Rıfat ilgaz bacaksız sigara kaçakçısı çınar yayınları

Page 1


Bacaksız Sigara Kaçakçısı


Ç ın a r Yayınları R ıfa t İlg a z / B ü tiin Eserleri / Ç o c u k R o m a n ı Bucaksız Sıkanı Kayıkçısı 16. Baskı: İstanbul, K asım 2007 K a p a k Resm i: Al tan S a ra ç o ğ u lla n R esim leyen: T urgu t K eskin Baskı: Y e n ig ü v e n M a tb a a c ılık ve M ıic e llit Ltd.Şti. D a v u tp a ş a C a d . G ü v e n S anayi Sitesi C Blok No: 208 T o p k ap ı / İstanbul Tel: (0212) 567 69 20 ISBN : 978-975-348-005-5 © Ç ın a r Y ayınları

1998

T ü m y a y ın ha k la rı saklıdır. T anıtım a m a c ıy la k a y n a k gösterilerek y a p ıla c a k kısa a lın tıla r d ış ın d a y a y ın c ın ın yazılı izn i o lm a k s ız ın h iç b ir y o lla ç o ğ a ltıla m a z . Ç ın a r Y ayınları R ıfat İlgaz K ü ltü r M e rk ezi Ç a talçe şm e Sok. No: 5 0 /4 C a ğ a lo ğ lu / İstan b ul Tel: 0212 528 71 40 Faks: 0212 528 71 43 vvvvw .cinaryayincilik.com .tr w w w .rifa tilg a z .n e t w w w .h a b a b a m s in ifi.c o m .tr w w w .m a rk o p a s a .o rg d n a r(«’ci nar vavi n c ilik .c o m .tr


fi Ü 1 ii N

E S E II L E R

Bacaksız Sigara Kaçakçısı ÇOCUH

ROMANI

İmar


b ir in c i b o l u m

Fesleğen Sokağının öb ü r sokaklardan bir üstünlüğü var. O da bilm em hangi paşanın so­ kak başında yaptırdığı çeşme. A rad an yıllar geç­ miş, çeşmenin ne taşları kalmış üstünde, ne ön ü n d e yalağı... Suyunu dam la dam la sızdıran bir musluğu kalmış. O n u da hurdacılar söküp götürünce, sular boşuna akmasın diye, hayır sa­ hibinin biri gelmiş, bu deliğe bir çomağı çakıvermiş. Kuru bir çeşme kalmış, yol kıyısında yıllar­ ca. G e l zaman git zam an, bir seçim öncesi, so­ kağa arnavut kaldırımı döşeyen Belediye, yıllar-


dan sonra bu çomağı çıkarıp yerine ucuz bir musluk takmış. Çeşmeye su getirip, tıkanık b o ­ ruları yenilemeyi de unutm am ış. Eh üstüne de, giden taşların yerine sağlamca bir beton d ö k ü n ­ ce işte bu çeşmecik, yeniden çıkıvermiş ortaya. Yalaksız çeşme olur mu, diyeceksiniz. N e ­ den olmasın! Yalak, atları sulamak için gerekli değil miydi bir zam anlar? A t nerde şimdi, bey­ gir nerde? Sütçüler bile beygirle dolaşmıyorlar artık. Büyük kentlerde, taş arabalarına iş kalsay­ dı bizim Bacaksız’ın babası, bu Külüstürle Fes­ leğen S o k a ğ fn a nasıl girerdi? Nasıl yerleşir ka­ lırdı, karısı, oğluyla? O tom o bille kam yonun sırt sırta girdiği b ü ­ yük kentlerde at mı barınır, at arabası mı kalır­ dı? Eğer Fesleğen Sokağı’nın kaldırımlarında Bacaksız, Karadeniz kıyılarından gelip oynayabiliyorsa, buralarda çeşme yalağına gerek kalm adığındandır. Külüstür de bu çeşmede yıka­ nır, temizlenir, ama yalağa gene de gerek yok­ tur. Musluğa takılan onbeş yirmi metrelik hor­ tum, her işi çözmeye yeterlidir. «G ülteeen! Su mu taşıyorsun an nene?» Bacaksız görüyor ki G ülte n su taşıyor eve. B unun sorusu mu olur? D oğru, ay aydın, olan


biten ortada. Bacaksız soruyorsa, bir nedeni o l­ malı. G ü lte n ’le arkadaşlık edecek, dostluğu pe­ kiştirecektir. Geçen gün kam yonun altında sak­ lı yatarken, G ü lt e n ’in kendisi için söylediklerini unutmamıştır, unutmayacaktır da. Azar azar, duvar örer gibi gelişen dostluklar, öyle kolay k o ­ lay yıkılıp gitmez ki. G ülte n gülerek yanıtladı Bacaksız’ın soru­ sunu: «G örüyorsun su taşıyorum işte!» «Ü stün, başın su içinde kalmış!» « A n n e m çamaşır yıkıyor da...» «B ir kova da bana ver, ben de taşıyayım!» «Başka kovamız yok ki...» «B abam ın bidonuyla taşısam?..» «O luuur... A m a benzin kokmaz mı baba­ nın b id on u?» «Kokaaar. Taşıdığım suyu siz içecek değil­ siniz ki.» «Öyle ama, annem ister mi, bilmem ki?» Bacaksız, öyle aklına gelen bir şeyin arkası­ nı bırakacaklardan değildi.

Koşa koşa tuttu

evin yolunu. Babasının uzun bir hortumu vardı, uzak yola çıkarken alırdı kamyona. Dolaptaydı bu lastik boru. Babası hortum derdi ona. Oysa hortum deyince, filin hortum u akla gelirdi.


Bacaksız koşa koşa eve gitti. Sokak kapısı aralıktı, yavaşça girdi içeri. Annesi arka pence­ rede kilim silkiyordu, gürültüden Bacaksız’ın duym adı geldiğini. Bacaksız yavaşça açtı dolabı. Lastik b orun un kangalını koluna takıp çıktı so­ kağa. G ü lte n gelmeden önce musluğa takıp bek­ ledi. H o rtu m u n öb ür ucunu uzattı da uzattı. Taa G ü lte n ’lerin kapısına kadar. Bir iki metre daha olsa, kapıdan içeri de girebilirdi. G ülte n , evin kapısında dikilmiş, Bacaksıza bakıyordu. «N e yapıyorsun?» diye sordu, hiçbir şey a n ­ lamadan. «N e mi yapıyorum ?» dedi Bacaksız b ö b ü r ­ lenerek, «H e le şu kovayı getir de şuraya koy b a ­ kalım !»


G ülte n kovasını ho rtu m u n ucuna yerleşti­ rirken Bacaksız, çeşmeye koşmuş, musluğu aç­ mıştı. «Nasıl?» diye seslendi, «su geliyor m u ? » «G e lm iy or!» dedi G ülten. «H ele biraz bekle! Geliyor mu şim di?» G ülte n ellerini çırpıyordu: «Geliyor, hem de öyle çok geliyor ki!» «D oluyor m u kova?» «Doluyor. Ş im diden yarı oldu !» «D o lu n c a söyle de kapatayım !» Bir süre bekledi G ülte n . Tam ağzına kadar dolunca, «Kes Bahri’ciğim !» dedi. « D o ld u !» Bahri’cik kesmişti suyu, am a daha uzun sü­ re sular akmıştı borudan. Su kesilince kovasını


kaptığı gibi koştu Gülten. Annesi onu kapıda karşılamıştı. Şaşkın şaş­ kın, «N e çabuk doldurdun kovayı?» dedi. « N a ­ sıl oldu bu, anlayam adım !» «Bacaksız...» dedi G ülten. «Şey Bahri diye­ cektim... Bahri var ya. M usluğa uzuuun bir b o ­ ru taktı. Benim için taktı. Bizim için. Sen kolay çamaşır yıkayasın diye.» « A m a n ne iyi çocukmuş bu Bahri!» Annesi çıkmış kapının dışına, bakıyordu. G ülte n , boş kovasını b orunun ucuna yerleş­ tirmiş bekliyordu. «H aydi aç!» dedi. M usluk açılmış, hortum dan şarıl şarıl akan sular, hemencecik kovayı dolduruvermişti. G ü lte n ’in annesi sevinçten kendini tu ta m a ­ dı: « A m a n ne güzel!» dedi. « A m a n ne akıllı çocuk bu Bahri! Hele dur, ben içerden kazanla tenekeleri getireyim!» G ü lte n ’in annesi, kapısının ö n ü n e teneke­ lerle kazanı çıkardığı sırada, çeşmenin önünde, komşuların kovaları, bidonları, tenekeleri, g ü ­ ğümleri birikiyordu. Şimdi ne olacaktı? Ö nce G ü lt e n ’in annesi­

10


nin

kapları

dolmalıydı,

yoksa

çeşmenin

önündekiler mi? Z o r d u bu işin içinden çıkmak. Gülşen H a n ım , tenekelerden birini kaptığı gibi çeşme başına koştu. « K o m ş u la r!» dedi. «Bakın, ben de sıraya giriyorum. İşte tenekem! Sıra bana gelince, ben tenekeyi koymayacağım da, şu boruyu takaca­ ğım musluğa, o kadar!» Bacaksız, m usluktan lastik borusunu çekip çıkarmış, onların konuşmalarını dinliyordu. A h, ne zam an dolacaktı G ü lt e n ’in annesinin kapla­ rı! Tam bu sırada arka sokaklardan geçen ta­ bakçının sesini duymuştu. Satıcının elle ittiği arabasından gelen tabak şıngırtıları işitiliyordu. Araba ters yöne doğru gittiğinden, yavaş yavaş sesler uzaklaşıyordu. M usluktan çektiği hortu­ m un ucunu, G ü lte n ’in eline tutuşturduğu gibi, koştu. Ü ç sokak aşağıda yakalamıştı tabakçıyı. «Tabakçın!» diye seslendi arkasından. « N e ­ reye gidiyorsun! B ütün teyzeler çeşmenin ö n ü n ­ de toplandılar, seni bekliyorlar!» «Sahi m i?» dedi tabakçı. Şaşkın şaşkın b a ­ karak. «N eden sahi olmasın! O n beş gün sonra bayram değil m i?»


Bir bayram sözü duymuştu ya, kaç gün son­ ra olacağım bile bilmiyordu. Bacaksız’ın aklının ermediği bir şey varsa o da büyüklerin sık sık sö­ zün ü ettiği bu bayramlardı. Bahar Bayramı, Z a ­ fer Bayramı, Cumhuriyet Bayramı... Hele hele Çocuk Bayramına hiç aklı ermezdi. Çocuk Bay­ ram ının bir adı da 23 Nisandı. Bayram var diye ortalığı altüst ederler, gelgelelim Bacaksız’a bir sakızlı şeker bile vermezlerdi, al bunu çiğne de, sen de bayram yap diye. « D e m e k beni bekliyorlar, öyle m i?» diye üsteledi tabakçı. Çok sevinmişti bu işe. « H e m de sabahtan beri,» dedi Bacaksız. Tabakçı arabasının burnunu hemen o y a n a çevirdi. «Eğer hızlı bir alışveriş olursa, sana ben­ den, açılır kapanır bir bardak! A n n a d ın m ı?» dedi. «Y aşa tabakçı amca! Ben de senin için ta­ baklar, çanaklar diye bağırırım, bak gör!» « O ld u ! Sen bana kazandır, ben de altında kalm am , annadın mı?» Bu büyükler ne biçim konuşuyorlardı! Ba­ bası her sözünün sonunda, «ta m a m mı» derdi, bu tabakçı da «annadın mı? A n n a d ın m ı?» ‘D u r sen Tabakçı A m ca'dedi içinden. ‘Se­


ninle dalga geçeyim de g ö r!’ «B ak Tabakçı Amca, anladın m ı? » dedi. «B e n açılır kapanır bardak istemiyorum, annadın mı. Sen bana bi tuzluk ver de, eğer bir gün yum urta yersem, annadın mı, işime yarasın!» «Sanki sen, açılır kapanır bardağı hak et­ miş gibi söylüyorsun, annadın mı. Hele bi satış başlasın, annadın mı. D a h a önce, bi bağır baka­ lım, tabakçiii, diye, annadın m ı?» « A n n a d ım Tabakçı A m ca. Bak, çeşme g ö­ ründü. Hele bi başla sen bağırmaya, annadın mı, arkadan da ben bağıracaaam !» «B ak bunu iyi düşündün, annadın m ı?» Sesini yükselterek bağırmaya başladı: «Tabaklar, çanaklar, Paşabahçenin! Kırıl­ maz bardaklar, naylon çanaklar, çiçek gibi melaminler, bakalit kutular! Çiçek! Çiçek! Haydi gi­ diyor tabakçiii!..» Arkasından da Bacaksız başlamıştı bağır­ maya: «H aydi tabakçiii! Ablalar, teyzeler, tabak­ çı geldi Fesleğen Sokağı’na! Çiçek bunlar, çi­ çek!.. Çiçek!..» Sıra şimdi de tabakçıdaydı: «M e lam inle r! bardaklar!

Kristaller!

Paşabahçenin

Kırılır, kırılmaz çiçekleri!

Çiçek


satıyorum, çiçek, çiçek!..» Bacaksız, çeşmeden yana dönm üş, sesleni­ yordu kadınlara: «Tabakçı geldi, tabakçiii!.. Bırakın b id o n la ­ rı, kovaları, tenekeleri de tabakçının çiçekleri­ ne gelin! Tabaklar, çanaklar, tuzluklar, b uzluk­ lar, açılır kapanır bardaklar!.. Kutular, mutular!.. Haydi tabakçiii!.. Koşun arabamızı görün! A lm asanız da bir bakın! Seyrine para yok, abla­ lar teyzeler!.. Tabakçiii!..» Bacaksız, tabakçıya d ö n ü p sordu: «Nasıl?» dedi, «İyi bağırıyorum, verceeen diiil mi tuzluğu?» « D u r bakalım, siftah etmedik daha. Hele bi alışveriş kızışsın!» Tabakçının sesini duyan kadınlar, genç kız­


lar, ellerindeki kabı kaçağı ayaklarının dipleri­ ne koyup, arabanın ö n ü n e koşuyorlardı. Kala kala bir S üm b ül Teyze kalmıştı çeşmenin başın­ da. Eğer elindeki güğüm musluğun altında duruverse, o da bırakıp çoktan katılacaktı kalabalı­ ğa* «Sen g ü ğüm ü bana bırak,» dedi Bacaksız. «M u s lu ğu n altında elimle tutarım ben!» Bir araba dolusu tabak çanak gelecekti de Kek Ö m e r ’in annesi S üm b ül Teyze çeşme başın­ da güğüm dolduracaktı, öyle m i? O da karışın­ ca kalabalığa, kimsecikler kalmamıştı çeşme b a­ şında. Bacaksız hemen G ü lt e n ’in elindeki hor­ tu m u kapıtığı gibi geçirdi musluğa. Borudan gi­ den suyla yarışırcasına koştu. Sular hortum un ö b ü r ucundan şarıl şarıl kaldırımlara akarken yetişti. Borunun ucunu kazanın içine sarkıtıver­ di. « G ü lte n !» diye seslendi, «gel de bekle ka­ zanı!» G ü lt e n ’i koydunsa bul. Hangi kızdan, k a­ dından aşağı kalırdı ki! Sokağa, bir araba d o lu ­ su tabak çanak gelecekti de G ü lte n kazık gibi kabın, kaçağın başında dikilecekti, öyle mi? K a ­ zanı,

tencereyi

çoktan

unutm uştu.

Tabakçı,

dört yanım iki üç kez çemberleyen kadınları

15


pek az görmüş gibi, kapılara pencerelere doğru sesleniyordu durm adan: «Haydi Paşabahçe’nin bu çiçekler! Kırıl­ maz bardaklar, melaminler, tabaklar, çanak­ lar!.. Haydi tabakçı geldi!.. Eskilerle de değişi­ yorum, parayla da satıyorum! Tabakçiii!..» Bacaksız, tabakçının başına birikenleri gör­ dükçe, dolm akta olan kazanı unutmuş, yavaş­ tan yavaştan arabaya doğru sokulmuştu. K a d ın ­ lar, kızlar, evlere koşuyorlar, kocalarının, baba­ larının eski giysilerini, ayakkabılarını getiriyor­ lar, bunların değerlerini bilmediklerinden, yok pahasına tabaklarla, çanaklarla değiştiriyorlar­ dı. Alışveriş Bacaksız’ın u m d u ğ u n d a n da parlak gidiyordu. Bir ara kadınların eteklerinin arasın­ dan başını uzatarak; «Tabakçı Amca, nasılmış,» dedi. «D o ğru değil miymiş? Sakın tuzlukları satıp bitirme, b i­ rini de bana ayır!» Sanki Hidayet Teyze’ııin aklına getirmek için etmişti, bu tuzluk sözünü. «Tuzluk da var mı sende?» diye sordu ta­ bakçıya. «Var, olm az olur m u ? » dedi. «Tuzluk da satmadıktan kelli, annadın mı, neden dolaştırı­ Ver o elindeki ayakkabıyı, jyoruz bu arabayı? s j j T

16


annadın mı, sana şu iki tuzluğu birden vere­ yim !» «A n n e n güzel mi senin?» dedi Hidayet Teyze. « Y a n ın a şu iki tabağı da verirsen, eh bel­ ki...» «Peki, annadın mı, benim annem çirkin de, senin annen mi güzel, annadın mı? İki ta­ bak çok birini vereyim yeter. A l şu iki tuzluğu, şu kırılmaz tabağı da al. G üle gü le kullan, annadın m ı?» Bacaksız’ın içi gidiyordu, Hidayet Teyze olur, diyecek diye. « O lm a z !» dedi Hidayet Teyze. «İki tabak isterim ben!» «İki tabak çok, annadın mı. Karım duyarsa aptallığımı yüzüme vurur!» «D uy m az,» dedi Hidayet Teyze, gülerek. « B iz şu rd a burda konuşmayız, sıkıdır ağzımız b i­ zim !» «V e rd im gitti öyleyse!» Bacaksız kendini tutamamıştı: «N e yaptın!» diye çıkıştı tabakçıya. « N e ­ den verdin be!» «C an ım , pişmiş aşa su katm a,» dedi tabak­ çı. «Sana da verecek bi şey buluruz elbet.» Bacaksız tuzluk derdine düşm üştü ama, kaB acaksız S ig ara Kaçakçısı

/ 2

17


zan çoktan dolm uş taşmış, şakır şakır sular akı­ yordu sokağa. K aldırım taşlarının arasından kıv­ rıla kıvrıla giden yılanlar gibi, bir iki koldan G ü lte n ’lere doğru uzanıyordu. K apının ön ü n d e yaya kaldırımı b ulunm ad ığı için kolayca eşikten içeri atlamıştı. Kazanın d u ru m u bir ara Bacaksız’ın aklından geçtiyse de geçen zam anın süre­ sini hesaplayamamıştı. D olm ası için daha çok zaman ister diye düşünm üştü. O n u n aklı hep sa­ tılan tuzluktaydı. Şimdi ne almalıydı on un yeri­ ne? «Tuzluğun yerine ne alayım? Y um u rtalık mı alayım, yoksa açılır kapanır bardak m ı?» Sanki yumurtayı bulm uş da içine oturtacak bir yumurtalığı eksikti! Oysa G ü lt e n ’lerin evini sular basmıştı. Annesinin yıkayacağı çamaşır­ lar, tozun, toprağın, çam urun içinde yüzüyordu. Sıra oturm a odasının kilimlerine gelmişti. B u n ­ ları düşünen kim di? G ü lt e n ’in annesi bir kahve tepsisine yapışmıştı: «Kaç kuruş bu?» «Ne kuruşu H a n ım !» dedi tabakçı. «Sen onun üstündeki şu çiçeklere bak! Kuruşla olur mu bu! Ver bi eski hırka da, al! Y o k mu ev­ de?» Ne akıllı adam dı bu tabakçı! Nerden bili­


yordu, evde eski bir hırka oldu ğu nu ? H em de G ülşen H anım , kendi eliyle örm üştü bu hırka­ yı, iki yıl önce. « D u r bakayım, olacak bir hırka...» İşin doğrusu aranırsa onun gözü şu çay takımındaydı. G ü lt e n ’in babasının eski bir ceketi vardı. Pek de eski sayılmazdı. Bu ceketi verse alabilir miydi? Hele son kez gidip gözden geçirseydi evdekileri. Evin yolunu tu ttuğunda ilk gözüne çarpan, kapının

ön ünd e k i

kazanın

taşması

olmuştu.

G özlerini açıp bir daha baktı. « N e ? » dedi. «K azan dolmuş, taşıyor! Vay,


vay, vay!» H em en kazandan hortumu çıkarıp, teneke­ lerden birine uzattı. A kıp giden suları izleyerek eve girdi. Girer girmez de. «A nneciğim ,» diye bağırdı. Ortalık batmıştı! Tenekenin ö n ü n e koydu­ ğu giysiler su içinde kalmıştı. Sokağın tozu top­ rağı, sularla içeri dolmuş, ortalık bir bataklık o l­ muştu. İş bununla da kalmamıştı. Arkası kesil­ mediğinden, sular şurda burda birike birike odaya da dolmaya başlamıştı. Ö nce kilimden başladı işe. Ne varsa vıcık vıcıktı, çekip çıkardı dışarı. G ülşen H a nım şaşkınlık içinde bohçaları sepetleri ordan oraya çekip sürüklüyor, suyun akışını durdurmayı hiç düşünm üyordu. Eve gi­ rerken hortum u tenekenin içine sallandırmıştı. Teneke kazan kadar geniş olm ad ığın dan he­ men d olup taşmıştı bile. Taşların üzerine şarıl şarıl akan sular hiçbir engel dinlem eden dere­ ler gibi akıyor, taaa Gülşen H a n ım ’ın yatak o d a ­ sına kadar gidip odayı göl haline getiriyordu. Şaşkınlıktan, durm adan bağırıyordu: «N edir bu benim basıma gelenler! Kı/ Gülten, koş! Gel, topla oyuncaklarını!» G ülte n 'in oyuncakları, onun küçük yemek

20


tabakları, tasları, tencereleri, kayıklar gibi biri­ ken sularda yüzüyordu. Öyle şaşırmıştı ki Gülşen H a n ım , koşup suyu kesmeyi akıl edem e ­ den, şunu bunu kaçırmakla evinin sular altr-ıida kalmasını önleyeceğini sanıyordu. «Kız G ülte n koooş! Ç ab uk k ıv*«z!» G ülte n hâlâ Bacaksızla-*'birlikte tabakçının başındaydı. Beyaz k - ^ u a y d ı aklı. K utun u n k ıp­ kırmızı bir k a’-Pağ* vardı. Buzdolabı içindi bu ku­ tu. İçine"’ oe^ ' de peynir gibi, yağ gibi şeyler koy; içindi. Oysa G ü lte n bu kutuya yağ koymayt rpeynir koymayı hiç düşünm üyordu. İçine, gejjuller gibi giydirdiği bebeğini yatırırdı, kırmızı kapağını da örterdi üzerine. Gelinbebek hava­ sız kalır mı, kalmaz mı, kim düşünecekti bunu. Bir ara, «Hişşşt Tabakçı

A m ca,»

dedi

Bacaksız.

« B ana vereceğini ver de gideyim ben, kazan dolmuştur.» «Ne kazanı?» dedi Tabakçı. «Senin kaza­ nından bana ne!» Öyle ya bu kadar alıcı vardı başında. B a­ caksızı kim d üşün ürdü ! «T opladım , getirdim de, bu kadar teyze­ yi...» diyecek oldu. « D u r canım kızma hemen,» dedi tabakçı.

21


«H e le işim hafiflesin biraz, k alaı.,ıarcjan ^¡r ^ey seçersin sen de.» Kalanlardan ha! Şu G ü lt e n ’in bırakt*a&1 |<u_ tu da kalır mıydı acaba? O zam an beklen.ieyC değerdi. G ülte n iyi kızdı, iyi arkadaştı. Bu ku tu on un hakkıydı. Geçenlerde, K ülüstürün a lt m d ij saklanırken, ne demişti G ü lte n ? ‘B ahri’ demiş-, ti, ‘ Bacaksız’ dememişti ö b ü r çocuklar gibi. Ne güzel de yakışıyordu ağzına. ‘Bahri’ haaa! He lâl olsun sana bütün beyaz kutular, kırmızı ka­ paklı kutular. «A m ca aaL .» D uym uyordu tabakçı. « A m ca beee!..» «G e n e ne var?» «A m ca, şu kutuyu bana...» «N e? Ne kutusu? Sen kutuluk adam m ı­ sın, Bacaksız!»


Tepesi atmıştı Bacaksız’ın. Bu kadar kadı­ nı kim toplamıştı bu arabanın başına? K im yol­ lamıştı bu arabayı çeşmenin yanm a? Arabayı çeşme başına yollamasaydı, bu bardaklar, tabak­ lar, tuzluklar satılır mıydı? Bu kadınları buraya topladığı gibi dağıtmasını da bilirdi Bacaksız. «Şim di görürsün!.. Bak ben nasıl onları gel­ dikleri yere gönderiyorum !» Öfkeyle hortum a yapıştı, tenekenin için­ den çekti çıkardı. Sürüye sürüye hortum un bir ucunu tabak arabasının başına kadar getirdi. «D ağılın teyzeler!» dedi. «H e p in izi ıslatı­ rım dağılmazsanız! Heeey, dağılın diyorum si­ ze!» H o rtu m u n ucunu iki parmağıyla hafiften sıkmıştı. Sular süzgeçli bahçe kovasından fışkı­ rır gibi doğru kadınların üzerine. Çil yavrusu gi­ bi dağılıyordu teyzeler, ablalar.

23


« D u r! Y apm a ! Söylerim annene!» «Sen

haaa!

Benim

tu zluğum u

satarsın

haaa!» Doğrusu aranırsa tuzluğun satıldığına da kızmıyordu Bacaksız. Asıl, adam yerine k o n m a ­ dığına kızıyordu. «Atlatırsın beni öyle mi? D ağılın arabanın başından!» « D u r ! » dedi tabakçı. «Ne istediydin sen! Kutu m u ? A l!» «K apağını

da

isterim!

Kırmızı

kapağını

d a!» «A l canım! Haydi güle güle kullan! Feda olsun sana bütün kutular! Haydi aslanım! Al voltanı da işimize b ak alım !» Bacaksız, kutuyu koltuğunun altına sıkıştır­ mıştı. Küt diye vermek olmazdı. Y a istemem de ­ yip de eliyle itiverirse? Sular hortum dan yere akıyor, ayağının d i­ binde gölcükler oluşuyordu. Koşa koşa gidip musluğu kapattı. H o rtu m u da musluktan çekti çıkardı. G ü lte n ’in kazanı da dolmuştu, tenekesi de. Çeşme başındaki tenekeyi unutmuştu, anne­ sinin sıra kapm ak için koyduğu tenekeyi... Gülten bu tenekeyi sözde musluğun altına koymak için gelmişti çeşme başına, oysa amacı çok baş­


kaydı: «Bahriii,» dedi gülümseyerek. «N e vaaar?» «B akiiim kutuna.» «A l bak.» A lır almaz, hemen kapağını açıp baktı. Tam Gelinbebeğin boyu kadardı. İçine yatırdı mı, ne başı dışarda kalırdı, ne ayaklan. «Ne güzel kutu,» dedi. «K ap ağı da var.» «G üze l ya. G üzel olmasa alır mıydım onu ben.» «Boyu tam G elinbebek kadar.» «G elinbebek mi d e din?» «G e lin gibi entarisi var.» « K im in bebeği bu?» «B e nim bebeğim.» «Senin bebeğin var, öyle m i?» «N eden olmasın.» «B enim yok.» G ü ld ü G ülten. H e m de çok anlam lı güldü. «D eli,» dedi şakacıktan. «Erkek çocukla­ rın hiç bebeği olur m u?» « O lm a z m ı?» « O lm a z ya.» «Babaları

çok

zengin

olursa

da

olmaz

m ı?»

25


«O lm a z.» «Babası çarşıdan alam az mı ona?» «D eli. Sen de o salak oğlanlar gibi konuşmasana!» «N e salağı?» «Çocuk da, bebek de çarşıdan alınır mı hiç.» « Y a nerden alınır?» G ülte n gülüyordu. «Leylekler getirir, bacadan atar.» Bacaksız, kaşlarını çatmıştı. «Ben sahici bebekleri sormuyorum ki sa­ na. Y a p m a bebekleri soruyorum. Bu bebekleri, parası çok olan babalar, çocuklarına almazlar m ı?» İş karışmıştı.. «Peki,» dedi G ülte n , «canlı bebekleri ley­ lekler bacadan mı atar sanki?» Küçümseyerek baktı Bacaksız: «Öyle şey mi olur canım. Bizi aptal yerine koyuyorlar.» « H a h !» dedi G ülten. «Şim di oldu! Canlı bebekeleri anneler babalar yapar. Bizi kandır­ dıklarını sanıyorlar. Bir de oyuncak bebekler var, benim bu G elinbebek de onlardan işte!» «Biliyorum canım! Ben çok gördüm d ü k ­


kânlarda on lard an!» « A m a erkek çocuklar oynam az bebekler­ le.» Tam o sırada çeşmenin arkasından onları dinleyen Paytak, söze karıştı: «Evet,» dedi. «Erkek çocuklar, bebeklerle oynamazlar. Sinemaların ö n ü n d e Kent satarlar, M alboro satarlar.» Koynundan iki sigara çıkarmış gösteriyor­ du onlara. Suçlar gibi Bacaksızın yüzüne bakı­ yordu. « A p ta l!» dedi. «Nerdesin sabahtan beri? Yoksun ortalarda!» «N e vardı ki?» « D a h a ne olsun. Rasim A b i toplayıp götür­ dü bizi. Ben de bizim tayfayı topladım . İki sefer sigaraya çıktık. Nah paralar! Y ediğim simitler, d o nd u rm alar da caba!» «Senin mi o paralar?» dedi Bacaksız. « Y a kim in? Bütün kahveleri dolaştım, on sekiz sigara sattım. Kent, M alboro. K ent’ten beş altı lira kalıyor. A m a , sü rüm ü olmuyor ki K e n t’in. A n n e m e yumurta da aldım , bıraktım eve. Sen de gelir m iydin?» «N eden gelmeyeyim! R asim Abi sigara ve­ rir mi ki bana?»

27


«Ben kefil olurum . A m a tek tek. Sattın mı parayı toka edeceksin. Ben K e nt’ten beş altı li­ ra kalır dedim ya, yarısı benim, yarısı da senin. M a lb o ıo ’dan da iki buçuğu senin, iki buçuğu be­ nim. T am am m ı?» «T am am .» «N edir o kutu? V er onu Hapşırık Gülten’e de oynasın.» «Hayır! O n a Hapşırık diyemezsin!» « H a d i ordan Bacaksız! Neden diyem ezm i­ şim? Bal gibi diyorum işte! Hapşırık G ü lte n !» «B ana Bacaksız diyebilirsin ama, ona 1lapşırık demesen iyi edersin!» «Hele bak şu Bacaksız’a, bir de posta koyu­ yor bana!» « O benim arkadaşım !» «Benim de arkadaşım, n ’olm uş?»

28


«B e n im daha çok arkadaşım !» «Hayır! Benim daha çok arkadaşım!» « B e n im !» «Sus! Seninle uğraşacak halim yok benim! İş yapılmaz senin gibi çocuklarla! Sen kızlarla evcilik oyna m ahallede!» U zun

süre küçümseyerek baktı,

Bacak­

sızın yüzüne. Sonra, dişlerinin arasından çırt d i­ ye tükürdü. «Bacaksız! Sen d e !» Bir kez daha tük ürd ü fiyakalıca. Bacaksız, çok uğraşmıştı böyle tükürebil­ mek için, becerememişti. A m a öb ü r oğlan da d i­ linin ucunu kıvırarak parm aklarım ağzına sok­ m ad an ıslık çalmasını beceremiyordu. Doğrusu aranırsa, mahallede kendisinden başka bu işi kı­ vıran da yoktu. Bacaksız bu tür ıslık çalmayı C i­ de’de, Kargacak K öyünde keçi güderken öğre n ­ mişti. Bu ıslık tam yerinde çalınırsa, çok anlam ı olurdu. İşte şimdi tam sırasıydı. Dilini kıvırdı, Paytak köşeyi dönerken, «F iffttt!» diye duyulur d uyulm az bir ıslık çaldı. Bu, « Y ü r rü , taş araba­ sı!» anlam ına geliyordu. Duyurabilm iş miydi? Paytak duymasa da G ü lte n duymuştu ya. «Varsın o sigara sattırmasın bana,» dedi. «Ben Rasim A b i’yi tanıyorum. O n d a n alır sata­

29


rım. H em b ü tü n kâr da bana kalır.» « Y a yakalanırsan?» «Çocuğuz

biz,»

dedi

Bacaksız.

«Cezası

yok. D aha olmazsa bize bir tokat atar, salıverir­ ler.» Çocuk olmak, G ü lte n gibi kızların yanında bir bakıma ayıp bir şeydi, am a yerine göre işe de yarıyordu, işte böyle zamanlarda. «Bak G ülte n ,» dedi, «bu kutuyu sen al. B e­ beğini yatır. Ben de R asim A b i ’yi aramaya gidi­ yorum. Annesine yum urta almış Paytak Y ıl­ maz. Ben neden alam azm ışım ? Simit de alırım, d o nd u rm a da...»

30


İK İN C İ B Ö L Ü M G ülşen H a n ım , kapının ön ün e çıkmış kızı­ na sesleniyordu! «Kıı ız!.. G ülte n ! Nerdesin kız!..» «Buradayım anne!» « O Bacaksız var ya, o Bacaksız, batırmış evi! Koş, yardım et b ana!» Çeşmenin ön ünd e k i tenekeyi, annesi ses­ lenmese anımsayacağı yoktu. «A nneciğim , bıraktığın tenekeyi d o ld u ru ­ yorum ben! D ah a yeni sıram geldi!» Oysa tenekeyi daha yeni koymuştu m uslu­ ğun altına. Annesinin tepesi atmıştı öfkeden: « Ç ab u k gel! Boyu devrilesi! O Bacaksızı başıma musallat ettin de... T üm evi batırmış! Köşe bucak hep çam ur içinde!» G ülten, tenekeyi yarısına kadar d oldurup aldı eline. T ü m ü n ü doldursa da, götüremezdi. «Nerde o Bacaksız,» dedi annesi. «Asıl şimdi bol su isterim ben! Çam aşır derken, bir de evi yıkayıp temizleme işi çıktı başıma! Tak­ sın hortum u da, doldursun boşalan tenekele­ ri !» Bacaksız, lastik boruyu kangal yapıp toz o l­

31


muştu ortalıktan. Rasim A b i’yi aramaya gitmiş­ ti. Yabancısı değildi onun. Geçen gün polisler bastırınca bir çanta sigarasını kaçırmış, polisler gidince de geri getirmişti. Hem de içinden bir tekini bile alm adan. «Nerde

o

domuz

Bacaksız!

Söylesene

kız!» «G itti anne.» «Nereye cehennem oldu? Bize hortum u bıraksaydı giderken.» «Babası çağırdı da.» «N edir o elindeki kutu?» « K u tu işte.» «Ne kutusu?» «Şey kutusu... Gelinbebek...» «D eli olma! Peynir kutusu o! Buzdolabımız yok diye, beni büsbütün salak mı sanıyor­ sun! Y ağ da konur on un içine, pastırma, sucuk da... Nerden aldın o n u ? » «E3en alm adım ki... Bahri aldı.» «N e yapacakmış Bahri kutuyu! Ver onu da, içine oyalarımı koyayım. Kirleniyor ortalar­ da.» Annesi, K apalıçarşfda turistlere giyim eş­ yası, yemeni, yazma satan bir d ükkân için örgü, oya yapardı. Dediği gibi hep ortalarda dolaşırdı


yaptıkları, kimi zam an da yiter giderdi. Annesi, kutuyu kızının erişemeyeceği yük­ sekçe bir yere koyduktan sonra, «Şu kazandan kovayla azar azar su taşı d;., evi dipten doruğa bir temizleyelim. Battı orta­ lık baksana,» dedi. Kovadan vazgeçmiş, kızının eline büyük bir maşrapa vermişti. G ülte n , bu maşrapayla ka­ zandan su alıyor, aldığı suyu kovaya boşaltıyor­ du. Annesinin odayı yıkayıp temizlemesi için kovayı doldurup d o ld u ru p getirdi. 'I’itiz kadındı G ülşen Hanım: «Çeşmeden su taşı biraz da,» dedi. «A l ko­ vayı, doğru çeşmenin başına. Hayır, şu tenekeyi B acaksız S igara K açakçsı / 3

3 3


al koy m usluğun altına. D olunca da beni çağır. Bol su ister bu oda.» İyi ama, Gültencik, beyaz kutuya Gelinbebeği bir kez olsun yatırmadan mı gidecekti çeş­ me başına. Bir denese, kutuya sığacak mıydı? Ö lçm e d e n nasıl giderdi. H e m kutuyu Bahri ken­ disine vermişti. Annesi nasıl olurdu da elinden alırdı? « A n n e e e !» diye seslendi. « G e n e ne var!» « A n n e , şu G elinbebeği kutuya bir koyayım da öyle gideyim çeşme başına!» «H angi kutuya kız?» « B a h ri’nin bana verdiği kutuya!» «Bebek kutuya girer miymiş! Nerde g örül­ müş bebeğin kutuya girdiği!» « N ’olur bir ölçeyim, kutu gene senin o l­ sun!» «Evde bir maşrapa su kalmadı. D o ld u r te­ nekeyi, çabuk! Ben seni kutuda mı büyüttüm bebekliğinde. Y ü r ü çabuk!» Tabakçı, işini bitirmiş, arabasını sürüyor­ du: «Tabakçiii!» Hem en her kadının elinde bir tabak, bir tencere, bir iki bardak vardı. Birbirlerine göste­


rip çene yarıştırıyorlardı. Çeşm enin başındaki tenekeleri, bidonları, kovaları çoktan u n u tm u ş ­ lardı. G ülten, elindeki tenekeyi musluğun altına koymuş, dolmasını bekliyordu. Su, yarıya gelin­ ce, seslendi var gücüyle: «A nneee! D o ld u ! G e l de al!» D uyuram adığını sanarak koştu kapıya d o ğ ­ ru. Annesi kapıdan çıkarken, G ü lte n girmişti içeri. A klına koymuştu bir kez, ölçecekti bebe­ ğin boyunu. Neden almıştı bu kutuyu B ahri’den? İçine bebeğini yatırmadıktan sonra... Ö n ­ ce kutuyu mu indirmeliydi raftan, yoksa bebeği mi bulup getirmeliydi?» «K utuyu,» dedi. «Ö n c e kutuyu.» Rafın altına gitti. Elini kaldırdı, yetişeme­ di. Birkaç kez sıçradı, değmiyordu, parm akları­ nın ucu bile! Bir çomak bulsa, bir değnek. U zunca bir şey. O n u n la dürtse. Düşürse. Tam düşerken de havada kapıverse. U zunca bir şey? Ne olabilir? Annesinin ham ur açarken kullandığı oklava, na­ sıl olurdu? A m a oklava nerdeydi? Nereye sok­ muştu annesi? «H angi cehennemdesin oklava?» diye söy­

35


lendi. M utfağa koştu. Şuraya buraya baktı, yok! Teldolabın arkasına baktı, orda da yok. Oklava olmasa da olurdu. Başka ne vardı evde? Uzun, şöyle uzunca bir şey. Tabureyi rafın altına getirse. Kendisi de üzerine çıksa. Ayağa kalkıp kolunu uzatsa. Peki ama ya düşerse?.. «G ü lte e e n !» «Bu... Buyur anne!» «Koş çabuk! Tenekeyi gene koy musluğun altına!» «Peki anneciğim.» Gülsen

H anım , dolu tenekeyi çeşmeden

getirmiş, kazana boşaltmıştı. M ahalle bakkalın­ dan veresiye altı yumurtayla bir de ekmek al­ mıştı. Temizlik günü oldu ğu nd an yemek pişi re memişti. Eh, ikişer yumurta yerler, doyarlardı. K o ­ cası da gelir, kendi yumurtasını kendisi pişirir­ di. Kapıdan içeri girerken, «Am an,

koy şu tenekeyi

çabuk!»

dedi.

«B ittim bugün! İki iş çıkardı başıma Bacaksız! Ah bir elime geçse!» Elindeki yumurtaları nereve koymalıydı? j

j

j

j


Şu beyaz kutu, tam yumurta kutusuydu. K a p a ğ ı­ nı da kapattı mı, ne kedi düşürürdü, ne sıçan. Ekmeğin kutusu ayrıydı. «Mele şu pis Tekire de bakın! Aldı taze ek­ meğin kokusunu. Pist! Çekil ayağımın altın­ dan!» Kim e söylüyorsun! G özlerini kırpa kırpa, bir de bakıyor karşısına geçmiş de! «Pissst!..» Bu Tekir bilmiyor muydu ‘pist’ dem enin, ‘haydi defol git’ demek olduğunu! « D u r, ben sana öğretirim, öyle alay eder gi­ bi göz kırpmasını.» K apının arkasındaki süpürge sopasını k a p ­ tığı gibi yürüdü üzerine.


«M e n d e b u r Tekir seniii!..» Bir iki kez salladıysa da tutturam adı. Te­ kir, G ülşen H a m u r d a n çok daha çevikti. Eğer kapı açık olmasaydı, kadın onu belki kapının ar­ kasına sıkıştırır, sırtının orta yerine iki tane indi­ rebilirdi. Bir oh çekti. Kazasız belâsız atlatmıştı fırtınayı. İçinden, ‘ Bu sıkıntının üstüne bir iki gün uğramamalı bu eve,’ dedi. ‘O ld u m bittim kızar bu kadın bana nedense. Tenceresinden etini mi aşırdım, kutusundan ekmeğini mi?

Bir kez tabaktaki

peynirini yürüttümse kıyamet k opm ad ı ya! Ney­ se bir iki gün evin kapısı açık bile olsa, girme­ meli içeri! Kolay kolay da yatışmaz bu kadının öfkesi, bi kızdı m ı.’ A m a G ülşen H a nım Tekir gibi d ü ş ü n m ü ­ yordu hiç: «A ld ı ekmeğin kokusunu namussuz!» de­ di. « E r geç gene gelip pençesiyle zorlayacak de­ ğil mi, kutunun kapağını! Ne hırsızdır bu Tekir! Ateşin üzerindeki tencerenin sıyırır kapağını da, içinden kocaman bir b ud u a l ı r , götürür. İyi­ si mi şu süpürge sopası kapının arkasında hazır dursun

da

içeri

girdi

mi,

belinin

ortasına,

küt!..» Tam sopayı yerine yerleştiriyordu ki Gül-


ten bağırdı: «A nneee! D o ld u r d u m tenekeyi!» « G e l! » dedi. « G ir içeri! Açlıktan canım çıktı. E lim , ayağım titriyor.» «Peki anneciğim.» A aaa! M ahalle nin bütün çocukları yokuş­ tan aşağı iniyordu. Nerden geliyorlardı böyle üçer beşer, Bacaksız da aralarında... « A m a n beni görmesin,» dedi G ülten. « G ö ­ rürse gelir, en azından annem den temiz bir azar işitir. H e p bu su taşımalar, onun lastik b o ­ rusu yüzünden. Y arar yerine zarar verdi an ne ­ me doğrusu!» «K ız gir içeri! Ç a b u k !» «Peki anneciğim.» Annesi çıkarken o giriyordu kapıdan. « A ! A aa! Bu sopa da nerden geldi bura­ ya?» Yapıştı süpürge sopasına. Eğer bu sopayla düşüremezse kutuyu, başka hiçbir şeyle düşüre­ mezdi. Oklava bile kısa kalırdı bu sopanın ya­ nında. İki eliyle yapıştı sopaya. Ağır mı ağırdı. Kutuyu rafın kenarına şöyle dokunarak iter, tam düşerken de hemencecik sopayı atar, k u tu ­ yu, ho oop havada yakalayıverirdi. M ahallede top oynarken nasıl yakalıyorsa...

39


Ö nce şu tabureyi çekmeliydi ayak altın­ dan. Sonra şu sopayı şöylecene tutup kaldırm a­ lı, yavaşçana öne doğru itip, hooop!.. Bu da ne?.. Leylekler mi yumurtlamış bu kutunun içi­ ne? Bir iki üç... beş! Ay, ay, ay!.. Nedir bu yu­ murtalar! Sanki tavandan biri G ü lt e n ’in alnının ortasına

nişanlamış

da

atıyor

yumurtaları:

Ç at!.. Çat!.. Çat!.. Çat!.. Çat!.. Bu da son Çat!.. Saçı başı vıcık vıcık. Y um u rtaların beyazı sarısına karışmış çenesinden akıyor.

40


«N e oldu G ü lte n ? K im attı sana bu yum ur­ taları?» Bacaksız da nerden çıktı, tam bu dakika­ da? Şaşkın şaşkın bakıyor kapıdan. Kapıdan tam altıncı yum urtanın düştüğü zaman girdiği için, hiçbir şey anlayamamıştı. Bir anladığı var­ sa, o da kırmızı kapaklı kutunu kapağının bir yerde, k u tunun bir yerde oluşu. Peki bu kutu ne geziyor yerlerde? « G ülte n ,

nerden

düştü

bu

yumurtalar,

ha?» Sanki G ülte n , ne olup, ne bittiğini biliyor­ muş gibi Bacaksız da ona soruyor. İki elini yüzü­ ne kapatmış ağlıyor Gülten: «A nneciğim , anneciğim!..» Ağlıyordu haaa! Ne yapması gerekirdi Ba­ caksızın şimdi. Su getirip yıkaması mı yüzünü g ö zünü? Yoksa üstünü, başını, ortalığı mı yıka­ malıydı? «Getireyim mi hemen h o rtu m u ? » diye sor­ du. « A m a n getirme, annem görmesin seni!» Aralık duran kapı arkadan

itilmiş, içeri

elindeki dolu tenekeyle G ü lte n 'in annesi girmiş­ ti. Kızım böyle yumurtaya bulanm ış ekmek dili­ mi gibi görünce aklı başından gitmişti:


«G ü lte n , bu ne hal?» « A n n e ! Anne! A nneciğim !.. Bir daha yap­ m am anneciğim!..» Ne yapmıştı ki bu G ü lte n ? Bu rafa nasıl uzanmıştı da düşürmüştü teker teker yum urtala­ rı tepesine? Kadıncağız, şaşkınlıktan yerdeki süpürge sopasına sarılmıştı. Niçin sarılmıştı sopaya, ken­ disi de bilmiyordu. A m a bu sopanın sırtına ine­ ceğini sezinleyen Bacaksız, açık kapıdan fırla­ yınca, G ülşen H anım da düşm üştü arkasına. «Seni Bacaksız seniii!» diyordu. « H e p se­ nin başının altından çıkıyor bütün bunlar! Bu sopayı senin başında paralamazsam, bana da Komser A ptinin kızı demesinler! H e p senin yü­ zünden! Uğursuz Bacaksız!» Bacaksız durur m u oralarda! Bir solukta çeşmenin arkasını boylamış, gözden kaybolmuş­ tu! A! A ! A ! Rasim Abi değil miydi bu önden giden? G ö k te ararken, yerde bulm uştu Bacak­ sız, Rasim Abisini.

42


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM « R asim A bi! Rasim A b i! Hey Rasim Abi! D u ru r musun biraz.» Arkasına d ö n ü p bakmıştı R asim Şenpazar. «N e var lan Bacaksız? Ne zorun var ge­ ne?» «H e le dur Rasim A bi! Soluk alayım, anlatacaaam !» İki ayağım askerler gibi topuk topuğa getir­ di. Rasim Şenpazar, «Peki,» dedi. « D u r d u m .» «B ak Rasim Abi.» «B aktım .» H em de eğilmiş, gözlerini açmış. Bacaksı­ za bakıyordu: «Söyle bakalım ,» diye kulağım da çevirmiş­ ti. «Sen bizim çocuklara sigara veriyormuşsun.» «Bak hele şuna. Y ani, hesap mı vereceğiz sana şimdi?» «Ben hesap istemiyorum ki Rasim Abi.» «Peki Bacaksız ne istiyorsun?» «Sigara istiyorum, satmak için.» G ü ld ü adam.

43


« Ç o k erken başlamıyor m usun bu işe?» «Ben para saymasını biliyorum.» «N erden öğrendin para saymasını? Taş tu ­ tuyorsun dem ek?» «B ab am ın parası yok mu sanıyorsun sen. Ben hep bizim bakkala giderim. A n n e m ekmek almaya beni yollar.» «Söyle bakalım, beş beş daha ne eder?» « B u n u bilmeyecek ne var, on eder.» «B ir lirası gitti mi, kaç kalır?» « D o k u z kalır.» «Aferin! Bu kadar bildin mi çok bile!» Eğildi

uzun

konçlu

çorabın

içinden

bir

A m e rik an sigarası çıkardı. «A l bunu,» dedi. «B ir elliliğe sat. Kırkbeş lirasını bana getir. Beş lirası senin, tamam m ı?» « O ld u Rasim A b i!» K olundaki saate baktı R asim Şenpazar, «B akalım kaç dakkada okutacaksın,» dedi. «Ben şuralardayım. Kırkbeş lirayı tosla, al bi ta­ ne daha, tam am m ı?» « O ld u Rasim A b i!» Tam fırlamış gidiyordu ki, elini ağzına sok­ m adan fiyakalı bir ıslık çıkardı. « D u r biraz Bacaksız,» dedi. «K üpe olsun kulağına beni hiç görm edin, bilmiyorsun. Sonra


karışmam, kulağına taktığım küpeyi, kulağınla birlikte koparır alırım. H adi bas bakalım, toz o l!» Sanki ikisi de birbirini görmemişlerdi. Ayrı ayrı yollara yönelip kayboldular. Bacaksız, daha önce bu sigarayı satacağı yeri d üşün d ü ğü için, biliyordu nereye gideceği­ ni. Y alnız bir eksiği vardı Bacaksızın; Rasim Abi ona bir sigara vermişti ama, ne sigarasıydı bu sigara, bilmiyordu. Çıkarıp sormalıydı biri­ ne. Öyle birine sormalıydı ki, kendisiyle alay et­ memeliydi. Bu İstanbul çocuklarının alayların­


dan yılmıştı. Başladılar mı bırakmazlardı gerisi«Çeyrek adam bu,» derlerdi. « Y a rım porsiyon,» derlerdi. «Bacaksız!» «Bastıbacak!» Bütün bunları derlerdi de derlerdi. Bir de el şakası b ö lü m ü gelirdi, ad tak m ala­ rın ardından. Ç e lm e takıp düşürmeler mi arar­ sın, kulağa tüy sokmalar mı, saçından tutup çek­ meler mi, sırtına kaşındırıcı gül tohum u a tm a ­ lar mı! A m a hepsine dayanmak, katlanmak ge­ rekirdi; büyüyene kadar. « A m c a şu ne sigarası, biliyor m usun?» d i­ ye sordu, gizlice çıkardığı paketi uzatarak. Ç o k yaşlı amcalar, amcaların en uslularıy­ dı. O n la r ne el şakası yaparlardı, ne de dil şakaBir karış çocuğu bile alırlardı karşılarına, adam yerine koyup konuşurlardı. «V er bakayım,» dedi. G özleri iyi g ö r m ü ­ yordu, aldı baktı. «B u yabancı sigarası evladım,» dedi. «Nerden buldun bunu bakayım ?» « D e m e k yabancı sigarası, öyle mi A m ca ?» «Öyle görünüyor.»


«Peki amca. D e m e k ‘K e n t’ değil bu.» A d a m birden öfkelenmişti. «B ak Bacaksız’a,» dedi. «K ent olduğunu biliyor da, kalkmış, bir de bana soruyor!» Ne biçim amcaydı bu ihtiyar. Kendisinin Bacaksız olduğunu bile biliyordu. «Y aşından u ta n !» deyip kaçmalıydı en iyisi. ‘Yaşlıları da başka oluyor bu İstanbul’u n,’ diye düşündü. ‘H em kızıyorlar, hem de Bacak­ sız diyorlar. A m a gene de iyi adamlar, karşıları­ na alıp konuşuyorlar hiç olmazsa.’ D emek

‘K ent’

dedikleri

sigara

buydu

haaa! Bir de ne vardı? M alboru! Mal... Mal b o ­ ru... Bu M al boru çok satılan bir sigaraydı, bel­ ki bu yüzden satıcılara az veriyorlardı. İyi ama bu Rasim Abi neden ‘K e nt’ sigarasında on lira bırakmıyordu kendisine? Sinemaya yakın kahvelerden birinin kapısı­ nı açtı. İlk denemesini yaptı: «K ent var, Kent!» Kimse başını kaldırıp bakmamıştı bile. «A b ile r!» diye sesini yükseltti, «Kent var! K ent!» Masalardan birinde kâğıt oynayan ahiler­ den biri oyundan başını kaldırmadan, «Polisler topluyor! Tüy!» dedi.

47


Bir de ıslık çaldı alaylı alaylı... Ne demekti bu? Polisler ne topluyordu? Kent sigarası mı topluyorlardı? Satanları mı? Toplarlarsa demek hiç gö rün m e m e k gerekirdi, buralarda. Böyle de kepazelik olur muydu hiç? Satıyorsa Rasim abiden aldığı sigarayı satıyor­ du. E3ir yerden kaldırıp götürmemişti ya. Bunu satacak kırkbeş lirasını gene Rasim Abiye verip bir sigara daha alacaktı. Her sigarada beş lira, on sigarada elli lira! Suç bun un neresindeydi? ‘ Kim ne derse desin, kıyak iş b u ’ diye d ü ­ şündü. Bu ‘kıyak’sözüne de Rasim A b i’den ö ğ ­


renmişti. Rasim A b i kıyak Abiydi. Birçok söz b i­ liyordu, başkasından hiç duymadığı. ‘A ra k la ­ m ak ’ diyordu, ‘toz o l’ diyordu, ‘al voltam ’ diyor­ du. Nasıl konuşmaydı bunlar? Yoksa okulda mı öğretiyorlardı bunları? Hele dur bakayım, ye­ meğe ne diyordu? Ha?.. ‘Kayıntı’ gibi bir şey. Şu karşıdan gelen düzgünce kılıklı adam Kent sigarası içebilirdi, yakışırdı ona doğrusu. Şapkası bile vardı başında. «K e nt var, Kent! Y eni geldi, Kent sigara­ sı!» Son sözü de kendisi uydurmuştu. Nerden geliyordu bu sigaralar? Dışardan. Ya gemilerle gelirdi, ya trenlerle. Kamyonlarla gelemez miy­ di? Şu uzuuun arabalarla? Niye gelmesindi? D oldururlar içine, istif ederlerdi, sandık sandık. «K e nt var! Y eni geldi gemilerle! Kent siga­ rası geldi! Kent var, Kent!» B ütün Fesleğen Sokağının çocukları Kent satıyorlardı ama, nerde satıyorlardı acaba? Pay­ taklar, Dobişler, Kek Ömerler, Seksek Aliler... Kek Ö m e r ne demişti ona? Ben si... si... sinema­ nın ö n ü n d e satıyorum, demişti tekleye tekleye. Sinem anın önü de neresiydi? Sinema bir tane değildi ki. Çok sinema var­ dı

İstanbul'da.

Kek

B acaksız S ig ara Kaçakçısı / 4

Ö m er,

hangi sinemanın 49


ö n ü n d e satıyordu sigarayı? G id ip bulsa onu, «Bak, ben de satıyorum, işte,» dese. Birine sor­ du: « A m ca sinema nerde? Biliyor m usun?» A d a m yüzüne bile b akm adan sordu: «Ne sineması?» «Kent... Kent satıyor, bizim Kek... Kek...» «Kent sineması m ı?» «Kent...» «D oğru git! Caddeye çık! Karşıya geç! K ö ­ şedeki büyük sinema!» A d a m yürüyüp giderken arkasından: ‘İşte amca dediğin böyle olur,’ dedi Bacak­ sız. ‘Aferin adama. İstanbul görmüş a d a m .’ ‘D em ek bir de Kent sigarası satılan sine­ ma var bu memlekette... Bir de M al boru sine­ ması vardır. O n u da öğrenirim .’ «Kent var abiler! K e nt!» «Kaç kuruş?» Alacak değildi bu genç, soruyordu işte! «Elli kuruş! Şey elli lira! Beş lirası be­ nim !» « Y a n i kırkbeş lira, öyle mi?» «Y o o o k ! Elli lira. Sen elli lira vereceksin. Kırkbeş lirası Rasim A b i'n in , beş lirası benim.» «C anım sen de kazanmayıver! Al şu kırk50


beş lirayı da...» « O lu r mu k azanm am ak. B ütün gün dolaşı­ yoruz.» « M a lb o ro olsaydı elli lira verirdim. Kent her yerde kırk lira!» « Y o k abi! B ana Rasim A b i elli liraya sat, dedi.» « K im bu R asim A b i? Tekel M ü d ü r ü mü be!» «R a s im Abi işte. Bizim sokağın abisi. Hiç m ü d ü r olur m u ? » «Sen o abiye de ki. Boşuna kaldırım teptiri­ yorsun bana, de. Kentler her yerde kırk, b ilem e­ din kırkbeş lira. Ben dörtyüze bir karton aldım. De ki o namussuza, ayaklarıma karasu iniyor dolaşm aktan de! Elli liraya kimse almıyor bu mereti! Bacak kadar adamı sömürmesin köpoğlusu! A m a ben elli lira verip alacağım gene de. Başka sigara içemem! Nerde bulacağım, ucuz Kent satanları! H a d i bakalım al şu elli kâğıdı da, alm am sonra haaa!..» Bacaksız önce elli lirayı aldı, baktı eski mi, yeni mi diye. P an talon u nu n cebinden çıkardığı K ent’i çıkarıp verdi. « H a d i eyvallah bacaksız. Söyle o Rasim A b i’ye, akıntıya kürek çektirmesin sana.»

51


« O lu r Abi, söylerim.» Nerden biliyorlardı kendisine mahallede Bacaksız dendiğini? Babasının koyduğu ad k im ­ senin aklına gelmiyordu da, mahalle çocukları­ nın uydurduğu adı hemen herkes yüzüne karşı söyleyiveriyordu. Birkaç ay sonra okula gidince de mi böyle olacaktı? Ne var ki oralarda bir ö ğ ­ retmen, bir de m ü d ü r vardı. Çıkar karşısına, «B ana Bacaksız, diyorlar,» diye dert yanar­ dı onlara. O nlar da şöyle bir dolaşırlar, «Çocuklar!» diye kaşlarını çatıp, «E3u Bahri’ye bir daha Bacaksız demeyeceksiniz! D e d i­ niz mi, sonra karışmam haaa!» diye çıkışırlardı. Kim bir daha ona ağzını açar da ‘Bacaksız’ diyebilirdi. Bir okula başlasa!.. Şimdi yapılacak iş, Rasim A b i’yi bulup parasım vermek. Beş lira­ yı da ondan geri almak. Sonra bir tane daha Kent sigarası. Peki ama neden Mal boru alm ı­ yordu ondan? Mal boruyu daha büyüklerin mi satması gerekirdi? Yokuş aşağı tutturmuştu volu. i

O

■>

j

Kuş gibi j»

uçuyordu. E'lli lira vardı cebinde. Böyle z a m a n ­ larda parayı hep cebine kor, eline alamazdı. Ba­ bası öyle derdi: «Para elde taşınmaz! Kimse bil­ meyecek sende para o ld u ğu n u !»


Peki ama, bu elli liranın beş lirası kendisi­ nin değil miydi? Kimse karışamazdı! İstediğini alabilirdi bu beş lirayla. Beş liraya ne verirlerdi ki? Bir simit... O h ! Nerden de aklına gelmişti. Bomboştu midesi. Sabahleyin bir çorba içmişti o kadar. «Hey simitçi!» «Söyle!» «Bozuk paran var m ı?» «Beşyüz lira mı bozduracaksın?» « Y o k canım, elli lira.» Simitçi çocuk alay eder gibi, «Elli lira da para mı be!» dedi. «Ben de besvüz lira bozduracaksın sandım.»


Parayı vermiş, sıcağından, gevreğinden bir simit seçmişti. Simidi çiğnerken, «Beşyüz lira versem, bozabilir m iydin?» d i­ ye sordu. Çocuk, cebindeki bozuk paraları şıngırda­ tarak, «Ver de bozayım,» dedi. « B ü tü n gün b u n ­ ların ham m alığını yapıyorum.» « D e m e k beşyüz liralık simit satıyorsun, öy­ le mi?» « H a d i ordan! Ne beşyüzü, ne bini! G ü n d e üçyüz elli, dörtyüz simit satıyorum. Beş liradan ikibin lira giriyor cebime.» « Y a n i ikibin lira giriyor cebine, öyle m i?» «Giriyor ya!..» «B e nim girmiyor daha...» Simitçi, küçümseyerek sordu: «Sen ne satıyorsun ki?» «Ben m i?» dedi Bacaksız. «Ben... Ben öy­ le senin gibi çocuklara simit satmıyorum.» «N e satıyorsun ya?» «M al... Mal boru... bo... ru!» Simitçi, hiç önem semiyordu kendisini. «D em esini bile bilmiyorsun,» dedi. «Malboro diyeceksin. Ben geçen ay sigara satıyor­ dum . M alboro, Kent, Palmal... Beni polisler tut­ 54


tular, sigaralarımı aldılar, saçlarımı dibinden kestiler. A n n e m dedi ki, vaz geç bu pis işten, de ­ di. Simit sat bundan sonra, dedi.» «B aban yok mu senin?» «Y ok, neden sordun?» «Y an i, sordum, var mı diye.» «Hayırı

d o k u nm ad ık tan

sonra,

olsa

ne

olur, olmasa ne olur. Nah şurda kahvede o tu ru ­ yor. A n n e m kızdı, ayrıldı ondan. H e p kahvede oturuyor diye.» «A nn e n ne iş yapıyor?» «Fabrikada.

Babamı

mahkemeye

verdi.

Çocuklara bakmıyor diye. M ahkem e de ayırdı bizi.» «İyi etmiş m ahkem e.» «İyi etti ya, iş bitti mi sanki?» Çocuk, simit cam ekanım boynuna taktı. Bir iki adım Bahri’ye yürüdü. « A n n e m mahkemeye verdi, kurtuldu,» de ­ di. « A m a ben...» Bacaksıza bir daha baktı simitçi çocuk. O n u pek ufak bulmuştu. Dert yanacak yaşta görmemişti onu ama, gene de içini dökm ek için, «Ben kurtulam adım ondan,» dedi. « A ld ı­ ğını paranın yarısını ona veriyorum.»


« A n n e n kızmıyor m u ?» «Kızmıyor, neden kızsın. Ben ona verdiği­ mi söylemiyorum ki... Hepsi bu kadar, diyo­ rum. İnanıyor. Geri kalanı da ona veriyorum. Ne diyebilir.» «N eden veriyorsun?» «Kardeşim var. O n u bir kadına bırakıyo­ ruz gündüzleri.» «B enim kardeşim yok,» dedi Bacaksız. « O lu r birgün. Baban varsa kurtuluş yok. O zaman sen de benim gibi abi olursun. Hadi git sen yoluna. Ben burada dikileyim. Esnaf bu sa­ atlerde acıkır. Simiiit!.. Sıcak sıcak!.. Yeni çıktı fırından! Gevrek simiiit.» Bacaksız birden hızlandı. ‘ İyi ki simit satmıyorum,' dedi içinden. ‘Bu simitleri taşımak zor is-> doğrusu. Bu camekûnla -i q kaçması da zor polisten... D oğrusunu ararsan hepsi zor... Abi olmak, zorun da zoru...'

56


D ÖRD Ü N CÜ BÖLÜM Köşeyi d ö n ü p de Rasim A h i’lerin sokağı­ na gireceği sırada, ö n ün d e n , arka arkaya üç ara­ banın ilerlediğini görünce biraz durakladı. O r ta ­ daki araba, babasının arabası Külüstürdü. A r a ­ bayı babası kullanıyordu. G ö rm ü ş m üydü kendi­ sini? Görse iki uzun bir kısa korna çalar, « B u r a ­ larda ne dolaşıyorsun, hadi eve!» demek ister­ di. D em ek görmemişti. U zun bir yoldan geliyor­ du. A rabanın arkası tüm tozdu. Belki de çeşme başına bırakacaktı kamyonu. Dönse miydi? Simidinden bir kez daha ısırdı. L okum gibi gidiyordu. Çok acıktı mı, ekmeğin kabuğunu da kemirse, tatlı gelirdi. Bu simidin tadı, kendi pa­ rasıyla alınmasından geliyordu daha çok. Kırkbeş lira duruyor muydu cebinde? Üstten yokla­ dı. Bu para cebinde dururken eve nasıl giderdi? Sormaz mıydı babası? A rkadan bir araba, bir araba daha... «Hey Bacaksız! Nereye?» Al sana Rasim Abi! Eliyle koymuş gibi kar­ şısındaydı işte! « O k u ttu n mu K e nt’i?» « H m , o k uttum ,» dedi Bacaksız Bahri, bi­ raz da böbürlenerek.


« K aç tan ?» «Kırkbeşten...» « D e m e k öyle konuştuk seninle haaa? Beş lirasını sen alacaksın, kırkını bana vereceksin, değil m i?» Öyle konuşmamışlardı. D em ek, ‘h f dese on lira kalacaktı kendisine. «H ayır,» dedi. «Öyle konuşmadık. Ben elli liradan satacaktım.» «Sattın mı?» «S attım !» «A ferin be!» Bu aferin, sattığı için miydi, doğru söyledi­ ği için m i?» «Peki,» dedi Rasim Abi. «Ş im d i ne istiyor­ sun?» «Kent

istemem,»

dedi

Bacaksız,

parayı

uzatırken. «Kent yavaş gidiyor.» «Ne istersin uyanık? M alboro m u ?» « M alb oro.» «Kent gitmiyor m u ? » «Kent zor gidiyor.» « Y e d i buçuk lira bıraksam sana kentler­ den?» « Y o k . Sen M alboro ver, bana beş lira kal­ sın.» 58


« A l sana bir M alboro, bir Kent. H a d i çok konuşma. İkisini de sattın mı, kalır sana onikibuçuk lira para! Bas bakalım! Okutursan beni evde bulursun.» Birini koynuna koydu, birini cebine, aya­ ğında çorap olsa, çorabın içine kordu. Rasim A bi de öyle yapıyordu. Ç o k olunca. Ç o k olunca ceketinin astarına bile doldururdu. Ceketi de, sözde hava sıcakmış gibilerden, koltuğunun altı­ na kıstırırdı. « M a lb o ro var! Kent var!» Bu kahvede süzgeçli sigara içmezlerdi ya, boş geçmemek için girmişti. Çoğu işçiydi bura­ ya gelenlerin. Ç o lu k lu çocuklu, yaşlı başlı işçi­ ler otururdu burada. En ucuz sigaralardan içer­ lerdi. Kimbilir, belki de bu süzgeçli sigaralar­ dan bir şey anlamıyorlardı! Belki de birbirleri­ ne gösteriş yapm ak istemediklerinden. Babası da öyleydi. G ü n d e üç paket birinci sigarası içer­ di. Ü ç paket birinci içeceğine, bir paket süzgeç­ li içse olmazdı sanki!.. «M a lb o ro var! Kent V ar!» H ep abiler içiyordu bu süzgeçlileı i... İşe git­ mezdi bu ahilerin çoğu.

H em

işe gitmezler,

hem pahalı sigara içerlerdi. Nerden bulurlardı parayı?..


‘Ben büyüsem hiç içm em ,’ diye düşündü. ‘Bir M alboro içmek için on M alb oro satmak ge­ rek.’ «Kent var!

M alboro var!

Y ok mu iste­

yen?» «V ar,» dedi kılıksız çocuğun biri. D u r hele, nerden tanıyordu bu kara çocu­ ğu? Sidikli Saime'nin arkadaşı olmasındı bu oğ­ lan? H em de o! Şopar Ş aba n’ın adamı Keriz Arif! Bak sen işe! Nasıl kurtulacaktı elinden bu kerizin? «Kaça veriyorsun K e nt’i?» diye yanaştı oğ­ lan. «Satılık malım yok,» dedi Bacaksız, yüz vermemek için. « D u y d u m : Kent var, M alboro var, dedin. Söyle kaçtan veriyorsun? Ç e k in m e !» « Y o k sigaram diyorum sana!» « A rarım üstünü!» « Y o k diyorum, git işine!» Arif, Bacaksız’ın ö n ü n ü kesip, kolundan çekerek, üstünü yoklamak istedi. «K aç sigaran var, göster!» dedi. « G ö s te rm e m !» «Göstermezsen zorla alırım !» « V e rm e m ! Bağırırım!» 60


«Bağırınca polis gelir! Yakalar seni!» «Sen sigaramı alırsan söylerim polise! B a­ b am a da söylerim. B abam şoför b e nim !» «Bırak şimdi palavrayı da o K e nt’i bana ver. Satınca parasını veririm sana!» « V e rm e m !» «Z o rla alırım diyorum sana!» İki elini birden yakaladı Bacaksız Bahri'nin. «Eğer sigaralarıma elini sürersen, babam a da söylerim seni, polise de. Rasim Abi'ye söy­ lersem, kırar kemiklerini. A r if derim.

Keriz

A rif derim, aldı sigaralarımı de rim !» «Sakın haaa!.. Bilmiyordum onun tayfası olduğunu! Sus, ses etme hiç!» İki elini de bırakmıştı. « B ilm iy ordum ,» diye üsteledi, «Sakın b e ­ nim için bir şey deme, bozuşuruz!» Bırakıp gitmiyordu da... Bacaksız, birden seğirtip gitmeyi düşündü. Eğer Keriz Arif, arkasına düşmek isterse bir parlayışta yetişirdi ona. Dostlukla ayrılsa daha iyi olurdu. « H a d i,» dedi Bacaksız, «G id iyorum ben. Rasim Abi'ye de hiçbir şey söylemem!» « D u r biraz,» dedi

Arif.

«Ben

de onun

61


tayfası olm ak isterim. O n u n iyi adam olduğunu söylerler, bizim Marsıklar. Sen söyle ona. O is­ terse biz de satarız on un sigaralarını. H epim iz birden.» «Peki, peki,» dedi Bacaksız, başından sav­ m ak için. « Y o o o . Sepetlemeye kalkma. Bozuşuruz sonra. Bak, sen şimdi ö n ü m d e n gideceksin... Y aram az bir şey olursa, ben ‘kik’ derim geri­ den, anlarsın. Ben sivilleri tanırım. Hadi, sen şimdi bilardolu kahveye gir! H iç korkma, fedayinim senin. Y ü r ü !» Belki kurtulurum diye, sopalarla top oyna­ yan o kahveye yürüdü. A r if geriden yetişmişti. Kahvenin penceresinden içeri bakıyordu. «G ir,» dedi. « Y ü k ü n ü almış kahve. Sakar biri de yok içerde.» Bacaksız, ister istemez girdi. «Kent var! M alboro var!» Artık M a lb o ro ’nun söylenişini öğrenmişti. Sonra, biraz yüreklilik de gelmişti B ahri’ye. Ne de olsa pencereden bakan bir adam ı vardı. Y a l­ nız sayılmazdı artık. « M a lb o ro var! Kent var! Y o k mu isteyen! Yeni geldi bu m allar!» «Nerden

geldi?»

diye

sordu,

boş


o oturanlardan biri. «K arad e nizd en !» Başka da deniz bilmiyordu. Bu sigaraların gemilerle geldiğini söylemişlerdi ona. «Karadenizden,

öyle

m i? »

dedi

adam.

« H a n i yalan da değil. Bu Karadenizliler daha olmazsa kendileri yaparlar bu sigaraları. Y a ­ m an adam lardır doğrusu!» Kahveden çıkarken, kapıda, «Satam adın, değil m i?» diye sordu Arif. «Soran bile o lm adı,» dedi Bacaksız. «Ben sana bir şey diyeyim mi? Dolapdere’ye doğru yürü. Garajlara. Tamirciler para kı­ rıyorlar, gözüm kör olsun!» Ne kalmıştı D olap de re ’ye şurda? İki sokak yürüdü mü, karşına çıkıverirdi. Bir süre y ü rü­ dükten sonra,


«Şu garajın ön ünd e dursana!» dedi Arif. Bacaksız, garajın kapısından bağırdı içeri­ ye doğru: « M a lb o ro var!..» «V ar mı? G etir!» dedi elleri yağlı bir usta. «H alit, oğlum ! Gel, sok elini şu cebime de, bi elli kâğıt çıkar!» A d a m hiç pazarlık etmeden elli lirayı ver­ mişti. İş vardı bu M alborolarda. «Kent de var amca.» « O n u babana götür de o içsin.» « B ab am içmez amca.» «İçer, iyi sigaradır.» «Sigarayı daha yeni bıraktı.» Oysa babası günde üç paket Birinci içiyor­ du. G arajdan çıkmıştı. A r if uzaktan olanı bite­ ni izliyordu. « D u r !»

dedi. «Biraz da ben

bağırayım.

Kent var ahiler! Tıkız tıkız Kentler! Yeni Ogeldi ahiler!» «Kaç lira?» diye sordu biri. «Kaç lira olacak,» dedi Arif, «Elli lira!» «K ırk!» «E lli!» «Kırkbeş veririm!»


« E lli!» dedi Arif. Kırkbeş liraya da satsalar, gene iki buçuk li­ ra kalırdı Bacaksıza. A m a o hiç sesini çıkarmı­ yor, pazarlığın sonunu bekliyordu. «E lli lira ve rm e m !» diye diretti adam. « E lli!» diye yineledi Arif. Bacaksız, nerdeyse «Kırkyedi buçuk,» diye­ cekti ki, biri geldi karşıdan. «Sen gelsene buraya!» dedi. «B en m i?» dedi Arif. «N e yapacaksın be­ ni!» » Y ü r ü karakola! Polisim b en!» Arif, ne düşündüyse düşün dü, birden parla­ yıp kaçtı. Yokuş aşağı öyle koşuyordu ki... « N e var ki, ardından giden de ondan aşağı kalmıyordu. Arif, tam yakalanacağı sırada, bir­ den kovalayanın ö n ü n e oturuverdi. Polis o ld u ­ ğunu söyleyen adam , hızını alamadığı için ö n ü ­ ne oturuveren A r i f i n üstünden bir perende ata­ rak boylu boyunca uzanıvermişti yere. Keriz Arif, hemen toparlanıp sağındaki sokağa d al­ mıştı bile. Bacaksız, kendinin de kovalanacağını d ü ş ü ­ nerek m ahallenin yolunu tutmuştu. Dolapdere’de dolaşm ak çok zararlı olurdu kendisi için. A rif yakalansa bile kimse onu suçlayamazdı. Bacaksız S ig ara K a çakçısı / 5

65


Üzerinde sigara yoktu çünkü. A m a kendisi öyle değildi. K e nt’le yakalandı mı, alır götürürlerdi. Nereye? Belki de cezaevine. En iyisi kaçmak. Arkasına bakm adan koşuyordu Bacaksız. Ö nce sağında uzanıp giden bir sokağa girdi. So­ kağın sonuna kadar koştu, koştu. Sokak yeni­ den sola kıvrılmıştı. Bir süre de o sokakta koş­ tu. Kaçm ak güzeldi ya, nereye kaçıyordu? Koş­ tukça daha da uzaklaşıyordu

mahallesinden.

Hiç gelmediği, görmediği sokaklardan geçiyor­ du. Bir ara korka korka arkasına d ö n ü p baka­ cak oldu. Birinin kendinden yana koştuğunu a n ­ layınca vazgeçip daha da hızlandı, gene de geri­ sinde ayak seslerini duyuyordu. Yorulm uştu. Bi­ raz yavaşlaşa olmaz mıydı? Yavaşlar yavaşla­ maz ayak sesleri de yaklaşıyordu. Soluk soluğaydı. Ağzı açılmış, dili dışarı sarkmıştı. Biraz daha koşsa boylu boyuna uzanacaktı. «Hey Bacaksız! Yavaş ol be!» Kimdi gerilerden bu seslenen?» «K ork m a benim, ben!.. D u r biraz!»


Kimsin sen, diye soramazdı ki, koşuyordu ister istemez. Y o lu n sonundaki kalabalığın içi­ ne bir dalabilse.... «H ey Bacaksız! D u r hele!

Ben A r if im ,

A rif!» O h be! D urm u ştu hemen. Durmasıyla da oracığa yıkılması bir olmuştu. A r i f i n de yorgun­ lukta ondan aşağı kalır yanı yoktu. Başucunda durmuş, Bacaksız’a bakıyordu. G öğsü körük gi­ bi kalkıp iniyordu. Çatlıyacaktı yorgunluktan, taylar gibi... Bacaksız, kendine gelince, « A n la y a m a d ım ,» dedi. «Sen polisten ne­ den kaçıyordun? Sende sigara yoktu ki?» «Y azık,» dedi Keriz Arif. «A nlayam ad ın d em ek!» « A n la y a m a d ım !» «Polis seni bıraksın, senden işkillenmesin diye kaçtım ben. Senin için kaçtım.» « Y a yakalasaydı?» «N e çıkardı yakalasa?» «Sigara bulamayınca üstünde...» «Çocuksun be!» dedi Arif. « D a h a iyi ya iş­ te. Sigara yoksa salıverirdi yakamı.» «C an ım , sigara yok da neden kaçıyorsun, demez m i?»


«Desin. Polis o ld u ğ u n u anladım da, kor­ k u m da n kaçıyordum, derim .» Bacaksız, düşünmeye başlamıştı. D em ek bu Arif, kendisini polisten kurtarmak için kaç­ mıştı. D e m e k iyi çocuktu bu Arif. Üstü başı kir­ liydi ama, gene de yürekli kişiydi, arkadaştı. Rasim A b i’ye böyle anlatmalıydı. H e m de anlata­ caktı. A m a Rasim A bi nerelerdeydi? M ahalle­ den çok uzaklarda kalmışlardı. « H a d i bizim Fesleğen Sokağı’na gidelim,» dedi Bacaksız. «Nerdeyse akşam oluyor.» « G id e lim . H em gidelim, hem de giderken şu şendeki K ent’i satalım!» « Y a polis gene görürse bizi?» «G örsün . Gene beni kovalar. Sen hiç bağırmazsın, ben bağırırım. Sigara sende durur. Po­ lis isterse yakalasın beni.» « Y a saçını keserse?» «Kessin. A n n e m pazarda küfecilik et de bir traş ol, dediydi bana.» «Küfecilik mi? Nasıl iş b u?» «Ş a b a n ’ın küfesini alırım ara sıra, arkama vurur, Beşiktaş pazarına inerim.» «N e yaparsın orda küfeyle?» «Bayanların pırasalarını, ıspanaklarını taşı’ ilahım ı keser bu hanımlar. Beş kat merdi­ 6ö>


ven çıkarım küfeyle, on lira. H iç acımazlar ada­ ma. Bu sigara temiz iş. G ü n d e yirmi paket o k u t­ tun mu, temiz yüz kâğıdı var.» «Polis de var işin içinde ama...» «Eeee, uyanık olacaksın.» «Sigaralar bende durur da sen bağırır­ san?..» «Sen çok ufaksın diye kimse işkillenmez senden.» « H e p böyle yapalım.» «Y a p a lım . Sen söyle R asim A b i’ye.» «Söylemesek de, böyle kendi aramızda...» «Söylemesek

işimizi

büyütemeyiz.

Sana

hep iki paket sigara verir. Sattık mı, ara ki bula­ sın Rasim Abiyi! Hele geçsin birkaç gün. Ortak çalışalım ne dersin?» «Çalışalım .» «B ir deneyelim istersen.» «D eneyelim .» «Sen geriden gel.» « T am am .» «K e nt var abiler!.. A m e rik an Kent!.. O l ­ maz! D a h a geriden gel. Ben cızlamı çektim mi düşme peşime sakın! Çeşme başında beni bek­ lersin! Kent var, Kent!» «K aç lira Kent?»

69


Bunu, fiyatını öğrenm ek için soruyor, diye düşün dü Arif. İş yoktu bu adam da. Belliydi iş­ te. « A b i git işine! Alıcı değilsin sen.» «H ırbo, neremden bildin alıcı olm ad ığı­ mı?» «Sen sigara tiryakisi bile değilsin.» «Şart mı ulan tiryaki olm ak! İşime gelirse alır, üç kuruş da ben korum üstüne, satarım! Veriyor musun otu zd an?» « Y o k olmaz abi. Elli lira!» « H a d i uğurlar olsun! Öyle salata satar gi­ bi, yol ortasında bağırma bir daha!

Piyastos

olursan kıvırcık saçlarını düzeltiverirler, hayırla­ rına, aynasız abiler!» D oğru söylüyordu. Y o ld a n geçenlerin kula­ ğına söyler gibi konuşmalıydı. «K ent var abi! K ent!» Şu gelen diskotek malı bir abla! Çantasın­ da Kent taşıyanlardan... «A bla, Kent var!» O kim, Kent içmek kim! 1ladi ordan çikletçi, sen de! Ne çikleti, d am la sakızı çiğnersin sen! Bakkala, veresiye ekmek almaya giderken. Köşe başında da durur, ortaokullu Y ılm a z ’a fi­ yaka için sakızını şişirir patlatırsın!


«K ent var abi!» Bu da, olsa olsa m inibüs şoförü. Cennet mahallesi kızlarını aynadan dikizleyenlerden. « K e n t!» « K e n t’ine

tüküreyim

senin!

Sam sun’un,

M alte pe ’nin suyu mu çıktı mem lekette?» «Kent var, Kent!» «Nerde Kent içen gösteriş budalası varsa, köküne kibrit suyu!» « A b i benim ne suçum var?» « K im var şu memlekette suçsuz! Satma be! Satan satana! Hiçbir şey satamayan da ça­ lım satıyor sokaklarda!» «Kent var, vereyim m i?» « A b la n a götür de içsin!» «Ne karıstırıvorsun ab lam ı?» 3 j «Bırak şimdi, karıştıran karıştırmış. K e­ riz!» A l sana bir tanıdık! Nerden tanıyor ablası­ nı bu abi acaba? Bu kadar tanışıklık bu işlerde hayır getirmez. «K e n t!» «U zun

lafın kısası otuzbeşten verir m i­

sin?» «Haydi kırkbeş olsun! Çıkar parayı?» «A l sana elli lira. Sigarayla birlikte bir de


beşlik toka ettin mi, tam am dır. Sabahtan beri başım d ön d ü sigarasızlıktan.» Geriye d önd ü. Bacaksız Bahri uzaklarda kalmıştı. Elini kaldırıp çağırdı. Gelince de, «V er sigarayı,» dedi. «B ir de beşlik ver!» Hiç düşünm eden, söylediklerini yerine ge­ tirdi Bacaksız. Genci uzattığı elli liraya elini bile sürm e­ den, « A l şu elli lirayı,» dedi Arif. «Koy cebine.» Artık yan yana gidebilirlerdi. O nları birbi­ rinden uzaklaştıran o korkulu paketten kurtul­ muşlardı. Bacaksız Bahri, «B un d an hiçbir şey anlayam adım ben,» d e ­ di. «N e kazandık biz?» «Sen onikibuçuk lira kazandın, hepsi bu kadar.» « H a n i ortaktık biz? Sana ne kaldı?» «Asıl bundan sonra ortak olacağız. Birbiri­ mizin arkadaşlığını kazandık! H adi şimdi doğru Rasim Abiye!» «Sen de mi geleceksin?» «Ben gelmeyeceğim sen gidip konuşacak­ sın.

72

Diyeceksin

ki,

Rasim

Abi,

diyeceksin.


Kent gitmiyor, diyeceksin. K e nt’i otuz liradan verirsen yarın on tane ver; M a lb o ro ’yu da kırk­ tan alırım, diyeceksin. T am am mı? G ö tü r b u ­ günden yatır borcunu. Bugün geçti, yarın ne ve­ rirse alırsın. Birlikte satarız. M alboro sağlam on lira bırakır bize. Kent de o kadar. Ben ö n ­ den gider, satış yaparım. Sen de geriden gelir malı teslim edersin.Tamam mı! Ne kazanırsak yarı yarıya. Hadi bakalım, yarın sabah çeşme­ nin orda bekliyorum seni. Rasim A b i’ye de ki, A r if bana çok kolaylık gösterdi, de. Y ok yok, daha söyleme, erken. H adi bakalım, şimdi gaz­ la!»


b e ş in c i b o l u m

Bacaksız, Rasim A b i’nin sokağına daldığı zaman, hava kararıyordu. Belediye lambaları yanmıştı. Ne vardı bu sokakta? Kapılar aralıktı. Kızlar,

kadınlar,

camlardan

sarkmıştı.

Zey­

n e p ’le Kerem de bir kapının ön ün d e dikilmiş duruyorlardı. Sokuldu onlara. D a h a bir şey sor­ m adan, Kerem, « H a n i Rasim var ya,» dedi. «R asim Abi d i­ yorsun ona sen...» «E e e ?» dedi kuşkuyla, Bacaksız. « R a s im ’in evini bastılar. Bir araba dolusu sigarasını kaldırdılar.» «Eeee? Sonra?» «Sonrası, hepsini alıp götürdüler işte! Bak mahallede çocuk var mı hiç. Hepsini toplayıp götürdüler.» Çocukların neden g ö tü rü ld ü ğ ü n ü sezmişti Bacaksız. Gene de sordu: «Ne yapmış bu çacuklar?» «Bilmiyor m usun?» «Nerdeıı bileyim!» Zeynep, gözlerinin içine bakarak sordu: «Sahi bilmiyor m usun?» Zeynep sorunca iş değişirdi. Sonra b ilm e ­


mek de işine gelmezdi. «Şey...» dedi. «B ilm ez olur muyum. Siga­ ra... Sigara sattılar çocuklar.» Zeynep, kaşlarını çatmıştı nedense, «Sen gördün m ü satarken?» «B en görm edim ama, duydum .» « H e p öyle dersin sen. G örm e d e n , görmüş gibi anlatırsın. K öprüyü de öyle anlattın bize. G örm e dinse sus bari!» « G ö r m e d im satarken. A m a duydum kendi­ lerinden.» « G e n e de sus sen. Seni de götürürler son­ ra. H e p götürdüler çocukları.» « C a n ım , ben sana böyle diyorum. Polisle­ re bir şey söylemem ki.» « B an a da söyleme.» Kerem, « N ed e n söylemeyecekmiş! Söyleyecek iş­ te! Y alan söylemek olur m u ?» «Sus sen!» dedi Zeynep. «G örm em iş. Bil­ miyor işte!» Sonra B ahri’ye d ön d ü: «H adi evle­ rimize gidelim. Hava karardı. Ararlar bizi.» Kerem gitmek istemiyordu. «H e le dur,» gelmemiştir da7 dedi. «B a b a m c? ■ > ha.» «Peki,»

dedi

Zeynep.

«Ben

gidiyorum.


Haydi Bahri, y ü rü!» Bahri’yle yan yana yürüyorlardı. Köşe ba­ şında ayrılacaklardı ki, Zeynep yavaştan sordu: « D o ğ ru söyle!» dedi. « B ü tü n çocuklar siga­ ra satmışlar. Sen de sattın m ı?» Bacaksız ne desindi? B ütün çocuklar eğer sattıysa, o b ü tü n çocuklardan aşağı mı kalacak­ tı? O n lard a n bir üstünlüğü de vardı: O n la r ya­ kalanmışlar, kendisi yakalanmamıştı. «Sattım,» dedi. « H e m de üç tane.» « D o ğ ru söyle! Sakın Boğaz Köprüsü gibi olm asın?» «Sattım.

Birinin

parasını verdim

Rasim

Abiye. Nah, ikisinin parası da cebimde.» Y ü z liraya yakın parayı cebinden çıkarmış gösteriyordu. «İn an d ım ,» dedi Zeynep. «Peki şimdi ne yapacaksın? Sonra bu paralar?..» «Şimdi... Şimdi bu paraları saklayacağım. Sonra veririm R asim Abiye.» «G üzel. Ver ona parasını. Harcam an hiç doğru olmaz. İyi a m a baban görürse bu parala­ rı? Ne elersin b ab ana ?» « B ab am d an saklarım. A m a annem g ö rür­ se, söylerim d oğru sun u !» « İstersen babana da doğrusunu söyle.»


«Söylemem. Ö ld ü r ü r beni.» «Söylesen iyi edersin. H a d i, ben gidiyo­ rum. Y a k a la n m a m a n çok iyi a m a gene sen bilir­ sin. Ben hiç kimseye bir şey söylemem. A n n e ­ me de, babam a da.» «B ak,» dedi Bahri, «G örüyo rsun ya, sen de annene, babana, sokakta ne duyuyorsan, hepsini söylemiyorsun. Kim isini saklıyorsun!» « D oğru. Söylemiyorum.» « O n la r bize her yaptıklarını söylüyorlar m ı?» «Söylemiyorlar.» «B iz de söylemeyiz,» dedi Bacaksız. «Sen bilirsin. İstersen sen de söyleme.» «Söylemem.» «Sakın şeye de söyleme. O Hapşırık kıza.» « A m a o arkadaşım. Sen de arkadaşımsın.»


«İnsanın çok çok arkadaşı olm az ki.» «Olursa daha iyi olm az m ı?» «O luuur. Neden iyi olmasın... A m a insan­ ların nedense çok çok arkadaşı olmuyor. İnsa­ nın çok çok-arkadaşı olunca, o arkadaşlar birbi­ rini sevmiyor. D üşm an bile oluyorlar. Neyse. H adi ben gidiyorum.» Zeynep’ten ayrılmak istemiyordu Bacak­ sız. Erkek gibi bir kızdı şu Zeynep. Kerem ne­ den böyle değildi? A m a Kerem de iyi çocuktu. Belki onu ilerde daha çok severdi. Herkes hep birden sevilmiyordu ki.

İnsanlar, birbirlerine

olaylar geçtikçe yaklaşıyordu. A aaa! Kim di o çeşme başındaki? G ülte n mi? «Sen hâlâ su mu dolduruyorsun?» dedi Ba­ caksız. G ülüyordu G ülten. «Evi batırdın da gittin,» dedi G ülten. « A n ­ nem bir türlü temizleyemedi.» «Ben mi batırm ışım ?» «Sen ya.» «Ben hortum la tenekelerinizi, kazanlarını­ zı d old u rm adım m ı?» « D o ld u r d u u u n .» «E e e e ? » « D o ld u rd u n da taşırdın bile. Paşan sular 78


hep annem in evde nesi var nesi yok ıslattı. Taşıya taşıya bir hal olduk. Peki sen nerden geliyor­ sun bu saatte?» U zun uzun anlatmaktansa, elini cebine d a l­ dırdı. Bütün paraları çıkardı. « A m a n ne kadar çok para. Babanın parası mı bunlar?» «N e babası be. Babamın cebinde bu kadar para ne gezer. Parası olsa Külüstürüne yağla benzin alır. Benim param bunlar. Ben kazan­ dım .» «Y oksa sen de Paytaklar, Dobişler, Seksek Aliler, Lüfer Temeller gibi sigara mı sattın?» « A m a ben onlar gibi polise yakalanm adım ki.» Tam paraları cebine sokarken, arkasından iri bir el uzandı. Geriye d ö n ü p bakması hiç ge­ rekmezdi. Kamyon süren ellerdi bunlar. Babası­ nın, tuttuğunu koparan güçlü elleriydi. «N e parası bunlar? Nerden buldu n?» «B u lm ad ım ! Benim değil!..» «Başkasının parası ne geziyor sende?» «Verecektim. Lvde yoktu...» «Sakın... Sakın sen de... H a aa?» Gözleri G ü lte n ’e kaymıştı. O n u n yanında açılması yersizdi:


« Y ü r ü eve!» dedi. Paraları hâlâ elinde tutuyor, cebine koym u­ yordu Bacaksız. « Y ü rü ! D a h a duruyor! Bacaksız seniii!..» Doğru muydu koskoca bir babanın, çocuk­ lara uyarak, kendisine ‘bacaksız’ diye çıkışması. Babasının bu azarına katlanırdı ama, G ü lt e n ’in yanında da olur muydu bu! «Peki, peki,» dedi, «G id iy o ru m .» Havayı biraz yum uşatm ak için babasından saklı, yüzünün bir yarısıyla şöyle bir gülümsedi G ü lte n ’e. ‘D u rm a üzerinde G ü lt e n ’ciğim’ demek isti­ yordu. ‘Bütün bunlar, kuru gürültü. A ldırdığım yok. Görüyorsun işte!’ A m a babası, öfkesini yenememişti. Bacak80


sız’ı ensesinden yakaladığı gibi, birden ayakları nı yerden kesivermişti. « Y ü r ü pis kaçakçı! Sen kim, sigara satmak . kim! Seni şimdi karakola teslim edeyim de gör! Vursunlar kelepçeyi de atsınlar seni hapislere!» Evin kapısına kadar ayakları yere d e ğm e ­ mişti Bahri’nin. K arakoldan söz etmişti ama, babası gene de ensesinden yakalayıp eve getir­ mişti onu işte. «B ak Pakize! Ne haltlar karıştırmış bu B a­ caksız!» «N e yapmış gene?» « D a h a ne yapsın! Kaçakçılık yapmış!» «N e kaçakçılığıymış b u ? » «N e kaçakçılığı olacak, sigara kaçakçılığı!» Bacaksız’ın annesi, tenceredeki çorbayı ka­ rıştırmayı unutm uştu bir süre. Çorba taşıyordu. Kaşığı alıp başlamıştı karıştırmaya. «Ben de sandım ki, güm rükten mal kaçır­ mış...» «B ug ün sigara kaçırır, yarın araba kaçırır! Bir başladı mı, hayrını gör artık!» Sonra Bacak­ sızın üstüne yürüdü. «Bir daha yapacak mısın doğru söyle!» Böyle bir d uru m da , kim çıkar da ‘ Y a p a ­ rım ’ diyebilirdi. B acaksız S ig ara K açakçısı / 6

81


«Söyle bir daha gidecek misin o Rasim de ­ nilen karaborsacının, kaçakçının y a nm a!» Bacaksız ilk kez duyuyordu bu karaborsacı sözünü. G ö z ü n ü n ö n ün e kara boyaya dalıp çık­ mış bir adam görüntüsü gelivermişti. G ö z le r in ­ de kapkara gözlükler vardı Rasim A b i ’nin. D ip ­ ten doruğa kapkara giysiler içindeydi. D u r m a ­ dan üsteliyordu babası: «Bir daha R a sim ’i görecek misin?» Böyle kapkara ziftlere, katranlara batmış bir adam nasıl görülürdü. Eliyle bu korkulu g ö ­ rüntüyü iterek, «Hayır!

Hayır!» diye bağırdı. «B ir daha

hiç görmeyeceğim!» Birden babasına verdiği iki paket sigaranın parasının anımsamıştı. Rasim A h i ’ye borcunu ödem eden mi kaçacaktı ondan? Herkes ne der­ di sonra! 1lele Rasim A hi ne derdi, hapisten çı­ kınca? «Borcum... Borcum var... Paralar onun... Şendeki paralar!» «Veririm ona ben! Sen karışma!» «Hepsini verme! Benim de param var için­ de!» «Sus! D aha konuşuyor! Parası varmış için­ de! Nerden paran oluyormuş senin?»


«K e n t’ten yedibuçuk, M a lb o ro ’dan beş li­ ra.» «H ele şuna bakın, şu Bacaksız’a! Nerden öğrendin sen bunları? Bir daha ağzına alacak mısın bu lâfları? H a ? Alacak mısın, M a lb o ro ’ları, K e nt’leri?» «Y ok, baba, alm ayacaaam !» «Söz m ü ? » «Söz baba! Ne Kent diyeceğim bir daha, ne de M alb oro!» «B ak hâlâ söylüyor! Bir daha ağzına ala­ cak mısın sen! Al hanım , şu paraları, sakla! Sa­ kın benim verdiğim paraların yanına koyma! Rasim midir, nedir, ortalıkta gö rün d üğü gün, götürüp vereceğim eline! Kendisine de diyece­ ğim ki, eğer bir daha şu herife sigara sattırdığı­ nı duyarsam, eh, ben bilirim ne yapacağımı!» Bacaksız, işin böylece tatlıya bağlandığına çok sevinmişti. İçinden, ‘ Yemeğe bir otursak da, babam bu konuyu büsbütün unutsa,’ diyor­ du. Kimbilir, babası da böyle düşünüyordu bel­ ki de. Birden ekmek kutusunun kapağını açıp baktı babası, «N e yiyeceğiz be!» diye bağırdı, «Bir dilim ekmek yok kutuda! Koş, ekmek al da gel bak­ kaldan! Yazsın deftere! Babam hafta başında


gelip kapatacak hesabı, de! Beklesin, kaçmıyo­ ruz ya! Koş hadi!» Bacaksız, koşmuş, elinde ekmekle bakkal­ dan dönerken arkadaşlarını görmüştü. K arakol­ dan geliyorlardı. Sıfır numarayla tıraş edilmişti saçları. Polisler bundan sonra, görünce tanıya­ caklardı onları. Hele bir daha sigara satarlar­ ken

yakalarlarsa,

hapise

atacaklardı.

Kek

Ö m e r ’in de saçları gitmişti dibinden. « D a h a ço, ço, ço, ço, ço çocuk var orada,» diyordu. Evet bütün bu sokağın, öb ü r sokakların ço­ cukları içerdeydiler. Gazeteciler gelmiş, sıradan resimlerini çekmişlerdi. Tam seksen altı çocuk. Elli ikisi on yaşından küçüktü. Y arın b ü ­ tün gazetelerde resimleri çıkacaktı. Seksek Ali, « A p ta l!» dedi Bacaksız’a. «Sen de sigara satsaydm, senin de resmin çıkardı gazeteler­ de!» Bacaksız’m aklı hep Rasim A h i’deydi. «R asim A b i’nin de resmini çektiler m i?» diye sordu. «N eden çekmesinler. Bize bütün sigaraları verip sattıran o. D ah a neler yapacaklar ona, ne­ ler.»


«Neler yapacaklar?» «Hapislere atacaklar!» «A tsınlar!» dedi Seksek Ali, «Hapisanelerin en karanlık yerine atsınlar. Karakolda ne d e ­ di komsere? Ben otuz liradan alıyorum Malboroları, dedi. Bize veriyor kırk liradan. D üşün bi kere, ne kadar kâr etmiş bugüne kadar.» Bahri, M a lb o ro ’yu kırkbeş liradan aldığı halde, gene de g ö nlü razı olm uyordu onun ha­ pislere atılmasına. Birgün çıkardı hapisten. Ç ık ­ tığı gün babasına söyler, borcunu da öderdi.


ALTINCI BOLUM Ü ç gün sonra Fesleğen Sokağı’nın çocukla­ rı çeşme başında toplanmışlardı. H e m e n hepsi­ nin saçları da bir numarayla traş edilmişti. H a ­ valar sıcak olduğundan, başları üşümüyordu, am a gönülleri pek aydınlık değildi. Ortalarda çoktan beri görünmeyen Kırkyalan Ferit, ha­ minnesinin yanından d ön m üştü. Ferit’in babası Salim Derler, A lm a n y a ’ya işçi kaçıran bir örgü­ tün adamıydı. Geçenlerde bu örgüt ortaya çık­ mış, babası da yakalanmış içeriye atılmıştı. G a ­ zetelerin baş köşesinde resimleri çıkmıştı baba­ sının. Ham innesinden d ö n d ü ğ ü gün, Fesleğen Sokağı’nın çocuklarını böyle traşlı görünce da­ yanamadı, «Çocuklar,» dedi. «Askere mi gönderiyor­ lar sizi?» Yılık Recep, «Hayır,» dedi. «Bizi kimse göndermiyor. Biz gönüllü gidiyoruz.» «Y oksa bitlendiniz de Kızılay’ın adamları mı traş etti sizi?» Seksek Ali, «Küçükbey, öğrenmek istiyorsan dur söyle­ yeyim,» dedi. «R asim A b i’miz bizi sigaradan ka­


zandığı parayla sevabına traş ettirdi. Şimdi an la­ dın m ı?» «Şu sigara kaçakçısı m ı?» «İşte o.» « A n la d ım . Size sigara sattırırken, yakaladı­ lar. Dayak da attılar mı size?» Paytak Yılmaz, «D ayak atmadılar,» dedi. «Sigara kaçakçı­ larına dayak atmıyorlar. U yd urm a kâğıtlarla iş­ çi kaçıranlara atıyorlar dayağı. Söyle de baban Salim Derler Bey’e, hapisten bir gün çıkarsa, or­ talarda görünm esin!» «H a d i ordan,» dedi Kırkyalan Ferit. « K i­ me ne zararı olm uş babam ın? Dışarı işçi g ö n d e ­ riyorsa, memlekete para giriyor.» « H a m in n e n mi söylüyor bunları?» «Kabak, sen de! Fesleğen S ok ağfn ın ka­ bakları!» «Kırkyalan değiliz biz! Ne söylersek d o ğru ­ dur!» «Sizin

kılavuzunuz

bitirim

Rasim

değil

mi? Sizin basınızı birgün dibinden de kestirir ■ > o o.» «Sen

kendini düşün,

muhallebi çocuğu!

Balkabağı!» «Ben Fesleğen Sokağının kabağı olam am 87


sizin gibi! Olsam olsam...» Paytak Y ılm az ekledi gerisini: «O lsan olsan sokağın hıyarı olursun! D o ğ ­ rayıp da cacık yapsınlar diye!» Tam bu sırada bir cip bitiverdi yanlarında. A rabadan atlayan polisler çocukların karşısına dikildiler. Polislerden biri, «B izim aslanlar, çeşmebaşı balesi yapıyor­ lar,» dedi. «Yoksa toplandınız da Rasim Şenpazar’ı mı bekliyorsunuz, sizi satışa çıkarsın d i­ ye?» İkinci polis, parmağıyla çocukların üçünü, d ö rd ü n ü gösterdi. «Sen. Sen. Sen!.. Sen de gel!» Sonra Bacaksızla Ferit’e d ön d ü: «Siz ikiniz de katılın! Atlayın arabaya ba­ kalım! Başkomser sizleri görmek istiyor. Çabuk olun.» 88


Gösterilenleri ite kaka doldurm uşlardı ara­ baya. Beş dakika sonra karakoldaydılar. Başkomser, masasının başındaydı: « D e m e k bu Rasim, içerden çıkar çıkmaz yi­ ne başladı mahallede işe?» «Ö yle görünüyor komiser’im,» dedi cipte­ ki polislerden biri. Başkomser, «Sen gel bakalım şöyle!» diyerek parmağıy­ la Kırkyalan Ferit’i çağırdı yanma. «N edir bu saçlar?» dedi. «Geçen enselenişte kurtarmışsın yakayı, öyle m i?» «K u rta rd ım !» dedi Ferit. «Haminnemdeydim ben!» «Şim di enselendin, öyle mi? Söyle adın ne senin?» «Ferit Derler!» Başkomser hiç d üşünm eden tokadı patlat­ tı Ferit’e. « B an a da Başkomiser Nail derler, anladın mı! Kabadayıları hıyar yer gibi yerim ben, hatır hatır!» «Ben, ben, hıyar değilim, ben...» Başkomser kalktı yerinden, « D a h a direniyor! Flüseyin, getir şu m akine­ 89


yi! Hıyar değilmiş bu!» Getirilen traş makinesini aldı eline, alnı­ nın ortasından tepesine doğru yürüttü. «Şim di sen de kurtulursun hıyarlıktan, ka­ bak olursun, şu omuzdaşların gibi! Gerisini de sen tam am la

Hüseyin. Al şu makineyi de...

Yok, makineden vazgeçtim, usturayla kazıya­ caksın başını. Tam kabak olsun diye!» «Başüstüne!» « A l götür musluklara iyice sabunla! İyice sabunla önce başını!» O n la r

çıkarken,

başkomiser,

Bacaksız’a

dönm üştü: «Sen de geçen traştan kutarmışsın saçla­ rı!» dedi. «Ben evden çıkmam ki... H ep annem in ya­ nında otururum .» « D e m e k sen H am in n e 'n e gitmezsin, öyle m i?» «B enim ham innem yok ki. Bir annem var. Hiç yalnız bırakmam onu.» «Aferin! Böyle olacak işte! Bütün gün so­ kaklarda Kent, M alboro satmazsın değil m i?» «Ö yle şeylerden anlam am .» « H a d i git sen! Doğru annenin yanma! Ç o ­ cuk dediğin böyle olur işte!»

90


Bacaksız, sessizce çıktı karakoldan.

Eve

doğru yollandı. Dobişler, Paytaklar, Kekler, Yılıklar, Te­ meller, hafiften güldüler, am a başkomser bu g ü ­ lüşün sevgiden o lduğunu sanmıştı. Y anındaki m e m ura d ön d ü. «Arayın

bunların

üstünü

başını!»

dedi.

« Ç o k para var mı, sigara var mı, kibrit var mı? Kuşkulandığınız ne varsa, masanın üstüne!» Üstleri aranırken içeriye Ferit girmişti. « H a h , böyle olacak işte!» dedi başkomiser. «Pırıl pırıl! Şimdi hıyarlıktan çıkmış, arka­ daşların gibi, kabak olmuşsun! Arayın bunun üstünü de!» Ferit’in üstünü arayan polis, elini cebine sokar sokmaz, bir elli liralık b ulup çıkarmıştı, b ütün bütün. «N e parası b u?» dedi Başkomiser. «Tam bir M alboro parası, öyle m i?» « Y o k , hayır efendim. Şey parası...» «Söyle, ne parası? Çabuk, Kent mi?» «Ç ik o lata parası. H a m in n e m verdi. Ç ik o la­ ta alırsın, demişti.» «Sen de sermaye olur diye saklıyorsun, haaa? Söyle bakalım adın ne senin?» «Ferit.» 91


«Soyadın?» «Derler.» « D e m e k senin soyadındı, bu ‘D erler?’Daha önce söyleseydin ya!» «Söyledim efendim.» «Ö yle mi? Ben de sandım ki kabadayılık­ tan söylüyorsun. Kaç para eder ki, peşin peşin tokadı yedin. Kabahat ne sende, ne bende. B a­ ba n d a !» «H ayır efendim, babam ın hiç kabahati yok­ tu bu işte. Kabahat hep işçilerde... Babam hep iyilik yapmak için yolladı, onları A lm a n y a’ya.» « G e n e karıştırdın konuyu!» «Karıştırm adım efendim. Babamın hiç su­ çu yok. Boşuna yatıyor içerde.» « D e m e k soyadını ‘D erler’ diye aldığı için yatıyor b aban?» «Evet, soyadı onun da ‘D erler’. Salim D e r ­ ler.» «N e? Salim Derler m i?» «Evet, Salim Derler.» «H a a a ! Tanırım onu. Şu ünlü Salim D e r ­ ler Beyefendi. Gazetelerin baş köşelerine geçtiydi adı. G u ru r duyarım bu gibilerin bölgemde barındıklarından. Neyse, gene de boşa gitmiş değil sana attığım tokat. Küpe olur kulağına.»


A ra m a bitmiş, çocukların üzerlerinde kuş­ kulu hiçbir şey çıkmamıştı. Bir elli liralık vardı, Ferit’in elli lirası, o kadar. Ferit Derler’e d ö n ­ dü başkomser. « A l şu elli liranı,» dedi. «D erler ailesinin bir ferdi olarak bu elli lirayı taşıyabileceğine ak­ lım yattı. Koy cebine! H a m in n e n e söyle, bir d a ­ ha böyle büyük paralar vermesin sana. Çikolata­ dan bıkar, sigaraya başlarsın sonra. Bunun yirmibeş lirasını berber parası olarak kesmemiz ge­ rekir ya, haydi bu kez karakolun bir armağanı olsun bu tıaş sana. Seni hıyarlıktan kurtardık, daha ne istiyorsun! Haydi bakalım, sigara satar­ ken yakalandınız mı, cezanız dört kat artar b u n ­ dan sonra! Y allah!..» Kek Ö m e r ’in teşekkür edeceği tutmuştu. H em de ‘çok teşekkür’ edecekti başkomsere, sa­ lıverdiği için. Belki de hiç hoşlanmadığı Kırkyalan Ferit’i kuşa çevirdiği için. Ç o k teşekkür ede­ cekti, çoook!.. «Ç o , ço, ço, ço, ço, ço, ço, ço...» « Y ü r ü ! » dedi başkomser. « S özün ü bir d a ­ haki gelişinde tam am larsın!» «Ç o , ço, ço, ço, ço, ço, ço...» « D a h a konuşuyor! Çıkın dışarı diyorum si­ ze!» 93


Çocuklar tek sıra olup çıkmışlardı karakol­ dan.

Merdivenleri inerken başlamıştı

Paytak

Yılmaz: «Ço, ço, ço, ço, ço, ço...» diye tirencilik oy­ namaya. «Haydi arkadaşlar Fesleğen Sokağı is­ tasyonuna turfanda kabak götürüyoruz! V a g o n ­ lar sıralansın! Sıraya girin çabuk!.. «Ç o , ço, ço, ço, ço, ço!..» Ferit de karışmıştı aralarına. Karışmasın da ne yapsındı. Paytak, om uzlarından sıkınca kavramıştı onu. Kaçm ak istese de kaçamazdı ki. «Haydi arkadaşlar! Flep birden!.. Ço, ço, ço, ço, ço, ço, çoooo!» « D ü ü ü ü t !..» Fesleğen Sokağını bir uçtan bir uca dolaş­ tıktan sonra çeşme başına yöneldiler. Karamarsık çetesi, başlarında Keriz A r if olduğu halde orada toplanmıştı. İlk bakışta ortalarındaki Rasim Şenpazar göze çarpıyordu. Çocukarın geldi­ ğini görünce çabuk çabuk konuşmaya başlamış« Benden geçti artık,» diyordu. «Benden geçti bu iş, tam am mı! Neden mi geçti? D a m g a ­ landık! İşimi bu K e ıiz’e bırakıyorum. Bacaksız, az önce, karakoldan gelince, bir şeyler anlattı


bana. Aferin! Uyanık olacaksınız, daha da uya­ nık tam am mı! Malı aldığım yeri de söyleyece­ ğim Keriz’e. U tandırmazsınız beni, tam am mı! Z a rım a da bakarsınız, yani kollarsınız beni d e ­ mek istiyorum. Bu Fesleğen Sokağı’nda bir d a ­ ha g örün m e k yok, tam a m mı! D ad and ılar bir kez. Bacaksız’ın da başını beleya sokmayın, ta­ m am mı! Hadi eyvallah!» Kabaklar tireni, kopm uş geliyordu karşı­ dan: «Ç o , ço, ço, ço! Ço, ço, ço, ço, ço!» Bacaksız, sesleri duyunca evden fırlamıştı. İki parmağını ağzına getirmeden, sıkı bir şef d ü ­ d üğü çaldı: « T a m a m !» dedi. «Buraya kadar! İnsin Kabak’lar!..»

İKİN Cİ K İT A B İN S O N U

95


Bacaksız’ın Başından Geçenler

B irin ci K ita p BACAKSIZ KAMYON SÜRÜCÜSÜ İkinci K it a p BACAKSIZ SİGARA KAÇAKÇISI Ü ç ü n c ü K itap BACAKSIZ OKULDA D ö rd ü n c ü K itap BACAKSIZ PARALI ATLET B eşin ci K itap BACAKSIZ TATİL KÖYÜNDE


Unlil yazarınız C ıfa t

İlgaz ezellikle ilkokul çağındaki çocukları

düşünerek, güldürücü,

eğlenceli ve U r »kgdar d i dü$ündürüeü

lir dizi çocuk ronanı yazdı.

$ e f iU r

«Uy U r

in a n d ın « ile yö n le n d ire ce k

fıenen

lağlarını,

(ter gün

lüyük

k e n tle rd e

lirey göre vle rin i,

olgulardan

düzen|enni$...

raslanan,

lilin ç li lir

lifin d e

K a r a lı k|ı

güven i,

lağlılığı vurgulayan « M u , küçük çapta, yapnacıksız serüvenler dizisi... U a c a k s ız

Kanyon

¿ü rü cü sü ,

İJa cak sız

6 *g a ra

K a ç a k ç ıs ı,

bacaksız Okulda, bacaksız Paralı flt le t ve bacaksız Tatil Köyünde ad|< kitaplardan «|u$an lu dizide îa c a k sız'ın lafından ge çe n le ri «kudukça dala ç«k sevecek, aranızda sınsıkı dostluk kuracaksınız.

ISBN 978-975-348-005-5

www.cinaryayincilik.com.tr cinar@cinaryayincilik.com.tr 9 7 8 9 7 5 3 4 X OO 5 5

ra,v*w f r n 'y1 - ''W Îë ‘


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.