabistan ve Pakistan’ın sü­ rece aktif katılımı sağlandı.


Suudi Arabistan petro-dolar transferlerini hızlandırdı. Pakistan mücahitlerin her düzeyde örgütlenmesini ve as­ kerileşmesini sağlayacak olanaklar sundu. ABD, bazen özel birlikleri ve özel yetiştirilmiş kontrgerilla elamanlarıyla Afganistan’a girdi. Mücahitleri yönlen­ dirdi, örgütlenmelerini şekillendirdi. Ayrıca Afganistan sınırında modem kontrgerilla eğitim merkezleri kurarak, mücahitlere bu merkezlerde; sabotaj teknikleri, tanksavar ve roketlerin kullanımı gerilla savaşı taktiklerini içeren eğitimler verdi. Faaliyetler Afganistan’ın feodal yapısı, aşiretlerin konu­ mu ve mollaların etki gücü hesaplanarak komplike bir tarzda yürütüldü. Sonuçların alınması da uzun sürmedi. 1980’lerden itibaren mücahitlerin Afganistan toprakların­ da yürüttüğü savaş, Kızılordu birliklerini zor durumda bı­ rakmaya başladı. Mücahitler modem silahlarla donanmış, etkin gerilla savaşı yürüten ciddi bir askeri güce dönüştü. Güçlü Kızılordu birlikleri yer yer ağır yenilgiler almaya ve mevzilerinden çıkamamaya başladı. ABD’nin Vietnam’da yaşadığı gibi, Kabil’den gönderilen tabutların Moskova’ya ulaşması, Sovyet kamuoyunda ve Kızılordu içinde, ‘Neden Afganistan’dayız?’ sorusunun sorulmasını ve savaşa yöne­ lik tepkilerin yoğunlaşmasını beraberinde getirdi. Ayrıca ABD, yoğun bir anti-komünist kampanya başla­ tarak, Afganistan’da “Müslümanlarla dinsiz komünistler arasında” yürütülen savaşta, İslam ülkelerinin taraf olma­ sını sağlamaya çalıştı. Özellikle Güney Yemen, Cezayir, Sudan ve Mısır’dan hatta Türkiye’den Afganistan’da “ci­ hat” uğruna savaşacak, Islami kesimleri ve militanlan or­


ganize etti. Bu gruplan askeri eğitimden geçirerek, Afga­ nistan’da mücahitlerin yanında istihdam etti. Yeşil Kuşağın deney ülkesinden yayılan hale, etkisini İslam ülkelerinin bütününde farklı biçimlerde göstermeye başladı. Giderek şiddetlenen savaş ortamında, mücahit aşiretle­ ri Afganistan’ın güneyini denetimleri altına aldı. Savaş şartlarında büyüyen çocuklar, Pakistan ulemasının aktif organizasyonuyla, Pakistan’da dini eğitimden geçirilmeye başlandı. Çoğunluğu Peştu aşiretlerinden gelen bu çocuk­ lar yıllar sonra Afganistan’da diğer kavim ve aşiretleri etki­ sizleştirecek ve iktidan ellerine alacaklardı. Pakistan’da eğitim gördükleri sırada Taliban-Talebeler adı verilen bu grup 1995’de ülkenin güneyini ele geçirdi, 1996’da ise Ka­ bil’i aldı. Afganistan’daki ‘ortaçağın’ yeni adı Taliban’dı. Taliban’m ABD, Pakistan ve Suudi Arabistan’dan yoğun destek görerek iktidara gelişi, bir yanıyla da İran İslam Cumhuriyeti’ne vurulan bir darbeydi. ABD’nin bölgedeki ekonomik ve nüfuz alanını genişle­ ten Taliban iktidanndan, bazı bölge ülkelerinin de çıkarı bulunmaktaydı. Pakistan, dış politikasında pan-Islamcılığı yaymak, ku­ zeyde güvenilir komşulara sahip olmak ve uzun vadede Afganistan’ı bir federasyonun parçası ya da daha ileri gide­ rek eyaleti yapmak istiyordu. Taliban’m iktidanyla, bu emellerinin gerçekleşmesinin önünün açılacağını düşün­ mekteydi. Suudi hanedanlığı ise, ABD’nin kendine sağladığı des­ tek ve petro-dolarlarımn açtığı olanaklarla, radikal Islamm


kendi topraklarındaki etkilerini silmeyi amaçlıyordu, Suu­ di Arabistan, ABD’nin Ortadoğu’daki askeri üssü gibi ha­ reket etmekteydi. Bir taraftan Arap gerici rejimlerinin ayakta kalması için finansör görevini yükleniyor, diğer ta­ raftan Körfez Savaşında olduğu gibi, ABD’nin bölgeye acil müdahale ihtiyacı duyduğunda, atlama tahtası olarak işlev görüyordu. Suudi hanedanlığı 9. Yüzyıldan bu yana İslam’a yapılan eklemelerin ve değişimlerin tümünün ortadan kaldırılma­ sını içeren, 18. yüzyıldaki çöl Araplarının katı yaşam ko­ şullarından doğan Vahabiliği resmi devlet dini olarak ka­ bul etmişti. Buna rağmen iktidar eliti, lüks ve ihtişama da­ yalı hayat tarzlannda ve gündelik yaşamlarında, Vahabiliğin gereklerini yerine getirmiyorlardı. Halk kitlelerinde tarihsel bilinç ve hafızanın etkisiyle, Vahabi doktrininin katı kurallarının dışında yaşayan ikti­ dar elitine yönelik tepkiler, giderek gerilim yaratacak bo­ yuta ulaştı. Suudi iktidar eliti, bu gerilimi nötrleştirmek amacıyla yurt dışındaki Vahabi hareketlerine büyük destek verdi. Bu yönde Afgan mücahitlerine, Taliban’a, Bosna’da sava­ şan mücahitlere, Orta Asya ve Afrika’daki Vahabi hareket­ lere önemli yardımlar yaptı. Fakat özellikle Körfez Savaşı (1991) sırasında ABD’ye kalıcı üsler vermesi, hem ülke içinde, hem de İslam âle­ minde tepkiyle karşılandı. “Kutsal topraklar kâfirler tara­ fından çiğneniyordu ve kâfirler bu topraklan terk etmeliy­ di. Kâfirler kadar kâfirlere olanak sunanlar da suçluydu ve İslam karşıtıydı.”



püle etme, nötrleştirme aracı olarak sonuna kadar kullanı­ lan “kolektif halüsinasyon,” kolektif reaksiyonun rahmi ol­ ma işlevi kazanmıştır. Artık yeşil kuşakta hiç bir şey yerli yerinde değildir.

M


İNSAN BEYNİNİN FETHİNE GİDEN YOL: KONTROLLÜ DEMOKRASİLER

1970’li yıllara, başta Latin Amerika olmak üzere birçok yeni sömürge ülkede askeri diktatörlükler damgasını vur­ du. 1980’li yıllarda ise, askeri diktatörlüklerden “kontrol­ lü” demokrasilere geçişler” yaşandı. “Düşük yoğunluklu demokrasi” olarak da adlandırılan bu rejime geçiş, ABD emperyalizminin geliştirdiği yeni konseptin gereğiydi. ABD açısında 1979 yılma kadar özellikle Latin Ameri­ ka’da işler yolunda giderken, Nikaragua’da Sandinistlerin iktidara gelmesi, sistemi alarma geçirdi. ABD, uzun süreli diktatörlüklerin halkı kendilerine karşı birleştirdiği ve rejime karşı nefretin bir devrimci du­ ruma dönüşebileceği tehlikesiyle yüz yüze kaldı. Bu koşul­ lar yeni konseptin geliştirildiği zeminleri yarattı. Nikaragua’da Sandinist Devriminin gerçekleşmesi ezi­ len halklara umut ve inanç aşıladı. Nikaragua jeo-politik konumundan dolayı ABD’nin Orta Amerika politikaların­ da her zaman önemli bir yer teşkil etti. 19. Yüzyılda Ingiltere, Fransa ve ABD’nin rekabetine


1927’de Liberal generaller ABD ile yapılan anlaşma ge­ reği teslim oldu. Anlaşmaya tek bir kişi, “özgür insanların generali” olarak anılan Sandino karşı çıktı. Sandino ülkenin kuzeyindeki dağlara çekilerek adam­ larıyla birlikte gerilla savaşma başladı. Şiari “Ya özgür va­ tan, ya ölümdü”. Maden işçileri ve köylüleri örgütledi. Çünkü Sandino’ya göre yalnızca bu güçler, ABD emperya­ lizmine karşı yürütülen mücadeleyi sonuna kadar götüre­ bilirdi. Sandino denetimi altına aldığı bölgelerde alternatif toplumsal ilişkiler kurdu. Topraklan kamulaştırdı, koope­ ratifler örgütledi, yabancı kapitalistleri vergilendirerek, buradan alman paralann işten atılan işçilere tazminat ola­ rak ya da yiyecek olarak ödenmesini sağladı. Sandino’nun gerilla mücadelesinin güçlenmesi, ABD askeri birliklerini yenilgiye uğratması, ülke içinde ve uluslararası düzeyde büyük bir sempati ve coşkuyla karşılandı. 1932’deki başkanlık seçimlerinden sonra ABD, deniz piyadelerini Nikaragua’dan çekme karan aldı. ABD subay­ ları tarafından 1927’de örgütlenen Ulusal Muhafızlar, ABD birliklerinin yerini aldı. Çarpışmalar, bundan sonra Sandi­ no’nun güçleriyle Ulusal Muhafızlar arasında gerçekleşme­ ye başladı. 1932 başkanlık seçimlerini Sacara kazandı. Sacara, eko­ nomik nedenlerden ötürü Sandino’yla anlaşma gereği duy­ maktaydı. Anlaşmanın sağlanması üzerine Sandino silahlannı bırakmayı kabul etti. Ne var ki Sandino, Ulusal Muhafız­ lar komutanı, ileride Nikaragua diktatörü olacak, 1. Anasta­ sio Somoza tarafından, ABD elçiliğinin katılımıyla düzenle­ nen bir komployla tuzağa düşürülerek, Başkanlık Sarayı’nda


yaptığı görüşmeden dönerken, 21 Şubat 1934’de öldürüldü. Somoza, ABD’nin de önünü açması ve bir dizi entrika sonucu 1936 yılmda kendini devlet başkanı seçtirmeyi ba­ şardı. Kurduğu diktatörlükle, halkı şiddetle baskı altına al­ dı. Ülkenin tüm maddi kaynaklarını yağmaladı. Tam bir hanedanlık kuran Somoza, fuhuştan, içkiye, yabancı şir­ ketlerden komisyon almaya, arazi kapatmaya kadar her türlü yöntemi kullanarak, Nikaragua’nın en büyük toprak sahibi ve kahve üreticisi oldu. Nikaragua Somoza hane­ danlığının mülküne dönüştü. I. Anastasio Somoza, 21 Eylül 1956’da R. Lopez Peren adında bir ozan tarafından vurularak öldürüldü. Oğullardan biri, Luis Somoza devlet başkanlığına, diğe­ ri II. Anastasia Somoza Ulusal Muhafızların başına geldi. Ülkede yoğun bir terör dalgası başladı. 1967’de Luis Somoza’nm ölümünden sonra -aradaki iki kukla başkanın ardmdan- II. Anastasio Somoza devlet başkanlığına getirildi. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra Nikaragua’da toplumsal muhalefet gelişmeye başladı. Bu gelişmenin bir yanını, ülkede -çarpıkta olsa var olan- kapitalist gelişmeye bağlı işçi sınıfı hareketinin doğuşu oluştururken, diğer ya­ nını Küba Devrimi’nin yarattığı sol dalga oluşturdu. Küba Devrimi, Nikaragua’da devrimci mirasın yeniden hatırlanmasına neden oldu. 1962 yılında çok kanatlı bir yapı olarak FSLN- Ulusal Sandinist Kurtuluş Cephesi ku­ ruldu. FSLN’nin örnek aldığı deneyim Küba’ydı. Siyasal hattı ise: Castro deneyimiyle, Sandino deneyiminin sentezlenerek, Marksist çerçevede yeniden güncelleştirilip, Nikaragua özgülüne uygulamak oldu.


çok şehir FSLN’nin kontrolüne girdi. Devrim ilerliyordu. 17 Temmuz’da Somoza Nikaragua’dan kaçtı. 19 Temmuz 1979’da Sandinist birlikler Managua’ya girdi. Nikaragua’da Sandinist Devrim gerçekleşmişti. Nikaragua Devrimi’nden önemli dersler çıkaran ABD Emperyalizmi, Ulusal Güvenlik Doktrini ve Ayaklanmaya Karşı Mücadele Konsepti?ne yeni bir varyant ekleyerek, Düşük Şiddetli Çarpışmalar Doktrini’ni hayata geçirdi. Doktrin, “asıl savaşın, gelecekte klasik Doğu-Batı şema­ sını izleyip, Avrupa’da olmayacağı, Üçüncü Dünya’da ola­ cağından hareket eden düşüncelere dayanıyordu.” Doktrinin hedefi ise, “diğer süper gücün geri püskürtülmesinden çok, kendi ekonomik çıkarlarının kabul etti­ rilmesine yönelikti.” 1980’li yıllara doğru diktatörlüklere karşı yoğunlaşan mücadele ve özellikle Sandinist Devrimin gerçekleşmesi, emperyalizmi “kontrollü demokrasilere” yöneltti. Bu de­ mokrasi girişimlerinin özünde sistemin rektifikasyonunu ifade etmekteydi. Yeni doktrin, “ordular arasında düzenli silahlı çatışma­ yı değil, toplümsal alt yapıda topyekûn bir savaşı hedefli­ yordu.” Düşman yalnızca gerilla olarak algılanmıyor, top­ lumun tamamı ya da önemli bölümü olarak görülüyordu. İzlenen politikalarda bu doğrultuda oldu. Alternatif bir güç olan gerilla hareketlerinin büyük bir kısmı aparatla aparatın savaşı biçiminde gelişen mücadelelerde marjinal­ leşme sürecine girerken, uzun savaş yılları boyunca sindi­ rilen kitleler hızla düzen sınırlarına çekilmeye çalışıldı. 1980’li yıllar, bağımlı ülkelerde ?parlamenter demokrasi?


düşük yoğunluklu demokrasinin ortaya çıktığı bir dönemi işaret ederken, aynı yıllar reel sosyalizmin çözülüşünün açığa çıkmasına da tanıklık etti. Bu çözülüşün açtığı boş­ luk da, yeniçağın afyonu “Çoğulcu Parlamenter Demokra­ si” ile dolduruldu. Aslında kendisi de ciddi bir krizle karşı karşıya olan parlamenter (temsili) demokrasi, dünya çapında alternatif oluşumlann yaratılamamasmdan dolayı krizini gözlerden uzak tutabilmekte ve kendini evrensel bir norm olarak su­ nabilmektedir. “Kontrollü demokrasilere” doğru ilk adım 1982’de Bo­ livya’da atıldı. Bolivya’yı 1983’de Arjantin takip etti. 1985’de Uruguay bu sürece girdi. 1989’da ise Paraguay ve Şili’de bu sürecin parçası oldu. Kendisini en net biçimde Filipinler’de düzene karşı sa­ vaşan gerillaların başarı kazanma şansının arttığı ve kitle­ selleşmeye başladığı bir dönemde, yıllarca kendisine sada­ katle hizmet eden Marcos’u terk ederek, yerine Aguino’yu iktidara getirme olayında gösterdi. Filipinler, 350 yıl Ispanya’nın egemenliğinde yaşadı. ABD, Ispanya’dan Filipinler’i 20 milyon dolar karşılığında satın aldı. 1898’de bağımsızlığım ilan eden ülkede, ABD sömürgeci tahakkümünü kurmak istemesi üzerine Filipin halkıyla ABD arasında başlayan savaş üç yıl sürdü. ABD deniz piyadeleri Filipinler’de vahşi bir soykırıma girişti. Savaşta 200,000 Filipinli yaşamını yitirdi. ABD’nin kaybı ise 4 0 0 0 ’di. Savaşı kazanan ABD emperyalizmi, ülkedeki tüm dene-


ABD askeri birliklerinin Şubat 1945’de Filipinler’e çı­ kartma yapması, Filipin halkına ABD’nin bir kurtarıcı gibi sunulmasını beraberinde getirdi. ABD, HUK’lann kitlelerle bütünleşen bu hızlı gelişimi engellemek için acil önlemlere başvurdu. Filipin ordusu askeri, teknik ve lojistik boyutta modernize edildi. Ayrıca, Yunanistan’da Yunan devrimcilerine karşı uygu­ ladığı ve başanyla sonuçlandırdığı, ayaklanmayı bastırma tekniklerini Filipinler’de de hayata geçirmeye başladı, Yu­ nanistan’dan gelen askeri danışmanlar, Filipin ordusunu yeniden yapılandırdılar. Filipinler ordusu, kontr-gerilla düzeninde bağımsız birlikler halinde yeniden örgütlendi. HUK’ların 10,000 kişilik askeri gücüne karşılık kontrgerilla tarzında örgütlenmiş 100,000 kişilik bir askeri güç­ le operasyonlara girişildi. Bu operasyonlar sonucu HUK örgütlülüğü önemli dar­ beler aldı. 1953’te Filipinler’de hükümet değişikliği yaşan­ dı. Magsaysay başbakanlığa getirildi. Magsaysay, ordunun yeniden yapılanması çalışmaları hızlandırdı. Çıkardığı toprak reformuyla, topraksız köylülere toprak dağıttı. HUK’lara teslim olma çağrısında bulundu. Çağrıya HUK gerillalarının önemli bir kısmı uydu. HUK’un 4 bin kişilik gerilla grubu çağrıyı reddederek, Luzon dağlannda müca­ deleye devam etti. Örgütsel dağınıklık ve moral zayıflık HUK hareketini uzun bir süre sessizlik dönemine girmesi­ ne neden oldu. Magsaysay iktidarı döneminde, ABD’ye ba­ ğımlılığı artıran gelişmeler oldu. ABD’nin direktifleri doğ­ rultusunda, Filipinler’in bir tanm ülkesine dönüştürülme­ si için düzenlemelere girişildi.


Ekonominin sömürge ve tarımsal niteliğini derinleştir­ mek amacıyla, Filipinler’e kota sistemi uygulanarak, ülke­ nin hammaddeleri için tercihli anlaşmalar yapıldı. Filipinler, SEATO-Güneydoğu Asya Anlaşma örgütünün kurulu­ şuna aktif katıldı. ABD, Vietnam’a yönelik saldırılarında, Filipinler’de ki askeri üslerini aktif olarak kullandı. CLA’nm organizasyon­ larında yer alan Filipinli ajanlar Hindiçin’de aktif faaliyet­ ler yürüttü. Ayrıca Maysaysay, Japonya’nın Soğuk Savaş dönemin­ de, ABD tarafından yeniden militarize bir güç haline geti­ rilmesi ve Güneydoğu Asya’da ekonomik nüfuzunun art­ ması yönündeki programlarına uygun politikalar geliştir­ di. Filipinler ABD, Japonya ortaklığının somut uygulama alanlanndan biri haline getirildi. Filipinler, Dünya Bankası ve IMF’e üye oldu. Endonez­ ya’daki ve Hindiçin’deki ABD’nin işgal hareketlerinde bir üs gibi kullanıldı. 1960’lı yılların başlarında Filipinler’de anti-emperyalist kitle hareketlerinin geliştiği gözlendi. Kitlesel protesto gösterileri 1964 - 1965 yılları içinde yaygınlaştı. ABD karşıtı eylemlerin yoğunlaştığı yıllarda, HUK ha­ reketi uzun bir sessizlik döneminden sonra Luzon bölge­ sinde faaliyetlerine yeniden başladı. Marcos’un devlet başkanlığına seçilmesi de aynı döne­ me rastladı (1965). Marcos Filipinler’de sömürge tipi ka­ pitalizmin “gelişmesi” yönünde uygulamalar başlattı. 1970’li yıllara doğru, HUK hareketi “komünist” hareke­ tin uluslararası düzeyde yaşadığı Çin-Sovyet kutuplaşma-



zandırmak amacıyla sıkıyönetimi sivilleştirme doğrultu­ sunda politikalar izledi. Bu politikayı biraz daha ileri götü­ rerek, Ocak 1980’de yerel seçimlerin yapılacağını açıkladı. Rejimin meşruluk sorunu yaşadığı en önemli konu sı­ kıyönetim uygulamasıydı. Marcos seçimlerden sonra, 9 yıl süren sıkıyönetim uygulamalarına son verdi. Yapılan re­ vizyonlara rağmen rejimin otoriter yapısı bütünüyle ko­ rundu, sıkıyönetim “sivilleştirildi”. Haziran 1981’de yapılan plebisitle anayasa değiştirildi. Marcos bu değişiklikle ülkeyi kararname ve yazılı tebliğ­ lerle yönetme yetkisi kazandı. Ayrıca anayasadaki devlet başkanmm üç dönem ardı ardına göreve seçilmesine engel oluşturan maddesini kaldırarak, kendisinin üçüncü kez devlet başkanı seçilmesini sağladı. 1983’te Filipinler’de ekonomik ve siyasi açıdan önemli gelişmeler yaşandı. 1970’li yıllarda Güneydoğu Asya ülke­ lerinin hemen hemen bütününde yaşandığı gibi, Filipin­ ler’de de Dünya Bankası ve IMF direktifleri doğrultusunda ihracata dayalı bir ekonomik “gelişme stratejisiyle” hareket edilmeye başlandı. Marcos, bu ekonomik politikayı radi­ kal biçimde uygulamaya çalıştı. Ülkede işsizlik yaygınlaştı, farklı sektörlerde işyeri ka­ patmaları arttı. 1980’lerin ikinci yarısına yaklaşıldığında Filipinler ekonomisi önemli sorunlarla karşı karşıya kaldı. Marcos bütün bu gelişmelere turizm sektörünü, özcesi seks turizmini öne çıkararak “önlem” almaya çalıştı. Filipinler seks sektörünün uluslararası “cenneti” haline getirildi. Aynı dönemde, liberal muhalif Aguino (21 Ağustos 1983’te) “kimliği bilinmeyen” kişilerce suikast sonucu öl­


dürüldü. Aguino’ya yapılan suikast, Marcos diktatörlüğü­ nün sonunu simgeleyen bir olay oldu. Aguino’nun cenaze töreni diktatörlüğe karşı bir protes­ to gösterisine dönüştü. Cenazeye 2 milyon kişi katıldı. Aguino’nun ölümü, Marcos diktatörlüğüne karşı top­ lumsal muhalefetin hızla gelişmesini sağladı. Komünist Parti, ülkenin en etkili güçlerinden biriydi. NPA, ülkenin kırsal alanında geniş bir hâkimiyet kurmuştu. 1970’de muhafazakâr demokratlar tarafından kurulan UNIDO, Aguino’nun ölümünden sonra yerini alan Bayan Aguino ve danışmanı Salvador Laurel’in gayretleriyle, ya­ sal muhalefet içinde etkinliğini artırmaktaydı. UNIDO, bir anlamda Marcos’tan sonra oluşan boşluğu doldurma amacı gütmekteydi ve devrim tehlikesine karşı, ABD’yi ferahlatıcı bir siyasi yapıydı. UNIDO, 1984’den sonra aktivitesini arttırdı. Yasal muhalefetin en önemli odaklanndan biri ise, BAYAN-Halk adlı örgütlenmeydi. BAYAN, 1985 bahannda çeşitli grupların birleşmesiyle kurulan bir oluşumdu. So­ mut talepler çerçevesinde örgütlenmiş, değişik toplumsal kesimleri kapsamaktaydı. BAYAN’m ilk örgütlenmesi Corazon Aguino ve Lorenzo Tanada’nın içinde yer aldığı bir sivil toplum kuruluşuyla başladı. Daha sonra belirli evre­ lerden geçen BAYAN örgütlenmesi Marcos’a karşı en önemli muhalefet güçlerinden biri durumuna geldi. BA­ YAN hızla Filipinler’de yasal muhalefetin odağı oldu. Filipinler’de illegal muhalefetin cephesel örgütlenmesi ise NDF-Milli Demokratik Cephe’ydi. Cepheyi kuran ve ona damgasını vuran iki örgütsel yapı vardı. Bu yapılardan


biri, Filipinler Komünist Partisi ve onun silahlı kanadı NPA’ydı, diğeri ise Hıristiyan din adamlanndan oluşan CNL-Milli Kurtuluş Yanlısı Hıristiyanlar?dı. Cephede öğ­ retmen, köylü, işçi, gençlik, vb. kesimlerin kitle örgütlen­ meleri yer almaktaydı. Cephe, 1980’lerin ortasında, diktatörlüğün çöküşe geç­ tiği koşullarda 73 eyaletin, 60’ında faaliyet yürütüyor, kır­ sal kesimin dörtte birini denetiminde bulunduruyordu. Cephe’nin kendi verilerine göre, 50 bin örgütçüsü bulu­ nuyor, yasal kitle örgütlerindeki üye sayısı ise 1 milyonu aşıyordu. 10 milyon Filipinli özellikle kırsal alanda, cep­ henin sempatizanıydı. Aguino’nun öldürülmesinden sonra, Marcos muhalefe­ tin gücünü dağıtmak için baskı ve şiddet politikalarını de­ rinleştirdi. Yaşadığı meşruluk sorununu çözmek için, 1984’de genel seçimlerin yapılacağım açıkladı. Marcos se­ çimleri kazanmasıyla bu sorunu aşabileceğini ve ABD’ye verilen güvencelerle diktatörlüğünü sürdürebileceğini dü­ şünmekteydi. 14 Mayıs’ta yapılan seçimler “alışılageldiği” gibi hileli bir biçimde gerçekleşti. Marcos’un partisi Yeni Toplum Hareketi oyların büyük çoğunluğunu alarak, seçimlerden zaferle çıktı. , Filipin halkının seçim sonuçlanna tepkisi sert oldu. Se­ çim sonuçlannın uzun süre açıklanmaması ve ayyuka çı­ kan seçim hileleri, halkın yaptığı sokak gösterileriyle pro­ testo edildi: UNIDO başkanı Laurel halkı gerektiğinde zor kullanmaya çağırdı. Marcos ülke sathında polisiye önlem­ leri artırdı.


Yeni meclisin açılışı, kitle gösterileriyle protesto edildi. Aguino’nun ölüm yıldönümü, Marcos aleyhtarı bir kit­ le gösterisine dönüştü. Gösteriye 1,5 milyon kişi katıldı. Marcos karşıtı muhalefet hızla güçleniyordu. Bu arada NPA askeri eylemlerini yoğunlaştırdı. 1984 sonuna doğru kitle gösterileri yaygınlaştı. 1985 yılına girildiğinde NPA, ülkenin % 20’sini kontrol ederken, ülkenin her alanında faaliyet yürütecek güce ulaşmıştı ve örgütsel olarak hızla gelişmekteydi. Komünist Partisi’nin ve NPA’nm bu gücü ABD’nin yet­ kili ağızlarından da ifade edilmekteydi. ABD, diktatörlüğün çöküşünün hızlandığı bu koşullar­ da, bir yandan Marcos’u sonuna kadar destekleme politi­ kası izlerken, diğer yandan Filipinler’de aşağıdan gelebile­ cek bir devrimin engellenmesi yönünde tedbirler almak­ taydı. Özellikle UNIDO ve Bayan Aguino’yu Marcos son­ rası dönem için ideal bir siyasal kimlik ve güç olarak de­ ğerlendirilmekteydi. ABD, Filipinler’de siyasal stabilizasyonun gerçekleştiril­ mesini istiyor ve böylece devrimci gelişmelerin önünü kesebilmeyi arzuluyordu. ABD’nin “ dayatmaları” sonucunda Marcos, 1986 yılı­ nın başında seçimlerin yapılacağını açıkladı. 1986 seçimlerinde Marcos’a karşı Corazon Aguino, başkan adayı olarak çıktı. Filipinler Komünist Partisi, Milli Demokratik Cephe, NPA, BAYAN’dan oluşan sol blok, Reagan’m desteğinde ya­ pılacak seçimlerin göz boyamaya yönelik bir manevra oldu­ ğunu açıkladı ve seçimleri boykot etme çağrısında bulundu.


Aguino’nun kazanması durumunda ordunun darbe ya­ pacağı söylentilerinin giderek yayıldığı koşullarda (7 Şubat’ta), başkanlık seçimleri yapıldı. 15 Şubat’ta Filipinler meclisi Marcos’un kazandığım açıklamasına rağmen, daha sonra ağız değiştirdi. Seçimlerde iktidar partisi tarafından hile yapıldığını açıkladı. 22 Şubat’ta Marcos’un önemli adamlarından savunma bakanı Enrile ve genelkurmay baş­ kanı Ramos, Manila’daki savunma bakanlığını ele geçire­ rek, Marcos’un Filipinler’in meşru başkanı olmadığını ve seçimlerde hile yapıldığını açıkladılar. Reagan’m Marcos’un isyancılara karşı zor kullanması durumunda yardımları keseceğini bildirmesi, Marcos’un sonunu işaretledi. Artık Marcos diktatörlüğü yıkılmış, yerine, “aşağıdan gelen devrimi” engelleyecek, rejimin restorasyonuyla yü­ kümlü Aguino iktidara gelmişti. Aguino’nun devlet başkanlığına seçilmesi, Filipinler’de yeni bir rejimin inşası anlamı taşıyordu. Yeni rejimin diğer adı “düşük yoğunluklu” demokrasiydi. Nikaragua’da Sandinist Devrimi’nin gerçekleşmesiyle ABD emperyalizminin geliştirdiği yeni konsept oldukça rafine bir şekilde Güneydoğu Asya’da ilk olarak Filipin­ ler’de hayata geçirildi. Aynı dönemde benzer gelişmeler, başta Güney Kore ol­ mak üzere, başka Güneydoğu Asya ülkelerinde de yaşandı.


SONUÇ



ÖFKE BOŞUNA DEĞİL..! ÇÜNKÜ ÇAĞDAŞ BARBARLARIN SUÇ DOSYASI KABARIK

ABD kuruluşundan itibaren dünya halklarına karşı şid­ det, baskı, kıyım ve jenosit politikaları uyguladı. Birçok coğrafya işgal, talan ve yağma edildi. ABD’nin emperyalist politikalarını farklı tarihsel mo­ mentlerde geliştirdiği sömürgeci doktrinlere ve konseptlere göre hayata geçirdi. “Uygar olmayan dünyaya, uygarlı­ ğın götürülmesi” ve “insani müdahalelerle Batı’nın değer­ lerinin korunması” gibi iddialarla yapılan bu küresel sö­ mürgeci hareketler, tek bir amaca hizmet etti. ABD’nin bir dünya imparatorluğu kurması ve imparatorluğunun hiç bir koşulda tartışılmaması... Kuralları kendi belirledi, kendi değiştirdi. Dünyanın her köşesini, efendiliğinin hüküm sürdüğü coğrafya olarak algıladı. Halkları boyunduruk altına aldı, her türlü maddi ve manevi kaynaklan kendi emperyal sömürü çarkının dişlileri arasında eritti. Zulüm bildiği tek dildi. Bir savaş makinesi olarak şiddet, baskı, gözyaşı üretti. Yalnızca son yüzyıllık tarihine bakılması bile vahşetin


ve şiddetin inanılmaz boyutunu görmek için yeterlidir. ABD’nin 20. yüzyılda ki suç kronolojisi kısaca şöyledir: -1890’da Arjantin’e askeri müdahalede bulundu. -1891’de benzer müdahaleyi Şili ve Haiti’de gerçekleş­ tirdi. -1893’te kendisi için stratejik önem taşıyan Hawai Adaları’nı işgal etti. Yerli halkı köleleştirdi. -1894’te Nikaragua ABD deniz piyadeleri tarafından is­ tila edildi. -1894-1895’te Çin’e iki askeri müdahalede bulundu. -1895’te Panama, stratejik öneminden dolayı ABD bir­ likleri tarafından işgal edildi. -1896 Nikaragua ikinci kez ABD tarafından işgal edil­ di. -1898’de Küba, Nikaragua, Filipinler, Puerto-Rico ve Meksika işgal edildi. -1898-1901 arasında, ABD’nin Filipinler’i işgaline kar­ şı halkın yürüttüğü direniş savaşı sonucunda, 200 bin Fi­ lipinli yaşamını yitirdi. -1899’da Çin’in sömürgeleştirilmesi yönünde, Çin yö­ netimine “açık kapı” politikalarım dayattı. 1900’lerin baş­ larında yurtsever Boxer ayaklanması, ABD’nin de içinde bulunduğu emperyalist blok tarafından büyük bir şiddet­ le ezildi. Binlerce yurtsever katledildi. -1899’da da Nikaragua ABD’nin sürekli işgal politikala­ rına maruz kaldı, aynı yıl Samoa Adaları’na askeri olarak müdahale etti. -1903’te kendisi için hem stratejik önemi, hem de tica-


ri yaran olacak, Atlantik Okyanusu’ndan Pasifik Okyanusu’na giden deniz yolunu denetlemek için Panama’ya mü­ dahale etti. -1903-1904’te olmak üzere Dominik iki kez ABD deniz piyadeleri tarafından işgal edildi. -1 9 0 3 ,1 9 0 7 , 1911, 1919, 1924 ve 1934’de olmak üze­ re Honduras’ı tekrar, tekrar işgal etti. -1904-1905’te Kore’ye ABD’nin Uzakdoğu politikasına bağlı olarak askeri müdahalede bulundu. -1906-1909’da Küba’ya deniz piyadeleri çıktı. -1907’de Nikaragua yeniden ABD’nin askeri müdahale­ sine maruz kaldı. -1911’de ABD’nin Çin’e askeri müdahaleleri devam etti. -1912’de Küba, Panama, Honduras, Nikaragua kısacası Orta Amerika’da ABD’nih askeri müdahaleleri yaşandı. -1913’te Meksika’nın ABD tarafından işgali devam etti. -1914’te Meksika, Dominik ve Haiti yeniden işgal edildi. -1915’de Haiti’yi işgal etti. İşgale karşı başlayan direniş sonucunda 3500 Haitili katledildi. -1916’da Dominik’i işgal etti. -1917’de Korsika, ABD’nin denetiminde Nikaragua’da oluşturulan paralı askerler tarafından işgal edildi. -1917’de Küba’ya deniz piyadeleri yeniden çıktı. -1918’de Ekim Devrimi sonrası Rusya’da yaşanan iç sa­ vaşa müdahale etti ve karşı devrimci Beyaz Ordu’nun or­ ganizasyonunda aktif rol oynadı, müdahalesi 1922 yılma kadar sürdü. -1918’de ABD, Panama’ya kanalın güvenliği için askeri birlikler yolladı.


-1919’da ABD Honduras’a ve Avrupa’da Yugoslavya’ya askeri müdahalede bulundu. -1920’de Guatemala’yı işgal etti. -1921 ve 1926’da olmak üzere Nikaragua’yı iki defa iş­ gal etti. CIA’nm organize ettiği Ulusal Muhafızlar Sandino dahil, 300 NikaragualIyı öldürdü. -1922’de ABD Çin’de Chan Kai-Chek güçlerine olağa­ nüstü askeri yardımda bulundu. -1924-1925’te ABD Honduras’a yeniden askeri müda­ halede bulundu. Aynı yıl Panama’ya da askeri birlikler yol­ ladı. -1927-1934 arasında ABD Çin’de Chan Kai-Chek güç­ lerine aktif desteğini sürdürdü. -1932’de El Salvador işgal etti. -1945’de Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası attı. Atılan bombalar sonucu 250 bin kişi yaşamını yitirdi. -1946’da İran’a asker çıkardı. Aynı yıl Yugoslavya mü­ dahalede bulundu. -1946’da Bolivya’da general Gualberto Villareal ABD ta­ rafından yönetime getirildi. 1947-1952 arasında 30 bin Bolivyalı öldürüldü. -1947’de Pasifik Adaları’nı işgal etti. ABD bu adaları stratejik bir üsse dönüştürmeye çalıştı. -1947’de Uruguay ve Yunanistan’da karşı devrim ope­ rasyonları gerçekleştirdi. -1948’de Almanya’yı işgal etti. -1948-1949’da Çin’e yönelik askeri müdahalelerine de­ vam etti.


-1948-1957 arasında Kolombiya’da ABD destekli ola­ rak yönetime gelen Laueno Gomez ve general Pinella dö­ nemlerinde, diktatörlüğe karşı mücadele eden 300 bin Ko­ lombiyalI katledildi. 1957-1963 arasında öldürülen mu­ haliflerin sayısı, resmi rakamlara göre bile 21.377’ydi. -1948-1954’te Filipinleri işgal etti. -1950-1953 yılları arasında yüz binlerce Koreli, savaş­ ta yaşamını yitirdi. -1953’te İran’da CIA kanallı bir darbe gerçekleştirdi. -1954’de ABD tarafından iktidara getirilen Alferedo Stoessner, diktatörlüğünü 1984’e kadar sürdürdü. Bu dö­ nemde 800 bin ParaguaylI ülkede uygulanan baskı politi­ kalarından dolayı, yurt dışına kaçtı. -1954’te Vietnam’da Fransız sömürgeci güçlerine işgali sürdürmeleri için olağanüstü askeri yardımda bulundu. -1954’de binlerce GuatemalalI öldürüldü. -1955’de CIA, Endonezya, Laos ve Kamboçya’da çok sayıda operasyon düzenledi. -1955’te Haiti’de FARH-Haiti Devrimci Güçler Savaşçıları’nin ABD ve uşağı Duvalier’in yönetimine karşı sürdür­ düğü bağımsızlık mücadelesi içinde binlerce yurtsever ya­ şamını yitirdi. CIA’nin organize ettiği resmi ve sivil güçler 1957-1971 arasında, 26 bin Haitiliyi öldürdü. -1956’da Mısır’da ulusalcı gelişmenin önünü engelle­ mek doğrultusunda müdahalelerde bulundu. -1956-1959 yılları arasında Küba’da 60 bin kişi, CIA ve askeri danışmanların Batista’yla birlikte yürüttüğü operas­ yonlar sonucu öldürüldü. -1958’de Ortadoğu’da Lübnan ve Irak’a, Orta Ameri­


ka’da Panama’ya, Uzakdoğu’da Çin’e askeri müdahaleler­ de bulundu. -1960’da Vietnam’da tarihin en kanlı katliamlarına gi­ den yolun önünü açtı. -1961 ‘de “Domuzlar Körfezi Çıkarması”yla Küba’da bir karşı-devrim hareketi örgütledi. -1962’de Küba’da karşı devrimci tertiplerde bulundu, Laos’u işgal etmeye girişti. -1964’de Brezilya’da ABD işbirlikçisi bir yönetim, askeri darbeyle iktidara geldi. 1964-1970 yıllan arasında CIA’nın organize ettiği ölüm mangalan 2 bin muhalifi öldürdü. -1964’te Panama yeniden ABD askeri birlikleri tarafın­ dan işgal edildi. -1965’de ABD işbirlikçisi Suharto rejimi, 1,5 milyon komünist ve ilerici EndonezyalIyı öldürdü. -1965’de Dominik’i yeniden işgal etti. -1966-1967’de Guatemala’da askeri darbeleri organize etti. -1969’da Kamboçya’yı işgal ederek, Vietnam’daki dire­ nişi boğmaya, Uzakdoğu halklarını köleleştirmeye çalıştı. -1970’te Arap Yanmadası’nda ulusal direnişleri boğ­ mak için Umman’a askeri güçler yolladı. -1971’de Vietnam, Kamboçya, Laos kanlı üçgenini ya­ ratmak üzere Laos’u işgal etti. -1973’te Uruguay’da ABD güdümde askeri darbe ger­ çekleşti. 50 bin muhalif işkenceden geçirilerek, cezaevine konuldu. -1973’te CIA, Şili’de Ailende yönetimini darbeyle yıktı. Darbeciler 30 bin ilerici ve devrimciyi katletti.


-1975’de ABD, Vietnam Savaşım kaybetti. Savaşta ABD askeri birlikleri, milyonlarca Vietnamlıyı öldürdü, milyonlarcasımn yaralanmasına neden oldu. Vietnam halkının üzerine 638 bin ton bomba attı. Milyonlarca Vietnamlıyı stratejik köy adı verilen toplama kamplanna doldurarak, onları açlığa ve yoksulluğa mahkûm etti. -1970-1975 yılları arasında Kamboçya ve Laos’ta 1 mil­ yon insan öldürüldü. -1976’da Aıjantin’de düzenlediği darbeyle, 30 bin kişi­ nin “kaybedilmesine” neden oldu. -1976’da Angola’da MPLA önderliğindeki ulusal kurtu­ luş mücadelesini boğmak için karşı devrimci tertiplerde bulundu. -1979-1987 yıllan arasında El Salvador’da ABD destek­ li Duarte rejimi döneminde, 70 bin El Salvadorlu yaşamı­ nı yitirdi. -1980’de Irak-lran savaşında, Irak’a bir taraftan askeri yardımlarda bulundu, diğer taraftan İran’a yönelik askeri operasyonlar yaptı. -1981’de Libya’yı bombaladı. -1981’de Nikaragua’da konr-gerilla faaliyetlerini örgüt­ ledi, bu faaliyetler 1990’lara kadar sürdü. -1982’de Grenada’yı işgal etti. Yüzlerce ilerici ve yurt­ sever öldürüldü. -1983’te Lübnan’a müdahale etti. Binlerce Lübnanlı yurtsever öldürüldü. Aynı yıl içinde ikinci bir müdahale­ de bulundu. 6. Filo’ya ait savaş uçakları Lübnan’ı günler­ ce bombaladı. -1983’te Honduras’ta, 1989’a kadar süren karşı dev­


rimci operasyonlara girişti. -1984’te İran’a gizli askeri operasyonlar yaptı. -1986’da Libya’yı bombaladı. Bine yakın Libyalı saldırı­ lar sonucu yaşamını yitirdi. Ülkeye ekonomik ambargo uyguladı ve denizden ablukaya aldı. -1986’da Bolivya’daki toplumsal muhalefet güçlerini tasfiye yönünde CIA kanallı operasyonlar gerçekleştirdi. -1987-1988’de İran’a yönelik istihbarat ve destabilize etme girişimleri sürdü, vur-kaç taktiğine dayalı askeri ope­ rasyonlar yaptı. -1989’da Libya yeniden bombaladı. Viıjin Adalan’na deniz piyadeleri çıktı. Filipinlerde rejimin restorasyonu yönünde CIA kanallı müdahalelerde bulundu. -1989’da Panama’yı işgal etti. Çıkan çatışmalarda 5 bin Panamalı öldürüldü. -1990’da Batı Afrika ve Kuzey Afrika’nın denetimi doğ­ rultusunda Liberya’ya askeri birlikler yolladı -1991’de Körfez Savaşı’nda Irak halkına bomba yağdır­ dı. 100 binin üzerinde Iraklı yaşamım yitirdi. ABD uçak­ ları Irak’a 12 bin sorti yaptı. r 1991’de Somali’de yaşanan durumu gerekçe göstere­ rek, emperyalist bir blok oluşturup ülkeyi işgale girişti. -1992’de Yugoslavya’nın parçalanması doğrultusunda adımlar attı. 1993’te Bosna ve benzeri mikro devletler ya­ ratıldı. -1994’te Haiti’yi işgal etti. -1995’de, Azerbaycan’da darbe girişiminde bulundu. -1995 ve 1998 yıllarında, Özbekistan’da darbe girişi­ minde bulundu.


-1996-1997’de Zaire’de askeri operasyonlar gerçekleş­ tirdi. -1997’de Liberya’ya yeniden müdahale etti. -1997’de Arnavutluk’ta etki gücünü artırmak doğrultu­ sunda politik ve askeri organizasyonlara girdi. -1998’de Irak, Afganistan ve Sudan’ı bombaladı. -1998’de Irak’a karşı “Çöl Tilkisi” adlı operasyonu dü­ zenledi. -1999’da Yugoslavya’yı emperyalizmin “av sahasına” dönüştürdü. -2000’de Yemende Arap Yarımadasının denetimi doğ­ rultusunda askeri birlikler yolladı. -2 0 0 l ’de Makedonya’ya askeri birlikler gönderdi. -2001’de Afganistan işgal etti. -2002’de Yemen ve Filipinlere yeni askeri birlikler yol­ ladı. -2003’te tarihin en büyük katliamlarından biri olacak, Irak işgali başladı. -2003’te Liberya işgal etti. -2004-2005 arasında Haiti işgal edilerek yüzlerce yurt­ severi öldürdü. -2007’de Somaliyi bombaladı. ABD, Latin Amerika’dan Afrika’ya, Uzak Asya’dan Or­ tadoğu’ya kadar insan haklarını ihlal etti, diktatörlüklere destek verdi, ölüm mangaları örgütledi, komplolar, sui­ kastlar, darbeler düzenledi. Halkların üzerine bir “savaş tanrısı” gibi bombalar, kurşunlar, füzeler yağdırdı. Halkla­ rı açlığa, yoksulluğa, ölüme, işkenceye mahkûm etti.



11 EYLÜL 13. GÜN MÜ? “SAVAŞ TANRILARI” KAN VE ÖLÜM İSTİYOR

Amerikan emperyalizminin sadece 20. yüzyıl içindeki tarihi bile, bu eylemin yapılmasının sayısız nedeni ortaya koymaktadır. Katliamlar, işgaller, soykırımlarla şekillenen bu tarih, böylesi bir eylemin nesnel koşullarını da hazırla­ mıştır. Bundan dolayı birçok “stratejist”, “araştırmacı” ve “siya­ si kimlik” tarafından aktüelleştirilen ve kurgulanan komp­ lo teorileri geçersizleşmektedir. Örneğin eylemin CIA tarafından kontrol edildiği ve yönlendirildiği varsayılsa bile, bu düzeydeki bir saldırının sadece teknik boyutlara indirgenerek değerlendirilemeyeceği ortadadır. Eylemin finansmanını, istihbarat bilgilerini, teknik olanaklarını kim organize etmiş olursa olsun, olay basit bir bombalama, sıradan bir saldırı değildir. Resmi rakamlara göre en az 18 kişi kendi yaşamım fe­ da ederek, bu eylemde başrolü oynamıştır. Aslında, Filistin sürecine tanıklık edenler ya da Kü­ ba’da devrim tarihini iyi bilenler görmüşlerdir ki, doğru ya


da yanlış ardında ciddi teorik-ideolojik-felsefi bir birikim olmadan, bu tarz eylemlerin sadece parasal güçle organize edilmesi olanaklı değildir. Bu nedenle bu eylemi yapanlar, bu eylemi örgütleyen­ ler sanıldığı gibi kandırılmış, kışkırtılmış kimlikler değil, sonuçlan itibariyle olacaklar konusunda fikir yürütmüş bir kolektiftir. Yalnızca bu faktör bile, ABD’nin “terörizm” konusunda kolay bir zafer kazanacağını düşünen kesimleri yanılgıya uğratacaktır. Zaten ABD yönetiminin eylem sonrasındaki saldırgan havasından uzaklaşıp, dünya konjonktürüne uy­ gun daha farklı “çözümler” arayışına gitmesinin nedeni budur. İşte bu noktada, eylemi kimin, nasıl yaptığından öte asıl tartışılması gereken, 11 Eylül 2001 sonrası sürecin na­ sıl şekilleneceğidir. ABD’nin olası yönelimleri, yeni süreci belirleyecek ana faktörlerden biridir. ABD Soğuk Savaş döneminde uluslararası hegemonya­ sını “komünizme karşı Hür Dünya’nm jandarması” olma­ ya dayandırmıştı. “Garb Cephesini” bu konsensüste birleş­ tirmeyi başarmış, bütün çelişki ve çatışkılara rağmen “li­ derliğini” onaylatmıştı. Fakat Sovyet sisteminin çöküşüyle Soğuk Savaş’m fiilen bitişi, ABD’nin “müttefiklerini” özellikle Avrupa ve Japon­ ya’yı neye ya da hangi düşmana karşı birleştirecekti? Körfez Savaşı, ABD’nin bu yönde yeniden “otorite” kur­ ma, hegemonyasını yayma girişimi olsa da, soruna kalıcı çözüm getiremedi.


Tam tersine, Avrupa ekonomik ve siyasi birlik yönün­ de önemli adımlar attı. Bir dönemler “Hür Dünyanın” tar­ tışılmaz askeri ittifakı NATO ya paralel kendi savunma ör­ gütlerini oluşturmaya başladı. Japonya ise hinterlandında siyasi ve askeri bir güç ol­ manın adımlarını attı. Japonya, ABD’nin patronluk statü­ sünü tanırken, buna karşılık kendisinin bölgesel düzeyde­ ki ataklarının onaylanmasını istiyordu. ABD’nin yeni “global” tehlike olarak gördüğü “terörist ve kabadayı” devletler teorisine sıcak bakılmadı. Yine bu tehlikeye karşı geliştirilen füze kalkanı projesinden uzak duruldu. Proje “birleştirici” olmaktan öte mesafeyi artırdı. Hem ABD ile Avrupa, hem de ABD ile Rusya ve Çin arasındaki ilişkiler gittikçe istikrarsızlaştı. Clinton ve Bush döneminde, bütün çabalara rağmen, yeni savunma paradigması üretilemedi. Dünya çok kutupluluğu ve büyük güçler arası dengeyi yaşıyordu. 1997’den sonra, ticaret ve sermaye hareketlerinin küre­ sel çapta serbestleştirilmesi ve küresel ekonomik büyüme, aksamaya başladı. Tam bu konjonktürde gerçekleşen 11 Eylül 2001 ey­ lemleri, ABD yönetimi tarafından uluslararası hegemonya­ sını dayandıracağı arayışları gündeme getirdi. Kissinger “Batı ittifakı için, Soğuk Savaş bittikten son­ ra, artık ortak düşman kaldı mı? Tartışmalan bitti” derken, George Bush, “savaş ilan edildi ve dünyayı liderliğimiz al­ tında zafere ulaştıracağız” demekteydi. Bu sözler nasıl bir yönelime girileceğinin açık bir ifadesiydi.


ABD’nin 1999 yılından bu yana askeri harcamalarının yeniden tırmanışa geçmesi, savunma politikasının şeklinin değişmesi, yani “derin gözetleme ve derin vuruş” yeteneği­ ne sahip “transformasyonel” silah sistemlerinin geliştiril­ mesini öngören, küresel bir perspektife kayması boşuna değildi. Yeni anlayışın özü “savaşın ve barışın” ABD’ye gö­ re yeniden tanımlanmasına dayanıyordu. Ve ABD egemen­ lik stratejisinin daha sert bir versiyonu, yürürlüğe koyu­ yordu. Savaşın ve barışın ABD’ye göre yeniden tanımlanması, bugün “terörizme karşı uluslararası işbirliği” şeklinde ken­ dini dışa vuruyor. Afganistan’a müdahale bu “işbirliğinin” göstergesi gibi sunuluyor. Ancak, bu saldırının sadece hava operasyonuyla yürü­ tülüp, yürütülmemesi hâlâ hazırda tartışılmaktadır. Kara harekâtının yapılma ihtimali gündemde tutulsa da, Penta­ gon bunun pek çok nedenden dolayı oldukça önemli zor­ lukları bünyesinde barındırdığını bilmektedir. Bu zorlukların başında ABD’nin Afganistan’da istediği sonuçları “alıp çıkması” orta vadede mümkün görülme­ mektedir.. Daha da önemlisi, tıpkı Vietnam’da olduğu gibi yeni bir kolektif sendromun yaşanma olasılığı vardır. Çün­ kü Sovyet işgali sürecinden bilindiği gibi, Afgan savaşı hayli kanlı bir savaş olacaktır. Ayrıca ABD, uluslararası dengeler açısından da olumlu bir noktada bulunmamaktadır. ABD’nin Afganistan’da edi­ neceği herhangi bir üs Hindistan, Çin ve Rusya ekseninde önemli tepkilere neden olacaktır.


Bununla birlikte kara harekâtında ABD’nin Pakistan ko­ zunu kullanıyor olması, Hindistan ile Pakistan arasındaki ilişkileri yeniden germekle kalmayacak, Pakistan’ın yoğun bir iç karışıklık içine girme ihtimalini yükseltecektir. ABD’nin bir başka handikabı ise terörizmle mücadele­ yi, tüm dünyaya yayma istediğidir. Bu hedefin ilk adımı Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesi, Bekaa’nm temizlen­ mesi, Suriye, Libya, Sudan’a müdahale ve Kuzey Kore ve Küba’nın saf dışı bırakılması olarak açıklanmıştır. flk bakışta görüleceği gibi, dünya ülkelerini bu hedef­ ler konusunda ortaklaştırmak mümkün değildir. ABD tıp­ kı Afganistan’da olduğu gibi, bu ülkelerde de bir kara ha­ rekâtına girişmesi Hollywood sinemasının bile hayal ve ta­ sarım gücünü aşmaktadır. ABD, sadece terörist ülkeleri değil, yataklık edenleri de hedef seçtiğinde hangi ülkelerin ateş hattında olacağı iyi­ den iyiye muğlâklaşmaktadır. Böylesi bir tanım, Oklahoma’nm bombalanması olayın­ da görüleceği gibi, ABD’yi teröre yataklık eden ülkelerin ba­ şına yerleştirmektedir. Bu durum tam anlamıyla bir ironidir. Yalnızca bu olgu bile, ABD’nin terörden kastettiğiyle, dünya ülkelerinin terörden ne anladığının farklılığını orta­ ya koymaktadır. Filistin’de taş atan çocuk teröristse, İsrail askerine taş atan Edward Said’in ABD topraklarında yaşa­ ması ve ünlü üniversitelerde ders veriyor olması, önemli bir çelişkiyi göstermektedir, Bu süreç ABD’nin bu zamana kadar tartışılmayan ya da bilinçli olarak gündeme getirilmeyen fiillerini de deşifre edecektir.


Ûmeğin, Noriega’nm Panama’dan uluslararası uyuştu­ rucu ticaretini yönlendirdiği gerekçesiyle kaçırılarak, “ada­ letin” önüne çıkarılmasını büyük bir demokratlık edasıyla lanse eden ABD, 1968’den sonra siyah gettolarını teslim almak için polis eliyle uyuşturucu ticareti yapmasını açık­ lamak zorunda kalacaktır. Son eylem nedeniyle 6 bin Amerikalının ölümünü bü­ yük bir katliam olarak değerlendiren ABD, Irak’a uygula­ nan ambargo nedeniyle ölen 100 bin çocuğun hesabını vermek zorundadır. ABD’nin Uzak Asya’daki problemleri bunlarla da sınır­ lı değildir. Çin, Hindistan ve Rusya dışında, henüz süreci izlemek­ le yetinen Japonya’nın, yeni konseptin oluşumunda aktif rol oynamak istemesi olasıdır. Bu da en basitinden Pasi­ fik’te yeni güç dengeleri tartışmasını başlatacaktır. Aynı bi­ çimde nüfusunun önemli bir kısmı Müslüman olan Endo­ nezya bu sürecin dışında tutulamayacaktır. Ortadoğu’ya dönüldüğünde ise, ABD’nin iki aktif müt­ tefiki dışında diğer ülkelerin ne yönde tavır alacağı henüz netleşmemiştir. İran’ın ve Irak’m terörist devletler listesin­ de yer alması, ABD’nin Ortadoğu politikası açısından önemli bir açmazdır. Aynca henüz Batı dünyasına Türki­ ye aracılığıyla yakınlaşma sürecinde olan Suriye, doğal olarak yeni konseptin dışında tutulacaktır. Bu durumda İran, İrak ve Suriye’yle sınır sahibi olan Türkiye’nin, Körfez Savaşı’nda olduğu gibi ağır bir ekono­ mik kriz yaşayarak, siyasal sisteminin bir kaos içine girme riski artacaktır.


Ortadoğu’da, Kürt sorunu bu süreçte yeniden önem kazanacaktır. ABD’nin çözmesi gereken bir diğer sorun ise, Filistin’dir. Filistin, sadece İsrail’le toprak sorunu ne­ deniyle karşı karşıya kalmış bir halk değildir. Filistin soru­ nu, daha çok Ortadoğu dinamikleriyle belirlenen, buna göre şekillenen ve bu bağlamda uluslararası karakter taşı­ yan bir problemdir. Bu soruna İsrail yanlısı yapılacak her müdahale Mısır, Ürdün, Suriye, Libya, Lübnan, İran, Irak, Arap Yarımada­ sı hatta Kuzey Afrika ve Türkiye’yi yakından etkileyecek bir içeriğe sahiptir. İsrail’in ABD’ye eşlik ederek, almayı planladığı şey ABD’nin uluslararası politikalarıyla çelişki içindedir. Bu alı­ şılmış açıklamaların dışındaki çözümleme, ABD’nin yeni dönemde hegemonik bir devlet olarak önüne koyduğu programın ne kadar karmaşık olduğunu göstermektedir. Yani dünya, eski dostlukların ya da eski düşmanlıkların ay­ nı biçimde sürmeyeceği bir döneme girmektedir. ABD’nin kendi yarattığı Frankenstein’lerin bugün, ABD’nin düşma­ nı olduğu göz önüne alınırsa, muazzam bir terör makinesi gibi çalışan İsrail devletinin yann her hangi bir gerekçeyle ABD düşmanı olarak ilan edilmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bu nedenle “yeni dünyada” hiçbir kimse ya da ülke, nç ka­ dar emperyalizmin ajanlığına veya savaş mızraklığma so­ yunsa da kendini güvencede hissedemeyecektir. Çünkü oyun yeniden başlıyor, kâğıtlar yeniden dağıtılıyor. Eski konum ve durum bugüne referans sağlamıyor, Avrupa’daki gelişmelerde ilginç bir seyir izlemektedir. Almanya, Sovyet sisteminin çöküşüyle hızlı bir atağa


kalkarak, Doğu Avrupa’nın emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonunda belirleyici rol oynadı. Bu atak iki Alman­ ya’nın birleşmesiyle bir üst boyuta evrildi. Almanya’nın başta Yugoslavya, Kafkas Cumhuriyetleri ve yeniden to­ parlanan Rusya’yla kurduğu ilişkiler, Avrasya ekseninde etkisini artırmaktadır. 21. yüzyılda hegemonya savaşları­ nın, taşıdığı insan kaynağı ve enerji potansiyelinden dola­ yı, Avrasya coğrafyasında gerçekleşme olasılığı, Alman­ ya’nın hem bu coğrafyada, hem de Avrupa Birliği içinde hegemonik bir devlet olarak belirleyici ağırlığını ortaya koymaktadır. Rusya’da kısa zamanda yeniden toparlanarak, Çarlık dönemini andınr biçimde, kendi hinterlandında hege­ monyasını yaymakta ve uluslararası siyasal arenada söz sa­ hibi bir ülke olarak konumunu pekiştirmektedir. Çin’in, Hindistan’ın, Rusya’nın ve Almanya kanalıyla Avrupa’nın kontrol etmek istediği ve bir güvenlik kuşağı olarak düşündüğü Afganistan ve Pakistan coğrafyasında ABD’nin, nükleer silah kullanmayı düşünen bir güçle yer almaya çalışması, beklenmedik bir biçimdi Asya’nın bü­ yük güçleriyle Avrupa’nın güçlerini stratejik bir ortaklığa sürükleyebilir. Bu yüzden ABD, tüm bu güçleri karşısına alacak bir Uzak Asya projesi yapma şansına sahip değildir. Almanya merkezli Avrupa-Rusya yakınlaşması ve Rusya-lran ilişkileri bölgedeki güçler dengesinin yeni kombi­ nasyonlarının işaretleri olarak düşünülebilir. Bu nedenle ABD’nin koşulsuz müttefiki olan İngiltere’nin tam da kri­ zin yoğunlaştığı günlerde İran gezisine çıkmasını, bir rast­ lantı olarak düşünmemek gerekir.


Bu kriz döneminde ABD-Avrupa ilişkileri bir dönüm noktasına gelmiştir. ABD, Körfez Savaşı sırasında edindiği müttefikleri, Afganistan savaşı ve olası Irak müdahalesin­ de edinebilmesi oldukça zorlaşmıştır. Almanya’nın, Fransa’nın ve İtalya’nın yanlarına Rusya ve Çin’i alarak sorunu Birleşmiş Milletler nezdinde çözme girişimleri de bunun göstergesi olarak değerlendirilebilir.



YOKSULLARIN KÜRESEL ÖFKESİ

Siyasal, kültürel, askeri ve ideolojik olarak dünya eski düzeninden farklılaşarak, hızla düzensizliğin, güç kayma­ larının ve şeffaf olmayan dengelerin bulunduğu yeni bir dünyaya evrilmektedir. Bu iki nedenden böyledir: Birincisi; yukarıda da anlat­ tığımız gibi hangi ülkenin, hangi konjonktürde, hangi blokta ya da güç ilişkisinde yer alacağı bilinmemektedir. Dün aralannda siyasi, iktisadi ve askeri ortaklık bulunan ülkeler bugün, rahatlıkla karşı saflarda yer alabilmekte, hiç değilse dünün düşmanlarıyla bir projenin hayata geçi­ rilmesi için görüşmeler yapabilmektedir. İkincisi: artık eski biçimiyle devletlerin kendi kamuoyu­ nu ikna etmesi ya da kolayca manipüle etmesinin koşullan ortadan kalkmıştır. Bu sadece 1968 küresel isyanında oldu­ ğu gibi, Üçüncü Dünya devrimlerine sempatiyle bakan bir grup insanın muhalefetinden değil aksine, yoksulluğun tüm çevre ülkelerde olduğu kadar merkez ülkeler içinde de gö­ rülebilir bir tehlike haline gelmiş bulunmasmdandır.


Sosyal devletin çöküşüne neden olan neo-liberal politi­ kalar, dünyanın her coğrafyasında büyük işsiz ve yoksul ordusu yaratmıştır. Bu yoksul ordunun en yeni üyeleri gelişmiş Batı Avru­ pa ve ABD’dir. Bu ülkelerin yurttaşlarının maliyeti milyar­ larca doları bulacak olan, bir Afganistan ve sonrası mace­ ralara “istekli” olması beklenmemelidir. 11 Eylül 2001 ‘de yapılan eylemler sonrasında ABD’de yapılan kamuoyu araştırmalarına göre halkın % 90’ı bir misilleme yapılmasını isterken, yine ABD’de binlerce kişi­ nin “Asıl terörist Bush’tur” sloganları atması öğreticidir. Başlayan savaşla birlikte, savaş karşıtı kesimlerin güçlene­ ceği ve tüm dünyada etkinlik kazanacağı ortadadır. Zaten 20. asnn son 10 yılında ortaya çıkan ve asıl gü­ cünü ABD ve Avrupa’dan alan küreselleşme karşıtı hare­ ketlerin bu süreçte etkinlik kazanması (yeni bir terörist hareket olarak karşılaşacağı tüm saldırılara rağmen), alter­ natif bir toplumsal proje üretilmesi olanaklannı da artır­ maktadır. Daha da önemlisi savaş nedeniyle küreselleşme karşıtı hareket, barış yanlısı yığınları da içine alarak Üçün­ cü Dünya ülkelerine yayılma eğilimi taşımaktadır. Sürecin olası sonuçlarından bir diğeri de budur. Eylem bu amacı taşımasa da ve ABD bu olasılığı hesaba katmasa da, Afganistan’da -başlayan savaş kuzey-güney çatışması riskini de dünya gündemine sokmaktadır. Ancak bu çatış­ ma kuzey ülkeleriyle güney ülkeleri arasında değil, her ül­ kenin kendi “kuzeyi” (yani zengini ile), “güneyi” (yoksulu) arasındadır. Süreç bu çelişkiyi keskinleştirmektedir. NewYork’un kuzeyli beyaz Amerikan yaşamını simgeleyen ikiz


kulelerine yönelik saldırının, bu nedenle sembolik önemi, yarattığı tahribattan çok daha yıkıcıdır. Tüm dünyanın gözleri önünde yoksulluğun, açlığın, işsizliğin bir numara­ lı müsebbibi olarak görülen ABD’nin güç sembolleri saldı­ rıya uğramıştır. Bu bir anlamıyla Kuzeyin ilk yenilgisidir ve kitlesel ölçekte benzer saldırıların olanaklı olduğunu da kanıtlamayı başarmıştır. 1968 eylemleri ve önceki dönemdeki Siyah muhalefet anımsanacak olursa, ABD topraklarının radikal kitle mu­ halefetine son derece uygun olduğu da görülmektedir. Ge­ lişmesi muhtemel savaş karşıtı kitle muhalefeti, yoksul Amerika’yla bütünleşebilir. Radikal kitle muhalefetinin ABD ile sınırlı kalmayacağı bilinmektedir. Küresel ölçekte yoksulların ortak hareket edebileceği yeni bir zemin yara­ tılmaktadır. Bu ortak mücadele cephesi içinde sol söylem­ li küreselleşme karşıtlarından, İslamcı kesimlere, banş yanlılarından, nükleer karşıtlarına, yoksul insanlardan, ge­ leneksel yaşamı savunan kesimlere dek her muhalif grup­ tan insanlann yer alması beklenebilir. Bugün sorunların kurgulanışı, Soğuk Savaş dönemin­ deki gibi kesin ve sınırlan belirlenmiş bir ideolojik ortak­ lık gerektirmediği için, küreselleşme karşıtı hemen her grubun benzer söylemler etrafında toplanma olasılığı ken­ diliğinden artmaktadır. İster Irak lideri gibi büyük şeytan olarak suçlansın, isterse Latin Amerika ülkelerindeki dev­ rimci grupların emperyalist nitelendirmesi ile tanımlanmış olsun ABD, bugün dünyanın önemli bir bölümü açısından hala savaşların, terörün ve baskının asıl nedenidir. Medya­ nın manipülasyonu ne denli güçlü olursa olsun, Japon


halkının gözünde ABD, nükleer bir katil, Arjantinliler için insanları uçaklardan, helikopterlerden denize atarak kay­ beden cuntanın destekleyicisi, Şili halkı için Victor Jara’nın kollarını kesen baltayı tutan el, Vietnamlılar için or­ manları yakan, sulan zehirleyen bir insanlık düşmanı, Gu­ atemalalIlar için darbeci bir general, Güney Afrikalı Siyah­ lar için ırkçı beyaz iktidann danışmanı, Küba halkı için Che’yi kurşuna dizen bir katil, Endonezya halkı için 1,5 milyon insanı yok eden büyük ve kanlı bir canavardır. Diğer yandan yoksul Amerikalı içinde ABD’nin farklı bir imajı yoktur. Çünkü ABD hükümeti, şiddetsiz muha­ lefet çizgisi yaratan Martin Luther King’in, Soğuk Savaş’ı haklı çıkarmak için öldürülen Rosenberg’lerin katili, Mc Carthy döneminde soruşturulan entelektüellerin işkence­ cisi, tam WAPS olmayan beyaz ve renkli Amerikalıların asıl diktatörüdür. Dün bunların olması, yaşananların bir kader olduğu anlamına gelmez. Unutulmamalıdır ki tarihi yaratan dev­ letler değil, “sıradan canlı insanlardır”. Bundan dolayı asıl görev Müslüman’ından Hıristiyan’ına, Musevi’sinden Bu­ dist’ine, anarşistinden komünistine, çevrecisinden antinükleercisine, anti-küreselcisinden pasifistine kadar yok­ sul insanlann yanında saf tutanlara ve emperyalizmden çı­ karı olmayan bütün dünya halklarına düşmektedir. Ya bugün Afganistan’da olanlar gibi katliamların suç ortağı olarak “yaşanmaya” devam edilecektir, ya da başka bir dünyanın ne oranda mümkün olduğu gelecek kuşakla­ ra kanıtlanacaktır. Başka bir alternatif kalmamıştır. Artık gerçeğin çölünde yaşıyoruz.


O h ın K ı alışkanlığınız^ renk k ıtıiB k îçîn...

SİyAH BB/A2.KWÜFhASBâ



KAYNAKÇA -Ataöv, Türkkaya. Amerikan Emp. Doğuşu; Doğan Yay. -Amerikan Tarihinin Ana Hatları; Amerikan Basın Kültür -Hobsbawn, Eric. Kısa 20. yüzyıl; Sarmal yay. 1996. -Magdoff, Hary. Emperyalizm Çağı; Odak Yay. 1974. -Colleani Angelo. Amerikan Emp. Tarihi; Sosyalist Yay. -Weber, Gaby. Gerilla Bilanço Çıkarıyor; Belge Yay. -Manfred, A.Z. Yeliseyeva N.V. Yakın Çağlar Tarihi; Konuk Yay. 1978.

YAZI DİZİLERİ -Yaraşır, Volkan. Şili işçi Sınıfı Tarihi (I), DİSK-AR, sayı 20 Haziran 1997. -Yaraşır, Volkan. Şili İşçi Sınıfı Tarihi (II), DlSK-AR, sayı 21 Temmuz-Ağustos 1997. -Yaraşır, Volkan. Tupamarolardan Tupacamarulara Latin Ame­ rika’da Devrimin Gökkuşağı, Demokrasi, 20-21-22-23 Ocak 1997 -Yaraşır, Volkan. Değişen Dünya, Demokrasi, 23-24-25 Temmuz 1996. -Yaraşır, Volkan. Çöl Aslanları Batı Sahra Halkı, Gündem, 1314-15 Şubat 1998. -Yaraşır, Volkan. Kolombiya’nın Son Yüzyılı, Gündem, 27-2829 Aralık 1997. -Yaraşır, Volkan. Sorunlar Yumağı Ortadoğu, Demokrasi, 1516-17 Nisan 1996. -Yaraşır, Volkan. Rituel Militanlık Güney Kore işçi Hareketi, Oknos-Sendikalar Ortak Platformu, s.7 0 -9 6 , 6. Sayı, Ağustos

2000 .

-Yaraşır, Volkan. Filipinler’de Toplumsal Mücadele ve Kılusang Mayo Uno-1 Mayıs Hareketi Deneyimi, (Yayınlanmamış makale)


W « « S 5 S uçaklardan ve hehkoP

İ

» a»k ■ H. kollarını dıpçık^mn. , ¡. ins;1„|ik dusinaıu,

Sili halk. P " .V,c“ ; ¿ ” ,a“ V a n , sulan

S S S w . .*

S S ÎS S S ÏÂ ^ -

k i„ „U i 1«'V>

W M - ............ ..........va


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.