m EPH IS
Volkan Yaraşır 1962 yılında Akyazı’da doğdu. İşçi hareketleri, toplumsal mücadeleler tarihi ve siyaset felsefesi üzerine çalışmalar yapmak tadır. Yazarın, Uluslararası İşçi Hareketlen I-II, 1. Baskı 1997 Bibliotek Yayınlan, 2. Baskı (2004), Tümzamanlaryaymcılık; 11 Ey lül: Gerçeğin Çölüne Hoş Geldiniz (2001), Gendaş Yayınları; So kakta Politika (2002), Gendaş Yayınları; Siyasal İslam ve AKP (2002), Akyüz Yayınları; Reddin Gücü (2004), Mephisto Yayınla rından çıkmış kitapları bulunmaktadır. Ayrıca güncel politik gelişmeleri ve uluslararası işçi mücadelelerini inceleyen yazı di zileri ve sendikal eğitime ilişkin çok sayıda çalışması yayımlan mıştır.
GÜCÜN REDDİ Volkan Yaraşır ISBN: 975-8868-06-3 Mephisto 6 Unutulmuş Tarihler 3 Mephisto Basım Yay. San. ve Tic. Ltd. Şti. 1. Baskı Eylül, 2004 Baskı Adedi: 1000
Yayın Yönetmeni: Şahmettin KINA-Hüseyin BAYAT Yayın Editörü: Murat KAPLAN Kapak: Azad AKTÜRK Dizgi: Musa ÛZDEN Redaksiyon-düzelti: Süleyman KARAY Baskı: Kitap Matbaası © Bu kitabın yayın haklan Mephisto Basım Yay. San. ve Tic. Ltd. Şti.’ne aittir.
Genç Mephisto Kitabevi
Genç Müzik
Caferağa Mah. Muvakkithane Cad.
IMÇ 6 Blok 6311
No: 15 Kadıköy-İstanbul
Unkapanı-Istanbul
(0216) 414 35 19
(0212) 522 88 90
(0 2 1 6 )4 1 4 35 41
(0212) 526 00 54
GÜCÜN REDDİ
Volkan Yaraşır
m EPHi
Anncuün
halaları Bitse, Dtmaj,
Gulâş
Çocukluğumdan itibaren bana sevginin gücünü öğreten, onurun ve başeğmezliğin erdemini kendi doğallıklarında gösteren Çerkez kızı üç kız kardeşe...
İÇİNDEKİLER
Giriş
9
Önsöz
13
Miristalar: Romantik Asiler
15
Granma’dan Sierra Maestra’ya Barbudolar
19
Polisario Duvarı
25
Aşk Olsun Sana Çocuk Aşk Olsun
29
4+3=1
37
Kimsin Sen? Hiç Kimse... Yani X
45
Uzun Yürüyüş
53
Kesveran Komünü
57
“Gecenin Çocukları”
65
Asi Bir Kız Ulrike Meinhof
71
“O Büyük Gün Geldiğinde”
81
Muhteşem Bir Entemasyonalist
89
Toprak ve Özgürlük
95
“Kurtuluşa Kadar Savaş”
101
“Mahkûm 872686/X”
111
Zemmale - Seyyar Başkent
117
Kefenliler Yürüyüşü
121
Güneş Gözlü Bir Kartal Remzi Basalak
129
Tüfek, Çapa ve Çarşaf
139
GiRİŞ
O yıl kış inanılmaz uzun sürmüştür. Artık kuşlann taka ti kalmamıştır. Hepsi sığınacak bir yer, yiyecek bir şey bulma uğraşındadır. Felaket gelip kapıyı çalmıştır. Sonunda kuşlann kralı kartal bütün kuşlan olağanüstü bir toplantıya çağırır. Toplantıda yaşadıkları durumu herkesin gördüğünü ve bir şeyler yapılması gerektiğini
söyler, “Yoksa sonumuz
ölümdür” der. Yapılması gereken bellidir. Güneşe giderek oradan bir parça ateş alıp, yeryüzünü ısıtmaktan başka çare yoktur. Kartal, bu görevi kimin üstleneceğini sorar ve bir gönül lü istediğini belirtir. Kuşların hiçbirinden ses çıkmaz. Bu se fer tek tek sormaya başlar. Önce balıkçıla seslenir. Balıkçıl hiç oralı olmaz. “Efendim siz gökyüzünün kralıysanız ben de ba taklıkların kralıyım. Gagamı uzattığımda her zaman yiyecek bir şeyler bulurum. Valla ben o kadar yola gidemem” diyerek kestirip atar. Kartal Baykuş’a döner. Baykuş da benzer şekilde cevap verir. “Ben de gecelerin kralıyım. Karanlıklar benden sorulur, bu durumumu da değiştirmem mümkün değildir,” der. Arkasından sıra bülbüle gelmiştir. O da “Ben dünyanın
Gücün Reddi
en güzel sesli kuşuyum, bu kadar yol sesimi bozar, buna kat lanamam,” der. Bütün kuşların bir bahanesi vardır. Kartal iyice umutsuz luğa kapılmıştır. Şimdi ne olacak diye kara kara düşünürken uzaktan “Ben giderim,” diye ince bir ses gelir. Bütün kuşlar sesin geldiği yere dönüp bakarlar. Hepsi şaşkındır. Ben giderim diyen, bir avuç içi kadar küçük saka kuşu dur. Saka ortaya çıkar, kartalın karşısında durur. Kartal da şaşkındır. “Şakacığım sen çok küçüksün, tecrü besizsin, yolun uzun ve meşakkatli istersen bir daha düşün,” diye onu uyarır. Saka kararlıdır. Kartal sonunda yapacak başka bir şeyi de olmadığı için “peki” demek zorunda kalır. Saka kuşu da uçmaya başlar. Bütün kuşlar onun gökyü züne yükselişini hayretle izlerler. Saka uçar, uçar, uçar... Güneşe yaklaştıkça tüyleri yan maya başlamıştır. Sonunda güneşten bir parça ateş alır ve yer yüzüne inmeye başlar. O indikçe yeryüzü ısınır, havalar güzelleşir, ağaçlar çiçek açar. İşte o günden beri saka kuşlarının ortaya çıkışı, ilkbaha rın müjdecisi olur. Çiçekleri açmış, ağaçlar çiçeğe durmuş, börtü böcek ayaklanmıştır. Kuş arkadaşları saka kuşunun bu fedakârlığı karşısında ne yapacaklarını bilemezler. Bütün tüylerinin yanmasına rağ men o arkadaşları için ateşi yeryüzüne getirmiştir. Bunun
Volkan Yaraşır
üzerine bütün kuşlar kendi gövdelerinden birer tüy kopartıp ona hediye ederler. Saka kuşlarının rengârenk olmasının, gökkuşağını kanat larında taşımasının nedeni de budur. O hem kendisi hem bütün kuşlar âlemi için güneşe uç muş, güneşten ateşi getirmiştir. Gökkuşağı rengine bürünme si de boşuna değildir.
11
ÖNSÖZ
Bu çalışma, güce/iktidara karşı duranları anlatmaktadır. Her hikâye ayn bir başkaldırı hikâyesidir; tutku ve umudun ayaklanışıdır. Tahakküm ve otoritenin “acıyan yerine vuran” bu insanlar, düşgücünün savaşçılarıdır. Onlar “bizimkiler dir.” Yeryüzünün her coğrafyasında isyanı ören, isyanın ateşi ni yakanlardır. Muktedirlere karşı, sıradan insanın öfkesini tetikleyen, öfkeyi umuda dönüştürenlerdir. Gücü berhava edenlerdir. Onlar, adlan olmayanların, yani dünyanın lanetlilerinin fısıltılarını duyanlardır. Rüyalannın peşinden giden, asla vaz geçmeyen ve başa bela olanlardır. Onlar Kızıldere’de manifestolaşarak Anadolu toprakla rında özgürlüğün tohumlannı yeniden yeşertenlerdir. Onlar, darağaçlarmda ölüme meydan okumanın destanı nı yazarak, geleceğe duyulan özlemin kudretini gösterenler dir. Onlar, Rusya’da bir devrim havarisi olarak köle bir halkı isyanın gücü haline getirenlerdir. Onlar, Nazilerin ölüm kıtaları karşısında “Yaşasın enter nasyonalizm,” diye haykıran insanlığın yüz akıdır.
Gücün Reddi
4
Onlar, siyahi kardeşlerimizin yüzlerce yıllık esaretini diz ginsiz bir öfkeye dönüştürenlerdir. Onlar Cezayir’de muazzam bir gücü gerilla savaşının muhteşem teknikleriyle dize getirenlerdir. Onlar, Ispanya’da “Gecenin Çocukları”dır. Tahakküm ve otoriteyi paramparça edenlerdir. Onlar Kuzey Afrika’da, Çin’de direniş sanatlarının üstadı dır. Seyyar başkent kuran, “uzun bir yürüyüşle” halkların ka derlerini değiştirenlerdir. Onlar Latin Amerikalı, Asyalı, Avrupalı, Afrikalı, Ameri kalı “bizimkilerdir.” Onlar devrimci, komünist, anarşist ve asidirler. Onlar Mahir Çayan, Fidel Castro, Durriti ve Malcom X’tir, Erdal Eren’dir. Onlar, Ulrike Meinhof, Miristalar, ETA’lılar ve Deniz Gezmiş’tir, Remzi Basalak’tır. Onlar “bizimkilerdir.” Yani reddedenler, itaat etmeyenler ve hep asi kalanlardır. Ağustos 2004
MİRİSTALAR: ROMANTİK ASİLER
Sıcak bir yaz günüydü. Rengârenk mini etekli kızlarla, ti şörtlü genç erkekler caddede tura çıkmışlar, geziniyorlardı. Bazıları mağaza vitrinlerine bakıyor ya da banklarda el ele tu tuşmuş, sohbet ederek oturuyorlardı. Havanın sıcaklığından olsa gerek, ortalıkta pek. fazla yaşlı yoktu. Caddede büyük mağazalar, cafeler, sinemalar vardı. Cad denin bitimine doğru bir banka şubesi ve onun tam karşısın da kız lisesi bulunuyordu. Cuma günleri ortalığın en kalabalık olduğu gündü. 1 Ağustos, o güne denk gelmişti. Saat tam 15’te bankanın önündeki geçici park yerine 1968 model, siyah renk bir Chevrolet yanaştı. Arabanın içinden takım elbiseli üç adam çıktı ve bankaya doğru yürümeye başladı. Birinin elindeki Ja mes Bond tipi çanta dikkat çekiyordu. Bankanın içi oldukça kalabalıktı. Takım elbiselilerden biri kapıya yakın bir koltuğa oturdu. Elinde çanta olan ve diğeri, müdürün bulunduğu odaya yöneldi. Camlı bölmeyi geçerek koltuğunda oturan müdüre kendilerini tanıttılar.
Gücün Reddi
“Ben komiser Cervantes, organize suçlar masasından ge liyorum. Bir ihbar aldık. Şubenizde karaborsa fiyatına dolar satılıyormuş, tetkik etmek istiyoruz.” Müdür telaşlanmıştı. Kendini toparlaması uzun sürmedi. “Tabii araştırmanızı yapabilirsiniz. Ama yanılıyorsunuz. Ban kamızda kanun dışı hiçbir uygulama yoktur.” Bu arada soğuk bir şey isteyip istemediklerini sordu. Po lislerden biri soğuk süt, diğeri ise gazoz istedi. Müdür telefo nu açıp, siparişleri sekretere iletti. Tam rahatlamıştı ki, Komiser Cervantes silahını çekip, “Bu bir soygundur. Sakin olun. Şimdi yavaşça kalkacağız, bir likte kasaya gideceğiz. En ufak aşırı bir davranış istemiyo rum,” dedi. Ayağa kalktılar, müdür önde, kendisi arkasında, kapıdan çıkıp arka bölümdeki kasaya yöneldiler. O arada Cervantes silahını ceketinin cebine soktu. Bankanın girişinde koltukta oturan takım elbiseli adam, odadan çıkanları görünce ayağa kalktı. Müdürün elleri titriyordu. Şifrenin her numarasını çevir dikten sonra biraz duruyordu. Yüzü ter içinde kalmıştı. So nunda kasa açıldı, içi deste deste para doluydu. Komiser Cer vantes müdürle konuşuyormuş gibi yaparken, yanındaki, elinde bulunan çantayı açtı ve paralan içine koymaya başladı. Üçüncü torba dolduğunda bankadaki hemen hemen herkes olanlann farkındaydı, ama hiç kimse de istifini bozmuyordu. Cervantes torbalardan birini omzuna aldı. Müdüre “ilgi sinden” dolayı teşekkür ederek, “lütfen siz oturun ve rahatla yın,” dedi. Sakince müşterilerin bulunduğu bölüme geçti. Si-
Volkan Yaraşır
lahmı cebinden çıkarmak isterken, elinden yere düşürdü. Herkes önce tabancaya, sonra da Cervantes’e baktı. Yere eği lip silahını almak isteyen Cervantes’in yüzünde muzip bir gü lümseme vardı. Müşterilerin içinden bazıları da gülmeye baş ladı. Gülüşmelerin kahkahaya dönüşmesi uzun sürmedi. Bu arada kapının önündeki takım elbiseli adam silahını çekmiş öylece duruyordu. İçerden omuzlarında birer torba bulunan arkadaşının geldiğini görünce ona doğu yürümeye başladı ve torbalardan- birini aldı. Şimdi her birinin elinde bir silah, omuzlarında ise birer torba bulunuyordu. Takım elbiseli üç adam banka kapısından çıkarken, içer de bulunanlara “çav” demeyi ihmal etmeden, el salladılar. Içeridekiler de gür bir “çav” sesiyle karşılık verdiler. Takım elbiseli adamlar dışan çıkıp arabaya binmek için koşmaya başladılar. Caddedekiler çoktan Devrimci Sol Hareket - MIR’in bir banka soyduğunu anlamışlardı. Bu arada eylemcilerin güvenliğini alan, yüzleri bandana ya da fularla kapatılmış kızlı erkekli bir grup genç ortaya çı kıp, kritik noktalan tuttu. Sanki zaman dolmuştu. Kız lisesinin camlan öğrencilerle dolmuş, olanları keyifle seyrediyorlardı. Camlardan sarkan kızlar hep bir ağızdan “Miristalar banka soyuyor,” diye bağır maya başladılar. Üç takım elbiseli, para torbalarıyla kenarda bekleyen Chevrolet’ye yaklaştıkları anda, içlerinden biri aniden durdu.
Gücün Reddi
4
Okulun pencerelerine doluşmuş kızlara dönerek, elinde ki para torbasını yere bıraktı. Son derece estetik bir reverans yaparak, onlara el salladı. Birden şiddetli bir alkış koptu. Kızlar camlardan çığlık çığlığa “Luciano”, “Luciano” diye bağırarak tempo tutmaya başladılar. Çünkü kızlara reverans yapan Mirista gerçekten de ban ka müdürüne kendini komiser Cervantes diye tanıtan ve ey lemin sorumlusu olan Luciano Cruz’du. Luciano Cruz, Şilili lerin en çok tanıdığı ve sevdiği bir Mirista’ydı. Müthiş bir ka rizmaya sahipti ve o derece sempatikti. Şaka onun uslanmaz ruhunun bir parçasıydı. Kızların taptığı biriydi, onun için kendilerini ateşe bile atabilirlerdi. Luciano illegalitede en de lice şeyleri yaparak yaşamla ti geçmeyi severdi. Banka soygununda da tanınması güç olmadı, bütün kız lar ona hayranlığını alkışlarla ve attığı çığlıklarla gösterirken, o da centilmenliği elden bırakmadı. O tam bir Miristaydı; romantik bir asi, romantik bir âşık, romantik bir devrimciydi. Ne onu Şilililer, ne de o Şililileri unuttu. O devrimin kolektif bir dans olduğuna inananlardandı. Halkını dansa daveti hâlâ sürüyor.
GRANMA’DAN SİERRA MAESTRA’YA BARBUDOLAR1
Uzun boylu, iri yapılı genç, mahkeme kürsüsünde coş kuyla yaptığı savunmasını şöyle bitirdi: “Dante, cehennemini dokuz kata ayırmış, canileri yediye, hırsızlan sekize, hainleri de dokuza koymuş. Bu adamın eğer bir ruhu varsa, ruhuna uygun bir kat bulmakta zebaniler zor lu bir çıkmazla karşılaşacaklar. Beni mahkûm edin, umurumda değil, tarih beni beraat ettirecektir.” Gencin “bu adam” dediği Küba’yı ABD’nin genelevine çe viren diktatör Batista’ydı. Yargılanmasının sebebi de silahlı isyandı. 26 Temmuz 1953 sabahı bir tavuk çiftliğinde toplanan 173 kişi derme çatma silahlarla Moncada Kışlası’na bir baskın düzenlemişti. 72’si çıkan çatışmada öldürüldü, geri kalanla ra* çoğu ise yakalandı. Ayaklanma askeri olarak fiyaskoydu. Ama Küba’da devrimin ateşini yakmıştı. Yargılanan, genç bir hukukçuydu ve ayaklanmanın lide riydi. Adı Fidel Castro Ruz’du. 16 yıla mahkûm edildi. Mon1) Uzun sakallılar anlamına geliyor. Dağdaki gerillaya verilen ad.
Gücün Reddi
cada Baskını’ndan sonra adaya yeniden sessizlik hâkim oldu. İki yıl sonra affedilerek sürgüne yollanan Castro, Meksi ka’ya geçti. Batista’nm bu gösterişli “âlicenaplığı” kimseyi al datmadı ve sadece Castro’nun işine yaradı. Küba sefalete boyun eğmiş bir ülkeydi. Batista’dan herkes nefret ediyordu, ama kimse onu devirmek için ne yapılması gerektiğini bilemiyordu. Ama kıta Amerikası’nda bir şeyler oluyordu. Meksika, devrimin karargâhına dönüşüyordu. Kübalı devrimciler birer birer Meksika’da toplanmaya başlamıştı, iç lerine Latin Amerika’daki isyan dalgalarının sürüklediği Ar jantinli birisi de dahil olmuştu. Bu kişi, “Che” (hey, dinle!) de yip duran, Emesto Che Guevara’dan başkası değildi. Fidel ve arkadaşları Chako yakınlarında kiraladıkları çift likte gerilla savaşının bütün inceliklerini öğrenmeye başladı lar. Hocalan “Don Kişot” diye anılan, Ispanya İç Savaşı’nın Cumhuriyetçi generali ve sürgündeki İspanyolların “Kurtuluş Ordusu Başkomutanı” Alberto Bayo’ydu.2 Bu ihtiyar devrimci, Kübalı idealistleri kısa zamanda birer gerillaya dönüştürdü. Artık adını Moncado Baskım’ndan alan 26 temmuz Hare keti (M-26-7 Movimiento 26 de Jolio) doğmuştu. Ve hedef Küba’ydı... Derken, diğer günlerden ne daha iyi ne de daha kötü olan o gün gelip çattı. Yola çıkma vaktiydi. 83 “barbudo” 25 Kasım 1956 günü Meksika’nın Tuxpan limanından “Granma” adında eski küçük bir tekneye doluşa2) Alberto Bayo’ya Latin Amerikalı devrimcilerin taktığı diğer bir isim ise “General ihtilal”dir.
Volkan Yaraşır
rak, Küba’ya doğru açıldılar. Fidel arkadaşlarına teknede, şöyle seslendi: “Ya Küba’nın yazgısını değiştireceğiz ya da öle ceğiz.” Deniz dalgalıydı, körfezi aşmak bir haftalarını almıştı. 2 Aralık’ta Santiago yakınlarında karaya ayak bastıklarında öl mek üzere olduklarını sandılar. Çoğu kusmaktan bitkin düş müş ve zar zor ayakta durabiliyorlardı. Ne var ki Batista’mn askerleri onları bekliyordu.3 Kuşatılan küçük savaş birliği gruplara ayrılmak zorunda kaldı. Çıkan çatışmada herkes birbirini kaybetmişti. Arazi şartlarının zorluğu kuşatmanın yarılmasına müsaade etmiyor du. Tüfeklerin tetiklerine dokunurlarken yine de hepsinin tek bir hedefi vardı: Sierra Maestra’ya ulaşmak... ihtilalin ateşini dağlarda tutuşturmak. O gün ihtilal, geldiğini haber vermeksizin başlamıştı. 83 “barbudo”nun büyük bir kısmı ya öldürüldü, ya yaka lanıp hapse atıldı ya da kayboldu. Sadece 12’si, adanın en yüksek dağ silsilesi olan Sierra 3) Granma’yla Küba’ya gelen Fidel önderliğinde devrimciler geç kal mıştı. Bu durum trajik sonuçlar yarattı. Frank Pais liderliğindeki şehir örgütlenmesi karaya çıkışı desteklemek için ayaklanma organize et mişti. Kararlaştırılan günde başlayan başkaldırı yardımsız kaldı, asile rin birçoğu katledildi. Küba’da devrimci savaş iki bölümde yürütüldü. Dağlar, kırsal alan hareketin merkezi konumundaydı. Frank Pais 26 Temmuz Hareketi’nin “ova bölümünün” şehir örgütlenmesinin lider liğini yürüttü. “Sierra (dağ) bölümü”ne katılacak kişileri örgütledi, ay rıca işçiler arasında yaygın bir örgütlenme ağı kurdu. Küba Devrimi’nin en önemli isimlerinden biri olan Frank Pais 1957 Ağustosu’nda girdiği bir silahlı çatışma sonucu Santiago de Cuba’da öldürüldü. Pais’in öldürülmesi Havana ve Santiago de Cuba’da büyük ayaklanmala ra yol açtı.
Gücün Reddi
4
Maestra’nm zirvesine ulaşabildi. Orada, dağlann tepelerini çevreleyen bulut örtüsü içinde gizlendiler. Fidel, Sierra Maestra’ya vardıklarında rastladığı köylüye soruyordu: “Sierra Maestra’da mıyız?” “Evet mi? O halde dev rimi kazandık” isyancılar, dağlara sahip çıkarak ilk hedeflerine ulaşmış lardı. Henüz savaşı başlatacak kudrette değillerdi; bu ileride mümkün olacaktı. Yapılacak ilk iş kendilerini duyurmak, Batista orduların dan gizlemekti. Onlar da öyle yaptı... Fidel, Gandi gibi, muktedirlerin acıyan yerine vurdu. Gandi Hindistan’da bütün yapıyı ayakta tutan kilit taşını aradı ve buldu. O, kast sistemiydi. Kast parçalandığı takdirde bütün sistemin çökeceğini biliyordu. Fidel de aynı şeyi yaptı. Onun devirmek zorunda olduğu kilit taşı orduydu. Sistemin acıyan yeri orasıydı ve oradan vurdu. Sierra Maestra’da sürekli yer değiştirerek, vurdu-kaçtı, kaçtı yeniden vurdu. Latin kıvraklığını savaş tekniği olarak kullandı. Bir kartal gibi dağlann doruklarından ovalara süzül dü ve pençesiyle kopartıp attı. Onlar sakallılar olarak anılıyorlardı. İsyancılar eski bir yeminin suç ortaklarıydı. Savaş bitme den tıraş olmama yemini etmişlerdi. Hem sakallarını bıraktı lar hem de saçlarını uzattılar. Kızılderili geleneğinin takipçi leri oldular. Kızılderililerde saç ilahi bir gücü simgelemektey di. Sakal ve saç isyanın süsleri olmuştu.
Volkan Yaraşır
İhtilal gerçekleştiği halde sakallarına dokunmadılar. Fidel sakallarını hâlâ bırakıyor. Haki renkteki gömleğini ve pantolonunu giymeye devam ediyor. Ayağından postalları eksik etmiyor. Belindeki silah her an ateşlenmeyi bekliyor. Onun için Küba hâlâ ayakta, onun için Küba hâlâ direni yor. Çünkü bu küçük ada ülkenin halkı kazandığı onuru ve özgüveni Fidel’in kimliğinde buluyor. Eşitliğin bozulmayaca ğı inancıyla yoksulluğa göğüs geriyor. Kübalılar ona Fidel diye sesleniyor. “Bizim Fidel” diye ar kadaşlık ediyor. Fidel de hâlâ halkı için “benden gökyüzündeki Ay’ı iste yecek olsalar onu alıp getiririm,” diyebilen asi bir romantik. Küba’da mutluluğun resminin yapılması hâlâ sürüyor ve samba çalmaya devam ediyor. Çünkü Küba devrimi asilerin ruhuyla korunuyor ve de netleniyor.
POLİSARÎO DUVARI
“Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlar dan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp ba kabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin ge ometrisine indirgeniyordu: Bir çizgiye, bir sınır düşüncesine... Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o du vardan daha önemli bir şey olmamıştı. Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıy dı. Bir tarafından bakıldığında duvar; (...) dünyaları ve evrenin geri kalan kısmını hapsediyordu. Evreni çevreliyor, Anarres’i dışa rıda özgür bırakıyordu. Öteki tarafından bakıldığında duvar Anarres’i çevreliyor: Bü tün gezegen içerideydi, diğer dünyalardan ve insanlardan yalıtıl mış, karantinaya alınmış, dev bir esir kampıydı.” (Ursula K. LeGuin - Mülksüzler) Bir zamanlar Seguia el Hamra ve Rio de Ore diye bilinen bir yerde Sahreviler adı verilen bir halk yaşarmış. Kendilerini çöl aslanlarına benzetirlermiş, aslan gibi güç lü ve yaşadıkları topraklara hâkim olduklarına inanırlarmış.
Gücün Reddi
Geceleri yaktıkları ateşler etrafında toplanır, yaşlıların anlattı ğı masallar ve efsaneleri dinlerlermiş. Çöl onların vatanıymış. Güneşi ve rüzgârı kardeş bilirler miş. Kum fırtınaları ise saklambaç oynadıkları eğlenceleriy miş. Uçsuz bucaksız bu topraklan, atların özgürce koştukları yer olarak kabul ederlermiş. Göç onların tabiatında varmış. Bazen bir kum tepesinin gölgesi evleri olurken, bazen de çöb'm oı,asındaki bir vahayı konaklarına dönüştürürlermiş. Ama hayatlarının büyük kısmı atları e develerinin üze rinde geçermiş. Hiçbir zaman serap görmezlermiş, rüyaları onların hayal gücünü besler, çöldeki rotalarını belirlermiş. Çölün sırları onların sığmağıymış. Bu sırlan çözerek ha yatlarım kolayca sürdürürlermiş. Bir kaktüs gibi topraklarına bağlı, yalnız ve özgürlermiş. Ta ki yabancılar gelene dek... Atlantik okyanusu kıyısında yer alan, kuzeyde Fas, güney ve güneydoğuda Moritanya, kuzeydoğuda Cezayir’le sınırları bulunan bu topraklar yüzyılın başında sömürgecilerin dikkat lerini çekti. Sömürgeci ordular Sahrevileri esir alıp köleleştirmeye ça lıştı. Ama başaramadılar. Sahreviler göçebeydi. Yer değiştirme gerillanın da en önemli meziyetiydi. Sahreviler doğalarını silaha dönüştürdüler ve gerillalaştılar. Çölün kahredici ortamından yararlanmayı bildiler. Kavurucu güneşte vurdular ve kaçtılar, kum fırtmalannda saklandılar. Vahaları düşman için cehenneme çevirdiler.
Volkan Yaraşır
isyan tanrıçası rehberleri oldu. Yılarca direndiler. Üstlerine napalm ve fosfor bombaları atıldı. Hayvanları telef edildi. Su içtikleri kuyuları kapatıldı ya da zehirlenerek kullanılmaz duruma getirildi. Önce Fransızlar ve Ispanyollar gelmişti. Daha sonra Yankee’ler geldi. Onların gelişi diğerlerinden farklıydı. Sahrayı açık işgal etmediler, devreye Fas’ı soktular. Gözleri bu topraklardaki fosfat, petrol, demir, bakır, uranyum ve doğalgazdaydı. 1973 yılında kurulan POLISARÎO - Saguia el Hama ve Rio de Ore Kurtuluşu için Halk Cephesi, Sahra’nın hürriyeti için yeni bir ayağa kalkış oldu. Onlara kısaca Polisario deni yordu. Polisario örgütlü halk demekti ve örgütlü halk yenilmez di.
• Polisario gerillası bir çöl aslanıydı. Pençeleriyle vatan top
rağına sımsıkı tutunuyordu. O bazen atının üstünde, başında beyaz kefiyesi ve giydi ği beyaz ehramıyla ve omzunda taşıdığı silahıyla düşmana uzaktan Azrail gibi gözüktü. Bazen yanı başında biterek can alıcı oldu. Her defasında çölün içinde kaybolmayı bildi. Sahveriler gerillalaşıyor, Polisario ise halklaşıyordu. Savaş Fas’ı Üçüncü Dünya’nm en borçlu ülkelerinden bi ri haline getirmişti. Ekonomi çöküyordu. Fas, direniş savaşını Sahra’yı insansızlaştırarak çözmeye çalıştı. Polisario’yu yalıtmak ve yok etmek istiyordu. Sahreviler zorla vatanlarından kopartılıp, sürüldüler. Ce~
Gücün Reddi
zayir’de mülteci kamplarına kapatıldılar. Bu operasyonu bütün Sahra’yı saran 2500 kilometrelik Polisario duvarının yapılması izledi. Duvarın yapımı 6 yıl sür dü. Üç metre boyundaydı, etrafı dikenli tellerle ve mayın tar lasıyla çevrilmişti. Yeraltında askeri sığınaklar bulunuyordu. Belirli aralıklarla gözetleme kulesi yapılmıştı. Duvar Çin Seddi’nden sonra uzaydan görülen ikinci duvardı. Duvar, Sahrevileri kontrol altında tutmak ve hayatlarım denetlemek için inşa edilmişti. Bütün iktidarlar tahakküm alanlarını böyle belirlerdi. Duvar izolasyon demekti. İzolas yonla ruhların köleleşmesi hedefleniyordu. Duvarın içinde Polisario, dışında ise Sahreviler vardı. Bir halk, öncüsüyle hapsedilmişti. Ve dünya umursamaz biçimde olanları seyredi yordu. Ama “duvarları yıkmak” isyancıların geleneğiydi. Öyle de oldu. Duvarın bir yanındaki Sahreviler gerektiğinde kazdıkla rı yüzlerce metre yeraltı tünelleriyle ya da şaşırtmanın taktik sel gücüyle duvarı aşmayı bildi ve Polisario’laştı. Polisario da bombalamalar ya da silahlı eylemlerle mülte ci kamplarına ulaştı ve halklaştı. Polisario gerillaları Nâzım’la tanışsalardı büyük ihtimalle arkalarında şu imzayı bırakırlardı: “O duvar, o duvarlarımz/Vız gelir bize vız” Sahra’da direniş hâlâ sürüyor. Sahrevilerin kalpleri hâlâ vatanları için atıyor.
AŞK OLSUN SANA ÇOCUK AŞK OLSUN
Selvi boylu, kapkara saçlı, zeytin gözlü genç, ağaçların arasında gezinirken ilerde, çimenleri büyük bir iştahla yiyen, zayıflıktan kaburgalan sayılan, uzun yıllar sütçü beygirliği yaptığı her halinden belli kır bir ata rastladı. O an en sevdiği roman kahramanı olan Don Kişot ve atı Rossinante aklına geldi, içinden geçen hinlik, yüz ifadesine yansıdı.
■
Atm yanma usulca yanaştı. Ürkütmek istemiyordu. Dur du, biraz bekledi. Sırtını okşamaya başladı. Eli kaburgalanna geldiğinde daha itinalı davranıyordu. Saçlarına dokundu. Atı “Benim Rossinantem” diye seviyordu. At da kendi Don Kişot’unu bulmuş gibi sessiz ve sevilmekten mest olmuş bir hal deydi. Uzun boylu genç, atik bir hareketle atm sırtına bindi. Oturduğunda ayaklan az daha yere değecekti. Yelelerinden tutarak, ayağıyla karnına hafifçe vurdu: “Hadi Rossinante gidiyoruz” At da sanki bu sözleri bekliyormuş gibi yürümeye başla dı. Ağaçların arasından kıvrıla kıvnla geçtiler. Rossinante ara
Gücün Reddi
<ğ
sıra durup gözüne çarpan, uzamış, yemyeşil çimenleri yeme yi de ihmal etmiyordu. Bir müddet sonra karşılarına gri bir bina çıktı. Binaya iyice yaklaştılar. Atı durduran genç etrafa şöyle bir baktıktan sonra muzipçe bağırmaya başladı. “Hadi kız bohçanı hazırla, seni kaçırmaya geldim...” İkinci kattaki giyotin pencere gürültüyle açıldı. Pencere den güzel bir kız kafasını uzattı. Atı ve üstündeki tanıdık de likanlıyı görünce, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. Delikanlı penceredeki kıza gülerek bakıyordu. Daha son ra atının yelesinden tutarak oradan uzaklaşmaya başladı. “Rossinante” salma salma yürürken genç kız arkalarından on ları izliyordu. Şaşkınlığı önce gülümsemeye, sonra kahkaha ya dönüştü. Yıl 1970, yer ODTÜ’ydü. O sırada illegalde olan delikan lı, öğrenci arkadaşlarının kurduğu kitaplığa gidip bazı kitap lar seçmişti. Tam kitapları alıp dışarı çıkarken önü kitaplık sorumlusu genç kız tarafından kesilir. Kız “Kitapları yalnızca burada okuyabilirsiniz,” diye uyanr. Uzun boylu genç ısrar eder. Kız da tavrında ısrarlıdır. Sonunda delikanlı kendini “tanıtmak” zorunda kalır. Genç kız ancak ondan sonra yumuşar. Delikanlı kızın il keli tutumundan hoşlanmıştır, ama yine de ona şaka yapma dan kendini alamaz: Rossinante’sini bulur, Anadolulu Romeo olur...! Delikanlının adı Deniz Gezmiş’tir. O işgallerin parkalı önderidir. Amerikan askerlerini Dolmabahçe’den denize döken bir militandır. Ekmeğin hakkı
Volkan Yaraşır
için yalınayak yürüyen işçilerin omuzdaşıdır. Siyasi iktidarı Mustafa Kemal’e şikâyet etmek ve “tam bağımsız Türkiye” için “uzun yürüyüşçüdür.” Beyazıt Meydam’nda molotoflaşan öğrenci lideridir. Kitleleri bir dinamite dönüştüren ve kendi si dinamitin fitili olandır. O bir entemasyonalisttir. Vietnam lI kardeşlerinin davasını Ankara’nın göbeğinde sürdürendir.
Filistin’de bir fedaidir. O dağların kartalı olan romantik bir gerilladır. Elinde silahıyla bir sokak savaşçısıdır. Her günü Rodrigo’nun gitar konçertosu gibi hüzünlü, ro mantik ve bir asi gibi yaşayandır. Bundan dolayı Rodrigo’yu sevmesi boşuna değildir. “Terk etmedi sevdan beni” sözlerini şiar edinen, Nâzım gibi “memleket” hasretiyle yanandır. O, 1970 Ekimi’nde, bir başka Ekim’in izini sürerek, Hü seyin inan ve Sinan Cemgil’le asilerin başkaldırı ordusunu (THKO) kurandır. Şehirler zaptedilip ablukaya alındığında tereddütsüz dağ lara çıkıp, “şarabi eşkıyalığı” seçendir. 16 Mart 1971 günü Şarkışla’da bir tarla kuşu gibi yaralı yakalandığında hiçbir kafes onu esir alamaz. Onun ruhu dağ larda, anfilerde, sokak gösterilerinde gezintiye çıkmıştır. Onun için sadece ya özgürlük ya da ölüm vardır. Çünkü De niz Türkiye’dir, Türkiyede artık Deniz’dir. Cezaevinden babasına şöyle seslenir: “Baba, biz Türkiye’nin ikinci Kurtuluş Savaşçılarıyız. El bette ki hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da. Tıpkı Birin ci Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi. Ama bu toprakları yaban cılara bırakmayacağız. Ve bir gün mutlaka yeneceğiz onları...”
Gücün Reddi
Her mahkemesi ihtilalin savunusuna dönüşür. Havaya kalkmış yumruklar ve atılan her slogan düzenin kalelerini sarsmaktadır. “Başkaldırıdan başka çare yok,” diyenlere muktedirlerin cevabı da serttir. Hüküm verilmiştir: İdam. 6 Mayıs 1972 sabahı darağaçları kurulur. 3 asi; Deniz Gezmiş, Hüseyin inan ve Yusuf Aslan ölüme bayrama gider gibi hazırdır. Ve idam sehpalarına öyle çıkarlar. Ama son sözlerini söylemeyi de ihmal etmezler. O sözler hâlâ manifestomuzdur. Yusuf: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve ülkemin mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Biz halkımızın hizmetinde yiz. Siz Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler, kahrolsun faşizm.” Hüseyin: “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden, halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum. Yaşasın, işçiler, köylüler ve devrimciler, kahrolsun faşizm.” Deniz: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın işçiler köylüler. Kahrolsun emperyalizm.” Deniz daha önce Sinan Cemgil’in1 giydiği parkasını Şefika Ablası’na emanet eder. O parka hâlâ Şekibe Ablası2 tarafın dan korunmakta ve saklanmaktadır. 1) Hareket içinde teorik düzeyiyle dikkat çekmektedir. 31 Mayıs 1971’de Nurhak Dağları’nda Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan’la bir likte öldürülmüştür. 2) Denizlerin avukatı Halit Çelenk’in eşi.
Volkan Yaraşır
< ğ
Parkasının kendinden sonra gelen ihtilalcilerin simgesi olması boşuna değildir. Çünkü o Deniz’dir ve ruhu artık okyanuslara karışmıştır, isyanın diğer adı olmuştur. O 25 yaşında dünyaya kafa tutan, baş eğmeyen ihtilalin çocuğudur Bize her kara günümüzde “ondan gayrı neyimiz var” de dirtendir. Can Yücel’in Mare Nostrum (Bizim Deniz) adlı şiirindeki “tatlı sitemi” de bundan dolayıdır. En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de devrim O, onun en güzel yüz metresini koştu En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak En kızlısıydı hepimizin En önde göğüsledi ipi... Acıyorsam sana anam avradım olsun Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun! Aradan yıllar geçer. Deniz yeni doğan bebeklerin, hayal lerin, özlemlerin, tutkulann adı olmuştur. O artık korsan gös terilerde atılan slogandır, duvarlara yazılan umuttur. Alanlar da açılan pankarttır. 13 Aralık 1980’de 17 yaşındaki gençle bayraklaşandır. Molotoflarla yollann kesildiği bir korsan gösteride çıkan silahlı çatışma sonucu, Yapı Meslek Lisesi’nde öğrenci olan bir genç yakalanır.
Gücün Reddi
$
Genç çatışmada ölen askerin katili olarak gösterilir. 12
Eylül’cüler onu hedef olarak seçmiştir. Umudun yok
edilmesi gereklidir onlar için. Gençlik ve ihtilal yoksul yığın ların umudu olmuştur bir kere. Cunta mahkemeleri 1,5 ay gibi kısa sürede onun idamı na karar verir. Mamak’a konulur. Bu zulmün kalesinde, katmerli bir zulüme maruz kalır. Her günü her saati eziyettir. Dövülür, çıp lak ayakla karın, buzun, cam kırıklarının üzerinde yürütülür, sabahlara kadar uyutulmaz, dayaktan ve işkenceden geçirilir. Yemek ye su verilmez. Bitkin düşmüştür ve zayıflamıştır. Ama o gıkım bile çıkarmaz, her an başı dik ve alnı açıktır. En zor anlarında Denizleri düşünür, Denizlerin yoldaşı olduğunu bilir. Ölüm hücresinde yaşadığı eziyet faşist tutuklulann bile vicdanını sızlatır onlar bile uygulanan vahşet kar şısında “Yeter artık” diyebilmişlerdir. Mahkeme salonlarında elleri arkasında, ince, uzun bir fi dan gibi dimdik durur. Yüzündeki masumiyet kahredicidir. Ama gözleri atmacanınkinden farksızdır. Korkunun efendiliğinin sürdüğü ve ne yazık ki çoğu ki şinin bu efendiliğe rıza gösterdiği koşullarda, o boyun eğmez. Ne Mamak’ta, ne sıkıyönetim mahkemelerinde. îdam hükmüne çarptırıldığında, mahkemede şöyle haykırır: “Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni, al dığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutla ka sizin yerinizde halkımız olacak. Sizi ve kurduğunuz düze
Volkan Yaraşır
ni yargılayacak(tır).” Arkadaşlarına yazdığı mektupta ihtilale inancını anlatır. Bu topraklardan daha nice Denizlerin ve Erdal'ların çıkacağı nı hatırlatır. İhtilale ve Denizlere yakıştığı gibi ölüme gidece ğinin sözünü verir. 13
Aralık 1980’in şafağında darağacma çıktığında bu sö
zünü de tutar. Diktatörlüğe öfkesini sloganlarıyla haykınr. idam sehpasına tekmeyi şiddetle vurur. Ve Denizleşir. Çünkü onun safı boyun eğmeyenlerin safıdır. Artık gök yüzünde yoldaşıyla buluşma vakti gelmiştir. Arkadaşları onu hiç unutmaz. 12 Eylül’ün en zor günle rinde bile 13 Aralık dosta düşmana “hatırlatılır.” Yine bir 13 Aralık günü yüzlerce üniversitelinin kaldığı bir öğrenci yur dunda son derece zekice bir eylem gerçekleşir. Ziyaretçi gö rünümünde bir arkadaşı, yurdun giriş kapısındaki danışma ya gelir. Görevliye biriyle görüşmek istediğini söyler ve anons yapılmasını ister. Bir müddet sonra yurdun bütün odalarında, yemekhanede ve okuma salonunda şu anons duyulur. “Erdal Eren Ölümsüzdür”, “Erdal Eren Ölümsüzdür”. * * *
Şarkılar da, Erdal’ın ölümsüzlüğünü haykırır. Birçok insanın Sezen Aksu’dan bir “aşk” şarkısı olarak dinlediği, sözleri Aysel Gürel’e ait “Son Bakış” aslında Erdal Eren’e yakılan bir ağıttır.
Gücün Reddi
Bir söz bitişi gibi son buldu sevişler Bir yaz güneşi gibi eritir bu terk edişler Bir an duruşu gibi ömrün gidişi gibi Veda ederken aşk ateşi gibi söner iç çekişler Aman aman yandım amman Acı yüzler kurşun gibi izler Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda
M
4 +3=1
Gloria ankesörlü telefon kulübesine saat 15’te geldi. 5 dakika beklemesi gerekiyordu. Telefonun zili tam zamanında çalmaya başladı ve hemen kesildi. Üçüncü kez çaldığında ise hızla ahizeyi kaldırdı. Genç bir erkek sesi “Aleznelerin evi mi?” diye sordu. “Evet. Fakat Alezne evde yok.” Parola karşılıklı onaylan mıştı. Kısa bir sessizlikten sonra erkek “merhaba” dedi. “Ya rın saat 18’de, Mayor Bulvan, Etna Cafe’de... masasında kır çiçeği olan ve gazete okuyan biri seni bekleyecek, hoşça kal...” Telefon kapandı. Gloria, kulübeden çıktı. Bilbao’nun kaldırım taşlı küçük dar sokaklanndan geçerek, evine doğru yürümeye başladı. Eve vardığında ortalığı toparladı ve bir şeyler atıştırdı. Kane peye uzandı. Kendini yorgun hissediyordu. Televizyon seyre derken uyuyakaldı. Alacakaranlıkta uyandı. Fırıncılar dünyada en erken uya nan kişilerdi. Gloria da küçük bir fırında çalışıyordu. Otur duğu evden yaklaşık 20 dakika yürüdükten sonra çalıştığı ye re ulaşırdı. Her sabah labirent gibi karanlık geçitlerden geçi
Gücün Reddi
yor, dar sokaklann iki yanındaki avlulardan gelen envai çeşit çiçek kokularını içine çekiyordu. Sokaklarda yapayalnız yü rümek, gökyüzündeki olağanüstü değişimi dakika dakika iz lemek ona büyük bir haz veriyordu. Küçük dükkânın üzerinde çan asılı olan kapısını açtı. Içeridekilere “Günaydın” diyerek, üstünü değiştirmek için üst kata çıktı. Önlüğünü giyip aşağıya indiğinde ekmeklerin ve çeşitli unlu mamullerin fırına verilmek için hazır olduğunu gördü. Gece çalışan usta ve çırağının mesaileri bitmiş, çıkma ya hazırlanıyorlardı. Gloria hızla işe koyuldu. Öğleye doğru işlerini bitirmişti. Etraf mis gibi ekmek ko kuyordu. Artık tezgâha geçme zamanıydı. Müşteriler de gel meye başlamıştı. Siparişlerle, kuru pasta, kek, çatal, çörek sa tışlarıyla zaman hızla geçmişti. Saat 16’da mesaisi doluyordu. İşten eve döndüğünde, bir duş alıp randevu saatini bek lemeye başladı. Randevuya otobüsle gitme karan verdi. Çağ la yeşili elbisesi Gloria’nm mavi-yeşil gözlerini iyice açığa çı karmıştı. Uzun, düz kumral saçlarını genellikle toplardı, bu sefer açık bıraktı. Hafif makyaj yaptı. Dudaklanna uçuk pem be bir ruj sürerek, boy aynasında kendini birkaç defa süzdü. Çok hoş görünüyordu. Mayor Bulvarı’ndan geçecek otobüsü beklemeye başladı. Durakta yaşlı bir kadın ve genç bir çift vardj. Sokağa çıktığın dan beri her şeyi dikkatlice izliyordu. Beklediği otobüs birkaç dakika sonra geldi. Bulvara yakın bir durakta indi. Daha 15 dakikası vardı. Her ihtimali hesaplayarak hareket ediyordu.
Volkan Yaraşır < 8
Bir müddet yürüdü, elbise satan bir mağazanın vitrinine bak tı. Yolun karşısına geçti, yine vitrinlere bakarak yürümesini sürdürdü. Saat 18’de Etna Cafe’ye girdi. Girişte bir an durup masaları tek tek izledi, ileride tek başına gazete okuyan, ma sasının üzerinde bir demet kır çiçeği bulunan orta yaşlı bir adam dikkatini çekti. Aynı anda da göz göze geldiler. Adam da beklediğinin o olduğunu anladı. Gloria masaya yaklaştı ğında ayağa kalktı. Çok eskiden tanışıyormuş havasında: “Merhaba Alezne,” dedi. Gloria da: “Merhaba,” diye karşılık verdi. Öpüştüler. Sanki iki yeni “sevgilinin” utangaçlığını ve mesafeli heyecanını üzerlerinde taşıyorlardı. Adam sohbet ha vasında “Birazdan çıkıyoruz, arabaya bineceğiz, istersen el ele dışan çıkalım,” dedi. Gloria konuşmaları dikkatle dinledi. Karşısındakinin gerginliğini gizlemeye çalıştığını düşündü, ikisinin yüzünde de gülümseme vardı. Ayağa kalktılar, el ele tutuşup hesabı ödediler, iki sevgili rolünde, caddeye çıkıp bir müddet yürüdüler. Konuşmuyorlar, sadece etrafa bakmıyorlardı. Ara sokaklann birine girdiler, park halinde koyu kahverengi Seat marka bir arabanın önünde durdular. Adam şoför kapısını açarak otur du, uzanarak karşı kapının mandalını yukarı kaldırdı. Gloria da ön koltuktaki yerini aldı. Arabanın hareket etmesiyle adam konuşmaya başladı. “Arka koltukta duran çantayı alır mısın, içinde Smith Wesson 161ı var. Ayrıca dosyada da resimler ve şahıs hakkında her türlü bilgiyi bulacaksın.” Gloria resimlere bakmaya ve dokümanları okumaya baş ladı. Hedef bir sivil muhafız şefiydi, adam ünlü bir işkence
Gücün Reddi
ciydi, hafif göbekli, 55 yaşlarında biriydi. Arabayı kullanan adam, “Önce bölgeyi bir kontrol ede lim, adam evine genellikle 21 sularında geliyor. Dikkat çek memek için koruma almıyor. Beyaz bir Ford kullanıyor,” dedi. Bilbao’nun zengin semtlerinden birine girdiler, araba iyice yavaşladı. “Seni bekleyeceğim yer burası,” dedi. “Adamın otur duğu ev de karşıdaki şu iki katlı beyaz bina... Ağaçların yanın da biraz bekleyebilirsin, vakit kazanmak için bir iki tur at. 5 da kika içinde gelip giden olmazsa eylem ertelenecek. Buraya ulaş man da en fazla 5 dakika sürer. Seni 21.15’e kadar bekleyece ğim-. Gelmezsen gideceğim.” Gloria sözün devamını biliyordu. Gelmemek demek ya kalanma ya da polis takibi anlamına geliyordu. Yani başının çaresine bak demekti. Saatlerini ayarladılar. Gloria son derece profesyonel bir hareketle mermiyi namluya sürdü, horozu istinata getirdi. Si lahı çantasına soktu. Arabadan evin önünde indi. Geliş saati ne birkaç dakika kalmıştı. Evin karşısındaki kaldırımda ya vaşça yürümeye başladı. Evin ışıklan yanıyordu. Bir an “Aca ba erken gelmiş olabilir mi?” diye düşündü. Ama evin otopar kında herhangi bir arabanın olmaması içini rahatlattı. Heye canlı değildi. Ayrıca bu ilk cezalandırma eylemi de değildi. Böyle anlarda içinde garip bir huzursuzluk olurdu. Bugün o da yoktu. Oldukça sakindi, dikkatini gelen arabalara verme ye çalıştı. Sokaktan uzun aralıklarla tek tük arabalar geçiyor du. Ortalık sakindi. Şimdi evin tam karşısındaydı. Ağaçlann
Volkan Yaraşır
yanında durdu. Saatine baktı, dakikalar geçmek bilmiyordu. Saati 21.04’tü. Daha ortalıkta beyaz Ford görünmüyordu. “Biraz daha beklemeliyim,” diye düşündü. Tekrar saatine baktığında saat 21.05 olmuştu. Eylem alanını terk etme za manıydı. Tam o anda sokağın başından beyaz Ford’un geldiğini gördü. Beklemeye karar verdi. Araba yavaş yavaş yaklaşıyor du. Evet, beklediği araba oydu. Gloria çantasından silahı çıkarırken horozunu kaldırdı ve sağ elinde tutarak, yola çıkıp, karşı kaldırıma doğru yürüme ye başladı. Kaslarının gerildiğini hissediyordu. Artık beyaz Ford önündeydi, durmak üzereydi. Beklediği adamın o oldu ğundan emindi. Hedefe ulaşmak için birkaç metre kalmıştı. O arada arabayı kontrol etti. Arabada adamdan başka kimse yoktu. (Herhangi birisinin olması halinde eylemi durdurma inisiyatifi vardı.) Silahını doğrulttu. Adamın kafası ve gövde sini görüyordu. O an adam kafasını çevirdi Gloria’yla göz gö ze geldi. Her şeyi anlamıştı. Ama kaskatı kesilmişti. Gloria adamın gözlerinden gözünü ayırmayarak, kafasına nişan aldı ve tetiğe üç el dokundu. Tak... Tak... Tak... Nam ludan alevlerin çıkışını gördü. Silahın sesi sokakta yankılandı. Gloria ateş ettikten sonra bir an için hedefine baktı, ada mın vücudunun sağ tarafa doğru eğildiğini ve kafasının öne düştüğünü gördü. O sırada araba kontrolsüz bir vaziyette yol alıyordu. Kal dırıma çıktı ve sert bir biçimde elektrik direğine çarparak durdu.
Gücün Reddi
Gloria elinde silahla bir müddet yürüdü. Etrafını kontrol etti. Her şey normaldi. Kaldırımın evlere yakın tarafı daha gü venli geldi. Karanlıktı. Silahını çantasına koydu. Bir an hızlı yürüdüğünü fark etti. Elleriyle saçlannı düzeltip yavaşladı. Saatine baktı. Saat: 21.12’ydi. Üç dakikası vardı. Köşeyi dön düğünde daha da rahatlamıştı. İleride kendisini bekleyen oto mobili gördü. Kapıyı açtı, koltuğa oturur oturmaz araba hız la hareket etti. İkisi de sessizdi. Ara sokaklardan geçip bir ana caddeye çıktılar. Hâlâ konuşmuyorlardı. Adam sık sık dikiz aynasına bakıp, herhangi bir takibin olup olmadığını kontrol ediyor du. Gloria’ya döndü, “Silahı bir bezle sil ve aldığın çantaya koy,” dedi. Gloria silahın namlusundan tutup, torpido gö zünden aldığı bir bezle her tarafını, özellikle kabza ve tetik kısmım özenle sildi. Çantaya yerleştirdi ve çantayı torpidoya koydu. Adam tek bir soru sordu: “Eylem başanlı mıydı?” Ce vap net ve kısaydı: “Evet”. Gloria Bilbao’nun en işlek caddelerinin birinde arabadan indi. “Hoşça kal, iyi geceler” dedi. Adam da karşılık verdi. Cadde ışıl ışıl ve kalabalıktı. Gloria yürürken düşünüyor du: “Ne garip, büyük ‘suçlara’ ortak olsak da belki de birbiri mizi bir daha hiç görmeyeceğiz...” Biraz ilerledikten sonra bir taksiye bindi. Evinin ters isti kametinde bir yerin adını verdi. Taksiden indiğinde hiç heye canı kalmamıştı. Dikkati de elden bırakmıyordu. Yürümeye devam etti. Yeniden bir taksiye bindi. Bu sefer şoföre, evine
Volkan Yaraşır
biraz uzak, ama çok iyi bildiği bir semte gitmesini söyledi. Birbirini çapraz kesen ara sokaklardan evine ulaştığında günün bütün gerilimi ve yorgunluğunu üzerinde hissediyor du. Üstünü çıkardı, duşunu alıp hemen yattı. Yatakta uzanırken, silahıyla hedefe kilitlendiği an gözle rinin önüne geldi. Kısa bir müddet sonra uykuya daldı. Her zamanki gibi alacakaranlıkta uyandı. Hemen giyinip yola koyuldu. Yine labirent gibi geçitlerden yürüyüp, dar so kakların iki yanındaki avlulardan gelen envai çeşit çiçek ko kularını içine çekti. Gökyüzündeki gri-mavi renk cümbüşü nü büyük bir keyifle izledi. Küçük fırıncı dükkânının kapısını açtığında yine çan se sini duydu ve içeridekilere “Günaydın” demeyi ihmal etmedi. Fırıncı ustası ve çırağı da “Günaydın” dedi. Gloria “sıradan” fınncı kimliğine bürünmüş, sıradan ya şamını sürdürmeye başlamıştı. Bir başka günkü sıradişılığa kadar... Gloria bir ETA - Euskadi Ta Askatasuna (“Anavatan ve Özgürlük”) militanıydı. Bask ülkesinin kuruluşunu amaçla yan ETA’nm kökleri 1940’larm ikinci yarısına dayanmaktay dı. İspanya devleti ETA’nın tasfiyesi yönünde 1983’te GAL Anti Terörist Kurtuluş Grubu adında bir kontrgerilla organi zasyonuna girdi. Paralı askerlerden, subaylardan ve polisler den meydana gelen GAL, ETA’nm halk desteğini yok etmek için harekete geçti. ETA militanlan kaçınldı, kaybedildi, su ikastlar sonucu öldürüldü, işkencelerden geçirildi. Bu saldırı
Gücün Reddi
4
lara karşı ETA da muhteşem bir organizasyona girdi. ETA’mn yeni taktiği “Uyuyan Gerillalar”dı. ETA militanı erkek ve ka dınlar görünürde normal yaşamlar sürdürüyor, düzenli işleri ne gidip geliyor, ama aynı zamanda özel eylemler için eğitili yorlardı. “Uyuyan Gerillalar” birbirini tanımıyor, talimatları bilinmeyen bir kaynaktan şifreyle alıyorlardı. Eylem gerçek leştikten sonra gerillalar hemen günlük yaşamlarına geri dö nüyorlardı. Gloria da “Uyuyan Gerilla”lardan biriydi. ETA Bask ülkesinin parçalanmışlığına karşı Ispanya’daki (Güney Bask’taki) 4 eyaletin (Alava, Biscaye, Quipuzcao, Navarra) Fransa’daki (Kuzey Bask’taki) 3 eyaletin (La bourd, Aşa ğı Navarra, Soule), tek bir Bask ulusunu oluşturduğunu savu nuyor ve bu düşüncelerini şöyle formüle ediyor; 4+3=l=Bask ülkesi.
KİMSİN SEN? HİÇ KİMSE.. YANİ X
“Hayatımız boyunca bize aşağılık olduğumuz öğretildi. Küçükken beyaz ve zenci çocuklar birlikte kovboyculuk oy narken, kim Tom Miks, Buck Jones ya da Lone Ranger olu yordu? Beyazlar... Biz kimdik? Tonto, onun uşağı... Robinsonculuk oynadığımızda kim Robinson Crusoe oluyordu? Beyazlar... Ya Cuma kim oluyordu? Tahmin edin, kim oluyordu?” Küçük Malcolm annesinin şiddetli sarsmalarıyla uyku sundan uyandığında, alevler evin her tarafım kaplamıştı. Annesinin kucağında erkek kardeşi vardı ve boynuna sıkıca sarılmıştı. Annesi onu kolundan tuttuğu gibi adeta sürükle yerek dışarı çıkardı. Bütün kardeşleri üstlerinde yalnızca iç
Gücün Reddi
4
çamaşırlarıyla öylece durmuş, bahçede ağlıyorlardı. Hava çok soğuktu. Annesi heyecanla hepsine tek tek sarılıyor, ya naklarından öpüyor, başlarını okşuyordu. “Ağlamayın, korkmanıza gerek yok, şimdi babanız gelecek,” diye onları avutmaya çalışıyordu. O sırada babası tüfeğiyle ateş ederek yanlarına geldi. Malcolm silah sesleri, çığlıklar ve alevlerin ürkütücü görün tüsüne bakakalmıştı. Little ailesi, bahçelerinden, evlerinin alev alev yanışını ve kıvılcımlar sıçratarak çatırdayıp çökmesini hüzünle izle diler. Hepsi şaşkın, ürkek ve korku içindeydiler. O sırada si ren sesleri arasında polisler ve itfaiyeciler geldi. Ama iş işten geçmişti. Little’larm evlerinin yanarak çöküşünü “keyifle” ve kahkaha atarak izliyorlardı. Evdeki yangın bir kaza değildi. İki kişi gece yansı eve gelmiş ve pencerelerden içeriye yanan meşaleler atmışlardı. Little’larm o bölgede yaşamalarını istemiyorlardı. Evlerini yakarak aileyi korkutup kaçıracaklanm düşünüyorlardı. Meşaleli iki adam beyaz, Little ailesi ise siyahtı. Malcolm, zihnine kazman bu olay gerçekleştiğinde, da ha 4 yaşmdaydı. Ömrü boyunca da ne yangını, ne polisleri ne de gecenin içinde fosfor gibi parlayan itfaiyecilerin porta kal renkli elbiselerini ve kahkaha atışlannı unuttu. O kış gecesindeki annesinin, babasının ve kardeşlerinin yüzlerindeki korkuyu ve çaresizliği de unutmayacaktı. Bu, yaşadığı ilk acıydı, ama en son acı da olmayacaktı. 6 yaşma geldiğinde annesinin çığlıklarından yine kötü bir
< 8
Volkan Yaraşır
şey olduğunu hissetti. Baptist bir rahip olan babası bir beyaz tarafından öldürülmüştü. Üstelik feci bir ölümdü bu. Malcolm, babasının parçalanmış bedenini tramvay vagonlan arasında uzanmış yatarken gördü. Gövdesi tamamen ikiye ayrılmış, ka fatasının bir bölümü içine çökmüştü. O artık, acı ve öfkenin ne demek olduğunu biliyordu. Annesi ve yedi kardeşiyle birlikte yan aç, yarı tok ya şamlarını sürdürmeye başladılar. Bazen Malcolm kardeşle riyle, tavşan, misk sıçanı, kurbağa tutar, bunların bir kısmını yerler, kalanını kendilerinden pek iyi durumda olmayan be yazlara satarlardı. Annesinin sağlığı giderek bozuluyordu. Üzüntü, açlık ve sefalet bayan Little’ı enkaz haline getirmişti. Annesi bir müddet sonra 26 yıl kalacağı akıl hastanesine yatırıldı. Aile si dağılmış, kendisi de yoksullar yurduna konmuştu. Yurt iş kence, taciz, tecavüz ve zulüm merkezi gibi çalışmaktaydı. Onlar hem yoksul hem de siyahtı. Amerikan rüyasında yok sulların ve siyahların yeri yoktu. Kâbus onlann kaderiydi. Nefret ve acı Malcolm’un en yakın arkadaşlan oldu. Yurttan bir yolunu bulup kaçmayı başardı. Kaldırımlan, merdiven diplerini, izbe odalan mesken edindi. 14 yaşma girdiğinde kaybedecek bir şeyi kalmamıştı. Babası ve dört amcası ırkçılar tarafından öldürülmüş, bir amcası da herke sin gözü önünde yine beyazlar tarafından linç edilmişti. Yüreği öfke ve kin doluydu. Beyazlara ve herkese karşı nefret yüklü ve kızgındı. Önce Detroit’in “zenci” gettosuna, daha sonra New
Gücün Reddi
4
York’un Harlem’ine taşındı. Harlem sokakları nefret ve öfke nin kol gezdiği yerlerdi. Her şey Malcolm’a görevdi. Ve bu sokaklarda kendini buluyordu. Harlem’in sokak çocukların dan biri olması uzun sürmedi. Kaldırımlar ve sokak köşele ri vazgeçilmez sığmağı olmuştu. Orospular, pezevenkler, hırsızlar, eroinmanlar, yoksullar ve işsizlerle birlikteydi. Es rar satıcılığı, pezevenklik ve hırsızlık da yapıyordu. Kısa sü rede cesareti ve ataklığıyla öne çıktı. 20 yaşındayken “Har lem çocuğu” olmanın bedelini ödemeye başladı. Silahlı bir soygundan yakalandı ve 10 yıla mahkûm oldu. Hiçbir şey umurunda değildi. Zaten Harlem hapishane demekti, hapis haneler de Harlem’di. Malcolm dört duvar arasında hiç uyum sorunu yaşamadı, yaşamı boyunca her zaman kıstırılmışlığı ve kapatılmışlığı yaşamıştı, iki metreye yakın boyu, dev cüssesiyle oyunu kurallarına göre oynuyordu. Herkesin nefretini “kazanması” zor olmadı, o da herkesten kolayca nefret etti. İçerideki lakabı “şeytan”dı ve şeytana yakışır ya şıyordu. Bir gün hücrelerin içinden duyduğu ses (sonradan ezan sesi olduğunu öğrendi) hayatını değiştirecekti. Sesin geldiği hücreye merakla girdi ve oradaki adamla tanıştı. Adam eği timli bir mahkûmdu, Malcolm’a göre, “İnsanda saygı uyan dıracak kadar kelimelere hâkim olmasını biliyordu.” Muhabbetleri koyulaştı. Malcolm vaktinin çoğunu onunla geçiriyordu. Bu arada kitaplar satın almaya, Arapça ve Latince öğrenmeye başladı. Kısa bir süre sonra da o ada mın gösterdiği Rabbin yoluna girdi. Müslümanlığı kabul
Volkan Yaraşır
etti. 1950’li yıllar Amerika’da siyahlann eşitlik mücadelesi nin hızla geliştiği yıllardı. Özellikle ırkçılığın yasal ve ku rumsal olduğu güney eyaletlerinde mücadele kitlesel dalga lar halinde yükseliyordu. 1952 yılında Malcolm hapishaneden çıkar çıkmaz Chi cago’ya giderek, Allah’ın bir kulu olarak siyahlara Müslü manlığın erdemlerini anlatmaya başladı. Yine bu sıralarda “mavi gözlü bir şeytan tarafından ata larından birisine verilmiş soyadını değiştirerek,” isimsizliğin ismini, Afrikalı atalarının unutulan, unutturulmuş ismini al dı. Onun adı artık X’ti. Yani Malcolm X... Yüz binlerce yok olmuş, ezilmiş, köleleştirilmiş siyahın adı; ya da bilinmezliğin adı: X ... Siyah gettolann konuğu oldu. İyi bir hatipti. Her vaazı öfkeyi tetikliyordu. İslam’ı siyahın isyanına dönüştürüyor du. Basının dikkatini de çekmişti. Gazeteler Malcolm X adından, Siyah Müslüman hareketinden bahsediyordu. Etra fında yarattığı hale genişliyordu. Yıkıyor, haykırıyordu. 1957’de bir vaazını basan New York polisi, konuşmasından ve heybetinden çekindiği için onu gözaltına alamayacaktı. O statüko bozucuydu, rahatsız ediyordu. Ondan sadece polisler değil, ABD’deki Müslüman siyah ların “lideri” konumundaki Elijah Muhammed de rahatsızdı. Siyah öfke sokakları işgal ederken Elijah susuyor ve duru yordu. Siyah öfke Malcolm’du. O, bugüne kadar X kabul edilenlerin öfkesiydi. Elijah’ın aforoz tekniklerini devreye
Gücün Reddi
sokması uzun sürmedi. Malcolm X, 1963’te cemaatten atıl dı.1 O şimdi “kendi kendisinin efendisiydi.” Mekke’ye gidip hacı olduktan sonra bütün dünyası değişecekti. Afro-Amerikan Birliği Örgütü’nü kurdu. Elijah Muhammed’in iddia ettiği gibi Müslümanlık bir zenci dini değildi. Evrenseldi. Kabe’yi tavaf edenler lıer renktendi. “Şimdiye kadar beyaz diye adlandırdığımız şey, bir renk değil, bir davranış biçimidir. Bundan sonraki çalışmaları mızda rengine bakmaksızın her insanla bir arada olacağız...” Daha önce Tom Amca’ya benzeterek küçümsediği Mar tin Luther King’i desteklediğini ilan etti.2 1) Malcolm X, asıl adı İslam Ulusu olan Siyah Müslümanlar’a katılmış, bu örgütün en ünlü üyesi, en etkin militanı olmuştur. İslam Ulusu’nun temel iddiası, beyazlann altı bin yıllık egemenliğinin sona er mek üzere olduğu ve beyaz toplumun yıkılmasıyla birlikte Allah’a ina nan siyahların dünyada egemen olacağı idi. Örgüt, siyahların hiçbir şekilde beyazlarla birlikte örgütlenmemesi gerektiğini savunuyor, siyahlann kapitalizmin Amerika’da kendilerinden uzak tutulan nimet lerinden yararlanmak için kendi kapitalizmlerini yaratmalarını telkin ediyordu. Bundan dolayı siyahlar ayrı işyerleri kurmalı, sadece siyah lan istihdam etmeliydi. Bir başka ifadeyle Islâm Ulusu ırkçılığa radi kal bir biçimde karşı olmakla birlikte sömürüye karşı değildi. Yalnız ca siyahlann beyazlar tarafından sömürülmesine karşıydı. Islâm Ulusu’nun bu niteliği orta sınıf ve iş sahibi siyahlar arasında destek gör mesini sağlıyordu. 2) Martin Luther King, mücadelesini güney eyaletlerinde sürdürüyor du. Bu mücadelenin tabanı ağırlıkta radikal siyah ve beyaz gençlerden oluşuyordu. Özellikle tabanda beyazların mücadeleye katılıp katılma ması tartışılırken, sosyalist ve devrimci beyazların sivil itaatsizlik ha reketlerine fiilen katılmasıyla tartışma anlamsızlaşıyordu. Malcolm X ise kuzey eyaletlerinin sanayi kentlerinde faaliyet yürütü- =>
<ğ
Volkan Yaraşır
Onun için “cennetin kapılan dua ve yakarışla değil, gürz ve baltayla kmlarak açılacaktı.” Artık sosyalizmden, sömürgeciliğe karşı mücadeleden ve kapitalizme karşı savaştan söz eden bir Malcolm X vardı. Irkçılığı beyazların doğal bir özelliği olarak değil, kapitaliz min bir sonucu olarak anlamaya ve anlatmaya başladı. “Bir tavuğun bir kaz yumurtası üretmesi mümkün değil dir... Bu ülkedeki sistemin de siyah Amerikalılar için özgür lük üretmesi mümkün değildir. Bu sistem için, bu ekono mik sistem, bu politik sistem için böyle bir şey mümkün de ğildir.” Önceleri “ilginç bir tip” olarak dikkat çeken Malcolm X, radikalleştikçe susturulması gereken “tehlikeli bir tipe” dö nüşüyordu. Amerikan egemenleri, ırkçıları, Malcolm X’in radikaliz minden rahatsız olan orta sınıf siyahlar ve bu sınıfın örgütü İslam Ulusu siyah ihtilalin yıkıcılığından korkuyordu. Çünkü öfkenin gücü Malcolm’a, lanetlilerin, itilmişlerin yordu, ilk önce savunduğu siyahların ayrı örgütlenmeleri gerektiği, bütün beyazların düşman olduğu, İslam Ulusu’nun siyasete bulaşma ma görüşlerini terk ederek, güneydeki hareketle karşılıklı etkileşim sürecine girdi. Güneydeki gençler Malcolm X ’in hitabetinden ve radi kalizmden son derece etkileniyorlardı. Hacca gitmesi, İslam Ulusu ce maatinden kopması, Nkrumah ve Nasırla tanışması Malcolm X’in fi kirlerinde yapısal değişimlere yol açtı. El yordamıyla sosyalizme doğ ru yöneldi. Mücadelesi kapitalizme ve sömürgeciliğe karşı biçimlendi. Malcolm X’in öldürülüşünde bu düşünsel yönelimin etkisi olduğu var sayılabilir. Çünkü ondan salt ABD egemenleri değil, orta sınıf si yahlar ve bu sınıfın örgütü olan İslam Ulusu da rahatsızdı. Siyah ihti lal, en azından bu dinamizm her türlü statüko ve tahakküm ilişkisini parçalayabilirdi.
Gücün Reddi
ya da hiçlerin, X’lerin gücü siyah ihtilale dönüşüyordu. Malcolm X artık hedefti. 1965 Şubatı’nda Harlem’de ko nuşma yaparken bir suikasta kurban gitti. Katilleri meçhul kaldı. Ama tetiği çektirenler belliydi. Onun ölümünden memnunluk duyan herkes onun katiliydi. Birkaç yıl sonra, siyahların barışçı direnme hareketinin önderi Dr. King de benzer bir biçimde öldürülecekti. Onlar siyah ihtilalin birbirinden ayrılmaz iki sembolüne dönüşe cekti. Her şeye rağmen siyah ihtilal oğullan, kızları ve şehit leriyle büyümeye devam ediyordu. Hâlâ da devam etmekte.
52
UZUN YÜRÜYÜŞ
İsyan, olağanlığı olağanüstüleştiren bir güçtür. Sıradanlığı muazzamlaştıran anların toplamıdır. İsyan yaratıcı ve dizginsizdir. Kural tanımaz, kuralı kendi koyar. Kuralsızlığın manifestosudur. Yıkıcıdır, tahrip edicidir. Öf keyi tetikler, ama sadece öfkenin ayağa kalkışı değildir. Özü umuttur, umudun öfkeyle bilenmesi ve özlemin fırtınasıdır. Meşakkatlidir, bedel gerektirir. Kitlelerin soluk alışıdır. Dü zene ait her şeyi berhava eder. Düzensizlik karakteridir. Kış kırtarak yıkar, tutkuyla yeniden yapar. Yürekle beslenir, bi riktirir, ruhla infilak eder. Ruhları silahlandırırken yürekle ri özgürleştirir. O, bir rüzgârdır. Özgürlüğün rüzgârı... Ses sizliği alıp götürür, haykırışlar onun evladıdır. O, sıradan insanlann gözlerindeki parıltıdır. Lanetlenmişlerin sabrıyla mecrasını bulur. Acıyı öfkeyle harmanlar, umudu ateşler, eskiye ait her şeyi dinamitler. Tahrip eder. O, baştan çıkarı cıdır. Anaforunda yok olmak yeniden doğmaktır. 1934 yılının 16 Ekim gecesinde on binlerce yürek, on binlerce ruh ayaktaydı. Onlar mümkün olmayanı mümkün kılmanın peşindeydiler. Hepsi ihtilalciydi. Hepsi ihtilal or-
Gücün Reddi
duşunun sıra neferiydi. Ellerinde kızıl bayrakları, omuzlarında silahları, bir kıs mı at sırtında çoğunluğu yayan on binler kilometre uzunlu ğunda bir kortej oluşturup, yola çıktılar. Önlerinde müphemliğin gizi vardı. Yol uzundu. Sabrın ve inancın her an sı nandığı uzun bir yol... Yola çıkarken gönüllü gerillalardan oluşan intihar bir likleri, güzergâhın ters istikametinde kendilerini imha ede rek, yürüyüşçülere zaman kazandıracaktı. Düşman1 ancak 48 saat sonra, yürüyüşçülerin ormanlar arasında kaybolmasından sonra, olan biteni fark edecekti. Düşman şaşkındı, 90 bin kişi sanki yer yarılıp yok olmuştu. Dünyanın en muhteşem ricat taktiğini mükemmelce uygulayan yürüyüşçüler, Çin Kızıl Ordusu’ydu. Başlarında Başkan Mao vardı. Bir ordu, bir kıta ülkenin bir başından öbür başına doğ ru yürüyordu. Bu uzun bir yürüyüştü, meşakkatliydi, düşmanın imha taktiklerine karşı, gerilla savaşının inanılmaz metotları kul lanılıyordu. Bazen bir yılan gibi kıvrılıyor, bazen kartal gibi tetikte bekleniyor, bazen kaplumbağayla arkadaşlık yapılıyordu. Ana yürüyüş kolu yoluna devam ederken, birden deniz 1) Milliyetçi Çan Kay Şek’in başkanlığındaki Koumintang Çin Devrimi’nin bastırılması için bir imha savaşma girmişti. Koumintang’m ar kasındaki güç ABD’ydi. Mao ve Çu Teh önderliğinde Kızıl Ordu yok edilmekten kurtulmak için insanlık tarihinde görülmedik bir taktik geliştirerek Uzun Yürüyüş’e başladılar.
Volkan Yaraşır
yıldızı gibi olunuyor, iki ya da dört ayrı yürüyüş kolu oluş turularak her biri ayrı tarafa yönelip düşman yanıltıyordu. Önce Hunan üzerinden batıya gidildi. Sınır eyaletleri ve Tibet boyunca kuzeye dönüldü, sonra kuzey yönünde iler lenerek Çin Seddi’nin eteklerindeki Yenan’a ulaşıldı. Kızıl Ordu geçtiği yerlerde kızıl bir iz bırakarak yoluna devam ediyordu. Çin köylüsü yeni Çin’in mimarı oluyordu. Koca ülkenin yüz milyonlarca san, çekik gözlü çocuğu ken di kaderlerinin efendisiydi artık. Kızıl Ordu beşi buzullarla kaplı olan on sekiz sıradağı aşıp, yirmi dört büyük nehirden geçmişti. On iki büyük eyaletin toprakları boydan boya yürünmüş, bu güzergâhta ki altmış iki kent işgal edilmiş, on sekiz eyalet gamizonlannm düzenlediği kuşatma çemberi yarılmıştı. 368 gün süren Uzun Yürüyüş sırasında aşılan mesafe on bin kilometreyi buluyordu. Kızıl Ordu girdiği çatışmalarda 150 bin askeri esir al mıştı. Esirleri üç dört yanında tutup, gösteriyor ve törenle serbest bırakıyordu. 90 bin kişiyle Joei-Kin’de başlayan yürüyüş; ölenler, öl dürülenler ve artçı kuvvet olarak eyaletlerde bırakılanlarla Shaanxi’de son bulduğunda, geride kalan ancak 20 bin ki şiydi. Ricat, hücumun rahmi oluyordu. Kızıl Ordu geri çekil mişti, ama ihtilalin rüzgârı tüm Çin’de esiyordu. Rüzgâr bi rikiyordu. Geçilen her nehirde, dağda, köyde, kasabada şe hirde ihtilalin rengi dolaşıyordu.
Gücün Reddi
Uzun yürüyüş, köpekle eşdeğer2 görülen bir halkın çıp lak ayaklarla, adım adım güneşin zaptı için yola çıkışıydı. Sarı, çekik gözlü milyonların ihtilalin fırtınasına dönüşmesiydi. Fırtınanın kopması da uzun sürmeyecekti. Ve “Doğu’da fırtına koptuğunda” yeryüzü artık eski yeryüzü olmayacak tı.
2) Japonlar Çin’i işgal ettiklerinde sömürgeci taktiklerinin esasını ırk çılık politikaları oluşturuyordu. Gündelik yaşamın içine nüfuz eden bu politikalar, sık sık rastlanan şu uyan levhasında kendini dışa vuruyordu: “Köpekler ve Çinliler buraya giremez.”
KESVERAN KOMÜNÜ
Tavnus Şahin uzaktan toprak ağası Hazınoğlu ve adam larının bir köylüyü odunlarla acımasızca dövdükten sonra, boğazına kadar toprağa diri diri gömmelerini izledi. Adam güneşin altında kavrulacak, susuz ve yemeksiz bir kaç gün öylece kalacaktı. Bu cezalandırma, bir gözdağıydı. Toprak ağası, bana itiraz etmenin sonu “bu olur” demekteydi. Tavnus Şahin içindeki öfkeyi zor zaptediyordu. Etrafın daki köylülerin korku dolu bakışları onu çileden çıkanyordu. O an karar verdi. Çocukluğundan beri yüreğini dağlayan bu sahnelere bir son verilmeliydi. Kesveran ilk tohumunu arıyordu. Bir şeyler yapmalı, korkunun ruhları çürüten anaforun dan kurtulunmalıydı. Kendisi veteriner olduğundan köyün her evine girip çıkıyor, köylülerin hal ve hareketlerinden top rak ağasına içten içe diş bilediklerini görüyordu. Köylüler şa faktan akşam karanlığa kadar çalışsalar da angarya ve topla nan vergilerle ellerinde bir şey kalmıyordu. En ufak itirazla rında ya hapsediliyor, ya işkence görüyor ya da evleri başları na yıkılarak köyü terk etmeleri sağlanıyordu. Toprak ağasının zulmü bunlarla da bitmiyordu; tutuklanan ya da öldürülen
Gücün Reddi
köylülerin aileleri ve çocukları bir esir gibi ağanın çiftliğinde çalışmak zorundaydı. Köylü, itaat ediyordu, ama öfkeliydi. Köylü, boyun eğiyordu, ama kin biriktiriyordu. Tavnus Şahin yapılması gerekenin farkına varmıştı. Öfke örgütlenmeli, kin ruhları yeniden ayağa kaldırmalıydı. Ama her şey itinayla ve gizlice halledilmeliydi. Kesveran Hıristiyanların yaşadığı bir bölgeydi. Tavnus Şahin de genç bir Hıristiyandı. Önce Acıltun köyünde “öfke liler örgütünü” kurmaya başladı. En güvendiği köylülerle bir “köy komitesi” oluşturdu. Saptanan kurala göre, komiteye giren her üye arkadaşla rını ele vermeyeceğine, toprak ağalarının baskısına karşı bü tün köylüleri canı ve kanı pahasına savunacağına, gizli çalış mayı açığa vuracak olanlara her şeyi ile karşı olacağına yemin ediyordu. Acıltun köyünden sonra diğer köylerde de komiteler oluşturuldu. Kısa sürede bölgenin bütün köylerinde örgüt lenme işi tamamlandı. Her köy komitesinin başına “Gençlik Şeyhi1 unvanını taşıyan bir başkan getirilmişti. Bütün komite lerin bağlı bulunduğu merkez komitesi ise Tavnus Şahin’in başkanlığmdaydı. Başlangıçta komitelerin birbirinden haber leri yoktu ve bütün işleri Tavnus Şahin tek elden yönetmek teydi. Gizlilik tam sekiz ay sürdü. Tam sekiz ay bütün köyler 1) Arapça bir kelime olan “şeyh” yaşlı kimse, tarikat şeyhi ve kabile şe fi gibi anlamlara gelir. Buradaki anlamı köyün lideri, şefi anlamına geliyor.
Volkan Yaraşır
de çıt yoktu. Ama toprak uyanıyordu. Toprağın oğulları, giz li yeminleri gereği, “sıradan” bir köylü gibiydi. Sessizlikten ve geceleri hüzünle baktıkları yıldızlardan güç topluyorlardı. Paraloları sabırla beklemekti. Zamanı geldiğinde nasırlı ellerini toprağa basıp, yıldızla rın sofrasından ayağa kalktılar. Önce komite başkanları arasında ilişki kuruldu. Dudak larını ısıran adamlar harekete geçmek için artık hazırdı. 1858 yılında toprağın kardeşleri el ele vererek harekete geçtiler. Artık hiç kimse tek başına değildi. Hiç kimse gölge sinden korkmuyordu. Düşlerini avuç içlerinde saklamanın zamanı geçmişti, şimdi o eller ekmeği kavrayacaktı. Tavnus Şahin, köy komiteleri adına toprak ağalarına bir muhtıra vererek köylülerin taleplerini bildirdi: “Dayak, vergi ve angarya kalkacak, ekmek ve adalet isti yoruz”. Muhtıra toprak ağaları için beklenmedik bir darbe oldu, yolda yürürlerken duvar diplerine sinen dünün marabası,2 şimdi kafa tutuyor, taleplerde bulunuyordu. Özellikle büyük bir gizlilik içinde yürütülmüş olan örgütlenme çalışmaların dan haber almamış olmak onları çileden çıkarıyordu. İlk şaşkınlıkları geçtikten sonra, hemen toparlandılar ve köylülerin ayaklanmasını bastırmak için oyalama taktiklerine başvurdular. Ama bir kez toprak uyanmış, tohum çatlamıştı. Tavnus Şahin’den ikinci muhtıranın gelmesi uzun sürmedi. 2) Toprağı işleyerek ürüne ortak olan kimse, ortakçı.
Gücün Reddi
“Taleplerimizi derhal yerine getirin”. Nasırlı eller yumruk olmuş, balyoz gibi patlamayı bekli yordu. Toprak ağalarının bütün talepleri reddetmesiyle öfke pat layacak, yalın ayaklıların öç tanrısı hesap soracaktı. Aynı akşam bütün malikâneler ve çiftlikler basıldı. Gü cün ve zevk-i sefanın mekânlan ateşe verildi. Ateş öfkeye, öf ke ateşe dönüştü. Ağalar çareyi kaçmakta buldular. Beyrut kentine sığındı lar. Kesveran artık toprağın çocuklarına kalmıştı. Köylüler başlangıçta topraklara el koymayı amaçlamamışlardı. Ancak ağaların kaçmasıyla ortaya yeni bir durum çıkmıştı. Artık böl genin tüm topraklarına el koymaları zorunluluktu. Tavnus Şahin fazla bocalamadan kesin kararını verdi ve köy komitelerinin bölgedeki tüm toprakları kamulaştırmala rını istedi. Topraklar böylece köylülerin ortak malı haline ge tirildi. Bölgenin yönetimi de komiteler tarafından yürütülmeye başlandı. Köy komiteleri başkanları Tavnus Şahin’i “ihtilal li deri” seçtiler ve bir hükümet kurmakla görevlendirdiler. Ken disine “halk hükümeti vekili” unvanı verildi. Hükümeti köy komitelerin başkanlarından kuran Tavnus Şahin her köy ko mitesinin başkanını, aynı zamanda o köyün başına “vekil” başka bir deyişle “bakan” olarak atadı. Yürütmenin başında da kendisi bulunmaktaydı. Vekillerin asli görevi kendi köyünün sorunlarıyla uğraş
Volkan Yaraşır
maktı. Kararlar köy komitesiyle birlikte almıyordu. Ayrıca tüm vekiller zaman zaman Tavnus Şahin’in başkanlığında toplanarak Kesveran’m genelini ilgilendiren sorunlan görü şüp, gerekli çözüm yollan buluyor ve müdahale ediliyordu. Artık Kesveran bir “halk hükümeti” tarafından yönetiliyordu. Toprağın çocuklan kendi kaderlerinin efendisi olmuşlardı. Halk hükümeti kurulmuş, ihtilal zalimlerin kırbaçlı sö mürüsüne son vermişti. Tavnus Şahin ve komün önderleri hareketin Kesveran’la sınırlı kalmasının tehlikesinin farkındaydılar. Hareket yayılmalı, ihtilal yaşamalıydı. İhtilalciler, Lübnan’ın dinamik güçlerinden biri olan Dürzi köylüleriyle temasa geçtiler. Dürzilere kendi yürüdük leri yolu işaret ettiler. Yalnızca Kesveran’da değil, Lübnan’da “halk hükümeti’nin” kurulmasının hayal olmadığını söyledi ler. Çünkü onlar hayallerin peşinden gitme cesareti göster mişlerdi. Ama muktedirler de boş durmuyordu. Osmanlı Valisi, yabancı ülkelerin temsilcileri, Maruni, Dürzi3 toprak ağalarıy la görüşüp, tedbirler almaya başladı. Bütün bu güçler Lüb nan’da o güne kadar din ve mezhep çatışmalannı, aşiret kav galarını sevinçle karşılayıp, hatta kışkırtıp körüklerken Kesveran’daki ihtilal karşısında çabucak birleşmişler, “ortak düş man” saydıkları toprağın oğullarına karşı harekete geçmişler di. Ayaktakımının isyanı bastınlmalıydı. 3) Maruniler Lübnan’da en büyük Hıristiyan topluluklarından biridir. Milliyet olarak Arap olmamakla birlikte Arapça konuşmaktadırlar. Dürziler ise Lübnan’da Müslümanların bir kesimini oluşturmaktadır.
Gücün Reddi
4
ilk tedbir Dürzi köylüleri içinde Hıristiyan korkusunu körüklemek oldu. Osmanlı, halkı karşısına almamak için kendi ordusunu devreye sokmak istemiyordu. Dürzileri tah rik ederek Hıristiyan köylülere saldırtmak işine geliyordu. Et nik ve dini çatışma bir anlamda egemenliğinin güvencesiydi. Bu arada komün yaşıyordu. Angarya bitmiş, boğaz toklu ğuna çalışma dönemi kapanmıştı. Köylüler kendileri ekiyor, kendileri biçiyor, kendileri yiyorlardı. Sadık dostlarına, top raklarına ölesiye bağlıydılar. Kesveran’da otorite yıkılmış, ta hakküm parçalanmıştı. Halk kolektif yaşıyor, kolektif düşü nüyordu. Paylaşma ve dayanışma doğanın gücüyle birleşmiş ti. Doğanın yasaları ve karşılıklı yardımlaşma “tek yasaydı.” Komün başka bir dünyanın mümkün değil, hakikat olabile ceğini gösteriyordu. Yanlızca Osmanlı değil, düvel-i muazzama da4 Kesveran’dan tedirgindi. Komün hareketi ikinci yılını doldurdu ğunda Dürzilerin Kesveran’a saldırısı organize edildi. Arka sından Fransızlar 6 bin askerle Lübnan’a çıktılar. Kesveran’ı işgal ettiler. Kesveran’daki halk hükümeti alaşağı edildi. Komünarlann bir kısmı öldürüldü, bir kısmı hapse atıl dı. 2 yıl toprak kardeşliğiyle ruhlarını birleştirenler ezilerek, yok edildi. “Eski düzen” hükmünü yeniden sürmeye başladı. Kesveran komünü unutturulmaya çalışıldı, hiç yaşanma mış kabul edildi. Resmi tarihlerde “1858-1860 fitnesi” diye gösterildi. Ne yazık ki bunda da başarılı olundu. 4) I. Dünya savaşında büyük devletlere verilen ad. (İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya, Rusya)
Volkan Yaraşır
Ama komün hareketi, bir dip akıntısı gibi ezilenlerin yü reğini ve ruhunu saracaktı. Aradan 13 yıl sonra Kesveran’ı iş gal eden Fransa’nın kalbinde, Paris’te küllerinden yeniden doğacaktı. 18 Mart 1871’de Parisliler eski düzeni tahrip ederek, ko münle geleceğin fethine çıkacaklardı. Ezilenler 72 gün Pa ris’in tek hâkimi olacaklar ve 72 gün Paris’te “iktidarsızlık” hüküm sürecekti. Paris komünarlan Kesveran’daki kardeşlerinden habersiz olsalar da hayalleri ve tutkulan aynıydı. Onlar aynı hayallerin ve özlemin çocuklarıydılar.
Û2.
“GECENİN ÇOCUKLARI”
Gün, korkunç bir yağmurla başlamıştı. Kara bulutlar Madrid’in üzerine bütün kasvetiyle çökmüş, yağmur rüzgâ rın da etkisiyle birer mermi gibi yağıyordu. Şehrin çamurlu sokaklarını hızla geçen bir araba, önce Cuatro Caminos Meydam’na vardı. Oradan Pablo Iglesias Bulvarı’na dönerek yoluna devam etti. Tam o sırada yolun karşısında bir grup silahlı milis gö rüldü. Arka koltukta oturan askeri üniforma giymiş adam, şo före sert bir ifadeyle seslendi: “Arabayı durdur...” Acı bir fren sesi duyuldu. Arka kapının açılmasıyla, elinde otomatik silahıyla yere uzun boylu, esmer bir adam indi. Arabadan inen adamı gören milisler, hemen kendilerine çekidüzen verdiler. Adam, milis grubuna, azarlayan bir ses tonuyla, “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. Gözleriyle de onları tek tek süzü yordu. Gruptakiler sessizdi. Hiçbiri şimşek gibi bakan bu gözle re bakma cesareti gösteremiyordu. Milislerin cepheyi terk ettikleri ortadaydı. Üniforıjıalı
Gücün Reddi
4
adam ilerideki duvarı göstererek; “Kendiniz için, aileniz için, Ispanya için hemen geri dönün” dedi. Duvarda “No Pasaran”1 yazıyordu. Milisler ne yapacaklarını bilmiyorlardı. İçlerinden bir kaçı “Doğru söylüyor, hadi geri dönüyoruz,” dedi ve ters istikame te doğru yürümeye başladı. Diğerleri de itiraz etmeden onlara uydu. Uzaklaşan gruba arkalarından bakan adam, kızgın ve üzüntülüydü. Yaşanan bozgunun vahametinin o da farkın daydı. Arabaya sert adımlarla geri döndü. Tam o sırada ortalığı birden mermi sesleri kapladı. Faslılar ve Guardia Civil bulun dukları mevziden yoğun ateşe başlamıştı. Seslere aldırış etmeyen üniformalı adam, arabanın kapı sını açtı, tam koltuğa oturacakken Naranjero marka otomatik tüfeği basamağa çarptı. Şiddetli bir patlama sesi duyulduğunda önce bir şey his setmedi. Göğsünün yanmasıyla elini hemen oraya götürdü. Eli kan içinde kaldı. Konuşmak istedi, ama olmadı. Başı dö nüyor, gözleri karanyordu. Arabadakiler yaşadıkları şoku çabuk atlattılar. Bezden bir tamponla kanı durdurmaya uğraştılar. Şoför arabayı hızla ça lıştırdı ve milislerin hastanesinin bulunduğu Otel Ritz’e doğ ru sürmeye başladı. Yaralı hastaneye ulaştığında bilinci yerindeydi. Hemen ameliyata alındı. 1) Ispanya İç Savaşı’nda (1 9 3 6 -1 9 3 9 ) devrimcilerin en temel slogan larından biri. Faşizme, “Geçit Yok” anlamı taşıyor.
Volkan Yaraşır
Fakat yapacak fazla bir şey yoktu. “Portakal Ağacı” adı verilen bu tüfekler çok sık kazaya neden oluyordu. Tüfeğin horozu basamağa sıkışmış ve patlamış, kurşun ciğeri delip geçmişti. Yaralı sabaha karşı saat dörtte öldü. Madrid halkı hastaneden gelecek haberi bekliyordu. Ön ce ölüm haberi saklandı. Üniformalı adamın yaralı olduğu nun duyulması bile infial yaratmıştı. Olay hakkında çeşitli söylentiler etrafta dolaşıyordu. Bazıları Franco’cu bir keskin nişancının ateş ettiğini söylerken, bazıları komünist komplo dan ya da taraftarlarının ihanetinden bahsediyordu. Yaşanan ise “bir anarşistin kaza sonucu ölümüydü.” Tra jikti, ama yine de ironi yüklüydü. 21 Kasım sabahı cenaze, eskortlu büyük bir konvoy eşli ğinde yola çıktı. İlk durak Tarancon’du, oradan Levant’a va rıldı. Portakal ağaçlarıyla kaplı güzergâh yaşanan hüznü daha da artırıyordu. Chiva’ya gelindiğinde halk ana caddenin iki yanım doldurmuştu. Kortejin geçtiği her yer çiçeklerle kapla nıyordu. insanlar ağlamıyordu, ama dudakları titriyordu. Hepsinin yumruklan sıkılı ve havadaydı. Valencia’ya vanldığmda şehrin sokaklarına acı ve öfke hâkimdi. Kitleler sokağa dökülmüş, sloganlar ve sıkılı yumruklarla cenaze alayını kar şılıyordu. Ancak gece yansına doğru Barselona’ya ulaşıldı. Üzerinde CNT ve FAI2 yazan yüksek bir binanın içinde cena2) Ispanya’da köklü bir anarşizm geleneği vardır. Anarşist Sendika Birliği -C N T, 20. yüzyılın başlarında sert sınıf mücadeleleri sonucu olarak (1 9 1 0 ’da) doğan, anarşist ahlak ve mücadelenin somut örgütlenmesiydi. Bünyesinde bürokrasinin gelişmesine sert önlemler al maktaydı. Profesyonel yöneticisi yoktu. Yönetim kadrolarında yer «>
Gücün Reddi
ze katafalka konuldu. Tabutun üzeri bayrakla örtüldü. Bay rakta birbirini çapraz biçimde kesen iki renk bulunuyordu: Kırmızı ve siyah. Yani ateşin ve özgürlüğün rengi. Anarko-sendikalistlerin merkez binası önünde sabahın erken saatlerinden itibaren binlerce kişi toplanmaya başladı. Sıraya giren bu insanlar katafalkın önünden geçiyor, saygı duruşunda bulunuyordu. Tabutun kapağı açılmıştı. Camın altında, beyaz bir çarşafa sarılmış ve başının çevresine beyaz bir örtü konulmuş genç bir adam yatıyordu. 23 Kasım saat 10.30’da Kızıl-Kara bayrağa örtülmüş ta but, milislerin omuzlarında binadan çıkarıldığında, on binler tek bir slogan atmaya başladı: “Viva Durriti” Sloganı anarşistlerin marşı Higos de Pueblo “Halkın Ço cukları” izledi. Yapılan konuşmalardan sonra, törenin bitirilmesi ve kit lenin dağılması istenmişti. Durriti birkaç yakın arkadaşı tara fından toprağa verilecekti. Ne var ki mahşeri kalabalığı yerin den kıpırdatmak mümkün değildi. Saatler geçiyordu. Karan lık çökmüştü. Doğa da gözyaşını tutamamıştı. alanların hepsi fabrikada fiilen çalışmakta ve geçimini buradan kazan dığı para ile sürdürmekteydi. CNT’nin mücadele araçlarının hepsi devrimci karakterdeydi. Bunlar kendini savunmadan sabotaja, kamu laştırmadan silahlı ayaklanmaya kadar uzanıyordu. 1927’de Iberya Anarşist Federasyonu -FAFnın kurulmasıyla, illegal çalışmalar bu merkezden yürütülmeye başlandı. Kendini savunma, si lah ve para sağlama, tutuklulann kurtarılması, istihbarat ve şiddet ey lemleri FAI tarafından organize edildi. FAI İspanyol işçileri arasında olağanüstü prestij sahibiydi. FAIye kayıtlı olan, aynı zamanda CNT üyesi sayılıyordu. FAI bir anlamda bürokrasi ve her türlü sapmaya karşı anarşist sendikal yapının güvencesiydi.
Volkan Yaraşır
Durriti’yi vuran kurşun, Barselona’nın yüreğine saplan mıştı. Çünkü Durriti demek Ispanya’da “anarşizm” demekti ve Barselona da anarşizmin “ütopya” kentiydi. Cenazeye şehirde ki her dört kişiden biri katılmıştı. Diğer kentlerden gelenlerle kitlenin sayısının beş yüz bin olduğu tahmin ediliyordu. Durriti’nin cenazesi, Lenin’in cenaze töreniyle birlikte, proletarya tarihinin en büyük gösterilerinden biri oluyordu. Proletarya öikeli, proletarya üzgündü, yumrukları ise sımsıkıydı. Ispanya ağlıyordu. Devrim öz çocuğunu kaybetmişti. Bu ölüm, bir yanıyla da devrimin durması demekti. Öyle de ol du... Ispanya Devrimi bir “yeraltı devrimi”ydi. Fabrikalardan ve tarlalardan harekete geçen yığınlar, yı kıntılar içinden dünyayı devralmaya yürüdüler. Büyük bir tutkuyla, büyük bir kavgaya giriştiler. Kavganın “uslanmaz çocukları” anarşistlerdi. Onlar “yıkan ve yeniden yapanlardı.” Durriti de onlardan biriydi. O bir işçiydi. Bazen anarşist bir havari, bazen bir suikastçı, soyguncu ya da sabatördü. Ama aynı zamanda enternasyonal bir devrimciydi. Arkadaşla rıyla ona “Gecenin Çocukları” denirdi. Büyük düşleri vardı ve düşleri ayaklandırmışlardı. Ispan ya’nın yarısını tahakküm ve otoriteden arındırmışlardı. Tıpkı Rusya’daki Mahnovistler gibi... Kaderleri de aynı oldu: ihaneti de gördüler, yenilgiyi de. Yine de düşlerini sokaklara bırakmayı ihmal etmediler.
ASÎ BÎR KIZ ULRIKE MEİNHOF
Profesör Mallach, adli tıp binasındaki laboratuvanna gir diğinde, her günkü rutin işleri kendisini bekliyordu. İşe başlamadan önce sabahlan bir ayin gibi tekrarladığı hareketleri yaptı. Masasının tam karşısında bulunan raftaki kavanozu eline aldı, içindeki beyne baktı ve kıvrımlanm hu şu içinde bütün detaylanna kadar inceledi. Bu kavanoza do kunmaktan, bakmaktan, kendi kontrolünde olduğunu bil mekten tarifi mümkün olmayan bir haz alıyordu. Kavanozu yerine bıraktıktan sonra duvarda asılı olan masklara yöneldi. Özellikle bir maska dokunmak içini titreti yordu. Elini itinayla yüzün üzerinde gezdirirken her defasın da aynı duyguya kapılıyor, geçmişe, o şaşaalı günlere gidiyor du. O zamanlar henüz delikanlıydı: Simsiyah üniforması, ba şında ölümü simgeleyen kurukafanın bulunduğu şapkası ve dizlerine kadar parlak çizmesiyle Berlin sokaklarında mağrur gezişi gözlerinin önüne gelirdi. O
bir SS subayıydı. SS’e 17 yaşında katılmıştı. Stalingrad
kuşatmasında yer almış, bir ara Hitler’in muhafızlığım bile yapmıştı. Nazi olmaktan gurur duyuyordu. Nazizm onun için
Gücün Reddi
“insanın mükemmelleşmesiydi.” Ve kendini mükemmel his sediyordu. Kolundaki SS dövmesine her baktığında ruhunu Gamalı Haç’a teslim etmenin huzuru kaplıyordu. İçinden “ne güzel günler gördük” diye geçirdi. Oğulları nı her ne kadar nasyonal sosyalist ideallerle büyütmeye çalış sa da başaramamıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitimi Mallach için de yeni bir başlangıç olmuştu. Önce büyük bir hayal kırıklığı yaşamış, Nazi Imparatorluğu’nun çöküşü onu katlanılmaz bir kedere boğmuştu. Bu duygusunu yenmesi uzun sürmedi. Çünkü es ki dostları her yerdeydi. Onları, resmi bir binada yetkili, bir işletmede müdür, bir okulda öğretmen olarak görmek müm kündü. Her ne kadar şimdi üniformalı olmasalar da birbirle—
rini bakışlarından tanıyor, gözleriyle selâmlaşıyorlardı. Hep sinin “ideal” adamı olduğu duruşlarından belliydi. Hepsi yine “asil” ve “kibirliydi.” Anlaşılan hemen hemen hepsi “yeni” Al manya’ya uyum da sağlamışlardı. Mallach savaşta esir düşmüş, 21 yaşında toplumla bütün leşmesi için serbest bırakılmıştı. İlk işi SS dövmesini kurşun yarası izlenimi bırakacak şekilde sildirmek oldu. Tıp tahsiline başladı. Üniversitede kalmayı düşünüyordu, öyle de yaptı. Hırslıydı. Zamanla mesleğinde yükseldi. Hatta hizmetlerin den dolayı devlet nişanı alarak taltif edildi. Nazizm onun kanmdaydı. İdeallerini hiç terk etmedi. Buna rağmen topluma uyumlu sade Alman vatandaşı rolünü de oynamayı ihmal et medi. “Eski” kimliği önüne engel olarak hiç,çıkmadı. Hatta bazen biraz kollamyormuş gibi bir izlenim ediniyordu. Bazı
Volkan Yaraşır
kritik görevlerde kendisinin çağrılması önce onu şaşırtmış, sonra alışmıştı. Her defasında “bizimkilerin gizli eli” yine dev rede galiba diye düşünürdü. 9 Mayıs 1975 günü Tübingen Üniversitesi adli tıp mor guna bir kadın cesedi getirildi. Mallach’a aynı gün bir telefon geldi. Kendisinden “cese din dikkatlice incelenmesi” rica ediliyordu. Mallach bu mesa jı aldığında ne yapacağını biliyordu. Yine beklediği görevler den biriyle karşı karşıyaydı. Otopsiyi yapmak için cesedin üzerindeki örtüyü açtığın da kadını hemen tanıdı. Bild - Zeitung’da1 oldukça sık aralık larla çıkan fotoğraf gözünün önüne geldi. Geçmişte Yahudilere dokunmaktan nefret ederdi. Yine aynı duyguya kapıldı. Karşısında bir Yahudi yoktu, ama şim di onun yerini tutacak bir “komünist” bulunuyordu. Ceset için intihar etti açıklaması yapılmıştı. Mallach, cese de bakar bakmaz bir intihar sonucu ölmediğini hemen anladı. Adli tıbbın “en saygın” ismi olarak otopsi raporunu şöyle dü zenledi. “Ad soyad: Ulrike Meinhof. Yaş: 41. Teşhis: inceleme sonucu hiçbir darp izine rastlanmamış tır. Boyun kırıklığına bağlı travma sonucu ölüm. Verilerden intihar ettiği anlaşılmaktadır.” Rapor, istenen şekildeydi ve basına da öyle açıklandı. Mallach, otopsiden sonra, kadının beynini çıkartarak ih 1) Almanya’nın en büyük medya tekeli olan Spinger Grubu’nun bir gazetesi.
Gücün Reddi
timamla kavanozun içine koydu. Yine gizli polis şeflerinin eş liğinde cesedin yüz maskını aldı. Onun için bu işlem, kafa derisi yüzmeye benziyordu. Mask ve kavanozun içindeki beyni yıllar sonra çocuklarına SS tank tümeninin savaş ganimeti olarak gösterecekti. Kimdi Ulrike Meinhof? Ve neyi simgeliyordu? Ulrike, Federal Almanya’da tanınmış bir entelektüeldi. Konkret adlı, Alman solunda ciddi ağırlığı olan aylık bir der ginin 1953-1968 arasında başyazarlığını yapmıştı. Sosyal De mokrat çevrede büyümüş, çok genç yaşta politik aktivite içine girmişti. Almanya’nın yeniden silahlanmasına ve atom bomba sına karşı eylemlere aktif olarak katılan Ulrike’nin uzun bir militanlık geçmişi vardı. 1959 yılında Komünist Parti içinde çalışmaya başladı. 1961 yılında evlendi ve iki kız çocuğu dün yaya getirdi. 1960’lann ortasında uluslararası kolektif başkal dırının anaforu onu da sarmış, 1967’den sonra ortodoks sol dan kopmasına yol açmıştı. Alman solunun sistem içerisinde erimesi ve dönemin ola ğanüstü koşullan Ulrike’yi Andreas Baader’le ve öğrenci hare ketinin içinden çıkan yeni solun bazı militanlanyla bir araya getirdi. Yeni bir hayatı örgütlemek için yola çıkan bu grup Uru guay’da şiddeti estetize ederek kullanan Tupamarolann şehir gerillacılığını emsal aldılar. Hepsi birbirini iyi tanıyorlardı. Yasal mücadele olanaklannm kalktığı koşullarda bir an bile tereddüt etmediler ve sisteme ait her şeyi bir gün içinde terk ederek yeraltına geçtiler.
Volkan Yarayır
Kendilerini Kızılordu Fraksiyonu - RAF olarak deklare ettiler. RAF, sanayi toplumuna ve her türlü tahakküm biçimi ne karşı emperyalist “anayurtta” yakılan bir isyandı. İsyan, birbirinden bağımsız hücrelerle örülmeye çalışıldı. 19. yüzyı lın anarşist idealleri esin kaynaklan oldu. Naif, idealist ve yı kıcıydılar. Ulrike Meinhof ve Andreas Baader Kızılordu Fraksiyonu’nun kurucusu ve beyniydiler. RAF şehir gerillacılığı eylemleriyle savaşı emperyalist merkezlere de taşımayı amaçlıyordu. Her eylem, metropolde ki “toplumsal banşın” ne kadar kof ve göstermelik olduğunu ortaya çıkardı. Artık metropol, cangılm ölümcül riskini taşıyordu. Banka kamulaştırmalannı, Vietnam Savaşı için kullanılan imha üslerinin ve Amerikan karargâhlannm bombalanması izledi, işkenceciler ve eski Naziler cezalandmlanlar arasın daydı. Eylemler etik ve entemasyonalistti. Şehir gerillası met ropolden Vietnamlılara selam gönderiyor, Filistin halkının uzaktan gelen sanşm çocuklan oluyorlardı. “Mücadele etmek gerekir” şiarıyla yola çıkan RAF’çılar “Savaşı evinize taşıyın” sloganıyla herkesi büyük enternasyo nal kurtuluşa davet ediyorlardı. Ezber bozucuydular, gündelik hayatı dönüştürmek isti yorlardı. Makro düşünüyorlar, mikro vurmayı da ihmal etmi yorlardı. Sistemden köklü bir kopuşu simgeliyorlar ve siste min bütün aczini deşifre ediyorlardı. “Demokrasi” afyonuna karşı panzehirliydiler. Kapitaliz min kalbini sekteye uğratıyorlardı.
Gücün Reddi
Sistemin bütün öfkesini üzerlerine çekmeleri de uzun sürmedi. Önce bir sürek avı başlatıldı. Hareket bütünüyle tecrit edilmeye çalışıldı. RAF kolektifinin imhası amaçlandı. Özel likle Ulrike ve Andreas hedef seçilmişti. 1
Haziran 1972’de Andreas Baader, Jan-Carl Raspe ve
Holger Meins Frankfurt’ta malzeme ve silah deposu olarak kullandıkları bir garajda yakalandılar. 15 Haziran’da Ulrike Meinhof, Hannover’de solcu bir sendikacı olan bir profesö rün evinde yakalandı. Ulrike’yi saklayan da ihbar eden de yi ne aynı profesördü. Tecrit sol içinde de etkisini gösteriyordu. RAF üyelerinin nedamet getirmeleri ve insan posasına çevrilmeleri amaçlandı. Ölüm hücrelerinde tutsak edildiler. —
Her tarafı beyaz ve kör edici bir ışığın bulunduğu tabutlukla ra konuldular. “Beyaz işkence” olarak adlandırılan yöntemler le görme duyusunun köreltilmesi, tam sessizlikle işitme duyu sunun iflası, tat ve koku almanın ve dokunmanın felç edilme si amaçlandı. Zihnin, ruhun ve fiziğin enkazlaşması istendi. Ama başarılamadı. Onlar bir asi olarak sol memelerinin altın daki cevahire sıkıca sarıldılar, onurlarını bayraklaştırdılar. Tam tecritte yaşasalar da tek vücut olmayı ve yoldaş kalmayı hep başardılar. Bireysel itaatsizlikleri kolektif itaatsizliklerini besledi. Açlık grevleriyle hem birey olarak karşı durmanın hem de ortak vurmanın gücünü gösterdiler. Aklın karanlık dehlizlerinde cesaretle dolaştılar, ama yi ne de çıldırmadılar. En rafine ruhsal çökertme tekniklerini hayallerine sarılarak atlattılar. Tavanın, yerin, duvarın insanı
Volkan Yaraşır
kıskaca alan “renksizliğini”, yaşama sanatının üstatları olarak gökkuşağına çevirdiler. Yalıtılmışlığa ve sessizliğin ölümcül gücüne karşı, çocukluklarının şarkılarını söyleyerek ayakta kaldılar. Ruhlarını bedenlerinin içinden söküp almayı ve ruh larıyla dostlarının hücrelerine sessizce girip en zor anlarında onlara omuzdaş olmayı başardılar. RAF kolektifinin kurucu kadrosu ve ilk militanlarının büyük kısmı yakalansa da, uyandırdıkları ilgi ve sempati ya yılıyordu. Cezaevlerinde ve hücrelerdeki direniş Sartre ve Henrich Böll gibi dünyaca ünlü aydınlar yanında Alman öğ renci gençliğini harekete geçiriyordu. Kızıl ve Kara İmdat gi bi örgütlenmelerle Kızıl Ordu militanları aktif destekleniyor du. Tecrit, yalıtma, posalaştırma operasyonları sökmemişti. Burjuva demokrasisinin özünde diktatörlük olduğu ve bu diktatörlüğün Gestapo’nun rahle-i tedrisinden geçtiği bü tün çıplaklığıyla ortaya çıkacaktı. RAF, sistemin en güvenli kalelerinden sistemi sarsıyor, açık faşist yüzünü ortaya çıkarı yordu. Muazzam bir güce kafa tutmasıyla gerillalaşıyordu. Sistemin elinde tek seçenek kalmıştı: imha etmek. 9 Mayıs 1976’da bu operasyonun ilk adımı atıldı. RAF’m beyni ve kurucusu Ulrike Meinhof hücresinde öldürüldü. Yetkililer intihar etti açıklaması yapsa da bu açıklamanın hiç bir inandırıcılığı olmadı.2 2) Ulrike Meinhof tan 18 ay sonra RAF’m önder kadroları benzer şe kilde öldürüldü. 5 Eylül 1977’de bir RAF birliği, Alman işadamlarının başı, III. Reich döneminde üst düzey görevler ifa etmiş olan eski Nazi Hans-Martiıı Scleyer’i kaçırdı. Eylemciler içlerinde Andreas Baader’in de bulundu- *>
Gücün Reddi
Ulrike’nin cesedi aynı gün Tübingen Üniversitesi adli tıp morguna kaldırıldı. Profesör Mallach görev başındaydı. Nazi Almanyası yıkıldığında, insanlığın karanlık bir dö neminin bittiği kabul ediliyordu. Nazi dönemini çağnştıran her şey patolojik bir olguydu. Artık insanoğlu, bir ölüm fabrikası olan Auschwtiz’in şeytani düzeninden “kurtulmuş”, “aydınlığa” kavuşmuştu. Ama işler hiçte beklendiği gibi olmadı. Çünkü Nazizm modem toplumun en konsantre örneğiy di. Kışla, iş, okul disiplini, merkezi hukuk sistemleri, bunu uygulamaya yetkili mahkemeler, denetimi sokaklara yayan kolluk gücü örgütlenmesi herhangi bir modern toplumdan, daha kötü ya da daha ahlaksız değildi. Aksine Nazi Almanyası son derece koordineli, bir o kadar modem, güçlü ve örgüt lü bir toplumdu. 1945’te Almanya askeri, ekonomik ve politik olarak yeğu 11 RAF üyesinin serbest bırakılması istendi. 13 Ekim 1977’de Lufthansa’ya ait yolcu uçağı “Şehit Halime Koman doları” adlı bir Filistinli grup tarafından kaçırıldı. Grup RAF birliğiyle aynı taleplerde bulundu. 11 tutsak RAF üyesinin serbest bırakılması. 17 Ekim gecesi GSG 9 Alman anti-terör timi Mogadişu’daki uçağa baskın yaptı. Üç Filistinli fedai öldü. Bir tanesi ağır yaralandı. 17-18 Ekim gecesi Andreas Baader ve Jan-Carl Raspe, hücrelerinde tek kurşunla vurulmuş bulundular. Gudrun Ennslin asılmıştı. Irmgard Müller’in göğsü ise bıçakla deşilmişti. içlerinden yalnız Irmgard Müller hayatta kaldı. RAF militanlarının ölüm nedeni “intihar” olarak açıklandı. Mallach yine görev başındaydı ve üç militanın ölüm maskını almayı yine ihmal etmedi.
Volkan Yaraşır
nilmiş, yerle bir edilmişti. Ancak kısa süre sonra Hitler’in eski generalleri, gizli ser vis ve Gestapo çalışanları yeni görevlerinin başında ve makamlarmdaydılar. Nazizmin finansörleri olan Krupp, Mannesmann, Abs ve Flick gibi şirketler de yeniden işlerinin başındaydılar. III. Reich’ın en önemli simaları, kurumlan, anla yış ve davranış örnekleri, henüz yeni kurulan Federal Alman ya Cumhuriyeti’nde vücut buluyordu. Parlamentoda (1949) her sekiz üyeden biri eski Nazi Par tisi üyesiydi. Savaş sonrası iktidara gelen Adenauer’in danışmanı Otto Ombros, Auschwtiz’in baş sorumlusuydu. “Yahudi Varlık Vergisinin” denetiminde üst düzey görev almış Alfred Hartmaan hükümette yetkili bir mercideydi. Ayrıca iktidann kilit yerlerinde Gamalı Haç’ın aktif militanları istihdam edilmişti. Yeni kurulan burjuva partileri Nazilerin entegre edildiği yapılar oldu. Soğuk Savaş’m başlaması bu süreci daha da hız landırdı. “Yeni” devlet III. Reich’ın iskeleti üzerinde şekilleni yordu. “Kahverengi gömlekliler” yeni devletin kravatlrlarına dönüşüyordu. Alman gizli servisi kurucusu Reinhard Gehlen Hitler rejiminin generallerinden biriydi. Devletin illegal faali yetlerinin bütününde SS ve Gestapo’nun gölgesi dolaşıyordu. Nazilerin 20 milyon Sovyet vatandaşının ölümüne mal olan Sovyetler Birliği’ne saldırısı, Soğuk Savaş döneminde “komünizme” karşı mücadele olarak haklı görülüyor ve bu nun ideolojik manipülasyonlan yapılıyordu. Yahudi yıldızının yerini artık kızıl yıldız almıştı.
Gücün Reddi
Avrupa’yı yeni dünya düzeninin pazar alanı olarak reor ganize etmeye çalışan ABD, Soğuk Savaş döneminde global çatışmanın asıl savaş alanı olarak Avrupa kıtasını görüyordu. “Dünya komünizmi”ne karşı mücadelede stratejik mütte fiki Federal Almanya’ydı. Anti-komünist isteri ülkenin siyasal atmosferine nüfuz etmişti. Nazi artıkları CIA bağlantılarından Gladio’nun uluslara rası organizasyonuna kadar görev başındaydı. “Yeni” Alman devleti, III. Reich’ın refleksleriyle donatıl mıştı. 1950’li yıllarda Alman Komünist Partisi -KDP’nin ka patılması bunlardan biriydi. 1960’lı yıllarda “küçük insanı” motive eden anti-semitizm yerini anti-komünizme bırakmış tı. Partilerden demeklere, sendikalardan kiliselere kadar antikomünist motifli düşman sembolleri üretiliyordu. 1970’lerde ise “gerilim stratejisi” konseptine geçildi. “Kendini Savunabilen Demokrasi” adı altında devlet terörü meşrulaştırılmaya çalışıldı. Almanya, tarihinin en vahim dönemlerinden birini yaşı yordu. Herkes akılcı, tıpkı Nazi Almanyası’nda olduğu gibi; her kes kayıtsız, herkes “tercihsizdi.” Kendine düşen işbölümünü itirazsız yerine getiriyordu. “Ein Volk/Ein Reich/Ein Führer”, (tek halk/tek ülke/tek Führer).
“O BÜYÜK GÜN GELDİĞİNDE”
Karakoldaki sorgu odasına sokulduğunda dipçik darbe lerinden kafası yarılmış, suratı kan içinde kalmıştı. Dengesini zor sağlıyordu. Sersemlemişti. Her sorudan sonra yumruk ve cop darbeleri birbirini iz liyordu. Bir ara yere düştü: O an kamında hissettiği basınç, hızla kendini toparlama sını sağladı. Alışkanlığıydı. Silahını olağanüstü durumların dışında belinde değil, karnının altında zulalardı... Kot panto lonuna kemer takmayı ihmal etmezdi. Böylece taşıdığı silahı kasıklarının arasına kolayca yerleştirebiliyordu. Zamanında birçok polis aramasından böylelikle kurtulmuştu. Tabii şansı da yaver gitmişti. Soğukkanlılığın da faydasını görüyordu. Yakalandığında üst araması yapılmış, silah yine buluna mamıştı. Elleri kelepçelenerek apar topar karakola getirilmiş, yol boyunca kaba dayağa maruz kalmıştı. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki, silahının varlığını bile unutmuştu. Ta ki ye re düşüp ağırlığını ve metalik soğukluğunu hissedene kadar. Biraz düşünmeli ve bir plan yapmalıydı. Karakol komutanı askerlere seslenip, elini çözmelerini emretti. Anlaşılan esas “muamele” yeni başlayacaktı.
Gücün Reddi
Askerin kelepçeyi açmasıyla, silahım çekmesi bir oldu. Orman bekçisiyle göz göze geldi. Bekçi Karabucak Ormanı’na motosikletle giderken onu ve arkadaşını ihbar etmiş ti. Kısa bir müddet sonra önleri kesilmiş, çıkan çatışmada ar kadaşı vurulmuştu. Kendisi önce çemberi yarmayı başarmış sa da sonradan ele geçmişti. Tereddüt etmeden silahı ateşleyip, ihbarcı bekçiyi vurdu, ardından silahına davranan komutana bir el ateş etti. Herkes donup kalmıştı. Elinde silahıyla kapıya yöneldi. Silah seslerini duyan bir rütbeliyle karşı karşıya kaldı. Bir el de ona ateş etti. Koridoru hızla geçti. Çıkış kapısına ulaştığında nöbetçi askeri gördü. Tüfeğin kendine yönelmesine izin vermeden onu da vurdu. Koşarak karakoldan uzaklaştı. Sanki her şey durmuş gibiydi. Arkasından gelenler olabileceği düşüncesiyle sık sık geri dönüp bakıyordu. Takip eden yoktu. Ortalık sinir bozu cu derecede sessizdi. Ara sokaklann içinde gözden kayboldu. Fırında çalışan tanıdığının yanına ulaştığında, kendini çok yorgun hissediyordu. Ortalığın yatışmasını beklemesi la zımdı. Arkadaşı işçi yatakhanesinde kendine bir yer ayarladı. Mustafa dinlenmek için yatağa uzanıp başını ellerinin arasına aldı. Uykusu gelmişti. Gözlerinin önünden, okumak için Adana’ya gelişi ve yaşadıkları geçiyordu. 1976 yılında üniversite sınavına girmiş, Adana Yüksek Mühendislik Okulu’nu kazanmıştı. Fakir bir ailenin çocuğuydu. Samsun’dan Adana’ya ulaştığında ailesinden ilk defa ayrılıyordu. Okumak istiyordu. Ev tutacak parası olmadığından bir yurtta yer bul
<ğ
Volkan Yaraşır
maya çalıştı. Erkek Lisesi Öğrenci Yurdu’na kayıt yaptırdı. O zamanlar siyasi bir tercihi yoktu. Kaldığı yurt faşistle rin denetimindeydi. Daha ilk akşam, kendisini soru yağmu runa tuttular: “Nereden geldin? Hangi okulda okuyorsun? Li seyi nerede okudun? Siyasi görüşün ne? Sağcı mısın, solcu musun?” Korkarak ve sıkılarak cevap verdi. Siyasetle ilgilenmedi ğini açıkladı. Okumak zorundaydı. Sessiz ve uyumlu olmaya çalıştı. Günler ilerledikçe yurt dayanılmaz hale gelmişti. Kendi si gibi birçok kişiden demeğe, partiye ya da cezaevindeki ül kücülere yardım adı altında para toplanıyordu. Okula toplu gidiliyordu. Zorla taraf olması isteniyordu. Yer yer devrimci lerle çıkan kavgalara dahil edilmeye çalışıldı. Bu arada yurtta başka şehirlerden gelen, kendisi gibi so runlar yaşayan öğrencilerle tanıştı. Yaşananlardan, baskı ve tehditlerden onlar da bıkmıştı. Birleşip bir ev tutmaya ve yurttan ayrılmaya karar verdiler. Gecekondu mahallelerinden birinde ev tuttular. Bütün risklere rağmen okula gitmeye devam ettiler. Zamanla devrimcilerle tanıştı, ilişkilerini geliştirdi. Dev rimci Gençlik saflarında yer aldı. Ataklığı, mütevazılığı ve yiğitliğiyle kısa zamanda Dev rimci Gençlik’in önderlerinden biri oldu. Silaha yabancı de ğildi, silahı eline aldığında artık o bir militandı. Okuldaki faşist işgalin kırılmasında aktif rol oynadı. Yaşa nan sıcak ve yoğun pratik onu olgunlaştırıyor, geliştiriyordu.
Gücün Reddi
ihtilal onun ruhundaydı ve ihtilal onu göreve çağırıyor du. Anti-faşist mücadele bir halkın onurla ayağa kalkışıydı. Halk kendi kaderinin efendisi olmaya çalışıyordu. Ya halk fa şizmin demir ökçesi altında ezilecek ya da elleriyle karanlığı yırtıp atacaktı. Faşizm, bir işgal stratejisi uyguluyordu. Işgjl hayatın her alanına yönelikti: Okul, mahalle, semt, il, ülkenin bütünü... Mustafa Adana’da, işgalin olduğu her yerdeydi. Zillidede’den Barkal’a, Diap’tan Nedimbey’e ve Fevzipaşa’ya kadar her mahallede, her sokakta, her köşe başında vardı. Duvar ya zılarıyla “Biz buradayız” derken, elinde silahıyla korkunun bertaraf edilmesini sağlıyordu. Bazen oluşturduğu silahlı gruplarla bir güvenlik barikatı kuruyor, bazen vurulan bir arkadaşının bıraktığı yerden mer misini ateşliyordu. Yine böyle bir günde polisle girilen bir çatışma sonucu ele geçti, işkencenin ruhu ve iradeyi sınayan sırat köprüsün den alnının akıyla geçip, tutuklandı. O özgürlüğün çocuğuydu. Mahpusluk ona göre değildi, dört duvar arasına sıkışıp yaşamaktansa ölümü tercih ederdi. Cezaevi günlerinde hep kuşları düşündü. Uçsuz bucaksız gökyüzünde uçuşlarına bakakalırdı. Uçmak, özgürlüğe kanat çırpmak istiyordu, yaptı da... Cezaevinden özgürlüğe doğru bir tünel kazmayı örgütle di. Toprak gece gündüz bir buçuk ay kazıldı. Bir mühendis lik harikası yaratıldı. Ne de olsa o bu işin erbabıydı, bir mü hendislik öğrencisiydi.
Volkan Yaraşır
Illégalité mahpuslukta da elzem bir sanattı. Görünenin arkasını keşfetmenin, imkânsızın izini sürmenin sanatı. Tünelin bitimine 1,5 metre kala, beklenmeyen bir aksilik oldu. Arkadaşlarından biri elektrik kablosuna takılarak çarpıl dı. Ölüm tehlikesi ve tünelin patlama riski her şeyi altüst ede bilirdi. Mustafa’nın gayretiyle moral bozukluğu çabuk atlatıldı. Tıbbi müdahale mükemmel biçimde organize edildi. Aynı ak şam tünelin bitirilmesine de karar verildi. Mustafa yer altından, toprağı kaldırdığında ilk önce gök yüzüne baktı. Yıldızlara gözü takıldı. Askerlerin uzaklaşması nı bekleyip, sürünerek tel örgüleri aştı. Sanki artık kanatları vardı ve uçuyordu. Her tarafta aranıyordu, illegal evlere konuk oldu. Artık illégalité onun yaşam biçimiydi. Birkaç ay geçmişti ki 12 Eylül gerçekleşti. Yalnızca Ada na değil bütün ülke abluka altına alınmıştı. Bazıları için her şey biterken, Mustafa için her şey daha yeni başlıyordu. Onun kitabında tereddüdün adı yoktu. Zaten tereddüt de etmedi. Latinleri1 severdi ve onların yolundan gitti. Çu kurova’nın kırını mesken edindi. Bir grup arkadaşıyla Tarsus Karabucak Ormam’na çekildi. Tecrübesiz ve tedariksizdiler. Ama yürekleri öfkeyle, sırt çantaları umutla doluydu. Hayalleri onlara yol gösteriyordu. Ağaç kovuklarını erzak deposuna, mağaraları sığmaklara dönüştürdüler. Tarsus mer keziyle de ilişkileri sürmekteydi. 1) Latin Amerika’daki kır gerillaları.
Gücün Reddi
Birkaç ay bütün zorluğuna rağmen kırda ilk gerilla dene yimlerinin tadına vardılar. Bu dönem aynı zamanda en acılı günleri oldu. Davayı satanlan, ihanet edenleri ve çözülenleri görüp duydular. Mustafa en ufak bir yılgınlığa kapılmadı, iş lerinin zor zanaat olduğunu biliyordu. inadına ayakta kalmaya ve direnişi örmeye çalıştı. Fırında iki gün saklandı. Tarih 9 Ocak 1981’di. Bağlantı lar kurulduktan sonra, Adana’ya aktarıldı. Cunta güçleri insan avı başlatmıştı. Mustafa her yerde aranıyor, operasyonlar düzenleniyordu. Çember giderek daralmıştı. Korku hükmünü sürüyordu. Saklanacak, korunacak yerler bir bir ortadan kalkıyordu. Sokaklar zapt edilmiş, o sokakların çocuklan yalnız bırakıl mıştı. Mustafa duvarlara asılan arananlar listesinde kendi res mini görüyor, gülerek geçiyordu. Sokakları yeniden kazan mak için direnişi örgütlemeye çalışıyordu. Onun varlığı zaten direnişin kendisiydi. Arkasında ölümün gölgesinin dolaştığı nı bilmesine rağmen ne en ufak moral bozukluğu yaşadı ne de kavgaya duyduğu inancını kaybetti. O bir asiydi ve bütün asiler gibi düşlerinin izinden gidi yordu. Kaldığı yer tespit edilip, 2 Mart günü yakalandığında, yü zünde hâlâ bir gülümseme vardı. Askerlerin arasında dimdik yürüyordu. Uzun boyu, kıvırcık saçı ve vakur duruşuyla yine meydan okuyordu. Büyük bir hızla yargılandı. O başeğmezliğin ve umudun
<ğ
Volkan Yaraşır
simgesiydi. Bu simge yok edilmeliydi. 13 Mart’ta mahkeme kararını açıkladı: idam. Mustafa kararı sloganlarla karşıladı. Bir asinin gerektiğin de yaptığı gibi hayatın kısa rüyasına karşılık, sınırsız zamanı tercih edebileceğini gösterdi. Ölümü bekleyiş beş ay sürdü. Ölüm hücresinden arkadaşlarına seslenmeyi, uyanlarda bulunmayı ihmal etmedi. “O büyük günün” müjdesini usanmadan bekleyeceğini ilan etti. 20 Ağustos 1981’de idam sehpasına çıkıp, gözlerini gök yüzüne çevirdi. Milyonlarca yıldıza selam verdi. Elveda de medi. Arkasından ihtilalin sloganını atıp, sehpaya tekmeyi vurdu. Mustafa Özenç ihtilale ve arkadaşlanna yakışanı yaptı. Ama yağmurdaki gözyaşları gibi her şey zamana yenik düşecekti. Arkadaşları Mustafa’ya layık olamayacaktı.
Gücün Reddi
O BÜYÜK GÜN GELDİĞİNDE 0 büyük gün geldiğinde Ben kim bilir kaç yıldan beri Ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde Sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım Fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi Uyanıp, sesimi kimse duymadan O büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla Kara toprağın altından ben de haykıracağım Unutup geçmişte kalan acı günü Kim bilir belki bir kış günü Üzerimi yorgan gibi kaplayan Bembeyaz karın soğuğundan Ya da sonbahar mevsiminde Kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım Ve milyonları saran o tarifsiz sevince Ben de sessizce ortak olacağım Mevsim ilkbahar, sıcak bir yaz da olsa Gece gündüz fark etmez ben her zaman hazırım Adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da Kalmamış da olsa şu dünyada mezarım Hatırlayıp tek canlı gelmese de başucuma O müjdeyi ben doğadan alacağım Nasırlı ellerle yaratılan o görkemli bayrama Hiç kimse fark etmeden ben de katılacağım Mustafa Özenç Adana Cezaevi/Müşahede Hücresi
MUHTEŞEM BlR ENTERNASYONALİST
Sneevliet trenden indiğinde istasyondaki kalabalık ve ha reketlilik karşısında şaşırmıştı. Aslında geldiği tren de çok ka labalıktı. Koridorlarından insanlar taşıyordu, hatta bir kısmı trenin üzerine yerleşmiş, orada her türlü riski göze alarak yol culuk yapmıştı. Yine de Jakarta’ya vardığında ilk gözüne çarpan inanılmaz insan yoğunluğu ve gürültüydü. Durdu, çakmağıyla bir sigara yaktı. Dumanını içine çekti, etrafını ve yanından geçenleri dikkatlice izlemeye başladı. Ka fasını yolculuk boyunca meşgul eden soru yeniden depreş mişti: “Nereden başlamalı?” Perondan çıktığında bisikletten bozma, üstü kapalı taşı ma aracına bindi. Selede oturan adama “Grand Otel” diye ses lendi. Son derece zayıf ve çelimsiz adam ses çıkarmadan “bi sikleti” sürmeye başladı. Pedallara zorlanarak basıyordu. Daha oteldeki odasına yeni çıkmıştı ki, kapısı çalındı. Otel görevlisi “Lobide misafiriniz var, sizi bekliyor,” diye ha ber verdi. Lobiye indiğinde merdivenin tam karşısında oturmuş,
Gücün Reddi
Avrupai giyimli, Uzakdoğulu bir adam dikkatim çekti. Bekle yenin o olduğunu hemen anladı ve yanına yürüdü. Adam ayağa kalktı ve kendini tanıttı. “Hoş geldiniz bay Sneevliet, ben Ahmet Hikmet.” Tokalaştılar ve Sneevliet adamın karşısındaki boş koltuğa oturdu. Adamın gözleri parıldıyordu, eski bir dost gibiydi. O da kendisi gibi Komintem’in gizli bir görevlisiydi. Konuşmaya başladılar: “Yolculuğunuz nasıl geçti?” “Son derece zevkli ve renkliydi. Tren biraz kalabalık ve hava sıcak olmasaydı daha hoş olacaktı.” “Toplantı ne zaman?” “Bu akşam saat 21’de. Ben gelip sizi alacağım.” Sneevliet ve Ahmet Hikmet birer bardak soğuk çay içtik ten sonra ayrıldılar. Buluşma yerine yaklaştıklarında ortalık zifiri karanlıktı. Uzun bir bisiklet yolculuğundan sonra kentin kenar semtleri nin birinde sazdan yapılmış bir evin önünde durdular. İçerisi loştu, gaz lambası ancak etrafını aydınlatabiliyordu. Masada biri kadın, dört kişi oturuyordu. Kadın ve bir erkek Avrupa asıllıydı. Diğerleri Endonezyalıydı. Sneevliet masadakilerle tek tek tokalaştı. Ve hemen söze girdi. “Gelmeden önce Endonezya üzerine bir rapor okudum. Özellikle dikkatimi demiryolu, tramvay ve plantasyonlarda çalışan işçiler üzerine yapılan yorumlar çekti. Bu konuda sizin görüşlerinizi almak istiyorum.” Önce kadın, daha sonra diğerleri tek tek söz aldı. Konuş
<ğ
Volkan Yaraşır
malar bittiğinde Sneevliet’in düşünceleri daha da netleşmişti: “Demiryolu ve tramvay işçilerinden başlayacağız.” Bu toplantı ve bu karar Endonezya’nın kaderini etkileye cekti. Şafak söktüğünde toplantıya katılanlar birer birer evden ayrılmaya başladılar. Sneevliet bir eve yerleştirildi ve kısa sürede demiryolu şir ketinde kendisine masa başı bir iş ayarlandı. HollandalIların bu ülkede iş bulması oldukça kolaydı. Sneevliet “sıradan” bir Hol landalI gibi, ama “sömürgeci kibri” olmadan işe gidip gelmeye başladı. Zamanının büyük kısmını işçiler arasında geçiriyor, ak şamlan değişik işçi hücreleriyle toplantılar yapıyordu. Güneş doğudan doğuyordu. Asya ayaktaydı. Sneevliet ih tilali, demiryolu ağlannda örüyor, her işçinin yüreğinde isya nı ateşliyordu. Çocukluğundan beri proleterce yaşamıştı. Pro leterler arasında kabul görmesi de uzun sürmedi. O bir yol ar kadaşı, devrimin hamalı ve mühendisiydi. Kurduğu sendika isyanı örgütlüyor, ülkenin her karış toprağında öfkeyi ayak landırıyordu. Her atölye, her liman, her fabrikada artık öfke ve isyan vardı. Bir mühendis gibi ihtilalin partisini inşa etti. Yalnızca Hollanda’da değil, Endonezya ve Çin’de de... O, devrimin uslanmaz çocuğuydu.1 Eylem onun ruhuy du. O, yıkan, yeniden yapanlardandı. Enternasyonal göçebe 1) Henk Sneevliet 1902 yılında daha 19 yaşında Hollanda Sosyal De mokrat İşçi Partisi’ne üye oldu. Demiryolu ve tramvay işçileri sendi kasının örgütlenmesinde önemli görevler aldı. 1910 yılında (27 yaşın da) sendikanın başkanlığına getirildi. Benzer bir örgütlenmeyi Endonezya’da kurdu. 1914’te kurduğu sen dikanın içinden çıkan işçi kadrolarla Hint Adaları Sosyal Demokrat Birliği’ni (ISDV) kurdu. ISDV 1920’de kendini feshederek Endonezya =>
Gücün Reddi
gibi yaşıyordu, isyanın olduğu her yer onun mekânıydı. O bir vatansızdı, onuri vatanı dünyaydı, isyanı örgütlerken, mani festosunu da yazıyordu. Donmuş ve durağanlaşmış bir dünya da onun yeri yoktu. O, kopuşların ve yeniden kuruluşların adamıydı. 1927’de Hollanda Komünist Partisi ve Komintern’den ra dikal bir şekilde koptu.2 Kısa bir zaman sonra Devrimci Sos yalist Partiyi kurdu. Parti mimarlığında ustalığını konuşturu yordu. Enternasyonal kimliğinden de en ufak ödün vermiyor du. 1933’te Endonezya sularında isyan eden Hollanda kruva zörü Zevan Provincien’i tereddütsüz destekledi. Bu tavrından dolayı mahkûm oldu. Hapishanede yatarken HollandalIlar devrimin asi çocuğuna sahip çıkarak, onu milletvekili seçtiler. Komünist Partisi’ne dönüştü. Lenin ve Roy’la birlikte Komintern’in Ulusal ve Sömürge sorunlan komisyonuna seçildi. 1921’de Komin tern’in Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya sorumluluğuna getirildi. Çin Komünist Partisi’nin kuruluşunda görev aldı. Endonezya’da ISDV’nin milliyetçi bir hareket olan Sarakat İslam içinde çalışmasını örgütledi. Taktik ve strateji ustalığını pratikte gösteriyordu. ISDV bir parti ola rak başka bir parti olan Sarakat İslam’ın içine sızdı ve kısa zamanda olağanüstü etkinlik sağladı. Bu deneyim Marksist gelenekte ilginç ve çarpıcı bir örgütlenme tarzı olarak iz bırakacaktı. Sneevliet Asya’da yükselen milliyetçi hareketin sosyalist hareketle bir araya gelmesi so nucunda büyük bir politik güç doğacağına inanıyordu. Bunu Endo nezya’da ISDV deneyiminde, Çin’de ise ÇKP’nin Komintang içinde bir dönem yürüttüğü faaliyette gösterdi. 2) Sneevliet, Hollanda Sosyal Demokrat işçi Partisi’nin Luxemburg ve Liebknecht’in düşüncelerine yakın bir kanadının içinde yer aldı. Bu kanat Avrupa’daki benzerlerinin aksine I. Dünya Savaşı öncesinde sosyal demokrasiden kopma ve aynşmasıyla dikkat çekti. Sneevliet Sovyetler Birliği’nde yaşanan siyasal kutuplaşmalara ve bunun ulusla rarası yansımalarına karşı net tavırlar aldı. Sovyetler Birliği’nde sol muhalefetle yakın ilişkiler geliştirdi.
Volkan Yaraşır
Kurduğu parti, Avrupa’da bağımsız bir Marksist parti olarak hızla kitleselleşiyordu. Nazilerin Hollanda’yı işgali, Sneevliet’in dizginsiz öfkesi ni ortaya çıkaracaktı. Hollanda resmi tarihinde, Nazilere karşı direniş efsanele ri üretilse de, HollandalIlar işgalde sessiz, uyumlu, hatta son derece işbirlikçiydi. Bunu bozan Devimci Sosyalist Parti ve Sneevliet’ti. Daha ilk günden direnişi örgütlemeye başladı. O bir reddedendi, onun kitabında teslimiyet ve susmak yoktu. O bir fünyeydi, patladığında kitlelerin dizginsiz öfkesi patlıyordu. Bir entemasyonaliste ve devrimciye yakışanı yapıyordu. Bazen yeraltı matbaasında bildiri ve afişler basıyor, bazen bir ara sokakta bir Nazi subayını suikastçı olarak cezalandırı yor; bazen askeri mühimmat taşıyan treni havaya uçuran sabatör oluyor; bazen bir ajitatör olarak Alman birlikleri içinde propaganda yapıyor; bazen de illegal bir evde direnişin strate jisini belirliyordu. Dün Jakarta’da, Pekin’de yaptığını şimdi Amsterdam’da yapıyordu. O, devrimin çağrısını kendine rehber edinmişti. Gestapo onu yakaladığına inanamamıştı. Şaşkındı. Ama son derecede gaddardı. Üzerinde bilinen en acımasız işkence teknikleri uygulandı. Onu çözmek için işkence yapılmıyordu. Gestapo şefi daha başından “Et konuşur, Sneevliet konuşmaz” diye düşüncelerini açıklamıştı. Ondan intikam alıyorlardı. Karşılarında III. Reich’a kafa tutan, Hollanda’yı kendilerine zindan eden biri vardı. Sneevliet öldürüleceğini biliyordu. Yapılanları ölü birine
Gücün Reddi
4
yapılıyormuş gibi farz etmekteydi. Kendi kendine “evet bir za manlar Sneevliet diye biri vardı. Ama o öldü. Ateş çemberi içinde öldü. Bunlar ne yapıyor, ne istiyor?” diye düşünüyor du. Bir şafak vaktinde hücresine girdiklerinde nereye götürü leceğini biliyordu. Vakurdu. Ve tereddütsüzdü. Ayağa kalk mak istedi, ama kalkacak mecali yoktu, iki Nazi askeri kolu na girdi. Koridordan geçtiler, avluya çıktığında duvara dizil miş yoldaşlarını gördü. Hepsinin yüzüne tek tek baktı. Kafa sıyla selam verdi. Hepsi de karşılık verdi. Hiçbiri gözlerinin bağlanmasını istemedi, infaz timi karşılarına dizildiğinde Sne evliet önce gökyüzüne, sonra da yanındaki yoldaşlarına baktı. Aklına Şanghay’da bir sabah vaktindeki illegal randevusu gel mişti, yine hava serin ortalık oldukça sessizdi, “Yoldaşlar şim di uyuyordur,” diye düşündü. Ve yüzünü bir gülümseme kap ladı. O sırada Sneevliet’in gür sesi avluda çınladı: “Yaşasın dev rim, Yaşasın enternasyonalizm” Otomatik tüfeklerin patlamasıyla 7 yoldaş, bir yediveren gibi toprağa düştü. Yedi yoldaşın kanı birbirine karıştı. Bundan böyle, her anti-faşist direnişte, demiryolu işçileri nin her eyleminde ve her grevinde muhteşem bir entemasyonalist olarak anılmaya başlandı. Amsterdam’da, Şanghay’da, Jakarta’da... Çünkü onun diğer adı eylemdi.
TOPRAK VE ÖZGÜRLÜK
Vera yazdığı dilekçeyi itinayla yeniden okudu. Gözleri yanıyordu. Çabucak yazı masasının üzerini topladı ve mumu üfleyerek söndürdü. Yatağa uzandığında ne kadar yorulmuş olduğunu hissetti. Etrafa yayılan mum kokusu onu her defa sında çocukluğuna götürür, aklına annesini getirirdi. Yine öy le oldu. Annesi onu yatırdıktan sonra yanaklanna öpücükler kondurup, geceyi aydınlatan baş ucundaki mumu söndürürdü. O tatlı “iyi geceler” sözlerini, oda kapısının yavaşça ka panma sesi izlerdi. Vera mumun isle kanşık kokusunu içine çekerek, gözle rini kapadı. Ertesi sabahı düşünmenin baskısı altındaydı. Her şey en ufak pürüz olmadan gerçekleşecekti, hiç zor olmaya cak, hiç korkutucu olmayacaktı. Heyecanlı değildi. Uykuya dalması da uzun sürmedi. Tan ağarırken yataktan kalktı. Soğuk ve yarı karanlıktı. Elbiselerini gözden geçirip aralarından en sade ve gösterişsiz olanı seçip, giyinmeye başladı. Trepov’un makamına dokuzdan önce, dilekçeleri kabul etmeden evvel varmalıydı. Görevli memurdan Trepov’un mu, yardımcısının mı orada olduğunu öğrenmeliydi.
Gücün Reddi
Sokağa çıktığında ortalık daha aydınlanmamıştı. Valilik konağına doğru yürürken, sokaklar ıssızdı ve kasvetli görünü yordu. Konağa vardığında, bekleme odasına alındı. Odada aşağı yukarı on dilekçeci vardı. “Vali kabul ediyor mu?” “Evet, sağdaki odaya gelecek.” İçlerinden biri sanki Vera için sorulara devam etti. “Biz zat kendisi mi kabul ediyor?” Cevap olumluydu. Pejmürde giyimli, ağlamaktan gözleri kızarmış ve şişmiş bir kadın Vera’nm yanma oturdu. Dilekçesine bir göz atması nı istedi. Dilekçede bazı çelişkiler vardı. Memura göstermesi ni tavsiye etti. Kadın korkuyordu, kendine yardım etmesini istedi. Vera kadınla birlikte memurun yanma gitti ve memu run dikkatini bilinçli olarak kadına yöneltti. Önceki akşam dan beri üzerinde olan anlaşılmaz gerginlik, hiç iz bırakma dan uçup gitmişti. O sırada gelen yaver, bekleyenlerin başka bir odaya geç mesini ve köşede durmalarını istedi. Diğer kapıdan General Trepov ve maiyetindeki subaylar çıkarak bulunduklan odaya girdiler ve büyükçe bir masanın çevresine oturdular. Vera bir an şaşırdı ve tedirgin oldu. General Trepov ve yanındakiler öylece oturmuş Vera’ya bakıyorlardı, içinden “tam zamanı” dedi, ama yine de durdu. “Trepov’un dilekçeci kadınla karşı karşıya geldiği an en uygun an olabilir” diye dü şündü. Ve bekledi. Saniyeler geçmek bilmiyordu. Birdenbire önündekinin
Volkıırı Y a r d ır
yerinde olmadığını fark etti. O şimdi ilk göruşımlycll Vera gerilmişti, ama her şeye hazırdı. Dilekçesini soğukkanlılıkla uzattı. “Ne istiyorsun?” sorusuna cevabı, net ve kesin oldu. “Çalışma belgesi” Trepov kurşunkalemle bir şeyler yazdı ve sıradakine döndü. Vera tabancasını hızla çekti. Ve tetiğe dokundu... Silahı ateş almadı. Kalbi duracak gibiydi. Nefes almakta güçlük çe kiyordu. Tetiğe bir kere daha dokundu... Kulakları çınlatan bir patlama sesi duyuldu, arkasından çığlıklar geldi. General yediği kurşunun etkisiyle savrularak yere düştü, etraf kan içindeydi. Vera öylece durdu ve bekledi. Birkaç saniye süren sessiz lik her şeye hâkim olmuştu. Daha önceden planladığı gibi elindeki silahı attı. Olabilecek arbedede silah kendiliğinden patlayabilirdi. Daha sonra gazeteler Vera’nm bu tavnnı “suçlu sersemle di” diye yorumlasalar da, son derece profesyonel bir tavırdı. Birdenbire ortalık hareketlendi. Vera’nm üzerine birkaç polis çullandı. Polisler “Silah nerede?”, “Tabanca! Tabancayı ver!” diye bağırıyorlardı. Kollarından sımsıkı tutmaktaydılar. O an önünde bir adam beliriverdi. (Daha sonra o adamın polis şefi olduğunu öğrenecekti). Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ağzından hırlama sesleri çıkıyordu. Yumruklarıyla Vera’ya saldırdı. Vera gözle rini sımsıkı kapadı. Darbeler yağmur gibi iniyordu.
Gücün Reddi
Her şey beklediği gibi olmuştu. Ama şaşırtıcı bir şekilde en ufak acı hissetmiyordu. Acıyı hücreye kapattıkları gece hissetmeye başladı. Aldı ğı darbelerden bayılmış, baygınlığı gece yansma kadar sür müştü. Ayılmaya başlarken gardiyanların kendi aralanndaki konuşmaları kulağına geldi: “Çok kötü görünüyor”, “Bu ka dar dayağa rağmen nasıl oldu da ölmedi.” Bir müddet sonra hücresinin kapısı açılarak iki kişi içeri girdi, Vera’yı kollarından tutarak yerden kaldırdılar. Sürükle yerek karanlık bir koridordan geçirip büyükçe bir odaya gö türdüler. İçerideki ışık Vera’nın gözlerini kamaştırdı. Bir tah ta iskemleye oturttular. Tam karşısında polis şefi oturuyordu. Odaya asker, sivil, yetkili oldukları her hallerinden belli birileri girip çıkıyor ve ona tehditkâr bakışlar yöneltiyorlardı. •Polis şefi “Seni ellerimle boğardım, ama soruşturma yap mak zorundayım” diyerek, bağırarak konuşmaya başladı. ilk sorusu “Bunu neden yaptın?” oldu. Vera’nm cevabı net ve kısaydı. “Bogoliubov için” Odada bir sessizlik oldu. Polis şefi Vera’dan gözlerini ka çırdı. Vera’nın yüzünü bir gülümseme kaplamıştı. Alexei Bogoliubov siyasi bir mahkûmdu. Temmuz 1877’de St. Petersburg valisi General Trepov’un huzurunda şapkasını çıkarmamıştı. Bunun üzerine Trepov onun kırbaç lanmasını emretmişti. Kırbaçlanma insanlık onuruna yapılan bir saldırı olarak algılandı. Halk arasında infial yarattı.
Volkan Yaraşır
Vera Zasulich ahlaki bir sorumluluk hissediyordu, ama yoldaşlarının durumunu tehlikeye sokmamak için halen sür mekte olan davaların bitmesini bekledi.1 Davanın sonuçlan masıyla bağımsız olarak hareket edip Trepov suikastını ger çekleştirerek onu ağır yaraladı. Vera’mn bu eylemi Rusya’da yeni bir dönemin habercisi oluyordu. Artık meşru müdafaa ve intikam günleri başlamıştı, Vera Zasulich’in yargılandığı dava da görkemli oldu, Her duruşma günü adliye sarayının önü büyük gösterilere sahne oluyordu. Zasulich’in davasına bakan jüri, Zasulichln davra nışını “zedelenmiş insan onurunun övgüye değer protestosu” olarak nitelendirip, onu suçsuz buldu. Çar, hükmü kabul et medi ve Vera Zasulich’in tutuklanmasını emretti. Vera bazı radikallerin ve yoldaşlarının aracılığıyla bir dönem polisten 1) Çarlık despotizmine karşı, kendilerine Narodnik diyen devrimciler teorik tartışmalann zamanı değil, “Halka Gidiş” zamanı diyerek, 1874’te umut dolu olarak yola çıktılar. On binlerce genç yollardaydı. Tek tek ve küçük gruplar halinde Rusya’nın kırlanna akın ettiler. Ço ğu asil ve burjuva kökenli olmasına rağmen, köylüler gibi giyiniyor lar, onlarla ilişki kurmaya çalışıyorlardı. Kimi bunun için tarımcılık yapmayı öğrenirken, kimi bir ırgat gibi tarlada çalışmaya hazırdı. Ba zıları belirli yerlerde konaklarken, bazılan “seyyar propagandayı” ter cih ederek sabit kalmadan, köy köy geziyorlardı. Onlar devrimin ha varileriydi. Özgürlüğün, eşitliğin ve sosyalizmin propagandasını yapı yorlardı. Çarlık rejimi bu hareket karşısında sessiz kalmadı. Devrimcilere köy lülerin tepkisi ise çeşitliydi. Bir kısmı sempatiyle yaklaşırken, çoğun luğu şaşkın ve ilgisiz, hatta düşmanca tavır sergiliyordu. Polis operasyonlan sonucu 380 0 devrimci tutuklandı ve ağır işkence den geçirildi. 1877’de dava başladığında tutuklu 193 kişi kalmıştı. Bu dava 193’ler davası olarak anıldı. Dava sonucunda 94 kişi beraat etti, 36 kişi Sibirya’ya sürüldü, diğerleri kürek cezalanna mahkûm oldu lar. Ama dava en az “Halka Gidiş” kadar etkili sonuçlar yarattı. Artık hiç kimse güvende değildi. Devrim mecrasında akmaya başlamıştı.
saklandı ve daha sonra yurt dışına kaçtı. Vera Zasulich Rus devrim tarihinin önemli isimlerinden biri oldu. Rus Sosyal Demokrat işçi Partisi’ne katıldı. Parti’nin gazetesi olan Iskra’nın yayın kurulunda çalıştı. 1903 bölün mesinde Menşeviklerin safında yer aldı. 1905 Devrimi’nden sonra Rusya’ya döndü. 1917 Ekim Devrimi günlerinde ağır hastaydı. Ve 1919 yılında 69 yaşında öldü.
“KURTULUŞA KADAR SAVAŞ”1
Kar lapa lapa yağıyordu. İstanbul en sert kışlarından biri ni yaşıyordu. Her yer beyazlar giyinmişti. En güzeli de ağaç lardı, dallarını özenle süslemişler, uzaktan beyaz bir kanaviçeyi andırıyorlardı. Yollardaki ayak izleri birbiriyle kovalamaca oynuyor, ara sıra sert esen rüzgâr izlerin üzerini örtse de bir başka yerde bir başka ayak izi, oyunu inatla sürdürüyordu. Üşüdükleri her hallerinden belli sokak kedileri üstleri karla örtülmüş çöp torbalarını büyük bir maharetle parçala yıp, içinde yiyecek bir şeyler anyordu. Yağan karla evlerin bacalarından çıkan dumanlar, gökyü zünde karıştıklarında önce şaşkınca birbirlerine bakıyor, son ra da sarmaş dolaş oluyorlardı. Cumbalı Rum evlerinin sıralandığı eski İstanbul sokakla rından birinde kaban giymiş bir genç kızla, atkısıyla boynunu sarmış paltolu bir delikanlı düşmemek için temkinli adımlar la yürüyorlardı. Ara sıra attıkları kahkahalar sokakta çınlıyor du. Delikanlı düşmekten ödü kopmasına rağmen bazen arka1) Bu bölümde anlatılanlar Ülkü Sağır, Tuğrul Eryılmaz ve Ertuğrul Kürkçü’nün Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve Mahir Çayan’la ilgili anılarından yararlanılarak ve bu anıların bende yarattığı etkiyle kale me alınmıştır.
Gücün Reddi
daşmın kolundan çıkıyor, yerden ya da bir arabanın üstün den aldığı karla kartopu yapıyor, ona atıyordu. Kız da hiç boş durmuyordu. Kısa süren kartopu savaşlanndan sonra yeni den ciddileşiyorlar ve kol kola yürümeye devam ediyorlardı. Dikkat çekmemek gerektiğini biliyorlardı. Ama kimin umurundaydı. İstanbul’un karla kaplanmış güzelliği zaten baştan çıkarıcıydı. Delikanlı ceplerinde iki tane el bombası taşıyordu. Genç kız da bundan haberdardı. Ama ikisi de ne gergin ne de sinir liydi. Eğlencelerine ara vermeden gidecekleri eve kadar bazen kovalamaca bazen de kartopu oynadılar. Ama ikisi de düşme mek için azami gayret gösterdiler. Delikanlı bunun mavrasım da yapıyordu: “Şimdi kayıp düşsek, el bombaları patlasa, acaba neler olur?” Arkasından yine kahkahalar patlıyordu. Evin sarıldığını anladıklarında ikisi de silahlanna koştu lar, genç kızın elinde küçük bir tabanca vardı. Delikanlı ufak makineli tüfeği kapmıştı. Sokağa bakan pencerelerden ateş et meye başladılar. Dışarıdan bir yaylım ateşi geldi. İkisi de he def görecek konumda değildi. Yine de biraz bekliyor, silahla rının tetiklerine dokunuyorlardı. Ortalığı mermi sesleri ve ba rut kokusu kaplamıştı. Genç kızın silahı bir kaç mermi attık tan sonra tutukluk yapıyordu. O durumda hemen arkadaşı nın yanma koşuyor silahı ona uzatıyor, arkadaşı da gayet sa kin elindeki silahı yere bırakıp, tabancanın mekanizmasını geri çekerek namlunun dikmesine neden olan mermiyi çıka rıyor, çalışır vaziyette kız arkadaşına geri veriyordu. Çatışma
Volkan Yaraşır
nın hengâmesinde bu durum birkaç defa tekrarlandı. Deli kanlı hiçbirinde en ufak bir sabırsızlık ve bıkkınlık belirtisi göstermeden aynı işlemleri yapıp silahı geri iade ediyordu. Bir ara dışanya atılan el bombası kapalı olan panjura çar pıp odaya geri döndüğünde delikanlı hızla yerinden fırlayıp arkadaşına doğru koştu ve üzerine kapandı. Onu vücudunu siper ederek korumaya çalıştı. Delikanlı ve genç kız İstanbul’un bir kış gününde “suç ortağı” olarak sokakta kar topu oynayan ve kahkahalarıyla or talığı çınlatanlardı. Delikanlının adı Ulaş Bardakçı’ydı. Bir Dev-Genç’liydi. Ulaş, Türkiye’de devrimi sahici bir imkâna dönüştüren Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi’nin (THKP-C) Genel Komitesi’nde yer alan bir militandı. Şehir gerillacılığım kendinde cisimlendiren bir önderdi. Çok zeki ve ele avuca sığmaz biri olarak Maltepe Cezaevi’nden kaçtıktan sonra 19 Şubat 1972’de Amavutköy’de girdiği ça tışmada öldürüldü. O, özverisiyle, heyecanı ve şen şakraklığıyla arkadaşları nın hep sevgili Ulaş’ı olarak kaldı. Yakamozla Gelenler Deniz kapkaranlıktı. Ay bazen bulutların arkasına sakla nıp kayboluyor, bazen de aniden ortaya çıkıp gökyüzünden kaçamak bakışlar atıyordu... Sandalın içindekiler gece kadar sessizdi. Yakamoz ışıltılarında sanki kayarak ilerliyorlardı.
103
(lueün Reddi
Tek ses küreğin suya girerken çıkardığı sesti. Maltepe sahiline geldiklerinde, sandalda düşünceli bir halde oturan genç, bavulu alıp bir sıçrayışta karaya atladı. Sandalın ipini hızla uygun bir kayaya bağladı. Hemen arka sından arkadaşı, kürekleri içeri yerleştirip kıyıya çıktı. Sahile yakın sokaklardan birine girdiler. Uzaktan bekçi düdüklerinin sesleri geliyordu. Birkaç sokak geçtikten sonra aradıkları evi bulmakta zorlanmadılar. Evin merdivenlerin den kedi sessizliğinde çıktılar. Kapıyı açıp içeri girdiler. Işığı yakmadılar, istedikleri kadar sessiz olmaya çalışsalar da evin ahşap olmasından dolayı her adım atışlarında yerdeki tahta lar gıcırdıyordu. Alt kattan sesler duyduklarında tedirginlikleri artmıştı. Silahlannı çekip oldukları yerde durup beklemeye başladılar. Bir müddet sonra dairenin kapısı gürültüyle çalınmaya başla dı. Ortalık hareketlenmişti. Dışarıdan, “Hırsız girmiş”, “Hırsız var” gibi sesler işittik lerinde olayın ciddiyetini kavradılar. Kapı yeniden hızla vu ruluyordu. Bu sefer aniden kapıyı açıp dışarıdakini esir aldı lar. Kapıdaki bir gece bekçisiydi. “Sakin ol,” demelerine rağ men o direniyordu. Orta boylu, bıyıklı olan genç silahını ateş lemek zorunda kaldı. Bekçi yaralanmıştı. Evden dışarıya koşar adım çıktılar. Bavul da yanlarınday dı. Karşılaştıkları insanlara silahlannı doğrultup onları “Geri durun, size zarar vermek istemiyoruz,” diye uyarıyorlardı, in sanlar korkuyla kenara çekiliyordu. Sokağı koşarak geçtiler, bir müddet daha koşmaya de
Volkan Yaraşır
vam ettiler. Sonra hızlı adımlarla yürümeye başladılar. Bölge de gidecek başka yerleri yoktu. Ankara asfaltına ulaşmayı ve oradan güvenli bir yere gitmeyi düşünüyorlardı. O sırada berbat bir tesadüf sonucu Ziverbey yolundan geçen “fruko”2 kamyonundan inen toplum polisleri peşlerine takıldı. Polislerle yer yer çatışmaya girdiler. Bu çatışmalardan birinde hareket kabiliyetlerini kısıtladığı için ellerindeki ba vulu bırakmak zorunda kaldılar. Maltepe çarşısına indiklerin de çevreleri bütünüyle sarılmıştı. Çemberi yaramayacaklarını anlayan gençler, Maltepe merkezini paralel kesen Küçükbağ Sokağı’ndaki 8 numaralı apartmana sığındılar. Birinci kattaki daireye girdiler. Evdeki ler ne yapacaklarını şaşırmış, korkudan titriyorlardı. Onları hemen dışarı çıkardılar. Evin konumunu aceleyle incelediler. Burada direnemeyeceklerini anlayınca daireden çıkıp hızla üst kata tırmandılar. Merdivenlerde evin tehlikeli hale geldi ğini hisseden, bundan dolayı da dışarı çıkmak isteyen bir ka dın ve iki çocuğa rastladılar. Kız çocuğunu yanlarına alarak üçüncü kattaki daireye girdiler, ilk iş olarak korunaklı ve dı şarıyı gören yerleri tespit ettiler, içeri girilmesini engellemek için ev eşyalarıyla kapıda barikat oluşturdular. Bu arada ağla maya başlayan kız çocuğunu avutmayı da ihmal etmiyorlardı. Bazen sarılıyorlar, bazen de saçını okşuyorlardı. Kız çocuğu yavaş yavaş abilerini sevmeye başlamıştı bile... 2) I 9 7 0 ’li yılların başında toplum polislerinin grup olarak taşındığı araca ve bu polislere verilen ad. Hem kafalanndaki beyaz kasklarla hem de onlan taşıyan kamyon fruko gazozlarını taşıyan kamyonlar;! benzediği için sol jargonda bu polislere “fruko” deniliyordu.
Gücün Reddi
Bıraktıkları bavulu bulan polisler, içine baktıklarında sö külmüş makineli, mermiler, bazı dergiler ve öldürülen İsrail konsolosu Efraim Elrom’un kimliği ve pasaportunu buldular. Polis ele geçirdikleriyle kimlikleri henüz tespit edilemeyen si lahlı iki gencin “büyük balık” olduğunu düşündü. Bu arada evin çevresinde tertibat alınmış, hatta semt as keri birlikler tarafından kuşatılmıştı. Civardaki evler boşaltı larak keskin nişancılar kritik yerlere mevzilendirilmiş bazı yerlere ise havan toplan yerleştirilmişti. Bir müddet sonra as ker ve polisler megafonlarla teslim ol çağrısı yapmaya başla dılar. Içeridekiler çağrıya hemen karşılık verdi: “Asla teslim olmayacağız. Bizim buradan ancak ölümüz çıkar. Çocuğa dokunmayacağız, çocuk ancak sizin ateşinizle ölebilir. Silahımızı da asla teslim etmeyeceğiz.” Ve bir süre sonra da taleplerinin yurtdışma çıkmak için pasaport ve araç olduğunu bildirdiler. Evin çevresi ışıldaklarla aydınlatılmıştı. Ara sıra yapılan teslim ol çağrılarının dışında ortalık sessizdi. Bir ara ışıldakla rın sönmesi içerdekiler tarafından operasyon başlangıcı ola rak algılandı. Ve dışanya beş el ateş edildi. Kuşatma 51. saatini doldurmuştu. Mayısın son sabahına girilmişti. O sırada keskin nişancılardan biri perde arkasında beliren bir gölgeye kilitlendi ve tetiğe dokundu. Gölgenin ye re doğru düştüğü görüldü. Sessizlik birden yoğun silah sesle riyle bozuldu. Binanın arka tarafından destek ateşiyle içeri giren asker ve polislere, biri yaralı olduğu halde iki genç korkusuzca kar
Volkan Yaraşır
şılık veriyordu. Bulundukları oda ağır silahlardan çıkan kur şun yağmuruna tutulmuştu. Silahlar sustuğunda, gençlerden biri ölmüş, diğeri ise ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmıştı. Ağır yaralı gencin adı Mahir Çayan’dı. Keskin nişancının vurduğu ve yaralı olarak çatışmayı sür düren, vücudu 23 kurşunla parçalanmış bir halde ölen genç ise Hüseyin Cevahir’di. O sırada emniyette işkence gören THKP-C’lilerden biri, polisi yanıltmak amacıyla Mahir Çayan diye Hüseyin Cevahir’i Hüseyin diye de Mahir’i tarif etmiştir. Keskin nişancı as lında Mahir Çayan’ı vurduğunu sanmaktadır. Hüseyin Cevahir arkadaşlarının mücevheriydi. Bir “bilge” ve bir gönül adamıydı. Başında halesiyle dolaşmaktaydı. Ve herkesin sevgilisiydi. Yıllar sonra arkadaşları onun hakkında, “Tanıdığım için mutluyum diyebileceğim epeyce insan vardır, ancak onur duyduğumu söylediğim çok az sayıdaki insandan biridir Hüseyin,” diyeceklerdi. Hâlâ “sol memelerin altında cevahir” taşıyanlar onu unut madı. Unutmuyor. Gökkuşağının Çocukları Mahir “cevahiri kalbine gömüp” yola devam etti. Tedavi si uzun sürdü. Daha sonra Maltepe Askeri Cezaevi’ne gönde rildi. idamla yargılanıyordu, ama daha ilk günden hapisten kaçmanın planlarım yapıyordu.
Gücün Reddi
THKP-C Mahir’di, Mahir ise THKP-C. O, yolu çizendi ve o yolda bedel ne olursa yürümeyi bi lendi. 50 yıllık statükoyu parçalayan ve Türkiye’nin 11 tezini yazandı.3 Mahir karşı durmanın, taraf olmanın adıydı. 23 Kasım 1971’de cezaevi duvarlarını parçaladığında, 12 Mart faşizmi nin kasvetli havasını dağıtmıştı. Denizlerin idamını engellemek ve direnişin sürdüğünü göstermek için “savaşa devam” dedi. Ocak 1972’de THKP-C ve THKO ortak eylem kararı al dı, yoldaşlık savaş alanında mana kazanıyordu. Öyle de oldu. Ünye’de radar üssünde çalışan üç Ingiliz teknisyeni kaçı rarak, Niksar’ın Kızıldere köyüne geldiler, ihbarla yerleri tes pit edildi. Bulundukları köy evi kuşatıldığında ihtilalin slo ganlarını haykırmaya başladılar. Havan toplarına, bombalara ve uçaksavarlara yürekleri ve mermileriyle karşı durdular. Mahir 30 Mart 1972 günü 9 arkadaşıyla öldürüldüğünde “her şeyin bittiği” düşünüldü. Ama “onlar” manifestolaşacaklardı. Kızıldere bir manifesto4 olacaktı. Onlar, öldüklerinde 20-25 yaşlarında gençlerdi. Hayalleri ve idealleri vardı. Hayalleri ve ideallerinin peşinden ödünsüzce yürüdüler. Bu ülkenin gele ceğiydiler. Özgürlük için “Kurtuluşa kadar savaş” sloganını şiar edindiler. 3) Marx 11. Tez’de “Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumla makla yetindiler; oysa, asıl önemli olan dünyayı değiştirmektir.” der. Mahir Çayan da teorik yazılarında Türkiye’de devrimin stratejisini be lirlerken öz olarak söylediği “Tek yol devrim”dir. 4) Bir tarihsel döneme damgasını vuran düşünceler sistematiği, bildir ge-
Volkan Yaraşır
Bir saka kuşu gibi. Gökkuşağını yeryüzüne indirerek, bu şiann önüne adlarını koydular. “Mahir, Hüseyin, Ulaş, kurtuluşa kadar savaş”.
Onlar el sıkkıştıklannda, bütün insanlık için parlar güneş. Onlar gülümsediklerinde, küçük bir kırlangıç fırlar gür sakallarından Onlar uyuduklarında, On iki yıldız düşer boş ceplerinden Onlar öldüklerinde, Onların bayrakları ve davullarıyla yokuşa tırmanır hayat Yannis Ritsos
“MAHKÛM 872686/X ”
1950 yılının 26 Mart sabahı Caracas devlet hastanesinin doğum kliniği kapısında temiz giyimli bir adam, telaşlı adım larla volta atıyor, içeriden gelecek haberi sabırsızlıkla bekli yordu. Adının seslenilmesiyle geriye döndüğünde, karşısında güler yüzlü bir hemşire gördü. Hemşire kendisine “Bir erkek çocuğunuz oldu,” dedi. O an gözlerinin dolduğunu hissetti. Bu sözleri beklemesine rağmen, içini anlaşılmaz bir hüzün kaplamıştı. Sanki ayaklan yerden kesiliyordu. Elini duvara yaslayarak kendine gelmeye çalıştı. “Baba olmak böyle bir şey galiba,” diye düşündü. Bunca yıl alışkanlık halinde kullandı ğı bu kelimenin, ne kadar garip çağnşımlan olduğunu fark et ti. Genç adam hukuk fakültesinde kariyer yapıyor, aynı za manda şiirle uğraşıyordu. Adı Sancez’di ve komünist parti üyesiydi. Daha evlenmeden kendi kendine söz vermiş, ileride bir oğlu olursa adını o zamanlardan belirlemişti. Her şey Sancez’in istediği gibi gerçekleşti. Bebeğini çekinerek ilk kucağına aldığında adını kulağına
Gücün Reddi
fısıldadı: “İliç. Senin adın İliç, tamam mı...” Venezüella’da pek rastlanmayan bu isim biraz şaşırtıcıy dı, ama Sancez’in politik duruşunun da bir ifadesiydi. Artık Sancezler üç kişi olmuşlardı. Aile mutlu ve neşeliy di. Aradan birkaç yıl geçmişti ki, bebe İliç’in bir erkek karde şi dünyaya geldi. Sancez ikinci çocuğunun adım bulmakta zorlanmadı. Onun ismini de “Lenin” koydu. Sancez, Venezüella’nın siyasi çevrelerinde tanınmış bir isimdi. Evi her zaman politik sohbetlerin mekânıydı. İliç ve Lenin bu ortamda büyüdü. Castro, Ghe Guevera, Mao, Cemal Abdül Nasır en çok duydukları isimlerdi. İliç ortaokul yıllarmdayken babasıyla annesi boşandı. Bu ayrılık ona çok acı verdi. Ama eve genç bir bayan konuğun gelmesi de uzun sürmedi. Babası yeniden evlenmişti. Bir sü re sonra da küçük kardeşleri dünyaya geldi. Evin delikanlıla rı, bu sefer babalanna izin vermediler, bebeğin adını onlar koyacaktı. İliç ve Lenin’in yanına Vilademir yakışırdı. Öyle de oldu. Sancezler Rus devriminin sembol ismini evlerine “ko nuk” etmişlerdi: Vilademir, İliç, Lenin. İliç’in babasıyla ilişkisi her zaman özeldi. Babasına tapar, ama onun bir adım önüne geçme isteğini de hiç kaybetmez di. ilk siyasi bilincini babasından alan İliç, 14 yaşında Vene züella Komünist Partisi gençlik örgütü olan JCV - Genç Ko
Volkan Yaraşır
münistler’e katıldı. “İhtilal onu seçmişti.” İliç’in küçük yaşta kurduğu bu ilişki, yaşadığı birçok badireye rağmen kesintisiz sürdü. JCV nin yeraltı örgütünün militanlarından biri olan İliç, ilk konspirasyon1 deneyimlerini de o dönemde kazandı. Polis takibini atlatma, illegal randevular, korsan gösteriler, gece ya zılamaları, gerilla matbaasında bildiriler basma ve silahlı ey lemler İliç’i yetkinleştiriyordu. O Fransızlan ülkelerinden söküp atan, Cezayirli devrim cilere ve onların muhteşem şehir gerillacılığı eylemlerine hay randı. Castro ve Che idoluydu. 1966’da liseyi bitiren İliç, aynı yıl Ingiltere’ye giderek, Londra Üniversitesi’ne kaydoldu. 1968’de Fen bilimleri da lından iyi dereceyle ön lisans aldı. 1969 yılı başında kardeşi Lenin ve bir grup Venezüellalı genç komünistle birlikte Moskova’ya giden İliç, Patrice Lu mumba Üniversitesi’ne kaydoldu. Burada Marksist kuram üzerine çalışmalar yaptı. Aynı yıl içinde JVR’yle ters düştüğü için, ihraç edildi. 1970 yılında Komünist Partisi’nin soruşturması sonucu Lu mumba Üniversitesi’nden de uzaklaştırıldı. 1970 onun için bir kader yılıydı. KGB ve GRO’yla2 tanışması.bu döneme rastladı. Ama her zaman onlara mesafeli durmayı bildi. 20 yaşındaydı, Lumumba Üniversitesi’nden ayrılırken 1) İllegal devrimci faaliyet. 2) Sovyetler Birligi’nde Ana istihbarat Müdürlüğü.
Gücün Reddi
rektöre “Bir komünist olarak artık kuramdan uygulamaya geçmem gerekiyor. Zamanı geldi,” demişti ve öyle de yaptı. Filistin davasını kendine rehber edindi. Filistin’i dünya devriminin merkezi olarak görüyordu. O artık bir Filistinliy di. Kod adı Carlos’tu. OPEC3 baskınıyla Filistin davasının neferi olduğunu gös terdi. Bu sarsıcı eylem Carlos’u aranan en tehlikeli “terörist” haline getirdi. “Çakal” Carlos diye lanetlenmeye çalışıldı. Bu çok gizli servis operasyonunu bir konspirasyon ustası olarak atlatmayı becerdi. Gizli servislerin elinde sadece kısa saçlı, büyük siyah gözlükleriyle çekilmiş fotoğrafı vardı. Her yerde aranıyordu, ama o da her yerde olmayı maharetle beceÜ4
riyordu. Metropolün sinir sistemini felç edecek operasyonlar organize etti. Bazen rehin aldı, bazen sabote etti. Mümkün ol maz denileni mümkün hale getirdi. Alman Kızıl Ordu Franksiyonu (RAF) militanlarıyla vurdu, kaçtı ve “kayboldu.” Bir efsaneye dönüştü. Her efsane gibi hiçbir yerdeydi. Ama en umulmadık yerde gözükmesini de bildi. İki kutuplu dünyanın en karizmatik ve en egzantirik kimliğiydi. Bu dünyanın çelişkilerini ve dengelerini en iyi bi çimde kullanan bir asi, bir devrimci ve bir itaatsiz olarak iz bıraktı. 1975’te Müslüman oldu. Müslümanlığı bir silah kardeş liği olarak benimsedi. Cihatı ve devrimciliği bireysel mükem melleşme çabası olarak gördü. 1994’te Sudan’da Fransız istihbarat servisi tarafından ele 3) Petrol ihraç Eden Ülkeler Örgütü.
<É
Volkan Yaraşır
geçirildi. Çıkarıldığı mahkemede ne iş yapıyordun sorusuna yanıtı netti: “Profesyonel devrimciyim.” Savunmasını bitirir ken sol yumruğu havada silahlı mücadelenin kendi seçimi ol madığını, koşulların ve düşmanın uyguladığı şiddetin kaçınıl maz bir sonucu olduğunu haykırdı. Mühepbet hapse mahkûm edilerek Santé Hapishane’sin de tam tecritte tutuldu. O artık mahkûm 872686/x’ti. Adı Salih Muhammed Nu ri’ydi. Bir Müslüman, bir devrimci, bir komünist.
115
ZEMMALE - SEYYAR BAŞKENT
Bir halk ayaklanması, muhteşem zenginlikleri içinde ta şır. Sıradan bireyin yıkıcı öfkesiyle birleşen kolektif güç son derece tahrip edicidir. Kaosun kitleleri kavrayan tahriki, onları bir volkana dö nüştürmüştür. Kitle mahvolma ihtimaline karşı yaratmayı alternatif ola rak keşfetmiştir bir kere... Artık göze alamayacaklan hiçbir şey yoktur. Kendilerini feda etmeye hazırdırlar, içgüdüsel olarak kaos onları yenile miş, yeniden yaratmıştır. Muazzam kahramanlıkları gündelik hayatın parçasına dönüşmüştür. Ruhları ve yürekleri saran ateş, var olan düzeni sarsmış, itaatsizlik maddi bir güç haline gelmiştir. Çaresizlik, yerini yapabilme kudretine bırakmıştır. Hiç bir şey eskisi gibi değildir artık. Sefalet kolektif dayanışmaya, mülksüzlük ayağa kalkışın dinamosuna, acı sarsıcı bir reddedişe dönüşmüştür. Yıkıntılar arasından doğan ve beslenen bir başkaldırı, düzenin hükmü nü yitirmesine yol açmaktadır. Devasa bir güç iflas etmekte ve çökmektedir. Sabır yerini yıkıma bırakmıştır.
111
Gücün Reddi
Verimli ve yenileyici yıkımın külleri içinden yeni bir dünya doğacaktır. Başkaldırının tarihi aynı zamanda başka bir dünyanın ya ratılma tarihidir. O bazen egemenlerin ya da muktedir olan ların hemen yanı başında oluşturulan kurtarılmış bölge, ba zen barikatlann ardındaki özgürlük karnavalı, bazen de bir günlük ya da birkaç saatlik ayaklanmalar şeklinde kendini dışavurmuştur. Ama her şeyden önemlisi itaatsizlik karakteridir. Çünkü başkaldırı, itaatsizliğin oğludur. 1840’lı yıllarda Cezayir’de yaşanan olağanüstü bir dene yim, özgürlük tutkusunun en çıplak gösterilerinden biri oldu. Fransızların 1830’da Cezayir işgaliyle başlayan direniş savaşı, kısa zamanda cihada dönüşerek kitleselleşti. Şeyh Abdülkadir, Emirül Mü’minin (İnananların Yöneti cisi) unvanını alarak ayaklanmaya önderlik ediyordu. Sömürgecileri kıyı şeridine hapseden Şeyh Abdülkadir, ülke içlerinde askeri üsler kurarak ve vur-kaç taktikleriyle bir yıpratma savaşı uyguladı. Savaşın derinleşmesine bağlı olarak tarihte eşine rastlan mayan bir organizasyona girişti. Savaşın içinde Özgür Ceza yir’in bir örneğini yarattı. Gerilla savaşı taktiğinin parçası ka bul edilebilecek Zemmale adında bir “seyyar başkent” kurdu. Zemmale hem bir askeri üs hem de Abdülkadir taraftar larının kendilerini güvenlik içinde hissettikleri bir yerdi. Yaklaşık 200 bin kişinin banndığı bu seyyar başkentte as kerlerin yanı sıra halk ve her çeşit meslek erbabı yer alıyordu.
<ğ
Volkan Yaraşır
Direnişçiler, müstahkem gördükleri yere kenti kuruyor, şartlar değişince başkenti başka yere taşımakta güçlük çekmi yorlardı. Zemmale ahalisi topyekûn askeri kurallara tabiydi. Uzaktan görenler için Zemmale dört başı mamur bir kentti. Zemmale’nin camisi, çarşısı, erzak ve cephane depolan vardı. Çölde son derece kıymetli olan suyun temiz tutulması için özel bir güvenlik birimi oluşturulmuştu. Halkın ihtiyaç duyduğu tahıl ülkenin değişik yerlerinden illegal yollarla te min ediliyordu. Oluşturulan silah atölyelerinde süngü, top mermisi, kur şun ve değişik silahlann taklitleri yapılıyor, barut ve mermi imal ediliyordu. Zemmale halklannm direniş savaşının yaratıcı zenginliği ni göstermesi açısından, oldukça orijinal bir örnektir. Oluşturulan gönüllü mutavva birlikleri de, özel hareket etme nitelikleri ile vur-kaç taktikleri ve kendi yaşamlanm ida me edebilme yetenekleriyle modem gerilla savaşının öncüle ri olma özelliği taşımaktaydılar. Başkaldırı imkânsıza tutkuyla bağlanmaktır. Onu iste mek değil, söküp almaktır, mümkün kılmaktır. Aynen Zem male gibi... işgal edilen mekânı yaratılan mekâna dönüştüre rek.
KEFENLİLER YÜRÜYÜŞÜ
Kahvehaneye girdiğinde saat tam 19’du. ilk hissettiği ağır bir nargile ve sigara kokusu oldu. Kapının önünde biraz dur du. Dip masada yalnız oturan, sakallı adamla göz göze geldi. Hemen tanıdı. Ortalıkta herhangi bir olumsuzluk yoktu. Bazı masalarda tavla ya da dama oynanıyordu. Bir grup ihtiyar da hararetle sohbet ediyorlardı. Yan tarafta ise keyifle nargile içenler var dı. Garson ise çay ve kahve servisi yapıyordu. Masaya geldiğinde sakallı adamla tokalaşıp merhabalaştı lar. Ali, oturduğunda karşısındaki yüzün derin çizgilerini fark etti. Özellikle göz çevresindeki izler onu yaşlı gösteriyor du. “Büyük acılar çekti ondandır,” diye düşündü. Muhammed’le karşılaşmayalı uzun yıllar olmuştu. Bu yılların bir kıs mını cezaevinde geçirdiğini biliyordu. Gizli polisin karargâ hında ağır işkenceler görmüştü. Muhammed, “Nasılsın, olağanüstü bir şey hissetmedin, değil mi?” diye sordu. Ali işten çıktıktan sonra uzun süre Tahran caddelerinde gezmiş, birkaç mağaza dolaşmış, takip edilip, edilmediğini
Gücün Reddi
4
anlamak için randevu yerine arka sokaklardan gelmişti. “Dikkatli geldim, zannedersem sorun yok,” dedi. İki eski dost biraz daha rahatlamışlardı. O sırada garson masalanna gelip, bir şey isteyip, isteme diklerini sordu. İki çay söylediler. Muhammed, hemen lafa girdi: “Artık zaman yaklaşıyor, halk çok öfkeli, bir kıvılcım bekliyor. Bunu başarırsak, yer ye rinden oynayacaktır.” Ali, Muhammed’in sözlerinden fazla etkilenmemişti. Çünkü ortalıkta hiçbir değişiklik görmüyordu. Tahran eski Tahran’dı. İnsanlar alışveriş yapıyor, neşeyle sokakta geziyor du. Herkes gündelik hayatının içinde sakince yaşıyordu, ille gal yaşadığından durumu abartıyor galiba diye geçirdi için^2^-
den: “Temennilerinle, gerçek durumu karıştırmıyor musun?” Muhammed, Ali’nin sorusunun arkasındaki düşünceleri okumuş gibi; “Olabilir, ama halktaki sessizlik dikkatini çek miyor mu? Bir şeyler birikiyor. Bu da önemlidir,” dedi. Çay lar geldiğinde konuşmaya ara verdiler. Sohbetlerinin sonun da düzenli irtibat halinde olma kararı aldılar. Acil durumlar da alternatif randevu yerleri belirlediler. Kahvehaneden çıkıp, köşe başına kadar birlikte yürüdü ler. Birbirlerine sarılıp, öpüşerek vedalaştılar. Muhammed ay rılırken son bir hatırlatma yaptı: “Haftaya bugün yine aynı sa atte, burada. Unutma. Eyvallah.” ye karanlık sokağın içinde kayboldu. Sokağa çıkma yasağının başlamasına az zaman kalmıştı. Ali ana caddeye doğru hızla yürümeye başladı. Caddeye
Volkan Yaraşır
ulaştığında oturduğu muhite giden dolmuşun gelmesi de uzun sürmedi. Eve geldiğinde saat 21’e yaklaşıyordu. Bir şeyler atıştırayım diye mutfağa girmişti ki, uzaktan gelen bir ses duydu. Kulak verdi. Yakınlardan da sesler gelmeye başla mıştı. Aceleyle yukarı kata çıktı. Sesler gürleşiyordu. Tam o an da ışıklar söndü. Evin damına ulaştığında seslerin sloganlaştığım fark etti. Şaşkındı. Ne yapacağını bilemiyordu. Yüzlerce evin da mından, kendi komşuları da dahil, insanlar haykırıyordu: “Allahuekber - Allah En Büyüktür”, “Lailaheilallah - Allah’tan Başka Allah Yoktur” Ali’nin gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Sessizce biriken öfkenin gücünü hissediyordu. Sloganlan biraz daha dinledi. O da coşkuyla iştirak etti: “Allahuekber”, “Lailaheilallah”. 1978 yılının aralık ayının başında1 Tahran’da yaşanan bu olay Ali gibi birçok kişiyi de şaşkına çevirmişti. Her şey bir denbire, kendiliğinden başlamıştı. Tahran, Iran kapitalizmi nin çarpıklığını yansıtan tipik şehirlerden biriydi. Şehrin dört bir tarafı varoşlarla çevriliydi. Bu derme çatma yoksul semt ler, öfkenin kalbiydi. Yoksuldular, ama hınçlıydılar. Şahlık despotizminin zulmünü yaşamışlardı. Aralık 1978’de, öfke infilak ediyordu. 1) 1978 yılının Aralık ayı, Şiilerin kutsal ayı olan Muharrem ayına denk geliyordu. Ayin dinsel içeriği, kitle radikalizasyonunun artması nı sağlayan olanaklar yaratmıştı.
Gücün Reddi
Aralık ayının hemen her gecesinde, saat 21’de sokağa çıkma yasağı başlar başlamaz, halkla dayanışma içindeki elektrik idaresi Tahran’m tüm elektriklerini kesiyor, birden bire binlerce damın üzerinden, on binlerce kişi hep bir ağız dan “Allahuekber” ve “Lailaheilallah” diye haykırıyordu. Baş kentin semalarında uhrevi bir dalga yayılıyordu. Yaşanan, bu güne kadar hor görülmüş, ezilmiş, yoksullaştırılmış yığınların görkemli ayağa kalkışıydı. Monarşi köklerinden sarsılıyordu. Artık halkın tek parolası vardı: “Saat 21.” Rejimin tepkisi de sert oldu. Saat 21’de evlerin damından slogan seslerinin başlamasıyla, aynı anda makineli tüfeklerin ■124
kulakları sağır eden sesleri de duyuluyordu. Gecenin karanlı ğında yüzlerce kişi atılan kurşunlara hedef oluyordu. Ölüm ler eylemleri durduramadı. Sloganlar daha da güçlü atılmaya başlandı. Devrim ölenlerin kanlan üzerinde yükseliyordu. Muharrem ayının dokuzuncu ve onuncu günleri kutsal Tasua ve Aşure günleriydi. Bu günler Hazreti Hüseyin’in Kerbela’da şehit olmasına rastlayan iki gündü. Iran Devrimi’nin kader günleri olacaktı. Olası kitle gösterilerini engellemek için “Tahran kasabı” olarak adlandırılan General Ali Oveysi sokağa çıkma yasağı ilan etti. Hatta şehrin gerektiğinde havadan bombalanacağı açıklandı. Ama tehditler sökmedi. Halk bir gün önceden, kefenlerini giyerek ve eğer ölür-
<8
Volkan Yaraşır
lerse kimlikleri belli olsun diye karınlarının üzerine isimleri ni yazarak hazırlandı. Yakınlarına vasiyetlerini bırakanlar ol du. Bazıları mezarlannı kazarak gömülecekleri yerleri önce den belirlediler. 2500 yıllık korku imparatorluğu çöküyordu. Kefen, ölü me hazırız demekti. İsyanın karşısında korkunun hükmü yoktu. Tasua gününün sabahında varoşlardan kent merkezine doğru kefenler giymiş binlerce kişi akmaya başladı. Ellerde taşman Kuranlara Allahuekber sloganları eşlik ediyordu. Tah ran bir insan seline dönüşmüştü. Beyaz, ölümün rengi diye bilinirdi, Tahran’a yayılan beyaz “şal”, özgürlüğün ve baş eğmezliğin göstergesi oluyordu. Bu, kurşuna, bombaya karşı tam bir meydan okumaydı. Yürüyüşe bir milyon kişi katıl mıştı. Ve yürüyüş kolektif bir feda eylemiydi. Aşure günündeki yürüyüş ise daha muazzam bir gösteri oldu. Dünyada yapılan en büyük kitlesel eylem olarak tarihe geçti. Göstericilerin büyük kısmı yine kefenler giymişti. Katı lımcıların sayısı 2 milyondu. Bütün Tahran ayaktaydı. Kefenliler yürüyüşü epik gösteriydi. Aynı zamanda yıkıcı bir ritüeldi. Bu yürüyüşlere monarşi karşıtı her siyasi grup ve kişi ka tılmıştı. İslamcıların yanında, sosyalist Halkın Fedaileri, İs lamcı sosyalist Halkın Mücahitleri de gösteride aktif ve kitle sel olarak yer almışlardı. Ali ve Muhammed Halkın Fedaileri’nin üyesiydi. Sloganlan ve pankartlan farklı olsa da onlar da Kefenliler Yürüyüşü içindeydiler.
Gücün Reddi
4
Tasua ve Aşure günlerindeki dev gösteriler ve damlarda süren itaatsizlik eylemleri, kan ve korkunun üzerine kurul muş monarşiyi enkaza dönüştürüyordu. Şubat 1979’da “beklenen gün” geldi. İran artık özgürlü ğün adıydı. 20. yüzyılın en büyük ve en son devrimlerinden biri gerçekleşiyordu. Ama her devrim, imkânsıza meydan okumadıkça rahminde karşı devrimi taşırdı. Öyle de oldu, karşı devrim yine sokaktan geldi. Daha altı ay geçmeden Ali ve Muhammed, Şahlık döne minin işkencehanesi olarak nam salmış Evin Hapishanesi’ne atıldılar. Dünkü SAVAK’m rolünü şimdi SAVAMA2 üstlenmiş ti. Özgür İran, İslamcı radikaller tarafından koca bir hapisha neye, “konsantrasyon” kampına dönüştürülüyordu. Kendileri 126
dışında hiçbir muhalif gücün yaşama hakkı artık yoktu. Neda met getirmeleri istendi. Ama onlar ideallerinden en ufak taviz vermediler. Kurşuna dizilirken gözlerinin bağlanmasını reddettiler. Devrim günlerinde omuz omuza yürüdükleri, şimdi cellatları olarak karşılarına çıkmıştı. Namlular kendilerine doğrultulduğunda Ali ve Muham med “Yaşasın devrim, Yaşasın sosyalizm” sloganlannı atmaya başladı. Sloganlar otomatik tüfeklerin ölümcül sesleriyle su sacaktı. Ali ve Muhammed’in kanlı gövdeleri, Iran Devrimi’nin, trajedisini simgeliyordu. 2) SAVAK şahlık rejiminin gizli servisiydi, işkence ve zulmüyle dün ya çapında “nam” salmıştı. Evin Cezaevi adı da korkuyla anılan bir zu lüm merkeziydi. İslam devleti kurulduktan sonra gizli teşkilatının adı SAVAMA oldu. SAVAMA en az SAVAK kadar zulmüyle tanındı. Evin Cezaevi de yine işkencehane olarak kullanıldı.
Volkan Yaraşır
infazdan sonra cellatlar hep bir ağızdan tekbir getirmeye başladılar. “Allahuekber”, “Allahuekber”. “Devrim” artık kendi çocuklarına kefen giydiriyordu.
127
GÜNEŞ GÖZLÜ BlR KARTAL REMZİ BASALAK
12 Eylül’ün zihinlere kazman sahnelerinden biri de gaze telerin baş sayfalarında ya da TRT’nin haber bültenlerinde sa çı sakalı birbirine karışmış, hırpani görünümlü kişilerin gösterilmesiydi. Fotoğrafı çekilen ya da kameraların üzerinde dolaştığı bu insanların önlerinde her zaman bir masa bulunurdu. Masanın değişmez aksesuvarları hüviyet cüzdanları, tabancalar, oto matik tüfekler, kitaplar, dergiler, mermiler, el bombaları, tek sir makineleri, bir miktar para, afişler ve pankartlar olurdu. Televizyon kamerası silahların ve bombaların üzerinde gezdi rilir, sonra bitkinlikleri her hallerinden belli ve başları genel likle öne eğik kızlı erkekli sıralanmış gruptakiler yakın çeki me alınırdı. Bu arada spiker İstanbul’da ya da herhangi bir vilayetle güvenlik güçlerinin yaptığı operasyon sonucu, terörist bir ör gütün çökertildiğini, çok sayıda militanın silah ve doküman larla yakalandığını haber verirdi. 12 Eylül’cüler bir güç gösterisi yapıyordu. Devlete kala tutanların sonlan böyle olur mesajını veriyorlardı.
125
Gücün Reddi
Bundan daha da önemlisi, aylarca hücrelerde gözaltında tutulan, bu süre boyunca fiziksel, ruhsal ve duygusal sistema tik işkenceye maruz bırakılan, en tabii insani ihtiyaçları kar şılanmayan devrimciler ekranda bilinçli olarak sergilenip, bir imaj malzemesi olarak kullanılmaktaydı. Yaratılan imaj, son derece iyi düşünülmüş nesneleştirme operasyonunun parça sıydı. Artık diktatörlük bütün kötülüklerin müsebbibine dö nüştürdüğü devrimcileri kolayca tasfiye edebilirdi. Çıplak zor, ideolojik zorla pekiştiriliyordu. Umut ve özgürlük özlemleri onu kendi kimliğinde yaşa tanların bertaraf edilmesiyle engellenebilirdi. Halkın bir dönem “bizim çocuklar” dediği devrimcilerin kriminalleştirilerek düşman haline dönüştürülmesi bir zaru retti. Ve düşman hızla üretildi. Düşman, teröristti. Yani insan ların can ve mal güvenliğini tehdit eden, bombalayan, vuran, toplum dışı, hastalıklı kimseler... Bu imgenin içselleştirilmesiyle dünkü “bizim çocuklar” tanımı yerini hızla teröriste bırakabilirdi. Bu aşamadan sonra kafalarda yer etmiş imgeyi ortadan kaldırmak kolaylaşıyordu. O artık bir canlı değildi. Yaşamıyordu. Yüz yüze gelinmi yordu. Toplumun sağlığı için bu patolojiden kurtulmaktan başka normal ne olabilirdi!... 12 Eylül “bu misyonu yüklendiğini” iddia etti. Ve bu id diası yıllarca onay gördü. Yıllarca “anarşist” ve “terörist” im gesi canlı tutuldu. Diktatörlük meşruluğunu bunun üzerin den inşa ediyordu. Televizyonlar ve gazeteler zihinleri ablu
<â
Volkan Yaraşır
kaya almanın aracı olarak korkuyu ve tedirginliği sürekli te tikliyordu. Özellikle, yakalanan “teröristleri” gösteren haber ve fo toğraflar uzun yıllar kullanılan bir dezenformasyon malzeme si oldu. Ara sıra bu görüntülerde farklı sahnelere de rastlanıyor du. Zafer işareti yapanlar, sol yumruklarını havaya kaldıran lar, duruşlarıyla kafa tuttukları ve boyun eğmediklerini göste renler... 1992 yılında yaşanan, televizyon ve gazetelere de yansı yan bir olay bir dönemin, kapanışını, en azından 12 Eylülün uzun yıllar kullandığı bir silahın geri teptiğini gösterdi. Öyle bir tavır sergilendi ki, bir hareketle profesyonelce düşünülmüş, yıllarca önemli işlevler görmüş, konsantre bir karşı devrim taktiği iflas ediyordu. Günlerden 23 Ekim’di. Adana’nın en işlek yerlerinden biri olan Abidinpaşa Caddesi’nde bulunan tekel binasına bir biri ardına, otuz yaşlan civarında üç genç girer. Kasanın bulunduğu salona doğru yaklaşıldığında biri ha riç, diğer ikisi yüzlerini bir maskeyle gizler. Yüzünü kapatma yan genç, kapının önünde sakince durur. Gözleriyle her tara fı taramaya başlar. Tetiktedir ve müdahaleye her an hazırdır. Diğer ikisi hızla silahlannı çekerek içeri girer. Salon gür bir sesle yankılanır. “Bu bir kamulaştırma eylemidir. Kimse yerinden kıpırda masın, kimseye zarar gelmeyecektir.” Salonda tam bir şaşkınlık yaşanmaktadır.
Gücün Reddi
Bazıları istem dışı ellerini havaya kaldırırken, bazıları oturduğu yerde kalakalmıştır. Gençlerden biri doğruca vezneye yönelir. Diğeri içeride kileri sakinleştirmeye çalışır ve herkesin yere yatmasını ister. Salondakiler itiraz etmeden, elleri açık bir vaziyette yüzü ko yun yere yatmaya başlar. Kontrol bütünüyle sağlanmıştır. Veznedarı hızla etkisiz hale getiren orta boylu genç, on dan kasayı açmasını ve paraları uzattığı çantaya koymasını is ter. ilk önce ne yapacağını bilemeyen veznedar, bir ara karşısındakiyle göz göze gelir. Gözler onu delip geçmektedir. Ama yine de bakışlarında bir sıcaklık vardır. Ve kendisinden iste nileni hemen yerine getirir. Birkaç dakika içinde soygun tamamlanmıştır. “Centilmenlikleri” her hallerinden belli olan eylemciler yerdekilere seslenir: “Sakin ve sessiz olun. Lütfen beş dakika daha böyle ka lın.” Yerde yatanlar, bir kapının yavaşça kapandığını duyar, ama yine de hiç kimse uzandığı yerden kalkmaz. Salonda yal nızca ara sıra öksürme ve soluk alıp vermelerin sesi duyul maktadır. İki eylemci kapıyı kapattıktan sonra yüzlerindeki maske yi çıkarıp, silahlarını bellerine koyarlar. Arkadaşlarının geldi ğini gören kapıdaki ise onlardan önce bina dışına çıkıp gü venliklerini alır. Bu sırada bir görevli durumu fark eder. Heyecanla zırhlı aracın telsizine yönelir. Dışardaki eylemci silahım çekip koşar
Volkan Yaraşır
adımlarla yanına yaklaşır ve durmasını ister. Adam ilk anda ne yapacağını bilemez vaziyette öylece donup kalır. ihtilalci komünistler, zorunlu olmadıkça sıradan görevli lere ya da masum insanlara zarar vermeme ilkesiyle hareket etmektedir. Kendine ateş edilmemesinden yararlanan görevli, yaşadığı şokun da etkisiyle caddeye doğru koşup bağırmaya başlar: “Soygun var, soygun var.” Ortalık birden karışır, dış güvenlikten sorumlu eylemci havaya bir el ateş ederek kontrolü sağlamak ister. O sırada caddeye doğru koşan görevli birden yolun ortasına yığılır. Oysa vurulmamıştır. Korkusundan baygınlık geçirmekte dir. Silah sesi ve verilen alarm, zaten hareketli olan Abidinpaşa Caddesi’ne polis ekiplerinin yönelmesine yol açar. Üç ey lemci ellerinde silahlarıyla etraflarını kontrol ederek, koşar adım bölgeden çıkmaya çalışırlar. Önlerindeki ilk köşeyi döndüklerinde, motorlu bir trafik polisiyle burun buruna gelirler. Polis, telsizden soygunun ha berini almıştır. Kendine doğru koşanlan görünce silahını çe kip ateş etmeye başlar, eylemciler de karşılık verir. Silahlı ça tışma başlamıştır. Bu arada eylemciler daha kolay kaçabile cekleri düşüncesiyle birbirlerinden ayrılma kararı verirler. Her biri ayn yöne doğru koşmaya başlar. Dış güvenliği alan eylemci, birkaç sokak ileride polisin pususuna düşer ve yakalanır. Diğer eylemcilerin iki ayrı yön deki kaçışları sürmektedir. Adana polisi alarma geçmiştir. Tüm kritik noktalar tutulmuştur.
Gücün Reddi
Motorlu polis, Şaban Budak’ı izlemeye başlar. Şaban, so kak sokak çatışarak geri çekilmektedir. Açtığı ateş sonucu po lis vurularak, motordan düşer. Kendisi de yaralanmıştır, ama yaranın sıcaklığından dolayı farkında değildir. Şaban koşma ya devam etmektedir. O an karşısına bir polis ekibi çıkar. Çatışma yeniden baş lar. Geri dönerek ara sokakların içine girer. Bu sefer arkasın da otomatik silahlı beş altı polis vardır. Teslim ol çağrılarına, Şaban silahını ateşleyerek cevap ve rir. Elinde tek bir tabanca vardır, yedek mermileri de tüken mek üzeredir. Şans Şaban’m yanında değildir, izini kaybettirmek için girdiği sokak, ne yazık ki çıkmaz bir sokaktır. Yapacağı pek 124
fazla bir şey yoktur. Bir binaya girer. Binayı kendi siperine dönüştürür. Bina sarılmıştır. Dışandan binaya yoğun mermi atışları başlar, Şaban mermilerini çabuk bitirmemek için teti ğe tek tek basmaktadır. Dakikalar süren otomatik tüfek sesle rinden sonra, içeriden karşılık verilmez. Saatler sonra polis binaya büyük bir tedirginlikle girer. Şaban Budak ölmüştür. Vücudu delik deşiktir. Sadece bir eylemci kalmıştır. Onun güzergâhı vilayet ko nağına doğrudur. Bir ara yönünü değiştirmeyi düşünürse de daha sonra vazgeçer. Çevik kuvvet şube müdürlüğünün de bulunduğu bu yönün, polisi yanıltma olasılığı yüksektir, ama bir o kadar da rizikosu fazladır. Remzi, vilayete doğru sakince yürümeye devam eder. Vi layet binasına yaklaştığında polisin yayaları çevirdiğini ve ara-
4
Volkan Yaraşır
ma yaptığını görür. Hızla geri döner ve biriyle çarpışır. Çarp manın şiddetiyle ikisi de yere düşer. Remzi’nin elindeki çan ta da yere fırlamış, içindeki silahı ortaya çıkmıştır. Kötü tesa düf bu ya, çarpıştığı kişi de bir trafik polisidir. Remzi silahını almak için hamle yaptığında, trafik polisi üzerine atlar ve ara larında boğuşma başlar. Civardaki polislerin yetişmesi uzun sürmez, Remzi başından birkaç darbe alır, hafif yaralı olarak yakalanır ve emniyet müdürlüğüne götürülür. Remzi’nin üs tünden Metin Öztürk adlı bir sahte kimlik çıkar. Siyasi polis le eski tanışıklığı vardır. Sahte kimlik üzerinde fazla durul maz. Operasyonun “başarısı” polisi zafer sarhoşu yapmıştır. Yakalananları hemen basının önüne çıkarıp teşhir etmek ve “zaferlerini” taçlandırmak isterler. Lâkin ele geçen güneş gözlü bir kartaldır. Bakışları yakı cıdır. Yaralı olarak yakalansa da kartalları tutsak etmek müm kün değildir. Remzi Basalak ve ilk yakalanan eylemci elleri arkadan ke lepçelenerek basının önüne çıkarılır. Önlerinde bir masa, masanın üzerinde tabancalar, şarjör ler ve soygundan elde edilen tomarla para vardır. Remzi’nin giydiği gömleğin önü parçalanmıştır, beyaz atle ti gözükmektedir. Atletin ve gömleğin sol tarafında kan izleri vardır. Remzi işkence sonucu zar zor kıpırdatabildiği kolların dan birini öbür koluna destek yaparak sağ eliyle zafer işareti yapmaya başlar.
Gücün Reddi
Polislere dönerek haykırır: “Kimseden korkmuyoruz” Bütün kasları gerilmiştir. Hiç beklenmedik bir gelişme olur. Remzi gerilerek teşhir masasına tekmeyi yapıştırır. Masa devrilmiş, silahlar, şarjörler, paralar yere saçılmış tır. Arkasından slogan sesleri gelir. Gazeteciler, polisler, polis şefleri şaşkındır. Şaşkınlıklarını çabuk atlatan polisler, Remzı’mn üzerine çullanırlar, bazıları yumruk, tekme atarken bazıları kelepçeli kollarım tutup onu zapt etmeye çalışır. Remzi’yi kontrol edebilmek mümkün değildir. 126
Bir kartalın kafese kapatılabilmesinin mümkün olmadığı gibi... Ağzı kapatılmaya çalışılsa da slogan atmayı sürdürür. Her şey gazetecilerin önünde olmakta her şey fotoğraflanmaktadır. Polis öfkelidir. Onlarcası Remzi’yi zorla, yaka paça teşhir salonundan dı şarı çıkarır. Polis dört gün sonra basına şu açıklamayı yapar: “Remzi Basalak gözaltında fenalaşarak, beyin kanaması geçirip öl müştür.” Oysa cesedi yaşadığı vahşeti bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Dili kopartılmış, alm ezilmiş, kamında büyük bir yara açılmıştır. Remzi Basalak “Adressiz Sorgular”m geçmişteki kahra-
<ğ
Volkan Yaraşır
inanlarından biridir, bu şiarı tereddütsüz sürdürmüştür. İş kenceyi ve ölümü cesaretle karşılamıştır. Remzi tek bir hareketiyle on iki yıl boyunca sık aralıklar la tekrar edilen bir oyunu bozmuş, itinayla kurgulanmış kar şı devrimci bir taktiği iflas ettirmiştir. O sadece bir masayı tekme atarak devirmemiştir. O tekme bir dönemin kapanışının ve onurun ayağa kal kışının simgesidir. Remzi bugüne kadar akla getirilmemiş, getirilse de cesa ret edilememişi yaparak, itaat etmemenin, nza göstermeme nin görkemini ortaya çıkarmıştır. Bir asinin yıkıcı gücünün dizginlenemeyeceğini, ruhun asla ıslah olamayacağını ispatla mıştır. O, 12 Eylül’ün devrimcileri aşağılamak için kullandığı bir taktiği, paramparça etmiştir. Ona duyulan öfke ve hınç bundan dolayıdır. Remzi Basalak bir direniş sanatları ustasıdır. O bir kartaldır ve doruklara doğru kanat çırpışı hâlâ sür mektedir. Güneş gözleriyle içimizi ışıtmakta ve yolumuzu aydınlat maktadır.
TÜFEK, ÇAPA VE ÇARŞAF
Asker, nöbet yerinden çıkarak, tel örgüyle kapatılmış yo lun sol tarafındaki yayalara aynlan bölüme geçti. Karşısında son derece bakımlı bir kadın vardı. Heyecanlı bir ses tonuy la, “Kimliğinizi görebilir miyim?” dedi. Kadın gözlüğünü eli ne alarak ve simsiyah gözlerini askerin gözlerine dikerek, çantasını yavaşça açtı ve kimliğini çıkartıp, ona uzattı.
S Asker önce kimlikteki resme, daha sonra da kadının yü züne baktı. “Teşekkür ederim, geçebilirsiniz” Kadın da “Teşekkür ederim” diyerek kimliği çantasına koydu. Kaldırımdan yürümeye devam etti. Asker, kadını arkasından köşeyi dönene kadar izledi. Vü cut hatlarını aç gözlerle süzüyordu. Bakışları saçlarından, sır tına, kalçalarına, mini eteğinin çıplak bıraktığı uzun bacakla rına indi. Kadın “izlendiğinin” farkındaydı. Sokağa çıktığından be ri utanç duyuyor, kendini çırılçıplak hissediyordu. Ağlama mak için de direniyordu. Ama kendini tutmalıydı. Ve tutu yordu. Taş bina yapının merdivenlerinden yavaş yavaş çıkmaya
139
Gücün Reddi
4
başladı. Üçüncü kattaki dairenin önünde durdu. Kapının zi lini iki sefer uzun uzun çaldı. Bir süre bekleyip yeniden zili aynı şekilde çaldı. İçerden bir erkek sesi geldi: “Kim o?” Kadın: “ Benim, Gelma.” Genç bir adam kapıyı açtı. Üstünde tişört ve altında safa ri bir şort vardı. “Merhaba,” dedi. Gelma da karşılık verdi. Bu eve daha önce de geldiği her halinden belliydi. Salo na geçti. Korsesinin içine zulaladığı zarfı masanın üzerine bı raktı. “Hemen çıkmam gerekiyor.” Adam bir dakika dedi, içerideki odaya girdi. Bir müddet sonra dışarı çıktı. Elinde iki tane el bombasıyla salona geri 140
döndü. Gelma el bombalarını alıp çantasının içine koydu. Her hangi bir üst aramasında kolayca alıp, pimini çekebilecek şe kilde yerleştirdi. Dairede bir süre daha oyalandı. Adamla hiç konuşmadılar. Dışarı çıkarken “Haftaya bugün aynı saatte, Allahaısmar ladık,” dedi. Hızla merdivenlerden indi. Evin önünde biraz durarak, etrafı kontrol ederken gözlüğünü taktı ve geldiği yöne doğru yavaş ve oldukça alımlı bir biçimde yürümeye başladı. Kasbah’tan1 çıkarken, aynı güzergâhı kullandı. Nöbetçi 1) Cezayir’de Fransız sömürgeciler yerli halktan ayrı, güvenlik tertiba tı alınmış semtlerde oturuyorlardı. Kasbah da bunlardan biriydi. Gün delik hayat ve yaşam tarzlan yerli halktan apayrıydı. Semt, sömürge cileri simgeliyordu.
Volkan Yaraşır
kulübesindeki asker de değişmemişti. Asker kendisini görün ce dışarı çıktı. Yanından geçerken askere başıyla selam verdi. Biraz ilerde yerel kıyafetler içinde kadın, erkek ve çocuklar dan oluşmuş bir grup duvara dizilmiş bir vaziyette bekliyor du. Üst araması ve kimlik kontrolünden geçiriliyorlardı. Semtten çıktıktan sonra kendini mengeneden kurtulmuş gibi hissetti. Ara sokaklardan aşağı inmeye başladı. Karşılaştı ğı erkek ve kadınların kendini hakir gören, aşağılayan bakış ları altında eziliyordu. Böyle durumlarda en büyük korunağı gözlükleriydi. Her seferinde gözleri doluyor, hicap içinde ne yapacağını bilemiyordu. Haykırmak istiyor, yine de kendini tutuyordu. Uzun bir yürüyüşten sonra evine geldi. Evlerinin önünde oturan ya da camdan bakan komşularının bakışları alçaltıcıydı. Canı acıyor, kendini kirlenmiş gibi hissediyordu, ama kat lanmaktan başka çaresi yoktu. Kapıyı çaldı. İçeriden bir kadın sesi “Kim o?” dedi. “Fatma.” Kapıyı açan annesiydi. Annesinin boynuna hıçkırıklarla sarıldı. Yaşlı kadın kızını anlayamıyordu, giyiminden ara sıra kaybolup yeniden ortaya çıkmasından rahatsız oluyordu, ama onun hakkında kötü de düşünmek istemiyordu. Ne ya pacağını da bilemiyordu. Kocası öldükten sonra bir kızı ve bir oğluyla baş başa kal mıştı. Oğlu yurtdışındaydı. Onun yolladığı parayla ve kızının çalışmasıyla zar zor evi geçindiriyordu. Ama son zamanlarda
Gücün Reddi
kızına bir hal olmuştu. Geçen yıla kadar sokağa çarşafsız çık mayan kızı ne olduysa bir gün açık giyinmeye, süslenmeye başlamıştı. Bütün mahallenin ağzmdaydı. Ama o susuyordu. Konuşkan, içi içine sığmayan Fatma gitmiş, yerine sert, fazla konuşmayan, odasından çıkmayan bir kız gelmişti. Fatma’nın değişmeyen tek şeyi sımsıcak sarılmasıydı. Bazen eve bir şey le getiriyor, daha sonra onlan geri götürüyordu. Odasında sa atlerce kitap okuyor, bir şeylerin notlarını alıyordu. Her şeyi görüyordu, ama kızı üzülecek diye ses çıkarmıyordu. Onun kara gözlerinin içine bakıyor, güzelliğinden gurur duyuyor, kendi gençliği gözünün önüne geliyordu. Kızının tek avutu cu sözü: “Bana güven anne, ben senin yüzünü kara çıkarmam”dı. Fatma aynı gün hava karardıktan sonra, getirdiği el bom balarını, boynuna taktığı kese şeklindeki küçük çantanın içi ne koydu. Ayaklarına kadar uzanan kara çarşafı giydi. Evden çıkarken annesine “Beni me.ak etme, birazdan döneceğim,” dedi. Annesi şaşkındı. Kızı şimdi, sanki birkaç saat önce eve giren, mini etekli makyajlı, saçı başı açık kız değildi! Fatma karanlık sokakların kaldırımlarından gölge gibi sessiz, hızla geçti. Hiç korkmuyor ve çekinmiyordu. Karşılaş tığı insanlar ona dönüp bakmıyorlardı bile.. Çarşafın altında kendini güvende hissediyordu. O “alelade” Cezayirli bir ka dındı. iki katlı ahşap bir evin önünde durdu. Kapıya arka arka ya üç kere vurdu. Biraz sonra üç kere daha vurdu. Kapı genç bir kadın tarafından açıldı. Kadın “hoş geldin,”
Volkan Yaraşır
diyerek içeriye aldı. Fatma kapının eşiğinde boynuna astığı çantayı çıkarıp genç kadına teslim etti. “Dikkatli ol,” diye uyardı. Birbirlerine sanlarak vedalaştılar. Fatma geldiği yoldan evine geri döndü. Gece yarısına kadar uyumadı. Ta ki uzaktan ardı ardına gelen iki patlama sesine kadar. Cezayir Şehri Savaşı artık başlamıştı. Cezayir’de Fransa’nın egemenliği 130 yıl sürdü. 130 yıl direnişle geçti. Tüfek ve Çapa halk savaşının simgelerine dö nüştü. 1957’de gerçekleşen Cezayir Şehri Savaşı, şehir geril lasının ilk örneği olarak kabul edilmektedir. Bu süreç, kadı nın toplumsal rolünde köklü değişikliklere yol açmıştır. Fransızların Cezayirli kadınların çarşaf giymesine karşı baş lattığı şiddete, sömürge insanı çarşafı bayraklaştırarak cevap verir. Çarşaf direnişin sembolü olur. Kadın çarşafı çıkardığı an bir gerilladır; irtibat sağlayan bir militandır. Sömürgecinin bu gelişmeye karşı önlem almasıyla çarşaf yeniden giyilir, çarşaf taşman silahın, bildirinin saklanmasına yarayan araca dönü şür.
Bu kitapta "sıradan" insanların hikâyeleri anlatılmaktadır. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir, Mustafa Özenç, Erdal Eren, Remzi Basalak, Castro, Mao, Carlos, Durriti, Ulrike Meinhof, Malcolm X, Vera Zasulich... Onlar muazzam bir güce kafa tutan, kural tanımayan, kuralsızlığın manifestosunu yazanlardır. Onlar gökkuşağını yeryüzüne indiren, sessizliği alıp götüren, umudu ateşleyenlerdir. Onlar bir rüzgârdır, özgürlüğün rüzgârı... Kitapta anlatılanlar asilerin, başeğmeyenlerin ve mümkün olmayanı mümkün kılanların hikâyeleridir. Herşey insana, aşka, özleme ve tutkuya aittir. Herşey insancadır. U
N
U
T
U
L
M
U
IT1EPHİS'
Ş
T
A
R
İ
H
L
E
R