GEÇMİŞE MAZI
RIFAT İLGAZ
G E Ç Mİ Ş E . . . MAZI
Hikâye — Roman
vV»^ A/
1965 — İSTANBUL
Toplumsal Mizah Y apıtları : 1 R ıfat İlgaz : Geçmişe Mazi Birinci Baskı
K apak K om pozisyonu Turhan S elçu k Kapak baskısı KAR AC A OF'SET
Yayınlıyan : FAHİR ONGER P. K.
9 18
İstanbul
Cağaloğlu Ceridehane Sokak No. 11/10
T A N G A Z ET E Sİ V E M A T B A A SI İ S T A N B U L , — 1 9 6 5
ÇAMAŞIR MI ASIYORSUN? “ Q O Ğ U ’yu eşkiyalar sarmış. S arar ya! Cevdet Barlas emekliye ayrılacak da eşkiyalar düze inmiyecek... Ben V an’ı da bilirim Tatvanı da... Kuş uçurtm azdım alimallah jan darm a kumandanıyken. Yol kesiyorlarm ış şimdi, adam soyup, adam kaldırıyorlarm ış. Değil yol kesmek, adamın sözünü kese mezlerdi ben iş başındayken. A sacaksın beyim, asacaksın! Bak mayacaksın gözlerinin y aşm a!” Öğretmen emeklisi Cemal Zültü, dalma basm ak için, bir “Öhhööö!” çekti, “Çam aşır mı asıyorsun Cevdet bey...” dedi, “Geçti o günler. Bak İnönü ne diyor, dönemeyiz diyor dem okra siden!” “Onu, bunu bilmem, asacaksın beyim! Ben Vanda Jan d ar ma kum andanı olacağım da yol kesecekler, soğan soyar gibi adam soyacaklar ha! Atladım mı kır atıma... Ayyy!... Bu dini 5
ne yandığımın emoroilinden dur durak yok. Tuuh! Allah kah retsin!...” Kalktı. Altındaki şişirm e lâstik simitini düzeltti. Memele rine göre ayarladıktan sonra oturdu üstüne: “Ne diyordum... Atladım mı atım a.. Bööölük m arşşş!” Cemal Zülfü, emekli kum andanın sözünü piç etm ek için: “E nver efendi!” diye bağırdı, “Sen bir çay daha g etir ba na! Demli olsun!” “Ben Vandayken...” diye albaştan etti, “Bir eşkiya tü re m işti köylerde... Sözüm ona eşkiya... Eşkiya değil, tavuk hırsı zı. İki de adam almış yanına, asıp kesiyor. Öldük mü be! Cev det B arlas Jandarm a kum andam olacak da, yol kesüecek Van köylerinde, adam soyulacak! Önce üç süvari çıkardım üzerine H erif tavşan gibi pişiyor. Köylüler saklıyor korkudan. Kimse korkmasın, canına okuyacağım diye haber saldım köylere. Kim se yataklık etmesin, dedim, karışm am ! Sen kime söylüyorsun, herif her gün başka bir köyde! Bir sabah aldım bölüğü. Gecele diği köyü çevirdim. Teslim edin dedim bu namussuzları. Alaca karanlıkta kaçtı, dediler. Köyünüzü yakarım dedim. B ir sam an lığı verdim ateşe. Kös dinlemiş herifler... Kılları bile kıpırdam a dı. M uhtarı çağırdım, yakarım evini, dedim. A sarım seni dedim, bul eşkiyayı... öhhö... Öhhöööö!... Canına yandığımın öksürü ğünden rahatlık yok ki! Ayyy!... Ay, ay ay!... Vay anasını!” Öğretmen emeklisi: “Bıçak temizler bunu!” dedi, “Çare yok! yatacaksın dok torun altına!” “Geçen gün doktora gittim . A m eliyat dedi. Ameliyat ha! Allah yazdıysa bozsun, korkarım am eliyattan, yapamam. Ha, ne diyordum asacaksın bunları. Bakm ıyacaksın gözünün yaşı na... E m ir verdim erata. Erkek, kadın boşaltın evleri dedim. Alsınlar yorganlarını arkalarına. Âdi adım, m aaarşşş!... Doğ ru merkeze. Y ataklık ha! H üküm ete karşı gelmek ne haddinize sizin! Savcı zaten avucumun içinde. B ekâr adam. Aç dedim şu cezaevinin kapısını. B eraber kız oynatıyoruz sabahlara kadar. 6
B ir h afta sonra da bir dağ köyüne baskın ettim. Siz misiniz eşkiyayı saklıyan. Siz Hükümetle oyun mu oynuyorsunuz diye verdim cayırtı. Asacağım topunuzu! Sırtlayın bakalım yorgan ları!” Vali emeklisi H urşit A takan dayanamadı. Nargilenin m arpucunu çıkardı dudaklarının arasından: "O ralarda hiç mi vali y oktu!” dedi. “Yoktu beyim. E ğ er göğsü kıllı bir vali olsaydı eşkiya mı barım rdı. Çektin mi birini ipe, tısss!” “Kimi çekiyorsun be!” “ Yataklık yapanlardan birini! Kim olursa olsun!” Cemal Zülfü: “Ağır ooool!” dedi. Binecek var! Demokrasi geliyor geri den!” “Sana bir şey diyeyim ben! Demokrasinin binmesini bek lersek sabah olur. Onu geç san bir kalem. Gelelim bizim y atak lıklara. Ben üçüncü köyü de posta ettim . İndirdim kasabaya Sıra tam eşkiyayı yakalam aya gelmişti ki... Vali alt ü st etti işi mi. Bir gün takm ış peşine savcıyı, Cezaevini teftişe çıkmış. İlk karşısına çıkan tutukluya sormuş. Söyle demiş, neden yatıyor sun sen. Y ataklıktan, demiş tutuklu. Ya een neden yatıyorsun, demiş, ikinci tutukluya. Neden olacak, yataklıktan demiş. Sen neden yatıyorsun? Y ataklıktan! Sen? Y ataklıktan! Y ataklıktan yataklıktan, yataklıki an... Herifin tepesi atmış, açm, demiş k a pıları! Boşaltın cezaevini! Y ataklıktan, yataklıktan! Ulan kaba dayıysan eşkiyayı yakala da göreyim seni? De buyur bakalım, Sen gel de bu adam larla iş gör! Böyle adamın valilik ettiği vilâ y ette eşkiya mı yakalanır.” H urşit Bey, nargilesinden iki soluk daha çektikten sonra: “Telâşlanm a!” dedi, “Bizim m eslektaş, tam işinin adamıy mış. Böyle olacak tabiî... Aşkolsun, Sen de iyi yapmışsın. Senin gibileri de çıkacak ki bizim valiliğimiz, hüküm et adamlığımız anlaşılmış olsun. Sen eşeğini kaybettireceksin fukaranın, ben bulduracağım. İşte “Asiyab-ı devlet” böyle döner. Anlaşılıyor değil mi dostum? Biraz tavşana kaç, daha çok, tazıya tu t! Ben 7
de o ta ra flard a valiyken... Bak, E nver efendi.Ateş! îy i çekmi yor bu nargile. Tömbekiler mi bozuk, m arpuç mu hava kaçırı y o r!” Enver efendi d ert yanm ağa başladı: “Ateşinde iş yok bizim patronun. Sidikli meşinin köm ürün den bu kadar kor çıkar. Bizim N izam ettin beye diyorum, bu kömürde iş yok, kıy paraya... N izam ettin bey de diyor ki...” Öğretmen emeklisi! “Ne o? dedi, Gene Nizami bey, N izam ettin bey mi oldu? Ulan fırıldak gibi adam be! Gericiler ağır basınca Nizamettin... ilericiler kıpırdanınca Nizami Yalçın oluyor. Kendisine so rar san İttihatçıdır. K urban olayım böyle İttihatçıya! Böyle ada mın aldığı kömürle H urşit Beyin nargilesi y an ar mı ? Söyle ona biz gidersek, Em insu derneğine kalır M eşrutiyet K ıraathane si!” Malmüdürü emeklisi Nabi Sayar. H u rşit beye, başladığı hi kâyeyi unutturm ak için emeklilerin özel bir meselesini a ttı or tay a: “Bizim yüzde on beşleri Meclis Komisyonu kabul etmiş... 1950 den önce emekliye ayrılanlar...” Bu sırada bir Em insu’lu girdi kapıdan. Topçu emeklisi Ne dim Gürler, On buçukluk obüs gibi gürledi: “Oldu!” M eşrutiyet K ıraathanesinde h er gün beş tane gazete oku nurdu .Bilmeyen kalmamıştı bu haberi. D anıştay Em insulardan birine hak tanım ıştı. Seferberlik emeklisi Ali Yıldırım göründü. Sönen bir fu t bol topu gibi boşalttı soluğunu: “Oldu!” İşte bu “Oldu!” mm gerçek anlamını çözecek bir kabada yı yoktu kahvede. “H ayrola!” dediler, “Ne oldu?” “Çıktım!” “N areye?” 8
“Dışarı yahu! Bilmiyorsunuz, tam altı gündür ne çektiğimi.. Oooh! Dünya varmış. Enver efendi, doldur nargilem i!” Geldi, General emeklisi Rıza Yazgan’m m asasına çöktü. H urşit bey düzeni bozuk bir vilâyet Meclisindeki havayı yatıştırırcasm a bir çıkış yaptı: “Ne diyorduk!” diye söze başladı. M asayı çevirenlerin gözlerinin içine bakarak devam etti: “Doğuda valiydim. A nkaradan sıkı em irler geliyordu. Çar şaf da çarşaf diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Çağırdım Em niyet Müdürünü... Jan d arm a komutanım... kimin sırtında çarşaf görürseniz, ananız bile olsa tu tu p yırtacaksınız, hem de çatır çatır!... Başka çare yok! B uradan öte vilâyet yok, hudut tayız! Anladınız y a!” “Tamam! Yaşa H urşit Bey!? Y ürürse bu iş böyle yürür. Asacaksın daha olm azsa! H alk cahildir, halk görgüsüzdür, baş ka çare yok!” “D uuuur! Yavaş ol!” dedi. H urşit bey, “Polis, jandarm a cayır cayır çarşaf yırtm aya başlayınca bir cayırtı da halktan koptu. Tamammm dedim, halka görünmenin tam sırası... Ağır olun dedim, bizim zabıta kuvvetlerine. Şimdi sıra bende. B ıra kın çarşaf m arşaf yırtm ayı. Vilâyet gazetesinin başyazarını ça ğırttım . Yaz. dedim, demeç veriyorum : Bundan böyle yalnız ve yalnız çarşafı genel ev kadınları giyecek. G ünahkârların ken dilerini halktan gizlemeleri lâzım. Peçe bile takabilirler!” Cevdet Barlas: “S onraaa?” diye sordu. “Sonrası mı olur artık, bir tek çarşaflıya rastlayana aşkol sun Şehir sokaklarında!”
BİR KURU MECBURİ |Y|EŞR.UTİYET
Kıraathanesinde,
Acem Hüseyin
çay
demlesin, sen horul horul uyu! Y akışır mı bir emekliye. Çay ya par, Acem Hüseyin çay, çay diyeyim sana! Bu çayın ilk demin den içmek, bir sabah uykusuna değer doğrusu. Hem yetm iş lik ihtiyarın sabah uykusu da nesine! Dönüp dönüp duracağı n a yatakta, kalk giyii', yürü M eşrutiyet K ıraathanesine! Bu kıraathane açıldı açılalı ilk demden içme şerefi yarış m aya konmuş gibidir. Bugünlerde yarışm a ne kadar kızışırsa kızışsın, fovariler hemen hemen hiç değişmez. Birinciliği ya Vali emeklisi H urşit A takan alacaktır, ya M almüdürü emeklisi Nabi Sayar, ya da öğretm en emeklisi Cemal Zülfü... Hiç şaş maz! Bu sabah M alm üiürü kazandı birinciliği... Bulgur pilâvını fazla kaçırmış, sabaha kad ar gözlerini kırpmamıştı. Avuç avuç içmişti karbonatı. Tam altıyı beş geçe ayaklarını sürüye sürüye 10
girdi çift kanatlı kapıdan içeri. Selâm verdi ocakçıya, müslüm an selâmı.. Acem Hüseyin, içerde söylenip duruyordu: “Çay değil, toz bütün bunlar... Enfiye diye burnuna çek! o eski akkuyruklar, Seylân çayları...” Acem Hüseyin h er sabah böyle söylenecekti elbet... Söyle necek ki bir avuç tozdan tavşan kam gibi çay demlemenin us talığı çıksın ortaya. Malmüdürünün peşinden beş dakika ara ile Vali emeklisi girdi kahveye, onun pfsinden öğretm en emeklisi Cemal Zülfü. Giren, birer gazeteye yapıştı. Bu üç gedikliden sonra gelecek olan önemliydi. Çok geçmeden hâkim emeklisi Sulhi sözer gö ründü kapıda, bir omuz farkiyle jandarm a emeklisi Cevdet Barlas sökün etti. Şemsiyesini teslim edecek garson arıyordu o rta larda : “Nerde bu adam ?” diye ocakçıya seslendi. H er girdiği yer de bir em ireri görmeğe alışıktı. Acem Hüseyin ocaktan tekmili verdi: “Beyim, bugün Niyazide nöbet... Biraz geç gelir. Sen şem siyeni N izam ettin beyin m asasına iliştiriver.” Cevdet Barlas, kızmıştı bu başıbozukluğa: “M eşrutiyet K ıraathanesi bu gidişle batacak ama, bakalım ne zaman! Ulan, garson ararsın yok, patron ararsın yok, Gaze te ararsın...” Beş gazete girerdi kıraathaneye, birden kendisinin beşinci m üşteri oluşunu hesaplayam am ıştı. B oşta bir gazete görünce çenesini kıstı! “Selâm, beyler!” diye dikildi oturanların karşısına, “Ne var, ne yok gazetelerde?” Kendinden önce gelenler burunlarını sayfaların arasına sokmuş, herkes kendine göre bir şeyelr arıyordu. K ulak asan olmadı sorusuna. H ırsından ocağa seslendi: “Heyyy! Hüseyin Efendi! Nerde simidim benim!” “Dur, geliyorum. U lan bu Niyazi de nerelerde kaldı be!” L âstik simidi gelmeden oturam azdı. 11
Dolâptan lâstiği almış, sandalyeye yerleştiriyordu: “Ocakçılık mı yapacağız, garsonluk m u? Böyle garson,, yaram az bu kıraathaneye. S aat oldu altı buçuk! H erif garson değil umum m üdür be!” Böyleydi bu Niyazi işte. Nizami Yalçının im tihanından geçip girm işti kıraathaneye. İşsizlik artıp kahve tıklım tıklım dolup taşm ağa başlayınca. Mal sahibi, garson Enver efendiye bir eş aram ıştı. Yeni garson da aradığı ilk nitelik, adının “Niya zi” olmasıydı, buldu. İkinci nitelikse krav at takm asını bilmesi... İşte bunu yaptıram adı bir türlü. Niyazi değil kravat, patronu bile takm adı. Bu yüzden kafası işleyen m üşteriler ona şu adı ta k tılar: Y ular takm az! Ama çoğu “Takm az!” deyip geçerdi. Cevdet Barlas elmdeki gazeteyi şişirilmiş bir kese kâğıdı gibi m asanın üstüne bastırdı: “H ah!” dedi, “Böyle olacak işte!” Öğretmen emeklisi boş atıp dolu tutm ak için: “Yakalamışlar, değil m i?’' diye takıldı. Biliyordu ki komu tan için en önemli olay “yakalam ak” tır. Yakala da kimi yaka larsan yakala... Emekli zam ları bile onun için ikinci plândadır. Komutan emeklisi, parm ağını gazetede bir noktaya basa rak : “E vet!” dedi. “Y akalam ışlar!” Bu k ad ar kolay tu ttu rd u ğ u n a şaşm ıştı Cemal Zülfü: “On ikiden vurdum desene...” dedi, "Herhalde Doğudaki soyguncuları yakalam ış olacaklar!” “Soyguncuları mı dedin?" “Ya kimi yakalam ışlar?” “Soyulanları!” “Soyulanları h a ? ” “Evet. Soyulanları, ne sandındı. Anlamazsın bu işlerden. Asayiş dediğin bir sırçadan şişedir, fazla elledin mi, elinden dü şürürsün. Bir düştü mü de, v ar sen, hayrını gör. Diyelim ki, eşkiyayı yakaladııın... Peşinden bir eşkiya daha çıkmaz mı? Sen soyulanı atacaksın ki içeri, sızıltı çıkmasın. H a? Ne dersin Hurşit Bey?” 12
“Tuh! A nasım !” dedi, “Uyumuş kalm ışım !" Cevdet B arlas doğruldu: “Glel!” dedi, Şişir şu lâstiği... T ah ta gibi olmuş.” Tersliği üzerindeydi Niyazi’nin: “D ur be komutanım! dedi” Çayımızı içelim de kafam ızı bu lalım. Ben nerde yatıyorum biliyor musun. Kemiklerim sızlıyor sabaha k ad ar!’* “Nerde y atarsan vat, ben mi acıyacağım sana! Şişir şunu!” Kahve ocağına gifm işti Niyazi: “Üsteleme kom utanım !” dedi. “B urası senin bildiğin p ar ti ocaklarından değil, kahve ocağı... İçelim çayımızı da, düşünü rü z!” A yağa bir kalktı mı kolay kolay oturam azdı. “Ş işir diyorum sana!” İşi biraz da saygısızlığa döken Niyazi ' c e yum urtacısın seeen!” dedi, “H alâ kendini m anyatolu telefonun başında sanıyorsun...” Eliyle m anyatoyu çevirir gibi yaparak: “Alooo! Santral!... Tatvan, Tatvan! Çık aradan! Alooo! Şemdinli sen misin? Çıksana aradan be! Ulan sana söylüyorum köprübaşı! Bağla kom utanı çabuk! Recep onbaşı, ne oldu ta vuklar? Bağladınız mı yüzbaşıyı, Aloooo!...” Çayını içtikten sonra geldi. Çekip aldı simidi altından. Avurtlarını şişire şişire üflemeye başladı. Öğretmen emeklisi ta kılıyordu N iyaziye: “Şişir... Cevdet bey de görsün!” Lâstik şişmiş, Cevdet bey yerleşm işti üstüne. Konuyu de ğiştirm ek için bir “yakalanm a” haberi arıyordu gazetede. Çok geçmeden buldu da: “Hiç yakalanm ış hırsızı, göz göre göre salıveren hâkime de rastlam am ıştım !” Öğretmen emeklisi: “H ayrola!” dedi, “V ukuat mı v a r!” “Ekm ek çalan biri bereat etm iş!” Takm az Niyazi karıştı lâ fa :
“A sm am ışlar dem ek!1’ “Hiç olmazsa bir altı ay vermeliydi. H adi diyelim ki b e ra a t ettird in ne demeye gazetelere verirsin. İ t uğursuz okusun d a fırın lara saldırsın diye m i?” Yargıç emeklisi N ihat H aktanır: “Hiç üzülme sen!” dedi, “İ t uğursuz gazetedeki yazıyı oku m ağa başladığı gün ekmek çalacak adam kalm az memlekette...’' “Ne olursa olsun... Hırsız, ekmek de çalsa cezasını bulmalı! Ne olur sonumuz!” Garson N iyazi: “Çok yaşasın böyle hâkim ler...” Diye başladı söze, “on iki, on üç yaşlarm daydım İstanbula geldiğim sıralarda... Nereye baş vurdum sa suratım a kapandı kapılar... B ir gün açlıktan göz lerim dönmeye başlayınca...” Cevdet Barlas: “Yoksa sen de mi ekmek çaldın!” diye gürledi. “H ayır çalmadım. Girdim bir lokantaya... Efendiler gibi kuruldum . Getir dedim bir kuru... Çeyrek ekmekle yumuldum. Dişimin kovuğuna gitmedi. Getir, dedim bir kuru daha... B ir çeyrek ekmekle onu da sildim, süpürdüm. E h biraz doymuştum. Kalktım, ağzımı burnum u elimin tersiyle sildim. Tam kapıdan çıkarken P arra! diye yapıştılar yakama... Yok dedim... Yok h a !” Y ürü merkeze! Sorgu sual.. Çıkardılar bir hâkimin karşı sına... Söyle oğlum de.’i hâkim. Ne yapayım hâkim bey dedim, gözlerim kararm ıştı açlıktan, girdim ahçı dükkânına.. Ne yedin diye sordu...” Cevdet Barlas kızmıştı: “Bu da sual mı be!” “Sual ya! Bir kuru yedim, çeyrek ekmekle hâkim bey de dim. Eeee... Peşinden ne yedin?” “Sen parayı vermedikten sonra ne yersen ye!” “Hiç de kazın ayağı öyle değil! peşinden mi Hâkim Bey, dedim. B ir kuru daha yedim ! Pekiy sonra diye sordu. O k ad ar dedim, yani iki çeyrek ekmekle iki kuru... Öyle mi, diye sordu 14
garsonlara... E vet hâkim bey, öyle dediler. Tamam dedi, bera at! Çık dışarı! Y allah!” Cevdet Barlas köpürüyordu: “B eraat ha! Doğru mu bu Sulhi bey? N asıl b eraat edermiş.. H aksızlık bu... A dalet nerde?” Niyazi kimseye söz bırakm ıyordu: “B eraat tabii... Bir kurudan sonra bir pilâv yeseydim, g it miştim okkanın altına. B ir kuru, mecburi... B ir kuru daha, o da mecburî... E ğer iki kurudan sonra bir plâv yeseydim, işte o za man keyfi olurdu. Ulan derdi hâkim, sen kim oluyorsun da ku runun üstüne plâv yiyorsun, aç köpek! Hele b ir de kom posto yeseydim, keyfinin keyfisi olurdu. Can kurban böyle hâkimle re...” Cevdet Barlas lâstik simidin üstünde hop oturup hop kalkı yordu” “B eraat ha! B eraat h a !” “Ne sandındı! Memlekette kanun var. Bir kuru, mecburî., bir kuru daha, o da mecburî... Hadi oğlum çık dışan, beraat!. Y allah!”
15
KİMDİR BU ADAM? R IZ A M I Yalçın on bire doğru girdi 'kıraathaneye. Dışarda sulu sepken, verip veriştiriyordu. Sırılsıklamdı şemsi yesi olduğu halde. Kapıdan hışımla girdi, dikildi kıraathanenin ortasına: “Niyaziii!’' Bir uğultudur gidiyordu, M asaları bir çırpıda gözden ge çirdi: “O hhh!” dedi, “K ıraathane almış yükünü!” Bugünlerde ’h ep böyle olurdu... Bu aylar, bu yıllar... İşsizlik şahlandıkça Nizami Yalçın’m ağzı kulaklarına varırdı. Emekli lerden yana bir göz attı. Sanki arkadaş cenazesi kaldıracaklar mış gibi tam kadroydular. Gözünü sevdiğim emeklileri... Koyun gibidirler. Sokarlar başlarını birbirlerinin koltuklarının arası na, yirmisi birden bir m asaya çöreklenip kalırlar. Bir kahvenin, emekliden m üşterisi kalmadı mı, vur kilidi kapışma. 16
Pam uk gibi m üşterilerdir ihtiyarcıklar. Çabuk kızarlar, bağırıp çağırırlar am a, aradan beş dakika geçmeden sü t dökmüş kediye dönerler. “Bir daha şu m usibet kıraathaneye ayak ba sarsam , bana da bilmem ne m üdürü demesinler!” diye direk di rek bağırm alarına hiç kulak asm a sen! Yarın sabah sanki an t içen o değilmiş gibi kuzu kuzu gelip, yerine geçecektir. H er kük reyişten sonra biraz daha uslu, biraz daha uysallaşırlar. Em ek liyi, pişkinleştirip geliştiren m em urluklarındaki tecrübeleri de ğil, kahvedeki eskilikleri, bir takılm a havası içinde yetişmeleri dir. En sert generali pam uk gibi yum uşatan da bu şakalaşm a lard ır işte. “Niyazi, kör m üsan! Baksana b u ray a!” Koskoca M eşrutiyet K ıraathanesinin patronu, eski İttih a t çılardan Nizami Yalcın —Bugünlerde Nizam ettin Yalçın— dı şardan, yağmurda, karda gelecek de iki paralık garson parçası hiç takm ıyacak ha: “Niyaziii! Ulan sağır mısın be!’1 Niyazi, patronun girdiğini çoktaaan görm üştü ama, ayak larına kapanıp eteklerini öpecek değildi ya! Patron, eğer aklı başında bir patronsa, m üşterilerin sürü sepet, birden bastırdı ğını da görmeliydi: “Şekerli biiiir! Çay iki... Nuriii! Helânın oraya elli iki v er!” Sertliğin para etmediğini gören Nizami Yalçın Niyazi tam yanından geçreken: “Niyazi oğlum!” dedi, “Alsana şu şemsiyeyi elimden! Son r a şu paltoyu...” “Bir dakka!” Çayları pencerenin önündeki m asaya bıraktı. Çırak, p at ronun çevresinde dolanıp duruyordu ama, uzanıp şemsiyesini bile alamıyordu. Koskoca N izam ettin Yalçın’ın, bir çırak p ar çası mı çıkaracaktı paltosunu sırtından! En kızdığı, cinifrit ol duğu şey de buydu onun. Garson dediğin, patron içeri girdi mi, kendini yerden yere atmalıydı. Ulan, hadi m üşteriyi iplediğin yok, patrona ne demeğe boş verirsin! Yeniden sinirlenmeğe başlam ıştı: “Heeeey! Sana sesleniyorum be!” G eçm işe - Mâzi F. 2
17
Patronun deliye döndüğünden habersizcesine geldi, elinde ki şemsiyeye yapıştı. Çırağa: “Al şunu!” dedi. “As içeri!” Paltosunu çekip çıkarırken tekmil vermeğe başladı: “Gene o adam geldi. Zarfı geciktirmeyin, söyle patrona ka rışm am sonra h a !” dedi. “Geeeç! Başka yaram az bir şey yok y a ? ” “Yok!” “Tazeyse bir çay getir. Değilse bir ıhlam ur!” Yürüdü emeklilerin m asasına: “Selâm beyler!” . Cevdet Barlasınki hariç, bütün sandalyeler hafiften kımıl dadı. Niyazinin getirdiği sandalyeye yer açılmıştı. “Merhaba Yalçın Bey!” “Merhaba Nizam ettin bey!” “Merhaba Nizamettin Yalçın!” “M erhaba Nizami bey!” “Nizam, m erhaba!” “Merhaba, patron!” “M erhaba!’* “M erhaba kom şu!” Cevdet Barlas, en sona saklam ıştı selâmını: “Mahalleden mi, böyle?” diye sordu. “M ahallden!” “Ne var ne yok, m ahallede?” “A rkadaşlarla şöyle bir tarayalım dedik... Doğu’ya yardım için... sorm a komşu! Bir dokun, bin ah işit... Torbasızın karısı ne dese beğenirsin. Sizde varsa bize bırakın gelmişken. Kızımı okuldan aldım, pabucu yok diye, ik i yüzden fazla kapının ipini çektik, iki yüz lira toplayam adık!” Öğretmen emeklisi: “Doğu’da açlık keldi mı ki...” dedi. “Kaç kuruş yardım yaptın...” “Tam elimizi cüzdana atalım dedik, bir bakan “Doğu’da açlık yenildi” diye beyanat verdi.” 18
Az konuşan M almüdürü emeklisi: “Yalan m ı?” dedi. “Açlık yenilmiş. A fiyet olsun. Açlık bile yenilip tüketilm iş!” Öğretmen emeklisi: “Hocanın birini köye gönderm işler.” diye bir hikâyeye başlam ıştı ki, sırılsıklam olmuş kırçıl biri girdi içeriye. Uzun saçları ensesinden doğru sarkıyor, uçlarından sular sızıyordu paltosunun yakasına doğru. Geldi, toptan bir selâm verdi. Emeklileri şöyle bir inceledikten sonra Cevdet B arlas’a elini uzat tı. Sıradan başladı el sıkmaya. Jandarm a emeklisinin yanına nam azından sonra, bir köylü sokulmuş yanına. Hocam, demiş, bir sandalya çekip oturdu. İşini bitirince: “Nasılsınız?” diye sordu. “Çok şükür...” “Çoluk çocuk?’' “Hepsi iyiler!.” “Bak oğlum şöyle demlice bir çay... Bayılırım demli çaya... H ava çok soğuk... Balkanlardan soğuk dalgası geliyormuş...” Öğretmen emeklisi piç olan hikâyesinin nam usunu temizle mek için albaştan e tti: “Adamın birini köye göndermişler...” “Hocanın birini demiştin...” “Evet. Hocanın birini köye göndermişler... Bir gün akşam namazından sonra, bir köylü sokulmuş yanm a .Hocam,, demiş, izin verirsen bir şey soracağım, İsa Peygam ber, gökyüzünde ne yer, ne içer?, çok m erak ettik de... Hocanm tepesi atmış, ulan, demiş tam üç gündür köyünüzdeyim, bizim hoca, ne yer, ne içer diye sormazsınız da, gökteki İsayı sorarsınız!...’' Yeni gelen, kimseye sözü teslim edeceğe benzemiyordu“Biz açlık deyince ne anlıyoruz. Sorarım size! Türkiye’de kaç m em ur öğlenleri sıcak yemek y er? Kaç memur sandviçle nefis körletir? Kaçı, sabah yediği, ile akşam yiyeceğini düşü n ü r de oyalar kendini? Memur diyorum, dikkat buyuruluyor m u? Hademe değil, kapıcı değil işçi değil, işsiz değil... Şu kıra athanede oturanların kaçı öğle yemeği yiyecek bugün? 19
Fransız işçisi sofrasında şarapla, biftek bulamazsa basar yaygarayı, açlıktan ölüyoruz, diye... Biz simidi bulduk mu ağzı mızı açıp gık bile demeyiz. Ben F ransadayken Fernandel’in atölyesinde... Oğlum bir çay daha.. Bir de nargile... îkram lı ol su n !” Nargile gelene kadar, güvensizlik üzerine bir konuşma yap tı: “H üküm et halka neden güvenmiyor, neden itim at etmiyor, anlıyam ıyorum !” diye başladı. “Bakın iki çay söyledim, bir de nargile. Garson “Ver p aray ı!” diye sarılm adı yakam a. Şimdi ben Beylerbeyinden geliyorum. D ikkat buyurun beyler! Bileti mi aldım, bindim vapura!’' Nargilenin işleyip işlemediğini kontrol etti: “V apur kalkar kalkmaz izbandut gibi iki memur daldı sa lona. Sağlı sollu başladılar taram ağ a yolcuları. Dikildi karşım a: “Bileeet!” Elimi soktum ceketin ü st cebine, yok! Ben bileti yalnız bu cebime korum. Yok. yok... İs te r istemez öbür ceplerimi de ka rıştırm ağa başladım, yok! Gitti, geldi sordu, “yok!” “Bilet de bilet!” diye tu ttu rd u “Bana itim at edin ki aldım!’* dedim. Bilet de bilet!.. “Öyleyse İKİnciye!” Kuşkulu bakışlar önünde kalk tım İkinciye. “Bulurum diye umudumu kesmemiştim.” “Bulabildiniz m i?” diye sordu öğretm en emeklisi. “Bulamadım!” “Ya, vah vah, vah! S onra?” “Aldım kapıdan bir büet, çıktım. Yani demek istiyorum ki bu iki izbandutun vazifesi ne? Benim gibileri birinciden İkinciye kaldırm ak değil mi? Güzel! Ne alırlar bunlar? E n azından beş yüz... İkisi bin lira... Benden ne kazandılar... Nasıl olsa ka pıda bilet aldıktan so n ra! İdare kazansa kazansa bir mevki fa r kı kadar para kazanacak değil mi?. Bunu da kaldırsa...” “N eyi!” diye kaşlarını çattı Cevdet Barlas. “Mevki farkını!” “Olur mu böyle şey!” “Olur tabiî.. Tünelde olmadı mı? Bu adam ların o zaman se 20
bebi vücudu ne olur? biraz olsun halka itim at etmeliyiz. B ir adamın parası yok da vapura bindi diyelim. Ne çıkar? V apur mu bata*? Yoksa Denizcilik Bankası mı? Şu kadar milyon lira zarar ediyor da hâlâ batm ıyor. B atm az da... Ben yakında bir meyhane açıyorum” d:ye lâftan atlayacak oldu. H u rşit Bey ön lemek istedi: "Bırakın meyhaneyi canım. Kahve daha zararsız...” diyecek oldu. “Benim açacağım meyhane öylesi değil, Aydınlarımız için. Dekorlarına bile başladım. Adım şimdiden söyliyebilirim: A hır!’' “Ne? A hır m ı?” “Yooo! Gülmeyin baylar. Ben orada m üşteriye itimadı öğ reteceğim. Parası olan da, olmayan da içecek. Adını mı beğen mediniz?.. Durun biraz daha açıklıyayım. B ir a t arabası o rta da.... “A tları!...” “A tları da yolcuları da müşteriden... Koşumlar, saman çu valları... Yem torbaları...” Nizami Yalçın tutam adı kendini: “T u tar bu m eyhane!” diye bağırdı. “Duur... Sözümü kesmeyin. Şarap kovayla gelecek m üşte rinin önüne... H erkes kafasını sokup içecek. G arsonlara düşen en önemli iş nedir biliyor musunuz: Sadece ıslık çalm ak!” Nizami Yalçın bir iş adamı bilgiçliğiyle: “T utar diyorum size...” diye kalktı ayağa” T u ta r bu iş. Bizde o kadar çok beygir v ar ki...” “Mezeler yem torbalariyle vcrilecek.. Bağlanacak m üşteri nin boynuna... Öğretmen emeklisi : “Torbalar boş da olabilir. B ir yem borusu çalarsın yeter. Beklemesini de biliriz biz!” “T u tar bu meyhane! dostum !” “Tutm ak da ne kelime.. Sonra duvarlara şöyle vecizeler asacağım : At, sahibini göre kişner. Sen eşek olduktan sonra bi nen çok olur! A rpayı nerde yersen orda kişne!”
Cevdet B arlas: “B ir vecize de benden.” dedi, “Kişnemek serbesttir, çifte atm ak y asak!” A'hınn sahibi konuşmayı şöyle bir toparlam ak için. Cevdet B arlasa döndü ilk önce: “Söyle riaa ederim, tutm az mı bu m eyhane?” “Nasıl tutm az! yalnız sıkı bir disiplin ister. Kırbaç düşmiyecek elinden! K arakola da yakın olacak.” Uzun saçlı m üşteri, sağında oturan H urşit Beye döndü: “Sen ne dersin, tu ta r m ı?” Sonra sıradan sordu. Cevap beklemeden kalktı ayağa: “Yakında açıyorum !” dedi, “Hepiniz dâvetlisiniz. Size ko va kova şaraplar... Torba torba mezeler. Gazeteye ilân verdim uzun ıslık çalmasını bilen garsonlar aranıyor diye...” Önce Cevdet Barlasın nezaketle elini sıktı: “Hadi hoşça kal!” dedi, “Beklerim !” Sıradan el sıkıp çıktı dışarı. Öğretmen emeklisi Cemal Zülfü: “İnsan bu adamı dinleyince neye memlekette bu kad ar iş siz var diye kızıyor. İnsanda biraz buluş olmalı... Yani kafa olmalı biraz!” Cevdet B arlasa döndü : “Kimdir bu bay?” “Tanım ıyorum !” “Nasıl tanım azsın yahu! Geldi, önce senin elini sıktı... Gi derken de öyle...” “Benden sonra da H u rşit beyinkine yapıştı. Sen tanıyor musun H urşit Bey?” “Yoooo!” “Sen Nabi bey?” “Ben de tanımıyorum. Herhalde patronun tanıdığı olacak ki cesaret alarak girdi aram ıza!” Nizamı Yalçın: “Yok be yahu! Nerden tanıyorum !” diye telâşlandı. “Canım sizin İttihatçılardan falan olm asın?” 22
“Yaşı ne, başı ne herifin! Ellisinde var, yok. İttih atçı de diğin en az benim yaşım da olur.!” Y ular Takm az Niyazi, gelmiş emeklilerin başında dikil m işti : “Kimin m isafiriydi bu zat? İki çay bir nargile... Kim vere cek parasını?” Suçlu suçlu herkes biribirinin yüzüne bakıyordu: “Ben tanım ıyorum !” “Benim tanıdığım değil!” “Bilmiyorum!” “ Kim bilir, kim !” Öğretmen emeklisi: “Yooo! hiç telâşlanm ayın!” vledi, “Ben tanıyorum ! B ir iş siz, o kadar... Yaz benim hesabım a!”
DOKUZ NUMARANIN TEMEÜ I^ÖŞEBAŞÎNDAKİ arsaya kapı kadar tabelâları y atıran Tabelâcı Rıza, avuçlarına hohlaya hohlaya girdi kıra athaneye : “Dinine yandığım !” dedi, “ düştü parm aklarım soğuktan!’' Şoför Cemil çayım iki avucunun içine almış, öyle içiyordu: “Şu radyonun hiçbir şeyine inanmam! Çok denedim, bu gece soğuk, sıfırın altında üç, sıfırın altında beş dedi mi, tıp atıp çıkıyor. Geçti sobanın başına. Önünü arkasını ısıttı: “Aç şu radyoyu da türküleri olsun dinliyelim!” Garson N iyazi: “Açılmaz!” dedi. “Neden açılmazmış!” “Patronun em ri!” “Ulan, burda m üşterinin sözü geçer. Demokrasi v ar be!" 24
“Burası M eşrutiyet K ıraathanesi... M üşteriden önce p at ron gelir! Uzandı radyonun düğmesine: “Çok konuşma! Bana bi çay yap! îşte o k ad ar!” Önce bir hırıltı duyuldu. Sonra peşten bir köroğlu türküsü başladı: “Kır a t köpüğünden, düşman kanından. Çevre dolup, şal var ıslanmalıdır.” Tâbelacı Rıza. “Şalvar ıslanmalı ama, içerden mi, dışardan mı? Yahu. Şal var dedim de aklıma geldi. T... p arti kuracakm ış, sağcı p a r ti... Toplayacakmış adam larını da....” “Sana ne, kuracaksa...” “Sana ne olur m u? Ulan, ben tabelâcıyım, iş çıksın bize de... Geçen gün, bir m akarna tabelası ısm arladılar. Bin lira istedim. Vermem dedi... Sen verecek değilsin ki dedim, m akarnayı yiyen veiecek... Adamın aklı yattı. A rkadaş, bu sağcı partilerde çok iş vardır... H itler ortaya çıktığı zaman propaganda m asrafları nı top fabrikası sahipleri vermiş, fazlasını çıkarm ak için....” “Bizde top fabrikası mı v ar be!” “H er memlekette top dökmek âdettir. Millet nedense hoş lanıyor kuru gürültüden. Bizde de kuru sıkı Ram azan topu atı lır... Dedim ya... A vrupada bu gibi partileri ya din adam ları destekler, ya da büyük fabrikacılar.. Bizde de yobazlarla, ce lepler... kabzımallar, toptancılar ark a çıkar. H itler Yahudi düş manıydı değil mi?... Bizim sağcılara Yahudi dostu denemez ama... Bütün vahudilerimiz, ırkçıların can dostu kesiliverdi. Tu rancılar, bağırıp çağırdıkça yağ bağlıyor yürekleri... Neden mi, diyeceksin... Sağcılarımız sıyırm a k a n ta r devletçiliğe karşı da ondan, Hani açın keselerin ağzını deseler açacaklar. K arga mandayı hayrına bitler mi? H er şey karşılıklı tabii...” “A rkadaş boşuna çeneni yorm a! Aklın ermez bu işlere... Ben ceza ödemekten feleğimi şaşırmışım, kafam tekliyor bu iş lerde... Niyaziii!... Bak şu Nargileye... Çekmiyor ölüsü kınalı... Al, şu başı da, bir deliver!” 25
Öğretmen emeklisi dipteki m asadan seslendi tabelâcı Rız a ’ya : “Yoksa sen de mi özeniyorsun bu partiye...’ “Nerden çıkardın be aaab i?” “Yükü tu ttu n bu günlerde... P atron oldun! H er gün k a r şıdaki arsada iki tabelâ y atar, tab u t kapağı gibi...” “P atronlar için p arti mi yok, memlekette... Açmaz bizi bu partiler... Bizim tulum leş gibi tiner kokar. Girelim desem de sokm azlar içeri. Burunları rahatsız olur onların. Abi be sana bir şey diyeyim mi. Biz bilmeyiz haddimizi. Bakmayız da donu muzun yırtığına, rüzgâra karşı gideriz. Neyimize gerek ırkçılık bizim!. Aç acına insan kalkar da ta a a O rta A syalara gider mi? A talarım ız zor kurtarm ış kendilerini oralardan! Enver Paşa gitm iş de ne olmuş! Bilirsin sen!” Öğretmen emeklisi: “A m an!” dedi. “Sakın Nizami Bey duymasın. Sokmaz seni M eşrutiyet K ıraathanesine!” Tarım Müdürü emeklisi, ağzı burnu kaşkolla sarılı girdi kıraathaneye! “V allaaa!” dedi, “bizim meteoroloji istasyonları güzel çalı şıyor. Soğuk, soğuk... Sıcak, sıcak... Hiç şaşm ıyorlar...” Şoför Cemil: “Bunlar iyi de abi...” dedi, “Şu sis işinden pek çakm ıyorlar gibi geliyor bana. Geçen sabah Boğaza b ir yolcu aldım. Az kal dı bindirecektim bir kamyona... A rabalıynan k arşıya geçmiş tim. Bi sis bastırdı. Kaldım karşıda... Oysam radyoyu dinledim de sisin lâfını bile etmemişti. Tarım M üdürü emeklisi: “H aber verseydi ne yapacaktın?” dedi. “Geçmezdim karsıya! Enayi miyim ben! A raba vapurunun radarına güvenip hem malımı, hem canımı kor muyum tehlike ye?... Ama geçen gün m üşteri beklerken okudum gazetede...” Rıza kesti sözünü: “Sen gazeteye para vermezdin, ne oldu?” 26
“Bırak alayı!” dedi, “A rtık yirm i beşliği bayılıp alıyoruz. Gazeteler işi lotaryacılığa döktü Ne olur ne olmaz...” “Ne yazıyordu?” “Bu sis işini de yoluna koyacaklarm ış...” Tabelâcı sordu: “N asıl koyacaklarm ış yoluna?” “Yeni istasyonlar açılıyormuş. D ur neydi adı? Ha!... Sis moloji... Sismoloji istasyonları...” Tarım Müdürü emeklisi H alûk Ekerbiçer şemsiyesini as tık ta n sonra yanaştı emekliler m asasına: “Selâm!” dedi, “kurudu canına yandığımın kaktüsü... Kı zım ölmüş gibi acıdım.” M almüdürü emeklisi gazeteyi indirdi yüzünden: “M üjde!” dedi, “A lm anlara Maydanoz satıyoruz! işim iz iş, bundan sonra... Bol döviz girsin be! Girsin de ferahlıyalım !” Uzun bir “Oh'hhh!” çekti öğretm en emeklisi. “Kredi açar la r bundan sonra!” “Hepsi bu k ad ar değil! M acarlara sülük... F ransızlara salyangoz... Saka kuşu.. Keçiboynuzu..” ’ A rkadan biri sordu: “Ne yapacaklarm ış bu maydanozu acaba?.. Salataya mı doğrayacaklarm ış ?” P osta emeklisi: “Onlar salataya ne doğranacağını senden iyi bilirler.” “H itler bol bol doğradı senin dediğini!” “Ben sahra postalarında çavuştum seferberlikte. H erifler bayılırlardı maydanoza... Bayağı kaz gibi otlarlardı. Sonra maydanoz deyip geçmeyin, ilâç bile y ap arlar maydanozdan... Çok şifalı olduğunu söyler eski hekimler... U yandırır derler er kekliği...” Öğretmen em eklisi: “Öyle m i?” dedi, “Ben hiç sanm ıyorum !” “Neden y ah u ?” “Çok yerim de, avuç avuç... Ya maydanozun eski hızı kal mamış, ya da bizim erkekliğin hayırı..” 27
Sağlık m emuru Ali Lokman, Cemal Zülfünün kulağına eğil di: “Üç tutam karabiber.. Turp tohumu... Nöbet şekeri.. Ya rım fincan da zerdeçal...” “Olmaaaz!” dedi M almüdürü, “H indistan cevizi rendesi ol m adan macun, bir şeye benzemez... Sonra efendim havuç... Ha vuç deyip de geçmeyin!” Sağhk m em uru: “Ben elyazması bir k itap ta gördüm, cevzi bevva.. diyor... M ısırçarşısında aradım, buldum, Koydum benim tertibin içine... Allah sizi inandırsın, benim sekiz num ara v ar ya... İlhân! iş te bu tertipten peydahlarm a...” “Zerdeçalı biraz fazlaca koymuşsun. Oğlan, kayısı gibi..” “Bırak şakayı... Başka bir tertip daha... iki fincan bal... Boca edeceksin bir kâseye.. B ir fincan da balık yağı...” “Balıkyağı mı.. Geç bu m acunu!...” “Duuur. K aratavuğun beyaz yum urtasını kıracaksın. Onu da kâsenin içine boca... Adam akıllı çırpıp bırakacaksın ayazda.. Aç karnına gözlerini kapayıp, burnunu tıkayıp şifa niyetine bir çektin mi, Allahını seven tutm asın bizim Selâmi beyi.. “Hangi mide kaldırır bu zehir zemberek m ereti beeee!..” Malmüdürü emeklisi: “Hükümetin yapacağı en akıllı iş maydanoz ekimini teşvik.. Alıcısı a rttı maydanozun... A lm anlardan önce bizim Zülfü Bey.. Telgrafçı... Ali Lokman...” E ker biçer: “Vekâletteydim îkinci Dünya Savaşı aralarında...” diye başladı, “A frikadaki askerler için domates satın alm ağa geli yor Ingilizler... Ne kadar domatesiniz varsa alacağız diyorlar... iş te size bol avans!... Bizim vekâlet yurdun dört bucağına he_ yetler çıkarıyor... incele babam incele... İncele babam incele... H angi bölgede, hangi tip domates yetişir diye... Rapor üstüne rap o r yağıyor merkeze. Tam bir yıl bu incelemeler sürüyor. Domates bekleyen Ingiliz dostlarımızın nihayet sabırları tüke 28
nip telgrafla soruyorlar: Bizim dom atesler ne oldu, diye... Ve_ kâlet, bütün raporları özetleyip veriyor cevabını: “Yaptığımız uzun incelemeler sonunda, topraklarım ızın do m ates yetiştirm eğe asla elverişli olmadığı anlaşıldı, özür dile_ riz!” Nasıl, çok şık değili m i?” “Aman Nabi beycığim, bir de maydanozun teşvikini çıkar ma. Uzmanlarımızın rahatını kaçırırsın!” Sağlık M emuru emeklisi ayağa kalkmış ceplerini k arıştı rıyordu : “N iyazi!” diye seslendi, “Bir bardak su !” A radığını bulamıyordu b ir tü rlü : “Bu kıraathanenin iki şeyi m eşhur: Biri çayı, öbürü baş ağrısı, canına yandığım, şu köm ür kokusu yok mu, bitiriyor beni!” Öğretmen emeklisi sinsi sinsi g ü ldü: “Aspirin mi! arıyorsun?” dedi. “Bende daha iyisi var... Sibaljin!...” “Bilirim !” dedi, “İyidir!” D ört köşe bir kutudan iki tane çıkardı, verdi: “D ayan!” dedi, “İkisini birden! Bıçak gibi keser!” Su gelmişti. H apları teker teker dilinin üstüne koyup y u t tu . K alan suyu da bir dikişte çekti. “Oh'hh!” Öğretmen emeklisi konuyu karşı m asaya kaydırm ak için Tabelâcı Rızaya seslendi: “Demek, karga, boşuna bitlemezmiş mandayı h a !” dedi. “Öyle âbi. Benim zorum şu tabelâ m em urlarından! Saçı çakıp da astarını çekmeğe başladım mı hemen biterler: Kimin bu tabelâ?... Nereye asılacak?... Tabelâ dükkândan çıktı mı, on la r da düşerler peşine... Vazife dediğin böyle yapılır, aşk olsun doğrusu! Gün sektirmezler, kör olayım, çıkarırlar mezürelerini şıpınişi ölçerler. Bir m etre kareden büyük mü. küçük m ü? Hemen yapışırlar koçanlara... İste r hepsini ver, ister dörtte bi rini... Ver de, ne verirsen ver! Geçen gün bizim dükkânın tab e lâsını değiştireyim deciim, dakka geçmedi üstünden. Biri dikildi 29
karşım a. Olmadı ded;, m etre karesi eskisini aştı, id are e t de dim. Asılır da asılır. Kızdım, neyse borcumuz verelim, dedim. Yüz elliden kapı açtı. Yoktu üzerimde. Yirmi lira koydum cebi ne... Nedir o, diye bozuldu, yirm i lira ha! in saf be... Hele şunu elli yap demez mi? Sonunda anlaştık... Geçen gün yabancı kon solosluklardan birinde çalışan bir tanıdık geldi. Rıza, dedi, du rum berbat, bizim firm anın tabelâsını kom ünistler çaldı! Ne olmuş çaldıysa dedim, yaparız bi tane daha!. Ne olmuşu v ar mı? N erdeyse Türkiye’yle m ünasebetler kesilecek! Tabelâyı bula m azsak iş kötü! Dur be, dedim, kes şam atayı. Tabelânız neden yapılmaydı ? Mel mel bakar yüzüme. Yâni dedim, saç mı, k ontr plâk mı, pirinç m i? Pirinç, dedi. Öyle desene beee! Koş, doooğru hurdacılara! dedim. Koştu, 100 liraya aldı tabelâyı geriye... Aldı da, siyasi münasebetler birden düzeliverdi. Tabelâcılık de yip de geçme Zülfü bey!... Dış politikayla da ilgilidir, iç politi kayla da... Sağcı Partinin kuruluşunu beklemem boşuna değil benim !” Sağlık m emuru bir kere daha kalkıp oturdu. Zülfü b ey: “N asıl!” dedi. dedi. “Geçti mi başın?” Sağlık memuru te rs ters baktı: “Sen bana ne hapı verm iştin allaaasen! Yoksa Sibaljin de ğil miydi verdiğin?” “Ne telâşlanıyorsun be! Bize neler gösterdiler de neler y u t tu rd u lar bugüne kadar. Ben sana sibaljin gösterip, hormobin y u tturdum sa ne olmuş. Bak Turancılar p arti kuracakmış. O rta A syaya gidecek kafatasçılar lâzım, memlekete. Kalk bakalım, vakit kaybetmeden. Doğru eve, m arş m arş! Böyle atılsın dokuz num aranın tem eli!”
30
KURT MU? TİLKİ Mİ J«|İLMİ Uçaner, heyecandan kısılmış bir sesle: “Kül yutm az o!” dedi. “E ski k u rttu r!” Öğretmen em eklisi: “K urt mudur, tilki m i?” diye sordu. “K u rttu r o, k u rt!” H urşit bey düzeltti: “Dediklerine göre tilki, onun kafasının içinde dolaşırmış.”' Ali E rgüder ekledi: “Hem de dokuzu birden... Dokuzu birden dolaşırmış da do kuzunun da kuyrukları biribirine değmezmiş...” “K urtların en sabırlısıdır o!” “Bilir yıllarca beklemesini!” “Gözü de pektir ha... Bekler bekler de...” “Zamanı gelince bakm az adamın gözünün yaşm a.” Boldâvalı Ahmet Bey, kaşlarını çattı: 31
“142 inci maddeden 158, 159 a doğru gidiyorsunuz. Orda d a duracağa benzemiyorsunuz. Bu gidişle 161 de alacaksınız so luğu.” Öğretmen emeklisi “H oppalaaa!” dedi. “Bizim Cevdet B arlas’m kafasına uy gun bir savcı çıktı en sonunda. Ahmet Beyciğim, yola girm işken 450 inci maddeye kadar dayan ki Cevdet bey de ra h a t rah at sallandırsın!” “Fazla lâf istemem, sizin hecelediğiniz devrimciliği biz çok ta n ezberledik...” “Eeee... Sıra unutm ağa geldi desene!” “Benim Konyada bir çobanım vardı. Yirmi beş yaşlarında... Çarığı attırdım , iskarpin verdim ayağına... P oturu çıkardı...” “Eeee?. Sonra!” “Ütülü pantalon giydi... Peşinden...” “K ravat... Kolalı gömlek... Şapka!” “Hepsi tamam. Yeni yazıyı da öğrendi. En önemlisi sakalı, bıyığı da kazıttı, kökünden...” Öğretmen emeklisi: “Tanıdım !” dedi,“Tanıdım bu çobanı! Şimdi de m anikür yaptırıp kaşlarını aldırıyor!” Baldâvalı Ahmet Bey fırladı ayağa: “H ak aret!” dedi, “Yarın Cumhuriyet savcısına gidiyorum. Şahitsiniz a rk a d a şla r'” “Duuur! dedi “Telâşlanma Sakalla bıyıkla ne yobazlık olur, ne devrimcilik... H er krav at takan, aydın olsaydı memleket n u r içinde kalırdı. Anayasayı taban halısı gibi çiğneyenlerin yarı sından çoğu doktorla avukat değil m iydi!?” M alm üdürü: “Gelelim bizim aslanlara!” dedi, “Biz adam yetiştirm eyi bir kenara bırakılıyoruz da bol bol aslan yetiştirm eğe kalkışıyo ruz. Aslan, dediler mi vidalarımız gevşeyiveriyor, İzmir fuarın da nasılsa bir aslan yavru yapacak olmuş, İzmirliler görmek için birbirini çiğnemişler...” Öğretmen emeklisi: “Geç bizim T urancılara!”
“Neredeyse çarıkları çekip çıkacaklardı yola!” “Belli olmaz, havalar ısınsın! A ltaylarda k arlar erisin he le..” “Ne olduysa ara yerde öğretmenlere oldu. Şöyle iki yüzü bir araya gelip Ulus meydanına doğru bir yürüyüşe geçelim de diler, burunlarından geldi!” “Okyaycıların şerrine u ğradılar!” P osta telgraf emeklisi bu remizli konuşm alardan bir şey anlıyam am ıştı: “Bilmem içinizde Mavramolos şenliklerini bilen v ar m ı?” diye başladı. Öğretmen emeklisi: “Sen nerden biliyorsun ki...” diye meydan okudu, “Mavromolos şenliklerini ben bilirim ancak... Sarıyerde öğretmendim bir zamanlar... Rum kızlarıyla kolkola kasap oyunu oynardık. Çekerdik m astikayı da...” “Bu kasap oyunu ta o zamandan beri tekrarlanıp durur...” dedi; “Geçen gün bir kilo biftek alayım, diye girdim dükkâna, K asap Ali kulağıma eğildi iyi bir şey olsun mu, âbi dedi, olsun tabii, dedim. Peki sen bana bırak... Bıraktım. Yağlı, sinirli bir iki parça eti sardı sarmaladı, fcuyrun âbi dedi, on altı lira... Su ratın a acı acı baktım. Ne bakıyorsun dedi, yakında yirmi ver sen de gene bulamıyacaksın. D ışarıya hayvan gönderiyoruz!... M erak etme sen dedi. Amerikalı dostlarımızın İkinci Dünya Sa vaşı et stokları daha tükenmedi. B ayat et yemeğe alıştık nasıl olsa...” Öğretmen "emeklisi sözünü kesti: “E ğer Kasap Ali’ye minnet etmek istemiyorsan yapılacak çok şey var daha...” dedi. Posta telgraf em eklisi: “Mavromolos şenliklerinin günü geldi mi, bütün İstanbul, dökülür Sarıyere... Heeeyyyy!... Ne şenliklerdi onlar. L aterna lar, utlar, kemanlar, darbukalar... kasap oyunları... Bütün Rum dilberleri orda. Su gibi ak ar İstafüinalar, M astikalar. Gene böyle şenlik günüydü Sabahtan başlam ıştık içmeğe. G eçm işe - Mazi F. 3
33
Süslüydüm, sizin anhyacağmız. Şenlik alayı Sarıyere doğru akıp, gidiyordu. Ben de akıntıya kapılmış gidiyordum. Önümde kadı nı bol, erkeği kıt bir kalabalık... Mavili beyazlı bir Rum güzeli nin peşine taküm ıştı ayaklarım . Kalabalık birden bire durunca Rum kızını kucağımda buldum. Sarıldım sıkı sıkı beline... Kız, nasıl anlatayım, bir içim düziko... Enfes bir koku başımı dön dürmeğe başlam ıştı ki... Başıma çaat, diye bir şey indi... Bir keman... Teller, ta h ta parçaları döküldü başım dan aşağı... B ir den dar attım kendimi kenara. Bir kördöğüşüdür başlam ıştı. Vuran, kıran, söven, sayan... yere yıkılan, bağırıp çağıran... Bir ara mavili - beyazlı güzel Rum kadını gözüme ilişir gibi oldu. Yanında güçlü kuvvetli bir delikanlı... Tam kolunu kaldırmış bağırıyordu ki kafasına küt diye bir şey indi, iri karınlı bir ut... Geçiverdi başına göğüs tahtası. Delikanlı Ingiliz amirlerine dönmüştü. Düşman kadırgasına, yapılan bir baskına komut verir gibi bağırıyordu. Karımı ku caklayan o namussuzu gebertmezsem bana da H iristo demesin ler! diye... Neden sonra zaptiyeler sökün etti... A radan iki gün mü ne geçti.. Balıkçı kahvesinde oturuyorum . B ir tanıdık omu zuma dokundu. V aaay arkadaşım , dedi, geçmiş olsun! Baktım bizim balıkçı H iristo! K afası sargıdan evliya kavuğuna dönmüş. Sesinden tanıdım. Benim alnımdaki sargı onunkinin yanında tek kat kordela gibi kahyor. Sana da geçmiş olsun dedim, ne ol du böyle, balıkta mı oldu? Yok! dedi, balıkta değil... Mavromolosta... Namussuzun biri bizim karıyı yanımda kucaklamaz mı... İndirdim kemanı kafasına.. Tuzbuz oldu... Sapı bile kalmadı elimde... Pekiii dostum, sana ne oldu böyle?... Ne olacak, dedim. Telgrafhanenin merdivenlerinden yuvarlandım, uyku sersemli ği... İkimize de büyük geçmiş olsun, dedi. O boyuna söylenip du ruyordu. Şu memlekette neler var, ne kendini bilmezler. Ne ol duysa bizim kemana oldu ara yerde!” Öğretmen emeklisi: “Delikanlılık bu!” dedi. “Olur böyle şeyler!” Jandarm a komutanı acı acı güldü: “Delikanlılık h a '” dedi. “Delikanlılık deyip geçme öyle... 34
H itler öyle bir gençlik yetiştirdi ki.. H âlâ Almanyayı ayakta tu tan bu gençlik işte. Gençlik demek, disiplin demektir. Almanyada harp içinde istihkakından fazla kim bir yum urta alabildi bakkaldan! Bakın bugün bile aynı gençlik...” Öğretmen emeklisi sözünü kesti. “Şu H am burgda bakkal dükkânlarını yağm a eden gençlik ten söz açıyorsun değil m i?” M almüdürü elindeki gazeteyi yüksek sesle okumağa başla dı: “Bir Alman turisti, arabasına aldığı iki genç tarafın d an soyulduğunu iddia etmişse de yapılan tah k ik at sonunda bir cin sî sapık olduğu anlaşılmış... ve gençlerden ikisi yakalanarak muayeneye gönderilm iştir!” Cevdet Barlas: “Geçin bunları canım.. Ben ne diyorum, siz ne diyorsunuz. Size disiplinden söz açıyorum. Disiplin gevşedi mi böyle olur işte... Cinsî sapıklar çîkar ortaya.. H am burgdaki bakkallara hücum ederler... Bizim için tek kurtuluş yolu...” Öğretmen emeklisi sözünü k e sti: “O rta A sya!” H urşit bey: “Aman bırakın O rta Asyayı... Çiçekten sonra, şimdi de A sya gribi başlamış! Zamanın Cum hurbaşkanı 1944 yılının 19 Mayısında bir nutuk söylemişti. Bu nutuktan sonra uzun zaman raslam am ıştık O rta Asya hikâyelerine... Dergilerde “Kelle kesem kan içem...” diye manzumeler de görünmez olmuştu... Öğretmen emeklisi: “Gene görünm ez!” dedi, “Sen keyfine bak! Bir k u rt m asa lı geldi aklıma... K urtların en sevdiği şey neymiş biliyor musu nuz. Ne kuzu eti, ne koyun ciğeri... Hiç biri değil.. Bayılırlarmış eşek kulağına... K urt eşeğin, eşekliğini iyi bildiği için birden atılmazmış üzerine... Eşeği karşıdan görünce başlarm ış yatıp yuvarlanmağa... Bir gün eşeğin biri, otları karnına k ad ar çıkan bir çayırda yayılırken ta aa karşıda kurda benzer bir y aratık görmüş.. O tlar öylesine diri, öylesine tazeymiş ki, başını yer 35
den bile kaldırmamış. K urt onun vurdumduymazlığından fay dalanarak sürüne sürüne biraz daha yaklaşmış. O tlar ne kadar gizlese de gene yarı belinden yukarısı kabak gibi ortada... Eşek bir ara başını kaldırıp bakmış. Değil, demiş, k u rt böyle olmaz! K urt bu kuşkulu bakışlardan kurtulm ak için başlamış oynaklamaya... Sıpalar gibi atlayıp sıçram aya. Eşek, gözünün ucuy la yaklaşan kurda bir daha bakm ış: “H ayır!” demiş. “K u rt değildir bu... K urt dediğin avını gö rünce hemen sıçrar üzerine. Böyle oynaklayıp durm az!” K urt bu kez de ereğin kuyruk tarafına kaymış, bakışların dan kendini kurtarm ak için... Eşek onun bu kaym asını görünce büsbütün um utlanm ış; “Böyle k u rt olmaz!” demiş, “Kulağı bırakıp kuyruğa bakan k u rt daha dünyaya gelm em iştir!” K urt da kurtm uş hani!... Saatlerce beklemiş... Varlığını Eşeğe tam unutturduğu sırada, hop, birden atlam ış üzerine! Önce burnuna atm ış pençesini, sonra yapışmış kulaklarına. Eşek böyle kıskıvrak sarılıp sarmalandığını görünce yana yakı la başlamış yaygaraya: “Oymuş!... Oym uş!... O ym uş!... O !... O !... O !... A !... A !... A !... İ!... Ü ... İ ! ...” Boldavalı Ahmet Beyin tepesi atm ıştı. Masanın üstündeki dosyaları koltuğunun altına yerleştirirken hırsından tiril tiril titriyordu. İşi tam tersinden alarak başladı ileri geri söylenme ğe: “Hele biraz sabredin!” dedi, “Kanun bir çıksın. İlk dâvayı ben açmazsam bana da Boldavalı Ahm et demesinler! K urt ha! K urt!... Ben sizin kime k u rt dediğinizi biliyorum. Bütün çenesi düşükler bu kıraathanede toplanmış. Eh azından on dosya çı karm azsam bu M eşrutiyet K ıraathanesinden, kazıtırım şu bı yıkları! Kurdu da gösteririm size, tilkiyi de!”
SANSÜRE KARŞI ÇILBIR ^A B E L Â C I Rıza’nın işleri yoluna girip de, başını kaşıya cak zamanı olmadı mı, gider kafasını usturayla kazıtırdı. Şoför Cemil, kıraathanenin açık penceresinden seslendi: “Hadiii, Allah versin, işin iş, gene bugünlerde” dedi, “Ka fayı kazıtmışsın! Ulan, o Amerikalı dazlak artistle sidik mi yarıştırıyorsun yoksa?” B ir baştan bir başa gerdiği Amerikan bezinin üstüne, m a vili kırmızılı bir şeyler yazıyordu fırçayla. Cağaloğlunda ne kad ar boşta gezen tabelâcı varsa, toplam ıştı arsaya Harıl harıl çalıştırıyordu. Şoför Cemil: “Boş v er!” dedi, “Seninkilere bırak işi! Gel de karşılıklı birer çay içelim!” “Gelemem!” diye başını işten kaldırm adan cevap verdi. 37
“Gel canım! Ne çay yapmış, Hüseyin be! Üçüncüyü içiyo ru m !” “Yarına kadar elli döviz teslim edeceğim. Yetiştiremezsem p aralar yandı, ben de yandım dem ektir!” “Elli olmamış da kırk dokuz olmuş, ne çıkar. Gel iki lâf ede lim !” Gözlerini kısarak görebildiği yazıları hecelemeğe başladı: “36 sine., mada., birden... Neymiş bu yahu? Cilâli İbo m u ?” “Aklın ermez senin!” “Ermez ha! Ulan, Cemal Paşanın beğendiği film olmasın, sakın!” “Ü stüne bastın!” “Göreceğim şu filmi ne olursa olsun!” “işler bitsin de, beraber gideriz. İki bilet uydururuz pat rondan!” Cevdet B arlas: “Vali dediğin böyle olur!” dedi. “Yüz vermiyeceksin bu he riflere. Teknelerini kafalarına geçireceksin acım adan!” Şoför Cemil sandalyesini te rs yüz etti: “A ğır ol Beybaba!” dedi, “Kimin kafasına geçiriyorsun tekneyi!” “Oteriteye karşı gelinmez. Bak, levazım taburu Saraçhane başında seyyar fırınlar kurmuş. Ben olsam alırdım ruhsatiye lerini ellerinden. A tardım içeri! Acım ayacaksın bunlara. Daha olmazsa sıradan..” “Asacaksın değil mi Beybaba? Sen çok yaşa emi!” “Ne sandın ya! A sacaksın elbet! Valinin emrine karşı gel mek ne dem ek!” “Ben de asardım ama, Beybabacığım, Vali Beyin emirlerine k arşı .geldikleri için değil.. Halkın ekmeğine kan doğradıkları için. Ne hakları var aç bırakm aya milleti? Bunu düşünmeleri bile suç bu heriflerin!” “Yok öyle şey! Ekm ekten de önce gelen otorite var! Oto rite bozuldu mu, her şey bozulur! ahlak da bozulur, ekmek de bozulur!” 38
“Vallaaa Beybabacığım, benim böyle şeylere aklım ermez am a..” B arlas kızm ıştı: “Eermezse sus!” dedi. “Sen şu pencereyi kapatsana, serin ledi hava. Canına yanlığım ın îstanbulu. Bu yıl güneş yüzüne h a sre t kalacağız!” Tabelâcı Rıza, koşar adım girdi içeri: “Soğuk iliklerime kad ar işledi be!” dedi, “Sözde Mayısa giriyoruz! Aldandık havalara da, kafayı k azıttık!” A rka cebinden yağlı bir bere çıkardı, geçirdi kafasına: “Bir de yağm ur bastırdı mı aynadır işimiz! Takım y a ta r bizim. Sekiz metrelik dövizler... Nereye gerip de yazarsın! Tam elli tane döviz bu! Niyazi, büyük bardakla bir çay g etir hele! Demli olsun! Bizim hatunla geçen gün bir akrabaya gitmek icap etti.. K arı dedi ki, git kafana biçimli bir şapka al dedi, ben bu pırıl pırü kafalı adam la sokağa çıkıp da kendime güldüremem. Kırmayalım karıyı dedik, girdik bir şapkacıya.. H erif şöyle bir baktı da, m aşallah dedi, kafa varm ış sende be.. Aldı mezüreyi eline, tam altmış dört santim. Zor bulursun dedi, bu kafaya göre şapkayı!. İndirdi şapkaları. Onu çıkardı, bunu çıkardı. Kelebek gibi kalıyordu tepemde her biri. Yok, dedi, nafile taban tepip durm a arkadaş. Tam çıkıyordum ki seslendi peşimden. Gel dedi bir de şunu deneyelim! Halis İtalyan malıdır, Borsalino! Kendi eliyle koydu kafam a, tıpatıp oturdu. Aldım, dedim, kaç kâğıt? Yüz doksan lira, der demez, şapka kendiliğinden fırladı tepemden. Ne dedim, yüz doksan lira ha! Yürüdüm ka pıya doğru. Dur, dedi, nereye gidiyorsun, sen de ver bakalım! Ben versem yersem dedim, kırk kâğıt, bilemedin elli kâğıt, bir kuruş fazla veremem. H erif baktı baktı da bu kafaya sen zor bulursun dedi, şapkayı! Güldüm. Sen de zor bulursun arkadaş böyle kafayı da, dedim, satarsın! Yürüdüm çıktım.” Şoför Cemil: “Almadın m ı?” diye sordu. “Neden alacakmışım! Çıkardım kartım ı, bıraktım tezgâ hın üstüne. Son fiyat elli kâğıt, dedim, düşün de sonra işine ge 39
lirse çağır beni! Bizim kelle sağ olsun, Külâh nasıl olsa bulu n u r!” Şoför Cemil, lâfı gediğine koymak için, B arlasa çevirdi ba şını: “Evet, Beybaba!” dedi, '“Bütün mesele kellede.. Şapka son r a gelir!” Karşıdaki arsada bir iki yabancı peydahlandı. Dövizleri in celeyip duruyorlardı. Tabelâcı Rıza, kuşkulanm ıştı bunlardan. Dövizleri yazanlar, kendilerini lâfa tu tan ları başlarından sav m ak için, kıraathaneyi gösteriyorlardı. Az sonra girdiler içeri. Elleriyle koym uşlar gibi buldular tabelâcı Rıza’yı. “Buyrun!” diye yer gösterdi Rıza. “Biz” dediler, “Şirketten geliyoruz!’’ “Hoş geldiniz, safa geldiniz!” “Dövizler elli değil, yüz tane olacak! Yazılanları da gönde receksiniz, hemen! Anadoluya gidecek! Gene aynı fiy attan !” Rızanın yüzü gülm üştü: “Niyaziiii!” diye seslendi, “Bak buraya! Çay mı içersiniz,* kahve mi? iki kahve bir çay.. Kahveler nasıl olsun? İkisi de az şekerli ha? Haydi Niyazi göreyim seni aslanım, çabuk!” Gelenlerden biri idareciydi. Öbürleri senaristle rejisör.. Kahveler gelince, bez döviz işleri unutuldu. Konu sansüre atla dı birden. Senarist çok ateşli görünüyordu. “Olmaz!” dedi, “Yürümez böyle S ansür heyetini tam de virmenin zamanı! Ne adam lar bunlar be! yahu heyette tek si nemacı yok! Hepsi de hüküm et adamı. Filmi, suç üstü m ahke mesinin savcısı gözüyle inceliyorlar, insafsızca!” Senarist sordu: “Pekiii..” dedi. “Dün ne oldu, neye k a ra r verdiniz?” “Neye mi k a ra r verdik? Tam bir h aftad ır arkadaşlarla meyhanede, sinemada, tiyatroda evlerde teker teker konuşma lar yaptım. Hepsi de toplantıya geleceklerdi. Hele bizim Zülfü Kanat.. Göğsünü yumrukluyor, ah, diyordu, önce bizim film yapımcılarından başlıvacağım işe, ağzıma geleni söyliyeceğim. Kim imzalamazsa imzalamasın, Başbakanlığa protesto telgrafı 40
çekeceğim. Sansür heyeti, ne zam ana kad ar eserlerimizi linç etm ekte ısra r edecek, diye soracağım. Hadi diyelim ki, sansür heyetini gerekli görüyorsunuz. M utlaka aynı adam lar mı kala cak bu heyette. Bir tanecik de sinemacı karışm ıyacak mı ara la rın a?” Senarist sordu: “Peki, Kayhancığım, ertesi gün bu arkadaş toplantıda na sıl konuştu? Protesto telgrafı için imza toplayabildi m i?” “Zülfü K anat m ı?” “E v et!” “H erkesten önce geldi. Sinirli sinirli geçti yerine. Bizim çocuklar toplanmağa başlayınca, eğildi kulağıma, dostum dedi, çok önemli, bir işim var. Üzülerek söylüyorum toplantıya katılamıyacağım. Hemen gitmek zorundayım. Ağbi, dedim, gitmez sen olmaz mı? Çok, çok üzgünüm, kalamadığım için dedi. H ay di sizlere başarılar dilerim, aman boyun eğmeyin sakın onlara!.. Sen hiç m erak etme ağbi dedim. Y ürüdü gitti. Kapıcıya bırak tığı kesekâğıdını aldı, çıktı dışarı!” “Ne varmış kesekâğıdında?” “Y um urta gibi bir şeyler. A radan beş dakika geçti geçme di. Hani o sosyal konulara değinir görünüp de bir tü rlü parm a ğının ucunu değdiremiyen ünlü senarist v ar ya.. Hani şu se naryolarını Yalova kaplıcalarında yazan büyük sanatçı!” “Ha, şu kaptıkaçtı yolcuları senaristi...” “Paltosunu çıkarm adan oturdu. Bu toplantının tertipçilerinden görünüyordu. Aman ağabi, dedim, çıkar şu paltonu. Ah, dedi üzüntüyle söylüyorum ki...” “ O da m ı?”’ “Evet o da!... Kalktı g itti!” “Ya toplantı?” “Çok geçmeden Zülfü’nün adam larından T urhan var ya! Çekmiş kafayı Çiçek pasajında.. Fitil gibi geldi. Nerde, dedi. Bizim kafadarları arıyorm uş meğer. Gittiler, dedim. Çok önem li işleri varmış da...” “Çok önemli işleri mi varmış, diye baktı yüzüme. Peki, de 41
di, bizim şu iki teneke yoğurt ne olacak? Ne yoğurtu bu? de dim. Elinde üstüste bağlanmış iki kutu yoğurt vardı. Kâğıda sarıldığı halde, belli oluyordu dışarıdan. Ne olacak bu yoğurt lar, dedim. Ne mi olacak, Çılbır yapacaktık, demez m i!” “Çılbır mı yapacaklarm ış! Vay anası be! korkulur bu adam lardan!” “Ya, böyle üstadım, çok önemli işleri varmış! Turancığım, m erak etme dedim, bir kesekâğıdı yum urta vardı Zülfü K anat’m elinde. Hiç durma, seni bekliyorlar evde i Kalktı, hadi, eyval lah dedi, yürüdü ’gitti. Peki dostum, sen neye gelmedin o gün toplantıya? H adi onlar çılbıra g ittiler!” “Ben m i?” dedi. “Ben de davetliydim, o gün çılbıra. Valla kardeşim, T urhan öylesine bir çılbır yapıyor ki parm aklarını yersin!” “Kaçırdık, desene! A rtık bir dahaki toplantıya!” Jandarm a kom utanı yavaştan yavaştan doğruldu: “Haydi eyvallah!” dedi. “Nereye böyle kom utanım !” “Nereye olacak?” dedi. “Fırına! Beş on ekmek atalım bu günden eve!” “Hani sizin levazım tabu rları..” P atro n gür sesiyle seslendi: “Niyaziiii!” “Buyur p atro n !” “Koş, Recebin f’rımna! On ekmek de bizim eve gönder! Y arın pazar. Ne olur ne olmaz. Aç kalm ayalım !” K ıraathane birden boşalıverdi, hür yaaa!.
KARI NASIL BOŞANIR? J^APIDAN girince, birkaç adım attı, durdu. Bakışlariyle yarım daireler çizdi, kıraathanenin içinde. Kendisini, oturup bekliyecek olanları aram aktan çok. bir karşılayıcı göz lediği anlaşılıyordu. En azdan, çantasını elinden alacak, palto sunu çıkarırken yardım edecek, hiç olmazsa önüne düşüp yer gösterecek bir garson.. Takm az Niyazi, bu kıraathaneye ilk defa ayak basan bu çıtkırıldım müşteriyi de takm adı. Yarım ağız, bir: “Buyrun beyim !” çekti, o kadar. Daha fazlasını kime yap m ıştı ki zıpçıktıya yapacaktı? Doğrusu, bu bile bir başarıydı, yeni gelen için. Yeni gelen önce elindeki çantayı tozunu üflediği m asaya bı raktı, Garsona um utsuzca bir göz daha attık tan sonra, eldiveni nin sol tekini çekiştire çekiştire çıkardı. O turacağı sandalyeyi
eldivenli eliyle ayarladı. Sağ tekini de sıyırdı peşinden. İkisini birden parm aklarının uçlariyle sıçan ölüsü gibi tu tarak , a ttı çantasının üstüne. Eh, artık oturabilirdi. Bir süre, Niyazi’yi izledi gözleriyle. Tam yanından geçer ken: “B akar m ısın?” dedi, “Sil şu m asanın ü stü n ü !” “Peki” dedi, “sileriz!” Gitti, geldi. Bilârdonun saatini kesti. Kapıdan çıkanlardan hesap aldı, işi biten tavlayı şangırtıyla tepesinin üstüne dikti. Götürdü, yerine koydu. Sonra ocaktan aklığım yitirm iş bir bez le döndü, yeni gelenin m asasını, gözlerinin içine baka baka sildi. “Ne içersin?” dedi, “Çay yeni demlendi!” Hjemen cevap vermedi, yeni gelen. Kuşkulu kuşkulu Niya zi’nin yüzüne baktı. “İyi kahveniz var m ı?” dedi. “B ulunur!” “Yani katkısız, temiz kahve?” “Alıyoruz kuru kahveciden. M üşteriler beğeniyor!” “Emin misin katkısız olm adığından?” Basıp gidecekti Niyazi. İki adım attı, durdu. Bugün efendüiği üzerindeydi demek: “Kimsenin bir şey dediği yok!., dedi, “Beğeniyorlar ki...” “Pekiii... şekeri az bir ka'hve... K arbonat falan istemem. Kesme şeker atın cezveye. Aman fazla kestirm eyin!” Peşinden ekledi: “Bak hele!” dedi, “Garson efendi! Kahveyi havagazında. yapıyorsanız, hiç zahmet etmeyin sakın. İstem em !” Söver gibi cevap verdi Niyazi: “Kömürde yapıyoruz... kömürde!. K öm ürde!..” “Kapalı şişe suyunuz...” “Bulunur!” “Ne suyu alırsınız?” “Su işte... şişe suyu...” “Bardağı güzelce yıka... Gıcır gıcır...” Niyazi ocağa doğru giderken, emeklilerin masasına uğradı: 44
“Benim...” dedi, “Bugün bir cinayet çıkabilir elimden.. Böylesini ne gördüm, ne de duydum. Züppe, kendisini ne sanı y o r!” Öğretmen emeklisi: “O rta ted risat m üfettişine benziyor!” dedi. Vali emeklisi: “H ayır!” dedi, “Yeni yetişme kaym akam lardan olacak!” “Zannetm em !” dedi Malmüdürü, “Kıtipiyoz bir deftercidir, gelir vergisi deftercisi...’” Sağlık m em uru: “Ben size bir şey söyliyeyim m i?” dedi, “Bu adam, olsa olsa, Sağlık M üfettişidir. Ne suyu olduğuna kad ar sordu!” Komiser emeklisi H idayet Akalın: “Hiçbiri değil.. Şube m üdürüdür, Hukuk Fakültesinden ye tişme.. Böyle olur hep bunlar, çatalı eldivenle tu ta r bizim mes leğe girince!” Jandarm a kom utan emeklisinin, komserle yıldızı barışık değildi. Sırf onun şube m üdürünü kötülemek için: “Aç gözünü de iyi bak!” dedi, “Bu adam su katılm amış ko çancı be! Şu çantaya baksana sen! Tahminlerinde hiçbir isabet yok.. Pekii, sen, kam yon farelerinin, kam yonlara şehir dışından bindiğinde inat ediyor musun hâlâ? Bütün bu fareler, araba vapurunda yuvalanırlar kam yonlara.. Polisin ihmali, alâkasız lığı, dikkatsizliği ne işler açar bizim başımıza! Kamyon farele rinin adam ları Ü sküdar iskelesinde arabalarında beklerler on ları. D üşerler kamyonun arkasına. Biçimli bir yerde fareler b aşlar ipleri kemirmeye... Denkler açılır, top top kum aşlar dö külür yollara. Anladın mı y aaar A kalın!” H idayet Akalın: “H ayır!” dedi, “H ayır Sayın Barlas! Kamyon fareleri Be lediye sınırları içinden binmeğe cesaret edemezler kam yonlara. Hiç fare, kendi isteğiyle kapana g irer m i?” “Ben, kaç kamyon faresi enseledimse hepsi de şehir dışın dan binmediğini açık açık itiraf etti.” “Hele bir etm esini”
Niyazi, yeni gelenin kahvesini koym uştu önüne. Şişenin ağzını açacaktı ki m üşteri huysuzlandı: “Çek elini!” dedi. “Ben açarım! Kahve nasıl? D ur gitme! Bir yudum aldı, alır almaz, fırladı yerinden: “Al götür, istem em !” diye başladı yaygaraya, “Ne dedim ben sana! Çok şekerli mi olsun dedim. Götür, g ö tü r!” Niyazi, bir lâhavle çekip, emeklilere bir göz attık ta n son ra, aldı kahveyi, götürdü. Yeni gelenin gözü kapıdaydı. Bir beklediği olacaktı. K ıraathanenin, en azdan on dakika ileri gi den saati, onu büsbütün sabırsızlandırıyordu. Şişeyi aldı eline, ışığa doğru çevirdi. Hafifden bir çalkaladı. Dibindeki to rtu lar çıkmıştı üzerine. B ardağa yapıştı. Evirdi, çe virdi. Sonra garsonu izledi. Bardağı da beğenmemişti, suyu da... Tarım m üdürü Hulki Bey, başını hışımla çevirdi öbür y a n a : “Deli edecek bu adam be-ni!” dedi, “Ellerim titrem eğe baş ladı. Allah kahretsin. Bugün Niyazinin efendiliği de üzerinde aksi gibi, kolundan tutu p da atam adı dışarı!” Lâcivert Amerikan pardesülü biri girdi kıraathaneye. Gir mesiyle, Az önce gelen titiz m üşteriyi görmesi bir oldu. Doğru geldi m asasına, o tu rd u : “H aber bırakm ışsın eve!” dedi. “Kuzum N ihat, bu batak haneyi nerden buldun!” “Önce boşanma işini anlat. B itti mi bu iş?” “Sen de bir kelimeyle Dernek işini haber ver, Kuruldu m u ?” “Evet! Bir haftadır k arasu lar indi ayaklarım a!” “Oh, oh!.. Buna memnun oldum !” “Beş on dakikaya kadar, o d ört arkadaş da gelecek... Se nin adını koymadım beyannameye! A nlat bakalım, nasıl silkele din karıyı!” “Biliyorsun. Bir renedir ayrıydık, karıyla. Nerde yatıp kalktığı bile belli değildi namussuzun. Bin lira vereyim, iki bin lira vereyim, bırak yakam ı dedim, bırakmaz. Beş bin istiyor! Mahkemeye gidiyoruz. Ben kocamdan memnunum diyor da, başka bir şey demiyor. A rada çocuk var ya. H er sabah tam sa 46
a t sekiz buçukta, telefon. Z ırrr! Açmasan olmaz. Eeee çocuk nasıl?. İy im i? Giyimi, kuşamı.. Yemesi içmesi... Hepsi birer mesele onun için... Geçenlerde düşündüm. Ulân Nami dedim. Bu karı her sabah tam saat sekiz buçukta telefon ettiğine göre... Olsa olsa telefonlu bir erkekle düşüp kalkıyor. Metresliğini mu hakeme bir ispatlarsam , bir oturum da ayrılırız dedim. Onun da buldum kolayını. A yrıca ne para, ne pul... Bir sabah telefon etmeden önce erkenden kalktım... Bir dilekçe yazdım Em niyet M üdürlüğüne, hayatım tehlikede dedim. Bir kadın, h er gün sa a t sekiz buçukta telefon ediyor, Beni ölümle tehdit ediyor, diye Nasıl, şık değil m i?” “Çok şık ama...” “Em niyetten hemen ertesi gün, hangi num aradan telefon edildiğini öğrendim. Bu sefer bir dilekçe de Telefon M üdür lüğüne. Falan num aralı telefonuma paralel bir aperey ekliyeceğim, diye.. İkinci gün, damladım dilekçemin peşinden. M asrafı nı, gününü öğrenmek için. D osyalar çıktı. Benim verdiğim düz me adresle, telefon num arası tutm adı birbirini. Nasıl olur, di ye bağırdım, çağırdım. Hadi, dedim, telefonda aradığımız nu m arayı bulamıyoruz. Siz, adımızı, adresimizi nasıl olur da bula mazsınız! Ben, öğreneceğim adresi çoktan ezberlemiştim ta rtış mamız sürüp giderken. Fırladım dışarı. Bir dilekçe de C. Savcılığına döşendim, su çüstü için... Mahkeme gününe kad ar ne baskın, ne suçüstü. Mahkeme sabahı, o açm adan ben çevirdim telefonu. Alo, dedim. Nermin hanım! Şaşkına dönmüş olacak ki, kapatm ayı bile dü şünemedi. Hangi evde, kimin yatağında olduğunu biliyorum.. Baskından vazgeçtim şimdilik.. Ne k ad ar olsa oğlumun annesisin. Zinadan içeri girmeni istemiyorum. Bugün mahkemeye gel, insan gibi konuş!” “Geldi m i?” “Gelmeyip de ne yapacak! Ayrıldık bir oturum da!” “B ravo!” “Bunlar benim için, bilirsin ki çok ufak iş! Şimdi sen anlat bakalım !” “Kurdum derneği!” 47
“ A dı?” “Veremlileri K urtarm a D erneği!” “Kimden? Veremden mi, doktordan m ı?” “İkisinden de!” “Y er?” “Şimdilik M eşrutiyet K ıraathanesinden idare edeceğiz! Şu m asa nasıl?’ “Emeklilerden biraz uzak olsun m asa! Çok sokulmuşsun burunlarına! Peki, nerde kaldı senin profesyonel veremliler! Yahu nerden buldun bu çarpılmış herifleri!” “Derneğin biraz gerçeğe yakın olması için, bunlara da iş düşecek... İdare heyetine aldım onları. Ölü, diri bütün veremliler tabii üyemiz. En önemli işimiz sanatoryum lara, prevantoryum lara, hastanelere hasta yatırm ak... Bu bölgeyi merkez olarak seçmemin sebebi, bütün verem doktorlarının, muayene yerleri burada. Y ataklar, otı-z liradan başlıyor, hastanesine, uzmanı na göre yüz liraya, iki yüz liraya k ad ar çıkıyor..” “Peki, sen ne alacaksın?” “H astasına göre! Elliden iki yüze kadar! O rtalam a ellisini doktora versek, yüz, yüz elli bana kalacak. Allah bereket ver sin. Şimdi Namiciğim, bütün bankalar sende. Biliyorsun hayır cemiyetleri için her banka m üdürünün bin liraya kad ar bağışta bulunma yetkisi var! Daha fazlası idare heyetinden k a ra r is te r.” “Bana ne vereceksin?” “Yüzde elli, nasıl?” “Z arar ederim daha az alırsam! Düşün bir kere. H er ban ka m üdürünün çocuklarının okul kitaplarından tu t, tiyatro, sinema biletlerine kadar hep benden çıkıyor!” “Senin bileceğin iş bunlar.. Makbuzlar çantada. Yahu, be nim kahve hâlâ gelmedi. Bak, garson efendi!” Nami, gelenleri görm üştü: “Geliyor, seninkiler!” dedi. K alktılar, gelenlere yer gösterdiler. Dördü de birbirinden sıskaydı. Sandalyelerin birer ucuna iliştiler. B aşkanları: 48
“A rkadaşlar!” dedi; “Derneğimizden ilk faydalanan siz olacaksınız. Her birinize iki yüzer lira m a a ş! Şunu da unutm a yın ki, verem yüzünden yaşıyanlar, ölenlerden daha çoktur, ilk işimiz, büyük bir bina tutm ak., ikinci işimiz, reklâm dağıtıp üye kaydetmek.. Siz dördünüz, her gün hastaneleri dolaşacak, üye kaydedeceksiniz! Ölü, diri bütün veremliler üyemizdir! Ya kında “Sarı Gazete” adlı haftalık bir gazete de çıkaracağız! İlk hedefimiz, doktorları sosyalleştirmek. H er doktora aylığından fazlasını verdik mi, sosyalleşti demektir. H astanelere yalnız üyelerimiz yatacak. Sağlık Bakanı diyor ki.. Memleket dışında tam iki bin beş yüz doktor var. Bu gidenlerin hemen hepsi de genç! Kodamanlar tutm uş köprü başlarını yüz lira, iki yüz lira vizite.. H astaneler onların elinde. Genç doktorları biz destekliyeceğiz. Her nöbetçi doktorun h asta yatırm ak yetkisi olduğun dan ötürü.” Profesyonellerden biri, lâfa karıştı: “Kanamadan yalnız!” “Bizim üyeler de hep kanam adan y a ta r bundan sonra. On bin hastaya, on dört yatak düşüyormuş memlekette. E h o da bizim üyelere şimdilik. Bak, garson efendi, ne oldu benim az şekerli?.. Sor arkadaşlara da.. Ağzım dilim kurudu be! Temiz bir şişe de su. Ben, Veremlileri K urtarm a Derneğinin başkanıyım. Mikroplu su istemem. Bozuşmayalım sonra! K apatm aya yım kahvenizi!” Az sonra Niyazi Takmaz, büyük bir tepsiyle döndü. Eğildi başkanın kulağına: “Bak, bey!” dedi. “Şu tepsiyi, olduğu gibi kafana geçirme mi istemiyorsan, ne sudan, ne kahveden ağzını açıps bir tek lâf otmiyeceksin. Bir sabır.. İki sabır.. Biz de insanız be! Nerdeyse patlayacağım a rtık !”
-Geçmişe - Mâ ¿i F. 4
49
TERKOS KAÇAĞI j^IRA ATH A NENÎN suları dünden beri kesikti. Niyazi ar-., ka sokaktaki çeşmeden teneke teneke su taşıyor, bo-. yuna da söyleniyordu: “Çırak ararsın, çırak yok... N erde? Patronun evinde mu şamba cilâlıyor! Nerde bu çırak, evde bulaşık yıkıyor! Çırak da sensin, garson da sen... Sular kesilir, hadi Niyazi, suya! Saka mısın, garson mu... Çekip gideceğim anam avradım olsun!’ Şoför Cemil: “Amma da poz veriyorsun kendine haaa... Sakalık kiiim, sen kim! Sakalar, yeni açılan bankalara ortak oldular, En kü lüstürü han, hamam apartm an sahibi... Sakaymış! Ulan sen sakanın eşşeği bile olamazsın be!” Şoför Cemilin arabası çarpılmış, karşı garajd a tam irdey di. Öfkesinden iki g ü rd ü r çay üstüne çay içiyordu kapının önündeki m asada. Niyazi: 50
“Kızdırma beni!” dedi, “Sana da ben çarparım sooona! Efendi, efendi otur oturduğun yerde!” Dolu tenekeyi kahve ocağındaki küpe boşalttı. Acem Hü seyin : “Bu tam am !” dedi, “Bi teneke de helâya boşalt, sonra gel çayını iç!” - Şoför Cemil, dalına basıyordu,boyuna: “Oooh! Kekâ... Ha M eşrutiyet K ıraathanesinde garson ol muşsun, ha bu devirde emekli... Salla başını al maaşını... Boşu na buraya emekliler kıraathanesi dememişler. P atronu emekli, garsonu emekli, m üşterisi emekli...” H ayri Efendi: “N asıl?” dedi, “A raban kolayladı m ı?” “ Direksiyon yağ kaçırıyor. M otor yağ kaçırıyor, şanzıman yağ kaçırıyor..’” Niyazi ekledi: “Şoför yağ kaçırıyor... Tamircisi yağ kaçırıyor...” Tefeci H ayri efendi işin malî tarafın ı kurcaladı: “Eeee!” dedi, “Bir binliği v ar bu işin!” “Bin iki yüz falar... Motörü indirdik. İstediği gibi yapsın da...” “V ar mıydı hazırda p a ra n ;” “U ydurduk!” Birden hevesi kırılıverdi: “Zor iş, şoförlük!” dedi, “Hem de pis meslek!” “Benim işim değil ya... Girmişiz bi kere... Geçen gün Sirke ci, Taksim yapıyordum Yolların tıkalı zamanı, önüm de bi şevrole zırt zırt duruyor. Şoförü başlıyor çığırtkanlığa: Tarlabaşı Taksim! Tarlabaşı, Taksim! Yürüüü, diye b ir iki dokundum klaksona... Ben üç yolcuyla, girmişim yola... Onun dört yolcusu var, alt üst ediyor ortalığı... Şöyle bi sollayayım dedim. Kesti, açık göz yolumu. Ulan dedim, şoförlük haysiyeti yek mu sende... Tarlabaşı, Taksim... Tarlabaşı, Taksim. Salata soğan mı sa tı yorsun be! Açtı solundaki camı. Ben özür dileyecek diye bek
lerken, “Ulan L atern a!” diye bozmaz mı ağzını! Ölmüş bu meslek dinine yandığını!” Tefeci H ayri efendi: “Yani ne demek istedi, sana küfür mü e tti? ” diye sordu. “Bana küfür etse boşverir geçerdim. Altımdaki 56 model şevroleyle alay etti. Kendi arabasına,bakm adan!” N iyazi: “Ne v ar bozulacak b u n d a! Onunki de şevrole, seninki de...” “Sen bu kadar çakarsın bu işten! Debriyajlı Şevrole kalka cak da benim otom atik Şevrolenin üstüne lâf edecek. Öldük mü be! Yuh ta ş arabası diye fırladım direksiyondan. Ulan, lâterna senin babandır!” Öğretmen emeklisi Cemal Zülfü gözlüğü çıkardı. Taaa dip teki m asadan: “Gerisini ben söyliyeyim!” dedi, “Bir düdük... Bir düdük daha... T rafik polisi usandı, ver ehliyetini!” “Orda miydin be babalık!” “Hep böyle olur. Sen kızacaksın. O salata soğan s a ta r gibi zırt zırt durup yolcu alacak... Trafik polisi ikinizin de yapışa cak yakasına. Ver yirmi beş lira!... Bu işier başk?, türlü yürü mez ki...” Niyazi son tenekeyi getirmiş, boşaltm ıştı helaya: “Mahalle kırılıyor susuzluktan... Ne kepazeliktir bu!’’ “Kış ortasında da terkos kesilir m i?” Öğretmen emeklisi: “Kesilir!” dedi, “İnsanlar eskidi mi emekliye ayrılır, a ra balar eskidi mi tam ire gider. Ama terkos boruları sittin sene değiştirilmez. Senin Şovrole yağ kaçırır da terkos su kaçırmaz m ı?” Tefeci H ayri efendi, öğretm en emeklisinden aşağı mı kala caktı : “Bırak kaçırmayı...” dedi, “M art ayı yaklaştı. Vergi kaçı ran kaçırana... Hesap uzm anları harıl harıl çalışıyor. Ne yapı yorsun arkadaş diye sordun mu, defter tutuyorum der sana... E vet defteri sıkı sıkı tu tar, vergiyi de bi kalemde kaçırır! Ya 52
döviz kaçıranlar... U faktan ufaktan döviz nasıl kaçırılır bilir inisin. Bulursun Almanyada, F ransada sağlam bir adres, ki günde bir yazarsın mektubc, içine sokarsın helalinden elli do lar, yüz dolar...” Malmüdürü çattı kaşlarını: “Yooo!” dedi, “Yağma yok... Kontrol var! m ektubu cere yana bir tu ttu la r mı başlar ibre tirü tiril oynam aya! K âğıt pa raların içinde bir tel v a r ya...” “yorma kendini, Onun da bulm uşlar kolayını beyim. Kar bon kâğıdına sardılar mı doları, değil ibre, kılın bile kıpırda m az!” “Işığa tutm ak yok m u?” “Onun da var kolayı beyim. E seri Cedit kâğıdım iki k at sardın mı ne karbon kâğıdı görünür, ne para! Uğraşılm az bu nam ussuzlarla! Şoför Cemil: “Geçen şjün eski patron çağırtm ış beni, gittim, kız gibi bir Bıyık araba... G üm rükten yeni çıkarmışlar. H er şeyi gıcır gı cır otomatik... Gel gelelim.... Şurasına dokun, burasına dokun, çalışmaz bir tü rlü !” N iyazi: “Sen kiiim, Bıyık araba kim !” “Hadi ordan Deve! A rabadan çakma sam çağırtırlar mı beni... Bir de kaldırdım kaputu ki, ne göreyim. Sökmüşler ken di motorunu... Eski model hurda bir m otor takm ışlar yerine!” Öğretmen emeklisi: “Nerde takm ışlar?” diye sordu. Sonra yine kendi verdi ce vabını, “Ya güm rükte, ya acentada ya da..” “K açırırlar beyim kaçırırlar... Hep döviz kaçırm azlar ya... İşte böyle mal da kaçırırlar güm rükten” H urşit Bey girm işti kıraathaneye: “Selâaam !” dedi. “Gene ne kaçırıyorsunuz! Kız mı kaçırı yorsunuz sabah sabah. Çocuk mu kaçırıyorsunuz, yoksa. Suri ye hududundan koyun mu? H a?... P asaportsuz adam da kaçı rabilirsiniz! Gümrükten mal kaçırsanız da olur. Geçen gün ga 53
zetede okudum, Bir şebeke enselenmiş, bir sandık açılmış güm rükte... İçindeki m otörü almışlar.. Aynı ağırlıkta demiri o tu rt m uşlar içine! Çek malım dedikçe, çekemem param yok dermiş ithalâtçı. Tam geriye gönderecekleri sırada kuşkulanm ış bir memur bir de sandığı açm ışlar ki tam iki yüz elli kilo paslı de m ir!” Şoför Cemil: “K açıran kaçırana!” dedi, “Bu gidişle neredeyse keçileri de kaçıracağız!” H urşit bey şöyle bir göz gezdirdi m a salara: “Nerde bizim CevJet B arlas!” “Bugün gecikti nedense!” Öğretmen em eklisi: “Bu kadar şey kaçar da bizim Cevdet Barlas kahvede otu ru r mu! D üşm üştür eihet birinin arkasına! Savunmanızı yapın bakalım H urşit Bey! Dün nerdeydiniz siz?” “D urun!” dedi. “Anlatacağım!.. Oğlum, evvelâ şu benim çayımı getir! Dün mü nerdeydim! Hani ben ev aradıkça, böyle evi buldun da bunuyor musun, otur oturduğun yerde, altından su mu çıkıyor, diyordun. E vet dostum, altım dan su çıkıyor! Hem de nasıl su! Bilek gibi...” “Bırak alayı H urşit bey!” “Ne alayı canım. Bizim bodrum katını bu altımızdan çıkan sular bastı işte!” “Y ağm urlar kesileli bir h afta oluyor! Nasıl olur!” “Yağmur suyu değil!” “Petrol olmasın sakın. Kokladınız m ı?” “Nerde bizde o talih !” “Bulanık mı duru m u?” “Turna gözü gibi!” Şoför Cemil: “Anladım!” dedi “Cenevizler zamanından kalma bir sar nıcın kapağı açılmış olacak!” “O da değil!” “Yere batan sarayından bir sızıntı...” 54
“Değil canım. Belki bir damar... Temelden doğru fışkırıyor boyuna.. Taşdelen gibi bir su olamaz m ı?” “Neden olmasın. Tahlile gönderseydiniz!” “Baktım ki, su yükseldikçe yükseliyor. Hemen koştum te lefona! İtfaiyeyi buldum. Ne duruyorsunuz dedim bizim a p a rt manı su bastı. Biz yangına bakarız, suya karışmayız, diye ce vap verdi. Telefondak': zata, boyuna yükseliyor dedim. Bir di lekçe yaz da ver, hemen muameleye koyalım deyince, oturdum bir dilekçe yazıp verdim. Güzel! Dediler. Şimdi Belediye vezne sine elli lira yatır, makbuzunu da dilekçeye iğnele!” “Su ne oluyor, bekliyor m u?” “İşlem uzadıkça su da yükseliyor... Yükseldikçe de bizim çocuklar ellerinde kova, durm adan boşaltıyorlar! Neyse bugün gittim itfaiye kumandanına. Bir motopomp gönderdi... Su bir ta ra fta n fışkırıyor, motopomp bir ta ra fta n boşaltıyor.” Bu sırada Nizami Yalçın kıraathane kapısını ardına kadar açtı: “Niyaziii!” diye bağırdı. “Buyur p atron!” “Su geldi mi, su!” “Gelmedi!” “Neden gelmedi!” “Ne bileyim ben! Çeşmeden taşıdım. Doldurdum içerdeki küpü!” Hemen arkasında jandarm a kum andanı emeklisi Cevdet B arlas da girdi içeri! İkisi birden emeklilerin masasına yanaş tılar. P atron: “Sular idaresinden geliyorum!” dedi, “Açtım ağzımı yum dum gözümü. N edir bu kepazelik dedim! M usluklardan bir dirlıem su akm ıyor!” Cevdet Barlas telâşla sordu: “Onlar ne dediler!” “Kaçak var, dediler.” “Ne kaçağı?” diye sordu şoför Cemil. “ Terkos kaçağı canım !”
Öğretmen em eklisi: “Haydi göreyim seni Cevdet bey!” dediı “Mahçup etme bizi, kaçak varm ış!” Göğsünü gere gere cevap verdi B arlas: “K açar mı hiç.” dedi, “Yakaladım nam ussuzu!” “Kimi yakaladın?” “Kimi olacak, Terkos kaçağını!” “N erde?” “H urşit beyin bodrum unda!” “Yaşa Cevdet bey!” “Sonra açtım telefonu, buldum Sular İdaresini. Alovv, santral dedim, Bağla Müdür beyi! Bağladı. Acele bir ekip gön derin dedim. Aradığınız terkos kaçağını yakaladım! Çabuk!”
LODOSUN ATTIKLARI pO ST A telgraf Emeklisi Feyzi Telci A nlatıyordu: “N ana Pastanesi v ar ya... Tepebaşında... O zam anlar telgrafhaneydi, Fransızların kontrolü altında... Hani Beyoğlunun Pera olduğu zamanlar... Evliydik ama, bir ayağımız dışarda... Bizim meslek kaldırır. H atun sorar: N ereye? Yorgi efendi hasta... Yerine gidiyorum, nöbete... Gece kalkarım, çı k ar karşım a, N ereye? Parisle direk konuşacağız... S aat yirmi dörtte... Peki bu traş, bu kolalı gömlek de ne oluyor... F ran sız kumandam gelecek de telgrafhaneye... Gıcır gıcır giyinir çıkarım... Doğru Tatavlaya...” Bütün gece lodos altü st etm işti îstanbulu... Emekliler sı kıntılı bir gece geçirmişler, Erkenden damlamışlardı k ıraat haneye... Lodos bir sürü de yabancı m üşteri atm ıştı. Öğretmen Emeklisi Cemal Zülfü, “Yani K urtuluşa...” di ye düzeltmek istedi. 57
Feyzi Telci: “D aha kurtulm am ıştı o zamanlar... H ırisantosun bıçağı nın iki yüzü de keserdi o günlerde... Bir gece şöyle karşı k ar şıya oturm uştuk da istafilina çekmiştik... Ne rakıydı İstafilina... Yağ gibi giderdi. Bizim rak ılar da rakı mı?... Hem ayva gibi takılıp kalıyor adamın boğazına... A rkanı yum ruklatm a dan yutam ıyorsun...” H urşit Bey gelmiş, oturacak yer arıyordu: “Aman ne lodos, ne lodos... Böylesi görülmüş şey değil!... Bizim kapının önündeki ağaç boylu boyunca devrildi, sabaha doğru... Dışarı çıkabilirsen çık... B akar mısın Enver efendi sen bana orta şekerli bir kahve getir...” Malmüdürünün arkasında oturan topsakal: “Nasıl olur Beyefendi...” dedi, “Niyetli değil misiniz yok s a ...” Vali emeklisi ters ters baktı. “H ayır!” dedi, “Niyetli değilim!” “Bir rahatsızlığınız mı var? “Seferiyim ben... Seferi!...” “A ankaraya falan m ı?” “Benim yaşımdaki adam nereye seferi olur... Sen beni Eminsulu mu sandın ne işim v ar A nkarada” “Ben niyetliyim. Allah kabul etsin! Bu gece saat ikiye doğru uyandım. Bendeniz Sam atyada otururum ... Bir lodos... B ir lodos... Bütün balıkçı kayıkları parça parça oldu...” Öğretmen emeklili: “Sen, yol açtırıyorum diye çek duvarı deniz kıyısına! Ba lıkçılar sandallarını nereye çeksinler lodosta! Kumkapıda mendirek var diyeceksiniz... Kaç sandal alır bu mendirek... Lodos bindirdi mi sandalı asfalttan mı yürüteceksin Kumkapıya!” Tefeci H ayrı efendi ellerini üfleyerek göründü kapıda: “Bu ne biçim lodos be! Benim bildiğim lodos yağm ur geti rir. Bu lodos adamın soluğunu donduruyor!” “Yahu, neredeydin Salıdan beri?...” 58
“E yüptei” Öğretmen emeklisi uzun uzun güldükten sonra: “Deveye ne iş yaparsın diye sorm uşlar, terzilik demiş... Eli ne ayağına da yakışır ya demişler.*.” “Yooook...” dedi, “Öylesi değil... Bir arsa işim vardı Eyüpte...” Topsakal atıldı: “Ben de sandımdı Eyüp deyince... Niyetli değil misin yok sa?...” “Eee... Niyetliyim, ne olmuş... Niyetliler Eyüpte arsa ala m az mı?...” Sakallının gözünün içine yiyecek gibi baktıktan sonra an latm ağa başladı: “Bugün çöp tenekesine atılacak bir idare varsa o da husu sî muhasebeler... Otu.zaltı bin lira veriyorum, tahakkuk yap mıyorlar... Dosya yok meydanda... Elimdeki m akbuzlara göre tahakkuk yapıyorlar... Yüz altmış lira verdim, yeniden tapu çıkarttım . Anamdan emdiğim süt fitil fitü burnum dan geldi. “Demek Salıdan beri bu işin peşindesin! Biz de sandıkdı ki...” “Ne sandınız?” “Bizim H ayri efendi Eyüp Sültana imam tayin edildi!.” Topsakal, başını iki yana sallam ağa başladı: “Töbe, Töööbe... Töööbe!” M almüdürü emeklisi işi düzeltmek için gazeteden bir iki sa tır okumayı gerekli buldu: “Öğretmenler sessiz yürüyüş yaptılar. Bir Alman genci Müslüman oldu...” Bu son haber Topsakalı yatıştıracak yerde büsbütün coş turm uştu. “Elin gâvuru, hâşâ huzurunuzdan gâvurken Islâm dinini kabul ediyor da... Bizim, sözüm ona Müslümanlar, m übarek ra m azanda niyet edip..” P osta telgraf emeklisi Fevzi Telci sözü topsakaldan almak için bir hamle yaptı: 59
“Bir gün M arikayla buluşup Boğaziçine gidecektik... Gene bizimkine beni yemeğe bekleme sakın, dedim, Parisle direk bu luşacağız. Kumandan da başımızda... Bizim hatun, hiç beni üz meden, kalktı, kolalı gömleğimi getirdi... Ütülü pantalonu ser di yatağın üstüne... Suyumu ısıttı. Sinek kaydı bir tra ş ta n son ra giyinip çıktım. Beni kapıya kad ar da geçirince içimde bir sı caklık hop hop etti. Ben öyle hanım hanımcık karıyı bırakayım da, elin şırfıntılarıyla gönül eğlendirmeğe kalkışayım, yazık!... Diye söylene söylene gittim randevu yerine... H ava da ayna gibi pırıl pırıl... Bir gün önceden bizim Yorgi efendiyi peylediğim için, hiç uğramadım telgrafhaneye... Gittim yarım saat önce Taksim durağına, dikildim. D urak karınca yuvası gibi kaynı yor, inen binen, bekleyen... B ir ara gözüme, şemsiyesiyle yü zünü kapamış bir 'hatun kişi ilişti. Dedim ya hava sıcak mı sı cak... Ne yapsın, şemsiyesini açmasın da... Beş dakika... On da kika derken bizim M arika göründü karşıdan. H ay anam, hükü m et gibi karı!... Tatlı bir sırıtışla eğdi başını, “Geç kalmış, bek letmiş seni... Pardon Fevziyam u!” diye tam sokulmuştu ki bur numa... Hasılı fesime, f.ırrak diye bir şemsiye inmez mi! Fes bir yana gitti, püskül bir yana. Bu sefer semsiyeler çıplak ba şıma iniyor, indikçe küt k ü t ötüyordu. Sen ha! Parisle direk bu luşacaksın ha! Beni ne sanıyorsun utanmaz, rezil!... Bir sabır, iki sabır... N ah buram a geldi!” Anlaşıldı, bizim hatundu bu... M arikayı koy dunsa bul! Du rak tak i kalabalık arttık ça arttı. Şemsiye o kadar kullanılmıştı ki bezi parça parça, sarkmış, telleri salkım saçak dökülmüştü. Ne kulak kalmıştı ber.de, ne burun. Bizim h atun yoruldu mu yoksa bana acıdı mı, her ne 'hal ise, kesti postayı... Koluma girip götürdüler eczahaneye. Sarıp sarm aladılar başımı. Bir gözlerim kalmıştı açıkta.” Öğretmen em eklisi: “H ay ellerin dert görmesin em i!” dedi, “Kuzu gibi oldun ondan sonra!” “Heyyy! Zülfü boy uyum a!. Yaş tam yirmi iki... Böyle alt mış altı değil... Yalnız bu işin içinde bir k u rt yeniği vardı. Kim 60
den öğrenmişti bizim hatun? Bir sondajda çıktı ortaya. Yorgi efendinin ispiyonluğuydu bu! îspiyonluk öyle yapılmaz, böyle yapılır dedim. Oturdum saraya bir m ektup döşendim. Bir sa bah saray arabası davanm ış Yorgi efendinin kapısına, Haydi giyin demişler, saraya gidiyorsun! Yorgi Efendiyi çıkarm ışlar H aşan Tahsin’in karşısına... Yorgi efendi kimin karşısına çık tığını anlayınca ayaklarının bağı büsbütün çözülmüş... H aşan Tahsin yarı ciddî, y ar. alaylı: “Yorgi efendi sen m isin?” demiş. “E vet efendimiz, bendenizim!” “N erden aklına esti bu iş senin?” “Hangi iş Beyefendimiz!” M asanın üstündeki m ektubu göstererek: “Bu dini islâm ile m üşerref olmak fik ri!” deyince çakmış meseleyi. “Efendimiz!” demiş, “Bir gece rüyam da nur yüzlü başı sarıklı bir zatışerif gördüm. U zattı m übarek elini. Hemen sarıl dım, öptüm. Kapandım ayaklarına. Beni yerden kaldırarak saç larımı okşadı, alnımdan öptü. Uyandığım zaman kendimi tan ı yamadım. Bam başka bir adam olmuştum artık. Oturdum zatı şahaneye bu m ektubu yazdım!” H erifin asık yüzü ışımış, çatık kaşları çözülüvermiş: “Y aaa!” demiş, “Demek böyle ha!... Al şu zatı şahanenin ihsanını!” Açmış kasayı, bir kese altın ! Yorgi Efendi ertesi gün beni Telgrafhanede bulup da hikâ yeyi anlatınca tepem atmıştı. Biz şemsiye yiyelim, o bir kese altınla ödüllensin haa!... Hemen oturdum bir m ektup daha... E r te si sabah aynı araba gene kapısının önünde durm uş: Hadi! demişler, C errahpaşa hastahanesine! Öyle ya! Müslümanlığın bir de cerranî ta ra fı v a r!” Jandarm a emeklisi Cevdet Barlas kuşkulu kuşkulu sokul m uştu masaya. Topsakal’a gözü takıldı: “Kimdir bu?” der gibilerden H urşit Beye baktı. Vali emek lisi : 61
“Lodos a ttı! ” dedi, “Geç otur şöyle!” Enver efendi lâstik simidini getirdi, yerleştirdi bir sandal yenin üstüne. Cevdet Barlas kendini bırakıverdi: “Yoruldum!” dedi, “O hhh!” “Ne oldu!” “Tam kahveye giriyordum ki... Baktım millet sokağın içi ne doğru koşuyor... Ben de düştüm arkalarına... Ulan tutun, kaçıyor!... Koş!... Bağıran bağırana... Kesin önünü!... Surdan kestirin!.... Yakalayın sokağa saptı... B ankaya doğru gidiyor... Tuh!... Allah kahretsin, Kaçırdınız! Birine sokuldum, oğlum kim dir bu kovaladığınız dedim, Gene banka mı soyuldu, cinayet mi var? Delikanlı dikildi karşım a... Yok Beybaba, dedi...Nah gidiyor! Bak, bak, balr!.,. Göstermesi ayıp, nah şu kad ar bir fare... Allah seni inandırsın, kırbaç gibi kuyruğu... Göz göre bu k ad ar insanın arasından kaçtı g itti!” İki kafadar peyda'hlanmıştı kıraathanenin ortasında... Bi rinin elinde bir tepsi.. Öbüründe bir koçan... Sokuldlılar emek lilerin m asasına: “Selâmün aleykiim!” dediler. “Aleyküm selâm” “İmanlı din kardeşimiz! Bu geceki lodosta Eyüp Sultan Ca mii şerefinin minaresi uçtu. Tam üst şerefenin hizasından. Bu m übarek Ramazanı Şerifte acele tam iri için makbuz kesiyoruz. Gelin, siz de bu hayırlı yardım a katılın! Sevabından m ahrum etmeyin kendinizi!” Tefeci H ayri efendiye sokuldu-: “Sizden elli lira m ı?” “Al şu beş lirayı helalinden... Karınca kararınca...” Beş lira da H urşit bey çıkardı. İş tavsam ıştı başlangıçta. Topsakal yapıştı cüzJanına, bir ellilik attı. Bunu gören koçan cılar coştular birden: “Sağ ol H afız efendi. Mekânın cennet olsun!” Hocanın bağışı işi hızlandırmıştı. Makbuzlar on liradan aşağı düşmüyordu. Tepsinin üstü kabardıkça kabardı. Emekli ler temizlenince geçtiler öbür m asalara. 62
Öğretmen emeklisi: “Kelle sağ olsun cihanda, hiç külâh eksik değil!” diye bir m ısra yuvarladı. H erkes uyanır gibi olmuştu. Bir kuşku düş m üştü içlerine. Topsakal bir ara kalktı yerinden. Kapıya doğru yürüdü, ik i koçancıya sokuldu, yavaşça: “Yürüyün çocuklar!” dedi, “Bu dereden bu kad ar balık avlanır! Dolmuş durağında bekleyin beni.”
KIZANLAR NİCEDİR? JA N D A R M A komutanı emeklisi pestil gibiydi bu sabah. Sallana sallan a girdi kıraathaneden içeri. Sobanın ba şında, ayakta çayını içen Tabelâcı Rıza: “Hoş geldin Beybaba!” dedi. “Tuzsuz helvaya dönmüşsün, takipten gelir gibi... Neredeyse yıkılacaktın kapının önüne. Sen de mi Koçeromuı peşindeydin yoksa?” Cevdet Barlas, ters te rs baktı: “Biz nasıl bindiysek öyle ineriz atta n çivi gibi!” “Ejvet.. Yangın çivisi gibi.. Koçero’nun atı mı tepti yoksa! Çarpılmışsın sabah sabah!” “iki fırça sallayıp koşuyorsun sobanın başına. Senin ben den kalır yerin mi var? Sözüm ona gençsin ha! Bizim gençliği mizde dağlarda, değil Koçerolar, k u rtlar bile dolaşamazdı.” Gitti Tarım M üdürünün başında dikildi. Seslendi ocağa do ğ ru :
“ Bak, Niyazi! Ben geldim!” Bunun anlamı, önce lâstik simiti getir, peşinden de demli bir çay, tam bir sa a t sonra da bir çayla bir de nargile” demek ti. Tarım M üdürü: “Geçmiş olsun!” dedi, “Dün bulunmadın yoklamada, hastam ıydın?” Bam teline dokunm uştu kom utanın: “H ay yiyemez olaydım!” diye başladı, “Geçen gün, iki kilo e t almıştım. Bizim köroğluna, yap bir yahni de bol bol yiyelim dedim, Soğanlı yahni... Mereti de çok severim. H ani bizim köroğlu da ağzınıza lâyık, yahni yapar... Teker teker körpelerin den seçer soğanın, hepsi b ir boy. B ütün bütün saru n sak lan da a ta r içine. îlik gibi olur bu sarım saklar... Akşam oturduk sofraya. Koy, dedim bizimkine, doldur! Tepeleme doldurdu. Yahni de bir olmuş. Koy, dedim b ir kepçe daha. Çok geçmedi aradan... Bir buruntu, b ir buruntu... Zor yetiştim ayakyoluna. Sabaha kadar taşın bre taşın !” “Keçi etid ir!” dedi, Tarım Müdürü. H er kafadan bir ses ■çıkmağa başladı: “Bozuk e ttir!” “Bu aylarda bütün etler bozuktur!” “Taze ot girdi mi hayvanın işkembesine böyle yapar ada m ı!” “Kaçak e ttir !” “Ah, bu belediye!” Malmüdürü gazeteden okumağa başladı: “Belediye zabıtası, şehrimizde kaçak et kontrollarına de vam etm ektedir. Dün de Ü sküdardan, araba vapuruyle sağlığa aykırı 3798 kilo kaçak sığır eti Balıkesir plâkalı b ir kam yon da...” “Yani dört ton kaçak et!...” Malmüdürü, hızını alamamış, alttaki haberi de okumağa b aşlam ıştı: “Ü sküdar’da bir kadın cesedi bulundu!” G eçm işe - Mjâzi F . 5
65
“Dur yahu!” diye bağırdı Cevdet B arlas, “Midemi altüst ettin be! Niyazi, oğlum şekeri az b ir kahve getir sen. Çay kal sın !” “Belediye zabıtası uyuyor!” “Belediye yetkililerinden bir zat, yine aynı gazetede ııc demiş, okum uşsunuzdur!” “Ne dem iş?” “Demiş ki, elimizdeki Belediye K anunlariyle ölmüş at etinden sosis yapanlarla bile başa çıkacak halde değiliz. Söyle yin, ne yapsın Belediye!” “Bir tedbirler kanunu da o çıkartsın M eclisten!” Cevdet Barlas sordu: “Pekiii...” dedi, “Ölü a t etinden sosis yapanlara yürürlük te olan Belediye Kanununda hiç mi ceza yokm uş?” “Olmaz olur m u?” “Ne cezası?” “Tam elli lira para cezası!” “Şimdi anlaşıldı, bizim h er e t yedikçe ayak yolunu boy lamamızın sebebi... Asacaksın bu adam ları azizim, sallandıra caksın !” Altı seçimden yüz geri olmuş aday emeklisi Burhan Toz koparan : “Seçmediniz ki beni! O kanun tasarısın ı ben sunacaktım Meclise halkın gıda maddeleriyle oynayanlar için, isteyeceğim en hafif ceza: İdam !” “Yazık!” dedi, Cevdet B arlas, “Benim bulunduğum yerden koysaydın adaylığını, seni ne yapar y ap ar kazandırırdım !” H urşit Bey: “Ne dedin, ne dedin? Jandarm a kom utanları ne zamandan beri seçim kazandırıyor!” Nizami Yalçın, Tabelâcı Rıza’yı sobanın başında görmüş tü : “Nerede bizim tabelâlar?” diye sokuldu. “Yazıldı, tam am dır. K urusun diye bekletiyorum !” 66
“G etir şunları da asalım yerlerine. Millet azıttıkça azıtı yor bugünlerde, getir çabuk!” Burhan Tozkoparan: “Bu sefer, ne yapıp yapıp gireceğim Meclise. H azırladı ğım ta sarılar nah, bu boy oldu. Önce halkın sağlığını k u rta r malıyız!” H urşit Bey: “Pekiii” dedi, “Meclise hangi yoldan gireceksin?” “Köy yolundan. A ltına sağlam ca bir eşek çekeceksin, köy köy dolaşacaksın. Köylü kendini iyi tanıyana canını verir. 1950 seçimlerindeydi. Biz arkadaşlarla seçim turnesine çıkmıştık. K arşılam alar, uğurlam alar çok tatsız gidiyordu. Yerine göre ■iç kaldığımız bile oluyordu. Baktım ki iş tatsızlaşıyor, Kumkö’ye mi gidiyoruz? Tâ kasabadan öğreniyorum, Kumköy’ün ile r i çelenlerini. Çolak Ali mi, Çopur A rif mi, E ek 'r U sta m ı? Nasıldıf bu adam ların giyimleri, kuşam ları? Boyları bosları? Hangisi iri kıyımdır, hangisi sıska... Kim potur giyer, kim şal var, Taaa karşıdan görünce yürüyorum üzerine, vaaay Bekir Ustacığım, nasılsın bakalım ? K ızanlar nicedir? E kinler nasıl? Mahsul bol mu bu sene? Oğlun izinli geliyor mu? Bekir U sta, önce bir afallıyor, sonra düşüyor önümüze. A rtık yemeğin yağlısı, yatağın kabarm ışı benimdir. Gelsin ayranlar, bal şer betleri, çaylar, kahveler... Köylü, adaydan da bıktı, memurdan da.. Kendini iyiden iyiye tanıyanı bileni tu tu y o r artık . Tanımıyanlara oy değil, selâm bile verm iyor açıkçası!” Öğretmen emeklisi: “Köylüyü bu k adar öğrendin de hâlâ Meclise neden gi remedin, aklım erm iyor!” “Ben köylüyü öğrenemedim ki. Yalnız işin bu gerçek y a nını öğrendim, o kadar. Bu sefer, daha seçimlerin lâfı edilme den, çıkacağım köylere. K arış k arış dolaşacağım bölgemi, ta nımadığım tek seçmen kalm ıyacak!” Öğretmen emeklisi, lâf olsun diye sordu: “K alırsa ne olurm uş san k i?” B urhan Tozkoparan, keyifli keyifli güldü: 67
,fÖnu ben bilirim !” dedi, “Geçen dönem Y ozgat’tan aday gösterilm iştim . Boğazlıyan’m b ir köyüne gitmem gerekiyor du. Aç kalmamak, açık kalm am ak için benim usule dayanarak ta a a kasabadan öğrenmeğe başladım köyün ileri gelenlerini. Hamza çavuşu da öğrendim, H aşan Onbaşıyı da. Bir de Yusuf K ırkayak vardı. H erbirinin boyunu bosunu, giyimini, kuşam ı nı, bakışını, duruşunu su gibi ezberledim. Kim uzun boylu, kim kısa boylu? Kim sıska, kim bodur.. Kime güvenilir, kime güve nilmez? B ir kitaplık bilgi edindim. Gönül ferahlığı ile çıktım yola... Köye yakın bir su başında indim atımdan. Köylü, bir at, bir eşek karaltısı görse, böyle günlerde çıkar yol üstüne. Baktım, beş on kişi de beni karşılam ağa geliyor. Ama or tad a bir soğukluk, bir tatsızlık var. Önlerinde iri kıyım biri... B ıyıklan nah, öyle, kulaklarında. Verilen ipuçlarına göıc. bu nun Hamza Çavuş olması gerekiyordu. İşe biraz heyecan k a t mak için, yürüdüm üzerine vaaay çektikten sonra, aslan H am za Çavuşum, dedim, nasılsın bakalım. Çocuklar nasıl? Ekinler iyi mi bu yıl? Adamın birden nevri dönüverdi. Ne? Dedi. Ham za Çavuş mu, dedin? Kılkuyruk Hamza Çavuşa nerem ben ziyor benim bee. Ben senin Hamza Çavuş dediğin adam ka d ar afyon yutuyorum !.. Sonra arkasındaki adam larına döndü. Dönün gidelim dedi, karşı tarafın adayıymış bu gelen. Meğer hilemi anlam ışlar kasabada, bana bu oyunu etmişler! Yaaa! İşte böyle!.. Millet de uyandı, ben de uyandım. K ırkayak Yu su f’u Hamza Çavuşla karıştırdığım ız için çuvalladık seçimler de. Bu sefer öyle yağma yok!” Niyazi, Komutan emeklisinin nargilesini getirirken, b ir den ayağı kaydı. Nargile şangırtıyla düştü. K ıraathanenin or tasına. Sağlık memuru yüksek perdeden bir: “Eline sağlık!” çekti. B arlas alınm ıştı bu çıkışa. Nargile henüz önüne konma m ıştı ama yine kendi adını taşıyordu: “Neden eline sağlık olsun?” diye çattı kaşlarını. Sağlık memuru, açıklam ak zorunda kalm ıştı: “B ir hastanede çalışıyordum, bir zamanlar... Eli sak ar
bir operatör vardı, m asaya kimi yatırsa b ir daha kalkam ıyordu kolay kolay... elinden her kaza çıktığında, bütün doktorlar sı radan, eline sağlık üstadım derlerdi. Ben de N iyazi’yi tebrik ettim , hepsi bu k ad ar!” Öğretmen emeklisi: “H ay eline sağlık N iyazi” diye bağırdı. Tabelâcı Rıza, çırağının kucağında b ir yığın tabelâyla girdi içeri. Boş m asalardan birinin üstüne koydu teker teker. Mal sahibinden önce Tozkoparan koştu tabelâların başına. Bi rini aldı eline, okudu: “Parasına oyun oynamak y asak tır!” İkinciyi okudu: “Teslim olunmayan palto ve şemsiyelerden mesuliyet ka bul edilmez!” Üçüncüyü okudu: “Pike çekmek y asak tır!” Dördüncüyü aldı eline : “Boyacı ve satıcıların girm eleri y asak tır!” Son tabelâya da yapıştı, önce içinden okudu: “Y ahu!” dedi, “Tedbirler Kanununun bütün maddeleri burda. Bir de şu son maddeye bakın: Yüksek sesle konuşmak yasaktır! H a? Ne buyrulur bu maddeye? Benim ta şa n la rd a bile bu kadar yasak yok. Nizami bey dostum. B unlar anayasa ya aykırıdır. Önce A nayasa komisyonuna havale edilsin!” Cevdet Barlas, bu itirazları yersiz bulm uştu: “Tam am dır!'’ dedi, “Hemen asılsın! K abadayıysan Ceza Kanunundaki 141 leri 142 leri kaldır. Daha İtalyan yasaklarını kaldıramamışsın. Türk yasaklarını kaldırm aya çalışıyorsun.. Öğretmen em eklisi: “Tümünü birden kabul ediyoruz!” dedi. “Çok güzel! Bu yasaklar bizim gibi miskinlere az bile! Böyle baş, böyle tra ş! Kabul! H ay eline sağlık Rızacığım! H ay eline sağlık!”
KRAVATINIZDAN UTANIN! ¡K İN D İ güneşi, K ıraathanenin cam larını dolandıktan sonra, camiin arkasında kayboldu Güneş daha yerini bulm adan Niyazi, sıradan bütün lâm baları yaktı. Koştu A h m et’in meyhanesine... Tak, ta k iki bardak şarabı yum ruk me zesiyle yuvarladıktan sonra, ra h a t bir soluk aldı. H er akşam, kahve karardı mı, yaz kış, geç erken, sıradan lâm baları yakar, sonra p ırrr!. A hm et’te alır soluğu. Tak, tak.. İki bardak şarap, ayakta. Döner işinin başına, sonra bardak la r tekledir. Aşağı yukarı, yarım saatte bir... K ıraathane ka panana kadar 011, on bir, on iki bardak şarap... B ir şişe de ya tarken... Ünlü şarapçılardandı Niyazi... İş arası ağzına koymaz rakının damlasını. Rakı dediğin izinli çıkınca içilir. Değişen pantaloııla, ceketle, gömlekle içki de değişmeli. Ama sonunda aynı şey olacakmış, olsun. İzinli çıkmanın bir özelliği, b ir baş kalığı olmalı. B ir şey yapam ıyor musun, git K aragüm rük kah velerine, konçiııa oyna. Kahve söyle, çay söyle. Beğenmedin
mi ocakçıya kafa tut. Geç getirdiler mi garsona dikleş. Yapamıyorsan al voltanı de! ince istir garsonluk! insan sarrafı olacaksın, bileceksin adam ına göre iş yapmasını, lâf etmesini. Siz de mi garsonsunuz be diyeceksin. Bu meslek sizlere mi kal dı artık?... Tepeden tırn ağ a acı acı süzeceksin, ta ş olsa eriye cek karşında. M eşrutiyet K ıraathanesinin garsonu bu kahve de tenezzül edip oturuyorsa, şereftir kahveniz için diyeceksin, daha olm azsa! Akşam olup da iki bardak şarabım çekti mi Niyazi, ken di de şenlenir, K ıraathane de. D olaşır m asaları teker teker: “V ar m ı?” der, “Akşam çayından içen? Aman, ne çay ya! Ç ay yapar bizim Acem H üseyin! Müslim efendiye ağ ır bir çay yap! B ir de Hâzım ustaya. Mehmet bey, içersin değil mi, taze demden... V ar mı başka içen? Sen? Beş olduuu! Uyuma ocak çı? A rif bey, ha, içersin değil mi? Taze çay, akşam çayı!..” Tavlacılar, prafacılar, bezikçiler, kurm uşlardı tezgâhları nı, daireler çoktan boşanmıştı. Arif, zarı avucunun içine almış, şıkır şıkır sallıyordu: “R akısına!” Hıfzı: “Evet, ufak rakısına..” dedi, “N asıl? Mezesi de içinde m i?” “Meze için de b r beş oynarız!” “Bu gece de geç gideceğiz eve demektir. B irader ne zaman, eve geç gitsem, bir kaza geliyor başım a!.” “Ne kazası?” “Merdivenin üst başından yuvarlanıyorum !” “Sarhoşluktan tabii...” “Ben de öyle sanıyordum. Anladım kı bir ilgisi yokmuş sa r hoşlukla. Geçen akşam sinemadan dönüyordum. Bir dirhem içki koymamıştım ağzıma. Tam üst başına geldim merdivenin, ge ne kaymaz mı ayaklarım . Tepetaklak gittim taaa merdivenin a lt başına kadar.” “Uyku sersemliği olacak!” “Ne uykusu be! Bütün gün uyuyoruz dairede!” “Nedenmiş, anlayabildin m i?” 71
“Neden olacak.. Merdivenlerde lâmba yanmıyor, b ir.” “Neden yanm ıyor?” “îş inada bindi. Tam üç yıldır, merdivenlerdeki lâm bala rın parasını tık ır tık ır ben ödüyormuşum. Bizim saate bağlıy mış. B ir de üstelik ev sahibi beş lira, altı lira k at başına elek trik parası kesiyor. Herkesle birlikte benden de... Bu işin fa r kına varınca, altü st ettim ortalığı, kesip attım telleri saatten. Şimdi, karanlıkta çıkıyoruz merdivenleri... Kimse bağlam ıyor saatine, dedim ya iş inada bindi!” “Yahu, sen ne söylüyorsun. Herif canavar be! Bana posta koydu, ya yüz lira fazla verirsin, ya da çıkarsın diye. Ben de ne veririm, ne de çıkarım, dedim. Üstelik de kira tak d ir komis yonuna vereceğim, benden zaten fazla alıyorsun diye tu ttu r dum. Daha fazlasını da verenler olduğu için, kiracıların gözü açılmasın diye bu sefer de sana beş yüz lira vereyim çık, diye tu tturdu. Ne alırım, ne de çıkarım dedim. D ayattıkça dayatı yorum. H erif ifrit oluyor. Akla gelmedik cam bazlıklar yapıyor bana.. Sinemadan döndüğüm gece, k ibrit çakıp m erdivenleri çıkıyordum. Tam bizim katın basam aklarını çıkıyordum ki,, ayaklarım kaym ağa başlam az mı!, ikinci kibriti çakm ağa va k it bulamadan, tepetaklak gittim . Kalçamı tu ta tu ta çıktım tek rardan yukarı. Hem de dört ayak... Bizim k ata tırm anırken,, bir de ne göreyim, ellerim vıcık vıcık... Kokladım, baktım , sa bun... A rap sabunu...” “Vay namussuz, vay !” “Ya... Vıcık vıcık A rap sabunu.. Demek her gece ben ken dime iftira eder dururmuşum. Sarhoşluktan diye!” “Pekiii.. Bunu öğrenince ne yaptın, boyadın mı herifi? Dip ten doruğa!” “Ne mi yaptım ?. E rtesi sabah, bizim mahalle bakkalına gittim , tam bir teneke A rap sabunu aldım, çaldım kapısını. Kerim efendiyi istiyorum dedim, geldi. Sayın Kerim bey, diye başladım, geç geldiğim geceler, hem zahm ete giriyorsunuz. Hem de m asrafa... Size bir teneke A rap sabunu getirdim, buyrun! O 72
şaşkın şaşkın bakarken, bu gece de geç geleceğim, dedim. Bol bol kullanabilirsiniz! Tenekeyi içeri bıraktığım gibi yürüdüm .” “Kullanmış m ı?” “Gece çektim kafayı, çektim... D ut gibi.. Ne ayağım kay dı, ne yuvarlandım. Efendiler gibi çıktım merdivenleri.. Düşeş değil yahu!. Şeş beş be... Sen de lâfa tu ttu n beni, bildiğin gibi oynuyorsun. Senin de Kerim efendiden kalır yerin yok be!” Arif, tepesinde birinin dikildiğini anlayınca, başını kaldır dı, baktı: “Ooo, sen misin Recep u s ta ? ” dedi. “Sen de gelir miydin bu K ıraathaneye?” “Eeee.. bundan sonra geliriz artık ...’' “Neden?” “Başmühendis yol verdi?” “Yahu daha geçen h afta zam yapm ıştı sana... Herkes saat başına yüz seksen kuruş alırken, sana üç yüz elli kuruş verme di m i?” “Verdiiii...” “Sonra?” “Bir h afta sonra da ekipin başında bulunmadığım için,, kolumdan tu ttu ğ u gibi atıverdi kapı d ışarı!” “Şikâyet et, başkana!” “N asıl ederim, haklı h erif!” “Ya, öyle demek...” “Geçirdik şikâyetin zamanım, şimdi o haklı... Haydi, h a yırlı akşam lar!” “Haydi güle güle!” Recep usta uzaklaşınca, Hıfzı sordu: “T anır gibiyim, bu adam ı?” “Tanırsın canım. Ekip başıydı, Sulalar Idaresi’nde. B ir gün oturuyordum , daha doğrusu hafiften kestiriyordum , dürttüler, başmühendis çağırıyor seni dediler. Yüzümü yıkadım, girdim odasına. Elime bir m ektup tu tu ştu rd u . Baktım, yazı yabancı de ğil, am a imza yok altında. Tanıdın mı bu yazıyı, diye sordu. H ayır dedim, yabancı gelmiyor ama... Peki dosyaya bak... R a 73:
por dosyassına.. Hani ekip başlarından gelen raporlar yok mu? M utlaka onlardan biridir bu... B ir ekip başıiıı, m utlaka başka b ir ekip başı şikâyet eder. M ektubu alıp çıkmak istedim, duuur, dedi, sen dosyayı buraya getir. Gittim, getirdim, ikimiz birden başladık incelemiye... Ben o zam ana kadar, kâğ ıtta ne yazıl dığına göz ucuyla bile bakm amıştım. B ir biçimine getirip oku dum. Bir ihbar mektubuydu bu... Ali T aşkıran’ı ihbar ediyor du. On, on beş amele çalıştırdığı halde, uydurm a im zalarla yet miş seksen kişilik para çektiğini açıklıyor, Başmühendisten, onu sık sık kontrol etmesini istiyordu.” “Başmühendis ne y ap tı?” “Önce bu mektubun kimin tarafın d an yazıldığını incele mesi gerekiyordu. Rapor dosyasını açtık, bir de ne görelim. Daha birinci rapordaki yazının tıp atıp benzeri değil mi? Bak tık, Recep ustanın elyazısı...” “Yani deminki adam ın!” “Evet işte onun!” “Başmühendis hemen çağ ırttı tabii...” “Ne çağırtm ası! Ben odadan çıkarken açtı telefonu... İh bar edilen Ali’yi buldu. Bak Aliciğim, dedî; ihbar var. Aman biraz dikkatli ol bugünlerde. Bu aybaşı, tam kadronun listesi ni ver. Listeyi öyle şişirm e sakın. Anladın mı? Ekipi de ona göre ayarla! Haydi başarılar. Ben kapının arkasından dinli yordum !” “Vay anasını be! Demek fazla işçi gösterip çekiyorlar bir likte vezneden parayı!” “E rtesi gün, baktım, bizim Recep usta, dairede... H ayrola, dedim, ne var, ne yok? Başmühendis çağırm ış da.. Bir aksaklık mı oldu, dedim? Kuşkulu kuşkulu yüzüme baktı, yoook dedi, ne aksaklığı olsun! Şu ihbar m ektubunu sen mi yazdın diyemez dim ya! Adamcağız, girdi Başmühendisin odasına. Eyvah de dim, içimden, Recep ustanın kuyruğu düğüm leniyor!” “Eeeee?” “içeride en azdan yarım sa a t kad ar kaldı. Yüzü gözü pırıl pırıl çıktı dışarı, sevinçten. Şu Başmühendis yok mu, çok dü 74
rü s t adam doğrusu, dedi, etrafını hırsızlar çevirmiş a m a ; altın gibi bir yüreği var! Öyledir dedim, iyi benzettin, altın gibi... Hem de yirmi dört ayar! Eeee, dedim, atm adı ya seni, işinden? Sert sert, nö atm ası be, dedi, ne zam andır saat başına hiç ol m azsa bir elli kuruş zam yap der dururdum , o yaptı tam yüz elli kuruş... Ben şaşırm ıştım , zam mı yaptı dedim. Ne v ar bun da şaşacak, dedi; hakkım değil mi yani? Benden sonra gelen Ali Taşkıran, saatini üç yüz elliden alsın da, ben yüz seksen, iki yüzden alayım, reva mı bu! Aman dedim, çok güzel, sakın işi karıştırm a.. H akkın ta bii.. H akkın olmaz mı? Haydi güle güle...” “Sonra?..” “Sonrasını gördün işte. H erif şimdi boşta geziyor. İşinin başında bulunmadığı bir saatte, b ir teftiş... Kapı dışarı! Ten cerenin doğurduğuna inanıyoruz da, öldüğüne neden inanmıyaIım!” “Canım, Recep ustanın da bir şey dediği yok zaten! Öyle biçimli yemişki tekm eyi.” “H erifler cambaz... E v sahibinden ta a a Başmühendisine kadar... Biz de çıkmışız, onlarla aynı ipte oynamağa çalışıyo ruz. D ört çıhar!” “Ne dört cihan be! Beş d ö rt!” “Ne beş dördü... Ayan beyan dört cihardı işte! Kör deği lim ben!” “Beş dört oyna! Uzun etm e!” “D ört cihardı... D ört pul alırım, m ars! P arti de b iter!” “H ayır beş dörttü... H adi dört cihar diyelim, m ars olur, eder dört! P arti nasıl biterm iş. İki değil misin sen! Diyelim ki p arti bitti. Bir p arti daha yok m u?” “Yok tabii... Mezesine de yenildin, rakısına da!..” “Canım bir şişe rak ı yeter mi iki kişiye!” “Çok bile gelir!” “Oyna beş dördünü de uzun etm e!” “D ört cihar... D ört pul alır p arti biter. Nesini oym yayım .!” “Oyna diyorum sana, beş d ö rt!” 75
“H ayır dört cihar! Bak oğlum, paran yoksa h ır çıkarma! Y akana da yapışmıyorum senin. Aybaşında ısm arlarsın olur b iter.” “Ulan, seni satın alacak kad ar param bulunur h er zaman için!” “Yaaa! Bugün işler yolundaydı demek... Elli kâğıt göster, senin beş dördünü kabul ediyorum! Haydi, çıkar cüzdanı!” “H akaret ha! Senin ne hakkın v ar bana h ak aret etmeğe!. Hırsız da sensin, namussuz d a!” Bütün bezikçiler, prafacılar, kaptıkaçtıcılar, tavlacılar ba ğırm ağa başladılar: “Heeey, Niyazi, a t şunları dışarı be! Onları mı dinliyeceğiz! Burası Dingo’nun ahırı değil, M eşrutiyet K ıraathanesi... Efendiler gelir buraya.. Kendini bilenler gelir!” İki tavlacı çoktan kapışm ışlardı. Tavla bir yana gitm işti, pullar bir yana... Takmaz Niyazi, tam sekizinci bardaktaydı, yani en güçlü zamanı. H er ikisini de tu ttu ğ u gibi a ttı dışar. Hıncını şöylece boşaltıverdi ark aların d an : “Boyunbağlarınızdan utanın! Efendi olacaksınız beee!...”
UYUYAN MİLLET JA B A H Ç IL A R bastırm ışlardı erken erken.. Başlarını m a salara dayayıp kestiriyorlardı. Kimisi kum ardan gel miş olacaktı, kimisi Ay-yıldız Otelinden... Niyazi ifrit olurdu kestirenlere. Önce kulaklarının dibin de: «Çay biir! Şekerli biiir!» diye, v ar gücüyle bağırdı. Bana mısın demiyorlardı. Sinirlilerden biri: «Çûş be!» diye homurdandı, «Dağ başında mıyız?» Niyazinin tepesi atm ıştı: «Şahinpaşa oteli mi burası!» dedi, «Kestirmek yasak! İş te o kadar.» Vali emeklisi H u rşit bey, tartışm anın nereye kadar gide ceğini kestirdiği için: «Bak, Niyazi!» diye seslendi, «Bir bardak su getir bana!.» Su geldi. Yeleğinin cebinden b ir karbonat paketi çıkardı. Yarım bardak suyla dolu dolu bir avuç karbonatı yuvarladı: 77
«Perhiz., perhiz..» dedi. «En sonunda sabah kahvaltısını bir dilim kızarm ış ekmekle bir bardak çaya indirdik... Hâlâ ay nı hazımsızlık.. Ekmek ta ş gibi oturuyor mideme. Yani, bu bir düim ekmeği de mi yemiyelim. Dokunmasın diye büsbütün mü a;; duralım be!» Tarım Müdürü: «Ben sana dostça bir şey diyeyim mi Hurşitçiğim..» dedi, «Kes! Bu bir dilim ekmeği de kes! E ğer rahatını istiyorsan o bir dilim ekmeği de yeme!» Öğretmen em cklsi: «Hiiiç üzme tatlı canını!» dedi. «Fırıncılar Derneği başka nı, bu işi kökünden kesip atacakm ış. Bundan sonra sen sağ, ben selâmet!» «Nasıl kesip atacakm ış kökünden?» «Nasıl m ı? E ğer Belediye istedikleri zammı kabul etmez se, ekmek çıkam ayacaklarm ış. Çekeceklermiş fırınların kepenklerini!» Jandarm a komutanının tepesi atm ıştı: «Ne!» dedi, «Bunlar hükümetle oyun mu oynuyorlar!» «Onun gibi bir şey!» D efterdar em eklisi: «Belediye başkanının beyanatı v ar gazetede!» dedi. Komu tan, kendine bir destek olur diye sordu: «Ne demiş?» «Kızdırmasın bu fırıncılar beni, demiş, bütün işletmeleri alırım elime, şakır şakır ekmek çıkarır, ucuz ucuz veririm İs tanbullulara !» «Hem de yapar bu adam! Hükümetle oyun oynanmaz! Aş kolsun !» H urşit beyin kaşları çatıldı: «Aman ne yapıyorsun sen, Barlascığım. Özel sektörü bir ürküttün mü, halimiz dumandır. B aşta gelen politikamız, özel sektörü ürkütmemek... özel sektör dediğin bir salyangoza ben zer. B ir ü rk tü mü, girer kabuğuna, kendi kapısını, kendi eliyle 78
mühürler. Kulağının dibinde gümbür gümbür davul ealsan, ba şını çıkarıp bakmaz bile.» Yanından geçen N iyazi’yi tu ttu kolundan: «Bu karbonat bana mısın demedi. Bak oğlum Niyazi! B a na bir maden suyu getir dışarıdan. Al şunu. H a? Ne diyordum? Aman bu özel sektör ürkmesin. Büyük şehirlerimizde bu özel sektörü kolay kolay gözle göremezssin ama, kasabalarım ızda, köylerimizde özel sektörün b ir adı da ağ a’dır. Bu ağa, yerine göre parti başkam dir, yerine göre çiftlik sahibi... B ankalarda ortaktır, ithalâtçıdır, m üteahhittir, fabrikatördür. Kadirli K ay makamını bir parm ak havalesiyle ta a a güneyden kuzeye hava le eden de bu özel sektördür işte. N eler çektim ben bunlardan. Ramazan geldi ini, yüreğim k ü t küt atardı. Hacı D ursun efen di, bir biçimine getirir, iftara çağırır seni. Gitsen bir türlü, gitmesen bir türlü.. A tlattın diyelim, yandın. Dedikodu a lır yürür. Bu zındık kaym akam ı da kim gönderdi başımıza.. Mek tuplar, telgraflar y ağ ar A nkara’ya, is te r istemez kalkıp gidecekssin iftara. G ittin değil mi, gene yandın! E rtesi gün, başka b ir fayton dayanır kapıya. Bunu da kırm ıyacaksın ister iste mez! Otuz Ramazan kurtaram azsın yakanı özel sektörden!» öğretm en emeklisi: «Daha Ram azanın başından ilân edersin. Beni hiçbir özeî sektörün iftara davet etmemesi rica olunur diye.. Çünkü ben, oruç tutm uyorum dersin açıktan açığa!» «Tamam, gene yandın! Kendi elinle kendi kuyruğunu dü ğümledin demektir!» «Neden yahu! Biz lâik b ir millet değil miyiz?» T aaa sobanın başından konuşmayı sinsi sinsi dinleyen ta belâcı Rıza, dayanam adı: «Evet öyleyiz beybaba!» dedi. «Onun için, ağır h astaları mıza veremediğimiz dövizi, hacı adaylarına çıkarıyoruz. B ir h a cı, bu milletin başma, helalinden tam d ört yüz dolara mal olu yor. Helâlinden diyorum, anlarsın gerisini... H er gün üç yüz hacı adayı başvuruyorm uş döviz için. Günde yüz yirm i bin do lar! Soruyorum size beyler! Bu yüz yirm i bin doları kapatm ak 79
için her gün kaç bin salyangoz toplamamız gerekiyor, bir dü şünün !» Öğretmen emeklisi: «Arkadaşlar!» dedi, «Benim anlıyamadığım bir şey daha var. Biz, az gelişmiş bir m illet miyiz?. Yoksa çok mu gelişmi şiz? E ğer az gelişmiş, yahut hiç gelişmemiş bir milletsek, bu dövizleri neye harvurup harm an savuruyoruz?» Rıza, bu soruyu da cevapsız b ırakm adı: «Biz!» dedi, «O rtak P azara girerken, çok gelişmiş bir mil letiz. A m erika’dan, ya da A lm anya’dan yardım isterken, az ge lişmiş, h a ttâ hiç gelişmemiş b ir milletiz! Çözünlenemiyen bir sorunumuz daha var. Asyalılık, Avrupalılık işi... Biz O rta Do ğu paktına girerken Asyalıyız... Futbol Birliğine girerken, Av rupalI... N atoya girerken Batılı, Centoya girerken...» H urşit bey, N iyazi’nin getirdiği maden suyundan bir iki yudum içtikten sonra: «Evet...» dedi, «İşin en doğrusu bu bir dilim ekmeği de kesmek... Allahın gücüne gitmesin, ekm ekten başka h er şeye benziyor bu mübarek. Ne k arıştırırla r içine bilmem ki.. Geçen gün bizim Ömer’in ilkokulun ikinci sınıfındaki kızı sordu b a n a : Dedeciğim, dedi, ekmek neden yapılır? Öğretmen ödev verdi de... Kızım, dedim, bu öylesine b ir soru ki, bunu ne Fırıncılar Derneği başkanı bilir, ne Belediye başkanı... Ne ya zayım diye sıkıştırdıkça sıkıştırdı. Yaz, kızım, dedim, ekmek değirmende öğütülebilen her şeyden yapılır bu memlekette, yalnız buğdaydan yapılmaz. Öğretmeni, kafası işliyen bir adammış. Aferin kızım demiş, al sana H ayat Bilgisinden on n u m ara!» T elgrafçı: «Şu A m erikalılar da olmasa..» dedi, «Ekmeğin adını ço cuklarımız kitaplardan öğrenecek. Gene iki yüz ton buğday gönderiyorlarmış. Seferberliğin sonlarına doğru, b ir un gön dermişlerdi bize, kâğıt gibi bir un. E kşi ekşi de kokardı ek meği !» Öğretmen emeklisi: «Evet!» dedi, «patates unu!» 80
«Ne olursa olsun... Ellerine ne geçerse gönderiyorlar bize.. İn san adam şu Amerikalılar.. Onlar da olmasa, vay haline in sanlığın !» D efterdar emeklisi, gözlüğünü bunalmış gibi çıkardı, b ir den: «Vay anasını!» dedi, «Amerikalılar silâhsızlanmayı istem iyorlarm ış!» «Yalandır!» dedi, Telgrafçı, «Aslı yoktur!» D efterdar, yeniden ta k tı gözlüğünü. Başladı okumaya: «Birleşik A m erika’da yayınlanan bir rapordan öğrenildi ğine göre, tam yirm i bin firm a, Cenevre’de yapılan Silâhsızlan m a görüşmelerinden sonuç alınm am asını istemektedir. Savaş endüstrisinin, Amerikan ekonomisinde çok önemli bir yeri ol duğu, bu raporda açıklanm akta, Cenevre’de alınacak olan k a rarın bu yirmi bin firm a üzerinde, dolayısiyle Am erikan eko nomisinde ciddî tehlikeler y aratacağı ileri sürülm ektedir. H a? Ne buyrulur bu rapora?» H urşit bey, şişede kalan son maden suyunu da kaldırıp içti. Öğretmen emeklisi: «içilir bu haberin üstüne!» dedi, «Başka tü rlü hazmolmaz •doğrusu!» Vali emeklisi: «Ben çok korkarım bu özel sektörden» diye başladı, «Özel sektör hükümetin içine giremediği zaman ne yapar yapar, se natörleri, başkanları, başbakanları değiştirir.. K aym akam lar, onun elinde, sadece Yalova Kaymakamıdır! Oğlum Niyazi! Sen bana şekeri az bir kahve getir, bastırsın!» Niyazi uyuyanlardan birinin kulağının dibinden seslendi: «Şekeri aaaz biiir! Uyuma ocakçı!» «Ha, ne diyordum. Nasıl vali olduğumu öğrenmek ister mi siniz? Karadeniz kıyılarında b ir kazaya vermişlerdi beni. H ü küm et binası, eski bir okuldan bozmaydı... Dökülüyordu sizin anlıyacağınız! Yazdık, çizdik... B ir ödenek kopardık... Biraz da 'G eçm işe - M âzi F. 6
81
yardım sağkıdık özci sektörden. İş geldi dayandı hüküm et bi nasının yerine! Köprübaşını, kalfaoğlu istemez. Konak bayırını Hacı İlyas efendi... P azar yeri, Uzun A hm et’in işine gelmez. Yalıboyu Hüdai efendiyi açmaz. A şağıçarşıda atsak temeli, yukarıçarşı’daki ağalar bozulur. Y ukarıçarşı’da bulsan arsayı, aşağıçarşıdakiler dayanır kapıma. H üküm et binası dediğin, hal kın harm an olduğu yerde olmaz mı? Tam mahallenin göbeğin de attırdım temeli. Bu sefer birbirini çekemiyen ağalar, hemen ağız birliği ediverdiler. Vaaay! Çoluğumuzun çocuğumuzun başı açık dolaştığı mahalleye hüküm et binası mı yapılırmış! Bu kaym akam da hiç mi namusumuza saygı yok! H eyetler yola çıktı. B aşta Kalaycıoğlu, H üküm et binası m utlaka eski yerine yapılmalı diyor da başka b ir şey demiyor. Kırk yıllık Merkez kahvesini, kırk yıllık Merkez Otelini, kırk yıllık Merkez Lokan tasını körletmeğe ne hakkı varm ış bu kaym akamın! A nkara’ dan m üfettişler gelmeğe başladılar akın akın. Ne yaptılarsa para etmedi. Göz var, iz’an var. B ütün m üfettişler benim seçti ğim yeri beğenmekten öteye geçemediler. Temel k arış k arış yükselip dururken, haziran geldi, dayandı. Karadeniz kıyıları bu aylarda şenleniverir birden. Baktım b ir gün, Dahiliye Veki linin arabası, Kalaycıoğlu’nun köşkünün önünde duruverdi. A kşam a ben de davetliydim yemeğe. «Sillenin nerden geleceğini beklerken, Kalaycıoğlu başladı söze, Bizim kaym akam bey diye girdi hikâyeye... Eşi emsali bu lunmaz öylesine bir kaym akam m ışım ki ben, elime kimse su dökemezmiş. İdarecilikte, siyasette, h a ttâ ilimde, fende bütün memleket karış karış gezilse, kim rastlayabilirm iş benim gibi sine. Kaymakam değil, vali olacak adammışım!.. Bu k ad ar övülürse b ir kaymakam, vekile de bir iş düşer elbet. K alktı yerin den elimi sıktı. Sizin gibi genç ark ad aşlarla iftih a r ediyorum, dedi. Kalaycıoğlu, öbür ağ alara bakıp, bıyık altından kıs kıs gülerken, sayın Vekil bey sarıldı boynuma, alnımdan öptü. H ak. kâri Valiliğine tâyinim i hemen oracıkta yapıverdi sayın Ve kil. D aha ne yapacaktı. İstanbul Valiliğine tâyin edecek değil d i ya!» 82
Sobanın kapağına yapışan N iyazi’nin p arm ak lan yanm ış tı: «Vayyy!» diye iki k at oldu, «kavruldu parm aklarım !» Tabelâcı Rıza başladı çıkışm ağa: «Ne yapışırsın yeni gelin gibi sobanın kapağına! Maşa du rurken ne yakarsın elini. Şopar İbram da ekmek yiyecek bu m em lekette!» Canı yanan Niyazi, acısını uyuyanlardan çıkarm ak isti yordu. Başladı uyuyanları sıradan dürtüklem eğe: «Uyanın be!» diyordu, «Uyanın artık! Tembelhaneye çevir diniz koskoca M eşrutiyet K ıraathanesini. Heeey! Sana söylü yorum. Sil gözünün çapağını da aç gözünü! Ü sküdar’da sabah oldu! Bu ne uyku be!» Sonra emeklilere dönüp, dert yandı: «Uyuyor millet!» dedi, «İstediğin kadar dürtükJe, kılı kı pırdam ıyor nam ussuzum !»
83
DAMA DEDİK £ jG L E yemeğinden sonra, teker teker düştüler k ıraath a neye. Bu saatte emeklileri görmeğe alışık değillerdi m üşteriler. Üniversitede çalışan L ütfü: «Gene dünyasına darıldı emeklilerden biri.galiba?» dedi, «Cenazeye gidecekler.» A rkadaşı Behçet: «Yok, hayır!» dedi, «keyifli görünüyorlar. B ir yas havası y o k !» «Canun, onlar sıranın kendilerinden atladığını görünce de keyiflenirler'. Bilirler her saniye topun ağzında olduklarını.» «Bak, bak! Bizim kom utan Barlas, m adalyasını da ta k mış !» «Daha iyi y a ! Bu m adalya cenaze günlerinde değil de bay ram günlerinde takılm az mı?» «Ölen için cenaze... Geride kalanlar için bayram !» 84
«Ama var bir şey!» «Ölüm için değil sanıyorum bir aray a gelişlevi... Bak s a a t ikiyi geçiyor. Öğle namazı çoktan kılınmış olacak.» Denizci emeklilerden Selim Dalgakıran, dümen suyunda boyacı Şopar Arifle girdi içeri. Arif, kapıdaki «Boyacı ve sa tıcıların girmeleri yasaktır!» levhasına, sırt çevirerek, ancak böyle hatırlı birinin yedeğinde girebilirdi bu yasak bölgeye. D algakıran’ın uzattığı pabuçlara başladı saygıyla fırça salla maya, yavaştan, yavaştan... «Var bir şey!» dedi, Lûtfi, «Boşuna elliliği vermez Selim bey! 18 M art dersen o da çok gerilerde kaldı!» A rk ad aşı: «Dur, öğreniriz!» dedi, «Niyazi bak ar mısın biraz. Yahu, bu m orukların nesi v a r bugiin, yortuları mı, bayram ları m ı? Gelmezlerdi bu saatte!» Niyazi eğildi kulağına: «Tefeci Hayri efendi var ya..» dedi, «Onun kızıyla vermiş ler mercimeği fırına.» «Kim vermiş?» «Barlas’m oğlu Erol!» «Eeeee?» «Kız altı aylık gebe! B arlas tu ttu rd u , ben bu kızı evime sokmam diye.. H ayri efendi, ne yaptı yaptı, avuç dölüsu para döktü. Ev tu ttu Cihangirde. Dayadı, döşedi. Bugün n ik ahlan kıyılıyor!» B ir boyacıyla H u rşit bey de girm işti içeri. Niyazi, önce boyacıya ters ters baktı. Sonra H urşit beye: «Sözde valilik etmiş!» dedi. «Y asaktan herkesten önce onun anlam ası lâzım. Oysa, kendisi sokuyor boyacıları içeri!» «Boş veeer!» dedi. «Böyle günlerde nizama, intizam a ba kılmaz!» Bu ikinci boyacıya Şopar A rif de kızmışa benziyordu. Sı radan çıkanrdı emeklileri. Bu piçkurusu da nerden gelmişti. L ü tfü : 85
«Canına yandığım ınm !» dedi. «Biz evlenemedik §u memle kette!» «Ne oldu, senin de vardı b ir nişanlın? G ötür artık evlen dirm e dairesine! K am ının şişmesini mi bekliyorsun, sen de on la r g ib i!» «Bizim beklediğimiz başka şeydi. Bekledik bugüne kadar. Ne gelen var, ne giden.» «Neydi beklediğin?» «Zam bekledik ilk günlerde. Terfi bekledik. B ir yolunu bu lup başka b ir yere sıçrarız dedik. Olmadı, olmadı...» «Kader!» «Doğru, kader! H er şey kılı kılına, öyle hinoğlu hince he saplanm ış ki... Bu çemberi kırıp çıkabilen kadere aşkolsun. ■Geçti bizden evlenmek!» «Canım bırak şu tasalanm ayı be! Kız mı yok memlekette. H ani kocakarıların bir sözü vardır. Elini sallasan ellisi diye. Şimdi, elini değil, parm ağını sallasan yüz ellisi...» «Neyini sallarsan salla. Kızı bulm akla iş bitm iyor ki... Biz bulduk da ne oldu sanki: Biliyorsun, on yıldır, Üniversitede ça lışıyorum. A skerlikten önce H ukuka yazılmıştık. Hem ev ge çindir, hem oku, olmadı. Yapalım şu askerliği de çıksın aradan, dedik. Tezkereyi koyduk cebimize. Bu sefer, olmuşken, doktor olalım diye düşündük. Temiz iştir doktorluk... Bak, şu emekli sürüsüne. İçlerinde bir tane doktor v ar mı?. Doktorun emek lisi olmaz arkadaş, her şeyi olur... Bezirganı olur, sim sarı olur, tefecisi olur, karaborsacısı olur, emeklisi olmaz! Neyse, biz de doktorluğa özendik; girebilirsen gir fakülteye. Kadro meselesi dediler. Dişçilik, dedik; olmadı. Peki eczacılık olsun dedik, o da olmadı. Mühendislik.. Ona da benim kafam yatmaz. O kadar g ittik geldik ki, Üniversiteye, hiç olmazsa bir iş versinler de çalışalım diye düşündük. Hep kadro meselesi çıktı karşımıza. E n sonunda yüz elli lira aylıkla, gece bekçisi kadrosuna g ir dik bilmem ne fakülteinin muhasebesine.» «Gece bekçisi olarak ha!?» «Canım kadromuz öyle.» 86
«Nişanlın ne dedi?» «Nişanlım m ı? Müjdeye gittim , girdim diye. Nereye dedi, Üniversiteye dedim. Oh, oh! Tebrik ederim, hangi fakülteye girdin, diye sordu. Muhasebeye, dedim. Şaşırdı, kaldı. Öyle fa'külte var mı Üniversitede diye baktı gözlerimin içine. Var, de dim, bizim gibiler için var. A nlar gibi oldu. Yani dedi, m em ur olarak girdin h aaa? H ayır, dedim, gece bekçisi olarak... B üs bütün şaşırdı. Ne v a r bunda şaşacak, memur değilim ama m e m ur sayılırım. Bekçi değilim ama, bekçi kadrosundayım. ö ğ renci değilim ama Üniversitedeyim işte.» «Tabii, allak bullak oldu kızcağızın kafası?» «Öyle oldu. Sonra tasalı tasalı baktı yüzüme. Aylık ? Diye sordu. Aylık mı, dedim, korka korka.. Şimdilik yüz elli lira! Yazık, dedi, evlenemeyiz bu parayla. Bekleriz dedim, bir gün kadromuz değişir. Böyle sürüp gitmez ya bu iş. Söyle Behçetçiğim, haklı değil mi kızcağız? N asıl evlenirsin bu parayla? Ay lık yüz elli lira... K uru fasulyenin kilosu yüz kuruştu o gün lerde!» «Hep öyle kalmadı ya işler?» «Evet, öyle kalmadı. B ir yıl sonra kadro değişti. Gece bekçisi kadrosundan lâborant kadrosuna geçtim.» «Muhasebedeki iş ne oldu?» «Canım iş aynı iş, kadro değişti diyorum s a n a !» «Aylık da değişti tabii?.» «Aylık mı? K adroyla birlikte o da değişti. Oldu yüz yet miş beş!» «Evlenseydin a r tık !» «Ama kuru fasulye de oldu yüz elli kuruş! Sonra bizim ni şanlı en azdan benim bir şef olmamı istiyordu. B ir lâborant karısı olmak işine gelir miydi? Bordro işleriyle uğraşıyordum kalemde, daha doğrusu aylıkları veren arkadaşa yardım edi yordum. Profesör yüzü görmeğe de başladık her ay başı.. Öde nekti, yolluktu, ne uydurm a listeler, fa tu ra la r geçmedi elimiz den!. Derken bir tanıdık profesörün desteğiyle geçiverdik «elek trik ustası» kadrosuna. însaıı, kontrol saati gezdirmeden gece 87
bekçisi, mikroskop görmeden lâborant olur da, ark a cebinde' tornavida taşım adan neden elektrik ustası olmasın!» «Peki, aylık?» «Yirmi beş lira zam!« «Yani oldu iki yüz lira. O gün için iki yüz lira iyi para,. Evlenseydin!» «Kuru fasulye de oldu iki yüz kuruş, ne haber?» «İşim gittikçe önem kazanm aya başlam ıştı. Masam biraz daha büyüdü. Şef, bana güvenerek bir- saat geç gelmeye, bir s a a t erken gitmeye başladı. Profesörlerle daha sıkı fıkıydım artık . A vrupa’ya gidip gelenlerin ödenekleri benim elimden ge çiyordu. Londra, Paris, Newyork m arkalı g ravatlarla gönlümü almayı unutm uyorlardı. Ama, kadroda elektrik ustası görünüyormuşum, ne çıkar! Bizim nişanlı nedense, çok küçük görüyordu beni. İki yıl da böyle geçti. B ir sabah, şef, kadro mun değiştiğini müjdeledi. Bordroda adımın karşısına «Yaban cı dil, daktilo» diye bir kayıt geçildi. «Aylık?» «Yirmi beş lira zam!» «Yani etti iki yüz elli!» «Kuru fasulye de elli kuruş birden fırladı, o da oldu iki yüz elli!» «Tabii evlenemedin!» «Nasıl evlenirsin. İşler aylıkla ölçülemiyecek kad ar a rttı. Bizim şef h aftada bir gün izin yapm ağa başlam ıştı. Geldiği günlerde istim üzerüıde duruyor, yerini bile ısıtm adan gidi yordu. Bordroları ben yapıyor, aylıkları ben veriyordum. İki yıl da böyle geçti!» «Kadro değişti gene?» «Bu çalışmaya kadro mu dayanır. Geçtik, ressam kadro suna !» «Aylık? Yirmi beş lira daha...» «Hayır, bu sefer elli zam!» «Çok güzel! Hemen evlenseydin!» «Evlenmek mi? K uru fasulye olduğu yerde durm uyor kiOldu o da üç yüz!» 88
«Tüüh be! Eee sonra?» «Yabancı dilden çakmadan, yazı makinesinde şapkalı a ’nın yerini bilmeden nasıl «yabancı dil, daktilo» olduysak, bir kuş resm i çizmeden de ressam kadrosuna geçivermiştik. Şef, m u hasebeye uğram az olm uştu artık. Bordrolar, müstahdemi, me m uru, profesörü benim elimden geçiyor, ödenekleri, yollukları ben hesaplıyordum. Şef adına telefonlara cev? p veriyor, Rek töre bile ben çıkıyordum. Profesörlerle enseye to k at gidiyoduk nerdeyse. Bizim hediyeler boyunbağından çoktan gömleğe yük selmişti. Derken...» «Gene kadro değişti. Ne oldun bu sefer Lûtficiğim?.» «Teknisiyen!» • «Aylık oldu, üç yüz elli!» «Hayır Behçetçiğim, tam dört yüz!» «Çok güzel! Eee artık, bu sefer evlenebilirdin!» «Fasulye oldu üç yüz elli... E t oldu on iki lira. Ispanak oldu iki buçuk lira.. Buyur, evlen bakalım! E ğer alacağın kız, teknisiyen kadrosunda b ir «müstahdem» le evlenmeğe nezaketen razı bile olsa, evlen göreyim seni!» «Kaç yıldır teknisiyen kadrosundasın?» «Tam dört yıldır!» «Ne zaman kadro değiştireceksin?» «Behçetçiğim, bizim kadro buraya kadar artık. Anladın mı, tam buraya kadar!» «İlerisi yok demek!» «Var.. V ar ama, bize göre değil!» «Yahu, profesörlerden falan tanıdığın yok mu? Rektör fa lan?» «Hepsi tamdık.» «İyi ya! Bir yolunu bulursun!» «Bulamam!» «Canım, dört yüzden yukarı kadro yoksa, o başka!» «Var, olmaz olur mu? Kadronun dört yüzden yukarısı, profesörlerin okuyamıyan, diploma alam ıyan haylaz kaymbi89
raderleri, serseri yeğenleri için. Biz çalışanların kadrosu dört yüzde bitiyor!» «Peki, senin nişanlı farkına varm ıyor mu, bu işin?» «Ben anlattım ona, bak kızım, dedim, şu bizim Üniversi tede, bir bizim gibiler var, bir de elleri cebinde, bütün gün doloşanlar... Yani yükün altına girdiği halde, kadrosu dört yüzde bitenler var. Bir de kıçı sandalye, dirseği masa görmeden kad rosu dört yüzden başlıyanlar...» «Anlayabildi mi bari?» «Daha da fazlasını anladı. Yalnız, sizin Üniversitede mi?» dedi, «Bütün dünyada hep böyle bu iş! Bütün iş, yükün altına girmeden kadroyu dört yüzden başlatabilmekte...» «Bak heleee!» «Ve bir gün, aldı başını, bu kadrosu dört yüzden başlıyan haylazlardan biriyle evleniverdi!» «Ooolı! Eline sağlık! Evet, kadınlar için bazı kolaylıklar yok değil!» «Beyoğlu sokaklarında öyle de çok firesi v ar ki bu kolay lığın.» Şopar Arif, emeklileri sıradan boyamıştı. Behçet, bir papuçlarına baktı, bir Şopar A rif’in sandığına: «Gel!» dedi, «Şunları da boya bakalım!» Sandığın dört ayağını ileri geri çekerek, ayarladıktan son ra: «Kaçtan boyadın ihtiyarları?» «Elliden... Bahşiş nanay bu tekavitlerde. Nerdeyse el uza tıp pazarlığa girişecekler!» «Söyle bakalım Arif! Senin rahm etli ne demişti sana!» «Şunu öğütlemişti Bihçet abi, uğlum Arif! Adam olmak is tersen, işte sandık! Serseri olmak istersen al eline darbukayı!» «Sen hangisini aldın?» «Gündüzleri sandık.. Geceleri darbuka...» «Kaç çocuğun v ar senin!» «Dur bir düşüniym. Uç kız, iki ulancık Uriyeden. Yenisin den de bej ulan, ikicik de kız. Kaç etti Bihçet abicim!» 90
«K arıştırdık hesabı. K âğıt kalem lâzım içinden çıkmak için!» Ekzoz gürültüleri artm ıştı dışarıda. Kapının önüne sıradan dizilm işti arabalar. Şoför Cemil’in arabası kapıya bordoladı. İçinden Tefeci H ayri çıktı. Kapıdan seslendi, emeklilere: «Buyurun beyler, gidebiliriz!» Emekliler, cenaze tab u tu görmüş gibi, birden ayaklandı lar. Oğlan babası B arlas’ı başta, çıktılar birer ikişer dışan. Şo fö r Cemil kaptı ilk çıkanı, buyur e tti arabasına. A rabalardan dördü beşi boş kalm ıştı. H ayri Bey yeniden göründü kapıda. K um arcılar görmemezlikten geldiler. Beş on kişi ister istemez k alktı ayağa. Boş arab alar da dolmuştu. Niyazi kapıyı arkalarından kapadıktan sonra, ra h a t bir soluk aldı: «Ulan!» dedi, «asılacak mısın, tefeci kızına asıl!» Gözü Şopar A rif’e ilişm işti: «Çık dışarı!» diye gürledi. «Tefeci H ayri’nin kızı koca bul du diye kahvenin kırk yıllık raconunu altü st ettiniz be! Ulan bidaaa bu kıraathaneden içeri ayak basarsanız, başınızda p a r çalarım sandığınızı. Al voltanı!» B ir tekme salladı kuyruksokum una doğru, şakacıktan. Lûtfi, arkadışım dürtükledi: «Gidelim!» dedi, «Yeter bu kadar dalgamızı geçtiğimiz. Yemekten beri hep dışarıdayım. B ir görünelim hiç olmazsa ka lemde. Bundan sonra hep böyle.. N erden? Saymanlıktan.. Nerden, D efterdarlıktan! Nerden, Vilâyetten! Anlıyorsun ya Behçetçiğim, dama dedik kaldık dört yüzde. Yok ilerisi bizim için. Geçti kavak ağacında n ar yetiştirdiğim iz günler, hem de kafam k a d a r!»
SATILIK |^URBAĞA Kralı, rakısını çekmiş, üstüne kahvesini içi yordu.. K ıraathanenin ta a a öbür ucundan ev tellâlı H as bi efendiye seslendi: «Merhaba Hasbi efendi! N asıl gidiyor işler!» «işler mi...» diye duraladı, «Ehhh... O rta şekerli...» K urbağa Kralının keyfi yerindeydi bugünlerde: «Memlekette iş yok derler...» diye başladı, «Iş mi yok!.... Otuz kuruştan kurbağa topluyorum da kimsenin kılı kıpırda mıyor... Hem de kepçesi, kovası da benden!» «Ne kepçesi bu?» «Kepçe... Bayağı kepçe... Elleriyle yakalayacak değiller y a kurbağayı. Süzğeçli kepçeler yaptırdım . D aldırırsın dereye... Hoop! Süzülüverir m akam a gibi..» Foto Burhan, bütün gün, okuna okuna paçavraya dönmüşb ir gazeteden başını kaldırdı: «Ağabii..» dedi. «Bir adam günde kaç kurbağa yakalaya bilir?» 92
«Adamına göre.. Çayına, deresine göre.. K urbağasına gö re.» «Yani... ortalam a demek istiyorum!» «Ortalamaa.. iki yüz. Uç yüz kurbağa!» «Otuz kuruştan ne eder? Doksan lira! eğer, doksanı bırak, otuz lira kazanacağımı bilsem bugün bırakırım işimi! Ne v ar fotoğrafçılıkta!» «Ne duruyorsun! Durduğun kabahat...» Y arın gel, al kepçeni, ta k kovanı koluna! Marş, marş... K âğıthane deresine!» Demirci Ali: «Ağabiii» dedi. «Sormak ayıp olmasın ya... Ne yapıyorsun bu kurbağaları sen?» K urbağa kıralı bir kahkaha a t t ı : «Ne mi yapıyorum?.. Konser verdiriyorum kurbağacıkla ra. Satıyorum be! cayır cayır F ransızlara satıyorum... Çil çil dövizler giriyor memlekete.. Elli tonluk anlaşmam var Avrupayla.» «Fransızlar n ’apıyor bunları?» «Arka ayaklarını çıtır çıtır yiyorlar. Fransız sosyetesi ba yılıyor kurbağanın ark a ayaklarına. En itibarlı m isafirlerine ikram ediyorlar bunları.. Anladın mı?.. Biz aç gezeriz de yü züne bile bâkmayız değil mi?» Yeşildirekli Cavit: «Sus be Ağabi!» dedi. «Midem bulanmağa başladı. Nerdeyse..» Çantacı yanında çalışan Nevzat, telâşla girdi içeri. B ir iki m asanın önünde dikilip karşı sokağa göre yerini ayarladı. Tam H asbi’nin masasına çöküverdi. Ev tellâlı: «Gene o dalga mı?» dedi. «Hep o.. Başka ne olsun.. Beni katil edecek bu kız! Ulan parm ağında oynatıyor bee!» «Yok!» dedi Hasbi. «Sen bunu anladıktan sonra katil ol mazsın! Boş ver böylelerine.. Senin gibi kaç tanesini dolaştı rıp duruyor saadet A partım anınm önünde!» 93
Demirci Ali dayanamadı: »Geçen gün geçiyordum A partım anm önünden. Çıkmış kapının önüne, çulunda iş yok ama, tazı da, tazı hani, diye lâf a ttı bana: Kızım dedim, tazıda da iş yok. Biz günlük nafaka peşindeyiz. Sonra.. Kapıcının kızı da olsa.. Mahallenin kızı sa yılır, bozmadım ağzımı, neyime gerek!» Yeşildirekli Cavit: «Hangisiydi! O rtancası mı, büyüğü mü!» diye sordu. «Ne bileyim... İkisinin birbirinden fark ı yok ki.. Al birini, vur öbürüne!» Ev te llâlı; «Siz bilmezsiniz..» diye başladı. «Babaları Şevket efendi tam altı sene oluyor bu apartım ana gireli. B ir Boyabatlı hemşerisi yollamış mal sahibine. Mal sahibi soruyor Şevkete.. E v li misin, bekâr mı diye.. Evliyim emme diyor, sen bizim evli liğimize heç gulak asma. Ne çarıklıdır ooo, siz hiç bilmezsiniz! B ir köroğlu bir ayvaz, diyor. K arı çifte çubuğa göz kulak olu yor memlekette!» Nevzat sandalyesini ileri geri ayarladıktan sonra, tam saa det apartım anm ın kapısını dikizliyecek bir noktada çakıldı kaldı: «Ağabii» dedi. «Ben sanıyorum ki kızı kaçıracaklar bu gece.» «Nerde öyle enayi!...» dedi, Hasbi efendi, «Babası çoktan razı bu işe...» «Ben razı değilim. Hacerle görülecek daha, çook hesapla rım v a r !» «Bırak kaçırsınlar, boşveer! H aaa?.. Ne diyordum?.. Da h a haftası olmadan şalvarlı, m intanlı b ir karı peydah olur ka pıcı odasında... Mal sahibi sorar, bu da nerden çıktı diye.. Şev ket, bizim karı bu!., diye cevap verir. Dalağında sancısı v ar da.. Gurabiye hastanesine yatacak... Peki der, yatsın bakalım. Bugün yatacak, y an n yatacak derken ne ağrısı kalır, ne san cısı... Günlerden bir gün on on beş gün sonra on iki on üç yaş larında alyanaklı bir kız çıka gelir. Çiçeği burnunda..» 94
«Yani benim Hacer!» «O işte! O vakit kıçında anası gibi bir şalvar. Mal sahibi, bu da kim, diye sorar... Eski karımdan... diye cevap verir. B ir kapıya hizmetçi veririm, gider başımdan. Siz bilmezsiniz... Bu B oyabatlılar bir teşkilât... Erkekleri kıyak hademedir. Kızları hizmetçi... Neyse.. H afta geçmeden verir Şişlide bir apartm a na, üç yüz liraya.. Aylık da yüz lira... Kızı giydirirler, kuşa tırla r şehir kızından fark ı kalmaz. On beş gün mü, geçer a ra dan, bir ay mı, buzdolabındaki pirzola yüzünden bir kavgadır çıkar. E rtesi gün kız babasının yanında.. Hanımefendi de pe şinden damlar. Hadi kız, gel gidelim, der. H acer oralı değil. Anan yahşi, baban yahşi, kız gitmez, gitmez... Hanımefendi a r kasına bakaaa baka döner gider..» «Öyle ya.. Zorla da götüremez ki...» A radan iki gün geç meden H acer başka kapıya... D ört yüz de yeni evden alır...» «Aylık?» «Aylık yüz elli ama.. Kız bir ay durmaz ki aylık alsın.. O ra dan da b ir bahane bulup kirişi kırar.» «Babası, anası öğretiyor tabii..» «Kim öğretecek başka... Dedim ya bunlar teşkilât... Öyle sine bi teşkilât ki, M asonlar D em eği h alt etm iş yanında. B a kıyor ki bu iş, kârlı iş... B ir gün kapının önünde bir şalvarlı kız daha! Mal sahibi, hani diyor, Şevket efendi, sen bir Köroğlu bir Ayvazdın, bu çocuk da kim oluyor? Bu çocuk mu, di yor, bu da öbür karıdan...» N evzat sordu: «Bu da ortanca kız, H ayriye olacak?» «îşte o haspa.. Onu da veriyor Maçkada bir apartım ana...» «Ay geçmeden dönüp geliyor tabiî...» «Bunlar teşkilât dedim ya.. A radan h afta geçmeden kapı nın önünde şalvarlı m intanlı bir çocuk daha peydah oluyor. Soruyor mal sahibi. Şevket efendi, bu da kim ? Kim olacak Bey efendi, bu da imam nikâhiyle aldığım kandan, kocadaki abla sına bırakm ıştım da...» N evzat: 95
«Bu da Zeynep... Şimdi on iki yaşında...» dedi. «Tabii o zaman altı yaşında ya var, ya yoktu. Parm ak ka d ar çocuk da hizmetçiliğe verilmez ya.. Onu da evlâtlık diye -veriyor kısır b ir Hanımefendiye. Hepsinden de baskın çıkıyor bu bacaksız.» Nevzat birden dikildi ayağa: «Bakın, bakın..» dedi, «Bir F ort giriyor sokağa.. Hayriyenin dediği doğru demek.. K açıracaklar demişti ablamı...» Hasbi efendi: «Allah.. Allah.. Herkes bildikten sonra, bu nasıl kaçır mak.. V ardır bir oyun bu işin içinde!» «Hayır, kaçıracaklar!» «Olabilir de.. Neyse gelelim hikâyemize.. Bacaksız hep sinden de baskın çıkıyor. Şalvarla veriyorlar bir eve, evlâtlık.. Üç yüz, beş yüz liraya... G iydiriyorlar kuşatıyorlar.. İstanbul çocuğundan ayırabilirsen, aşkolsun! B ir gün sözde babası gör meğe gidiyor kızını.. B ir yapışıyor babasının boynuna ki, sor mayın! Sakız gibi... A yırabilirsen ayır! A ğlar da ağlar.. D ur mam bu evde diye tu ttu ru r. E h n ’apalım derler al götür bari.. Çiçek gibi döner eve. Gelir gelmez giydirirler şalvarı, bu sefer başka bir kısır Hanımefendiye... Köyden yeni gelmiş şalvarlı çocuğun alıcısı çok olur. Düşünün, ayda bir ev.. H er evden üç yüz, beş yüz lira... Allah ne verdiyse. Üst, baş da cabası...» Nevzatm artık kulağına lâf girmiyordu. Gözleri sokağın içinde fenerlerini söndürüp yakan arabadaydı. Sigara üstüne sigara yakıyordu arabanın içindeki adam çünkü...» «Görüyorsun ya, beyim!» dedi. K urbağa ticaretinden da ha kârlı işler de var memlekette. Bir de iş yok derler! Uzatmıyalım, en büyük kız, ev değiştirdikçe kabak çiçeği gibi açıldı. Başladı fingirdemeğe.. Evin küçük beylerinden, evin beyefen dilerine kadar sıradan baştan çıkardı. Hangi eve gittiyse bu sefer dümenden değil gerçekten koğuluyordu. Ekşidi mi baba sının başına!» Sokağın içindeki arabadan kesik kesik klâkson sesleri ge liyordu. Nevzat: 96
«Tamam!» dedi, «K açıracaklar kızı!» Demirci Ali: «K açıram azlar!» dedi. «Sokağın içinde bizim çocuklar zulada. Festival v a r bu g ece!» Niyazi sekizinci bardak şarabını çekip gelmişti. Dikildi N evzat’ın başına: «Ne oluyor!» dedi, «Hazırlık v ar sokak içinde!» «Festival v ar da ondan!» Saadet apartım am nm kapısı yavaştan aralandı. İçerden b ir baş uzandı. N evzat: «Çıkıyor!» diye söylendi, «Elinde de bohçası!» Bohça değil, gazeteye sarılı b ir şeyler vardı koltuğunun altında.. «Ne duruyorsun!» dedi, «Kaçıyor işte!» «Daha vakit var! Hele araba bir caddeye çıksın!» Kız çevik adım larla yürüdü, girdi arabaya. Nevzat da fır lam ıştı yerinden. Üç sokağa bölünen en azdan otuz delikanlı üşüşüverdi a ra banın üstüne. Yolu kesilen otomobil asfalta çıktığı halde ka labalığı yarıp geçemiyordu. A çtılar ark a kapıları, indirdiler içindekilerini. Hacerin yanında m uhabbet tellâlı mı, kalantor b ir otel patronu mu, lokantacı mı, pek belli olmayan fö tr şap kalı, o rta yaşlı bir adam vardı. Elini kolunu sallaya sallaya b ir şeyler anlatm ak istiyordu. Gençlerden biri çıkardı şapka sını başından, yüzüne geçiriverdi. Adam küplere binmiş, ba ğırıp çağırıyordu. Nevzat fırladı birden: «Yahu!» dedi, «Ne oturuyorsunuz be! Festival başladı!» K urbağa kıralı: «Doğru!» dedi, «Kaçırmıyalım bu oyunu! Aşkolsun, iyi hazırlam ışlar çocuklar. Kalkın gidelim!» Demirci Ali’yle Nevzat çoktan dalmışlardı ara sokağa, pe şinden Tellâl Hasbi, K urbağa Kıralı, Foto Burhan, Yeşildirekli Cavit, Seyyar Halil... <îegmi§e - Mâzi F. 7
91
Mahalle delikanlılarından biri: «Heeey babalık!» diye yapıştı yakasına, «Nereye götürü yorsun kızı beee!..» A rkalardan bir ses: «Vurun ulan!» diye gürledi, «Kızı satışa götürüyor. Bili rim bu gavatı ben!» Bir yum rukta şapkası uçuverdi başından... Tekmeler, to k a tla r yağıyordu habire... H erif bir a ra kurtu lu r gibi oldu. Ağzı burnu kan içinde k alm ıştı: «Namussuzum satış için değil...»- dedi, «Kendim için kaçırı yordum... inanm azsanız adresim i vereyim...» «Vurun ulan hâlâ konuşuyor!» Delikanlılar öylesine koyulm uşlardı ki silleye tokada, k a pıya çıkan kızın babasını bile görm üyorlardı. «Heeey çocuklar!» diye bağırdı, Kapıcı Şevket, «Bırakın şu adam ın yakasını be! Dediği doğrudur belki.. Alın adresini de salıverin!..» Sonra döndü kızına: «Gir arabaya hadi...!» dedi, «Bütün mahalleyi ayağa kal dırdın. Böyle mi kaçılır kocaya be!.. Beceriksiz musibet... Da h a duruyor, atla arabaya!.. Yıkıl, gözüm görmesin seni!»
KOFTİLER ARASIDA ÇO FOR Cemil, üçüncü çayının şekerini k arıştırırken: «Bilemezsiniz!» dedi, «Millet ne sıkıntı çekiyor!» Tabelâcı Rıza: «Dolaş iş yerlerini.. Güngörmez, güneş görmez.. Havasız, vıcık vıcık rutubet.. Neden sıkıntı çekmesin!» «Öylesi değil be! Amma da derinlere gittin ha! Millet sı kıntı çekiyor dedimse.. Bütün banliyö istasyonlarındaki helâları yasak etmişler. Efendim, bütün mahalle bu helâlara akın ediyormuş, istasyondaki personel, helâ mı temizlesin, bilet mi kessin, işletm e yasak etmiş, çıkmış işin içinden. Millet nasıl sıkıntı çekmesin! Banliyö demek biraz da gecekondu demek. Kime dinletirsin!» «Bırak milletin helâ kapısında çektiği sıkıntıyı sen.. H ü kümetin davetlisi olarak memleketimize bir isveçli gelmiş, iş veren sendikaları başkam ym ış bu isveçli. Hükümetin hiç iş alan sendikaları başkanm ı getirttiğini de görmedik ya.. Bir ba 99
kım a da haklı.. H üküm et de iş verenlerden sayılır. H erif diyor ki, işçiye haklarını verm ekten korkmayın! İsveçte yetmiş yıl dan beri toplu sözleşme v a r !» Şoför Cemil’in gözleri üç m asa ilerideki iki kafadardaydı. Tabelâcı onun dinlemediğini anlayınca: «Ulan!» dedi, «Burda Başçavuşun eşeği konser vermiyor. Beni dinle de insanlık öğren!» «Bırak insanlığı canım! insanlık kiim, biz kim! T anır mı sın şu kof tileri?..» is te r istemez başını o yana çevirdi: «Birini tanırım . Cihat mıdır, nedir adı. Tam kof tid ir ha!» «Öbürü ondan on k at daha kofti.. K artı bile var, nam ussu zun. Koftilog Sahir Sarıova diye.. B ir gün bir kahvede kum ar yüzünden h ır çıkıyor.. K um arcılardan biri de bu kofti Sahir. Iş büyüyünce topunu birden karakola götürüyorlar.» «Bak kalktı seninki.. N iyazi’yi çağırdı. H ayri efendiyi so ruyor. Hele şu soruştaki inceliğe bak... Tefeci H ayri demiyor da H ayri bey efendi diyor. H ayri beyefendi gelirler mi?. Uy yi yeyim o dillerini senin. Ulan koftilik de bu Sahir’e vergi doğ rusu...» ikisi birden kalktı koftilerin. Çay paralarını verdiler. B ir lira da bahşiş. Biraz da kıraathanedekilere duyurm ak için, yük sekten: «Efendim!» dedi, «Hayri beyefendi gelirlerse, lütfen bekle sinler bizi. Sahir Sarıova deyin siz, anlar, iki saat sonra uğ rarız !» Niyazi bir lira gibi hemen hiç görmediği bir bahşiş aldığı halde, yarım ağız bir «peki!., peki.» dedi, o kadar.. Bu iki kafadar, öğretm en emeklisinin önündeki m asadan kalkm ıştı. Taaa kapıya kad ar çıkışlarını adım adım izledikten so n ra : «Bayılırım!» dedi, «iyi giyinen delikanlılara! F ilinta gibi çocuklar aşkolsun!» Tabelâcı Rıza sordu: «Beybaba!» dedi, «Demek kof tileri çok beğendin ha! He 100
riflerin sermayesi bu zaten. Bir takım İngiliz kum aşından elbi se.. Naylon gömlek... Yüz kâğıtlık gravat. Dümenleri bu!» «Ne iş yapar bu adam lar?» «Her iş gelir ellerinden. Kofti dedim ya bunlar!» «Ne dedin, kofti mi dedin?» «Kofti dedim, ne olmuş?» «Ne demek kofti?» Telgraf Müdürü: «Bu kelime bana kalırsa rum ca kopti’den gelir. Kesme m â nasına! Kesici demek kofti! Ben m ütareke yıllarında Tatavla ’da bir Rum kızıyla...» Tabelâcı Rıza sözünü kesti: «Eh., aşağı yukarı o m ânaya gelir. Bakm azlar gözünün y a şına düşürdüler mi üç bin, beş bin keserler!» «Yani dolandırıcı desene sen!» «Yooo.. sen koftiye dolandırıcı diyemezsin! Çok ince bir iştir koftilik.. Dolandırıcı herkesten kaçar. Kofti kestiği ada m ın üstüne üstüne gider. Sülün Osman cezaevinde verdiği bir konferansta ne diyor? Ben ömrüm boyunca kaçtım diyor, po listen kaçtım, jandarm adan kaçtım, m üteferrikadan kaçtım, ço cuklarım dan kaçtım!» «Kaç bakalım Sülün Osman! Kaçanın anası ağlamazmış!» «Kofti kaçmaz! Ne kanundan kaçar, ne nizamdan. Kanunu da, nizamı da kendisine uydurur. Çıkar üstüne oturur, yak ar sigarasını da...» Şoför Cemil, yarım kalan hikâyesini albaştan etti: «Bu iki koftiden birinin adı Sahirdir, Sahir Sarıova.. Elli tane k a rt ta şır cebinde.. Hepsi de doğrudur kartların. Tapu iş leri uzmanı Sahir Sarıova.. Yedek parçacısı Sahir Sarıova.. H e sap uzmanı Sahir Sarıova.. Güvercin Y etiştirm e Derneğ B aşka nı Sahir Sarıova.. Koftilog Sahir Sarıova. Bir gün zil kalıp da, b ir kıraathanede kum ar oynarken, h ır çıkınca, palas pandıras posta olurlar. Komiser dizer krşısm a kum arcıları. Sıradan so rar, sen ne iş tu tarsın diye. Biri der, otel kâtibiyim. Biri der Belediyede tahsildar.. Biri bankada memur. Biri esnaf.. Biri.
tezgâhtar.. Sıra gelir bizim kofti Sahire.. Komiser üstüne ba şına bakar, siz ne iş yaparsınız der nezaketle.. Elini cebine so k a r bizimki, yaradana sığınır, bir k a rt çeker. B ırakır m asanın üstüne. Başkomiser, heçeliye heçeliye okur. Koftilog Sahir Sarıova! Hemen çeki düzen verir konuşmasına... Siz, geçin şu t a ra fa der, buyrun, oturun! Sonra döner kavgacılara... U tanm ı yor musunuz siz der, aranızda böyle m uhterem b ir zat varken, h ır çıkarm ak ayıp değil mi?» Tabelâcı Rıza, konuyu toparlam ak iste d i: «Sosyal düzeni bozulmuş toplum larda böyle koftilerin or ta y a çıkması kadar tabiî ne olabilir. Devlet, anayasasını uygu layıp, iş sahaları açmaz, yatırım larını yapmazsa, böyle koftiler tü rer, iş kıtlığında iş icat etmeğe çalışırlar tabii.. Bu koftilerden lâcivertlisi var ya.. Cihat Tükenmez.. B ir domuzu eksiktir namussuzun. Uyuz kaşım akta yoktur üstüne.. Sülün Osman, G alata Köprüsünü satm ış, bu adam İstanbulu satar. Parasını alam ayınca da İstanbul Belediyesini şah it gösterir!» Jandarm a kom utanı: «Pekiii!», dedi, «Bu koftiler bizim H ayriyi neden arıyor lar !» «Vardır bir alıp verecekleri!» Öğretmen yardım cısı: «Valla bana kalırsa, bu koftiler gider okkanın altına!» de di, «Hiç şeytanla çelik çomak oynanır mı?» Tabelâcı Rıza: «Ben hiç sanmıyorum!» Öğretmen emeklisi, kom utanın gözlerinin içine bakarak: «Ben sanıyorum !» dedi, «Bizim H ayri efendi şeytana ça rığı ters giydirir. Koftilerinize acıyorum doğrusu. Şeytanla çe lik çomak oynayacak onlar mı kaldı, öyle değil mi Cevdetciğ im !» Tefeci H ayri efendinin, iki ay önce kızını allayıp pullayıp kom utanın oğluna dehlediğini h atırlatm ak içindi bu soru. Tabelâcı Rıza, bildiği bir fıkrayı, Hoca N asrettinin torba yı bozup heybe yapm ası gibi, hemen te rs yüz etti: 102
«iki kof ti bahse tutuşm uşlar!» diye başladı, «Köpeğe han gimiz hardal yedirebiliriz diye... K oftilerden biri ben diye atıl mış. Güzeeel bir bonfileyi biçimlice yarıp, çiin hardalı yerleş tirm iş. Atmış köpeğin önüne. Köpek çekiştire çekiştire bonfi lenin temiz tarafların ı yiyip, hardallı tarafın ı olduğu gibi bı rakm ış. Öbürü almış hardal kavanozunu eline. Daldırm ış p ar mağını kavanozun içine, köpeğin kuyruk altına bir parm ak hardalı olduğu gibi sıvamış. Başlam ış biçare yandım allah şa r kısını yüksek perdeden çağırm ağa. K uyruğunu merkez yapıp fırıl fırıl dönerken, düşünmüş taşınm ış, yalam aktan başka çare bulamamış. Yani sizin anlıyacağınız, ikinci kof ti, afiyetle ye dirm iş hardalı!» Öğretmen emeklisi Cemal Zülfü: «Valla çocuklar!» dedi, «Bizim H ayri efendi, ne yapar ya p ar, çıkar işin içinden. Kimbilir senin koftiler hardalı çoktan yem iş olacaklar ki fellik fellik arıy o rlar bizim H ayri efendiyi!» «Hiç belli olmaz!» Şoför Cemil: «Bana bir aydır kof tinin biri m usallat oldu.» diye başladı. «Son günlerde, Şişli - Sirkeci arası dolmuş yapıyorum. Üç gün de bir biniyor arabam a. Açıkgöz, M ısırçarşısm a doğru kıvrı lınca, tam trafik polisinin önünde dur, diyor, dayıyor burnum a bir yüz liralığı.. Sabah sabah bozabilirsen boz. B ir gün, beş gün... Kendi dümeninde açıkgöz ama, her seferinde başka şoför sanıyor beni. Gene bir sabah, tam tra fik polisinin önünde u zattı yüzlüğü. U zatır uzatm a da yapıştım . Bu beşinci Şişli - Sirkeci seferi, dedim. Yüz yirm i beşten, eder, altı yüz yirm i beş... Al şu doksan üç lira yetm iş beş kuruşu, tam am m ı? iki günüdr yüz liranın üstünü ayrı b ir cebime koymuş bekliyordum. Böyledir bu koftiler. H er açıkgözün b ir enayi ta ra fı vardır. U lan binme artık benim arabam a b e ! Bu dereden bu kad ar balık av lanır, de de, bas git! Yoook ille yutacak sonunda zokayı!» H ayri efendi ayağı yanmış tazı gibi daldı kıraathaneye. M asaları fıldır fıldır gözden geçirdikten sonra, doooğru Cevdet B arlas’ın m asasında aldı soluğu. 103
«Seni iki delikanlı aradı, iki saat önce!» diye tekmil ver di hemen şoför Cemil. «Buldular!» dedi, «Hay bulamaz olsalardı!» Komutan emeklisi, bir şey h atırlar gibi oldu: «Geldi mi bizim hedenza’lar ?» dedi. «Hay gelmez olsaydı. Tam yirm i kutu getirdi nam ussuz lar! Bir deneyeyim dedim. Hedenza değil, cehennemtaşı... Cayır cayır yakıyor. Göz göre göre kazıklandık ko ftilere!» «Canım otur bir kahve iç !» «Oturamam yahu! A nlatam adık derdimizi! L âftan anla maz mısınız siz be!» Tabelâcı Rıza: «Aman H ayri beyciğim!» dedi, «Sakın koftilerin verdiği hedenza değil de hardal olmasın... Halis Fransız hardalı! Ge çen gün, benim dükkâna da uğram ışlardı. Ellerinde kırmızılı mavili paketler.» «Hadi eyvallah! Gelirlerse, görmedik dersiniz. B ir de para mı vereceğiz nam ussuzlara!»
TÜRK PARASININ DEĞERİ gU G Ü N M eşrutiyet K ıraathanesinde bir Meclis havası esiyordu. Tefeci H ayri efendi: «Memleket dâvalarına bir tü rlü tem as edilmiyor!» diye bir fikir attı ortaya. Posta Telgraf emeklisi Telci, tâ â â m ütareke yıllarından beri A nkara hüküm etine m uhalif olduğu halde, sırf bu H ayri efendiden hoşlanmadığı, daha doğrusu dalavereli yol lardan edindiği birkaç kuruşla şu kıraathanede söz sahibi ol m ağa çalıştığı için öylesine bozulurdu ki... Hemen rüzgârını kes mek istedi: «Son günlerde durm adan tem as edilen, ana dâvalar değil de, baba dâvalar mı?» diye çıkıştı. f «Bizim ana dâvamız önce Türk parasını değerlendirmekten başlar.» Telci yutkundu, yutkundu. K arşısında komutanı görmeseydi şöylece lâfı ağzına tıkıverirdi: 105
«Eğer Türk parası değerini kaybetmişse bol m iktarda senin eline geçtiği için kaybetm iştir!» Ama gıkı bile çıkmadı. Tefeci Hayri, daha çiçeği burnunda akrabası sayılırdı komutanın. D eğiştirdi cevabı. «Türk parası, durduğu yerden nasıl değerlenirmiş?» dedi, «A nlam ıyorum !» «Nasıl mı değerlenir. Beni Maliye Bakanı yapsalar, alim allah kimseye zırnık döviz vermezdim. Bakın şu hacılara!... K ur ban bayram ını Hicaz vilâyetinde geçirsinler diye, her birine dörder yüz dolar bayram harçlığı verdiler!» Telci de bu işe kızıyordu ya... Dönmek olmazdı artık : «Sen Müslüman değil misin?» dedi. «Hacılarımızın sayısı şu kadar bin daha a rta rsa kötü mü olur!» Tüh Allah m üstahkm ı versin. Debelendikçe gidiyordu ba tağa. «Evet!» dedi Tefeci, «Hacılarımızın sayısı arttık ça iktisaden kalkınır, ortak pazara bile girebiliriz.» Telci Üniversite «münazara» larında inanmadığı tezi sa vunmak zorunda kalan am atör hatiplere dönmüştü. N asıl k u r tulacaktı bu çıkmazdan. B ir koalisyoncu Bakan um utsuzluğuy la: «Kötü mü oldu!» dedi, «Biz lâik bir milletiz. İsteyen mey haneye gider, isteyen Hacı olmağa!» «Evet!» dedi, Tefeci, «Gelirken bol m iktarda teşbih de ge tirirler. Ya sabır çekmemiz için!» M almüdürü tam am ladı! «Zemzem suyu, lületaşıyla birlikte biraz da kolera... Oku dunuz tabiî... Hacılarımızın bir kısmı Adanada, bir kısmı da M ısırda karantinada...» Eh, Telci tam çuvallam ıştı artık. Tefeci H ayri’nin bu hacı la ra neden kızgın olduğunun gerçek sebebini bildiği halde gene de çuvallam ıştı işte... Başka bir yönünden vurm ak için: «Nabi beyciğim!» dedi, «Bizim H üdayi efendi, A danada mı karantinada, M ısırda mı?» «Gidiş geliş uçak bileti aldığına göre A danada olacak!» «Eee?» diye güldü. «Bizim tefeci Hüdayi, Hacı Hüdayi .106
efendi olduktan sonra büsbütün işini genişletir artık. Bir ban kaya ortak bile olabilir! Dostum, bizim ana dâvamız, H acılara verilen dört yüz doları kesmekle ele alınmış olmaz. Bizim esas an a dâvamız...» Bugüne kadar hiç böyle bir şey düşünmemişti. P arlak bir fik ir atm alıydı ki ortaya, yediği herzeyi temizlemiş olsun: «Bizim esas ana dâvamız fuhşun önüne geçmek!... On iki... On üç yaşındaki kızlar döküldü sokaklara... Önce Genel evleri ya büsbütün kaldırmalı... Ya da şehrin kenarına... D aha doğrusu şehirden çoook uzaklara götürmeli!... Ahlâk zabıtasın daki Ali H aydar söyledi. H er sene tam iki bin kadın vesika alı yor, bin kadın da emekliye ayrılıyormuş. îki bini vesika alır da bini ıskartaya çıkarsa h er yıl bin artış oluyor demektir. Bu gidişle bilmem kaç yıl sonra memlekette... Tek vesikasız...» Vali emeklisi H urşit Bey elini kaldırdı: «Kes, dostum!» dedi, «Uzun etme. Senin yaptığına m an tık ta şey derler... Safsata!...» Komutan B arlas: «Dünyanın her tarafın d a sütü bozuklara rastlanır!» diye k estirip attı. T elgrafçı: «Bu iş...» dedi, «Süt meselesi, yoğurt meselesi değil... Üzüm üzüme baka baka kararır... Süreceksin şehir dışına... H attâ memleket dışına... M ütareke yıllarında da bu işler vardı. O za m an da insanlar çift çift y a ta rla r kalkarlardı. Şimdiki gibi diz boyu değildi kepazelik.. Ben gece sabahlara kadar Tatavlada Rum kızlarıyla vur patlasın yaşardım , hem de nasıl yaşamak, efendiler gibi...» Gerisini getiremiyordu. Tefeci H ayri: «Söyle!» dedi, «Şimdikiler sizin zamanınızdakilerden başka tü rlü mı yapıyor bu işi! Ha T atavla’da ha Boğaziçinde... Ne ■değişir...» Tabelâcı Rıza biraz da Cemil’in dalına basm ak için: «Ha çatı altında...» dedi, «Ha takside!...» F itili alm ıştı şoför Cemil: 107
«U lan!» dedi, «Dükkânında kız oynattıklarını unuttun mu... Bizim ana dâvamız bu değil... H er şeyden önce tra fik yok mem lekette... Geçen akşam çevirdiler arabam ı, in, dediler, indim. Hoh! De bakalım, diye dayadılar burunlarını, ağzıma. İki por siyon cacık yemiştim lokantada... Bol sarım saklı... Komiser ver ehliyetini, dedi. Neden vereyim âbi, diye direttim . Baksana, dedi komiser, leş gibi sarım sak kokuyor ağzın. İyi ya... Rakı kokmuyor ya, dedim. Sen misin deyen. Biz o dümenlere gelme yiz, anladın mı, diye yürüdü üzerime... Çek rakıyı... Çek rak ı yı... Ondan sonra dayan üstüne iki porsiyon sarım saklı cacığı... Sen, babana yuttur! Ölür müsün öldürür müsün. Trafik yok memlekette... Bizim ana dâvamızın en büyüğü bu!... T rafik is terim ben, ayığı sarhoştan... R akı içmeyeni, rakı içenden ayı racak trafik isterim!» Tabelâcı Rıza: «Ulan Cemil!» dedi, «Bir tek oğlun var, onun ölüsünü öp. K afayı çekmemiş miydin, doğru söyle!» «Çekmiştim, n ’olacak!» «Eee, ne alıp veremiyeceğin var trafik le senin!» «Ben her akşam içerim be! Votka içerim, mis gibi... Bizim mesleğe rakı gitmez, anladın mı sen, bırak trafiğini... M üşteri ye karşı ay ıp ! Leş gibi de kokar musibet. Ben votkadan rakıyı ayıracak trafik isterim memlekette demek istiyorum.» Komutan emeklisi: «Bunlar mesele değil!» dedi, «Bizim ana dâvamız köyden başlıyor. Köylüyü kasabaya indirmiyeceksin, değil büyük şe hirlere... Hele Istanbula, bir tek köylü sokmıyacaksm... Canım ne işi var köylünün büyük şehirlerde! Köylünün, köyü yok mu! Çevireceksin şehirleri fırdolayı karakolla, içeri kuş uçurtm ıyacaksm. Girmesi gerekenlerin elinde fotoğraflı bir vesika, gös terip girsinler kapıdan içeri!» Tabelâcı Rıza lâfa k a rış tı: «Yâni pasaport gibi!» «Ne gibisi be!... Tam pasaport! 108
Fotoğraflı, m ühürlü so
yundan! Köyden şehire, şehirden köye bir tahsildar bir de ja n darm a gidip gelecek, o kadar! «Hani köylü efendimizdi bizim!» «Köylü, köyünde efendi! Gelip şehirde de efendiliğini yü rütecek değil ya! Şehirli de, şehirde bey!» Tarım m üdürü emeklisi: «Haklısın komutanım» dedi, «Büsbütün de haksız değilsin hani... E sas bizim ana dâvamız ta rım meselesi... Köylüyü, kö yüne bağlamak için tek yol... Toprak vereceksin köylüye... Ama az, ama çok!...» Tabelâcı: «Anlayamadım!» dedi, «Kimden alıp da vereceksin!» «Kimden alırsan al! Vereceksin işte!...» «Nasıl verilecek, saksıyla mı, kesekâğıdıyla mı?» «Önemli olanı bu değil... Köylüyü oyalamak... Köyüne bağ lamak... K aldıracaksın traktörleri, pullukları!.. Gözünü sevdi ğim kara sabanı tutuştu racak sın kulpunu eline. Ho, öküzüm ho!» «Doğrudur!» dedi. Sağlık memuru, «Halûk bey haklı... Şe hirlere Frengi, belsoğukluğu hep köyden geliyor!» Komutan coşm uştu: «Asayişi bozanlar tüm köyden gelenler. Sen bir köylüyü köyünde hırsızlık ederken gördün mü. Köylü köyünde adam öldürür ama, hep toprak için. Ama hırsızlık etm ez'» Patron, Nizami yalçın, Ulunayın yazısından başını kal dırdı : «Evet!» dedi, «Cemal Paşa cayır cayır adam temizlediği günlerde sıra P rens S abahattin’e gelmişti. Talât Paşa Prens S abahattin’e akşam dan haber göndermiş... H urşit beycığim anlaşılıyor değil mi?» «Hayır!» dedi, «Anlıyamadım. Ne haberi göndermiş?» «Canım anlaşılm ayacak ne var. Kaçsın diye haber salmış! Kaçmazsan Cemal, temizliyecek seni, demiş! Prens S abahattin d urur mu, toz oluvermiş hemen o gece! Cemal Paşa, vay anasını, herifi kaçırdık deyip dururken T alât 109
P aşa çıkmış karşısına, hiç üzülme demiş, ben haber gönderdim ona! Anlaşılıyor değil m i? Bizim ana dâvamız...» Y arısı kapıdan, yarısı pencereden b ir sürü delikanlı dalı verdi kıraathaneye. Hemen hepsinin de ağzında birer sigara vardı. E n bodurları: «Ulan!» dedi, «Gene geldik bu pis kahveye be!» En uzunları gerilere b ir göz gezdirdikten sonra: «Bir sürü moruk...» dedi, «Şunun şurasında oturup kâğ ıt oynayabilecek tek kahve yok! Ne memleket be!»
BEN Mİ KALDIM! J^IRAATHANENİN karşısındaki arsaya gece, b ir otomo bil am balâjı, olduğu gibi oturtulm uştu. Olmuştu b ir gecekondu. Bu işten ilk zararlı çıkan tabelâcı Rıza id i: «Artık bu kadarı da kepazelik!» diye yırtınıyordu kapının önünde. «Sen göz göre göre gel, Vilâyetin burnunun dibine k u r gecekonduyu. Memlekette kanun yok mu be!» H urşit bey, tabelâcı Rızanın rüzgârını kırm ak için: «Yahu!» dedi, «sen ne telâşlanıyorsun. A rsanın sahibi var! D üzeltir bu işi!» Bu çıkış, Rıza’ya, küfür gibi gelecekti tabii.. A rsanın sahi bi, nihayet istediği fiatı tu ttu ru n ca satıp kurtulacaktı. Ama buraya gece kondu kurulunca Rıza, tabelâlarını nerede yaza cak, bez dövizlerini nereye gerecek, sekize dörtlük kamyon rek lâmı saclarını nereye dayayacaktı? Gecekonduyu arsaya o tu rtan vatandaş, dört çocuğu, k a ili
rısı, anası, babasiyle girm iş entipüften gecekondusuna, başını çıkarıp bakm ıyordu bile. Kalabalık biriktikçe birikiyordu. Öğretmen emeklisi yeni geliyordu evden. Önce kalabalığı gördü, sonra gecekonduyu.. Rızayı her zam anki tezine aykırı konuşur görünce, dayanam adı: «Ne o telâşın!» dedi, «Ne yapsın adamcağız!» «Ne mi yapsın, nerden geldiyse oraya gitsin!» «Yani köyüne...» «Öyle ya!» «Yahu, sen her zaman demez miydin, bu köylü, keyfinden m i şehirlere akın ediyor diye.. Bugün ne oldu sana!» H urşit bey: «Bırak!» dedi, «yorma çeneni. Bizim Rızanın sosyalistliği buraya kadar işte!» Bulm uştu bamtelini. Rıza: «H urşit bey abi!» diye savunm asını yapm ağa başladı, «Bu iş hükümetin nüfus politikasiyle ilgili.. îskân işini ben mi kal dım düzenliyecek ?. Bu gecekondudakileri, alıp bizim eve gotürsem , çözümlenir mi sanıyorsun bu dâva! H üküm et işi, bütün bunlar!» Emekliler, kıraathanedeki yerlerini almışlardı. Malmüdü rü Nabi Sayar, sanki dışarda olup bitenden hiç haberi yokmuş gibi, Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasını açmış, göbekteki makaleyi okuyordu. Sonuna doğru dayanamadı, yükseltti se sini: «Gollüce köyünün yüzlerce yıldır b ir tek aileye kölelik eden insanları, bugün evsiz, ocaksız, susuz, topraksız, okulsuz, mescitsiz, mezarlıksız ve ekmeksizdir.» Jandarm a kom utanı emeklisi: «Yalandır!» dedi, «Anadoluda böyle köy kalmadı artık!» Öğretmen emeklisi: «Eskiden vardı demek!» «Eskiden olabilir. Ama köylü uyandı ne zamandır!» 112
«Uyandığı doğrudur. E ğer uyanm asaydı, bu yazılar gaze tenin sayfalarına nasıl geçecekti!» Nabi Sayar, gazeteyi katlayıp öbür m asaya b ırak tı: «Cevdetciğim!» dedi, «Sen emekliye ayrılm adan, köylere çıkardın tabii?» «Kasabada kalır miydin diye sor da, bir şeye benzesin!» «Çıkardın demek.. Kimin evinde kalırdın?» «Ya m uhtarın evinde, yahut da m uhtarın göstereceği her han gi b ir evde!» «Yani ağanın evinde!» «Eh., aşağı yukarı...» «Şimdi senin ağzınla köyü, köylüyü bir anlatalım . Köylü m isafir sever.. Köylü hüküm et adam larına karşı saygılıdır. Köylü dürüsttür. Köylü temizdir, köylünün sözü sohbeti çeki lir.. Köylü..» öğretm en emeklisi: «Hocanın biri cerre çıkmış, b ir zam anlar!» diye başladı, «İnmiş konuksever b ir köye. A çlıktan zifiri kesilmiş hocanın. Gözünü karartm ış, Peygam berin devesi gibi çökmüş, karşısına çıkan ilk biçimli b ir evin önüne! ö y le ya, deve bile ham ur y u t tu racak evi hesaplayıp çökmüş olacak. Hoca da öyle yapmış. E vin erkeği çiftinin çubuğunun başında. Evin kadını, oğlundan b ir çömlek pekmez göndermiş hocaya. B ir de somun.. Hoca ba tırıp batırıp indirirm iş gövdeye. Bakmış ki, ekmek batırm ak la çömlekteki pekmezin tükeneceği yok. Çocuktan b ir kaşık is tem iş. Başlamış bu sefer kaşıklam aya. O da olmamış, kaldır m ış çömleği dikmiş. L ıkır lıkır... H âlâ tüketememiş çömlekteki pekmezi. Oğul, demiş, pekmeziniz hâlis üzüm pekmeziymiş. Siz böyle her gelen hocaya bol bol pekmez çıkarır mısınız? Yok, demiş çocuk, çıkarmayız! H ani hoca biraz da böbürlenmemiş değil. Ya, demiş; çıkarmazsınız demek? Peki, bana neden bu k ad ar bol pekmez çıkardınız? Oğlan, neden çıkaracağız demiş, bu akşam küpe sıçan düştü de.. Ziyan olmasın diye çıkardık. Hocanın kavuk tepesinden fırlam ış. Kaldırdığı gibi pekmez çömleğini vurm uş yere; tuz buz etmiş. Olandan bitenden ürken G eçm işe - M âzi F. 8
113
çocuk, seslenmiş içeri. Anneeee! Hoca, babam ın sidik kabını k ırd ım !» Jandarm a kom utanı emeklisi: «Yoook!» dedi, «Türk köylüsüne söz yok.. Bunlar çarpık kafalıların uydurduğu m asallar.. T ürk köylüsü, yemez, yedirir., içmez, içirir..» «Bak, bu doğru işte. Ama artık Türk köylüsünün yedire cek, içirecek hiçbir şeyi kalmadı. Ne yedirecek yum urtası... Ne içirecek ayranı... Ne de jandarm a kom utanına çıkaracak tavu ğu... A nkara sokaklarında gösteri yürüyüşü yapanlar, yalın ayak Meclise koşanlar işte bu kışm yorgansız, yazm ayransız kalanlar!» Tabelâcı Rıza patladı kapıda: «Gittim karakola!» Jandarm a komutanı emeklisi, biz burda neciyiz, gibilerden so rd u : «Ne yaptın karakolda?» «Dedim, Vilâyetin burnunun dibine köyden inip gecekon du oturtuyorlar da siz burda hâlâ çay kahve içiyorsunuz! Ko miser, nereye kurm uşlar gecekonduyu diye sordu. M eşrutiyetin karşısına, dedim. Sana ne dedi, M eşrutiyetin karşısındaki ge cekondudan? Arsa, senin arsan mı? Ne arsası dedim, böyle a r sam olsa, gelir buraya dert mi y an arım ! N erde yazacağım, ben tabelâlarım ı bundan sonra? Aman gözünü seveyim komiser bey, ocağına düştüm!» Cevdet Barlas, bir fik ir y ü rü ttü : «Ben sana bir şey söyliyeyim mi. Bu iş çok nazik bir me sele. Kolay kolay komiser karışam az!» «Ben de beş kâğıt sıkıştırdım...» Barlas doğruldu birden: «Ne? Beş kâğıt mı? Bu iş, beş kâğıtlık iş mi be!» «Dur canım ,beş kâğıt tutuşturdum bir delikanlının eline. Koş dedim, Altıncı Daireye!» «Var mı bir tanıdığın? Başkomiseri mi tanıyorsun, Altıncı Dairede, kaym akamı mı?» 114
«Tembih ettim delikanlıya.. Tam kaym akamlığn bitişiğin de yeni açılan yol üzerinde 78 numara... Koş, Hacı îlyas efen diyi bul! Acele gelsin, arsana gecekondu yaptılar de!» A rsanın önündeki kalabalık dağılınca, gecekondudan ilk önce çocuklar fırlam ıştı dışarıya.. Sonra yaşlılar.. Tarım m üdürü: «Yahu!» dedi, «Bütün bu kalabalık bir odada mı yatıp kalkacak?» Öğretmen em eklisi: «Hayır dostum!» dedi, «çocuklar ayrı dairelerde.. İh tiy ar lar ayrı..» PTT emeklisi: «Kepazelik!» dedi, «karı-koca da şu on iki, on üç yaşların daki çocukların ortasında..» «Kabakçiçeği gibi nasıl açılmasınlar!» Öğretmen emeklisi: «Çocukları yalnız bir yetiştirm iyoruz okullarda, işte böyle yetişip gelişiyorlar. Gecekondularda oturan karı-koca, birbiriyle ancak gündüzleri karı-koca olabilir, çocuklar arsaya çık tık ları zaman, ya da... Durun, size bir hikâyecik anlatayım , sı rası gelmişken. Karısı, burnunda mis gibi tüten genç bir koca, gündüz izin alıp gelmiş gecekondusuna. Çocuklardan ikisi so kakta... Biri komşuda, ikisi okulda.. En küçüğü de pencerenin önünde oturuyor. Oğlum, demiş, sen pencerenin önünden sakın ayrılm a. Her asker geçende sana on kuruş.. Anladın mı? Aç gözünü.. Sakın kaçırmayasın. Peki babacığım demiş, sen bana bırak!. Ev, gecekonduymuş ama, sokak da sokakmış hani. İki dakika geçmeden, bir asker görünmüş karşıdan. Babaaa! de miş, bir asker geliyor! Al şu on kuruşu... Peşinden ikinci as ker... Baba bir asker daha geliyor! Şu on kuruşu da al!. Adam daha karısının elini tutm adan, lirayı toslamış.. Bir asker... pe şinden bir asker daha.. Tam işin p atırtılı zamanı, bir bando mızıka kopmuş dönemeçten. Bandonun arkasında tam kadro bir alay.... Çoouk boynunu bükerek dönmüş, babasından yana.. 115
Babacığım demiş, gel sen vazgeç bu işten, çok pahalıya patlıyacak sana!» «Zamane piçleri!» dedi komutan. «Ahlâk diye bir şey kalmadı memlekette! Yazık! Biz., dün yanın..» Öğretmen emeklisi: «Sen her işçiye üç odalı, bilemedin iki odalı bir ev bul. ah lâk da geri gelir, namus da.» K arşıdaki gecekondunun önünde polisler, jan d arm alar gö rünmeğe başlam ıştı. Çok geçmeden yataklar, yorganlar dökül dü arsaya.. Gece konan fo rt am balâjı, gündüz gözüyle kaldı rılm ıştı arsadan. îk i trafik polisi, ellerindeki bez dövizlerden birini arsaya, bir uçtan bir uca gerdiler. Trafik haftasına giriyorduk bugün. Komutan gözlüğünü çıkarıp, bez dövizleri hecelemeğe baş ladı: «Dikkatli., yürümek., ve dikkatli araba... kullanmak... Mil lî vazifemizdir!» Öğretmen emeklisi: «Yahu!» dedi, «Ne kadar da çok millî vazifemiz var! Hem bu vazifeler gün geçtikçe de artıyor!.. Tam vaktinde çıkmışız em ekliye!»
BİR DE AKILDAN OLMAYALIM! ‘J'ARIM M üdürlüğünden emekli Hulki Bey: «Toprak reformu... Toprak kanunu derken... T asarı çık tı işte...» dedi, «Daha ne istiyorsunuz. Bizim Cavit Bey, gider ayak bu tasarıyı da getirdi... A rtık tek b ir topraksız köylü kalmıyacak... Şehirlere yorganlılarm akını böyle durdurulur işte.. E n önemlisi ağa da kalm ayacak artık, tek b ir toprak ağası!» «Evet!» dedi, Vali emeklisi, «Toprağı kim işlerse toprak onun olacakmış diyorlar... Gel gelelim bu toprak reform u k a nun tasarısının uygulanm ası için ilk iş, neymiş biliyor m usu nuz? Bütün toprakların plânı, kadastrosu çıkacakmış! Bu da ancak yüz yirmi yılda çıkabilir diyorlar. Nasıl, doğru mu bu, H alit Bey kardeşim.» H alit Yılmaz, Vali emeklisi H u rşit beyin misafiriydi... İz m it kazalarından birinde Fen Heyeti Müdürü... Sinsi sinsi gül dükten sonra: «Atı alan Ü sküdarı çoktaaan geçti...» dedi, «Tasarıyı h a 117
zırlayan Bakan bile iki bin dönümden fazla bir karış toprağım yok diyor!» «Yalan mı söylüyor?» «Yoooo! Onu bilmem am a bütün ağ alar çoktan toprakla rını çocuklarına, torunlarına bölüştürdüler. Bizim bildiğimiz eski toprak ağaları, nerdeyse topraksız olduklarını ileri süre rek otuz dönüm toprak istemeğe kalkışacaklar.. Bu tasarıy a şöyle bir madde eklemeli: 1980 dan sonraki büyük ölçüdeki top rak satışları muvazaalı olduğundan...» H urşit Bey: «Evet!» dedi. «Satışları iptal etmeli... Ya da toprakların sahipleri incelenirken meselâ K araosm an ailesi... Göle ailesi... Onal ailesi.... Diye ele almalı... Ha... Ne dersin H alit beyciğim?» H alit beyin, kapıda dikilen Foto B urhandaydı gözü... Sağ lık K uruluna girmek için resim çektirm işti. «Ne oldu?» dedi, «Burhan bey oğlum, bizim vesikalıklar gene banyoda olmasın sakm!» «'Fotoğraflar mı?» dedi, «Evet... Banyoda...» «Hâlâ mı banyoda be... K orkarım sen bizim resim leri B ursaya gönderdin K ükürtlüye!.. İnsaf be!... Kaç gün oldu?» Öğretmen emeklisi: «Geçmiş olsun!» dedi, «Bir rahatsızlık falan mı var?» «Yoktu böyle rahatsızlık am a oldu şimdi!» «Anlayam adım!» «Yâni desidroz’umuzu tevsik ettirelim derken üç aylık r a por tu tu ştu rd u lar elime. Üç aydır istirah at etmek şöyle dursun, sinirlerim büsbütün allak bullak oldu. Bu sefer de sağlam r a poru alm ak istiyorum. K urula bizim vilâyette girseem. Akıl hastanesine göndermeleri işten bile değil!» «Çok karıştı. Anlayabilene aşkolsun!» Mühendis cevap verecek yerde Foto B urhan’a döndü: «Kuzum!» dedi, «Çıkar şunları banyodan artık... Görüyor sun ya sinirlerim bozuk! Sen de büsbütün sinirlendirm e beni... Sayın dostlarım , bir şey anlayam adınız değil mi? D urun an lat m ağa çalışayım. Bulunduğum kazada... Ben diyeyim Adapaza 118
rı, siz deyin Gebze... Hereke... B ir ağa v ar ki... Toprak ağası... Ş errine lânet! Ağa deyince aklınıza hep Doğudaki elli beş ağa gelir sizin! Doğuda toprak mı v ar ki ağa olsun! Dokuz keçisi olana ağa derler. Ağa da buralarda Bey de... Beyefendi de. U zatm ayalım. Bizim orada da b ir ağa var... Ben diyeyim İb rahim ağa... Siz deyin H aşan ağa... Neyse... B ir gün bizim Fen Heyetine bir dilekçe geldi... ki bin dönümlük bir tarlan ın ifrazı için... Yâni ta rla bloklara ayrılacak, bloklar parsellenip arsa diye parça parça satılacak! Olur mu böyle şey! Hani bunun h a ritası, topografyası dedim, kanalizasyonu... Elektriği suyu ta mam mı? Sonra yapılacak dediler, hele sen bir kere bas im za yı!... Olmaz dedim, im a r kanunu sarih! Biz form alite yerini bulsun diye baş vurduk makamınıza... Yoksa çoktaaaan p ar selleyip satışa çıkarırdık. Zahmet etmişsiniz öyleyse... Parseleyip satın, ne duruyorsunuz dedim. İbrahim Ağanın oğlu biraz m ektep medrese görmüş, ağzı lâf yapm asını biliyor... Kendi eliyle çizip dilekçeye iliştirdiği, sözüm ona plânı göstererek, mühendis Bey, dedi; şurdan iki parça arsa da siz beğenin. Ço luk çocuk sahbisiniz! ö y le der demez fırladım yerimden. İşte dedim kapı... Aç! Çık dışarı! Benim haysiyetim i iki karış to p rakla mı satın alacaksın. Defol! Hiç istifini bozmadı seninki, siz bilirsiniz dedi. K arsın h a vası nasıl gelir size! B ir düşünün de ona göre ayağınızı denk alın, bundan sora! K arsın havası mı dedim, gayet iyi gelir, o ra lıyım zaten... Çıktı g itti; kuyruğuna baka baka... Bütün me m urlar, sıradan bizim fen heyetine düşmeğe başladılar, teker teker... Hepsi de lâfı döndürüp dolaştırıp İbrahim Ağaya geti riyorlardı. iy i adam mış eli açık adammış, bol bol kuzu ziyafeti çekermiş memurlara... B ir gün masam ın başında oturuyordum , evin alış verişini yaptığım bir bakkal var, Hüseyin efendi... M erhaba Mühendis bey, diye girdi odama. Sözde geçerken bir kahvemi içmek için uğramış. Kahveler geldi, dilinin bağı da çözüldü Hüseyin efen dinin. Çok belâlı bir adam mış bu İbrahim Ağa. Bununla u ğ raş m ağa hiç gelmezmiş. Ne memurların, ne m üdürlerin ellerine 119
verm iş bavullarını... Beni çok sevesiymiş Hüseyin efendi, bere bu kazaya çok lâzımmışım. Dikine gidersem gene ben zaralı çı karmışım. îyisi mi olur demeliymişim bu işe. Bir imzacık a ta r sam dilekçesinin altına, kalem elime mi yapışırmış. Ya beni valiye şikâyet edip de a ttırırs a daha mı iyi olurmuş. Hüseyin efendi dostum, dedim, sen hiç m erak etme... Da ha, çok alış verişler ederiz seninle! Bak keyfine dedim, bilirim işimi ben! E rtesi gün bir ev tellâlı düştü odama... Eskiden Kırkpınarda başa güreşirim. Yekten «Elli bin lira, sana!» dedi. Bu nun yirmi binini peşin peşin cebinde görmek iste r misin ? E ğer ta tlı canını seviyorsan gel, he de de olsun bitsin! Yirmi bin lira az para değil böööle günde... Bu parayı metazori vereceğim sa na anladın mı? Ya almazsam, dedim. Almazsan enayiliğine doyma!. Seni bu memleketten sağ salim çıkarırsam bana da... Tutamadım: kendimi, bana baksana pehlivan, dedim; biz tam altı kardeşiz! Altımız da gözümüzü budaktan esirgemeyiz anladın mı? A ltı mızı birden temizlemeyi gözüne alırsan, hiç durma, hemen baş la işe! Baktı ki palavrasına pabuç bırakan yok. İlâhi Mühen dis bey, dedi; sen çocuksun be! Kim kimi temizlermiş bu za manda. K alktı ayağa, yâni dedi, yirm i bin kâğıda ihtiyacın yok ha! Hadi eyvallah! E rtesi gün kahvenin önünden geçiyordum. Kahveden bir ih tiy ar fırladı d ışa rı! Bastonunu kaldırıp yürüdü üzerime. Heyyy! Mühendis, mühendis; diye bağırdı, benim işi mi ne halt etmeye yokuşa koşuyon! Ben adamı tuttuğum gibi sıpıtıveririm K arsa, Erzurum a... Tutm asam bastonu gerçekten indirecek kafam a! Doğru karakolda aldım soluğu!» H urşit bey bu işleri pek iyi bilmiş olacak ki so rd u : «Ese?» dedi; «Şahit bulabildin mi bari!» Acı acı baktı yüzüme: «Buldum!» dedi, «Bir kahve dolusu adam buldum!» «Hayret! Y ürek varm ış herifler de!» Mühendis birden küplere binm işti: «Ne yüreği be!» diye bağırdı, «Az kaldı ağlatacaklardı 120
anamı. Öğretilmiş gibi, ağız birliği ettiler nam ussuzlar. Sözde ben, bastonu kaptığım gibi elinden, yürüm üşüm İbrahim A ğa nın üzerine!» «Sonra?» «Sonrası... E rtesi gün Kaymakam çağırmış, gittim . Bırak, dedi, uğraşm ayı bu adam larla... Netameli adam lardır bunlar... V er ifraz müsaadesini de kapansın, gitsin bu iş!... A radan b ir h a fta ya geçti, ya geçmedi, validen bir telefon... Atladım otohüse gittim . Nedir bu meselenin iç yüzü diye sordu, sizden bü tün kasaba şikâyetçi... Bu işin iç yüzü mü beyefendi, dedim. D ürüst b ir m em urun direnme savaşı. Hepsi bu kadar! «Anladım, dedi, rahatsız ettim . B aşarılar dilerim! Vali emeklisi: «Aferin Valiye!» dedi, «Vali dediğin böyle olur işte!» «Bir gün parm ağım da bir kaşıntıdır başladı. Eve gider ken hüküm et doktoruna bir göstereyim dedim. D oktor da me ğer bütün m em urlar gibi Ağanın adamıymış. Parm ağım a bak tı baktı da, Sayın H alit Beyciğim, dedi; büyük geçmiş olsun! H ayrola doktor beyciğim, dedim, yaram az bir şey mi var! K uş kulu kuşkulu bir kere daha inceledikten sonra, büyük geçmiş olsun dedi yeniden Desidroz deriz biz buna... Lâtincesi budur. Aman doktorcuğum, ya Türkçesi? Yok Türkçesi, dedi. Meselâ K anserin var mı Türkçesi! N e? K anser mi, dedim. Yok, hayır! Misal olarak söylüyorum dedi... Bununla beraber, birkaç gün istira h a t etmelisin. Ben bir rap o r yazarım, bir de reçete... Tam yirmi beş gün istirah at yazmaz m ı? D aha fazlasına yetkisi olmadığını özür dileyerek açıkladı. E rtesi gün daireye bir uğrayacak oldum. K aym akam dan bir telefon... Siz ha! R a porlu bir memur, nasıl olur da m akam ında bulunabilir! Aman efendim, ne rahatsızlığı dedim, sadece şahadet parm ağım da ufak bir tahriş... Seninki büsbütün köpürdü. Demek parm ağı nızda ehemmiyetsiz bir tah riş var da kalkıyor yirm i beş gün lük rapor alıyorsunuz! Tem arüz ha!... Koyuyorum muameleye T 121
Koydu da! Bu sefer hasta olduğumu isbat etmek bana düştü. Sinirlerim son zam anlarda adam akıllı bozulmuştu. Sağlık Ku ruluna baş vurdum. H ayret!.. Tam üç aylık rapor verdiler. Me ğer gerçekten sinirlerim bozulmuş! Ben yirm i beş günlük desidrozumu tevsik ettireyim derken.. Oyuna gelmiştim!» Öğretmen emeklisi: «İbrahim Ağanın parm ağı çok uzunmuş doğrusu!» «Valla... Onu bunu bilmem. Yerime bir mühendis verildi. Hemen haftasına da İbrahim Ağanın tarlasıs parsellenip satışa çıktı!.» «Pekiii...» dedi, öğretm en emeklisi, «Şu desidroz dedikleri ne karın ağrısıym ış? K anser başlangıcı falan mı?» «Yok canım. K ocakarıların m ayasıl dedikleri şey! G öster dim, İstanbulda bir doktora. Güldü, krem sür, geçer; dedi. Şim di gelgelelim işin en önemli yerineee! Üç aylık raporum bitmek üzere, bugünlerde. Üç aydır sinirlerim berbat mı, berbat! Sağ lık kuruluna bizim vilâyette girersem sağlam a y atırırla r akıl hastahanesine! Bir yolunu buldum da burda giriyorum, K uru la! Yerimizden, işimziden olduk... B ir de aklımızdan olmıyalım hiç olmazsa!»
KİMYACININ DEFTERİ y
J^ÎZAM Î bey, bir genel m üdür saltanatiyle oturduğu m a sasından seslendi: «Heeey! Niyazi!.. K apat pencereleri... Sağnak başladı!» Kapının önünde üç dört liseli birikti. Ceketleri bile yoktu arkalarında. Derken üç dört liseli daha... K ırk elli kadarı da yol kenarındaki ağaçların altına dağılıverdiler. Sağnak fener siz yakalam ıştı çocukları. K ıraathanenin kapısına sığınanlar dan biri, kapıdaki tabelâyı yüksek sesle okudu: «On sekizinden aşağı çocukların girmesi yasaktır!» Bu yasak levhası, çocuklarda, içeri girme isteği uyandır m ıştı. Biri: «Neden yasak olsun!» dedi, «okul bugün istop!» Ö bürü: «Öyle ya!» dedi, «Neden yasak olsun! Bu yasak okuldan kaçanlar için değil mi? O kullar paydos!» «Girelim!» 123
«Ne duruyoruz bu yağm urda!» Önce ikisi girdi. Peşlerinden dört kişi daha... Niyazi pen cereleri kapatm ış dikiliyordu kıraathanenin ortasında. Giren leri görünce koştu kapıya: «Heeey! Çocuklar!» dedi, «On sekizden aşağı çocuk gire mez !» En öndeki, bu emri, durum a göre yorum ladı: «On sekizden aşağısı yasak ha! Biz tam altm ış kişiyiz!» K apıdakiler elini salladı. Onlar da çınarların altındakilere seslendiler: «Haydi çocuklar!» Niyazi ne kadar göğüslemeğe çalışsa da nafile. En azdan altm ış liseli, çekirge sürüsü gibi, birden dolduruverdi boş san dalyeleri.. Geriden gelenlere, m asaların üstünde bile yer kal mamıştı. Saçları vıcık vıcık briyantinli delikanlı: «Ulan Erol!» dedi, «Bırakalım Gülhaneparkmı da burda konuşalım !» Erol filinta gibi delikanlıydı. Şöyle bir çalım la; çıkardı ta rağını, yağm urdan suçuk gibi olmuş saçlarını fiyakalı fiyakalı ta ra rk e n : «Olur mu burda konuşmak..» dedi, «Tıklım tıklım , kahve be!.» «Canım onlar çakmaz bizim dalgamızdan. Biraz üstü k a palı konuşuruz biz de!» Aşağı yukarı aynı yaşlarda oluşlarından, aynı sınıfta ol dukları anlaşılıyordu. Erol dedikleri, elebaşılarıydı her halde.. Bilârdo m asasına yanladı: «Arkadaşlar!» diye başladı yavaştan, «Biliyorsunuz kim yacının defterinin yürütüldüğünü.. Ammaaa.. bunu kim y ü rü t tü.. Ben de bilmiyorum, siz de bilmiyor sunuz değil mi?» Boşta bulundukları için, hep birden cevap verdiler: «Bilmiyoruuuz!» K ıraathanede bir oğultudur gitti. Bütün başlar onlara çev rilm işti. Nizami efendi kalktı m asasından: «Olmaz böyle şey!» diye bağırdı, «Hadi göz yumduk içeri 124
girmenize. Y ağm urda ıslanm asınlar dedik. Siz de ayağınızı denk alın. Toptan konuşmak yok!» Erol açıkgöz bir şeye benziyordu. Gitti, sırtını sıvazladı Nizami Beyin: «Hoş gör babalık!» dedi, .«Bugün okullar istop. Giderayak üç beş lâf edelim dedik. Sen, bak keyfine!» Sonra Niyazi’ye döndü: «Sen sıradan çay ver arkadaşlara!» Niyazi kuşkulu kuşkulu bakıyordu. Erol: «Korkma!» dedi, «Bende paralar!» Çıkardı, bir on kâğıt toka etti: «Üstü de içtikten sonra!» Çalımlı çalımlı geldi, gene bilârdo m asasına yanladı: «Ne diyorduk çocuklar.. D efteri kim y ü rü ttü diyorduk de ğil m i? Ha!. D efteri kim y ü rü ttü ben de bilmiyorum. Siz de bil m iyorsunuz !» «Bilmiyoruuuz!» Gene boş bulunm uşlardı işte. Erol, kaşlarını ç a ttı: «Hay Allah!.» dedi, «A tacaklar sokağa. Toptan cevap ver mek yok.. Bu deftere göre tam otuz iki baş öğrenci, yalnız bi zim sınıftan bütünlemeye kalıyor!» «Vay anasını be!» «Tam otuz iki baş ha!» «İnsafına tüküreyim ben onun!» E ro l’un yüzü güldü: «Ha şöyle!» dedi, «Teker tek er konuşun, kahveciler sotada. Fermeye hazır, bekliyorlar! Şimdiii.. Bu defteri ne edece ğiz?» H er kafadan bir ses çıkmağa b aşlad ı: «D efterim i?. Yakalım!» «Yırtalım! Çöp tenekesine!» «Önce notları düzeltelim!» «Sonra postaya verip adresine yollayalım!» «Müdürün adresine yollayalım!» «Vekâlete yollayalım !» 125
«Ne Vekâleti be! Bize ne Vekâletten. Çarkımıza tü kürsün ler diye mi?» «Aramızdan bir heyet seçelim. Gönderelim kimyacıya!» «Evet, pazarlığa girişelim!» Öndeki m asalardan biri kalktı: «Bu defterde kaç sınıfın notu var?» «Tam dört sınıfın!» «Dört sınıfın da kırıklarını düzeltelim. Atalım kimyacının ad resine!» «Hayır! Olmaz. Bütün yıl bize kök söktürdü. Biz de ona sene sonunda pirincin taşını ayıklatalım !» «Nasıl?» «Nasılı masılı yok! Vermeyiz defteri.» «Verelim!» «Vermiyelim!» «Verelim ama., şu şartla..» «Şartı m artı yok! Otur!» «Hiç olmazsa bizim sınıftan on beş, yirmi kişiyi k u rta ra biliriz !» «Düzeltmeleri görünce, defteri bizim yürüttüğüm üzü ça kar. Hepimize ta k a r kancayı,! Toptan çaktırır!» «Öyleyse bütün sınıfları düzeltelim, öyle verelim!» «Belli o lu r!» «Olmaz!» «Olur...» «En iyisi arkadaşlar, şaka yaptık deyip, çıkalım işin için den !» «Bunun şakası mı olur be! Biz paçamızı kurtarm ağa bakı yoruz! Elimize fırsa t geçmişken!» Solucan gibi sıska biri kalktı ayağa: «A rkadaşlar!» diye bağırdı. Sesi, davulcu öksürüğü gibi güme gitti. Bir çıkış daha yaptı: «Arkadaşlar!» Eh, biraz duyurabilm işti bu sefer. 126
«A rkadaşlar! Biz defteri verelim. E ğer vermezsek.. Hiç iyi olmaz sonra..» «Neden iyi olmazmış!» «O zaman öğretm en idareye not cetvelini verirken h ak sızlık olur!» «Olursa olsun!» Solucan, haline bakm adan hâlâ diretiyordu: «Not vermek zorunda değil mi idareye.. Neye göre vere cek?..» «Ezberden verir!» «Hayır arkadaşlar! Birinci karnedeki nota göre verir. Bi rinci karnede bir alan, gene bir alır... îki alan, iki alır...» «Eh., aşağı yukarı öyle... Biraz artırm a yapar, o kadar!» «Benim birinci karne ikiydi.. Verse verse üç verir bu se fer. Oysa ben bu devre iki kere kalktım tahtaya. Birinde altı aldım, birinde yedi. İki yazılıdan da sekiz, sekiz... K urtardım paçayı.. K urtardım ama, defter yok ki, Kimyacı kurtardığım ı nerdeıı bilsin! Bana şimdi ezberden, verse verse üç verir, bile medin dört! Çakarım ben! Etm eyin çocuklar! Verelim defteri! Acıyın bana!» «Otur ulan, kelkenez!» «Hele şu kılkuyruğa bak! Hep kendini düşünüyor!» «Sen mi varsın koca sınıfta be!» «Yakalım da gör!» «Yırtalım!» «A tahm kenefe!» «Seni kelkenez seniiii!.» «Ulan atın şu kılkuyruğu dışarı. Bu, başımıza iş de açar bizim, atın şunu...» Yanında oturanlardan ikisi girdi koluna. A yakları yerden kesiliverdi. İki kişi de boşlukta debelenen ayaklarına yapıştı. Silkeleyiverdiler kapının önüne. Bir süre dikildi ayakta salak salak.. Sonra koşaradım tu t tu caddeyi. Erol, kapıdan dönenlere: «Hiç doğru yapm adınız!» dedi. 127
«Neden doğra yapmıyalım?» «Hiç doğru değil yaptığınız diyorum size! Koşa koşa ne reye gitti, söyleyin bakalım!» «Nereye gidecek, evine!» «Hayır!» dedi, «Doğru kim yacıya gitti, okula!» «Ulan gider mi, gider!» «Söyler mi, söyler!» «Vay espiyon, vaaay!» «Vay namussuz kelkenez! Koş ulan Tuncer, yakala şu« nu!» «Temiz bir ıslat!» E rol’un kaşları çatılm ıştı: «Çocuklar!» dedi, «Enselenmiyelim tavuklar gibi burda!» «Kalkalım !» Em eklilerin oturduğu m asadan bir hom urdanm a duyuldu. K om utan emeklisi, B arlas’tı hom urdanan: «Tutun şunları! diye bağırıyordu, «yakalayın!» Öğretmen emeklisi: «Telâşlanma Cevdet beyciğim!» dedi, «Bırak gitsinler! Üzme ta tlı canını!» «Niyaziiii!. K apat kapıları... Yakala!» E rol bilârdo m asasının önüne dikilmiş, trafiğ i idare edi yordu : «Haydi çocuklar, dışarı! Boşaltın kahveyi, çabuk!» Komutan emeklisi, kalçasını tu ta tu ta kapıya doğru koşu yordu. Dörtyol ağzındaki tra fik polisini görm üştü: «Polis, polis!» Erol, işin sarpa sardığını görünce elini, iç cebine attı. Ka r a kaplı bir defter çıkardı: «Babacığım!» dedi, «Biraz bak ar mısınız?» B arlas, defteri görünce, k ıstı çenesini. «Ne var!» dedi, sert sert.. «Babacığım!» dedi, «Anladım ki yaptığım ız hiç doğru de ğil. Buyurun şu not defterini! Kimya hocamıza verin... Bizim için ona rica edin, deyin ki...» 128
Durdu, şöyle çevresine b ir baktı.. E n geriye kalanın da kapıdan çıktığını görünce: «Biiiz!.» dedi, «yaptığımız işden son derecede nâdimiz. Ö zür diler, suçumuzu bağışlam asını rica ederiz hocamızdan!» Komutan emeklisi, birden şaşalam ıştı. B aşarısından ken disi bile kuşkudaydı. Gene aynı şaşkınlıkla E ro l’un uzattığı k a ra kaplı defteri aldı. B ir şey demesi, b ir şey yapm ası gere k irdi tabii. Tuttu, delikanlıyı alnından öptü: «Yaşa delikanlı!» dedi, «Sizin gibi gençler oldukça..» Gerisini getiremiyordu. Erol, bütün emeklileri içine alan b ir selâm sark ıttık tan sonra, ağ ır ağır yürüdü, gitti. K ıraat hanede çıt çıkmıyordu, ilk sessizliği bozan öğretm en emeklisi oldu: «Yahu!» dedi, «Cevdetciğim, şu not defterini versene ba na!» U zattığı karakaplıyı aldı, ilk sayfasını çevirdi. Okudu, yüksek sesle: «Saatli M aarif Takvimi!»
<îeçmişe - Mâzi F. 3
129
TOTOLAR YATTI! CEN O L, pardesüyü de atm ıştı bugün, ceketi de. Her iki* sinin yerini tu tan fiyakalı bir süveter giymişti. Saçla* rını, Fenerli F ikret cakasiyle alnının ortasına oturtm uştu. Açık pencerelerin önündeki m asalarda, yüzleri caddeye dönük sıralanan dikizçilere yanaştı. Bütün oradakiler tam am dı aşağı yukarı. Bugün, günlerden pazartesi. «Çocuklar, totolar naısl?» Teker teker karşılığını aldı selâmının: «Yeşildirek yatırdı beni!» «Beni de Arabacılar.. Direk verm iştim iki m açta da!» «Benim toto da yattı!» «Benimkini G alatasaray yatırdı. Kovaoğlu kovalar!» «Ben de çuvalladım!» «Bu hafta da K aragüm rük yatırdı beni!» «Çuvalladık!» «Şu İzmir takım larına hiç güven olmuyor.» 130
«Herifler kendi çöplüklerinde birer H int azmanı!» «Ne zaman direk versem, bütün direkler yıkılıyor!» «Direk vermiyeceksin bu ineklere. Çuvallarsın sonunda. Üç kolonda sıfır, bir, iki. Direk de ne oluyor? Hiç mahcup e t mez adamı. Birinden biri tu tar. Boş yok! Direk verip yatm aktansa... Ver sıradan, gözünü yum da, sıfır, bir, iki...» «Tivist E rol’un iki on biri v ar bu hafta!» «inek şansı v ar devede!» «Altı direk vermiş, altısı da tutm uş!» «Gördün mü? Sen direkten şaşm a gene!.. Bak oynıyan n a sıl oynuyor! Bileceksin direk vereceğin takım ı. V er H acettepeye direği, yıkılır mı hiç! Ne zaman direk verdimse, yüzümü k ara çıkarm adılar. Sen tutup G assaraya direk verirsen, en gü vendiğin m açta çuvallarsın arkadaş!» «Şu Erol, oynuyor totoyu, lâf değil!» «Oynar tabii.. Tam seksen kolon oynarsa babam da tu ttu ru r !» «Yedi ceddi totocu. Onun babası da tu ttu ru y o r, anneanne si de. K afa çalışıyor oğlanda!» «Bildiğinden m i? Hepsi şans...» «îş tutturm ada. Hem enayide p ara var. Bilet satıyor, si nema bileti. Her gün bir yüzlüğü var!» «Geçen gün piyastos olmuş! Üç gün görünmedi deve!» «Görünmedi ha! Uyuyorsun sen be! Dolmabahçede maç bileti satıyordu o günlerde.» Birden konu değişiverdi: «Geliyor!» «Elizabet geliyor! Liz geliyor!» «Yavrum Elizabet!» «Şu gözlere bak! K loopatrada yok böylesi!» «Manda gözü!» «Liz! Y aktın Burtonu! Çoluğundan çocuğundan ettin!» «Anam, ne kız ya!» «Kız değil, kızkulesi! Şu boya bak!» «Yok yavrum, yok Kloopatram! Sana bu kılık yakışm ı yor!» 131
Tam pencerenin önünden geçerken, cümleler birden kısa lıverdi : «H işşşt!» «Yavrum!» «Canım!» «H ayatım !» «Y ürrrrüüjiü!» «Helâl olsun sana bu yollar!» «Helâlll!..» Peşinden dedikodular başladı: «Bizim Yılmaz var ya... Onun ustasiyle kırıştırıyorm uş bu inek!» «Yok canım! İbrahim Etem deki Naci, ayarlam ış onu!» «Kala kala ona mı kaldı be! Ulan aslan gibi patronu du rurken, dışardan erkek mi arayacak!» «Patron hangi birine yetişsin?. Geçen gün gene ilânını okudum gazetede, işçi kızlar alınacak, diye. H erif seçip seçip alıyor. Eskidi mi, veriyor eline fazladan bir haftalık, yürrüü!..» ik i eli pantalonunun cebinde, Tuncer göründü karşıdan. Sokuldu pencerelerin önüne: «Ne kıyak hava be!» dedi, «Nasıl totolar?» «Bizim totolar yattı, seninki nasıl?» «Bir on var!» «On m u? Yaşa be!» «Kaç kolon oynamıştın?» «On kolon!» «Aldın, verdiğin parayı!» «En azdan bir ellisi var! Sürpriz fazla bu hafta. Ben Yeşildireği tuttum , hem de direk olarak.. Yatırm adı.» «Ya, söylüyorum bu ineklere. Direk oynıyacaaan!» «Vefayı tu ttu n muydu?» «Bırak bozacıları! Y atırdı beni!» «Demedim mi sana, V efaya direk ver diye. On bir tu ta caktın verseydin!» «Sen verdin de ne oldu? Söyle kaç tuttu n ?» 132
«Beş! Sen bana bakma. Ben sürprize gittim . Elli kişi on üç tutacağına, on kişi on iki tutsun. Beş bin kişi on iki tutacağ ı na, ben sürpriz oynarım da on bir tutarım !» «Aman sıkı tu t, kaçırma!» «Hişt! Seninki geliyor! Şenol!» «Ulan kala kala bu döküntüye mi kaldık be! Geçen gün otobüs bekliyordu durakta. Sokuldum geriden. Nereye böyle erken erken dedim, kıyak film gelmiş M arm araya. Yürü gide lim! Sanki benim söylediğimi duymamış gibi, birden dönüp de se rt yapmaz mı? U lan sidikli Sevim, sen kim oluyorsun bana sert yapacak. Gelemiyeceksen, işim v ar de, ben beline yapışıp da zorla götürecek değilim ya! İşi pişkinliğe vurdum. Bunları ne yapacaksın biliyor m usun? A tacaksın zorla bir arabaya!» «Aman ne yapıyorsun! Körün istediği bir göz! Yıkılacak yer arıyor b u n lar!» «Şenol, müsade var m ı? Sevim geliyor!» «Müsade sizin, buyurun!» «Yavrum!» «Canım!» «H ayatım !» «Yiyeyim seni!» «Aspirin gibi yutayım !» «Ne cicisin seeeen!» Kız köşeyi dönünce, Şenol da yavaşça kalktı. «Hadi, eyvallah çocuklar!» dedi, «Bir küçük hesabımız var y avruyla!» Şenol çıkar çıkmaz, Aksak Selim: «Doğrudur!» dedi, «Bir küçük hesabı v ar yavrunun. H âlâ Doğu lokantasında fişi duruyor!» «Ne hesabı bu!» Selim, şöyle dörtyanını bir gözden geçirdi. Şenol’un yakın arkadaşları var mı, yok mu bir inceledi. Sonra başladı an lat m aya: «Sevim anasının gözü... Şenol gibileri sutiyeninden çıkarır o yavru! Geçen gün, sözde Sevime yanaşm ış da, Sevim sert 133
yapm ış ha! Yalan, iki gözüm çıksm. Kız, hiç nazlanmamış, çık mış kuyruktan. Ben sinemaya gitmem demiş, çocuk muyum ben? Peki demiş Şenol, sinem aya gitmiyelim de b ir muhalle bicide oturalım. Sevim basmış kahkahayı. Hele bak muhallebi çocuğuna, sü t kokuyor ağzı. Götür beni bir birahaneye de iki bira ısm ar la, demiş. Ne yapsın Şenol, yürü gidelim demiş., iki birayla kurtulacağını sanmış.. Bir kavaklıdere açtırm ış Sevim, bir ta vuk istemiş, püreli, peşinden bir tavuk daha.. B ir şarap daha açtırm ış. Bir de şiş... Boyuna Şenol’u da zorluyormuş yesene diye... Şenol düşürdüm yavruyu diye açmış kesenin ağzını ama, kesenin dibini çıkarmış, daha ikinci şarapta. B ir ara kız kalk mış ayağa, Eve bir telefon edeyim demiş. Ne telefonu, hangi gecekonduya telefon var ki.. B ir biçimine getirm iş, p ırrr! Bir hesap, elli dört lira. Şenol da var, tam otuz kâğıt!» «Sonra?» «Sonrası, saati toka etmiş, kurtarm ış yakayı!» K arşıki trik o taj atölyesinin penceresinden bir baş görün dü. Sarışın bir göçmen kızı. K ıraathaneden yana salladı elini. Bunu ancak ayakta tam yarım sa a ttir saçlarını taray an Tuncer görmüştü. Gö2 İeri penceredeydi çünkü. Elini başına getirip saçlarını düzeltir gibi yaptı. Sonra çıktı kapının önüne. Açık ta n açığa işaretler yapıyor, kıza, akşam altıda durakta bekliyeceğini anlatm ağa çalışıyordu. Jandarm a komutanı emeklisi, zaten iki saattir, lâstik si midinin üstünde değil, sanki kızgın sacayak üzerinde o tu ru yordu : «Bak, H urşit bey!» dedi, «Şu terbiyesize bak! Eee bıı ka d ar da kepazelik artık. O karşıdan sırıtan kıza ne demeli!» H urşit bey: «Gençlik!» deyip çıkmak istedi işin içinden. «Böyle gençlik olmaz. Böyle gençlik...» Tam bu sırada, kıraathanenin önünden gösterişli bir kadın geçiyordu, Tuncer içerdekilere seslendi: «Ulan karıya dikiz!» 134
«Anam!» «Yavrum!» «Ne karı be!» «Çarpılası! Şu gözlere bak!» Komutanın tepesi atm ıştı artık : «Niyaziii!» diye bağırdı, «Nerdesin be! Hangi cehennem desin !» «Buyur komutanım!» Cevdet Barlas, bir an durakladı. Belki ilk defa politikaya başvuruyordu hayatında. Sesini biraz yum uşatarak: «Bak oğlum Niyazi! dedi, «Şu pencereleri kapatıver artık. Üşüyoruz!» Bütün politikacılar gibi kendisini karıştırm ıyordu. Herkes üşüdüğü için, üşüyordu o da. Niyazi bu ta k tik inceliğini anla m ıştı : «Peki Beybaba!» dedi, «Kapatalım!» Gençlik, emeklilerin bir oyunuyla susturulm uştu. Şimdi sı r a gelmişti yaşlılara PTT emeklisi: «Neydi o günler!» diye başladı. «Biz m ütareke yıllarında, su gibi içerdik Istafilinayi K arafalarla.. O zam anlar Tatavlada dostu olmayan delikanlıya biz erkek demezdik!» Komutan kızm ıştı: «Sen!» dedi, «Hiç M eram’da oturak âlemlerine katıldın mı? Görmedin bu âlemleri değil mi? Sen de tutm uş kendini erkek ten sayıyorsun ha! Yazık; boşuna harcam ışsın gençliğini! Bı rak Ta tavlayı be, ne varsa bizim Anadolumuzda var!» H urşit bey: «Orada bir kö var uzakta...» diye bir şiire başladı. «O köy bizim köyümüzdür. Y atm asak da kalkm asak da...» Öğretmen em eklisi: «Ohhh!» dedi, «Ne âlâ memleket... O köy sizin köyünüz h a ? Yatm asanız da, kalkm asanız da... Yağma yooook!» Komutan emeklisi: «Evet!» dedi, «Bizim köyümüz! Biz çok şükür yattık, kalk tık gençliğimizde! Yani sizin anlıyacağınız, çık arttık tadını.» 135
SİNEKLERİN BASKINI «H | ASIL?» dedi, «Beğendin mi?» Şoför Cemil: «Beğendim beğenmesine!» dedi, «Beğendim ya, kom ünist lik neresinde bunun, baştan sonuna kadar gözümü dört açıp baktım da bir tü rlü bulup çıkaramadım.» Jandarm a Kom utanı: «Anlayamazsın sen!» diye çıkıştı, «Bunu sen de anlarsan zaten komünistlik, komünistlik olm aktan çıkar. Ben Boğazlıyanda jandarm a kom utanı iken o rta m ektepte b ir Türkçe ho cası vardı. Hiç gözüm tutm azdı bu herifi. Tutmazdı ya, neden tutm azdı, neresini tutm azdı bunu bi tü rlü bulup çıkaram az dım. Size bi şey söyliyeyim mi. Benim gözüm bi adam ı tu tm a dı mı, m utlaka gizli bir yerinde eki vardır. Hiç h ay ır gelmez ondan. E n ummadığın yerde b ir sakarlık çıkarır. Bu filimde de var bi sakarlık! Ama neresinde?» Öğretmen emeklisi: 136
«Maşallah Cevdet Bey!» dedi. «Hiç haber vermezsin, sine m aya gidersin de, gece mi gittin!» «Gitmedim canım! Neden gidecekmişim. Y ılanların Öcü... Gözüm tutm adı ki adını... Adında meymenet yok bi kere. Yılan ne oluyor, sanki. Olsa olsa kendileri... İçimizdeki yılanlar.. Öcü kimden alacaklar, bizden! Sansür heyetine beni alacaklardı ki, gösterecektim o n lara!» «Gene görmeden yazardın raporu!» «Neden yazmıyayım. Yakardım bu filimi, cayır cayır! Oy nayanlara gelince...» «Aman gelme komutanım. B ir kaza çıkarırsın sonra!» «Oyuncularım ipe çekerdim sıradan. A sardım sinema ka pılarında! H a? H urşit Beyciğim, haksız mıyım? Bize gelmez bu filimler!» öğrtm en emeklisi: «Gelmez tabii...» dedi, «Bize var mı çifte telli... Benim b ir tanıdığım filimci var. H âlâ bizim eski mahallede bakkal sanı yordum onu. Nasıl dedim, işler... Veresiyeleri tahsil edebiliyor m usun? Ne veresiyesi Zülfü bey dedi, o işi bırakalı yıl oluyor. H angi iştesin şimdi, dedim. Filimcilik yapıyormuş! Nasıl girdin bu işe diye sordum. B ir filimci arkadaşa iki bin lira kaptırdık dedi, tahsil için gide gele filimci olup çıktık işte...» Şoför Cemil: «Valla Bey Baba!» dedi, «Ben baktım baktım da o dedik leri şeyden göremedim bu Y ılanların Öcünde. Sıkı filim... B ir Irazca var ki m uhtara bile sert yapıyor. A vukat gibi karı. Kö yün erkekleri tüm yılıyor ondan.» Komutan emeklisi atıldı: «Hah!» dedi, «Tamam! Kendi ağzınla yakalandın işte. B ir kadın, köy yerinde, hem de cahil^bir kadın, tu ta r da köyü ida re eden bir otoriteye kafa tu tarsa, bu komünistlik değil de ne?' Komünistin boynuzu kulağı mı olur!» «Sonra bir kaym akam var?» «Nasıl kaymakam, sivil mi?» «Evet Beybaba, sivil.. Ama ne kaym akam! Geliyor köye... 137
D aha köye girmeden bu Irazca A na’nın dertlerini dinliyor yol da !» «Olmaz böyle şey. Öyle kaym akam lar yaram az bize. Eeee M uhtarın evine inmiyor mu?» «Suratına bile bakmıyor.» «Nasıl olur? Kaymakam dediğin köye indi mi, doğru m uh tarın evine iner. Demek, filimde inmiyor ha! îşte burası da çarpık! Kaymakam dediğin, önce m uhtarla tem asa geçer. Ne var, ne yok, köylü hüküm etten hoşnut mu, değil mi, bir sızıltı v ar mı yok mu, sormazsa, yani o filimde sordurulm azsa bir ’k u rt yeniği var, demektir.» Öğretmen emeklisi: «İngiliz’in biri, A rap sömürgelerinden birinde vazifeliy miş» diye başladı, «Bir gün trene binip uzak bir yere gitmesi gerekiyormuş. Ingilizin. İstasyona ininceye kadar tren, düdü ğünü çekmiş, almış başını, düzülmüş yola. İlk istasyonda biraz fazlaca bekliyeceğini hesaplayan açıkgöz İngiliz, peşinden ye tişmek için, bir eşek kiralam ış hemen, düşmüş yolâ. Eşeğin sahibi de dili bir karış dışarda, koşarm ış eşeğinin arkasından. Kan te r içinde kalan Arap, başlamış ne kadar küfür bilirse verip veriştirm eğe. Ana av rat düz gidiyormuş. Tek kelime A rapça bilmiyen İngiliz, bu küfürleri, eşeği gayrete getirmek için söy lediğini sanıyor, üstelik de keyifleniyormuş sövdükçe.. K arşı dan gelen bir dalkavuk durum u çakm ış: Heeey, Mister, demiş İngilizce, bu adam boyuna kalaylıyor seni. Boş vermiş Mister. Gayretli dalkavuk, b ırak ır mı peşini. Yedi ceddini dipten doru ğa boyayor, ana av rat düz gidiyor, senin kılın bile kıpırdam ı yor diye morfinlermiş boyuna. Ingilizin tepesi atmış. Eee demiş, ne yapalım sövüyorsa! Bu küfürlerin istasyona yetişmeme bir zararı var mı ? Seninki şaşkın şaşkın, ne zararı olsun demiş, yok tabii... İngiliz, bırak demiş, sövebildiği kadar sövsün öyleyse!... Y ani sayın komutanım demek istiyorum ki...» Jandarm a komutanı bu üstü kapalı çıkışı, cevaplandırm ak için bıraktığı hikâyeye sarıldı yeniden: «Benim büyük oğlan o rta okuldaydı o yıllarda. Yani Bo138
ğazlayanda... B ir gün Türkçe öğretm enleri derste demiş ki... D efterlerinizin üstüne kâğıt geçireceksiniz... Hep bir örnek... B aştan bşa kırmızı olsun defterleriniz. Anlıyorsunuz değil mi?» Şoför Cemil: «Eee?» dedi, «Ne varm ış bunda?» «Kırmızı kâğıt diyorum anlam ıyor musun?» «Demek bu kırm ızı kâğıt suç ha?» «Herkes için değil. Adamına göre... B ir rapor döşendim. Hemen merkezden bir m üfettiş geldi. Tahkikat... Tahkikat... Suç sabit oldu. Sürdüler herifi palas pandıras Bingöle.» Öğretmen Em eklisi: «Yahu, adam savunmasını yapm adı mı?» «Yaptı, yapmaz olur mu. H erif kurnaz mı kurnaz. Ben, sı n ıfların defterleri birbirine karışm asın diye böyle söyledim, di yor. B ir sınıfın mavi olacakmış bir sınıfın kırmızı... Maviyi an ladık am a kırmızı ne oluyor! Kül y u ta r mı m üfettiş!» Malmüdürü emeklisi gazeteden başını kaldırm adan: «Temizlik işleri çöpçülük için b ir im tihan açmış. Tam iki yüz kişi baş vurmuş. Bu iki yüz kişiden kazana kazana beşi kazanm ış imtihanı?» «Yüz doksan beşi ne olmuş?» «Ha? Yüz doksan beşi mi... Ne olacak atm ışlar çöp tene kesine.» Komutan emeklisi: «Lise mezunları iş bulamazken tu tu p da iki yüz baldırı çıplağı mı düşüneceğiz. Nerden geldilerse oraya gitsinler.» Öğretmen emeklisi cevabı tıkadı ağzına: «Yani Alm anya’ya!» H urşit Bey az önce önüne konan kahveden ilk yudumu çe k er çekmez öfkeyle bıraktı fincanı. Ok gibi fırladı ayağa: «Niyaziiii!» Niyazi öbür köşeden şöyle b ir başını çevirdi. «Niyaziiü... Gel buraya! N edir bu kepazelik!» «Buyur H urşit Bey Abi!» U ydurm a bir telâşla koştu geldi. 139
«Nedir bunun içindeki?» «Neyin içindeki?» «Kahvenin!» «Kömürdür, H urşit Bey Abi! Başka ne olacak!» H urşit Bey, eğilmiş, mikroskop altında basil a ra ştırır gibî inceliyordu: «Ne kömürü be. Sinek! Hem de arı kad ar b ir karasinek!» Jandarm a komutanı ifrit olmuştu. Az önce bir kahve de o içmişti. A ltüst olmuştu m idesi: «Yemin edeceğim de...» diye sertleşti, «Şu K ıraathaneye b ir daha ayak basmıyacağım. Midemizi bastırsın diye kahve içiyoruz, barsaklarım ız ayağa kalkıyor! Kepazelk dediğin bu kadar olur!» H urşit Bey: «Al götür şunu!» dedi, «Ne bakıyorsun yüzüme!» M alm üdürü: «Florida tarafların d a bir ada varmış...» diye başlaı, «Bu adada bir deneme yapmış Amerikalılar...» Tarım M üdürü sordu: «Nükleer denemeleri mi... Hem Cenevrede denemeleri dur duralım diye görüşmelr, anlaşm alar yaparlar. Hem atm osferde denemelere hız verirler!» «Hayır!» dedi Malmüdürü, «Nükleer denemeleri değil. K a rasineklerin köklerini kurutm a denemeleri... Öyle b ir ilâç bul m uşlar ki karasinekleri hadım edip züriyet yetiştirm elerini önlüyorlarm ış! «Sonra?» «Adada tek bir karasinek kalmamış şimdi. «Bizim İstanbul Belediyesi karasinekler için seferberlik ilân etti geçen gün» «Her yıl açar bu savaşı... B ütün yaz bu savaş sürüp gider... Kış gelir, soğuktan sineklerin kökleri kurur. Savaş da böylece Belediyenin zaferiyle sona erer!» «Yaz geldi mi rahatlık yok bize. K arabulut gibi b astırıy o r karasinekler. L okantalar karasinek... Kahveler karasinek. Mey 140
haneler karasinek. E vler karasinek... Sokaklar... Vapurlar...» Öğretm en emeklisi tam am ladı: «Köyler karasinek... Şehirler karasinek... Sinem alar k a ra sinek.. Gazeteler karasinek... Bu yıl karasinekler A dana’da göründüler ilk önce, karabulut gibi... Bir de baktık A nkara si nem alarında. Bir yerli filmimizin üstüne üşüşüp yestehlediler. H avalar böyle giderse memleket bir baştan bir başa karasinek olup çıkacak!» Şoför Cemil: «Bütün karasineklerin dünyanın h er yerinde bir mevsimlik öm ürleri var... Üzme ta tlı canını, bak keyfine! Ne demişti Mis te r ha? Ne demişti?» «Arap istediği k ad ar k üfür savursun. İstasyona yetişmeğe hiçbir zararı olmaz. Biz eşeği sürmeğe bakalım !»
DEDİKODU DÜZENİ |^OMUTAN, verip veriştiriyordu plâjlar için. Büyük ge lini Sevil kocasıyla Floryaya gitmiş... Soyunup denize girmişlerdi. Ama gelin nasıl girdiyse öyle kalmış, bir daha çık m am ıştı karaya. «Olmaz efendim böyle şey!» diyordu, komutan, «Nasıl olur, işittiğimize göre Avrupasında olsun, Am erikasm da olsun h er plajın k urtarm a teşkilâtı, k u rtarm a ekipleri varmış. Göz göre göre insan boğuluyor bizim p lâ jlard a!» Vali emeklisi M ürşit Bey, nargilesinin marpucuyla üç gün lük sakalını kaşırken: «İyi ama Cevdet Beyciğim!» dedi, «Senin gelin göz g > e göre boğulmamış ki... Gazetelerin yazdığına göre, kocası kum ların üstünde yatarken girm iş denize, biraz açılmış... Bir daha da dönmemiş. Nasıl, Sevil hanım yüzme bilir miydi?» «Bizim oğlan, bilirdi, hem de iyi bilirdi, diyor!» Bilirdi de nasıl boğuldu?» 142
«Kadın bu!.. Gücünden kuvvetinden ne olacak. Birden ke silip kalıvermiştir.» «Evet kadın bu... Hiç belli olmaz. Ayağı tutulur, debelenemez. Kolu tutulur, kulaç atam az. Dili tutulur, boğuluyorum di ye bağıram az! Hiç güven olmaz kadına, F ik ret demiş galibi... Ş air Tevfik Fikret... Kadın, deniz gibidir, hiç inanm ak olmaz haaaa!..» Öğretmen emeklisi: «Hayır H urşit Beyciğim !» dedi, «Fikret öyle dememiş. De niz kadın gibidir!» demiş. «Aynı kapıya çıkmaz mı?» «Çıkmaz H urşit Beyciğim, çıkmaz! Kadının denize benze mesi, kadını biraz k u rtarır! O zaman Sevil hanımı denizin boğ duğuna inanabiliriz.. E ğ er kadın, deniz gibidir demiş olsaydı. Sevil hanım, denizden üstün olur, o, denizi boğmuş sayılırdı. Bilmem anlatabiliyor muyum!» «Anladım Zülfücüğüm, anladım. Kadın deniz gibidir dedi ğine göre şair...» «Deniz, ancak kadına benzeyebilen ikinci derecede b ir v ar lıktır.. Şu halde...» «Evet şu halde?» «Sevil hanım, denizi atlatm ış olacak!» «Yani, siz boğulm am ıştır demiye getiriyorsunuz!» Komutan sesini gürleştirerek sordu: «Yani...» dedi, «Bizim Sevil boğulmadı öyle mi?» «Zannetmem ki boğulmuş* olsun!» «Nasıl olur? Oğlum Sutiyenine k ad ar getirdi eve. Çekip g it sin diyelim... Çırıl çıplak mı çekip gidecek!» Cevdet Barlas, gelinin böyle kaçıp gitmektense, boğulup ölmesine çoktan razıydı. Namus meselesiydi bu! Kız mı yoktu îstanbulda. B ir gelin boğulduysa, yerine bir gelin daha gelirdi. Hocanın, g itti Gülsüm, geldi Gülsüm, dedi ği gibi... Ama ya Zülfi Beyin aklına gelenler doğru çıkarsa... L âf olsun diye sordu: 143
«Yani...» dedi, «Sen boğulmadı da num ara yaptı, diyorsun lıa ? »
«Bir ihtimal!.. Meselâ bir sevgilisi olamaz mı? P aralı b ir âşık! Kızı, boğuldu dümeniyle kaçıram az mı?» «Canım nasıl kaçırır çırıl çıplak!» «Neden çırıl çıplak kaçırsın Cevdetçiğim! H erif zengin ol duğuna göre... sutiyeninden robuna, ayakkabısına k ad ar g etir miş, kendi kabinesinde giydirm iştir. Teker tek er çıkm ışlardır •dışarı!» «Olmaz böyle şey!» «Neden olmasın Cevdet Beyciğim. Kız boğuldu da cesedi o rtay a mı çıktı?» Tabelâcı Rıza kapıda dikiliyor, içerdekilere salak salak ba kıyordu. ilk gören öğretm en emeklisi oldu: «Gel bakalım Rızacığım, hoş geldin. Amma da kararm ış sın ha! N asıl geçti yolculuk bakalım! H astan nasıl?» Rıza, M alatyadan mı, Elâzığdan mı, kayınpederinden bir telg raf alm ış on beş gün önce atlayıp b ir uçağa gitm işti. A ğır h a sta olduğu yazılıydı telgrafta. «H astam mı?» dedi. «Sizlere ömür! Zaten biliyordum öldü ğünü. Bile bile çıktım y o la! Hiç olmazsa cenazesinde bulundum ya!» «Başın sağ olsun!» Sıradan baş sağlığı dilediler. Cevdet B arlas bile kalktı lâs tik simitinden. H urşit Bey: «Eee...» dedi, «Anlat bakalyn... Ne v ar ne yok oralarda... Gazetelere bakarsan, Doğuyu eşkiyalar sardı. D ağa çıkan çı kana... Bu gazeteler de pireyi deve yapıyorlar zaten!» «Vallaa, biraz da haksız değiller hani... Sefalet diz boyu... Doktorsuzluk... ilâçsızlık, ilgisizlik... Bilgisizlik... işsizlik, yol suzluk, yobazlık, gerilik... Sonra bol bol da dedikodu. B ir yan da memurlar.. Bir yanda halk...» Cevdet Barlis sim itinin üstünde bir yandan öbür yana dö nerken sordu: «Asayiş nasıl, asayiş, sen ondan haber ver!» 144
«Canım, Cevdet aaabicim, bütün bunların harm an olduğu yerde asayiş mi kalır, disiplin mi?» Keyifli keyifli güldü: «Evet!» dedi, «Haklısın! Asayiş dediğin öksürüğün peşini kesmemek demektir. Sen öhhöyü kestin mi nerde ne varsa çı k a r ortaya... îti uğursuzu... Ben oralardayken...» «Hani bir şiir vard ır ya... Kimi kanunla alır, kimi kanun suz alır diye... Doğru!... Halk avunmayı dedikoduda bulmuş. Canlarını en çok yakan İcra m emuru mu? A lm ışlar icra me m urunu tefe... Ben de gördüm bu adamı elinde zincir, dudağın da ıslık dolaşıp duruyor. Tım arhaneden yeni çıkmış b ir Ağazade geçmiş karşısına b ir gün. Anamız var, bacımız v ar demiş, ne ıslık çalıp duruyorsun! Soytarı mısın, icra memuru musun. Düşünün bir kere... İcracı oranın Allahı. Yâni şairin dediği gi bi, Kanunla alanı, y u ta r mı bu deli herzesini. Savcı zaten kadeh arkadaşı, Ağazadeye iki jandarm ayı k attık ları gibi bindirm iş ler trene. Ver elini tım arhane!» Deli gitmiş, İcracı da kurtulm uş, memleket de kurtulm uş am a, babası bunu y u ta r mı... Muhsin Ağa yanm a kor mu icra cının! Bir dalaşm adır başlamış. İcracı zincir sallayıp istasyon caddesinde volta vuruyorsa, boşuna mı vuruyor. İstasyon Mü dürünün İstanbullu karısı için tabiî... İcracı bekâr adam. Ü ste lik yakışıklı da... B ir başı değil mi, aldığını üstüne başına, r a kıya konyağa veriyor. İstasyon M üdürünün karısı da ona tu t kun! Trenler rö ta r yapıp da kocası telg raf başına geçti mi, k a rı açıyor pencereyi yarı beline k ad ar sarkıyor. Göğüs bağır açık... H alk y u ta r mı bunu? İstasyon Müdürünün karısı da hâzâ karı... Muhsin Ağanın bile gözü var diyorlar bu karıda. Gene trenin rö tarlı b ir gecesinde güya İcracıyı istasyon bi nasından çıkarken görmüşler. Dedikodu kulakları tek er teker dolaştıktan sonra Muhsin Ağanın adam ları tarafın d an İstasyon M üdürüne de duyurulmuş. M üdür karısından emin olmasına emin ama, ne yapsın! bir yandan Ağa zorlar, bir yandan halk... Tam bir düzüne de tanık... Kimisi evden çıkarken görmüş, ki misi göya İcracının kendi ağzından dinlemiş hikâyeyi... İcracı G eçm işe - M âzi F. 10
145
sözde lokantada, ben İstasyon M üdürünün karısıyla ohoooo de miş, mercimeği çoktan verdim fırına! Kocasına baskı öylesine artm ış ki ister istemez vermiş mahkemeye İcracıyı. Hâkim, sormuş tanıklardan birine. Evden çıkarken gördün mü, demiş. Gördüm efendim! Ne vardı üzerinde, yâni ne giym işti? Ne mi giymişti. Koyu renk bir elbise... İkinci tanığa sorm uş? Verdiği cevap şu! Koyu renk bir palto! öbürüne sormuş, ne vardı üze rinde? Cevap, pardesü!... Ne giym işti? Açık renk bir elbise... Öbürü demiş, pijama! Sıra gelmiş lokantadaki şahitlere. Hâkim ne duydun diye sormuş! Efendim demiş tanık, İcra m emuru dedi ki, ben İstasyon M üdürünün karısıyla yatıp kalkıyorum. Güzeeel, demiş hâkim. İcracı bunu söylerken kadeh elinde miy di, masanın üzerinde mi? Elindeydi demiş, tanık. İcra memuru, yatıp kalkıyorum derken, radyo çalıyor muydu? Radyo mu efendim, demiş, çalmıyordu! Öbürüne sormuş, kadeh nerdeydi, diye. Masanın üstünde diye cevap vermiş. Radyo? Radyo mu, çalıyordu efendim, demiş. Pekiii diye sormuş, çalıyordu da nasıl duydun icracının dediklerini. Az açm ışlardı, demiş. Öbür tanığa sormuş. Kadeh nerdeydi? Kadeh mi efendim, diye baş lamış, düşünmeğe... Kadeh yoktu, rakı da içmiyordu demiş, çık mış işin içinden! Yâni sizin anlıyacağınız çuvallatmış tanıkla rı. K urt kurdu ısırır mı? Tabiî beraat! K aym akam lar memleketin hemen her yerinde ağaların dostudur. Bu işin böyle kapanıp gitmesine gönlü razı olmamış kaym akamın. B ir tanık takım ı da kaym akam kurmuş. K örük lemiş yeniden dâvayı... Ayrıca İdarî ta h k ik at da açtırm ış. K ay makamın arkasında Vali! Valinin arkasında Ankara... Hani İc racıyı kolundan tutup a tsalar iş bitecek! A tam azlar bir türlü... Halkı oyalamak lâzım. İstasyon Müdürünü verseler b ir yere daha iyi, atlaya atlaya gidecek ama, neden versinler. Dediko dunun kökü kurudumu halk açlığının fark ın a varacak! Değir menci, değirmenin gürültüsünü, ancak çarklar zınk diye durun ca farkederm iş!» Malmüdürü emeklisi elindeki gazeteye parm ağını daya mıştı. 146
«Bak, bak Cevdetciğim!» diye seslendi; «Kumkapı açıkla rında çıplak bir kadın cesedi bulunmuş... Mayolu... Morga kal dırm ışlar!» B arlas ral^pt bir soluk aldı: «Demedim mi ben size!» dedi, «Boğulmuştur diye!» «Aman Cevdetçiğim, nerden çıkarıyorsun senin gelin ol duğunu !» «Mayolu dedin ya!» «Mayolu ama... Düşün bir kere, bu aylarda her gün iki üç kadın boğuluyor! Hem bu ceset Kumkapı açıklarında bulunmuş, Floryada değil.» «O dur, bizim gelindir o! Lodos sürüklemiş olacak!» «Nasısl olur, b ir h aftad ır poyraz esiyor! Canım Cevdetçi ğim neden kötüye yoruyorsun böyle. O değildir inşallah, üzül me hiç!» «Odur, o!» K ıraathanenin önünde Akşam gazetesi satan bir çocuk ba ğırıyordu durm adan: «Yazıyo bugün! Aşığınlan plâjdan kaçan kadını yazıyooo!.. A nkarada otobüse binerken yakalandığını yazıyoooo! Okumalı bugün baylar! Kocasını plâjda uyutup da kaçan kadını yazıyooo!»
AYŞE HIZLI! |^ABZIM AL oldukları h er hallerinden belli iki m üşteri; pencerenin önündeki m asada karşılıklı nargile içiyor lardı. Masanın üstünde defterler, kâğıtlar, kalemler.. Biri he saptan başını kaldırdı: «Nasıl» dedi; «topatanlar geldi mi?» Öbürü ağzından marpuçu çıkardı: «Tel çektim!» "dedi, «Gelecek! D ursun efendiye güvenilir. Tekirdağı nasıl gidiyor?» «Piyasa hızlı! Tekirdağ dedin de aklıma geldi. Dün ismi lâzım değil, bir gazinoya gittik. Bir hesap.. Üç yüz yirmi beş lira.. Hesaba yüzümü kızartıp bir bakayım dedim. Ne göreyim, bizim otuz beş kuruşluk karpuz kaç lira olsa beğenirsin?» «Kaç lira?» «Tam elli lira!» «Verdin mi?» «Göz göre göre nasıl verirsin. Şef garsonu çağırdım. A r 148
kadaş, dedim, rakıya yirm i mi yazıyorsun, yaz! Şiş kebabı on iki buçuk mu, sen yaz yirm i beş! Ağzımı açıp lâf edersem yü züme tükür! Ama karpuza ta ş çatlasa elli lira veremem. K ab zımalım ben! Y arın gel H âl’deki yazıhaneme, beğendiğini seç seç a l ! Metelik alırsam , nah şu ekmek çarp sın !» Sözde adı Belediye gazinosu! Belediye otobüsü b ir arabaya bindirir. Suç önüne çıkan arabada... Belediye gazinosunda adam kazıklanır, suç kazıklayanda değil, kazıktan kaçıp kurtulm ak istiyen vatandaşta. V ur aşağı, tu t yukarı bir pazarlık. K arpuzu otuz kâğıda indirdik!» «Eğlenebildiniz mi bari? V ar mı, hani o sahnede çırılçıplak o lan lar!» «Yok o eski soyunanlar!» «Demek şimdi seyircileri soyuyorlar!» «Eh! Aşağı yukarı! Taaa kapıdan girerken garsonlar yü rüyor m üşterinin üzerine. M ahm utpaşa hesabı! M üşteriyi kapı şan kapışana! H er garsonun kapıda b ir sim sarı var! Bak A h met, diye sesleniyor, beyleri al ön m asaya! Neşeli b ir m asa ol sun !» «iyi parçalar v ar mıydı bari?» «Var sarı boyalı bir şey! K alantor m üşterilere açıktan açı ğa lâf atıyor, şarkıyı bırakıp! B ir de adı, geceleri ta a a Kızkulesinden okunan b ir Paksoy var. Şam ram ’ın okuduğu kanto ları ısıtıp ısıtıp bayat pilâv gibi önümüze süren bir şark ıcı! B aş ta n aşağı cilve! Yanımızdaki m asaya karı-koca, o rta halli bir çift geldi oturdu.. Bira, der demez, dönüp g itti garson, bir d a h a da kolay kolay görünmedi. İki şişe bira istediler. B ir dilim peynir, domates, hıyar.. B ir hesap, otuz dokuz lira. B iralar, on iki liradan! Adamın hesabı görünce gözleri faltaşı gibi açılıverdi.» Öğretmen emeklisi bu konuşm alara kulak m isafirliği e tti ği için, dayanam adı: «H urşit beyciğim!» dedi, «Bizim gibi emeklierden biri, bir gazinonun önünden geçiyormuş. Çengi, cümbüş, kıyam et kopuyorm uş içerde. Yanaşmış, kapıdaki adam a sormuş, ne oluyor 149
böyle içerde; diye. Nedir bu g ürültü? Ne olacak, demiş; içerde adam kazıklıyorlar da.. Sesi, sadası duyulmasın diye veriyorlar cay ırtıy ı!» Kabzımallardan biri, kâğıda kaleme sarıldı. Sürdü arkada şının önüne: «Sen yaz!» dedi, «Senin yazın daha okunaklı! Adana, Naim Yeşilyaprak.. Bilirsin adresini! Yaz! Yüz aldım, kırk beşini yüz elliden; elli beşini yüz yirmiden sattım , piyasa hızlı, kemer iyi, sultanî ağır!» Öğretmen emeklisi Zülfü bey birden yerinden fırladı. K a pıya doğru koşuyordu: «Komşu! Komşu! Hâdi bey! Biraz oturm az mısın! N edir te lâşın !» D uyurm uştu sesini: «Gel yahu!» dedi; «Bir kahvemi iç! Ne zam andır güreşe medik. Nasıl gidiyor işler? Gazete nasıl? Siz de başladınız pi yangoya ha?» Hâdi bey, önce durakladı, sonra yavaş yavaş kıraathaneye doğru yürüdü. Kapıda bir süre dikildikten sonra, daldı içeriye.. Öğretmen emeklisi, elinden yapışmış, kendi m asasına doğru çe kiyordu. Hâdi bey, bir süre da masanın başında tereddüt ge çirdikten sonra dayanamadı, oturdu. Öğretmen emeklisi: «Bak, Niyazi, evlâdım!» diye ocağa doğru seslendi. Sonra m isafirine döndü: «Ne içersin?» «Bir kahve! Şekeri az! Bu gece gözüme bir damla uyku girmedi. Sabahladım gazetede!» «Gene savcılık mı b astırıyor? Yoksa kalıp mı değiştiriyor sunuz, Anadolu için!» «Yok Zülfü beyciğim! Bu îşçi Sigortaları yok mu? Kalıbı onun yüzünden değiştireceğiz nerdeyse! Telefonda çalışan bir kız var bizde. Meral! Evinden bir telefon.. Meral ağır hasta diye. Biliyorduk, ciğerlerinden h asta olduğunu. Kanaması var, acele doktor, dediler. Açtım Sam atya işçi Sigortası hastanesini. Gazetede çalışan sigortalı bir bayan kanam a yapıyor, acele 150
doktor gönderin, dedim. Biz karışm ayız, Siz Sultanahm etten is teyin dediler. Açtım Sultanahm et hastanesini, hastanın nerde oturduğunu sordular. Bostancıda dedim. K arşı ta ra fa biz ka rışmayız, diye k ap attılar telefonu. K arşı ta ra fı açmak istedim. B aktım telefon rehberine. K arşı ta ra fta sigorta hastanesi yok, dispahserler var. Kadıköy dispanserini çevirdim, adam yok! E renköy dispanserini çevirdim, ses yok. Paşabahçe dispanseri ni çevirdim, bir san tral çıktı, bekleyin, verelim, dedi. Bekledim, bekledim, biri çıktı, tam yarım saat sonra! A nlattım durumu. Biz karışm ayız dedi, hem karışsak bile gönderecek dokto rumuz yok! Peki dedim; kime baş vuralım ? Bilmiyoruz dedi ler. N işantaşı sigorta hastanesine sorun! Sorduk, biz de bil miyoruz diye cevap verdiler. Açtım yeniden Sam atya hastane sini. Bu sefer başhekim çıktı. Beyefendi, dedim, anladık doktor gönderemiyeceğinizi. H astam ız boyuna kan kaybediyor, ne ya palım?. Sigortalı h astay a doktor göndermenin kolayı yok m u? Başhekim, düşündü taşındı, valla dedi, ben form aliteyi iyi bil miyorum. Ne söylesem yalan! Açtım yeniden Sultanahmedi. Ne yapalım, dedim. B ir kolayı yok mu bunun? Nöbetçi doktor, dü şündü, düşündü; yok deyip çıktı işin içinden! Bu sefer ben dü şünmeye başladım. H er ay aylıklarından cayır cayır sigorta p a rası kestiğim bu arkad aşa hiç mi bu müesseseden b ir fayda sağlıyam ıyacaktım . Sigortaların Tepebaşında bir merkezleri ol duğunu işitmiştim. A radım telefon num arasını rehberden. Çe virdim alo dedim, neresi orası? Bozuk bir kapıcı sesi! Ben îrbaham ! Müdür bey yok mu, dedim. Yuh begim, diye cevap ver di. Yahu, İbrahim efendi dedim; sen bilirsin! Bir hastam ız var, kanam alı! B ir sigorta doktoru göndermek istiyoruz evine. Ne yapalım! Begim dedi, sigurta to h tu ru gönderemezsin. Velakin bakşa bi to h tu r gönderebilirsin. Bu tohtura, her gaç guruş ise verür, ireçeteye aldığı pereyi yozdurursun. Coyır coyır alursun ertesi gun sigurtadan!. H ay Allah senden razı olsun İbrahim efendi; dedim. Sigortanın başında senin gibi aklı başında bir adam olsa da, bu işler biraz yoluna girse..» Öğretmen emeklisi: 151
«Eee?» dedi, «Ne oldu senin hasta?» «Açtım Bostancı karakolunu. Falan num arada oturan ka nam alı bir kızcağız var, acele bir doktor gönderin. Doktor, ga zetemiz veznesinden yarın gelsin de alsın ücretini!» Kabzım allardan birinin nargilesi sönmüştü. Verip verişti riyordu Niyaziye: «Ne biçim kahve bu be! Yedi buçuk lira haftalıkla b ir ço cuk tutun da, hiç olmazsa nargilelerin ateşine göz kulak ol sun! Kafayı mı deleceksin, ocaktan ateş mi getireceksin?. Ne yapacaksan yap da keyfimin içine tükürm e!» Sonra arkadaşına döndü: «Ya!. İşte böyle Hâşimciğim. H er gün iki kamyon karpuz geçsin elimizden, sonra sen git, Belediyenin bilmem ne gazino sunda, karpuzun tekini elli k âğ ıttan ye! Sen milleti kazıkla. Belediye de tutsun seni kazıklasın!» «Bu da mı ta sa b e ! Sen 50 lirayı elli karpuzdan çıkarırsın. Kazığı atan Belediye gazinosu değil mi? Zekâtın olsun!. B ir de hani o günleri düşün!. H âl’den ta sı tarağ ı topladığımız o hızlı günleri.. Bir ye de, bin şükret! Yaz bir telg raf da bizim İlyas ağaya! Al şu kâğıdı kalemi eline! Hele yaz bakalım! Kırmızı kalkıyor, yeşil gönder! Çalı ağır, Ayşe hızlı!»
YORGUN SEKRETERLER Q C A K Ç I Acem Hüseyin sabahın beşine doğru k ıraath a neyi açmış, ocağı yakıyorduki kapıda üç beş kişi be lirdi. B unlar son koalisyon dalgaları yüzünden makineye geç verilmiş bir gazetenin gece kadrosuydu. Sekreter yardım cısı Yılmaz: «Heey!» diye seslendi içeri, «Çay var mı; çay!». D aha afyonu patlam ıyan Acem Hüseyin: «Kim bu; ham ah lat herif?» gibilerden kapıya ters te rs b a k tı: «Ne çayı sabah sabah...» dedi; «Hele d ur; bi ocağı yaka lım!» Dönüp sabahçı kahvelerinden birine gideceklerdi ki geri den yetişen m üsahhih H üsam ettin Düzeltmen: «Açmış mı bizim Hüseyin?» diye sordu. «Açmış ama...» dediler, «Hayır yok daha!» Daldı içeri yaşlı m üsahhih: 153;
«Merhaba Hüseyin! dedi. «Nasılsın?» Başını bu yeni gelene doğru uzatan Acem Hüseyin’in b ir d en kenefliği dağılıverm işti: «Oooo!...» dedi, «Sen misin H üsam ettin efendi gardaşım . Şu dinine yandığımın ocağı, benim rom atizm alarım dan daha pireli. M arm arada lodos patlam adan tıknefesler gibi tıkanıp k alıyor!» «Yani rom atizm aların gene eskisi gibi ha!» «Eskisinden daha berbat, ih tiy arlık da bindi üzerine!» «Hep aynı dert! Ben bu saatlere kadar çalışacak adam mı yım. Ne yapacaksın! Koalisyon.. Koalisyon... işte sabahladık g en e!» Ocak çıtır çıtır alm ıştı fitili: «Gelin çocuklar!» diye seslendi; «Eh! beş on dakka bekler sek çay hazırdır!» Acem Hüseyin; içeriye hurya eden genç gazetecilere; bu run kıvırarak uzun uzun bak tık tan sonra : «Nerde Yesari beyler...» dedi; «Osman Cemaller. Ben A h met Rasim beyi bile tanırım , daha çıraktım o zamanlar... Ne efendi adam lardı onlar. Bu M eşrutiyet K ıraathanesi neler gör dü! B ir gün Y esari bey...» Yılmaz kesti sözünü: «Şu şarkıcı Yesari bey mi?» Acem Hüseyin de şafak atm ıştı: «Ne şarkıcısı be!» diye çattı kaşlarını. «Romancı Yesari Bey... M uharrir ama, hâzâ m uharrir! N ah şu m asaya bir çötkü m ü; romanını yarılam adan kalkmazdı. Çayını kendi elimle gö tü rü p verirdim. Nerde şimdikiler; nerde Yesari Bey! N ur için de yatsın!» «Evet!» dedi; H üsam ettin Düzeltmen; «O nur içinde y a t sın... Babıâlinin kitapçıları; gazete patronları da kuştüyü y a taklarda... Son romanını seksen liraya yazdığı ssöylenir; onu da olduğu gibi ilâca yatırm ış zavallı. Zaten ilâç parası için atm ış imzayı kontrotın altına! Geçimi için o kad ar çok yazı yazmak zorundaydı ki... Gazetelerdeki tefrikalarını anca günü gününe 154
yazabilirdi. Halil L ü tfü ; gazetesi için uzun bir tefrik a istemiş, kuzum Y esari demiş, yaz b itir de, öyle al parasını. İyi am a, rom anı bitirene kadar ne yesin, ne içsin Yesari ¡ M ahm ut Yesarinin yemesi değil de içmesi daha önemli! Hiç olmazsa biraz avans ver de başlıyayım diyecek olmuş... Ne avansı! Halil Lülfi adam a ortada fol yok, yum urta yokken p ara mı verir! Hele sen b itir romanı da kolay diye tıkam ış lâfı ağzına. Ne yapsın Yesari... Rahm etli sarı defterlere yazardı. B ir defter almış, oturm uş M eşrutiyet K ıraathanesine. Bütün gün yazmış, yaz mış... Doldurmuş sarı defteri... Birkaç gün uğram am ış Halil Lûtfiye. Tam gideceği gün, ne kadar eski rom anlardan kalma d efter varsa toplamış, ü st üste koymuş. En üstüne de başladığı yeni defteri. Tutm uş gösterm iş Halil Lûtfiye... P atron evirmiş, çevirmiş. E n üstten üç beş sayfa okumuş. Bakmış ki tefrika, mükemmel! Sıra gelmiş bu sefer paraya. Yesariciğim demiş, b ir m iktar avans vereyim de... T efrika başladığında b ir m ik tar daha... Malûm ya... Romanın reklâmı v ar ilânı var!... Ya çıkın caya kadar gazete kapatılırsa... Ben öyle şey bilmem demiş, Y esari Bey, sen yaz getir, p ara peşin, dedin, ben de bir h a fta d ır gece gündüz oturdum yazdım. Almazsan gider H akkı Tarığa veririm. Sanki T arık Bey cim rilikte öbüründen aşağı k alır m ış gibi.. Ne yapsın Halil Lûtfi, eli titreye titreye ödemiş bü tü n rom anın parasını... Üç beş gün sonra birinci defter küt diye bitmiş... İkinciye başlayacaklar.. Ne isimler tu tar, birbirini, ne olaylar. Belki defterlerin sırası k arışm ıştır diye öbür defterlere bakarlar... Onlardaki isimler, olaylar daha başka! B ir haber uçururlar Yesariye. Kulağı kirişte olduğu için çakar dalgayı. O turur o günün tefrikasını yazar. Dedim ya, h ay atı ona göre ayarlanm ış! Halil L ûtfi köpüre dursun, girer odasına, çıkarır m asanın üstüne bırakır. Ü stat der, hiç telâşlanm a! Ben te fri kanın parasını, yazdıkça alm ak istedim, sen peşin verdin. Tef rik a dediğin günü birliğine yazılır. Benim alışkanlığımı boza m azsın sen. H er gün m ürettip çırağını başım da dikilirken gö remezsem, yazamam. Gönder K ıraathaneye çırağı, gönder K ı raathaneye, aldır tefrikanı! Tamam mı çaylar Hüseyinciğim !» «Geliyor!» 155
B ir ara gözleri yoldan geçenlere kaydı: «Yahu çocuklar!» dedi, «Şu kös kös giden bizim Selâmi de ğil mi? M üsahhih Selâmi... O!... Çağırın şunu!» N ihat fırladı yerinden: «Hey, Selâmi abi!» Geldi, önce K ıraathanenin kapısında dikildi. Tanım ıştı içerdekileri: «Sizi de mi yatırdı bu koalisyon!» dedi, «Bu gece y a ttık k alktık hep koalisyon!» «Gel, birer çay içelim!» dedi H üsam ettin Düzeltmen. «Hani fena da olmaz! Eeee.. N asılsın bakalım, Ç aycılar Şahı Acem Hüseyin! Osmanlı nasıl?» «Romatizmadan baş kaldıran kim! K ırılıyor gene kemik lerim! Sen nasılsın bakalım!» «Yirmi beş gündür koalisyonu kurup dağıtıyoruz, nasıl olalım. Hal mi kaldı bizde!» Sonra gazetecilere döndü: «Çocuklar!» dedi, «Haberiniz v ar mı, ben bir aydır fık ra yazıyorum. Hem de imzalı!» Sekreter yardım cısı Yılmaz: «Kim okur kim dinler! Kim söylemişse söylemiş, duyulma sını istemediğin b ir sırrın varsa bilmem ne gazetesine yaz„ diye... O hesap seninki baba!» «Yazık!» dedi, «Kayıplarınız büyük. Demek benim fık ra ları okumuyorsunuz ha! Valla Acem kılıcı gibi kalemim... İki yüzü birden kesiyor. Biz iki sa tır çırpıştırıp altına da bir imza o tu rttu k mu, herkes, yâni otuz milyon vatandaş, bu y azılan sa tırı satırına okuyup ezberliyor sanırız. Geçen gün, ikili koalis yon neden tutm az, diye b ir yazı döşendim, valla ben bile be ğendim. Verdim veriştirdim partizanlara. Ne paşası kaldı, ne Ağası... Gençliğimde Ç ukurbostanda tanıdığım eski solaçık Necdete rstladım tam gazeteye girerken. Elimi sallaya salla ya sıktıktan sonra tebrik ederim dedi... Tamam, dedim, içim den; bizim ikili koalisyonu okudu. Sağ ol dedim göğsümü gere gere. Biraz da kıskançlıkla, H adi dedi, tehlikeyi atlattınız! Ne 156
tehlikesi dedim, B asın kanunu mu! H âlâ başımızda... Hele F a şist îtalyadan alınm ış b ir ceza kanunu v ar ki so rm a! A nayasa sınıf esası üzerine p a rti kurm ayı kabul eder, Ceza K anununun 142 inci maddesi lâfını ettin mi tü k ü rü r çarkına... Ya dostum, böyle işte, zor bu iş... Bizimki cambazlık âdeta... Hem ipin üs tünde terazisiz dolaşacaksın, hem de sırtü stü gitmeyeceksin! Ip alçak oldu mu kimse başını çevirip bakmaz. Hünerini ne k a d a r yüksekte gösterirsen o kad ar hoşlarına gider... Tepe ta k lak bir gittin mi... Necdet, Aman, T anrı korusun, dedi. Sen ne ler söylüyorsun! Ben sana tehlikeyi atlattınız diyorum. B araj tehlikesini... K aragüm rük, şimdilik paçayı k u rtard ı yâni... Biz Vefalılar... H a dedim. Şu mesele... Ben de sandım ki.. Neyse dostum. İyisin ya! Ne top oynardık değil mi Çukurbostanda... Gençliğimizde. Ben de sandım ki gazetedeki yazıyı... Ne yazısı yalıu dedi... Benim yazı falan okuyacak vaktim mi var... Bizim kız gazetedeki kuponları toplamış, otomobil çıkar diye... B ir kitap mı ne vereceklermiş, uğra da alıver, dediydi bana... Sen gazete okuyacak zam an bulabiliyorsun demek... Ben mi dedim eh, a ra sıra... B ir okuduk mu da dipten doruğa, başm akalesin den ilânlarına k ad ar okuruz... Demek boş vakitlerin var! Oh, oh! Demek sen de kitap alm ağa geldin h a? E kşi ekşi baktım yüzüne. H ayır dedim ilân vermeğe geldim gazeteye. Tepem a t m ıştı artık, arkam a bakm adan yürüdüm gittim . Biz böyleyiz çocuklar... İki s a tır yazımız çıktı mı gazetede...» «Bir de altında imza...» diye tam am ladı Yılmaz. «Evet o imza yok mu... Bizi sarhoş eden, hep bu imza iş te! M atbaa m ürekkebi eroin gibidir, b ir kokladın mı tam am , tiryakisi oldun, gitti. A rtık teneşir temizler sen i! Bizim bu s a a t lere kadar buralarda ne işimiz v ar? Makinenin dönmesini bek lediniz hepiniz de değil m i? Cebinize bir gazetecik koymadan çıkamazsınız kapıdan. B unlar hep tiryakilik işte... Dedim ya m ürekkep eroinciliği... Bizim yaştakilerin, artık gecelik enta risini giyip, tam köşeye kurulacağı zamanlar... Takacaksın göz. lüğünü... Alacaksın gazeteni eline...» H üsam ettin Düzeltmen: 157
«Sen ne söylüyorsun be...» diye atıldı, «Eline gazete mi ala caksın daha? Emekliye bir ayrılayım , eğer gazetenin yüzüne bakarsam ...» «Öyle deme Hüsam ettin. Duramazsın! Uykulu uykulu evin yolunu tutarken içimizden küfürleri yağdırıyoruz ama, ertesi gün işe gelirken bir de bakıyoruz ki hepsini unutmuşuz!» «Bir h arf atladın mı patronun dilinden kurtulabilirsen kur tul!» «H attâ o bile dostum, o atladığım ız tek h a rf bile bir za m an geliyor ki hikâye olup k alıy o r!» Sekreter yardım cısı Yılmaz: «Baba!» dedi, «Yoksa fi tarihinde bir h alt mı karıştırm ış tın kolonları düzeltirken?» «Müsahhih olup da h alt karıştırm ayan mı var! Sekiz on sene oluyor... Gene A nkara yatırm ıştı bizi... P arça parça geli yordu büyük bir adamın nutukları... Geleni baş m ürettip m aki nelere taksim edip dizdiriyordu. Dizildikçe geliyor m asam a ko lonlar... Oku... Oku... Bitmiyor... Uyku gözlerimden akıyor. Or talık ağardı, hâlâ nutuk.. Sekreter bir de m anşet çıkarmış... O nutuk veren büyük adamın adını almış başa... İşte o adam, de miş, Türkiyenin kalbidir, tam am . Gözlerimin çapağını sildim, b ir daha okudum, mükemmel... E vet işte o zat Türkiyenin kal bidir! Makine dönerken çıktık m atbaadan. Birer gazete soktuk, h e r zamanki gibi ceplerimize. M eşrutiyette aldık soluğu. Ses lendik ocakçıya, Hüseyin dedik, g etir bizim çayları... Biz çay ları içerken b ir sekreter yardım cısı vardı Can... Çıkardı cebin den gazeteyi. Şöyle bir göz attı. Okudu yüksek sesle... Bilmem hangi zat, Türkiyenin kelbidir! Ne? Kelbi mi? Deme! Valla abi kelbidir iş te ! Çayları olduğu gibi bıraktık masanın üstünde. So kaklara döküldük. Düştük çocukların peşine! O nlar kaçar biz kovalarız. Yakaladık mı alıyoruz bizim gazeteleri ellerinden!. Y aa işte böyle çocuklar! Çok eğlencelidir bizim gazetecilik! doğrusu!..»
HER ŞEYİN BAŞI y A L i emeklisi B u rşit bey: «Bu kadarı da fazla artık ! Gene Doğuda eşkiyalar işi azıtmış!» dedi. Öğretmen emeklisi Cemal Zülfü: «Hangi ilde?» diye sordu. «Çok mu önemli bu?» «Çok önemli ya! Meselâ eşkiyalığm S iirtte ya da V an’da olduğu söyleniyorsa y alan d ır!» «Neden yalan olsun?» «Canım bizim Barlas, o iki ilde kom utanlık yapmadı mı?» «Yaptın..» «Artık oralarda sittin sene biri çıkıp da eşkiyalığa cüret edemez!» «Edemez mi?. E tm iş işte, hem de Siirtte.. B ir köyü olduğu gibi dağa kaldırm ışlar, insan başına üçer yüz lira alm adan da salıvermemişler zavallıları!» 159
Tarım m üdürü emeklisi: «Yahu bu adam lar delirdiler mi yoksa? B arlası öldü mü ¡sanıyorlar! Emekli, memekli dinlemez, çizmeleri çektiği gibi, ver elini Siirt!» Vali emeklisi: «Bir memlekette âsayiş bozul du mu, çekiver kuyruğunu! H er şeyin başı âsayiş!» Öğretmen emeklisi: «Her şeyin başı m aarif. H urşit beyciğim, âsayiş dediğin, olsa olsa ancak her şeyin kuyruğu olur!» Tarım m üdürü: «Maarif m i? Ne olmuş m aarife! B ir gazetede okudum. M emlekette bilmem kaç bin K ur’an kursu talebesi varmış. Otuz yedi kadar da imam hatip okulu! Al sana bilmem kaç yıl sonra şu kadar bin başı sarıklı hoca! Hocaya sorm uşlar. Ofli hocaya, Çocuk okutabilir misin, diye, ne demiş biliyor musunuz?» «Bundan sonra köy çocuklannı onlar okutacaklar işte!» Köy Enstitülerinden bozma öğretm en okullarının sayısına gelince; otuzu bile bulmuyor! Geçenlerde bir senatör mü, bir m illetvekili mi, her kimse, b ir tasarı hazırlam ış. Bundan sonra köy okullarında im am lar hocalık yapsınlar diye!» Öğretmen emeklisi: «Yürümez böyle!» dedi, «Biz de kaç öğretm en varsa, o ka d a r da terbiye var! Size hocalık yaptığım , okulların müdürle rine takılan adları sayayım. Yabana atm ayın bu adları! Boyunbağcı Müdür. Mevlütçü Müdür.. Kooperatifçi Müdür! Kızılaycı Müdür! Aşocakçı Müdür... Pasocu Müdür. Piyangocu Mü dür.. Tram petçi Müdür. Hazırolcu Müdür.. Sıfırçı Müdür. Da yakçı Müdür.. Fotoğrafçı Müdür. İftarcı Müdür..» H urşit bey: «Canım bunların herbiri, yerine göre çok işler görür. Me selâ kooperatifçi Müdür.. Faydalı bir m üdür tipi değil mi ya ni ? Çocuklara okul gereçlerini gaaaayet ucuza sağlıyan bir mü dür tipi olacak bu?» «Öyle mi sanıyorsun, H urşit beyciğim? D ur anlatayım sa 160
na.. N işantaşında bir ortaokul vardı, m antar gibi b ir bina... U fak bir yağm ur yağdı mı, bizim Türkçe öğretm eni Tam buri D ürrü bey, şemsiyeyle dolaşırdı binanın içinde... Bina çürüme sin diye leğenler kordu akıntıların altına.. Çocuklar kayık yüz dürürdü derslerde.. Bir gün, M üdür M ahir bey, günlük bir em ir çıkardı, toplantı v ar diye! Son dersten sonra toplandık. Sayın müdürümüz, arkadaşlar diye başladı; bugünkü öğretm enler toplantısının gündemi nedir biliyor musunuz? Bilmiyoruz, de dik.. Kooperatif! Doğrusu çok önemli bir konuydu bu! Öğren cilerin yarıdan çoğu Feriköy’den teneke mahallelerden geliyor lardı. Şoför çocukları, kapıcı çocukları.. İkinci Dünya Savaşı yıllarındayız. Bir kurşun kalem, elli kuruş yetm iş beş kuruş.. Saman kâğıtlı defterler, en azdan b ir lira. Müdür, arkadaşlar, diye başladı. Başka okullar, çoktaaan kooperatiflerini açtılar, cayır cayır alışverişe başladılar bile.. Biz, kaldık! Y arından te zi yok kooperatifimizi açıyoruz h a? Ne dersiniz? Ne diyelim. Müdür bey, hemen açalım, dedik.. Geç bile kaldık! İlk iş ola ra k çocukların dışarıdan defter, kalem alm alarını yasak ede ceğiz! Haklıydı M üdür Bey, bizde bütün kalkınm alar, yasakla başlardı. Evet dedik, yasak edelim! Mektup zarfını bile çocuk la r kooperatiften alacak! Yazılı im tihan kâğıtlarını okuldan alm ıyan öğrenciye vereceğiniz not sıfır! A ntetli kâğıtlar b astıra cağız.. N işantaşı E rkek Ortaokulu! Çocuklar, ders yılı başında bütün kitaplarını kooperatiften alacak! Tamam mı? Tamam dedik! İlk iş olarak, her öğretmenin maaşından, h er ay beşer lira kesilecek! Sermaye yapm ak için ! Ben b ir şeyler diyecek ol dum, bu kooperatif öğrenciler için mi yoksa öğretm enler için mi diye... Lâfımı ağzıma tıktı. Bu kooperatif, okul kooperatifi.. Öğrenciyle, öğretm en ayrılmaz, dedi! Pekiii, öğretmenin ne şekilde işine yarıyacak diye sordum. Ha! Dedi, bunu ben düşündüm. K ârın bir kısmını öğretm enler paylaşacak, bir kısmı da okul idaresine kalacak! Çocuklara ne kalacak diye sordum. Çocuklara mı, dedi, çocuklara ne kala cakmış, sermayeyi veren biz öğretm enler olduktan sonra... Pe kiii, dedim, okul idaresine neden kalıyorm uş? Canım, dedi; okuG eçm işe - M azi F. 11
161
lun birçok ihtiyaçları var, masa,, sandalye gibi.. Meselâ bir rad yomuz neden olmasın? Başka okullar bahçelerine havuz bile yaptırıyorlar, biz neden ağaçların altına b ir havuzcuk yaptırmıyalım! Yakışmaz mı yani?. Aman M üdür Beyciğim, dedim, bizim D ürrî beyin yağm urlu günlerdeki havuzları yetm iyor m u? E ğer m aksat çocuklarımızı eğlendirmekse pekâlâ kâğıt kayıklar yüzdürerek eğleniyorlar! Sonra benim aklımın erme diği bir şey daha var, biz havuz yaptıracak kadar parayı, nasıl sağlıyacağız? Nasıl mı sağlıyacağız, dedi; çocuklar dışarıdan defteri yüz kuruşa mı alıyor, biz yüz yirmi beşe satacağız! K a lemi elliye mi alıyor, biz satacağız yetmiş beşe! Boş yok, ne satarsak en azdan yirmi beş kuruş kâr! Aman Müdür Beyci ğim, dedim, biz kooperatif mi açıyoruz, yoksa karaborsa mı ya pıyoruz ! Açtığımız mahalle bakkaliyesi bile değil! Olsa olsa sı kı bir tekelcilik bu! Benim bildiğim Tüketim Kooperatifleri, çocuğa kârsız mal satar. Biz not defteriyle tehdit edip çocuk larımızı soymağa kalkışıyoruz!» H urşit bey sordu: «Pekiii» dedi, «Kooperatif kuruldu mu sonunda?» «Kooperatif mi? Kuruldu mu, kurulm adı mı, öğrenmeğe vakit kalmadı ki...» «Ne oldu?» «Apar topar, kitabına uydurularak sepetlendik!» «Hangi kitaba uydurdular?» «Kendi kitabım a.. B ir kitap çıkarmıştım, şiir kitabı.. Ka pağından başladılar ilkönce..» «Anlaşıldı dostum, anlaşıldı! Gelelim pasocu Müdüre!» «O zam anlar Istanbulun dört bucağında tram vay vardı... Ben, Yenikapı’da öğretmendim. Bizim Müdür, bütün çocukların paso alması için nutuklar çeker, propagandalar yapardı. Oysa yalnız uzak semtlerde oturanların paso alması gerekiyordu. Çocuklar, diyordu, neden okulun bize tanıdığı haklardan fayda lanmıyorsunuz. Hiç mi sinem aya gitmiyorsunuz, hiç mi maça gitmiyorsunuz! Alın bir paso, dolaşın iki kuruşla bütün îstan162
bulu! Yahu, eliyordum .içimden, ne iyi adam bu M üdür be! Tam halk adamı. Nasıl da düşünüyor çocukları!» Sağlık memuru: «İyi ama!» dedi, «çocuklar için kârlı değil mu pasolar?» «Çocuklar için mi? Çocuklar için çok kârlı tabii.. Burda tek zarar eden, çocukların anaları, babaları! Paso için bir fo toğrafçı geliyor okula... Fotoğraf parası., paso için pul p ara sı.. Paso için dilekçe parası... Oysa bir tek dilekçeyle beş yüz öğrenci paso alabilir. En önemlisi, yılda üç kere m ühür p ara sı! Pasolara yapışacak Kızılay pulu parası! İşte bu Müdürün adı da Pasocu Müdür! Sonra çocuklara zorla k rav at bağlatan, kravatçı müdürler. Okula berber getirip sıfır num araya başla rı tra ş ettiren sıfır num ara müdürler. Toptancılarla anlaşıp, kasket satan kasketçi müdürler.. Kandillerde el öptüren kandil ci müdürler.. Neler de neler. Bu memlekette olumlu bir öğren ci yetişiyorsa, birçok engelleri sağ duygusuyla aşabildiği için te sadüfen yetişm iştir. Fizik hocası bile Arşim et kanununu öğre tirken, çocuğun yakasını bırakm az, kendi kanunlarını da öğ retir. Tarih hocalarının çoğu, çocukları kelle kesen, kan içen bir ■canavar haline getirm ek için elinden geleni, ardına koymaz!» Jandarm a komutanı emeklisi Cevdet Barlas, dört torunuy la kapıda dikiliyordu. Öğretmen emeklisi: «Cevdetciğim!» diye selendi, «Bu ne hal böyle! Mahallede çocuk bırakm am ışsın!» İçeriye gireyim mi, girmiyeyim mi diye düşünüyordu. V a li emeklisi: «Bırak oynasınlar kapının önünde! Bak S iirt’te neler olmuş gene! Yirmi kadar vatandaşı dağa kaldırm ışlar!» Dayanamadı Cevdet Barlas, çocukları elinden tutup sıra dan birer sandalyeye oturttu. B irer çay söyledikten sonra: «Eveeet!» dedi, «Evde okudum. Köpeksiz köy buldular da değneksiz geziyor namussuzlar. Ah ben olacaktım ki...» «Ne yapardın sen olsaydın!» «Ben mi? Tam yedi koldan yedi müfreze çıkarırdım üzer 163
lerine.. K arakolları birer takım jandarm ayla takviye eder, ağa ları çağırırdım merkeze..» «Neden çağırırdın?» «Muhakkak bu işde parm akları v ard ır ağaların! Hanginiz bir yolunu bulup dağdan indirirse, bu eşkiyaları, A nkara’ya bildireceğim, ilk seçimde milletvekilisiniz diye koltuklardım!» Vali emeklisi: «Bunlar senin yapacağın işler değil!» dedi. «Ya kimin yapacağı iş bunlar?» «Valilerin! A çar telefonu Vali, İçişleri Bakanıyla k afa ya verip, bir tedbir düşünür! Senin yapacağın iş, müfrezeni alıp, dağa çıkmak!» Konuyu değiştirmek için, öğretm en emeklisi sordu: «Cevdetçiğim!» dedi, «Bugün çocuk bayram ı mı var, yok sa M acaristan’dan sirk mi geldi?» «Allah selâm et versin, bir İçişleri Bakanı vardı. A ylâ’yı ka çıranları m utlaka yakalayacak, A ylâ’yı babasına teslim ede cekti... A ylardır bekledik. Ne Aylâ bulundu, ne de A ylâ’yı ka çıranlar yakalandı! Yerine gelen bakan, Aylâ için yeni bi raadde bulunana kadar torunlarım a göz kulak olacağım! Okullar ta til... Tutup kaçırırlar diye, kapının önüne bile çıkaram ıyoruz ço cukları !» PTT emeklisi, damdan düşer gibi b ir hikâyeye başladı: «Yörüğün biri..» dedi, «Almış karısını, kasabaya iniyormuş. Yolları dağ köylerinden birine düşünce aman, demişler; yolları eşkiyalar sarm ış, dön geri! Dönemem demiş, hüküm ette işim var! V urm uş dağ yoluna. K arı da arkadan. Tam, adamın k ıt yerinde, eşkiyalar, davranm a diye uzatm ışlar m artinleri. Önce adamı soym uşlar dipten doruğa, sonra sıra karısına gelmiş! E şkiyalann başı, böyle ayan beyan bir avradı soymak ay ıptır demiş, onu şu köknarların arkasında soyacağız. Koca sının etrafına fırdolayı bir daire çizmiş. E ğ er demiş, bu çizgi den dışarı bir adım atarsan, kendini ölmüş bil! Alıp karısını 164
götürm üşler köknarların arkasına. Beş dakika.. On dakka... Y arım saat, bir saat.. K arısı yorgun argın dönmüş geriye. Tuuh, senin suratına! Demiş. Sen de erkeksin ha! K orkak herif!. Ne korkağı be diye çatm ış kaşlarını kocası, o çizgiden dışarı bo yuna çıktım girdim de kılıma bile dokunam adılar benim!»
ÇARŞAFIN ALTINDAKİ |^|U R Ş lT bey, caddeden iki çarşaflının geçtiğini görünce dayanam adı: «Bakın şunlara!.» diye bağırdı. Dipteki m asada oturan ablak yüzlü, lâcivert giyimli adam, birden fırladı yerinden, başını caddeye çevirdi. îki çarşaflının geçtiğini görünce, ferahlam ıştı. B ir kuşkusu vardı bu elmacık kemikleri çıkık, gözleri patlak adamın, H urşit bey, kalabalığa karışan iki çarşaflıdan, gözlerini ayıram ıyordu: «Bütün valiliğim süresince çarşaflılara karşı savaş açtım !» diye başladı, «Sene bin dokuz bilmem kaç... İstanbul sokakla rında hâlâ kara çarşaf! H er gittiğim yerde toplardım polisi, jandarm ayı. Bir çarşaflı gördünüz mü, derdim, ananız, bacınız bile olsa, çekeceksiniz üstlerinden, ça tır çatır yırtacaksınız. Ge çen gün, Beyoğlunda gördüm, tam altı çarşaflı yan yana... San ki gerilik gösterisine çıkmışlar. Nasıl tepem attı!» 166
Malmüdürü emeklisi: «H urşit Beyciğim..» dedi, «Beyoğlundan bir kadının sağ salim geçmesi için, çarşftan başka bir şey giymesi de doğru değil! A rtık işi aşikâreye döktüler. L âf da atıyorlar, çimdik de.. Eee kepazelik de bu kadar olur!. Fazlası cansağlığı! Yol icabı, burdan bir kadının geçmesi gerekiyorsa, çarşaf değil, zırh giy mesi lâzım, zırh!» K om utan: «Zabıta boş mu duruyor sanıyorsunuz!» dedi, «Cayır ca yır ekipler kahvelerde, kıraathanelerde tabanca, bıçak arıyor!» «Yahu ben kadınlara kurşun atıy o rlar demedim, çimdik atıyorlar dedim!» «Sizin akimız ermez bu ince işlere... Sarkıntılık yapan b ir it oğlu it, cüreti, cesareti nerden alır biliyor musunuz?» «Partiden mi?» «Ne partisi.. Cebindeki tabancadan, belindeki bıçaktan.. Hele iki tek de parlattıysa, içtiği zıkkımdan alır! K apatacak sın meyhaneleri., bira içmek bile yasak!.. Sonra efendim, ek mek bıçaklarını bile toplıyacaksm evlerden!» «Ama satm ayı yasak etm iyeceksin!» «Kapatacaksın bıçakçı dükkânlarını! Ç arşafları sıyırm ak la âsayiş olmaz!» H urşit Bey : «Aman Cevdetciğim..» dedi, «biz çarşafları âsayiş için sı yırmıyoruz. K ıyafet Kanununa aykırıdır diye çıkartıyoruz. O iş başka, bu iş başka..» Tabelâcı Rıza dayanamadı. Çayını b ıraktı m asanın üstüne. F ırladı yerinden: «Aman H urşit Beyciğim..» dedi, «Siz bakmayın kom utanın dediğine. Çarşafın âsayişle, inzibatla ilgisi olmaz olur mu, v ar tabiî., bal gibi var! Ben Çorumdan A nkara’ya geçiyordum, kam yonla. Yanımda tombul tombul bir kadın oturuyor, çarşaflı.. H a ttâ yüzü de peçeli.. Ama dolgun vücutlu, iri göğüslü olduğu bir bakışta belli oluyordu. Tam sağım da oturuyordu kadın. Y ollar da bozuk mu bozuk... Kamyon hop hop sıçradıkça soku 167
luyordum çarşaflıya.. O zam anlar genciz, kanımız fık ır fık ır kaynıyor. Önce dizlerimi yanaştırdım . Sonra dirseklemeye baş ladım, hafiften. B aldırlarına sürtündükçe, pek aldırm ıyordu ya, dirseğimi göğsüne doğru getirdikçe huylanıyordu. Ah di yordum içimden, çarşaflı, m arşaflı am a b aru t gibi kadın, değ dikçe ateş alıyor. Fazla da sıkıştıram ıyorum . ö b ü r yanında otu ran delikanlıdan kıskanıyorum kadını. Ben işi azıttıkça, delikanlıya doğru sokulmaz mı! Bu sefer o başladı sıkıştırm aya.. Delikanlı benim gibi ustalıklı da yap mıyor, açıktan açığa el atıyor şurasına, burasına. B aktı ki iş kötü, gene yavaş yavaş kaydı benden yana. O işi azıttıkça so kuldu! Düştün mü dedim, ocağıma. Sen A nkarada kamyondan inince görürsün! B ir ara eğildim, delikanlıya baktım , yıktım kaşlarım ı da.. Çocuk, toy mu toy. Kpkırmızı kesiliverdi, yüzü ne bakınca. Gözleri dönmüştü biçarenin. İster istemez çarşaf lıyı bıraktı bana. Kamyon yalpaladıkça basıyordum çimdiği.. K aya gibi karıydı hani, çimdik bile işlemiyordu! Bütün huysuzluğu göğüslerindendi karının. Dirseğimi bile değdirememiştim yol boyunca. B ir ara kızarttım yüzümü, ya vaştan kaydırdım elimi, hooop çarşaftan içeri! Birden menge ne gibi parm aklar, yapıştı bileğime. O ynatabilirsen o y n at! Çek mek istesem de geriye, nafile! Eh, kadın şimdi bulm uştu işin kolayını. Göz göre göre sol elimi de kullanamazdım ya! Öylesine sıkıyordu ki, kan oturm uştu bileğime. Sızıdan tepiniyordum oturduğum yerde. Tam üç saat, demir mengene gibi bir el, bile ğimde.. Herkes çıkarm ış sigarasını içiyor. Ben kelepçelenmiş gibi kıpırdayamıyorum. Kamyon b ir su başında zınk diye dur du. Su içmek, su dökmek için inen inene! Birden sağ elimdeki kelepçe çözüliiverdi. Oh, diye ra h a t bir soluk aldım önce.. Son ra sarıldım sigara paketine. Ben kibriti çakarken baktım , bi zim hatun kıçın kıçın kapıya doğru gidiyor. V ardı bir zoru onun da. Kapının koluna yapıştı birden. B aktım kıllı bir el.. Menge ne gibi kavradı kapıyı.. Vay anasını, dedim, bir erkek eli bu! Çarşaflı, indi aşağı.. Fundalıkların arkasına doğru yürüdü. Çömeldi kaldı bir fundanın dibine. Biz, sigaralarım ızı içtik. Ufak 168
tefek işlerimizi gördük. Bekle çarşaflı gelmez, bekle gelmez. Herkes geçti yerli yerine oturdu. Bekleriz gelmez. Ben biliyo rum gelmiyeceğini ama, kime ne diyebilirsin!» Jandarm a kom utanı sabırsızlandı: «Soooona?..» Lâcivert giyimli adam ın kulağı da tabelâcı Rızadaydı. Göz leri de fıldır fıldır kapıda.. Tabelâcı: «Sonrası..» dedi, «Şoför yürüdü fundanın dibine doğru. Ne olur, ne olmaz diye öksürüyordu nam uslu şoför.. Ama koydunsa bul çarşaflıyı. Almış voltasını, toz olmuştu. Tıngır m ıngır koyulduk yola. H er kafadan b ir ses! Kimi diyor, karıyı kal dırdılar dağa.. Kimi parayı vermemek için tüydü diyor. Çoru ma yaklaşınca jandarm alar kestiler kamyonun önünü. Köyleri basan bir çetenin başını arıyorlarm ış. Tabelâcı Rıza, soğuyan çayını bir yudumda içtikten sonra: «Komutanım!» dedi, «Sen çarşaf deyip de geçme. Doğuda çarşaf bile âsayiş dem ektir. D üştüler çarşaflının peşine am a, yakalayabilene aşkolsun!» PTT em eklisi: «Hiç açmaz beni bu çarşaflılar» dedi, «Gözünü sevdiğim!» dedi, «En iyisi plâj! Seç seç al! Mal meydanda kabak gibi!» Tabelâcı Rıza: «Telci amca!» dedi, «Sen plâja da güvenme! Ben onun da yedim kazığını! D aha geçen hafta, bizim Sadıkla gittik, bilmem ne p lâ jm a! Kumların üstünde yatıp yuvarlanırken, baktık önü müzde bir piliç.. Piliç değil, civciv.. Kayış gibi de vücudu var. Güneşten kurum gibi de yanmış. Bu, kömür parçası gibi vü cu tta yemyeşil de gözler yok! mu! Yaşımızdan başımızdan utanm asak, asılacağız yavruya!. Göğüs daha tom urcuk ama, kalça la r falan yerli yerinde. Bizim yiyecekmiş gibi baktığım ızın fa r kında olmasına farkında ama, boş veriyor seninki. B ir ara Sa dık, ne olursa olsun, yüzünü kızartıp lokantaya davet edecek ol du. Nerde o yürek.. Kız da kalktı kumdan, koştu denize. B ir daha da dönmedi. P lâjdan çıkıp da tren beklerken, ne görelim. 169-
K arşıda bir ağacın altında oturm uş çingeneler, tef, darbuka, eğleniyorlar... Bizim civciv de çekmiş şalvarı, kıvıra kıvıra bir çiftetelli döktürm üyor mu!.. Hiç belli olmuyor bu m ahlûklar.. Ç arşafın içinde başka, plâjda gene başka..» Lâcivert urbalm m telâşı birden a rttı. Doğrulmasiyle o tu r m ası bir oldu. Şaşkın şaşkın, dört bir yanına bakınıyordu. Ko m utan : «Ekip geliyor!» dedi, «Arama, taram a ekipi!» Vali emeklisi: «Eeee, arkadaşlar!» dedi, «Bu yaştan sonra eller yukarı! H aydi bakalım komutanım kalk da ayağa arasın lar seninkiler!» Kapıyı polisler tutm uştu. L âcivert urbalı adam şaşkına dönmüştü. F ırladı yerinden. B arlası bir omuzda devirip sıçra dı pencereye. K urşun gibi atlam ıştı öbür tarafa. Sokağı dikine geçip ana caddeye karıştı. B arlas, ayağa kalkm ış bağırıyor du: «Heyyy! Ne duruyorsunuz! Sırası mı aram a - taram anın. Kaçıyor! Göz göre göre kaçırdınız herifi!» A ram a - taram acılar boş verdiler ama Takm az Niyazi, kahve parasını kurtarm ak için çoktan düşm üştü peşine!
KIRAATHANEDEN İŞKEMBECİYE p T T . emeklisi Telci, ocakçı Acem Hüseyine ta rif ediyor du, içeceği kahveyi: «Az şekerli., kahvesi çok, şekeri gaaayetten az. Cezvenin bulaşığı yetişir.» Acem H üseyin: «Canım...» dedi, «Şuna sade de de, çık içinden!» «Yooo! kahvenin acılığı biraz kırılmalı. Kaşığın burnuyla koy, daha olmazsa. Kahvesi de inadına çok olsun. Sorma, H ü seyin efendi! B ir bulantı v ar ki midemde.. Sabah sabah işkem beciye uğradım gelirken.» «Hangi işkembeciye?» «Beyazıttakine, şu yeni açılan işkembeci v ar y a ! Kendi ya ğıyla bir tuzlam a söyledim. Şöyle şirden tarafından. Melhem gibi gitti. Üstüne de bir kahve çekersem, ne bulantı kalır, ne mide yanması...» Gözü ocaklığın duvarına çizilmiş boy boy tebeşir çizgileri ne ilişti: 171
«Nedir bunlar!» dedi. «Dipten doruğa çizgi.. Amma da ve resiyeniz var be! Nizami bey kızmıyor m u bu veresiyelere?» «Kızma da bi şey mi, cinifrit oluyor. Vermeyin diyor g ar sonlara.. Vermeyin ama, herifin yoksa parası.. Üzerinden ce ketini mi sıyıracaksın. Ben keyfini içip de parasını veremiyenlere kızmıyorum. Olur a, insanlık hali. Yoktan yonga çıkar m ı! Çıkmaz tabii. Bütün gün güneşin altında dolaşacak değila. Gelip oturacak, ver, diyecek şurdan bi gaaave.. Ben olsam ben de öyle yaparım . V arken iyi y a ! Çeek b ir tebeşir de Hâdi bey için! Benim kızdığım o değil, daha k arg alar k am ını doyurup, gagalarını temizlemeden düş kıraathaneye, o tur kum arın ba şına.» «Ne? Kum arın başına m ı? Bu kıraathanede kum ar da mı oynanıyor? Bak hele!» «Siz emekliler burun buruna bir verdiniz mi, k ıraath an e de, değil kum ar, top oynasalar ruhunuz duymaz. Bu k ıraa th a nede kum arın ağababası oynanıyor bütün gün. Üç parti, beş parti, on p arti yenilen var. H er p arti için iki gaave, üç gaaave gelse, eder yirmi, yirmi beş gaave... Al tebeşiri eline, çek, ocak lığa yirmi beş çizgi daha! Buna duvar mı dayanır, tebeşir mi?» «Vay anasını be! Uyuyoruz biz desene! Bakıyoruz, k ıra a t hanede oturacak yer yok. Nizam i beyin işi iş diyoruz.» «Davulun sesi uzaktan hoş gelir! Nizami bey eski ittih a t çılardan.. Kan tükürür, kızılcık şerbeti içtim, der. Bakkal Yorgo’ya, beş yüz seksen lira olmuş. Şeker, çay parası.. Kahveyi Tahm is’ten alır kendisi. K uru Kahveci Mehmet Efendi’den. K imbilir oraya ne taktı!» «Ya!. Demek böyle ha! Desene kahvecilikte de iş yok! Biz sanıyoruz ki, memlekette iş olmayınca, insanlar kahvelere do lar, gelsin tavla, altm ışaltı! Öyle ya!. Kimsede p ara olmazsa, işsizlikten kahveye düşen adam da para olur m u? Dayansın N i zami bey! Haydi eyvallah!» Kahvesi de peşinden geldi em ekliler m asasına. Öğretmen em eklisi: «Ne o?» dedi, «Hayrola. Sabah sabah kahve ha!» 172
«Hem de az şekerli!» «Geçmiş olsun yahu, akşam bir papaz mı uçurdun yok sa!» «Bizim bacanak gelmiş, çoluk çocuk. B aştan çıkardı beni. Biraz da soğuk algınlığı vardı. Çivi çiviyi söker dedik!» «Gençlikte sökerdi ya.. Şimdi kolay kolay sökmüyor, değil mi?» «Sabahleyin uyandım, baktım ki, B ağdat harap. Doğru B eyazıttaki işkembeciye..» «Şu Doğubank’ın yerine gelen işkembeciye mi?» «Doğu işkembecisine! Eskiden kahvelerin, işkembecilerin, yerine bankalar gelirdi.. Şimdi bankaların yerine işkembeciler geliyor. Hangi Başbakan söylemişse, söylemiş: H er sokakta b ir milyoner yetiştireceğiz diye.. Çok şükür, bir milyoner de ğil, beş milyoner yetiştirdiler. Şimdi de... H er köşebaşında bir işkem beci!» «Hani vurgunluğun sonu durgunluk derler, o hesap.. V ur gunlardan sonra piyasada yaprak kımıldamaz oldu. P arala r suyunu çekti. P arala r suyunu çekince bankalar da kuru çeşme y e döndü!» «Hepsi bir kapıya çıkar. Ha, h er sokakta iki milyoner, ha h e r köşebaşında iki işkembeci. Kiremitçiyle, rençberin anası hesabı.. Yağmur, yağsa da yağm asa da, gene anaları ağlıyac a k !» «Şam yolu dümdüz desene!» Jandarm a kom utanı gazeteyi fırlatıp a ttı: «Tuh anasını!» dedi, «Koçero’yu gene enseliyememişler! Yahu bu ne beceriksizlik! Ah canına yandığım, şu emoroitlerden biraz göz açabilsem, çekeceğim çizmeleri... Jandarm a Umum K om utanına çıkıp, beni memur edin eşkiya tenkiline, diye da yatacağım ! Koçeroya da bir haber; ben, Cevdet Barlas, ya tes lim olursun, ya postunu delik deşik eder, leşini hüküm etin önü ne uzatırım ! Bu em oroit yüzünden değil ata binmek, dolmuşa bile çıkıp oturamıyorum.» Vali emeklisi H urşit bey: 173
«Sen üzülme!» dedi, «Bu dağlar ne Çakıcılar, ne E ğ ri Ahm etler gördü! Bunların en akıllısı gene Köroğlu! Delikli demir çıktı, m ertlik bozuldu, demiş!» M almüdürü emeklisi, gazeteyi k atlark en : «Yakalamışlar!» dedi. B arlas birden atıldı: «Kimi?» «Muska basan bir matbaacıyı!» «Ben de sandım ki..» «Cevdet Beyciğim, sen bu muska basan m atbaacıları Koçero’dan daha mı az tehlikeli sanıyorsun?» «Canım bu iş başka, o iş başka!» «Aynı kapıya çıkar!. İnsanlar m uskaya inandı mı, başka şeylere inanm ıyorlar demektir. En başta hükümete!» Öğretmen emeklisi: «Nabi beyciğim!» diye başladı, «Ağanın köpeği h astalan mış. Alın köpeği, götürün hocaya demiş, adam larına. B ir de koyun kesip, götürün. Selâm söyleyin benden. Kestiğiniz ko yunun etinden ziftlensin de, şu bizim köpeğe bir m uska yazsın! Hoca, çıkarm ış diviti, kalemi. B ir m uska döktürm üş, bağlam ış köpeğin boynuna. Köpek daha çiftliğe varm adan yolda titre t miş kuyruğu. Ağa, çok sevdiği köpeğinin öldüğünü haber alın ca, sökün şunun boynundaki muskayı, açın, okuyun demiş. Aç mış adam larından biri; başlam ış okum ağa: Dayanamadım eti ne, Muska yazdım itine. Benden muska isteyenin... Eee.. geri sini siz çıkarın artık!» K ıraathaneye bir çantalı girmiş, dikiliyordu ortada. Bir süre sağına soluna bakındıktan sonra, seslendi ocağa: «Heeey! Nerde buranın patronu!» Niyazi daha kapıdan girerken görm üştü çantalıyı ama, boşvermişti. Çantalı koydu elindekini, m asalardan birinin üs tüne. İçindekileri karıştırm ağa başladı. Eline bir kerpeten aldı, yürüdü elektrik saatine doğru. Niyazi bir şeyler sezinler gibi olm uştu: «Ne oluyor!» diye seslendi. 174
«Hiç!» dedi, «Ne olacak... E lektriği kesmeğe geldim!» «Kesemezsin!» «Bi zorluğu yok, benim için... İşim bu!» «Patron gelmeden elini süremezsin! Biz burda bostan kor kuluğu muyuz?» «Yani bir polis alıp da mı geleyim!» Vali emeklisi H urşit bey, doğruldu yerinden: «Ne tutuyor elektrik parası» diye sordu. «Vallaa..» dedi, «Benim elektrik parasına aklım ermez. Ben tahsildar değilim. Kes derler keserim ben! Aç, derler aça rım !» «Yani çok bir şey tu tu y o r mu?» «Topu topu iki aylık elektrik parası. Bu kıraathane, yaksa yaksa yüz elli, iki yüz liralık elektrik yakar!» «Yüz elli, iki yüz lira ha?» «işte o kadar!» Çıkarıp vermeyi düşünm üştü: «Beklesen biraz, olmaz mı?» dedi. «Bu sokağa kırmızı kâğıt geleli, en azdan on beş gün olu yor. D aha mı bekliyelim!» K utuyu açmış, içerisini kurcalayıp duruyordu. Birden buz dolabının horultusu kesiliverdi. Ocaklıktaki Acem Hüseyin’in tepesindeki lâmba, kızarıp kararınca: «Heeey!» diye bağırdı içerden. «Kim oynuyor sigortayla! Yakın şu lâmbayı be!» Fırladı dışarı. Elektrikçiyi görünce, işi anlam ıştı. Yürüdü üzerine: «Aç!» dedi, «şu elektriği! Ben tam otuz yıldır bu k ıra a t hanedeyim. Bu elektriği kesecek bir kabadayı çıkmadı anasının karnından. Aç diyorum sana!» E lektrikçi: «işte ben çıktım!» dedi, «Ne yapacaksan yap!» Niyazi’nin efendiliği üzerindeydi bugün. Hüseyin’i tu ttu ğ u gibi ocağa soktu. Elektrikçiye de: «Arkadaş!» dedi, «Topla tasını tarağım , yallah!» 175
Hemen elektrikçinin peşinden Nizami bey girm işti kahve ye. D aha kapıdan girer girmez anlam ıştı buzdolabının durdu ğunu. Acem Hüseyin’in lâmbası da yanm ıyordu işte. Olan ol m uştu demek. Hiç istifini bozmadı: «Niyazi!» diye seslendi. «Buyur patron!» «Git!» dedi, «Dün konuştuğum Gedikpaşa’daki işkembeci v ar ya!. Çağır onu da anlaşalım artık ! A tla bir dolmuşa, ça buk !» Sonra emeklilerden yana döndü: «Sayın m üşterilerim !» dedi, «M eşrutiyet K ıraathanesi bu günden itibaren paydos! M eşrutiyet İşkembecisi oluyor... Ve resiye tembelhane işletmektense, elli kuruşa m illet karnını doy orsun burda. H alka hizmetimiz dokunur hiç olmazsa! Bugün b ü tün çaylar, kahveler benden, için afiyetle!»
SON
176
Geçmişe mazi ^ I
R ıfat İlgaz, mizah’ı, elle gıdıklam aktan kıırtanp ona toplumsal niteliğini kazandıran önemli bir yazanmızdır. Bugünedek yarattığı yapıtlara GEÇ MİŞE MAZİ de katılınca onun, mizah’ı yeni bir komedi türüne yücelttiği görülür. R ıfat İlgaz, toplum yaşam ının dramatik sahnelerindeki komik un surları önplana çıkarmıştır. GEÇMİ ŞE MAZİ de anlattığı hikâyeler ve çizdiği tipler gerçektirler. Bir kıraat hane ortamında birleşen çeşit çeşit in sanların yaşamları, özlemleri, ansınmaları ve yorumları R ıfat İlgaz’ın nükteli kalem iyle bir toplumsal mizah başyapıtı olarak edebiyatım ıza kazan dırılmıştır.
Fiatı 6 Lirad ır.