Bacaksız Sigara Kaçakçısı
Ç ın a r Yayınları R ıfa t İlg a z / B ü tiin Eserleri / Ç o c u k R o m a n ı Bucaksız Sıkanı Kayıkçısı 16. Baskı: İstanbul, K asım 2007 K a p a k Resm i: Al tan S a ra ç o ğ u lla n R esim leyen: T urgu t K eskin Baskı: Y e n ig ü v e n M a tb a a c ılık ve M ıic e llit Ltd.Şti. D a v u tp a ş a C a d . G ü v e n S anayi Sitesi C Blok No: 208 T o p k ap ı / İstanbul Tel: (0212) 567 69 20 ISBN : 978-975-348-005-5 © Ç ın a r Y ayınları
1998
T ü m y a y ın ha k la rı saklıdır. T anıtım a m a c ıy la k a y n a k gösterilerek y a p ıla c a k kısa a lın tıla r d ış ın d a y a y ın c ın ın yazılı izn i o lm a k s ız ın h iç b ir y o lla ç o ğ a ltıla m a z . Ç ın a r Y ayınları R ıfat İlgaz K ü ltü r M e rk ezi Ç a talçe şm e Sok. No: 5 0 /4 C a ğ a lo ğ lu / İstan b ul Tel: 0212 528 71 40 Faks: 0212 528 71 43 vvvvw .cinaryayincilik.com .tr w w w .rifa tilg a z .n e t w w w .h a b a b a m s in ifi.c o m .tr w w w .m a rk o p a s a .o rg d n a r(«’ci nar vavi n c ilik .c o m .tr
fi Ü 1 ii N
E S E II L E R
Bacaksız Sigara Kaçakçısı ÇOCUH
ROMANI
İmar
b ir in c i b o l u m
Fesleğen Sokağının öb ü r sokaklardan bir üstünlüğü var. O da bilm em hangi paşanın so kak başında yaptırdığı çeşme. A rad an yıllar geç miş, çeşmenin ne taşları kalmış üstünde, ne ön ü n d e yalağı... Suyunu dam la dam la sızdıran bir musluğu kalmış. O n u da hurdacılar söküp götürünce, sular boşuna akmasın diye, hayır sa hibinin biri gelmiş, bu deliğe bir çomağı çakıvermiş. Kuru bir çeşme kalmış, yol kıyısında yıllar ca. G e l zaman git zam an, bir seçim öncesi, so kağa arnavut kaldırımı döşeyen Belediye, yıllar-
dan sonra bu çomağı çıkarıp yerine ucuz bir musluk takmış. Çeşmeye su getirip, tıkanık b o ruları yenilemeyi de unutm am ış. Eh üstüne de, giden taşların yerine sağlamca bir beton d ö k ü n ce işte bu çeşmecik, yeniden çıkıvermiş ortaya. Yalaksız çeşme olur mu, diyeceksiniz. N e den olmasın! Yalak, atları sulamak için gerekli değil miydi bir zam anlar? A t nerde şimdi, bey gir nerde? Sütçüler bile beygirle dolaşmıyorlar artık. Büyük kentlerde, taş arabalarına iş kalsay dı bizim Bacaksız’ın babası, bu Külüstürle Fes leğen S o k a ğ fn a nasıl girerdi? Nasıl yerleşir ka lırdı, karısı, oğluyla? O tom o bille kam yonun sırt sırta girdiği b ü yük kentlerde at mı barınır, at arabası mı kalır dı? Eğer Fesleğen Sokağı’nın kaldırımlarında Bacaksız, Karadeniz kıyılarından gelip oynayabiliyorsa, buralarda çeşme yalağına gerek kalm adığındandır. Külüstür de bu çeşmede yıka nır, temizlenir, ama yalağa gene de gerek yok tur. Musluğa takılan onbeş yirmi metrelik hor tum, her işi çözmeye yeterlidir. «G ülteeen! Su mu taşıyorsun an nene?» Bacaksız görüyor ki G ülte n su taşıyor eve. B unun sorusu mu olur? D oğru, ay aydın, olan
biten ortada. Bacaksız soruyorsa, bir nedeni o l malı. G ü lte n ’le arkadaşlık edecek, dostluğu pe kiştirecektir. Geçen gün kam yonun altında sak lı yatarken, G ü lt e n ’in kendisi için söylediklerini unutmamıştır, unutmayacaktır da. Azar azar, duvar örer gibi gelişen dostluklar, öyle kolay k o lay yıkılıp gitmez ki. G ülte n gülerek yanıtladı Bacaksız’ın soru sunu: «G örüyorsun su taşıyorum işte!» «Ü stün, başın su içinde kalmış!» « A n n e m çamaşır yıkıyor da...» «B ir kova da bana ver, ben de taşıyayım!» «Başka kovamız yok ki...» «B abam ın bidonuyla taşısam?..» «O luuur... A m a benzin kokmaz mı baba nın b id on u?» «Kokaaar. Taşıdığım suyu siz içecek değil siniz ki.» «Öyle ama, annem ister mi, bilmem ki?» Bacaksız, öyle aklına gelen bir şeyin arkası nı bırakacaklardan değildi.
Koşa koşa tuttu
evin yolunu. Babasının uzun bir hortumu vardı, uzak yola çıkarken alırdı kamyona. Dolaptaydı bu lastik boru. Babası hortum derdi ona. Oysa hortum deyince, filin hortum u akla gelirdi.
Bacaksız koşa koşa eve gitti. Sokak kapısı aralıktı, yavaşça girdi içeri. Annesi arka pence rede kilim silkiyordu, gürültüden Bacaksız’ın duym adı geldiğini. Bacaksız yavaşça açtı dolabı. Lastik b orun un kangalını koluna takıp çıktı so kağa. G ü lte n gelmeden önce musluğa takıp bek ledi. H o rtu m u n öb ür ucunu uzattı da uzattı. Taa G ü lte n ’lerin kapısına kadar. Bir iki metre daha olsa, kapıdan içeri de girebilirdi. G ülte n , evin kapısında dikilmiş, Bacaksıza bakıyordu. «N e yapıyorsun?» diye sordu, hiçbir şey a n lamadan. «N e mi yapıyorum ?» dedi Bacaksız b ö b ü r lenerek, «H e le şu kovayı getir de şuraya koy b a kalım !»
G ülte n kovasını ho rtu m u n ucuna yerleşti rirken Bacaksız, çeşmeye koşmuş, musluğu aç mıştı. «Nasıl?» diye seslendi, «su geliyor m u ? » «G e lm iy or!» dedi G ülten. «H ele biraz bekle! Geliyor mu şim di?» G ülte n ellerini çırpıyordu: «Geliyor, hem de öyle çok geliyor ki!» «D oluyor m u kova?» «Doluyor. Ş im diden yarı oldu !» «D o lu n c a söyle de kapatayım !» Bir süre bekledi G ülte n . Tam ağzına kadar dolunca, «Kes Bahri’ciğim !» dedi. « D o ld u !» Bahri’cik kesmişti suyu, am a daha uzun sü re sular akmıştı borudan. Su kesilince kovasını
kaptığı gibi koştu Gülten. Annesi onu kapıda karşılamıştı. Şaşkın şaş kın, «N e çabuk doldurdun kovayı?» dedi. « N a sıl oldu bu, anlayam adım !» «Bacaksız...» dedi G ülten. «Şey Bahri diye cektim... Bahri var ya. M usluğa uzuuun bir b o ru taktı. Benim için taktı. Bizim için. Sen kolay çamaşır yıkayasın diye.» « A m a n ne iyi çocukmuş bu Bahri!» Annesi çıkmış kapının dışına, bakıyordu. G ülte n , boş kovasını b orunun ucuna yerleş tirmiş bekliyordu. «H aydi aç!» dedi. M usluk açılmış, hortum dan şarıl şarıl akan sular, hemencecik kovayı dolduruvermişti. G ü lte n ’in annesi sevinçten kendini tu ta m a dı: « A m a n ne güzel!» dedi. « A m a n ne akıllı çocuk bu Bahri! Hele dur, ben içerden kazanla tenekeleri getireyim!» G ü lte n ’in annesi, kapısının ö n ü n e teneke lerle kazanı çıkardığı sırada, çeşmenin önünde, komşuların kovaları, bidonları, tenekeleri, g ü ğümleri birikiyordu. Şimdi ne olacaktı? Ö nce G ü lt e n ’in annesi
10
nin
kapları
mı
dolmalıydı,
yoksa
çeşmenin
önündekiler mi? Z o r d u bu işin içinden çıkmak. Gülşen H a n ım , tenekelerden birini kaptığı gibi çeşme başına koştu. « K o m ş u la r!» dedi. «Bakın, ben de sıraya giriyorum. İşte tenekem! Sıra bana gelince, ben tenekeyi koymayacağım da, şu boruyu takaca ğım musluğa, o kadar!» Bacaksız, m usluktan lastik borusunu çekip çıkarmış, onların konuşmalarını dinliyordu. A h, ne zam an dolacaktı G ü lt e n ’in annesinin kapla rı! Tam bu sırada arka sokaklardan geçen ta bakçının sesini duymuştu. Satıcının elle ittiği arabasından gelen tabak şıngırtıları işitiliyordu. Araba ters yöne doğru gittiğinden, yavaş yavaş sesler uzaklaşıyordu. M usluktan çektiği hortu m un ucunu, G ü lte n ’in eline tutuşturduğu gibi, koştu. Ü ç sokak aşağıda yakalamıştı tabakçıyı. «Tabakçın!» diye seslendi arkasından. « N e reye gidiyorsun! B ütün teyzeler çeşmenin ö n ü n de toplandılar, seni bekliyorlar!» «Sahi m i?» dedi tabakçı. Şaşkın şaşkın b a karak. «N eden sahi olmasın! O n beş gün sonra bayram değil m i?»
Bir bayram sözü duymuştu ya, kaç gün son ra olacağım bile bilmiyordu. Bacaksız’ın aklının ermediği bir şey varsa o da büyüklerin sık sık sö zün ü ettiği bu bayramlardı. Bahar Bayramı, Z a fer Bayramı, Cumhuriyet Bayramı... Hele hele Çocuk Bayramına hiç aklı ermezdi. Çocuk Bay ram ının bir adı da 23 Nisandı. Bayram var diye ortalığı altüst ederler, gelgelelim Bacaksız’a bir sakızlı şeker bile vermezlerdi, al bunu çiğne de, sen de bayram yap diye. « D e m e k beni bekliyorlar, öyle m i?» diye üsteledi tabakçı. Çok sevinmişti bu işe. « H e m de sabahtan beri,» dedi Bacaksız. Tabakçı arabasının burnunu hemen o y a n a çevirdi. «Eğer hızlı bir alışveriş olursa, sana ben den, açılır kapanır bir bardak! A n n a d ın m ı?» dedi. «Y aşa tabakçı amca! Ben de senin için ta baklar, çanaklar diye bağırırım, bak gör!» « O ld u ! Sen bana kazandır, ben de altında kalm am , annadın mı?» Bu büyükler ne biçim konuşuyorlardı! Ba bası her sözünün sonunda, «ta m a m mı» derdi, bu tabakçı da «annadın mı? A n n a d ın m ı?» ‘D u r sen Tabakçı A m ca'dedi içinden. ‘Se
ninle dalga geçeyim de g ö r!’ «B ak Tabakçı Amca, anladın m ı? » dedi. «B e n açılır kapanır bardak istemiyorum, annadın mı. Sen bana bi tuzluk ver de, eğer bir gün yum urta yersem, annadın mı, işime yarasın!» «Sanki sen, açılır kapanır bardağı hak et miş gibi söylüyorsun, annadın mı. Hele bi satış başlasın, annadın mı. D a h a önce, bi bağır baka lım, tabakçiii, diye, annadın m ı?» « A n n a d ım Tabakçı A m ca. Bak, çeşme g ö ründü. Hele bi başla sen bağırmaya, annadın mı, arkadan da ben bağıracaaam !» «B ak bunu iyi düşündün, annadın m ı?» Sesini yükselterek bağırmaya başladı: «Tabaklar, çanaklar, Paşabahçenin! Kırıl maz bardaklar, naylon çanaklar, çiçek gibi melaminler, bakalit kutular! Çiçek! Çiçek! Haydi gi diyor tabakçiii!..» Arkasından da Bacaksız başlamıştı bağır maya: «H aydi tabakçiii! Ablalar, teyzeler, tabak çı geldi Fesleğen Sokağı’na! Çiçek bunlar, çi çek!.. Çiçek!..» Sıra şimdi de tabakçıdaydı: «M e lam inle r! bardaklar!
Kristaller!
Paşabahçenin
Kırılır, kırılmaz çiçekleri!
Çiçek
satıyorum, çiçek, çiçek!..» Bacaksız, çeşmeden yana dönm üş, sesleni yordu kadınlara: «Tabakçı geldi, tabakçiii!.. Bırakın b id o n la rı, kovaları, tenekeleri de tabakçının çiçekleri ne gelin! Tabaklar, çanaklar, tuzluklar, b uzluk lar, açılır kapanır bardaklar!.. Kutular, mutular!.. Haydi tabakçiii!.. Koşun arabamızı görün! A lm asanız da bir bakın! Seyrine para yok, abla lar teyzeler!.. Tabakçiii!..» Bacaksız, tabakçıya d ö n ü p sordu: «Nasıl?» dedi, «İyi bağırıyorum, verceeen diiil mi tuzluğu?» « D u r bakalım, siftah etmedik daha. Hele bi alışveriş kızışsın!» Tabakçının sesini duyan kadınlar, genç kız
lar, ellerindeki kabı kaçağı ayaklarının dipleri ne koyup, arabanın ö n ü n e koşuyorlardı. Kala kala bir S üm b ül Teyze kalmıştı çeşmenin başın da. Eğer elindeki güğüm musluğun altında duruverse, o da bırakıp çoktan katılacaktı kalabalı ğa* «Sen g ü ğüm ü bana bırak,» dedi Bacaksız. «M u s lu ğu n altında elimle tutarım ben!» Bir araba dolusu tabak çanak gelecekti de Kek Ö m e r ’in annesi S üm b ül Teyze çeşme başın da güğüm dolduracaktı, öyle m i? O da karışın ca kalabalığa, kimsecikler kalmamıştı çeşme b a şında. Bacaksız hemen G ü lt e n ’in elindeki hor tu m u kapıtığı gibi geçirdi musluğa. Borudan gi den suyla yarışırcasına koştu. Sular hortum un ö b ü r ucundan şarıl şarıl kaldırımlara akarken yetişti. Borunun ucunu kazanın içine sarkıtıver di. « G ü lte n !» diye seslendi, «gel de bekle ka zanı!» G ü lt e n ’i koydunsa bul. Hangi kızdan, k a dından aşağı kalırdı ki! Sokağa, bir araba d o lu su tabak çanak gelecekti de G ü lte n kazık gibi kabın, kaçağın başında dikilecekti, öyle mi? K a zanı,
tencereyi
çoktan
unutm uştu.
Tabakçı,
dört yanım iki üç kez çemberleyen kadınları
15
pek az görmüş gibi, kapılara pencerelere doğru sesleniyordu durm adan: «Haydi Paşabahçe’nin bu çiçekler! Kırıl maz bardaklar, melaminler, tabaklar, çanak lar!.. Haydi tabakçı geldi!.. Eskilerle de değişi yorum, parayla da satıyorum! Tabakçiii!..» Bacaksız, tabakçının başına birikenleri gör dükçe, dolm akta olan kazanı unutmuş, yavaş tan yavaştan arabaya doğru sokulmuştu. K a d ın lar, kızlar, evlere koşuyorlar, kocalarının, baba larının eski giysilerini, ayakkabılarını getiriyor lar, bunların değerlerini bilmediklerinden, yok pahasına tabaklarla, çanaklarla değiştiriyorlar dı. Alışveriş Bacaksız’ın u m d u ğ u n d a n da parlak gidiyordu. Bir ara kadınların eteklerinin arasın dan başını uzatarak; «Tabakçı Amca, nasılmış,» dedi. «D o ğru değil miymiş? Sakın tuzlukları satıp bitirme, b i rini de bana ayır!» Sanki Hidayet Teyze’ııin aklına getirmek için etmişti, bu tuzluk sözünü. «Tuzluk da var mı sende?» diye sordu ta bakçıya. «Var, olm az olur m u ? » dedi. «Tuzluk da satmadıktan kelli, annadın mı, neden dolaştırı Ver o elindeki ayakkabıyı, jyoruz bu arabayı? s j j T
16
annadın mı, sana şu iki tuzluğu birden vere yim !» «A n n e n güzel mi senin?» dedi Hidayet Teyze. « Y a n ın a şu iki tabağı da verirsen, eh bel ki...» «Peki, annadın mı, benim annem çirkin de, senin annen mi güzel, annadın mı? İki ta bak çok birini vereyim yeter. A l şu iki tuzluğu, şu kırılmaz tabağı da al. G üle gü le kullan, annadın m ı?» Bacaksız’ın içi gidiyordu, Hidayet Teyze olur, diyecek diye. « O lm a z !» dedi Hidayet Teyze. «İki tabak isterim ben!» «İki tabak çok, annadın mı. Karım duyarsa aptallığımı yüzüme vurur!» «D uy m az,» dedi Hidayet Teyze, gülerek. « B iz şu rd a burda konuşmayız, sıkıdır ağzımız b i zim !» «V e rd im gitti öyleyse!» Bacaksız kendini tutamamıştı: «N e yaptın!» diye çıkıştı tabakçıya. « N e den verdin be!» «C an ım , pişmiş aşa su katm a,» dedi tabak çı. «Sana da verecek bi şey buluruz elbet.» Bacaksız tuzluk derdine düşm üştü ama, kaB acaksız S ig ara Kaçakçısı
/ 2
17
zan çoktan dolm uş taşmış, şakır şakır sular akı yordu sokağa. K aldırım taşlarının arasından kıv rıla kıvrıla giden yılanlar gibi, bir iki koldan G ü lte n ’lere doğru uzanıyordu. K apının ön ü n d e yaya kaldırımı b ulunm ad ığı için kolayca eşikten içeri atlamıştı. Kazanın d u ru m u bir ara Bacaksız’ın aklından geçtiyse de geçen zam anın süre sini hesaplayamamıştı. D olm ası için daha çok zaman ister diye düşünm üştü. O n u n aklı hep sa tılan tuzluktaydı. Şimdi ne almalıydı on un yeri ne? «Tuzluğun yerine ne alayım? Y um u rtalık mı alayım, yoksa açılır kapanır bardak m ı?» Sanki yumurtayı bulm uş da içine oturtacak bir yumurtalığı eksikti! Oysa G ü lt e n ’lerin evini sular basmıştı. Annesinin yıkayacağı çamaşır lar, tozun, toprağın, çam urun içinde yüzüyordu. Sıra oturm a odasının kilimlerine gelmişti. B u n ları düşünen kim di? G ü lt e n ’in annesi bir kahve tepsisine yapışmıştı: «Kaç kuruş bu?» «Ne kuruşu H a n ım !» dedi tabakçı. «Sen onun üstündeki şu çiçeklere bak! Kuruşla olur mu bu! Ver bi eski hırka da, al! Y o k mu ev de?» Ne akıllı adam dı bu tabakçı! Nerden bili
yordu, evde eski bir hırka oldu ğu nu ? H em de G ülşen H anım , kendi eliyle örm üştü bu hırka yı, iki yıl önce. « D u r bakayım, olacak bir hırka...» İşin doğrusu aranırsa onun gözü şu çay takımındaydı. G ü lt e n ’in babasının eski bir ceketi vardı. Pek de eski sayılmazdı. Bu ceketi verse alabilir miydi? Hele son kez gidip gözden geçirseydi evdekileri. Evin yolunu tu ttuğunda ilk gözüne çarpan, kapının
ön ünd e k i
kazanın
taşması
olmuştu.
G özlerini açıp bir daha baktı. « N e ? » dedi. «K azan dolmuş, taşıyor! Vay,
vay, vay!» H em en kazandan hortumu çıkarıp, teneke lerden birine uzattı. A kıp giden suları izleyerek eve girdi. Girer girmez de. «A nneciğim ,» diye bağırdı. Ortalık batmıştı! Tenekenin ö n ü n e koydu ğu giysiler su içinde kalmıştı. Sokağın tozu top rağı, sularla içeri dolmuş, ortalık bir bataklık o l muştu. İş bununla da kalmamıştı. Arkası kesil mediğinden, sular şurda burda birike birike odaya da dolmaya başlamıştı. Ö nce kilimden başladı işe. Ne varsa vıcık vıcıktı, çekip çıkardı dışarı. G ülşen H a nım şaşkınlık içinde bohçaları sepetleri ordan oraya çekip sürüklüyor, suyun akışını durdurmayı hiç düşünm üyordu. Eve gi rerken hortum u tenekenin içine sallandırmıştı. Teneke kazan kadar geniş olm ad ığın dan he men d olup taşmıştı bile. Taşların üzerine şarıl şarıl akan sular hiçbir engel dinlem eden dere ler gibi akıyor, taaa Gülşen H a n ım ’ın yatak o d a sına kadar gidip odayı göl haline getiriyordu. Şaşkınlıktan, durm adan bağırıyordu: «N edir bu benim basıma gelenler! Kı/ Gülten, koş! Gel, topla oyuncaklarını!» G ülte n 'in oyuncakları, onun küçük yemek
20
tabakları, tasları, tencereleri, kayıklar gibi biri ken sularda yüzüyordu. Öyle şaşırmıştı ki Gülşen H a n ım , koşup suyu kesmeyi akıl edem e den, şunu bunu kaçırmakla evinin sular altr-ıida kalmasını önleyeceğini sanıyordu. «Kız G ülte n koooş! Ç ab uk k ıv*«z!» G ülte n hâlâ Bacaksızla-*'birlikte tabakçının başındaydı. Beyaz k - ^ u a y d ı aklı. K utun u n k ıp kırmızı bir k a’-Pağ* vardı. Buzdolabı içindi bu ku tu. İçine"’ oe^ ' de peynir gibi, yağ gibi şeyler koy; içindi. Oysa G ü lte n bu kutuya yağ koymayt rpeynir koymayı hiç düşünm üyordu. İçine, gejjuller gibi giydirdiği bebeğini yatırırdı, kırmızı kapağını da örterdi üzerine. Gelinbebek hava sız kalır mı, kalmaz mı, kim düşünecekti bunu. Bir ara, «Hişşşt Tabakçı
A m ca,»
dedi
Bacaksız.
« B ana vereceğini ver de gideyim ben, kazan dolmuştur.» «Ne kazanı?» dedi Tabakçı. «Senin kaza nından bana ne!» Öyle ya bu kadar alıcı vardı başında. B a caksızı kim d üşün ürdü ! «T opladım , getirdim de, bu kadar teyze yi...» diyecek oldu. « D u r canım kızma hemen,» dedi tabakçı.
21
«H e le işim hafiflesin biraz, k alaı.,ıarcjan ^¡r ^ey seçersin sen de.» Kalanlardan ha! Şu G ü lt e n ’in bırakt*a&1 |<u_ tu da kalır mıydı acaba? O zam an beklen.ieyC değerdi. G ülte n iyi kızdı, iyi arkadaştı. Bu ku tu on un hakkıydı. Geçenlerde, K ülüstürün a lt m d ij saklanırken, ne demişti G ü lte n ? ‘B ahri’ demiş-, ti, ‘ Bacaksız’ dememişti ö b ü r çocuklar gibi. Ne güzel de yakışıyordu ağzına. ‘Bahri’ haaa! He lâl olsun sana bütün beyaz kutular, kırmızı ka paklı kutular. «A m ca aaL .» D uym uyordu tabakçı. « A m ca beee!..» «G e n e ne var?» «A m ca, şu kutuyu bana...» «N e? Ne kutusu? Sen kutuluk adam m ı sın, Bacaksız!»
Tepesi atmıştı Bacaksız’ın. Bu kadar kadı nı kim toplamıştı bu arabanın başına? K im yol lamıştı bu arabayı çeşmenin yanm a? Arabayı çeşme başına yollamasaydı, bu bardaklar, tabak lar, tuzluklar satılır mıydı? Bu kadınları buraya topladığı gibi dağıtmasını da bilirdi Bacaksız. «Şim di görürsün!.. Bak ben nasıl onları gel dikleri yere gönderiyorum !» Öfkeyle hortum a yapıştı, tenekenin için den çekti çıkardı. Sürüye sürüye hortum un bir ucunu tabak arabasının başına kadar getirdi. «D ağılın teyzeler!» dedi. «H e p in izi ıslatı rım dağılmazsanız! Heeey, dağılın diyorum si ze!» H o rtu m u n ucunu iki parmağıyla hafiften sıkmıştı. Sular süzgeçli bahçe kovasından fışkı rır gibi doğru kadınların üzerine. Çil yavrusu gi bi dağılıyordu teyzeler, ablalar.
23
« D u r! Y apm a ! Söylerim annene!» «Sen
haaa!
Benim
tu zluğum u
satarsın
haaa!» Doğrusu aranırsa tuzluğun satıldığına da kızmıyordu Bacaksız. Asıl, adam yerine k o n m a dığına kızıyordu. «Atlatırsın beni öyle mi? D ağılın arabanın başından!» « D u r ! » dedi tabakçı. «Ne istediydin sen! Kutu m u ? A l!» «K apağını
da
isterim!
Kırmızı
kapağını
d a!» «A l canım! Haydi güle güle kullan! Feda olsun sana bütün kutular! Haydi aslanım! Al voltanı da işimize b ak alım !» Bacaksız, kutuyu koltuğunun altına sıkıştır mıştı. Küt diye vermek olmazdı. Y a istemem de yip de eliyle itiverirse? Sular hortum dan yere akıyor, ayağının d i binde gölcükler oluşuyordu. Koşa koşa gidip musluğu kapattı. H o rtu m u da musluktan çekti çıkardı. G ü lte n ’in kazanı da dolmuştu, tenekesi de. Çeşme başındaki tenekeyi unutmuştu, anne sinin sıra kapm ak için koyduğu tenekeyi... Gülten bu tenekeyi sözde musluğun altına koymak için gelmişti çeşme başına, oysa amacı çok baş
kaydı: «Bahriii,» dedi gülümseyerek. «N e vaaar?» «B akiiim kutuna.» «A l bak.» A lır almaz, hemen kapağını açıp baktı. Tam Gelinbebeğin boyu kadardı. İçine yatırdı mı, ne başı dışarda kalırdı, ne ayaklan. «Ne güzel kutu,» dedi. «K ap ağı da var.» «G üze l ya. G üzel olmasa alır mıydım onu ben.» «Boyu tam G elinbebek kadar.» «G elinbebek mi d e din?» «G e lin gibi entarisi var.» « K im in bebeği bu?» «B e nim bebeğim.» «Senin bebeğin var, öyle m i?» «N eden olmasın.» «B enim yok.» G ü ld ü G ülten. H e m de çok anlam lı güldü. «D eli,» dedi şakacıktan. «Erkek çocukla rın hiç bebeği olur m u?» « O lm a z m ı?» « O lm a z ya.» «Babaları
çok
zengin
olursa
da
olmaz
m ı?»
25
«O lm a z.» «Babası çarşıdan alam az mı ona?» «D eli. Sen de o salak oğlanlar gibi konuşmasana!» «N e salağı?» «Çocuk da, bebek de çarşıdan alınır mı hiç.» « Y a nerden alınır?» G ülte n gülüyordu. «Leylekler getirir, bacadan atar.» Bacaksız, kaşlarını çatmıştı. «Ben sahici bebekleri sormuyorum ki sa na. Y a p m a bebekleri soruyorum. Bu bebekleri, parası çok olan babalar, çocuklarına almazlar m ı?» İş karışmıştı.. «Peki,» dedi G ülte n , «canlı bebekleri ley lekler bacadan mı atar sanki?» Küçümseyerek baktı Bacaksız: «Öyle şey mi olur canım. Bizi aptal yerine koyuyorlar.» « H a h !» dedi G ülten. «Şim di oldu! Canlı bebekeleri anneler babalar yapar. Bizi kandır dıklarını sanıyorlar. Bir de oyuncak bebekler var, benim bu G elinbebek de onlardan işte!» «Biliyorum canım! Ben çok gördüm d ü k
kânlarda on lard an!» « A m a erkek çocuklar oynam az bebekler le.» Tam o sırada çeşmenin arkasından onları dinleyen Paytak, söze karıştı: «Evet,» dedi. «Erkek çocuklar, bebeklerle oynamazlar. Sinemaların ö n ü n d e Kent satarlar, M alboro satarlar.» Koynundan iki sigara çıkarmış gösteriyor du onlara. Suçlar gibi Bacaksızın yüzüne bakı yordu. « A p ta l!» dedi. «Nerdesin sabahtan beri? Yoksun ortalarda!» «N e vardı ki?» « D a h a ne olsun. Rasim A b i toplayıp götür dü bizi. Ben de bizim tayfayı topladım . İki sefer sigaraya çıktık. Nah paralar! Y ediğim simitler, d o nd u rm alar da caba!» «Senin mi o paralar?» dedi Bacaksız. « Y a kim in? Bütün kahveleri dolaştım, on sekiz sigara sattım. Kent, M alboro. K ent’ten beş altı lira kalıyor. A m a , sü rüm ü olmuyor ki K e n t’in. A n n e m e yumurta da aldım , bıraktım eve. Sen de gelir m iydin?» «N eden gelmeyeyim! R asim Abi sigara ve rir mi ki bana?»
27
«Ben kefil olurum . A m a tek tek. Sattın mı parayı toka edeceksin. Ben K e nt’ten beş altı li ra kalır dedim ya, yarısı benim, yarısı da senin. M a lb o ıo ’dan da iki buçuğu senin, iki buçuğu be nim. T am am m ı?» «T am am .» «N edir o kutu? V er onu Hapşırık Gülten’e de oynasın.» «Hayır! O n a Hapşırık diyemezsin!» « H a d i ordan Bacaksız! Neden diyem ezm i şim? Bal gibi diyorum işte! Hapşırık G ü lte n !» «B ana Bacaksız diyebilirsin ama, ona 1lapşırık demesen iyi edersin!» «Hele bak şu Bacaksız’a, bir de posta koyu yor bana!» « O benim arkadaşım !» «Benim de arkadaşım, n ’olm uş?»
28
«B e n im daha çok arkadaşım !» «Hayır! Benim daha çok arkadaşım!» « B e n im !» «Sus! Seninle uğraşacak halim yok benim! İş yapılmaz senin gibi çocuklarla! Sen kızlarla evcilik oyna m ahallede!» U zun
süre küçümseyerek baktı,
Bacak
sızın yüzüne. Sonra, dişlerinin arasından çırt d i ye tükürdü. «Bacaksız! Sen d e !» Bir kez daha tük ürd ü fiyakalıca. Bacaksız, çok uğraşmıştı böyle tükürebil mek için, becerememişti. A m a öb ü r oğlan da d i linin ucunu kıvırarak parm aklarım ağzına sok m ad an ıslık çalmasını beceremiyordu. Doğrusu aranırsa, mahallede kendisinden başka bu işi kı vıran da yoktu. Bacaksız bu tür ıslık çalmayı C i de’de, Kargacak K öyünde keçi güderken öğre n mişti. Bu ıslık tam yerinde çalınırsa, çok anlam ı olurdu. İşte şimdi tam sırasıydı. Dilini kıvırdı, Paytak köşeyi dönerken, «F iffttt!» diye duyulur d uyulm az bir ıslık çaldı. Bu, « Y ü r rü , taş araba sı!» anlam ına geliyordu. Duyurabilm iş miydi? Paytak duymasa da G ü lte n duymuştu ya. «Varsın o sigara sattırmasın bana,» dedi. «Ben Rasim A b i’yi tanıyorum. O n d a n alır sata
29
rım. H em b ü tü n kâr da bana kalır.» « Y a yakalanırsan?» «Çocuğuz
biz,»
dedi
Bacaksız.
«Cezası
yok. D aha olmazsa bize bir tokat atar, salıverir ler.» Çocuk olmak, G ü lte n gibi kızların yanında bir bakıma ayıp bir şeydi, am a yerine göre işe de yarıyordu, işte böyle zamanlarda. «Bak G ülte n ,» dedi, «bu kutuyu sen al. B e beğini yatır. Ben de R asim A b i ’yi aramaya gidi yorum. Annesine yum urta almış Paytak Y ıl maz. Ben neden alam azm ışım ? Simit de alırım, d o nd u rm a da...»
30
İK İN C İ B Ö L Ü M G ülşen H a n ım , kapının ön ün e çıkmış kızı na sesleniyordu! «Kıı ız!.. G ülte n ! Nerdesin kız!..» «Buradayım anne!» « O Bacaksız var ya, o Bacaksız, batırmış evi! Koş, yardım et b ana!» Çeşmenin ön ünd e k i tenekeyi, annesi ses lenmese anımsayacağı yoktu. «A nneciğim , bıraktığın tenekeyi d o ld u ru yorum ben! D ah a yeni sıram geldi!» Oysa tenekeyi daha yeni koymuştu m uslu ğun altına. Annesinin tepesi atmıştı öfkeden: « Ç ab u k gel! Boyu devrilesi! O Bacaksızı başıma musallat ettin de... T üm evi batırmış! Köşe bucak hep çam ur içinde!» G ülten, tenekeyi yarısına kadar d oldurup aldı eline. T ü m ü n ü doldursa da, götüremezdi. «Nerde o Bacaksız,» dedi annesi. «Asıl şimdi bol su isterim ben! Çam aşır derken, bir de evi yıkayıp temizleme işi çıktı başıma! Tak sın hortum u da, doldursun boşalan tenekele ri !» Bacaksız, lastik boruyu kangal yapıp toz o l
31
muştu ortalıktan. Rasim A b i’yi aramaya gitmiş ti. Yabancısı değildi onun. Geçen gün polisler bastırınca bir çanta sigarasını kaçırmış, polisler gidince de geri getirmişti. Hem de içinden bir tekini bile alm adan. «Nerde
o
domuz
Bacaksız!
Söylesene
kız!» «G itti anne.» «Nereye cehennem oldu? Bize hortum u bıraksaydı giderken.» «Babası çağırdı da.» «N edir o elindeki kutu?» « K u tu işte.» «Ne kutusu?» «Şey kutusu... Gelinbebek...» «D eli olma! Peynir kutusu o! Buzdolabımız yok diye, beni büsbütün salak mı sanıyor sun! Y ağ da konur on un içine, pastırma, sucuk da... Nerden aldın o n u ? » «E3en alm adım ki... Bahri aldı.» «N e yapacakmış Bahri kutuyu! Ver onu da, içine oyalarımı koyayım. Kirleniyor ortalar da.» Annesi, K apalıçarşfda turistlere giyim eş yası, yemeni, yazma satan bir d ükkân için örgü, oya yapardı. Dediği gibi hep ortalarda dolaşırdı
yaptıkları, kimi zam an da yiter giderdi. Annesi, kutuyu kızının erişemeyeceği yük sekçe bir yere koyduktan sonra, «Şu kazandan kovayla azar azar su taşı d;., evi dipten doruğa bir temizleyelim. Battı orta lık baksana,» dedi. Kovadan vazgeçmiş, kızının eline büyük bir maşrapa vermişti. G ülte n , bu maşrapayla ka zandan su alıyor, aldığı suyu kovaya boşaltıyor du. Annesinin odayı yıkayıp temizlemesi için kovayı doldurup d o ld u ru p getirdi. 'I’itiz kadındı G ülşen Hanım: «Çeşmeden su taşı biraz da,» dedi. «A l ko vayı, doğru çeşmenin başına. Hayır, şu tenekeyi B acaksız S igara K açakçsı / 3
3 3
al koy m usluğun altına. D olunca da beni çağır. Bol su ister bu oda.» İyi ama, Gültencik, beyaz kutuya Gelinbebeği bir kez olsun yatırmadan mı gidecekti çeş me başına. Bir denese, kutuya sığacak mıydı? Ö lçm e d e n nasıl giderdi. H e m kutuyu Bahri ken disine vermişti. Annesi nasıl olurdu da elinden alırdı? « A n n e e e !» diye seslendi. « G e n e ne var!» « A n n e , şu G elinbebeği kutuya bir koyayım da öyle gideyim çeşme başına!» «H angi kutuya kız?» « B a h ri’nin bana verdiği kutuya!» «Bebek kutuya girer miymiş! Nerde g örül müş bebeğin kutuya girdiği!» « N ’olur bir ölçeyim, kutu gene senin o l sun!» «Evde bir maşrapa su kalmadı. D o ld u r te nekeyi, çabuk! Ben seni kutuda mı büyüttüm bebekliğinde. Y ü r ü çabuk!» Tabakçı, işini bitirmiş, arabasını sürüyor du: «Tabakçiii!» Hem en her kadının elinde bir tabak, bir tencere, bir iki bardak vardı. Birbirlerine göste
rip çene yarıştırıyorlardı. Çeşm enin başındaki tenekeleri, bidonları, kovaları çoktan u n u tm u ş lardı. G ülten, elindeki tenekeyi musluğun altına koymuş, dolmasını bekliyordu. Su, yarıya gelin ce, seslendi var gücüyle: «A nneee! D o ld u ! G e l de al!» D uyuram adığını sanarak koştu kapıya d o ğ ru. Annesi kapıdan çıkarken, G ü lte n girmişti içeri. A klına koymuştu bir kez, ölçecekti bebe ğin boyunu. Neden almıştı bu kutuyu B ahri’den? İçine bebeğini yatırmadıktan sonra... Ö n ce kutuyu mu indirmeliydi raftan, yoksa bebeği mi bulup getirmeliydi?» «K utuyu,» dedi. «Ö n c e kutuyu.» Rafın altına gitti. Elini kaldırdı, yetişeme di. Birkaç kez sıçradı, değmiyordu, parm akları nın ucu bile! Bir çomak bulsa, bir değnek. U zunca bir şey. O n u n la dürtse. Düşürse. Tam düşerken de havada kapıverse. U zunca bir şey? Ne olabilir? Annesinin ham ur açarken kullandığı oklava, na sıl olurdu? A m a oklava nerdeydi? Nereye sok muştu annesi? «H angi cehennemdesin oklava?» diye söy
35
lendi. M utfağa koştu. Şuraya buraya baktı, yok! Teldolabın arkasına baktı, orda da yok. Oklava olmasa da olurdu. Başka ne vardı evde? Uzun, şöyle uzunca bir şey. Tabureyi rafın altına getirse. Kendisi de üzerine çıksa. Ayağa kalkıp kolunu uzatsa. Peki ama ya düşerse?.. «G ü lte e e n !» «Bu... Buyur anne!» «Koş çabuk! Tenekeyi gene koy musluğun altına!» «Peki anneciğim.» Gülsen
H anım , dolu tenekeyi çeşmeden
getirmiş, kazana boşaltmıştı. M ahalle bakkalın dan veresiye altı yumurtayla bir de ekmek al mıştı. Temizlik günü oldu ğu nd an yemek pişi re memişti. Eh, ikişer yumurta yerler, doyarlardı. K o cası da gelir, kendi yumurtasını kendisi pişirir di. Kapıdan içeri girerken, «Am an,
koy şu tenekeyi
çabuk!»
dedi.
«B ittim bugün! İki iş çıkardı başıma Bacaksız! Ah bir elime geçse!» Elindeki yumurtaları nereve koymalıydı? j
j
j
j
Şu beyaz kutu, tam yumurta kutusuydu. K a p a ğ ı nı da kapattı mı, ne kedi düşürürdü, ne sıçan. Ekmeğin kutusu ayrıydı. «Mele şu pis Tekire de bakın! Aldı taze ek meğin kokusunu. Pist! Çekil ayağımın altın dan!» Kim e söylüyorsun! G özlerini kırpa kırpa, bir de bakıyor karşısına geçmiş de! «Pissst!..» Bu Tekir bilmiyor muydu ‘pist’ dem enin, ‘haydi defol git’ demek olduğunu! « D u r, ben sana öğretirim, öyle alay eder gi bi göz kırpmasını.» K apının arkasındaki süpürge sopasını k a p tığı gibi yürüdü üzerine.
«M e n d e b u r Tekir seniii!..» Bir iki kez salladıysa da tutturam adı. Te kir, G ülşen H a m u r d a n çok daha çevikti. Eğer kapı açık olmasaydı, kadın onu belki kapının ar kasına sıkıştırır, sırtının orta yerine iki tane indi rebilirdi. Bir oh çekti. Kazasız belâsız atlatmıştı fırtınayı. İçinden, ‘ Bu sıkıntının üstüne bir iki gün uğramamalı bu eve,’ dedi. ‘O ld u m bittim kızar bu kadın bana nedense. Tenceresinden etini mi aşırdım, kutusundan ekmeğini mi?
Bir kez tabaktaki
peynirini yürüttümse kıyamet k opm ad ı ya! Ney se bir iki gün evin kapısı açık bile olsa, girme meli içeri! Kolay kolay da yatışmaz bu kadının öfkesi, bi kızdı m ı.’ A m a G ülşen H a nım Tekir gibi d ü ş ü n m ü yordu hiç: «A ld ı ekmeğin kokusunu namussuz!» de di. « E r geç gene gelip pençesiyle zorlayacak de ğil mi, kutunun kapağını! Ne hırsızdır bu Tekir! Ateşin üzerindeki tencerenin sıyırır kapağını da, içinden kocaman bir b ud u a l ı r , götürür. İyi si mi şu süpürge sopası kapının arkasında hazır dursun
da
içeri
girdi
mi,
belinin
ortasına,
küt!..» Tam sopayı yerine yerleştiriyordu ki Gül-
ten bağırdı: «A nneee! D o ld u r d u m tenekeyi!» « G e l! » dedi. « G ir içeri! Açlıktan canım çıktı. E lim , ayağım titriyor.» «Peki anneciğim.» A aaa! M ahalle nin bütün çocukları yokuş tan aşağı iniyordu. Nerden geliyorlardı böyle üçer beşer, Bacaksız da aralarında... « A m a n beni görmesin,» dedi G ülten. « G ö rürse gelir, en azından annem den temiz bir azar işitir. H e p bu su taşımalar, onun lastik b o rusu yüzünden. Y arar yerine zarar verdi an ne me doğrusu!» «K ız gir içeri! Ç a b u k !» «Peki anneciğim.» Annesi çıkarken o giriyordu kapıdan. « A ! A aa! Bu sopa da nerden geldi bura ya?» Yapıştı süpürge sopasına. Eğer bu sopayla düşüremezse kutuyu, başka hiçbir şeyle düşüre mezdi. Oklava bile kısa kalırdı bu sopanın ya nında. İki eliyle yapıştı sopaya. Ağır mı ağırdı. Kutuyu rafın kenarına şöyle dokunarak iter, tam düşerken de hemencecik sopayı atar, k u tu yu, ho oop havada yakalayıverirdi. M ahallede top oynarken nasıl yakalıyorsa...
39
Ö nce şu tabureyi çekmeliydi ayak altın dan. Sonra şu sopayı şöylecene tutup kaldırm a lı, yavaşçana öne doğru itip, hooop!.. Bu da ne?.. Leylekler mi yumurtlamış bu kutunun içi ne? Bir iki üç... beş! Ay, ay, ay!.. Nedir bu yu murtalar! Sanki tavandan biri G ü lt e n ’in alnının ortasına
nişanlamış
da
atıyor
yumurtaları:
Ç at!.. Çat!.. Çat!.. Çat!.. Çat!.. Bu da son Çat!.. Saçı başı vıcık vıcık. Y um u rtaların beyazı sarısına karışmış çenesinden akıyor.
40
«N e oldu G ü lte n ? K im attı sana bu yum ur taları?» Bacaksız da nerden çıktı, tam bu dakika da? Şaşkın şaşkın bakıyor kapıdan. Kapıdan tam altıncı yum urtanın düştüğü zaman girdiği için, hiçbir şey anlayamamıştı. Bir anladığı var sa, o da kırmızı kapaklı kutunu kapağının bir yerde, k u tunun bir yerde oluşu. Peki bu kutu ne geziyor yerlerde? « G ülte n ,
nerden
düştü
bu
yumurtalar,
ha?» Sanki G ülte n , ne olup, ne bittiğini biliyor muş gibi Bacaksız da ona soruyor. İki elini yüzü ne kapatmış ağlıyor Gülten: «A nneciğim , anneciğim!..» Ağlıyordu haaa! Ne yapması gerekirdi Ba caksızın şimdi. Su getirip yıkaması mı yüzünü g ö zünü? Yoksa üstünü, başını, ortalığı mı yıka malıydı? «Getireyim mi hemen h o rtu m u ? » diye sor du. « A m a n getirme, annem görmesin seni!» Aralık duran kapı arkadan
itilmiş, içeri
elindeki dolu tenekeyle G ü lte n 'in annesi girmiş ti. Kızım böyle yumurtaya bulanm ış ekmek dili mi gibi görünce aklı başından gitmişti:
«G ü lte n , bu ne hal?» « A n n e ! Anne! A nneciğim !.. Bir daha yap m am anneciğim!..» Ne yapmıştı ki bu G ü lte n ? Bu rafa nasıl uzanmıştı da düşürmüştü teker teker yum urtala rı tepesine? Kadıncağız, şaşkınlıktan yerdeki süpürge sopasına sarılmıştı. Niçin sarılmıştı sopaya, ken disi de bilmiyordu. A m a bu sopanın sırtına ine ceğini sezinleyen Bacaksız, açık kapıdan fırla yınca, G ülşen H anım da düşm üştü arkasına. «Seni Bacaksız seniii!» diyordu. « H e p se nin başının altından çıkıyor bütün bunlar! Bu sopayı senin başında paralamazsam, bana da Komser A ptinin kızı demesinler! H e p senin yü zünden! Uğursuz Bacaksız!» Bacaksız durur m u oralarda! Bir solukta çeşmenin arkasını boylamış, gözden kaybolmuş tu! A! A ! A ! Rasim Abi değil miydi bu önden giden? G ö k te ararken, yerde bulm uştu Bacak sız, Rasim Abisini.
42
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM « R asim A bi! Rasim A b i! Hey Rasim Abi! D u ru r musun biraz.» Arkasına d ö n ü p bakmıştı R asim Şenpazar. «N e var lan Bacaksız? Ne zorun var ge ne?» «H e le dur Rasim A bi! Soluk alayım, anlatacaaam !» İki ayağım askerler gibi topuk topuğa getir di. Rasim Şenpazar, «Peki,» dedi. « D u r d u m .» «B ak Rasim Abi.» «B aktım .» H em de eğilmiş, gözlerini açmış. Bacaksı za bakıyordu: «Söyle bakalım ,» diye kulağım da çevirmiş ti. «Sen bizim çocuklara sigara veriyormuşsun.» «Bak hele şuna. Y ani, hesap mı vereceğiz sana şimdi?» «Ben hesap istemiyorum ki Rasim Abi.» «Peki Bacaksız ne istiyorsun?» «Sigara istiyorum, satmak için.» G ü ld ü adam.
43
« Ç o k erken başlamıyor m usun bu işe?» «Ben para saymasını biliyorum.» «N erden öğrendin para saymasını? Taş tu tuyorsun dem ek?» «B ab am ın parası yok mu sanıyorsun sen. Ben hep bizim bakkala giderim. A n n e m ekmek almaya beni yollar.» «Söyle bakalım, beş beş daha ne eder?» « B u n u bilmeyecek ne var, on eder.» «B ir lirası gitti mi, kaç kalır?» « D o k u z kalır.» «Aferin! Bu kadar bildin mi çok bile!» Eğildi
uzun
konçlu
çorabın
içinden
bir
A m e rik an sigarası çıkardı. «A l bunu,» dedi. «B ir elliliğe sat. Kırkbeş lirasını bana getir. Beş lirası senin, tamam m ı?» « O ld u Rasim A b i!» K olundaki saate baktı R asim Şenpazar, «B akalım kaç dakkada okutacaksın,» dedi. «Ben şuralardayım. Kırkbeş lirayı tosla, al bi ta ne daha, tam am m ı?» « O ld u Rasim A b i!» Tam fırlamış gidiyordu ki, elini ağzına sok m adan fiyakalı bir ıslık çıkardı. « D u r biraz Bacaksız,» dedi. «K üpe olsun kulağına beni hiç görm edin, bilmiyorsun. Sonra
karışmam, kulağına taktığım küpeyi, kulağınla birlikte koparır alırım. H adi bas bakalım, toz o l!» Sanki ikisi de birbirini görmemişlerdi. Ayrı ayrı yollara yönelip kayboldular. Bacaksız, daha önce bu sigarayı satacağı yeri d üşün d ü ğü için, biliyordu nereye gideceği ni. Y alnız bir eksiği vardı Bacaksızın; Rasim Abi ona bir sigara vermişti ama, ne sigarasıydı bu sigara, bilmiyordu. Çıkarıp sormalıydı biri ne. Öyle birine sormalıydı ki, kendisiyle alay et memeliydi. Bu İstanbul çocuklarının alayların
dan yılmıştı. Başladılar mı bırakmazlardı gerisi«Çeyrek adam bu,» derlerdi. « Y a rım porsiyon,» derlerdi. «Bacaksız!» «Bastıbacak!» Bütün bunları derlerdi de derlerdi. Bir de el şakası b ö lü m ü gelirdi, ad tak m ala rın ardından. Ç e lm e takıp düşürmeler mi arar sın, kulağa tüy sokmalar mı, saçından tutup çek meler mi, sırtına kaşındırıcı gül tohum u a tm a lar mı! A m a hepsine dayanmak, katlanmak ge rekirdi; büyüyene kadar. « A m c a şu ne sigarası, biliyor m usun?» d i ye sordu, gizlice çıkardığı paketi uzatarak. Ç o k yaşlı amcalar, amcaların en uslularıy dı. O n la r ne el şakası yaparlardı, ne de dil şakaBir karış çocuğu bile alırlardı karşılarına, adam yerine koyup konuşurlardı. «V er bakayım,» dedi. G özleri iyi g ö r m ü yordu, aldı baktı. «B u yabancı sigarası evladım,» dedi. «Nerden buldun bunu bakayım ?» « D e m e k yabancı sigarası, öyle mi A m ca ?» «Öyle görünüyor.»
«Peki amca. D e m e k ‘K e n t’ değil bu.» A d a m birden öfkelenmişti. «B ak Bacaksız’a,» dedi. «K ent olduğunu biliyor da, kalkmış, bir de bana soruyor!» Ne biçim amcaydı bu ihtiyar. Kendisinin Bacaksız olduğunu bile biliyordu. «Y aşından u ta n !» deyip kaçmalıydı en iyisi. ‘Yaşlıları da başka oluyor bu İstanbul’u n,’ diye düşündü. ‘H em kızıyorlar, hem de Bacak sız diyorlar. A m a gene de iyi adamlar, karşıları na alıp konuşuyorlar hiç olmazsa.’ D emek
‘K ent’
dedikleri
sigara
buydu
haaa! Bir de ne vardı? M alboru! Mal... Mal b o ru... Bu M al boru çok satılan bir sigaraydı, bel ki bu yüzden satıcılara az veriyorlardı. İyi ama bu Rasim Abi neden ‘K e nt’ sigarasında on lira bırakmıyordu kendisine? Sinemaya yakın kahvelerden birinin kapısı nı açtı. İlk denemesini yaptı: «K ent var, Kent!» Kimse başını kaldırıp bakmamıştı bile. «A b ile r!» diye sesini yükseltti, «Kent var! K ent!» Masalardan birinde kâğıt oynayan ahiler den biri oyundan başını kaldırmadan, «Polisler topluyor! Tüy!» dedi.
47
Bir de ıslık çaldı alaylı alaylı... Ne demekti bu? Polisler ne topluyordu? Kent sigarası mı topluyorlardı? Satanları mı? Toplarlarsa demek hiç gö rün m e m e k gerekirdi, buralarda. Böyle de kepazelik olur muydu hiç? Satıyorsa Rasim abiden aldığı sigarayı satıyor du. E3ir yerden kaldırıp götürmemişti ya. Bunu satacak kırkbeş lirasını gene Rasim Abiye verip bir sigara daha alacaktı. Her sigarada beş lira, on sigarada elli lira! Suç bun un neresindeydi? ‘ Kim ne derse desin, kıyak iş b u ’ diye d ü şündü. Bu ‘kıyak’sözüne de Rasim A b i’den ö ğ
renmişti. Rasim A b i kıyak Abiydi. Birçok söz b i liyordu, başkasından hiç duymadığı. ‘A ra k la m ak ’ diyordu, ‘toz o l’ diyordu, ‘al voltam ’ diyor du. Nasıl konuşmaydı bunlar? Yoksa okulda mı öğretiyorlardı bunları? Hele dur bakayım, ye meğe ne diyordu? Ha?.. ‘Kayıntı’ gibi bir şey. Şu karşıdan gelen düzgünce kılıklı adam Kent sigarası içebilirdi, yakışırdı ona doğrusu. Şapkası bile vardı başında. «K e nt var, Kent! Y eni geldi, Kent sigara sı!» Son sözü de kendisi uydurmuştu. Nerden geliyordu bu sigaralar? Dışardan. Ya gemilerle gelirdi, ya trenlerle. Kamyonlarla gelemez miy di? Şu uzuuun arabalarla? Niye gelmesindi? D oldururlar içine, istif ederlerdi, sandık sandık. «K e nt var! Y eni geldi gemilerle! Kent siga rası geldi! Kent var, Kent!» B ütün Fesleğen Sokağının çocukları Kent satıyorlardı ama, nerde satıyorlardı acaba? Pay taklar, Dobişler, Kek Ömerler, Seksek Aliler... Kek Ö m e r ne demişti ona? Ben si... si... sinema nın ö n ü n d e satıyorum, demişti tekleye tekleye. Sinem anın önü de neresiydi? Sinema bir tane değildi ki. Çok sinema var dı
İstanbul'da.
Kek
B acaksız S ig ara Kaçakçısı / 4
Ö m er,
hangi sinemanın 49
ö n ü n d e satıyordu sigarayı? G id ip bulsa onu, «Bak, ben de satıyorum, işte,» dese. Birine sor du: « A m ca sinema nerde? Biliyor m usun?» A d a m yüzüne bile b akm adan sordu: «Ne sineması?» «Kent... Kent satıyor, bizim Kek... Kek...» «Kent sineması m ı?» «Kent...» «D oğru git! Caddeye çık! Karşıya geç! K ö şedeki büyük sinema!» A d a m yürüyüp giderken arkasından: ‘İşte amca dediğin böyle olur,’ dedi Bacak sız. ‘Aferin adama. İstanbul görmüş a d a m .’ ‘D em ek bir de Kent sigarası satılan sine ma var bu memlekette... Bir de M al boru sine ması vardır. O n u da öğrenirim .’ «Kent var abiler! K e nt!» «Kaç kuruş?» Alacak değildi bu genç, soruyordu işte! «Elli kuruş! Şey elli lira! Beş lirası be nim !» « Y a n i kırkbeş lira, öyle mi?» «Y o o o k ! Elli lira. Sen elli lira vereceksin. Kırkbeş lirası Rasim A b i'n in , beş lirası benim.» «C anım sen de kazanmayıver! Al şu kırk50
beş lirayı da...» « O lu r mu k azanm am ak. B ütün gün dolaşı yoruz.» « M a lb o ro olsaydı elli lira verirdim. Kent her yerde kırk lira!» « Y o k abi! B ana Rasim A b i elli liraya sat, dedi.» « K im bu R asim A b i? Tekel M ü d ü r ü mü be!» «R a s im Abi işte. Bizim sokağın abisi. Hiç m ü d ü r olur m u ? » «Sen o abiye de ki. Boşuna kaldırım teptiri yorsun bana, de. Kentler her yerde kırk, b ilem e din kırkbeş lira. Ben dörtyüze bir karton aldım. De ki o namussuza, ayaklarıma karasu iniyor dolaşm aktan de! Elli liraya kimse almıyor bu mereti! Bacak kadar adamı sömürmesin köpoğlusu! A m a ben elli lira verip alacağım gene de. Başka sigara içemem! Nerde bulacağım, ucuz Kent satanları! H a d i bakalım al şu elli kâğıdı da, alm am sonra haaa!..» Bacaksız önce elli lirayı aldı, baktı eski mi, yeni mi diye. P an talon u nu n cebinden çıkardığı K ent’i çıkarıp verdi. « H a d i eyvallah bacaksız. Söyle o Rasim A b i’ye, akıntıya kürek çektirmesin sana.»
51
« O lu r Abi, söylerim.» Nerden biliyorlardı kendisine mahallede Bacaksız dendiğini? Babasının koyduğu ad k im senin aklına gelmiyordu da, mahalle çocukları nın uydurduğu adı hemen herkes yüzüne karşı söyleyiveriyordu. Birkaç ay sonra okula gidince de mi böyle olacaktı? Ne var ki oralarda bir ö ğ retmen, bir de m ü d ü r vardı. Çıkar karşısına, «B ana Bacaksız, diyorlar,» diye dert yanar dı onlara. O nlar da şöyle bir dolaşırlar, «Çocuklar!» diye kaşlarını çatıp, «E3u Bahri’ye bir daha Bacaksız demeyeceksiniz! D e d i niz mi, sonra karışmam haaa!» diye çıkışırlardı. Kim bir daha ona ağzını açar da ‘Bacaksız’ diyebilirdi. Bir okula başlasa!.. Şimdi yapılacak iş, Rasim A b i’yi bulup parasım vermek. Beş lira yı da ondan geri almak. Sonra bir tane daha Kent sigarası. Peki ama neden Mal boru alm ı yordu ondan? Mal boruyu daha büyüklerin mi satması gerekirdi? Yokuş aşağı tutturmuştu volu. i
O
■>
j
Kuş gibi j»
uçuyordu. E'lli lira vardı cebinde. Böyle z a m a n larda parayı hep cebine kor, eline alamazdı. Ba bası öyle derdi: «Para elde taşınmaz! Kimse bil meyecek sende para o ld u ğu n u !»
Peki ama, bu elli liranın beş lirası kendisi nin değil miydi? Kimse karışamazdı! İstediğini alabilirdi bu beş lirayla. Beş liraya ne verirlerdi ki? Bir simit... O h ! Nerden de aklına gelmişti. Bomboştu midesi. Sabahleyin bir çorba içmişti o kadar. «Hey simitçi!» «Söyle!» «Bozuk paran var m ı?» «Beşyüz lira mı bozduracaksın?» « Y o k canım, elli lira.» Simitçi çocuk alay eder gibi, «Elli lira da para mı be!» dedi. «Ben de besvüz lira bozduracaksın sandım.»
Parayı vermiş, sıcağından, gevreğinden bir simit seçmişti. Simidi çiğnerken, «Beşyüz lira versem, bozabilir m iydin?» d i ye sordu. Çocuk, cebindeki bozuk paraları şıngırda tarak, «Ver de bozayım,» dedi. « B ü tü n gün b u n ların ham m alığını yapıyorum.» « D e m e k beşyüz liralık simit satıyorsun, öy le mi?» « H a d i ordan! Ne beşyüzü, ne bini! G ü n d e üçyüz elli, dörtyüz simit satıyorum. Beş liradan ikibin lira giriyor cebime.» « Y a n i ikibin lira giriyor cebine, öyle m i?» «Giriyor ya!..» «B e nim girmiyor daha...» Simitçi, küçümseyerek sordu: «Sen ne satıyorsun ki?» «Ben m i?» dedi Bacaksız. «Ben... Ben öy le senin gibi çocuklara simit satmıyorum.» «N e satıyorsun ya?» «M al... Mal boru... bo... ru!» Simitçi, hiç önem semiyordu kendisini. «D em esini bile bilmiyorsun,» dedi. «Malboro diyeceksin. Ben geçen ay sigara satıyor dum . M alboro, Kent, Palmal... Beni polisler tut 54
tular, sigaralarımı aldılar, saçlarımı dibinden kestiler. A n n e m dedi ki, vaz geç bu pis işten, de di. Simit sat bundan sonra, dedi.» «B aban yok mu senin?» «Y ok, neden sordun?» «Y an i, sordum, var mı diye.» «Hayırı
d o k u nm ad ık tan
sonra,
olsa
ne
olur, olmasa ne olur. Nah şurda kahvede o tu ru yor. A n n e m kızdı, ayrıldı ondan. H e p kahvede oturuyor diye.» «A nn e n ne iş yapıyor?» «Fabrikada.
Babamı
mahkemeye
verdi.
Çocuklara bakmıyor diye. M ahkem e de ayırdı bizi.» «İyi etmiş m ahkem e.» «İyi etti ya, iş bitti mi sanki?» Çocuk, simit cam ekanım boynuna taktı. Bir iki adım Bahri’ye yürüdü. « A n n e m mahkemeye verdi, kurtuldu,» de di. « A m a ben...» Bacaksıza bir daha baktı simitçi çocuk. O n u pek ufak bulmuştu. Dert yanacak yaşta görmemişti onu ama, gene de içini dökm ek için, «Ben kurtulam adım ondan,» dedi. « A ld ı ğını paranın yarısını ona veriyorum.»
« A n n e n kızmıyor m u ?» «Kızmıyor, neden kızsın. Ben ona verdiği mi söylemiyorum ki... Hepsi bu kadar, diyo rum. İnanıyor. Geri kalanı da ona veriyorum. Ne diyebilir.» «N eden veriyorsun?» «Kardeşim var. O n u bir kadına bırakıyo ruz gündüzleri.» «B enim kardeşim yok,» dedi Bacaksız. « O lu r birgün. Baban varsa kurtuluş yok. O zaman sen de benim gibi abi olursun. Hadi git sen yoluna. Ben burada dikileyim. Esnaf bu sa atlerde acıkır. Simiiit!.. Sıcak sıcak!.. Yeni çıktı fırından! Gevrek simiiit.» Bacaksız birden hızlandı. ‘ İyi ki simit satmıyorum,' dedi içinden. ‘Bu simitleri taşımak zor is-> doğrusu. Bu camekûnla -i q kaçması da zor polisten... D oğrusunu ararsan hepsi zor... Abi olmak, zorun da zoru...'
56
D ÖRD Ü N CÜ BÖLÜM Köşeyi d ö n ü p de Rasim A h i’lerin sokağı na gireceği sırada, ö n ün d e n , arka arkaya üç ara banın ilerlediğini görünce biraz durakladı. O r ta daki araba, babasının arabası Külüstürdü. A r a bayı babası kullanıyordu. G ö rm ü ş m üydü kendi sini? Görse iki uzun bir kısa korna çalar, « B u r a larda ne dolaşıyorsun, hadi eve!» demek ister di. D em ek görmemişti. U zun bir yoldan geliyor du. A rabanın arkası tüm tozdu. Belki de çeşme başına bırakacaktı kamyonu. Dönse miydi? Simidinden bir kez daha ısırdı. L okum gibi gidiyordu. Çok acıktı mı, ekmeğin kabuğunu da kemirse, tatlı gelirdi. Bu simidin tadı, kendi pa rasıyla alınmasından geliyordu daha çok. Kırkbeş lira duruyor muydu cebinde? Üstten yokla dı. Bu para cebinde dururken eve nasıl giderdi? Sormaz mıydı babası? A rkadan bir araba, bir araba daha... «Hey Bacaksız! Nereye?» Al sana Rasim Abi! Eliyle koymuş gibi kar şısındaydı işte! « O k u ttu n mu K e nt’i?» « H m , o k uttum ,» dedi Bacaksız Bahri, bi raz da böbürlenerek.
« K aç tan ?» «Kırkbeşten...» « D e m e k öyle konuştuk seninle haaa? Beş lirasını sen alacaksın, kırkını bana vereceksin, değil m i?» Öyle konuşmamışlardı. D em ek, ‘h f dese on lira kalacaktı kendisine. «H ayır,» dedi. «Öyle konuşmadık. Ben elli liradan satacaktım.» «Sattın mı?» «S attım !» «A ferin be!» Bu aferin, sattığı için miydi, doğru söyledi ği için m i?» «Peki,» dedi Rasim Abi. «Ş im d i ne istiyor sun?» «Kent
istemem,»
dedi
Bacaksız,
parayı
uzatırken. «Kent yavaş gidiyor.» «Ne istersin uyanık? M alboro m u ?» « M alb oro.» «Kent gitmiyor m u ? » «Kent zor gidiyor.» « Y e d i buçuk lira bıraksam sana kentler den?» « Y o k . Sen M alboro ver, bana beş lira kal sın.» 58
« A l sana bir M alboro, bir Kent. H a d i çok konuşma. İkisini de sattın mı, kalır sana onikibuçuk lira para! Bas bakalım! Okutursan beni evde bulursun.» Birini koynuna koydu, birini cebine, aya ğında çorap olsa, çorabın içine kordu. Rasim A bi de öyle yapıyordu. Ç o k olunca. Ç o k olunca ceketinin astarına bile doldururdu. Ceketi de, sözde hava sıcakmış gibilerden, koltuğunun altı na kıstırırdı. « M a lb o ro var! Kent var!» Bu kahvede süzgeçli sigara içmezlerdi ya, boş geçmemek için girmişti. Çoğu işçiydi bura ya gelenlerin. Ç o lu k lu çocuklu, yaşlı başlı işçi ler otururdu burada. En ucuz sigaralardan içer lerdi. Kimbilir, belki de bu süzgeçli sigaralar dan bir şey anlamıyorlardı! Belki de birbirleri ne gösteriş yapm ak istemediklerinden. Babası da öyleydi. G ü n d e üç paket birinci sigarası içer di. Ü ç paket birinci içeceğine, bir paket süzgeç li içse olmazdı sanki!.. «M a lb o ro var! Kent V ar!» H ep abiler içiyordu bu süzgeçlileı i... İşe git mezdi bu ahilerin çoğu.
H em
işe gitmezler,
hem pahalı sigara içerlerdi. Nerden bulurlardı parayı?..
‘Ben büyüsem hiç içm em ,’ diye düşündü. ‘Bir M alboro içmek için on M alb oro satmak ge rek.’ «Kent var!
M alboro var!
Y ok mu iste
yen?» «V ar,» dedi kılıksız çocuğun biri. D u r hele, nerden tanıyordu bu kara çocu ğu? Sidikli Saime'nin arkadaşı olmasındı bu oğ lan? H em de o! Şopar Ş aba n’ın adamı Keriz Arif! Bak sen işe! Nasıl kurtulacaktı elinden bu kerizin? «Kaça veriyorsun K e nt’i?» diye yanaştı oğ lan. «Satılık malım yok,» dedi Bacaksız, yüz vermemek için. « D u y d u m : Kent var, M alboro var, dedin. Söyle kaçtan veriyorsun? Ç e k in m e !» « Y o k sigaram diyorum sana!» « A rarım üstünü!» « Y o k diyorum, git işine!» Arif, Bacaksız’ın ö n ü n ü kesip, kolundan çekerek, üstünü yoklamak istedi. «K aç sigaran var, göster!» dedi. « G ö s te rm e m !» «Göstermezsen zorla alırım !» « V e rm e m ! Bağırırım!» 60
«Bağırınca polis gelir! Yakalar seni!» «Sen sigaramı alırsan söylerim polise! B a b am a da söylerim. B abam şoför b e nim !» «Bırak şimdi palavrayı da o K e nt’i bana ver. Satınca parasını veririm sana!» « V e rm e m !» «Z o rla alırım diyorum sana!» İki elini birden yakaladı Bacaksız Bahri'nin. «Eğer sigaralarıma elini sürersen, babam a da söylerim seni, polise de. Rasim Abi'ye söy lersem, kırar kemiklerini. A r if derim.
Keriz
A rif derim, aldı sigaralarımı de rim !» «Sakın haaa!.. Bilmiyordum onun tayfası olduğunu! Sus, ses etme hiç!» İki elini de bırakmıştı. « B ilm iy ordum ,» diye üsteledi, «Sakın b e nim için bir şey deme, bozuşuruz!» Bırakıp gitmiyordu da... Bacaksız, birden seğirtip gitmeyi düşündü. Eğer Keriz Arif, arkasına düşmek isterse bir parlayışta yetişirdi ona. Dostlukla ayrılsa daha iyi olurdu. « H a d i,» dedi Bacaksız, «G id iyorum ben. Rasim Abi'ye de hiçbir şey söylemem!» « D u r biraz,» dedi
Arif.
«Ben
de onun
61
tayfası olm ak isterim. O n u n iyi adam olduğunu söylerler, bizim Marsıklar. Sen söyle ona. O is terse biz de satarız on un sigaralarını. H epim iz birden.» «Peki, peki,» dedi Bacaksız, başından sav m ak için. « Y o o o . Sepetlemeye kalkma. Bozuşuruz sonra. Bak, sen şimdi ö n ü m d e n gideceksin... Y aram az bir şey olursa, ben ‘kik’ derim geri den, anlarsın. Ben sivilleri tanırım. Hadi, sen şimdi bilardolu kahveye gir! H iç korkma, fedayinim senin. Y ü r ü !» Belki kurtulurum diye, sopalarla top oyna yan o kahveye yürüdü. A r if geriden yetişmişti. Kahvenin penceresinden içeri bakıyordu. «G ir,» dedi. « Y ü k ü n ü almış kahve. Sakar biri de yok içerde.» Bacaksız, ister istemez girdi. «Kent var! M alboro var!» Artık M a lb o ro ’nun söylenişini öğrenmişti. Sonra, biraz yüreklilik de gelmişti B ahri’ye. Ne de olsa pencereden bakan bir adam ı vardı. Y a l nız sayılmazdı artık. « M a lb o ro var! Kent var! Y o k mu isteyen! Yeni geldi bu m allar!» «Nerden
geldi?»
diye
sordu,
boş
o oturanlardan biri. «K arad e nizd en !» Başka da deniz bilmiyordu. Bu sigaraların gemilerle geldiğini söylemişlerdi ona. «Karadenizden,
öyle
m i? »
dedi
adam.
« H a n i yalan da değil. Bu Karadenizliler daha olmazsa kendileri yaparlar bu sigaraları. Y a m an adam lardır doğrusu!» Kahveden çıkarken, kapıda, «Satam adın, değil m i?» diye sordu Arif. «Soran bile o lm adı,» dedi Bacaksız. «Ben sana bir şey diyeyim mi? Dolapdere’ye doğru yürü. Garajlara. Tamirciler para kı rıyorlar, gözüm kör olsun!» Ne kalmıştı D olap de re ’ye şurda? İki sokak yürüdü mü, karşına çıkıverirdi. Bir süre y ü rü dükten sonra,
«Şu garajın ön ünd e dursana!» dedi Arif. Bacaksız, garajın kapısından bağırdı içeri ye doğru: « M a lb o ro var!..» «V ar mı? G etir!» dedi elleri yağlı bir usta. «H alit, oğlum ! Gel, sok elini şu cebime de, bi elli kâğıt çıkar!» A d a m hiç pazarlık etmeden elli lirayı ver mişti. İş vardı bu M alborolarda. «Kent de var amca.» « O n u babana götür de o içsin.» « B ab am içmez amca.» «İçer, iyi sigaradır.» «Sigarayı daha yeni bıraktı.» Oysa babası günde üç paket Birinci içiyor du. G arajdan çıkmıştı. A r if uzaktan olanı bite ni izliyordu. « D u r !»
dedi. «Biraz da ben
bağırayım.
Kent var ahiler! Tıkız tıkız Kentler! Yeni Ogeldi ahiler!» «Kaç lira?» diye sordu biri. «Kaç lira olacak,» dedi Arif, «Elli lira!» «K ırk!» «E lli!» «Kırkbeş veririm!»
« E lli!» dedi Arif. Kırkbeş liraya da satsalar, gene iki buçuk li ra kalırdı Bacaksıza. A m a o hiç sesini çıkarmı yor, pazarlığın sonunu bekliyordu. «E lli lira ve rm e m !» diye diretti adam. « E lli!» diye yineledi Arif. Bacaksız, nerdeyse «Kırkyedi buçuk,» diye cekti ki, biri geldi karşıdan. «Sen gelsene buraya!» dedi. «B en m i?» dedi Arif. «N e yapacaksın be ni!» » Y ü r ü karakola! Polisim b en!» Arif, ne düşündüyse düşün dü, birden parla yıp kaçtı. Yokuş aşağı öyle koşuyordu ki... « N e var ki, ardından giden de ondan aşağı kalmıyordu. Arif, tam yakalanacağı sırada, bir den kovalayanın ö n ü n e oturuverdi. Polis o ld u ğunu söyleyen adam , hızını alamadığı için ö n ü ne oturuveren A r i f i n üstünden bir perende ata rak boylu boyunca uzanıvermişti yere. Keriz Arif, hemen toparlanıp sağındaki sokağa d al mıştı bile. Bacaksız, kendinin de kovalanacağını d ü ş ü nerek m ahallenin yolunu tutmuştu. Dolapdere’de dolaşm ak çok zararlı olurdu kendisi için. A rif yakalansa bile kimse onu suçlayamazdı. Bacaksız S ig ara K a çakçısı / 5
65
Üzerinde sigara yoktu çünkü. A m a kendisi öyle değildi. K e nt’le yakalandı mı, alır götürürlerdi. Nereye? Belki de cezaevine. En iyisi kaçmak. Arkasına bakm adan koşuyordu Bacaksız. Ö nce sağında uzanıp giden bir sokağa girdi. So kağın sonuna kadar koştu, koştu. Sokak yeni den sola kıvrılmıştı. Bir süre de o sokakta koş tu. Kaçm ak güzeldi ya, nereye kaçıyordu? Koş tukça daha da uzaklaşıyordu
mahallesinden.
Hiç gelmediği, görmediği sokaklardan geçiyor du. Bir ara korka korka arkasına d ö n ü p baka cak oldu. Birinin kendinden yana koştuğunu a n layınca vazgeçip daha da hızlandı, gene de geri sinde ayak seslerini duyuyordu. Yorulm uştu. Bi raz yavaşlaşa olmaz mıydı? Yavaşlar yavaşla maz ayak sesleri de yaklaşıyordu. Soluk soluğaydı. Ağzı açılmış, dili dışarı sarkmıştı. Biraz daha koşsa boylu boyuna uzanacaktı. «Hey Bacaksız! Yavaş ol be!» Kimdi gerilerden bu seslenen?» «K ork m a benim, ben!.. D u r biraz!»
Kimsin sen, diye soramazdı ki, koşuyordu ister istemez. Y o lu n sonundaki kalabalığın içi ne bir dalabilse.... «H ey Bacaksız! D u r hele!
Ben A r if im ,
A rif!» O h be! D urm u ştu hemen. Durmasıyla da oracığa yıkılması bir olmuştu. A r i f i n de yorgun lukta ondan aşağı kalır yanı yoktu. Başucunda durmuş, Bacaksız’a bakıyordu. G öğsü körük gi bi kalkıp iniyordu. Çatlıyacaktı yorgunluktan, taylar gibi... Bacaksız, kendine gelince, « A n la y a m a d ım ,» dedi. «Sen polisten ne den kaçıyordun? Sende sigara yoktu ki?» «Y azık,» dedi Keriz Arif. «A nlayam ad ın d em ek!» « A n la y a m a d ım !» «Polis seni bıraksın, senden işkillenmesin diye kaçtım ben. Senin için kaçtım.» « Y a yakalasaydı?» «N e çıkardı yakalasa?» «Sigara bulamayınca üstünde...» «Çocuksun be!» dedi Arif. « D a h a iyi ya iş te. Sigara yoksa salıverirdi yakamı.» «C an ım , sigara yok da neden kaçıyorsun, demez m i?»
«Desin. Polis o ld u ğ u n u anladım da, kor k u m da n kaçıyordum, derim .» Bacaksız, düşünmeye başlamıştı. D em ek bu Arif, kendisini polisten kurtarmak için kaç mıştı. D e m e k iyi çocuktu bu Arif. Üstü başı kir liydi ama, gene de yürekli kişiydi, arkadaştı. Rasim A b i’ye böyle anlatmalıydı. H e m de anlata caktı. A m a Rasim A bi nerelerdeydi? M ahalle den çok uzaklarda kalmışlardı. « H a d i bizim Fesleğen Sokağı’na gidelim,» dedi Bacaksız. «Nerdeyse akşam oluyor.» « G id e lim . H em gidelim, hem de giderken şu şendeki K ent’i satalım!» « Y a polis gene görürse bizi?» «G örsün . Gene beni kovalar. Sen hiç bağırmazsın, ben bağırırım. Sigara sende durur. Po lis isterse yakalasın beni.» « Y a saçını keserse?» «Kessin. A n n e m pazarda küfecilik et de bir traş ol, dediydi bana.» «Küfecilik mi? Nasıl iş b u?» «Ş a b a n ’ın küfesini alırım ara sıra, arkama vurur, Beşiktaş pazarına inerim.» «N e yaparsın orda küfeyle?» «Bayanların pırasalarını, ıspanaklarını taşı’ ilahım ı keser bu hanımlar. Beş kat merdi 6ö>
ven çıkarım küfeyle, on lira. H iç acımazlar ada ma. Bu sigara temiz iş. G ü n d e yirmi paket o k u t tun mu, temiz yüz kâğıdı var.» «Polis de var işin içinde ama...» «Eeee, uyanık olacaksın.» «Sigaralar bende durur da sen bağırır san?..» «Sen çok ufaksın diye kimse işkillenmez senden.» « H e p böyle yapalım.» «Y a p a lım . Sen söyle R asim A b i’ye.» «Söylemesek de, böyle kendi aramızda...» «Söylemesek
işimizi
büyütemeyiz.
Sana
hep iki paket sigara verir. Sattık mı, ara ki bula sın Rasim Abiyi! Hele geçsin birkaç gün. Ortak çalışalım ne dersin?» «Çalışalım .» «B ir deneyelim istersen.» «D eneyelim .» «Sen geriden gel.» « T am am .» «K e nt var abiler!.. A m e rik an Kent!.. O l maz! D a h a geriden gel. Ben cızlamı çektim mi düşme peşime sakın! Çeşme başında beni bek lersin! Kent var, Kent!» «K aç lira Kent?»
69
Bunu, fiyatını öğrenm ek için soruyor, diye düşün dü Arif. İş yoktu bu adam da. Belliydi iş te. « A b i git işine! Alıcı değilsin sen.» «H ırbo, neremden bildin alıcı olm ad ığı mı?» «Sen sigara tiryakisi bile değilsin.» «Şart mı ulan tiryaki olm ak! İşime gelirse alır, üç kuruş da ben korum üstüne, satarım! Veriyor musun otu zd an?» « Y o k olmaz abi. Elli lira!» « H a d i uğurlar olsun! Öyle salata satar gi bi, yol ortasında bağırma bir daha!
Piyastos
olursan kıvırcık saçlarını düzeltiverirler, hayırla rına, aynasız abiler!» D oğru söylüyordu. Y o ld a n geçenlerin kula ğına söyler gibi konuşmalıydı. «K ent var abi! K ent!» Şu gelen diskotek malı bir abla! Çantasın da Kent taşıyanlardan... «A bla, Kent var!» O kim, Kent içmek kim! 1ladi ordan çikletçi, sen de! Ne çikleti, d am la sakızı çiğnersin sen! Bakkala, veresiye ekmek almaya giderken. Köşe başında da durur, ortaokullu Y ılm a z ’a fi yaka için sakızını şişirir patlatırsın!
«K ent var abi!» Bu da, olsa olsa m inibüs şoförü. Cennet mahallesi kızlarını aynadan dikizleyenlerden. « K e n t!» « K e n t’ine
tüküreyim
senin!
Sam sun’un,
M alte pe ’nin suyu mu çıktı mem lekette?» «Kent var, Kent!» «Nerde Kent içen gösteriş budalası varsa, köküne kibrit suyu!» « A b i benim ne suçum var?» « K im var şu memlekette suçsuz! Satma be! Satan satana! Hiçbir şey satamayan da ça lım satıyor sokaklarda!» «Kent var, vereyim m i?» « A b la n a götür de içsin!» «Ne karıstırıvorsun ab lam ı?» 3 j «Bırak şimdi, karıştıran karıştırmış. K e riz!» A l sana bir tanıdık! Nerden tanıyor ablası nı bu abi acaba? Bu kadar tanışıklık bu işlerde hayır getirmez. «K e n t!» «U zun
lafın kısası otuzbeşten verir m i
sin?» «Haydi kırkbeş olsun! Çıkar parayı?» «A l sana elli lira. Sigarayla birlikte bir de
beşlik toka ettin mi, tam am dır. Sabahtan beri başım d ön d ü sigarasızlıktan.» Geriye d önd ü. Bacaksız Bahri uzaklarda kalmıştı. Elini kaldırıp çağırdı. Gelince de, «V er sigarayı,» dedi. «B ir de beşlik ver!» Hiç düşünm eden, söylediklerini yerine ge tirdi Bacaksız. Genci uzattığı elli liraya elini bile sürm e den, « A l şu elli lirayı,» dedi Arif. «Koy cebine.» Artık yan yana gidebilirlerdi. O nları birbi rinden uzaklaştıran o korkulu paketten kurtul muşlardı. Bacaksız Bahri, «B un d an hiçbir şey anlayam adım ben,» d e di. «N e kazandık biz?» «Sen onikibuçuk lira kazandın, hepsi bu kadar.» « H a n i ortaktık biz? Sana ne kaldı?» «Asıl bundan sonra ortak olacağız. Birbiri mizin arkadaşlığını kazandık! H adi şimdi doğru Rasim Abiye!» «Sen de mi geleceksin?» «Ben gelmeyeceğim sen gidip konuşacak sın.
72
Diyeceksin
ki,
Rasim
Abi,
diyeceksin.
Kent gitmiyor, diyeceksin. K e nt’i otuz liradan verirsen yarın on tane ver; M a lb o ro ’yu da kırk tan alırım, diyeceksin. T am am mı? G ö tü r b u günden yatır borcunu. Bugün geçti, yarın ne ve rirse alırsın. Birlikte satarız. M alboro sağlam on lira bırakır bize. Kent de o kadar. Ben ö n den gider, satış yaparım. Sen de geriden gelir malı teslim edersin.Tamam mı! Ne kazanırsak yarı yarıya. Hadi bakalım, yarın sabah çeşme nin orda bekliyorum seni. Rasim A b i’ye de ki, A r if bana çok kolaylık gösterdi, de. Y ok yok, daha söyleme, erken. H adi bakalım, şimdi gaz la!»
b e ş in c i b o l u m
Bacaksız, Rasim A b i’nin sokağına daldığı zaman, hava kararıyordu. Belediye lambaları yanmıştı. Ne vardı bu sokakta? Kapılar aralıktı. Kızlar,
kadınlar,
camlardan
sarkmıştı.
Zey
n e p ’le Kerem de bir kapının ön ün d e dikilmiş duruyorlardı. Sokuldu onlara. D a h a bir şey sor m adan, Kerem, « H a n i Rasim var ya,» dedi. «R asim Abi d i yorsun ona sen...» «E e e ?» dedi kuşkuyla, Bacaksız. « R a s im ’in evini bastılar. Bir araba dolusu sigarasını kaldırdılar.» «Eeee? Sonra?» «Sonrası, hepsini alıp götürdüler işte! Bak mahallede çocuk var mı hiç. Hepsini toplayıp götürdüler.» Çocukların neden g ö tü rü ld ü ğ ü n ü sezmişti Bacaksız. Gene de sordu: «Ne yapmış bu çacuklar?» «Bilmiyor m usun?» «Nerdeıı bileyim!» Zeynep, gözlerinin içine bakarak sordu: «Sahi bilmiyor m usun?» Zeynep sorunca iş değişirdi. Sonra b ilm e
mek de işine gelmezdi. «Şey...» dedi. «B ilm ez olur muyum. Siga ra... Sigara sattılar çocuklar.» Zeynep, kaşlarını çatmıştı nedense, «Sen gördün m ü satarken?» «B en görm edim ama, duydum .» « H e p öyle dersin sen. G örm e d e n , görmüş gibi anlatırsın. K öprüyü de öyle anlattın bize. G örm e dinse sus bari!» « G ö r m e d im satarken. A m a duydum kendi lerinden.» « G e n e de sus sen. Seni de götürürler son ra. H e p götürdüler çocukları.» « C a n ım , ben sana böyle diyorum. Polisle re bir şey söylemem ki.» « B an a da söyleme.» Kerem, « N ed e n söylemeyecekmiş! Söyleyecek iş te! Y alan söylemek olur m u ?» «Sus sen!» dedi Zeynep. «G örm em iş. Bil miyor işte!» Sonra B ahri’ye d ön d ü: «H adi evle rimize gidelim. Hava karardı. Ararlar bizi.» Kerem gitmek istemiyordu. «H e le dur,» gelmemiştir da7 dedi. «B a b a m c? ■ > ha.» «Peki,»
dedi
Zeynep.
«Ben
gidiyorum.
Haydi Bahri, y ü rü!» Bahri’yle yan yana yürüyorlardı. Köşe ba şında ayrılacaklardı ki, Zeynep yavaştan sordu: « D o ğ ru söyle!» dedi. « B ü tü n çocuklar siga ra satmışlar. Sen de sattın m ı?» Bacaksız ne desindi? B ütün çocuklar eğer sattıysa, o b ü tü n çocuklardan aşağı mı kalacak tı? O n lard a n bir üstünlüğü de vardı: O n la r ya kalanmışlar, kendisi yakalanmamıştı. «Sattım,» dedi. « H e m de üç tane.» « D o ğ ru söyle! Sakın Boğaz Köprüsü gibi olm asın?» «Sattım.
Birinin
parasını verdim
Rasim
Abiye. Nah, ikisinin parası da cebimde.» Y ü z liraya yakın parayı cebinden çıkarmış gösteriyordu. «İn an d ım ,» dedi Zeynep. «Peki şimdi ne yapacaksın? Sonra bu paralar?..» «Şimdi... Şimdi bu paraları saklayacağım. Sonra veririm R asim Abiye.» «G üzel. Ver ona parasını. Harcam an hiç doğru olmaz. İyi a m a baban görürse bu parala rı? Ne elersin b ab ana ?» « B ab am d an saklarım. A m a annem g ö rür se, söylerim d oğru sun u !» « İstersen babana da doğrusunu söyle.»
«Söylemem. Ö ld ü r ü r beni.» «Söylesen iyi edersin. H a d i, ben gidiyo rum. Y a k a la n m a m a n çok iyi a m a gene sen bilir sin. Ben hiç kimseye bir şey söylemem. A n n e me de, babam a da.» «B ak,» dedi Bahri, «G örüyo rsun ya, sen de annene, babana, sokakta ne duyuyorsan, hepsini söylemiyorsun. Kim isini saklıyorsun!» « D oğru. Söylemiyorum.» « O n la r bize her yaptıklarını söylüyorlar m ı?» «Söylemiyorlar.» «B iz de söylemeyiz,» dedi Bacaksız. «Sen bilirsin. İstersen sen de söyleme.» «Söylemem.» «Sakın şeye de söyleme. O Hapşırık kıza.» « A m a o arkadaşım. Sen de arkadaşımsın.»
«İnsanın çok çok arkadaşı olm az ki.» «Olursa daha iyi olm az m ı?» «O luuur. Neden iyi olmasın... A m a insan ların nedense çok çok arkadaşı olmuyor. İnsa nın çok çok-arkadaşı olunca, o arkadaşlar birbi rini sevmiyor. D üşm an bile oluyorlar. Neyse. H adi ben gidiyorum.» Zeynep’ten ayrılmak istemiyordu Bacak sız. Erkek gibi bir kızdı şu Zeynep. Kerem ne den böyle değildi? A m a Kerem de iyi çocuktu. Belki onu ilerde daha çok severdi. Herkes hep birden sevilmiyordu ki.
İnsanlar, birbirlerine
olaylar geçtikçe yaklaşıyordu. A aaa! Kim di o çeşme başındaki? G ülte n mi? «Sen hâlâ su mu dolduruyorsun?» dedi Ba caksız. G ülüyordu G ülten. «Evi batırdın da gittin,» dedi G ülten. « A n nem bir türlü temizleyemedi.» «Ben mi batırm ışım ?» «Sen ya.» «Ben hortum la tenekelerinizi, kazanlarını zı d old u rm adım m ı?» « D o ld u r d u u u n .» «E e e e ? » « D o ld u rd u n da taşırdın bile. Paşan sular 78
hep annem in evde nesi var nesi yok ıslattı. Taşıya taşıya bir hal olduk. Peki sen nerden geliyor sun bu saatte?» U zun uzun anlatmaktansa, elini cebine d a l dırdı. Bütün paraları çıkardı. « A m a n ne kadar çok para. Babanın parası mı bunlar?» «N e babası be. Babamın cebinde bu kadar para ne gezer. Parası olsa Külüstürüne yağla benzin alır. Benim param bunlar. Ben kazan dım .» «Y oksa sen de Paytaklar, Dobişler, Seksek Aliler, Lüfer Temeller gibi sigara mı sattın?» « A m a ben onlar gibi polise yakalanm adım ki.» Tam paraları cebine sokarken, arkasından iri bir el uzandı. Geriye d ö n ü p bakması hiç ge rekmezdi. Kamyon süren ellerdi bunlar. Babası nın, tuttuğunu koparan güçlü elleriydi. «N e parası bunlar? Nerden buldu n?» «B u lm ad ım ! Benim değil!..» «Başkasının parası ne geziyor sende?» «Verecektim. Lvde yoktu...» «Sakın... Sakın sen de... H a aa?» Gözleri G ü lte n ’e kaymıştı. O n u n yanında açılması yersizdi:
« Y ü r ü eve!» dedi. Paraları hâlâ elinde tutuyor, cebine koym u yordu Bacaksız. « Y ü rü ! D a h a duruyor! Bacaksız seniii!..» Doğru muydu koskoca bir babanın, çocuk lara uyarak, kendisine ‘bacaksız’ diye çıkışması. Babasının bu azarına katlanırdı ama, G ü lt e n ’in yanında da olur muydu bu! «Peki, peki,» dedi, «G id iy o ru m .» Havayı biraz yum uşatm ak için babasından saklı, yüzünün bir yarısıyla şöyle bir gülümsedi G ü lte n ’e. ‘D u rm a üzerinde G ü lt e n ’ciğim’ demek isti yordu. ‘Bütün bunlar, kuru gürültü. A ldırdığım yok. Görüyorsun işte!’ A m a babası, öfkesini yenememişti. Bacak80
sız’ı ensesinden yakaladığı gibi, birden ayakları nı yerden kesivermişti. « Y ü r ü pis kaçakçı! Sen kim, sigara satmak . kim! Seni şimdi karakola teslim edeyim de gör! Vursunlar kelepçeyi de atsınlar seni hapislere!» Evin kapısına kadar ayakları yere d e ğm e mişti Bahri’nin. K arakoldan söz etmişti ama, babası gene de ensesinden yakalayıp eve getir mişti onu işte. «B ak Pakize! Ne haltlar karıştırmış bu B a caksız!» «N e yapmış gene?» « D a h a ne yapsın! Kaçakçılık yapmış!» «N e kaçakçılığıymış b u ? » «N e kaçakçılığı olacak, sigara kaçakçılığı!» Bacaksız’ın annesi, tenceredeki çorbayı ka rıştırmayı unutm uştu bir süre. Çorba taşıyordu. Kaşığı alıp başlamıştı karıştırmaya. «Ben de sandım ki, güm rükten mal kaçır mış...» «B ug ün sigara kaçırır, yarın araba kaçırır! Bir başladı mı, hayrını gör artık!» Sonra Bacak sızın üstüne yürüdü. «Bir daha yapacak mısın doğru söyle!» Böyle bir d uru m da , kim çıkar da ‘ Y a p a rım ’ diyebilirdi. B acaksız S ig ara K açakçısı / 6
81
«Söyle bir daha gidecek misin o Rasim de nilen karaborsacının, kaçakçının y a nm a!» Bacaksız ilk kez duyuyordu bu karaborsacı sözünü. G ö z ü n ü n ö n ün e kara boyaya dalıp çık mış bir adam görüntüsü gelivermişti. G ö z le r in de kapkara gözlükler vardı Rasim A b i ’nin. D ip ten doruğa kapkara giysiler içindeydi. D u r m a dan üsteliyordu babası: «Bir daha R a sim ’i görecek misin?» Böyle kapkara ziftlere, katranlara batmış bir adam nasıl görülürdü. Eliyle bu korkulu g ö rüntüyü iterek, «Hayır!
Hayır!» diye bağırdı. «B ir daha
hiç görmeyeceğim!» Birden babasına verdiği iki paket sigaranın parasının anımsamıştı. Rasim A h i ’ye borcunu ödem eden mi kaçacaktı ondan? Herkes ne der di sonra! 1lele Rasim A hi ne derdi, hapisten çı kınca? «Borcum... Borcum var... Paralar onun... Şendeki paralar!» «Veririm ona ben! Sen karışma!» «Hepsini verme! Benim de param var için de!» «Sus! D aha konuşuyor! Parası varmış için de! Nerden paran oluyormuş senin?»
«K e n t’ten yedibuçuk, M a lb o ro ’dan beş li ra.» «H ele şuna bakın, şu Bacaksız’a! Nerden öğrendin sen bunları? Bir daha ağzına alacak mısın bu lâfları? H a ? Alacak mısın, M a lb o ro ’ları, K e nt’leri?» «Y ok, baba, alm ayacaaam !» «Söz m ü ? » «Söz baba! Ne Kent diyeceğim bir daha, ne de M alb oro!» «B ak hâlâ söylüyor! Bir daha ağzına ala cak mısın sen! Al hanım , şu paraları, sakla! Sa kın benim verdiğim paraların yanına koyma! Rasim midir, nedir, ortalıkta gö rün d üğü gün, götürüp vereceğim eline! Kendisine de diyece ğim ki, eğer bir daha şu herife sigara sattırdığı nı duyarsam, eh, ben bilirim ne yapacağımı!» Bacaksız, işin böylece tatlıya bağlandığına çok sevinmişti. İçinden, ‘ Yemeğe bir otursak da, babam bu konuyu büsbütün unutsa,’ diyor du. Kimbilir, babası da böyle düşünüyordu bel ki de. Birden ekmek kutusunun kapağını açıp baktı babası, «N e yiyeceğiz be!» diye bağırdı, «Bir dilim ekmek yok kutuda! Koş, ekmek al da gel bak kaldan! Yazsın deftere! Babam hafta başında
gelip kapatacak hesabı, de! Beklesin, kaçmıyo ruz ya! Koş hadi!» Bacaksız, koşmuş, elinde ekmekle bakkal dan dönerken arkadaşlarını görmüştü. K arakol dan geliyorlardı. Sıfır numarayla tıraş edilmişti saçları. Polisler bundan sonra, görünce tanıya caklardı onları. Hele bir daha sigara satarlar ken
yakalarlarsa,
hapise
atacaklardı.
Kek
Ö m e r ’in de saçları gitmişti dibinden. « D a h a ço, ço, ço, ço, ço çocuk var orada,» diyordu. Evet bütün bu sokağın, öb ü r sokakların ço cukları içerdeydiler. Gazeteciler gelmiş, sıradan resimlerini çekmişlerdi. Tam seksen altı çocuk. Elli ikisi on yaşından küçüktü. Y arın b ü tün gazetelerde resimleri çıkacaktı. Seksek Ali, « A p ta l!» dedi Bacaksız’a. «Sen de sigara satsaydm, senin de resmin çıkardı gazeteler de!» Bacaksız’m aklı hep Rasim A h i’deydi. «R asim A b i’nin de resmini çektiler m i?» diye sordu. «N eden çekmesinler. Bize bütün sigaraları verip sattıran o. D ah a neler yapacaklar ona, ne ler.»
«Neler yapacaklar?» «Hapislere atacaklar!» «A tsınlar!» dedi Seksek Ali, «Hapisanelerin en karanlık yerine atsınlar. Karakolda ne d e di komsere? Ben otuz liradan alıyorum Malboroları, dedi. Bize veriyor kırk liradan. D üşün bi kere, ne kadar kâr etmiş bugüne kadar.» Bahri, M a lb o ro ’yu kırkbeş liradan aldığı halde, gene de g ö nlü razı olm uyordu onun ha pislere atılmasına. Birgün çıkardı hapisten. Ç ık tığı gün babasına söyler, borcunu da öderdi.
ALTINCI BOLUM Ü ç gün sonra Fesleğen Sokağı’nın çocukla rı çeşme başında toplanmışlardı. H e m e n hepsi nin saçları da bir numarayla traş edilmişti. H a valar sıcak olduğundan, başları üşümüyordu, am a gönülleri pek aydınlık değildi. Ortalarda çoktan beri görünmeyen Kırkyalan Ferit, ha minnesinin yanından d ön m üştü. Ferit’in babası Salim Derler, A lm a n y a ’ya işçi kaçıran bir örgü tün adamıydı. Geçenlerde bu örgüt ortaya çık mış, babası da yakalanmış içeriye atılmıştı. G a zetelerin baş köşesinde resimleri çıkmıştı baba sının. Ham innesinden d ö n d ü ğ ü gün, Fesleğen Sokağı’nın çocuklarını böyle traşlı görünce da yanamadı, «Çocuklar,» dedi. «Askere mi gönderiyor lar sizi?» Yılık Recep, «Hayır,» dedi. «Bizi kimse göndermiyor. Biz gönüllü gidiyoruz.» «Y oksa bitlendiniz de Kızılay’ın adamları mı traş etti sizi?» Seksek Ali, «Küçükbey, öğrenmek istiyorsan dur söyle yeyim,» dedi. «R asim A b i’miz bizi sigaradan ka
zandığı parayla sevabına traş ettirdi. Şimdi an la dın m ı?» «Şu sigara kaçakçısı m ı?» «İşte o.» « A n la d ım . Size sigara sattırırken, yakaladı lar. Dayak da attılar mı size?» Paytak Yılmaz, «D ayak atmadılar,» dedi. «Sigara kaçakçı larına dayak atmıyorlar. U yd urm a kâğıtlarla iş çi kaçıranlara atıyorlar dayağı. Söyle de baban Salim Derler Bey’e, hapisten bir gün çıkarsa, or talarda görünm esin!» «H a d i ordan,» dedi Kırkyalan Ferit. « K i me ne zararı olm uş babam ın? Dışarı işçi g ö n d e riyorsa, memlekete para giriyor.» « H a m in n e n mi söylüyor bunları?» «Kabak, sen de! Fesleğen S ok ağfn ın ka bakları!» «Kırkyalan değiliz biz! Ne söylersek d o ğru dur!» «Sizin
kılavuzunuz
bitirim
Rasim
değil
mi? Sizin basınızı birgün dibinden de kestirir ■ > o o.» «Sen
kendini düşün,
muhallebi çocuğu!
Balkabağı!» «Ben Fesleğen Sokağının kabağı olam am 87
sizin gibi! Olsam olsam...» Paytak Y ılm az ekledi gerisini: «O lsan olsan sokağın hıyarı olursun! D o ğ rayıp da cacık yapsınlar diye!» Tam bu sırada bir cip bitiverdi yanlarında. A rabadan atlayan polisler çocukların karşısına dikildiler. Polislerden biri, «B izim aslanlar, çeşmebaşı balesi yapıyor lar,» dedi. «Yoksa toplandınız da Rasim Şenpazar’ı mı bekliyorsunuz, sizi satışa çıkarsın d i ye?» İkinci polis, parmağıyla çocukların üçünü, d ö rd ü n ü gösterdi. «Sen. Sen. Sen!.. Sen de gel!» Sonra Bacaksızla Ferit’e d ön d ü: «Siz ikiniz de katılın! Atlayın arabaya ba kalım! Başkomser sizleri görmek istiyor. Çabuk olun.» 88
Gösterilenleri ite kaka doldurm uşlardı ara baya. Beş dakika sonra karakoldaydılar. Başkomser, masasının başındaydı: « D e m e k bu Rasim, içerden çıkar çıkmaz yi ne başladı mahallede işe?» «Ö yle görünüyor komiser’im,» dedi cipte ki polislerden biri. Başkomser, «Sen gel bakalım şöyle!» diyerek parmağıy la Kırkyalan Ferit’i çağırdı yanma. «N edir bu saçlar?» dedi. «Geçen enselenişte kurtarmışsın yakayı, öyle m i?» «K u rta rd ım !» dedi Ferit. «Haminnemdeydim ben!» «Şim di enselendin, öyle mi? Söyle adın ne senin?» «Ferit Derler!» Başkomser hiç d üşünm eden tokadı patlat tı Ferit’e. « B an a da Başkomiser Nail derler, anladın mı! Kabadayıları hıyar yer gibi yerim ben, hatır hatır!» «Ben, ben, hıyar değilim, ben...» Başkomser kalktı yerinden, « D a h a direniyor! Flüseyin, getir şu m akine 89
yi! Hıyar değilmiş bu!» Getirilen traş makinesini aldı eline, alnı nın ortasından tepesine doğru yürüttü. «Şim di sen de kurtulursun hıyarlıktan, ka bak olursun, şu omuzdaşların gibi! Gerisini de sen tam am la
Hüseyin. Al şu makineyi de...
Yok, makineden vazgeçtim, usturayla kazıya caksın başını. Tam kabak olsun diye!» «Başüstüne!» « A l götür musluklara iyice sabunla! İyice sabunla önce başını!» O n la r
çıkarken,
başkomiser,
Bacaksız’a
dönm üştü: «Sen de geçen traştan kutarmışsın saçla rı!» dedi. «Ben evden çıkmam ki... H ep annem in ya nında otururum .» « D e m e k sen H am in n e 'n e gitmezsin, öyle m i?» «B enim ham innem yok ki. Bir annem var. Hiç yalnız bırakmam onu.» «Aferin! Böyle olacak işte! Bütün gün so kaklarda Kent, M alboro satmazsın değil m i?» «Ö yle şeylerden anlam am .» « H a d i git sen! Doğru annenin yanma! Ç o cuk dediğin böyle olur işte!»
90
Bacaksız, sessizce çıktı karakoldan.
Eve
doğru yollandı. Dobişler, Paytaklar, Kekler, Yılıklar, Te meller, hafiften güldüler, am a başkomser bu g ü lüşün sevgiden o lduğunu sanmıştı. Y anındaki m e m ura d ön d ü. «Arayın
bunların
üstünü
başını!»
dedi.
« Ç o k para var mı, sigara var mı, kibrit var mı? Kuşkulandığınız ne varsa, masanın üstüne!» Üstleri aranırken içeriye Ferit girmişti. « H a h , böyle olacak işte!» dedi başkomiser. «Pırıl pırıl! Şimdi hıyarlıktan çıkmış, arka daşların gibi, kabak olmuşsun! Arayın bunun üstünü de!» Ferit’in üstünü arayan polis, elini cebine sokar sokmaz, bir elli liralık b ulup çıkarmıştı, b ütün bütün. «N e parası b u?» dedi Başkomiser. «Tam bir M alboro parası, öyle m i?» « Y o k , hayır efendim. Şey parası...» «Söyle, ne parası? Çabuk, Kent mi?» «Ç ik o lata parası. H a m in n e m verdi. Ç ik o la ta alırsın, demişti.» «Sen de sermaye olur diye saklıyorsun, haaa? Söyle bakalım adın ne senin?» «Ferit.» 91
«Soyadın?» «Derler.» « D e m e k senin soyadındı, bu ‘D erler?’Daha önce söyleseydin ya!» «Söyledim efendim.» «Ö yle mi? Ben de sandım ki kabadayılık tan söylüyorsun. Kaç para eder ki, peşin peşin tokadı yedin. Kabahat ne sende, ne bende. B a ba n d a !» «H ayır efendim, babam ın hiç kabahati yok tu bu işte. Kabahat hep işçilerde... Babam hep iyilik yapmak için yolladı, onları A lm a n y a’ya.» « G e n e karıştırdın konuyu!» «Karıştırm adım efendim. Babamın hiç su çu yok. Boşuna yatıyor içerde.» « D e m e k soyadını ‘D erler’ diye aldığı için yatıyor b aban?» «Evet, soyadı onun da ‘D erler’. Salim D e r ler.» «N e? Salim Derler m i?» «Evet, Salim Derler.» «H a a a ! Tanırım onu. Şu ünlü Salim D e r ler Beyefendi. Gazetelerin baş köşelerine geçtiydi adı. G u ru r duyarım bu gibilerin bölgemde barındıklarından. Neyse, gene de boşa gitmiş değil sana attığım tokat. Küpe olur kulağına.»
A ra m a bitmiş, çocukların üzerlerinde kuş kulu hiçbir şey çıkmamıştı. Bir elli liralık vardı, Ferit’in elli lirası, o kadar. Ferit Derler’e d ö n dü başkomser. « A l şu elli liranı,» dedi. «D erler ailesinin bir ferdi olarak bu elli lirayı taşıyabileceğine ak lım yattı. Koy cebine! H a m in n e n e söyle, bir d a ha böyle büyük paralar vermesin sana. Çikolata dan bıkar, sigaraya başlarsın sonra. Bunun yirmibeş lirasını berber parası olarak kesmemiz ge rekir ya, haydi bu kez karakolun bir armağanı olsun bu tıaş sana. Seni hıyarlıktan kurtardık, daha ne istiyorsun! Haydi bakalım, sigara satar ken yakalandınız mı, cezanız dört kat artar b u n dan sonra! Y allah!..» Kek Ö m e r ’in teşekkür edeceği tutmuştu. H em de ‘çok teşekkür’ edecekti başkomsere, sa lıverdiği için. Belki de hiç hoşlanmadığı Kırkyalan Ferit’i kuşa çevirdiği için. Ç o k teşekkür ede cekti, çoook!.. «Ç o , ço, ço, ço, ço, ço, ço, ço...» « Y ü r ü ! » dedi başkomser. « S özün ü bir d a haki gelişinde tam am larsın!» «Ç o , ço, ço, ço, ço, ço, ço...» « D a h a konuşuyor! Çıkın dışarı diyorum si ze!» 93
Çocuklar tek sıra olup çıkmışlardı karakol dan.
Merdivenleri inerken başlamıştı
Paytak
Yılmaz: «Ço, ço, ço, ço, ço, ço...» diye tirencilik oy namaya. «Haydi arkadaşlar Fesleğen Sokağı is tasyonuna turfanda kabak götürüyoruz! V a g o n lar sıralansın! Sıraya girin çabuk!.. «Ç o , ço, ço, ço, ço, ço!..» Ferit de karışmıştı aralarına. Karışmasın da ne yapsındı. Paytak, om uzlarından sıkınca kavramıştı onu. Kaçm ak istese de kaçamazdı ki. «Haydi arkadaşlar! Flep birden!.. Ço, ço, ço, ço, ço, ço, çoooo!» « D ü ü ü ü t !..» Fesleğen Sokağını bir uçtan bir uca dolaş tıktan sonra çeşme başına yöneldiler. Karamarsık çetesi, başlarında Keriz A r if olduğu halde orada toplanmıştı. İlk bakışta ortalarındaki Rasim Şenpazar göze çarpıyordu. Çocukarın geldi ğini görünce çabuk çabuk konuşmaya başlamış« Benden geçti artık,» diyordu. «Benden geçti bu iş, tam am mı! Neden mi geçti? D a m g a landık! İşimi bu K e ıiz’e bırakıyorum. Bacaksız, az önce, karakoldan gelince, bir şeyler anlattı
bana. Aferin! Uyanık olacaksınız, daha da uya nık tam am mı! Malı aldığım yeri de söyleyece ğim Keriz’e. U tandırmazsınız beni, tam am mı! Z a rım a da bakarsınız, yani kollarsınız beni d e mek istiyorum. Bu Fesleğen Sokağı’nda bir d a ha g örün m e k yok, tam a m mı! D ad and ılar bir kez. Bacaksız’ın da başını beleya sokmayın, ta m am mı! Hadi eyvallah!» Kabaklar tireni, kopm uş geliyordu karşı dan: «Ç o , ço, ço, ço! Ço, ço, ço, ço, ço!» Bacaksız, sesleri duyunca evden fırlamıştı. İki parmağını ağzına getirmeden, sıkı bir şef d ü d üğü çaldı: « T a m a m !» dedi. «Buraya kadar! İnsin Kabak’lar!..»
İKİN Cİ K İT A B İN S O N U
95
Bacaksız’ın Başından Geçenler
B irin ci K ita p BACAKSIZ KAMYON SÜRÜCÜSÜ İkinci K it a p BACAKSIZ SİGARA KAÇAKÇISI Ü ç ü n c ü K itap BACAKSIZ OKULDA D ö rd ü n c ü K itap BACAKSIZ PARALI ATLET B eşin ci K itap BACAKSIZ TATİL KÖYÜNDE
Unlil yazarınız C ıfa t
İlgaz ezellikle ilkokul çağındaki çocukları
düşünerek, güldürücü,
eğlenceli ve U r »kgdar d i dü$ündürüeü
lir dizi çocuk ronanı yazdı.
$ e f iU r
«Uy U r
in a n d ın « ile yö n le n d ire ce k
fıenen
lağlarını,
(ter gün
lüyük
k e n tle rd e
lirey göre vle rin i,
olgulardan
düzen|enni$...
raslanan,
lilin ç li lir
lifin d e
K a r a lı k|ı
güven i,
lağlılığı vurgulayan « M u , küçük çapta, yapnacıksız serüvenler dizisi... U a c a k s ız
Kanyon
¿ü rü cü sü ,
İJa cak sız
6 *g a ra
K a ç a k ç ıs ı,
bacaksız Okulda, bacaksız Paralı flt le t ve bacaksız Tatil Köyünde ad|< kitaplardan «|u$an lu dizide îa c a k sız'ın lafından ge çe n le ri «kudukça dala ç«k sevecek, aranızda sınsıkı dostluk kuracaksınız.
ISBN 978-975-348-005-5
www.cinaryayincilik.com.tr cinar@cinaryayincilik.com.tr 9 7 8 9 7 5 3 4 X OO 5 5
ra,v*w f r n 'y1 - ''W Îë ‘