1
İ Ç İ N D E K İ L E R BİLİM NEDİR ? TDK sözlüğünde bilim şöyle tanımlanıyor: İnsan doğaya egemen olmak ister! Bilim neyle uğraşır? Bilimin gücü Bilimsel Bilginin Özellikleri Bilimin Değeri Bilim üç bakımdan değerlidir : Bilim Tarihi Nedir ? Bilimsel yöntem
I.
ESKİÇAĞ'DA BİLİM A. B. C. D. E. F.
II.
Çin'de Bilim Hindistan'da Bilim Orta Asya'da Bilim Mısır'da Bilim Mezopotamya'da Bilim Anadolu'da Bilim
YUNANLILAR DÖNEMİNDE BİLİM A. B.
Hellenik Çağ'da Bilim Doğa ve Bilgi Felsefesi
C. D. E. F. G.
Matematik Astronomi Coğrafya Tıp Teknik
1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8.
Aristoteles Milet Okulu Homeros Parmenides Platon Sokrates Thales Zenon
A. Hellenistik Çağ'da Bilim a. Doğa ve Bilgi Felsefesi b. Matematik c. Astronomi *Aristarkus d. Fizik e. Biyoloji 1
2
* Herophilos g. Coğrafya *Archimedes
III. ROMALILAR DÖNEMİNDE BİLİM a. Doğa ve Bilgi Felsefesi b. Matematik c. Astronomi *Batlamyus d. Fizik e. Coğrafya f. Tıp g. Teknik
IV. ORTAÇAĞDA BİLİM A. Ortaçağ Hıristiyan Dünyası'nda Bilim 1. Erken Ortaçağ 2. Yüksek Ortaçağ *Üniversitelerin Kuruluşu *Fransisken ve Dominiken Tarikatları *On İkinci Yüzyıl Rönesans'ının Doğuşu ve Etkileri 3. Geç Ortaçağ a. Doğa ve Bilgi Felsefesi *Albertus Magnus * Thomas Aquinas * Johannes Kepler b. Tıp B. Ortaçağ İslâm Dünyası'nda Bilim a. Doğa ve Bilgi Felsefesi * Fârâbî * İbn Haldûn * İbn Rüşd * İbn Sînâ * Yusuf Has Hâcib b. Matematik c. Astronomi d. Fizik e. Kimya f. Biyoloji g. Coğrafya h. Tıp * Ali ibn Abbâs l. Tarih
2
3
V.
YENİÇAĞDA BİLİM A. Yeniden Doğuş (Rönesans) Dönemi'nde Bilim (On Beşinci Yüzyıl ve On Altıncı Yüzyıl) a.Doğa ve Bilgi Felsefesi *Francis Bacon b.Matematik c. Astronomi *Kopernik *Tycho Brahe d.Fizik e.Biyoloji f. Tıp h. Teknik B. On Yedinci Yüzyıl'da Bilim (Bilimsel Devrim) a.Doğa ve Bilgi Felsefesi * Descartes b. Matematik c. Astronomi * Sir Isaac Newton *GALİLEO GALİLEİ (1564-1642) ( Ek1) d. Fizik e. Kimya f. Biyoloji g. Tıp h. Teknik
VI. YAKINÇAĞDA BİLİM A. On Sekizinci Yüzyıl'da Bilim (Aydınlanma Dönemi) a. Doğa ve Bilgi Felsefesi b. Matematik * Leonardo da Vinci c. Astronomi d. Fizik f. Biyoloji g. Coğrafya B. On Dokuzuncu Yüzyılda Bilim ( Endüstri Devrimi ve Bilim ) Evrim Kuramı Ve Darwin ( Ek2)
3
4
C.
Yirminci Yüzyılda Bilim ( Çağdaş Bilim )
EİNSTEİN Devrimi ( Özel Relativite Teorisinin Doğuşu ) ( Ek3) KUANTUM TEORİSİ ve Atom Fiziğinin Doğuşu ( Ek4) a. Doğa ve Bilgi Felsefesi b. Matematik c.Astronomi d. Fizik e. Kimya f. Biyoloji g. Jeoloji h. Tıp i. Teknik k. Uzayın Keşfi l. Bilgisayar
4
5
BİLİM NEDİR ? TDK sözlüğünde bilim şöyle tanımlanıyor: Bilim: "Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi." "Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi." "Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir ereğe yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci." Bilim ile uğraşan bir kişinin bu tanımları yeterli bulmayacağını söylemeye gerek yoktur. Bu nedenle, bilimin eksiksiz bir tanımını yapmaya kalkışmak yerine, onu açıklamaya çalışmak daha doğru olacaktır. İnsan doğaya egemen olmak ister! Derler ki insanoğlu varoluşundan beri doğayı bilmek, doğaya egemen olmak istemiştir. Bu nedenle, insan varoluşundan beri doğayla savaşmaktadır. Son zamanlarda, bu görüşün tersi ortaya atılmıştır: İnsan doğayla barış içinde yaşama çabası içindedir.Bence bu iki görüş birbirlerine denktir. Bazı politikacıların dediği gibi, sürekli barış için, sürekli savaşa hazır olmak gerekir. Gök gürlemesi, şimşek çakması, Ay'ın ya da Güneş'in tutulması, hastalıklar, afetler, vb. doğa olayları bazen onun merakını çekmiş, bazen onu korkutmuştur. Öte yandan, bu olgu, insanı, doğa korkusunu yenmeye ve merakını gidermeye zorlamıştır. Korkuyu yenebilmenin ya da merakı gidermenin tek yolunun, onu yaratan doğa olayını bilmek ve ona egemen olmak olduğunu, insan, önünde sonunda anlamıştır. Peki, insanoğlunun doğayla giriştiği amansız savaşın tek nedeni bu mudur? Başka bir deyişle, bilimi yaratan güdü, insanoğlunun gereksinimleri midir? Elbette korku ve merakın yanında başka nedenler de vardır. İnsanın (toplumun) egemen olma isteği, beğenilme isteği, daha rahat yaşama isteği, üstün olma isteği vb. nedenler bilgi üretimini sağlayan başka etmenler arasında sayılabilir. İnsanın korkusu, merakı ve istekleri hiç bitmeden sürüp gidecektir. Öyleyse, insanın doğayla savaşı (barışma çabası) ve dolayısıyla bilgi üretimi de durmaksızın sürecektir. Bilim neyle uğraşır? Bilimin asıl uğraşı alanı doğa olaylarıdır. Burada doğa olaylarını en genel kapsamıyla algılıyoruz. Yalnızca fiziksel olguları değil, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel 5
6
vb. bilgi alanlarının hepsi doğa olaylarıdır. Özetle, insanla ve çevresiyle ilgili olan her olgu bir doğa olayıdır. İnsanoğlu, bu olguları bilmek ve kendi yararına yönlendirmek için varoluşundan beri tükenmez bir tutkuyla ve sabırla uğraşmaktadır. Başka canlıların yapamadığını varsaydığımız bu işi, insanoğlu aklıyla yapmaktadır. Bilimin gücü Bilim, yüzyıllar süren bilimsel bilgi üretme sürecinde kendi niteliğini, geleneklerini ve standartlarını koymuştur. Bu süreçte, çağdaş bilimin dört önemli niteliği oluşmuştur: çeşitlilik, süreklilik, yenilik ve ayıklanma.Şimdi bunları kısaca açıklamaya çalışalım. Çeşitlilik:Bilimsel çalışma hiç kimsenin tekelinde değildir, hiç kimsenin iznine bağlı değildir. Bilim herkese açıktır. İsteyen her kişi ya da kurum bilimsel çalışma yapabilir. Dil, din, ırk, ülke tanımaz. Böyle olduğu için, ilgilendiği konular çeşitlidir; bu konulara sınır konulamaz. Hatta, bu konular sayılamaz, sınıflandırılamaz. Süreklilik:Bilimsel bilgi üretme süreci hiçbir zaman durmaz. Krallar, imparatorlar ve hatta dinler yasaklamış olsalar bile, bilgi üretimi hiç durmamıştır; bundan sonra da durmayacaktır. Yenilik:Bir evrim süreci içinde her gün yeni bilimsel bilgiler, yeni bilim alanları ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, bilime, herhangi bir anda tekniğin verdiği en iyi imkânlarla gözlenebilen, denenebilen ya da var olan bilgilere dayalı olarak usavurma kurallarıyla geçerliği kanıtlanan yeni bilgiler eklenir. Ayıklanma:Bilimsel bilginin geçerliği ve kesinliği her an, isteyen herkes tarafından denetlenebilir. Bu denetim sürecinde, yanlış olduğu anlaşılan bilgiler kendiliğinden ayıklanır; yerine yenisi konulur. Bilimsel Bilginin Özellikleri Bilim olgusaldır. Olgusal olmak demek bilimin gözlenebilir olgulara dayanması demektir. Bilim mantıksaldır. Araştırma sonuçlarının kendi içerisinde tutarlı olması gerekir. Bilim genelleyicidir. Bilim tek tek olgularla değil olgu türleriyle uğraşır. Bilim nesneldir (Objektif). Bilimsel bilgi, bireyin kişisel görüşünden bağımsızdır. Bilim eleştiricidir. Bilimin Değeri Bilim, doğal ve sosyal gerçekliğin daha iyi anlaşılmasını ve belirli ölçüde de olsa denetlenmesini sağlar. Toplumun itici gücünü, üretim biçimini ve gelişmesini belirler. Bir toplumun bilim düzeyi, onun geri, az gelişmiş ya da gelişmiş olduğunun ölçütüdür.
6
7
Bilim üç bak ımdan değerlidir : 1.
2. 3.
Bilimin her şeyden pratik bir değeri vardır. Başka bir deyişle bilim bize hem bireysel ve hem de toplumsal yaşantımızda, teknoloji yoluyla büyük yararlar sağlar. Bilim sayesinde teknoloji üreten insan, dünyadaki yaşantısının süresini uzatabilir, temel problemlerini çözebilir, yaşamını niteliksel olarak ve manevi bakımdan geliştirilebilir. Bilim bundan dolayı, bir toplumun itici gücüdür. Toplumun üretim tarzını ve itici gücünü belirler. Entelektüel değeri vardır. Yani bilim insanın bilme isteğini, merakını tatmin eder. İnsana evreni anlama olanağı sağlar. İnsan bilim sayesinde doğal ve toplumsal gerçekliği anlayabilir. Ahlaki değeri vardır. Buna göre bilim insana belirli bir dünya görüşü oluşturma, belli ilkelere göre düşünme, dünyaya bilimin sağladığı verilere göre bakma olanağı verir. Yani bilim insanlara bilimsel bir zihniyet kazandırır. Bilimsel zihniyet ise, insanlara dürüst ve tarafsız olmayı, karşılaşılan problemleri sabırlı, ayrıntılı ve uzak görüşlü bir biçimde ele almayı öğretir ki bunlar ahlak ve erdemin en önemli özellikleri arasındadır. Bilimsel zihniyetin, insanların daha erdemli ve yüksek ahlaklı olmalarını sağlayacağını düşünmek boş bir hayal değildir. İnsan sahip olabileceği bilimsel zihniyet yoluyla hem kişisel yaşayışını ve hem de toplumsal yaşayışını düzenleyebilir; insan bu sayede, içinde yaşadığı toplum için çalışmayı öğrenebilir.
Bilim Tarihi Nedir ? Bilim tarihi kısaca bilimin doğuş ve gelişme öyküsüdür. Amacı nesnel bilginin ortaya çıkma, yayılma ve kullanılma koşullarını incelemektir. Bilim çoğu kez sanıldığı gibi ilk defa ne Rönesans’tan sonra, ne de Batı dünyasında ortaya çıkmıştır. Bilim; insanlığın kafa ürünüdür. Kökleri ilkel toplumların yaşamına kadar uzanır. Bilimsel yöntem Amacı evreni anlamak ve açıklamak olan bilimin, bu amaca ulaşmak için izlediği yola bilimsel yöntem adı verilir. Bilimsel yöntem, bilim adamlarının ortaklaşa olarak kullandıkları betimleme ve açıklama yollarını kapsayan bir süreçtir.
ESKİÇAĞ'DA BİLİM A. Çin'de Bilim Çin Uygarlığında bilimsel faaliyetin başlangıcı M.Ö. 2500'lere kadar götürülebilir. Zaman zaman sınırları Hindiçini de içine alan, zaman zaman ise sadece Sarı Irmak civarında ufak bir devlet şeklinde görülen Çin, ilk insan kalıntılarının
7
8
(Sinantropus Pekinensis) bulunduğu yerlerden biridir. Çin uygarlığı, genellikle, kapalı bir uygarlık olarak nitelendirilmiştir. Ancak Türklerle ve Hintlilerle yakın ilişki içinde oldukları bilinmektedir. Bu etkileşim sonucunda Türklerin kullandıkları On İki Hayvanlı Türk Takvimi'ni benimsemişlerdir. Hint uygarlığından ise, özellikle matematik konusunda etkilendikleri bilinmektedir. On ikinci yüzyıldan itibaren yapılan seyahatler sonucunda, matbaa ve barut gibi teknik buluşlar, Avrupa'ya Çin'den götürülmüştür. Çin'de kullanılan sayı sistemi on tabanlıdır. Ayrıca, işlem yapmalarını kolaylaştıran, abaküs ve çarpım cetveli gibi bazı basit aletler de kullanmışlardır. Diğer uygarlıklardan farklı olarak Çin'de daha çok aritmetik ve cebir bilimleri gelişme göstermiş ve hatta geometri problemleri bile bu iki disiplinden yararlanılarak çözülmeye çalışılmıştır. Çin astronomisi, diğer uygarlıklardan bazı temel farklılıklar gösterir; takvim hesaplamalarında, diğer uygarlıkların Güneş veya Ay'ı esas almalarına karşın, Çin uygarlığında yıldızlar esas alınmıştır ve diğer sistemlerde yıllık hesaplamalar kullanılırken, burada günlük hesaplamalar kullanılmıştır. Ayrıca Çinlilerin, temel koordinat düzlemi olarak ekliptik düzlemi yerine ekvator düzlemini benimsedikleri görülmektedir. Çin astronomisi, bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, bir yıldız astronomisidir ve gözle görülebilen yıldızların yanında, kuyruklu yıldızlar ve kutup yıldızı hakkında ayrıntılı bilgiler içermektedir. Teknik açıdan da devrine nispetle oldukça gelişmiş bir düzeyde bulunan Çin astronomisinde, Galilei'den önce Güneş lekeleri konusunda bilgi verildiği görülmektedir (M.Ö. I. yüzyıl). Ayrıca astronomi metinlerinde, meteor ve meteoritler ile nova ve süpernovalar hakkında kayıtlara da rastlanmaktadır. Çin tıbbı, evren, doğa ve insan arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğu anlayışına dayanır. Çinli düşünürler, evrenin sürekli bir oluşum içinde olduğuna inanırlar; onlara göre, bu sürekli devinim daima bir başlangıca dönüşü içerir. Evrensel sistemin bir parçası olan insan, ikilem gösteren yin ve yang ilkesinin (iyilik ve kötülük, hastalık ve sağlık gibi) etkisi altındadır. Geleneksel Çin tıbbının tedavi şekillerinden olan masaj ve akupunktur yöntemleri günümüzde de kullanılmaktadır. B. Hindistan'da Bilim Hindistan'daki bilimsel etkinliklerin başlangıcını M.Ö. 5000'lere kadar geriye götürmek mümkündür; ancak bilim gibi düzenli bir bilgi topluluğunun oluşumu için yaklaşık M.Ö. 2500'leri beklemek gerekmiştir. Erken dönemlere ilişkin bilgileri Vedik metinlerden ve nispeten daha geç tarihli olan Siddhantalardan edinmek olanaklıdır. Hindistan'da kullanılan sayı sistemi, on tabanlı (yani desimal) olup, erken tarihlerden itibaren konumsal rakamlandırma yönteminin benimsendiği görülmektedir. Sıfırı ilk defa Hintli matematikçiler kullanmıştır. Sayı sistemindeki bu erken tarihli gelişme, aritmetiğin gelişim hızını büyük ölçüde etkilemiştir. 8
9
Daha sonra Pythagorasçılara mal edilecek olan Pythagoras Teoremi'nin çözümü ile ilgili erken çözüm örneklerine Hintlilerin geometrik metinlerinde rastlamak mümkündür. Cebir alanında birinci ve ikinci derece denklem çözümleriyle ilgilenmişler ve trigonometri alanında ise, sinüs ve kosinüs fonksiyonlarını kullanmışlardır. Daha sonra Hintlilerin aritmetik, cebir ve trigonometri konusundaki bilgileri Sanskrit dilinden Arapça'ya yapılan çeviriler yoluyla İslâm Dünyası'na aktarılacak ve buradaki bilimsel uyanışta önemli bir rol oynayacaktır; on ikinci yüzyıldan itibaren Arapça'dan Latince'ye yapılan çeviriler sonucunda ise, Hıristiyan Dünyası bu bilgilerle tanışacaktır. Hintlilerin evreni Yer merkezlidir ve astronomiden söz eden metinlerde Ay ve Güneş'in hareketleri ve tutulmaları, Yer, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün hareketleri, Yer ve Güneş'in birbirlerine uzaklıkları hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiştir. M. S. beşinci ve on ikinci yüzyıllar arasında konuyla ilgili yapmış oldukları çalışmalarda ise, trigonometrik oranları da dikkate almak suretiyle, Güneş-Yer, Ay-Yer uzaklıklarını, Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin konumlarını ve dolanım periyotlarını hesaplamaya çalışmışlar ve bunlarla ilgili sayısal değerleri içeren eserler bırakmışlardır. Bunlardan Aryabhata adındaki bir astronom ilk defa Yer'in kendi etrafındaki hareketinden söz etmiştir. Hint tıbbı, başlangıcından itibaren Hint felsefesi ve kozmolojisiyle iç içe gelişmiştir. Onlara göre, canlı varlıklar evrenin küçük bir modelidir ve doğadaki diğer varlıklar gibi, toprak, su, hava, ateş ve eterden meydana gelmiştir. M.Ö. üçüncü yüzyıldan itibaren gelişen tıpla ilgili sistemler konuya yeni bakış açıları getirmiştir. Bunlardan Yoga Okulu, sağlıklı olabilmek için beden disiplinin yanı sıra, zihin disiplinini de şart koşarken, yine aynı dönemlerde ortaya atılan bir başka görüş, beden yapısının temelde kimyasal esaslara dayandığını, dolayısıyla tedavinin de aynı esaslara dayanması gerektiği tezini savunmuştur. Hint uygarlığındaki bilimsel uğraşlar, bilimin gelişimi üzerinde oldukça etkili olmuştur. Bu etki ilk dönemlerde tacirlerin, seyyahların ve askerlerin yardımlarıyla gerçekleşirken, daha sonraki dönemlerde, doğrudan doğruya bilginler ve çevirmenler yoluyla gerçekleşmiştir. C. Orta Asya'da Bilim Orta Asya bilim tarihi M.Ö. 8000'lere ve hattâ çok daha eskilere kadar götürülmektedir. Arkeologlar tarafından bugün de sürdürülmekte olan kazılarda, taş devrinden kalma çanak ve çömleklere, çakmak taşından ve taştan yapılmış topuz veya kargı biçimindeki silahlara, buğday ve arpa yetiştirildiğine ilişkin izlere rastlanmıştır. Daha sonra, demir kullanılıncaya kadar geçen süre içinde hayvanlar evcilleştirilmiş, bakır ve kurşundan çeşitli eşyalar yapılmıştır. İlk defa alaşım olarak bronzu kullanan Türklerdir
9
10
Demir devrinden sonra, iklim koşullarının bozulması nedeniyle, Türklerin güneye doğru göç ettikleri görülmektedir. Orta Asya'da atı evcilleştirmişler ve M.Ö. 2800 yılı sıralarında arabayı icat etmişlerdir. Türkler, evrenin bir kubbe biçiminde olduğunu düşünüyorlardı. Bu kubbe, altın veya demirden bir kazık, yani Kutup Yıldızı çevresinde, muntazam bir hızla dönüyordu. Burçları taşıdığı düşünülen ekliptik çarkı ise buna dik olarak yerleştirilmişti. Gökteki bu düzen, Yeryüzü'ne de yansımıştı. Kutup Yıldızı'nın tam altında, Yeryüzü'nün yöneticisi olan hakanın oturduğu kent bulunuyor ve Ordug adı verilen bu kentin plânı da göksel düzeni yansıtıyordu. Merkezde kesişen iki ana yol vardır. Nasıl gök, kutup yıldızının çevresinde dönüyorsa, toplumdaki işler de hükümdarın çevresinde döner. Bilinen ilk Türk yazılı anıtı Göktürk devleti (552-745) döneminden kalma Orhun Yazıtları'dır. Göktürkler On İki Hayvanlı Türk Takvimi'ni kullanmışlardır. Takvimde her yıla bir hayvanın adı verilmiştir. Bunlar sıçan, öküz, kaplan, tavşan, ejder, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuzdur. On iki yıl süren her devreden sonra aynı adları taşıyan ikinci bir devre başlar. Devreyi teşkil eden hayvanlar devrederken ait oldukları yılların özelliklerini de belirliyordu. Bir gün on iki eşit kısma ayrılır ve her birine "çağ" denirdi. Yani bir çağ iki saate karşılık geliyordu. Bu çağlara da yine on iki hayvanın adı veriliyordu. Gün gece yarısı, yıl da ilkbahar başlangıcı ile başlardı. Dört mevsim vardı. Yıl, altmış günlük altı haftaya ayrılmıştı. Bu on iki hayvanlı takvim daha sonra, on üçüncü yüzyılda da kullanılmıştır. D. Mısır'da Bilim Nil nehri civarında gelişen Mısır uygarlığı M.Ö. 2700 yıllarından itibaren matematik, astronomi ve tıp konularındaki etkinliklerle parlamıştır. Mısırlılar matematiklerinde, kullandıkları on tabanlı hiyeroglif rakamlarıyla, sayıları sembollerle ifade etme safhasına ulaşmışlardır. Bu rakamlarla çeşitli matematik işlemlerini yapabilmişler ve cebir işlemlerine çok benzeyen ve diğer uygarlıklarda da görülen "aha hesabı" adlı bir hesaplama yöntemi geliştirmişlerdir. Bu hesaplamada "yanlış yoluyla çözüm" tekniği kullanılmıştır. Geometrilerinde ise alan ve hacim hesapları yapıyorlardı. Mimari alanında Mısırlılardan kalan eserler arasında en önemli yeri piramitler tutar; onlar birer mimari harikasıdır. Mısırlılar gökyüzü olaylarını dinî açıdan yorumlamışlardı. Gök cisimlerini tanrı olarak kabul etmişler ve gök yüzündeki olayların da tanrıların faaliyetleri olduğuna inanmışlardı; yani astronomileri dinî öğelerle iç içe idi. Takvimleri Güneş takvimi idi ve yıl uzunluğu 365 gün olarak kabul ediliyordu. Günümüzde kullanılan takvimin temelinde Mısır takvimi yer alır. Günün 24 saate bölünme geleneğini de Mısırlılara borçluyuz. E. Mezopotamya'da Bilim Dicle ve Fırat deltası, Asya, Afrika ve Avrupa arasında köprü vazifesi gören bir kavşak bölge olarak büyük bir uygarlığın gelişmesine çok elverişli bir yerdi. Burada gelişen 10
11
Mezopotamya uygarlığının başlangıcı M.Ö. 3000 yıllarından öncesine gider. Bu uygarlığı Sümerliler, Akadlılar ve Babilliler ortaya koymuştur. Bilimsel faaliyetler olarak daha çok zaman ölçme, alan hesaplama, sulama kanallarını organize etme, değiş-tokuş gibi günlük yaşamın gereklerine uygulanan astronomi ve matematik bilgileri ile karşılaşılır. Modern astronominin temelinde Mezopotamya astronomisi bulunur. Onlar mitolojiye ve dinî inançlara dayanan astronomiden laik ve matematiksel astronomiye geçmeyi başarabilmişlerdir. Evrenin, Yer, gök ve ikisi arasında bulunan okyanustan oluştuğuna inanıyorlardı. Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenlerini ve on iki takım yıldızını tanıyorlardı. Söz konusu beş gezegenin tutulma düzlemi yakınında dolaştığını saptamışlardı. Ay yılına dayanan takvimleri daha sonraki dinî takvimlere ve İslâm Dünyası'ndaki hicrî takvime temel oluşturmuştur. Günü 12 saate, saati 60 dakikaya, dakikayı da 60 saniyeye bölmüşlerdi. Güneş, Ay ve beş gezegene bağlı olarak bir hafta 7 gün olarak kabul edilmiş, ve bu 7 günlük hafta Romalılar vasıtasıyla Avrupa'ya geçmiş ve oradan da bütün dünyaya yayılmıştır. Ay ve Güneş tutulması tahminlerini yapabilecek düzeyde astronomi bilgisine sahiptiler. Mezopotamyalılar cebirin kurucusudurlar. Gelişmiş bir rakam sistemine sahip olmaları cebir konusunu da ilerletmelerine yol açmıştır. Birinci ve ikinci derece denklemlerini belirli gruplar halinde sınıflamışlar ve her grup için ayrı çözüm formülleri vermişlerdir. Geometrileri analitik idi. Yani, geometri problemlerinin çözümü genellikle cebir yoluyla ele alınmaktaydı. Thales Teoremi'ni dik üçgenler için bulmuş, ve kullanmışlardır. Pythagoras Teoremi'ni de biliyor ve kullanıyorlardı. Daireyi 360 dereceye bölen de Mezopotamyalılardır. F. Anadolu'da Bilim Coğrafi konumu çeşitli bölgelerle bir köprü niteliğinde olan Anadolu yarımadasından ilk uygarlıkların tarihi M.Ö. 8000'lere kadar götürülmekte olup, bu uygarlığın bugünkü Aksaray ili civarında olduğu belirlenmektedir. Daha geç tarihli olanlar arasında ise Hitit, Urartu, Firig ve Lidya uygarlıkları sayılabilir. Hititlerin Mezopotamya kökenli "şekel" ve "mina" adlı ağırlık birimlerini kullandıkları, en çok bakır ve tunçtan eşyalar yaptıkları, çivi yazısı ve hiyeroglif yazı olmak üzere iki çeşit yazıları oldukları bilinmektedir. Van gölü civarında gelişen Urartu uygarlığında ise çivi yazısı ve resim yazısı kullanılmış, yapmış oldukları kapların üzerine, onların hacimlerini yazmışlardır. En önemli merkezleri Gordion ve Midas olan Firigya uygarlığının Fenike alfabesinin Batı'ya yayılmasında önemli rolü olmuştur. Ayrıca, Kybele adı verilen ana tanrıça kültü de bu uygarlıktan Yunanlılara geçmiştir. Bakır-kalay alaşımı olan tunçtan eşyalar yapmışlar, bazı müzik aletlerini icat etmişler (simbal, flüt gibi), kilim dokumuşlardır. 11
12
Kilim için kullandıkları "tapetes" adı bugün Fransızcada "tapis" biçimini almıştır. Batı Anadolu'daki Lidya uygarlığının en büyük başarısı ise parayı icat etmiş olmasıdır. Böylece o dönemin ekonomik hayatında büyük gelişme sağlanmış, modern ekonominin temelleri atılmıştır.
1.
YUNANLILAR DÖNEMİNDE BİLİM
Yunan Dönemi iki kısma ayrılmaktadır. M.Ö. sekizinci yüzyıldan Büyük İskender'in ölümüne (M.Ö. 323) kadar geçen dönem Hellenik Çağ ve Romalıların, Ptolemaios Krallığı'na son verdikleri M.Ö. 30 yılına kadar geçen dönem ise Hellenistik Çağ olarak adlandırılmaktadırlar. Bu dönemde bilim ve felsefe alanlarında büyük bir atılım gerçekleştirilmiş ve Yunan bilginleri ve düşünürleri evren, dünya ve dünyanın üzerinde bulunan canlı ve cansız varlıklara ilişkin bilgi üretmeye başlamışlardır.
A. Hellenik Çağ'da Bilim Bu dönemde doğa bilimleri büyük bir gelişme göstermiş ve özellikle Aristoteles ve onun yolundan giden Aristotelesçiler bitkilere ve hayvanlara ilişkin bilimsel ve yarıbilimsel bilgileri derleyerek botanik ve zooloji alanların temellerini atmışlardır. a. Doğa ve Bilgi Felsefesi Bu dönemde önce Varlık Sorunu, daha sonra Bilgi Sorunu gündeme gelmiştir. Varlık Sorunuyla ilgilenen Thales, Anaximandros, Anaximenes ve Herakleitos gibi düşünürler, bütün varlıkları oluşturan ve Arkhe adı verilen İlk Temel Öge'yi aramışlar, Bilgi Sorunu'yla ilgilenen Platon ve Aristoteles gibi düşünürler ise doğru bilginin yapısı ve yöntemi üzerinde çalışmışlardır. Bu dönemi önceki dönemlerden ayıran en önemli özellik, doğal varlıkların ve olguların doğa-üstü nedenlerle değil, doğal nedenlerle açıklanmasıdır. * Aristoteles Aristoteles döneminde politik yapı değişmiş ve Yunan Dünyası yavaş yavaş Makedonyalıların hakimiyetine girmeye başlamıştır. Makedonya Krallığı'nın güçlenmeye başladığı bu dönemde yaşayan Aristoteles, Ege Denizi'nin kuzeyinde bulunan Stageria'da doğmuştur (M.Ö. 384-322). O dönemde, Stageria'da İyon kültürü egemendir ve Makedonyalıların buraları istila etmeleri bile bu durumu değiştirmemiştir. Bu nedenle Aristoteles'e bir İyonya filozofu denilebilir. Aristoteles'in matematik bilgisi araştırmalarına yeterli olacak düzeydeydi; bilimleri
12
13
matematik, fizik ve metafizik olarak üç bölüme ayırırken, Platon gibi, matematiğe yani aritmetik, geometri, astronomi ve müzik bilimlerine - bir öncelik tanımıştı; ancak uygulamalı matematikle ilgilenmiyordu. "Eşit şeylerden eşit şeyler çıkarılırsa, kalanlar eşittir." veya "Bir şey aynı anda hem var hem de yok olamaz (üçüncü durumun olanaksızlığı ilkesi)" gibi aksiyomların bütün bilimler için ortak olduğunu, postülaların ise sadece belirli bir bilimin kuruluşunda görev yaptığını söyleyerek, aksiyom ile postüla arasındaki farklılığa işaret etmişti. Aristoteles'in, süreklilik ve sonsuzluk hakkında yapmış olduğu temkinli tartışmalar, matematik tarihi açısından oldukça önemlidir. Sonsuzluğun gerçek olarak değil, gizil olarak varolduğunu kabul etmiştir. Aristoteles, astronomiye ilişkin görüşlerini Fizik ve Metafizik adlı yapıtlarında açıklamıştır; bunun nedeni, astronomi ile fiziği birbirinden ayırmanın olanaksız olduğunu düşünmesidir. Aristoteles'e göre, küre en mükemmel biçim olduğu için, evren küreseldir ve bir kürenin merkezi olduğu için evren sonludur. Yer evrenin merkezinde bulunur ve bu yüzden, evrenin merkezi aynı zamanda Yer'in de merkezidir. Bir tek evren vardır ve bu evren her yeri doldurur; bu nedenle evren-ötesi veya evren-dışı yoktur. Ay, Güneş ve gezegenlerin devinimlerini anlamlandırmak için Eudoxos'un ortak merkezli küreler sistemini kabul etmiştir. Acaba Aristoteles bu kürelerin gerçekten varolduğuna inanıyor muydu? Elimizde buna ilişkin kesin bir kanıt bulunmamakla birlikte, geometrik yaklaşımı mekanik yaklaşıma dönüştürmüş olması, inandığı yönündeki görüşü güçlendirmektedir. De Caelo'da (Gökler Üzerine) yapmış olduğu en son belirlemelere göre, en dışta bulunan Yıldızlar Küresi, yani evreni harekete getiren ilk hareket ettirici, aynı zamanda en yüksek tanrıdır. Metafizik'te ise, Yıldızlar Küresi'nin ötesinde, sevenin sevileni etkilediği gibi gökyüzü hareketlerini etkileyen, hareketsiz bir hareket ettiricinin bulunduğunu söylemiştir. Öyleyse Aristoteles, yalnızca gökcisimlerinin tanrısal bir doğaya sahip olduğuna inanmakla kalmamakta, onların canlı varlıklar olduğunu da kabul etmektedir. Bu evrenbilimsel kuram, Fârâbî ve İbn Sinâ gibi Ortaçağ İslâm Dünyası'nın önde gelen filozofları tarafından da benimsenecek ve Kuran-ı Kerim'de tasvir edilen Tanrı ve Evren anlayışıyla uzlaştırılmaya çalışılacaktır. Aristoteles'in oluşturduğu bu fizik ve evren görüşü kendisinden sonra az çok değişime uğramışsa da uzun yıllar egemen olmuş ve Galileo'nun yaptığı çalışmalarla geçersiz hale getirilmiştir. Aristoteles'ten önce de hayvanlar üzerinde araştırmalar yapan bilginler vardı, ama zoolojinin, yani hayvanlar biliminin kurucusu Aristoteles olmuştur. Aristoteles, hayvanlar üzerinde yapmış olduğu gözlemlerden çıkarmış olduğu bulguları, Historia Animalium, (Hayvan İncelemeleri) De Partibus Animalium (Hayanların Bölümleri Üzerine) ve De Generatione Animalium (Hayvanların Türeyişi Üzerine) adlı yapıtlarında toplamıştır; bu üç yapıt, birbirleriyle bağlantılıdır; ancak birincisi hayvanların tasviri, ikincisi morfolojisi ve üçüncüsü ise üremesi ile ilgilidir.
13
14
* Milet Okulu Yunanlılardaki bilimsel çalışmalar, İzmir'in güneyinde, Söke-Milas yolunun batısında, bugünkü Balat koyunun yakınlarındaki Milet kentinde başlamıştır. Gezginler ve tacirler aracılığıyla Dünya'nın uygar ülkelerinden taşınan bilgiler ve beceriler burada yeniden işlenip değerlendirilmiş ve yeni bir kimliğe kavuşturulmuştur. * Homeros M.Ö. 8. yüzyılda İzmir yöresinde veya Sakız adasında yaşadığı sanılan Homeros, Yunan duygu ve düşüncesinin ilk ürünleri olan İlyada ve Odysseia adlı destanların derleyicisidir. Troya savaşına ilişkin söylenceleri toplayan İlyada'da eski Yunanlıların gelenek ve görenekleri, dinî ve felsefî inançları ve Çanakkale yöresinin tarihî coğrafyası hakkında önemli bilgiler vardır. Konusu, kuruluşu ve anlatım yöntemleri bakımından İlyada'dan farklı olan Odysseia'da ise Troya'nın yıkılışından sonra, yurdu İthake'ye dönmek üzere yola çıkan Akha önderlerinden Odysseus'un on yıl süren yolculuğu sırasında başından geçen olaylar anlatılır. Bu destanda da aynı türden bilgilere rastlamak mümkündür. MÖ. 4. yüzyılda Atina'da yazıya aktarılan Homeros destanlarındaki dinî anlayış Atinalılar tarafından aynen benimsenmiş ve İlyada ve Odysseia Yunan eğitiminin temeline yerleştirilmiştir. Bunların Yunan toplumundaki işlevi, M.Ö. 4. yüzyılda Platon'un Devlet'inde eleştirilinceye değin hiç sorgulanmamıştır. * Parmenides Ksenofanes'in yetiştirmiş olduğu öğrencilerin en önemlilerinden birisi Parmenides'ti. Parmenides, görüneni değil, görünenin arkasındakini arıyordu; çünkü gerçek orada saklanmıştı. Ona göre, gerçeğe, gözlem ve deney ile değil, mantıksal düşünmeyle ulaşılabilirdi. Bir matematikçi gibi, "yokluk, boş bir mekandır; mutlak boşluktur; yokluk yoktur ama düşünülebilir" diyordu. Parmenides, evrenin sınırlı olduğunu söylüyordu; evren, bütün uzayı doldurur ve küreseldir; değişmez ve ölmez. Değişme ve bunun nedeniymiş gibi görünen hareket gerçek değildir. Algılarımız bizi aldatmaktadır. * Platon Soylu bir aileye mensup olan Platon, M.Ö. 428 yılında Atina'da doğmuş ve iyi bir eğitim görmüştür. 20 yaşında Sokrates'le karşılaşınca felsefeye yönelmiş ve hocasının ölümüne kadar (M.Ö. 399) sekiz yıl boyunca öğrencisi olmuştur; hocası ölünce, diğer öğrencilerle birlikte Megara'ya gitmiş ama burada uzun süre kalmayarak önce Mısır'a, oradan da Pythagorasçıların etkili oldukları Sicilya ve Güney İtalya'ya geçmiştir. Bir ara korsanların eline düşmüş, fidye vererek kurtulduktan sonra, kırk yaşlarında Atina'ya dönmüştür. Atina'da Akademi'yi kurarak dersler vermeye başlayan Platon, M.Ö. 347 yılında 81 yaşındayken ölmüştür.
14
15
Platon'un amacı, öğrencilerine bilgi aşkını aşılayarak, onları filozof bir yönetici olarak yetiştirmektir; bu yüzden ahlak ve siyasete ağırlık vermiş, ancak bunları mantık ve matematikle temellendirmeyi ihmal etmemiştir. Platon'a göre, insanlar bir mağaranın içinde yaşarlar ve yüzleri mağara girişinin karşısında bulunan duvara dönük olduğu için sadece ve sadece buraya düşen gölgeleri görebilirler; duyumlarımız yoluyla varlığından haberdar olduğumuz bu görünümler, gerçek değil, gerçeğin iyiden iyiye bozulmuş gölgeleridir; gerçeği görmek isteyen bir kimsenin, akıl yoluyla duyusal zincirlerden kurtularak başını mağaranın girişine çevirmesi ve orada geçit töreni yapmakta olan ideaları, yani görüntülerin oluşumunu sağlayan gerçek biçimleri seyretmesi gerekir. Bu nedenle bu alemde duyumsadığımız varlıklar birer gölgedir ve asıl var olan şeyler, bu gölgeler ve bu yanılsamalar değil, onların ardındaki ölümsüz idealardır. Mesela bir at ne kadar olağanüstü olursa olsun, zamanla bozulur ve kaybolur; oysa at ideası ezelî ve ebedîdir, değişmez. Öyleyse, değişim içinde bulunan görüntülerin bilgisini bir yana bırakarak, hiçbir zaman değişmeyen ideaların bilgisine ulaşmak gerekir; felsefenin amacı bu olmalıdır; gerçek bir filozof, bu aldatıcı görünümlerin ardına saklanmış olan mutlak bilgiyi, yani ideaların bilgisini yakalayabilen kişidir. Platon böylece bilginlerin yolunu da çizmiş olmaktadır; çünkü İlkçağ ve Ortaçağ'da bilim ve felsefe birbirlerinden ayrı birer etkinlik olarak görülmemiştir. Yapıtlarından anlaşıldığı kadarıyla, Platon daha çok ahlak ve siyasetle ilgileniyordu. Devlet, Yönetici ve Kanunlar adlı kitaplarında ideal bir devletin nasıl olması gerektiğini sorgulamış ve savunduğu görüşler, daha sonra Fârâbî ve İbn Sinâ gibi İslâm filozoflarının siyaset anlayışlarının biçimlenmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Matematik, Platon'un gözünde çok önemli bir bilimdi; çünkü onunla gerçek bilgiye, yani Tanrı İdeası'na ulaşmak olanaklıydı; zaten Tanrı'nın kendisi de bir matematikçiydi. Platon'a göre, matematik, gölgeler alemi ile idealar alemi arasında bir ara alem veya iki alemi birbirine bağlayan bir geçittir. Platon Akademi'nin kapısına "Geometri bilmeyen bu kapıdan girmesin." diye yazdırmıştır. Platon uygulamalı matematiği sevmemiş ve bu nedenle cetvel ve pergelin dışında bir araç kullanmaya yanaşmamıştır. Platon da doğaya Pythagorasçılar gibi bakar ve gerçeğin kilidini açacak anahtarın aritmetik ve geometri olduğuna inanır. Matematikle ilgili orijinal denebilecek bir çalışması yoktur; katkıları daha çok felsefîdir. Platon'un matematiğe ilişkin görüşleri ve çalışmaları sonucunda, matematik, diğer bilimler arasında seçkin bir konuma yerleşecek ve yüzyıllardan beri süregelmekte olan bilimsel eğitim ve öğretimin esas öğesini oluşturacaktır. Platon'a göre evren küreseldir ve merkezinde Yer bulunur; Yer, küresel ve hareketsiz bir gökcismidir ve evren, Yer'in de merkezinden geçen eksen çevresinde 24 saatte bir 15
16
dönüş yapar; Güneş, Ay ve gezegenler bu hareketle taşınırlar ama onların da kendilerine özgü hareketleri vardır. İşte bu hareketleri yüzünden, gezegenler, ekliptik kuşağı üzerinde spiral dolanımlar yaparlar. Gezegenlerin düzgün dolanımları bir Tanrı'nın var olduğunu ilham eder. Nasıl bir saatin mekanizması ve düzenli işleyişi, onun bir yapıcısı ve bir ustası olduğunu ama bu yaratıcının saatin içinde değil dışında bulunduğunu düşündürürse, gezegenlerin dolanımları da, tıpkı bunun gibi, gezegenlerin birer tanrı olmadıklarını, ancak bu düzenli dolanımlarının ardında akıllı ve becerikli bir ustanın, yani bir Tanrı'nın bulunduğunu sezdirir. Bu görüş, sonraları Hıristiyan ve Müslüman filozofları ve ilahiyatçıları tarafından Tanrı'nın varlığının en önemli kanıtlarından biri olarak kullanılacaktır. Platon, ideal bir devlet tasarımından önce, bir toplumun nasıl doğduğunu incelemiştir; ona göre, toplumların oluşma nedeni, insanların kendi kendilerine yetmemeleridir; kısacası, insan ancak yardımlaşarak yaşayabilen bir varlıktır; bu durum fırıncı, tacir, çoban, çiftçi ve mimar gibi çeşitli mesleklerin doğmasına ve bu meslek erbabının yardımlaşmasına neden olur. Fakat insanlar, kendilerinin ve yakınlarının geleceklerini güven altına almak için, daima gereksinimlerinden fazlasını isterler; daha çok altın, daha çok gümüş ve daha çok fildişi biriktirmeye çalışırlar. Yavaş yavaş üstünde yaşadıkları topraklar kendilerine yetmez olur ve komşularının topraklarına tecavüz ederler. Savaşlar çıkar; öyleyse bir de koruyuculara ve bekçilere gereksinim vardır. Giderek, yurttaşlar arasındaki anlaşmazlıkları giderecek mahkemeler ve hastaları iyileştirecek hastaneler gibi daha karmaşık kurumlar belirir; ancak Platon, adaleti mahkemelerde aramaya karşıdır. Bu konuda şöyle der : "İnsanların doğruyla eğriyi kendi kendilerine ayıramayıp mahkeme ve yargıca başvurmaları, adaleti başkalarından beklemeleri çirkin bir şey değil midir?" Platon hekimlerle ilgili olarak da bir şeyler söyler; bir hekimin görevi, hastalarını en kısa sürede iyileştirmektir, yoksa hasta bedenlerini sürüklemelerine yardımcı olmak değildir: "İşte Asklepios, bu gerçeği biliyordu. Bu nedenle, hekimliği, yalnızca bedenleri sağlam olup da geçici bir hastalığa tutulmuş insanlar için kullandı." Sağlıksız bireylere ise, hayat hakkı tanımıyordu: "Hekimler, yurttaşlar arasında bedenleri ve ruhları iyi olanlara bakmalı, böyle olmayanları ise ölüme terketmelidir."
16
17
Platon, halkı bir koyun sürüsüne benzetir; yöneticiler bu sürünün çobanları, koruyucular, yani askerler ise çoban köpekleridir. Öyleyse, insanları yönetmek aslında bir sürüyü yönetmekten farklı değildir; Sâmî dinlerinde de bu anlayışa rastlanmaktadır. Bu kalıtsal oligarşiyi koruyabilmek için çözülmelere ve bozulmalara karşı direnmek gerekir. Çözülmelerin ve bozulmaların başlıca nedeni, maddî ve cinsî iştahtır. Bu nedenle Cumhuriyet'in seçkinleri, yalnızca serveti değil, fakat aynı zamanda eşleri ve çocukları da toplumsallaştırmalıdır. Platon'a göre bu ahlaksızlık değildir; çünkü bu yolla herkes birbirine sevgili ve herkes birbirine kardeş olacaktır; çocuklar, toplumun çocukları olduğu için devlet tarafından yetiştirilecek ve kısacası devlet ile aile özdeşleşecektir. Platon'a göre, zenginlik ve fakirlik, iyi insanları bozar ve işe yaramaz bir hale getirir; kısacası bunlar devlete sokulmaması gereken iki büyük düşmandır. Biri insanı sefahate ve atalete sürükler, diğeri ise bayağılaştırır ve aşağılaştırır. Yönetici olacak bir kişinin, öncelikle filozof olması gerekir; çünkü filozoflar, idealar alemine yükselmiş ve orada doğrunun ve iyinin gerçek örneklerini görmüşlerdir. Böylece devletin başında olanlar, gölgeler için çarpışmayacaklar, başa geçmek büyük bir ayrıcalıkmış gibi kim başa geçecek diye birbirlerini yemeyeceklerdir. Platon devletin başına geçeceklere öncelikle matematik ve astronomi bilimlerinin öğretilmesi gerektiğini söyler : * Sokrates Bütün insanlık tarihinin en saygın kişilerinden birisi olarak tanınan Sokrates de aslında bir sofisttir. Atina'da doğmuş (M.Ö. 470) ve iyi bir eğitim görmüştür. Babası, onu kendi mesleğinde, yani bir heykeltıraş olarak yetiştirmek istediği halde, Sokrates felsefeye ilgi duymuştur. Meydanlarda, tiyatrolarda ve yollarda felsefî tartışmaların yapıldığı bir ortam içinde böyle bir istek gayet doğaldı. Sokrates, aritmetik, geometri, astronomi ve politikaya ilişkin yeterli düzeyde bilgiye sahipti. Çok basit bir yaşam sürmüştü. Her ne kadar görüşlerinin çok etkili olduğu kabul edilmişse de, hiçbir yapıt kaleme almamıştır. Onu iki öğrencisi, Platon ve Ksenofanes'in yazdıklarından tanımaktayız. Sokrates diğer sofistlerden çok farklıydı. Düzenli bir öğretim yapmıyor ve öğrencilerinden ücret almıyordu. "Kendini bil!" ilkesi doğrultusunda, düşünürlerin bakışlarını evrenden insana çevirmişti. Evreni anlamlandırmadan önce kendimizi anlamlandıralım; "Biz kimiz?" bu sorunun yanıtını verelim diyordu. Bu nedenle, yalnızca bir tarlayı ölçebilecek düzeydeki geometri bilgisini yeterli buluyor, daha zor matematik problemleriyle uğraşmanın yararsız olduğuna işaret ediyordu. Ona göre, insanlara, pratik ahlak kurallarını öğretmek daha isabetli olacaktı. Böylece Sokrates, kuramsal bilim ve uygulamalı bilim tartışmasını da açmış oluyordu. Sokrates ilk anlambilimcidir; anlamları belirlenmemiş kavramların ve terimlerin 17
18
kullanılmasının sakıncalarına temas etmiştir. Her çeşit bilgide, kavramların ve terimlerin açık ve seçik bir biçimde tanımlamalarının yapılması gerektiğini savunmuş olması, dolaylı yoldan da olsa, bilimin ilerlemesine küçümsenemeyecek ölçüde katkıda bulunmuştur. * Thales Thales M.Ö. 624 yılında doğmuş ve M.Ö. 548 yılında ölmüştür. Varlıklı bir tacirdi. Yunanlı yedi bilgeden birisi olarak kabul edilmekteydi. İlk Yunan matematikçisi Thales'tir. Thales'le birlikte geometri ilk defa dedüktif (yani tümdengelimsel) bir bilim dalı haline geldi. Thales astronomiyle de ilgilenmiş ve tarih kitaplarına ilk Yunan astronomu olarak geçmiştir. Gökyüzündeki yıldızları gözlemlerken bir kuyuya düştüğünü herkes bilir. 28 Mayıs 585 yılında gerçekleşen Güneş tutulmasını daha önceden tahmin etmiş olmasına rağmen, Yer'in bir disk biçiminde olduğunu düşündüğünden, Ay ve Güneş tutulmalarının nedenlerini bilmesi olanaksızdı. Mısırlılardan yılın 365 gün olduğunu öğrenmişti. Kuzey yönünün bulunmasında Küçük Ayı'nın kullanılabileceğini biliyordu ve Yunan gemicilerine Küçük Ayı takım yıldızını gözlemleyerek seyahat etmelerini önermişti. Nitekim denizci bir millet olan Fenikeliler de Büyük Ayı'yı kullanıyorlardı. Thales her şeyin aslının su olduğunu söylüyordu; su, katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç durumda bulunabilirdi. Suyun olmadığı yerde hayatın da olmayışı, bu maddenin aslî oluşunun en güçlü kanıtlarından biriydi. Thales, bu görüşleri ve Homeros'un hikayelerini bir yana bırakan gözlemsel düşünceleri nedeniyle bilimin doğuşunda önemli bir rol oynamıştır. Aristoteles'e göre, Thales, mıknatısın demir tozlarını çekmesi nedeniyle canlı olduğuna inanıyordu. Nasıl bir yorum getirirse getirsin, mıknatıstan söz eden ilk kişi de Thales'ti. * Zenon Bu okulun diğer bir temsilcisi de Zenon'dur. Parmenides'le birlikte Atina'yı ziyaret etmiştir; orada önemli matematikçilerle karşılaşmış olması muhtemeldir. Zenon'a göre, Pythagorasçılara ait olan bir doğrunun noktalardan oluştuğu görüşü, beraberinde zorunlu olarak sonsuz bölünebilirliği de getirmektedir; ama şu paradokslar göz önünde bulundurulacak olursa bunun olanaklı bir şey olmadığı hemen anlaşılır : 1. Stadyum Paradoksu: Bir noktadan diğer bir noktaya ulaşmak için, öncelikle bu iki nokta arasındaki mesafenin yarısını geçmek gerekir; ancak bu yeni mesafeyi geçmek için de, önce onun yarısı geçilmelidir ve bu böylece sonsuza kadar sürdürülebilir. Öyleyse, sonsuz sayıdaki noktayı, sonlu bir sürede geçmek olanaksızdır. 2. Aşil Paradoksu : Yunanlıların ünlü koşucularından Aşil, bir kaplumbağaya bir miktar 18
19
avans verdikten sonra koşmaya başlarsa, asla ona yetişemez. Aşil'in kaplumbağaya yetişebilmesi için, öncelikle avans olarak vermiş olduğu mesafeyi koşması gerekir, ama bu süre içinde kaplumbağa bir miktar daha yol almış olacaktır. Aşil bu mesafeyi de koştuğunda, kaplumbağa biraz daha ilerde bulunacak ve mesafe sonsuz noktalardan oluştuğuna ve sonsuz sayıdaki noktalar sonlu bir sürede geçilemeyeceğine göre, Aşil hiçbir zaman kaplumbağaya yetişip yarışı kazanamayacaktır. 3. Ok Paradoksu : Yaydan fırlayan bir okun hedefe ulaşabilmesi için, yayla hedef arasındaki noktalarda tek tek duraklaması gerekir; bu noktalar sonsuz sayıda olduğuna göre, ok asla hedefi bulamayacaktır. Öyleyse hareketten ve harekete bağlı olarak meydana gelecek olan değişmelerden söz etmek olanaksızdır. b. Matematik Bu dönemin en önemli matematikçisi Pythagoras'tır. Dik üçgenlere ilişkin teoremiyle tanınan Pythagoras, varlıkları ve varlıklar arasındaki ilişkileri sayılarla ve sayılara karşılık gelen çizgilerle açıklama eğiliminde olduğu için, aritmetik ve geometri bilimleri büyük bir önem kazanmıştır. Ayrıca bir açının üç eşit parçaya bölünmesi, bir küpün iki katı hacmindeki bir küpün bir kenarının uzunluğunun bulunması ve bir dairenin alanına eşit olan bir karenin bir kenarının uzunluğunun bulunması gibi üç geometrik problem üzerindeki çalışmalar da geometrinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir. c. Astronomi Bu dönemde gezegenlerin ve yıldızların gökyüzündeki konumlarını ve devimlerini anlamlandırmaya yönelik göksel kuramları oluşturulmuş ve özellikle Eudoxos'un kurgulamış olduğu Ortak Merkezli Küreler Kuramı sonraki dönemlerde çok etkili olmuştur. d. Coğrafya Yunanlılar Akdeniz kıyılarında yeni koloniler kurmuşlar ve bu koloniler arasındaki ticarî ve askerî seferler sırasında Avrupa, Asya ve Afrika'nın Akdeniz kıyılarını yakından tanımışlardı. Herodotos ve Surlu Marinos'un yapıtları fizikî coğrafyanın, beşerî coğrafyanın ve matematiksel coğrafyanın gelişmesinde etkili olmuştur. e. Tıp Bu dönemde insan bedeninin yapısı da Yunan düşünürlerinin ilgisini çekmiş, sağlık ve hastalık durumlarının açıklanabilmesi için yarı-bilimsel kuramlar geliştirilmiştir. Sonraki çağları en çok ekleyen Koslu Hipokrates bu dönemde yetişmiştir.
19
20
f. Teknik Bu dönemde yeni yapı teknolojileri geliştirilmiş ve özellikle kent planlaması sorunuyla ilgilenilmiştir.
B. Hellenistik Çağ'da Bilim Hellen birliğini sağlayan Makedonyalı Philip'in öldürülmesinden sonra yerine geçen oğlu Büyük İskender, MÖ.334-323 yılları arasında bilinen Dünya'nın büyük bir kısmını fethederek Avrupa'dan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuştu. Büyük İskender'in askerî seferleri, siyasî yönden olduğu kadar kültürel yönden de çok önemli sonuçlar doğurmuştur; çünkü bu seferler sonucunda, Yunan uygarlığı, Uzak Doğu'ya kadar yayılmış ve bu bölgedeki Mısır, Mezopotamya, İran ve Hint uygarlıklarıyla karışarak ve kaynaşarak, yeni bir uygarlığı, yani Hellenistik uygarlığı oluşturmuştur. Büyük İskender, 323 yılının Haziran ayında Babil'de ölünce, kurmuş olduğu Dünya İmparatorluğu generalleri arasında paylaşılmıştır. Mısır valisi Makedonyalı Ptolemaios burada krallığını ilan etmiş ve M.Ö. 30 yılına kadar Mısır'a hakim olacak Ptolemaios sülalesini yönetime getirmiştir. Hellenistik dönem uygarlığını yaratanlar Ptolemaios ailesi olacaktır. Ptolemaios krallığı yöre halkının din ve kültürüne saygı göstermiş, onlarla sıkı ilişkiler kurmuştu. Hellen kültürü ile Doğu kültürleri arasındaki etkileşim daha çok dinî ve edebî konularda gerçekleşmiş, bilimsel konular ise genellikle Yunanlıların hakimiyeti altında kalmıştır. Bu dönemde matematik, astronomi, fizik, biyoloji ve coğrafya gibi alanların bağımsız bir disiplin olarak temelleri atılmıştır. a. Doğa ve Bilgi Felsefesi Bu dönemde Plotinos, Platon ve Aristoteles sistemlerini uzlaştıran yeni bir sistem geliştirmiştir. Sonradan Yahudi, Hıristiyan ve İslam inanç önermeleriyle beslenen ve "Bir" olarak adlandırılan Mutlak Varlık'ın aşama aşama açılımı ile bütün varlıklar aleminin oluştuğunu savunan bu sistem düşünce tarihinde oldukça etkili olmuştur. b. Matematik Eukleides Elementler adlı yapıtında tanım, aksiyom ve postüla çerçevesinde kendisinden önceki geometri bilgisini derlemiş ve Tümdengelimsel Yöntemi kullanmıştır. Böylece geometriye gerçek anlamda kanıtlama düşüncesini getirmiştir. Pergeli Apollonius ise Koni Kesitleri adlı yapıtında daire, elips, koni, parabol ve hiperbolü geometrik olarak tanımlamıştır. c. Astronomi Bu dönemde Aristarkhos Güneş Merkezli Evren Kuramı'nı, Hipparkos ise Yer Merkezli Evren Kuramı'nı geliştirmişlerdir. Gözlem ve matematiksel yöntemin birleşmesi, Hellenistik Çağ astronomisinin en belirgin özelliğidir.
20
21
*Aritarkus Aristarkus’un (M.Ö. 310-230) “Ay ve Güneş’in Büyüklükleri ve Uzaklıkları” adlı yapıtı astronomi problemlerini üstün geometri bilgisiyle çözmeye çalıştığı bir eserdir. Ay’ın tutulduğu ve yarım ay olduğu sıralarda yaptığı gözlemlerden Güneş’in çapının Dünya’nın 7 katı olduğu sonucunu çıkarmıştı. Bu rakam yanlış olmakla birlikte Güneş’in Dünya’dan daha büyük olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Aristarkus Güneşin sabit olduğu ve dünyanın güneş çevresinde çembersel bir yörünge izleyerek döndüğü iddiasını da ortaya atar. Bu görüş zamanına göre oldukça ilerde bir görüştür. d. Fizik Bu dönemde Archimedes statik ve hidrostatik alanlarında yapmış olduğu çalışmalar sonucunda matematiksel fiziğin temellerini atmıştır. e. Biyoloji Aristoteles'in öğrencisi olan ve onun ölümünden sonra Lise'nin başına geçen Teophrastos botaniğe ilişkin Bitkilerin Tarihi Üzerine ve Bitkilerin Nedenleri Üzerine adlı yapıtlarıyla bu bilimin temellerini atmıştır. Herophilos ise insan ve hayvan bedenlerini karşılaştırmalı olarak incelemiştir. f. Herophilos İskenderiye Okulu'nun ilk biyologlarından olan Herophilos'un (M.Ö.280) hayvan ve insan vücudunu karşılaştırmalı olarak incelediği söylenmektedir. Bu amaçla insan vücudunda disseksiyon yapmıştır. Beyni sinir sisteminin merkezi olarak gören Herophilos'a göre, zekâ da burada bulunmaktadır. Onun kullanmış olduğu anatomi terimlerinden bazıları bugün bile kullanılmaktadır. Mesela beynin arka tarafında ana venlerin karşılaştığı yere torcular demiştir ki bu terim Herophilos torcuları biçiminde bugün de geçmektedir. Herophilos, anatomi alanında yapmış olduğu araştırmalar nedeniyle, anatominin babası olarak tanınmıştır. g. Coğrafya Yeryüzünün çevresini ölçülmesine ilişkin çalışmaların bu dönemde yoğunlaştığı ve Eratostenes ile Posidonios'un bu amaçla ölçüm yöntemleri geliştirdikleri görülmektedir. * Archimedes Archimedes hem bir fizikçi, hem bir matematikçi, hem de bir filozoftur. Archimedes'in mekanik alanında yapmış olduğu buluşlar arasında bileşik makaralar, sonsuz vidalar, hidrolik vidalar ve yakan aynalar sayılabilir. Bunlara ilişkin eserler vermemiş, ancak matematiğin geometri alanına, fiziğin statik ve hidrostatik alanlarına önemli katkılarda bulunan pek çok eser bırakmıştır. Archimedes'in en parlak matematik başarılarından biri, 21
eğri yüzeylerin alanlarını
22
bulmak için bazı yöntemler geliştirmesidir. Bir parabol kesmesini dörtgenleştirirken sonsuz küçükler hesabına yaklaşmıştır. Sonsuz küçükler hesabı, bir alana tasavvur edilebilecek en küçük parçadan daha da küçük bir parçayı matematiksel olarak ekleyebilmektir. Bu hesabın çok büyük bir tarihî değeri vardır. Sonradan modern matematiğin gelişmesinin temelini oluşturmuş, Newton ve Leibniz'in bulduğu diferansiyel ve entegral hesap için iyi bir temel oluşturmuştur. Archimedes Parabolün Dörtgenleştirilmesi adlı kitabında, tüketme metodu ile bir parabol kesmesinin alanının, aynı tabana ve yüksekliğe sahip bir üçgenin alanının 4/3'üne eşit olduğunu ispatlamıştır. İlk defa denge prensiplerini ortaya koyan bilim adamı da Archimedes'dir. Bu çalışmalarına dayanarak söylediği "Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım." sözü yüzyıllardan beri dillerden düşmemiştir. Archimedes, kendi adıyla tanınan sıvıların dengesi kanununu da bulmuştur. Söylendiğine göre, bir gün Kral İkinci Hieron yaptırmış olduğu altın tacın içine kuyumcunun gümüş karıştırdığından kuşkulanmış ve bu sorunun çözümünü Archimedes'e havale etmiş. Bir hayli düşünmüş olmasına rağmen sorunu bir türlü çözemeyen Archimedes, yıkanmak için bir hamama gittiğinde, hamam havuzunun içindeyken ağırlığının azaldığını hissetmiş ve "Buldum, buldum" diyerek hamamdan fırlamış. Acaba Archimedes'in bulduğu neydi? Su içine daldırılan bir cisim taşırdığı suyun ağırlığı kadar ağırlığından kaybediyordu ve taç için verilen altının taşırdığı su ile tacın taşırdığı su mukayese edilerek sorun çözülebilirdi. Archimedes'in araştırmalarından önce, tahtanın yüzdüğü ama demirin battığı biliniyordu; ancak bunun nedeni açıklanamıyordu. Archimedes'in bu kanunu doğada tesadüflere yer olmadığını, her zaman aynı koşullarda aynı sonuçlara ulaşılacağını göstermiştir. Archimedes, yirmi üç yüzyıl önce, modern bilimsel yöntem anlayışına çok yakın bir anlayışla, bugün de geçerli olan statik ve hidrostatik kanunlarını bulmuş ve bu katkılarıyla bilim tarihinin en büyük üç kahramanından birisi olmaya hak kazanmıştır.
ROMALILAR DÖNEMİNDE BİLİM M.Ö. 30 yılında Romalılar İskenderiye'yi ele geçirdiler ve bilinen Dünya'yı hâkimiyetleri altına aldılar. Eski ve yeni kentleri, yollarla ve köprülerle birbirlerine bağladılar ve Roma hukuku aracılığıyla, idareleri altındaki geniş eyaletlere öteden beri özlemi duyulan adaleti götürdüler. Roma uygarlığı, çift dilliydi. Aydın bir Romalı, Latince'nin yanında Yunanca'yı da bilmek mecburiyetindeydi; çünkü bilim ve felsefe yapıtları bu dille yazılmıştı. Latince,
22
23
Lucretius, Cicero, Virgilius ve Seneca gibi düşünürler vasıtasıyla büyük bir saygınlık kazanmış ve klasikleşmişti; hatta Vitruvius, Celsus, Frontinus ve Plinius gibi Romalı bilginler de bu dili kullanmışlardı; ancak bilimsel etkinlikleri sürdürebilmeleri için yine de Yunanca'yı öğrenmeleri gerekiyordu. Dönemin en büyük iki bilgini olan Batlamyus ve Galenos, Yunanca konuşuyor ve Yunanca yazıyorlardı. 14. yüzyılda Osmanlı Türkleri de, bilim ve felsefe kaynaklarına ulaşabilmek için Arapça öğrenmek mecburiyetinde kalmışlardı. Bu nedenle Romalılar, Atina ve İskenderiye başta olmak üzere, İmparatorluğun Doğu Eyaletleri'ne giderek Yunan dilini öğrendiler; Roma'da okullar açtılar ve bunları Yunan bilginlerinin yönetimine bıraktılar. Fakat Romalılar hiçbir zaman Hellenik ve Hellenistik dönemlerde gösterilen başarıyı gösteremediler. Bunun çeşitli nedenleri olabilir; ama hepsinden önemlisi büyük bir ülkeyi yönetmek mecburiyetinde olmalarıdır; dolayısıyla, bilimsel etkinlikten çok yönetsel etkinliğe ağırlık vermişlerdir. a. Doğa ve Bilgi Felsefesi Bu dönemde ahlak ve siyaset sorunları gündeme gelmiş ve insanın aile ve toplum içindeki yaşantısını erdemli bir biçimde sürdürebilmesinin koşulları araştırılmıştır. b. Matematik Bu dönemde daha önceki çalışmaların ışığı altında, Menelaus trigonometrinin, Diofantos ve Pappus ise cebirin gelişiminde önemli bir rol oynamışlardır. c. Astronomi Bu dönemin ve Yeniçağ'a kadar bütün dönemlerin en büyük bilgini Ptolemaios'tur ( Batlamyus). Ptolemaios Almagest'inde Yer Merkezli Evren Kuramı'nı, Optik'inde ise Göz Işın Kuramı'nı vermiştir. *Batlamyus İskenderiye okulunun son döneminde ortaya çıkan en önemli bilgindir. (M.S. 85-165). “ALMAGEST” diye bilinen en büyük yapıtına bir tür “astronomi ansiklopedisi” demek yanlış olmaz. Bu kitap, Kopernik ve Kepler’e kadar standart kaynak olma niteliğini korumuştur.Batlamyus’un sistemini matematik geometri üzerine kurmuş, bu arada özellikle trigonometrinin gelişmesine önem vermiştir. d. Fizik Bu dönemde Lucretius varlıklar dünyasını açıklamak için daha önce de savunulan Atom Kuramı'nı geliştirmiştir. e. Coğrafya Bu dönemde özellikle fizikî ve beşerî coğrafya alanlarındaki çalışmalar büyük ölçüde gelişmiştir. Plinius Doğa Tarihi adlı yapıtında daha önceki dönemlerde üretilen bütün bilgileri bir araya getiren bir ansiklopedi yazmıştır. 23
24
f. Tıp Bu dönemde canlı varlığın yapısını açıklamaya yönelik girişimler sürmüş ve Galenos sonraki dönemlerde de yaygın biçimde kullanılacak olan Dört Salgı ve Dört Mizaç Kuramı'nı geliştirmiştir. g. Teknik Bu dönemde kent mimarisi üzerine yoğun araştırmalar yapılmış ve Vitrivius Mimarlık Üzerine adlı yapıtında mimarlıkla ilgili bilgileri derlemiştir.
2.
ORTAÇAĞDA BİLİM
A. ORTAÇAĞ HIRİSTİYAN DÜNYASI'NDA BİLİM Eskiçağ ile Yeniçağ arasında kaldığı için Ortaçağ olarak adlandırılmış olan bu dönemin başlangıç ve bitiş tarihleri kabaca 4. ve 14. yüzyıllar olarak belirlenmiş ve arada kalan bin yıllık dönem birbirlerinden az çok farklı özellikler sergiledikleri için üç kısma bölünmüştür: 4. ve 10. yüzyıllar arası Erken Ortaçağ 11. ve 12. yüzyıllar arası Yüksek Ortaçağ ve nihayet 13. ve 14. yüzyıllar arası ise Geç Ortaçağ olarak adlandırılmaktadır. Ortaçağ düşüncesinin belirgin özelliklerinden birisi, dinî öğretilere dayanan dinsel bakışın ön plana çıkmasıdır; ancak düşüncede dinîleşme Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin ortaya çıkması veya güçlenmesi ile başlamamıştır; kökleri Hellenistik Dönem ve Roma Dönemi felsefelerine ve özellikle de Yeni Platonculuk'a ve Stoacılık'a kadar geri götürülebilir. Yunan düşüncesinde böyle bir eğilimin güçlendiği yıllarda Hıristiyanlık'ın doğması ve yayılması, öyle anlaşılmaktadır ki düşüncede dinîleşme sürecine büyük bir ivme kazandırmış ve Hıristiyanlık'ın Romalılar tarafından resmî bir din olarak benimsenmesi sonucunda dinî düşünce dinî olmayan düşünceyi giderek etkisiz hale getirmiştir. Hıristiyanlık'ın ortaya çıktığı yıllarda, iki farklı dünyanın, yani Sâmî Dünyası ile YunanRoma Dünyası'nın dinî ve felsefî birikimlerinin uzlaştırılması gerekmiştir; aslında bu, inançlılar açısından bakıldığında kaçınılmaz bir görevdir; çünkü Roma İmparatorluğu'nu oluşturan bu iki önemli geleneği, uygun bir biçimde kaynaştırmadan toplumsal düzeni sağlamak ve dolayısıyla kamusal yönetimi sorunsuz bir biçimde gerçekleştirmek olanaklı değildir. Burada baskın olan veya süreç içerisinde baskınlaşan birikim, Sâmî Dünyası'nın birikimidir; bu nedenle Yunan-Roma birikimi, olduğu gibi benimsenmemiş, Hıristiyanlık'ın ilkeleri ile bağdaşabilen veya bağdaşmasa da bağdaşırmış gibi gösterilebilen Platon ve Aristoteles felsefeleri kısmen alınmış, diğerleri ise atılmıştır.
24
25
Düşüncede dinîleşme sürecinin sonunda, Eskiçağ'ın ilk dönemlerinde yürürlükte olan "doğru bilgi arayışı", son dönemlerinde ve bütün Ortaçağ'da yerini "doğru davranış arayışı"na bırakınca, ister istemez bilimsel etkinlik ve buna bağlı olarak bilim de değerini ve önemini yitirmiştir; çünkü şurası açıktır ki bilimsel etkinliğin ürünü olan bilimsel bilgi, praxis ile ilgili değil, theoria ile ilgilidir ve dolayısıyla bir insanın nasıl davranması gerektiğine ilişkin herhangi bir yargı içermez. Ortaçağ'da bilim, çeşitli nedenler yüzünden ve en çok da yukarıda belirtmiş olduğumuz neden yüzünden Batı Dünyası'nda eski değerini yitirmiştir ama tamamen unutulmamıştır; bilimin unutulması veya tarihin herhangi bir döneminde herhangi bir toplum içinde tamamen işlevsiz kalması olanaksız görünmektedir; çünkü hem insan aklının işleyiş biçimi ve hem de insan toplumlarını gündelik gereksinimlerini gidermeye yönelik eylemleri, şu veya bu biçimde, şu veya bu miktarda bilimsel etkinliği kaçınılmaz kılmaktadır. Ortaçağ'da da böyle olmuş, Yunanlıların bilimsel bilgi birikimlerinin hiç değilse bir kısmı, Yedi Özgür Sanat içine giren Quadrivium (Dörtlü: aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) dersleri arasında manastır ve kilise okullarında okutulmuş ve öğretilmiştir; ancak Batı Dünyası açısından bakıldığında, bilimsel bilgi birikimine önceki ve sonraki dönemlere nispetle önemli bir katkıda bulunulmadığı ve bilinenlerin büyük bir kısmının tamamen unutulduğu da doğrudur. Ortaçağ'da din, felsefe ve bilim alanlarındaki düşünsel etkinlikler, kutsal kitaplar ile otoritelerin yapıtları tarafından yönlendirilmiştir ve Özellikle Aristoteles'e karşı büyük bir güven duyulmuş ve akıl ve inanç uzlaştırmasına yönelik çalışmalarda Platon'dan ziyade Aristoteles muhatap olarak görülmüştür. Albertus Magnus ile öğrencisi Thomas Aquinas gibi son dönem Hıristiyan felsefesinin önde gelen iki büyük ismi ise Aristotelesçidir ve Katolik Kilisesi'nin resmî felsefesini oluştururken bu filozofun izinden gitmişlerdir. Ortaçağ'ın son dönemlerinde Aristoteles mantık ve doğa bilimlerinde bir otorite olarak görülmüş ve değerlendirilmiş ve bilimsel araştırma, Aristoteles'in yapıtları üzerinde veya bu yapıtlarda betimlenmiş olan kuramlar çerçevesinde yürütülmüştür. Gökbilim ve evrenbilimde Ptolemaios'un, insanbilimlerinde ise Galenos'un otoritesi tartışılmazdır. Ortaçağ Hıristiyan Dünyası'nı anlatırken çok sık kullanılan skolastik, yani scholasticus terimi, Latince schola (okul) sözcüğünden gelmektedir ve "okulcu" anlamını taşımaktadır. Ortaçağ'daki bütün düşünsel etkinlikler, bu sıfatla nitelendirilmiştir; çünkü bu etkinlikler, Ortaçağ'da ruhbanları yetiştiren manastır ve katedral okullarında yürütülmüş ve geliştirilmiştir. Dinî, felsefî ve ilmî etkinlikleri yönlendiren Skolastik Yöntem, bir Fransız düşünürü olan Petrus Abaelardus'un Sic et Non (Evet ve Hayır) adlı yapıtında açık bir biçimde 25
26
anlatılmıştır. Ona göre, bu yöntemde din ve felsefe otoritelerinin düşünceleri karşı karşıya getirilir; uzlaştıkları ve uzlaşmadıkları noktalar belirlenir ve sonra da otoritelerin aslında uzlaşmakta oldukları gösterilmeye çalışılır. Bu uzlaştırma işlemi, gerçekte pek de kolay değildir; aynı konuyu açıklamaya çalışan uzlaşmaz görüşler karşısında, Ortaçağ düşünürleri çoğu kere çaresiz kalmışlardır; meselâ Evren'in yaşı sorununu ele alalım: Acaba Evren, Aristoteles'in belirttiği gibi ezelî ve ebedî midir, yoksa kutsal kitapların bildirdiği gibi belirli bir anda Tanrı tarafından 7 gün içinde yaratılmış mıdır? Bu iki görüşü, birbirleriyle uzlaştırmak olanaksız gibi görünmektedir; öyleyse bunlardan biri veya diğeri seçilmelidir; ama hangisi seçilecektir? Çünkü hangisi seçilirse seçilsin, seçilmeyenin inandırıcılığı ve otoritesi sarsılacaktır. İşte Ortaçağ düşünürleri, en büyük düşünsel sıkıntıları ve bunalımları, uzlaştırma ilkesini benimsemiş olmalarına rağmen, bu tür uzlaşmaz görüşlerle karşılaştıklarında yaşamışlardır. Ortaçağ düşüncesi, bütüncüldür; yani anlamlandırma girişimlerini, varlığın belirli bir bölümüne veya belirli bölümlerine değil, bütün varlığa yöneltmiştir; Tanrı ya bütün varlığın yaratıcısı ve yöneticisi (varoluş nedeni) ya da bütün varlığın bizzat kendisi olarak algılandığından, düşünsel araştırmaların konusunu, doğrudan doğruya Tanrı oluşturur. 1. Erken Ortaçağ Romalıların dini çok tanrılı, ilkel bir dindi ve Romalılar, bir kimsenin birkaç dine birden girmesinde hiçbir sakınca görmüyorlardı. En önemli tanrıları, bir savaş tanrısı olan Mars'tı; bir savaş kazandıklarında bu Tanrı için törenler düzenlenir ve bütün Roma halkı bu törenlere katılırdı. Hıristiyanlık Ortadoğu'da ortaya çıktı ve kısa bir süre içinde, yerel dinler için büyük bir tehlike oluşturmaya başladı; çünkü Hıristiyanların başka bir dine girmeleri yasaktı ve bu yasak, Roma İmparatorluğu'nun birlik ve bütünlüğünü bozuyordu. İşte bu nedenle Hıristiyanlık'ı kabul edenler, önceleri tutuklandılar; büyük işkencelere uğradılar; ancak Hıristiyanlık, yüzlerce yıldan beri ihmal edilmiş olan yoksul kitleler arasında süratle benimsendiği için yayılmasını sürdürdü. Diğer taraftan, Roma İmparatorluk'u, bir çöküş süreci içine girmiş ve Kuzey'den gelen kavimlerin saldırıları sonucunda siyasî gücünü yitirmeye başlamıştı. Yöneticiler, devleti kurtarmak için, bir süre sonra Hıristiyanlarla anlaşmak mecburiyetinde kaldılar ve İmparator Konstantin, 312 yılında Hıristiyanlık'ı Roma'nın resmi dini olarak kabul etti. 326'da, İmparatorluk'un başkentini, Roma'dan Byzantion'a taşıdı ve sonradan Konstantinopolis (İstanbul) adıyla tanınan bu şehirde yeni bir medeniyet merkezinin temellerini attı.
26
27
Bu tarihten sonra, Yunan ve diğer Ortadoğu dinlerinin direnmesine rağmen, Kilise gittikçe genişledi ve güçlendi; ancak birtakım hizipler birliğini ve bütünlüğünü tehlikeye sokuyordu. Tevhid ve teslis inançlarıyla ilgili olarak farklı görüşler ortaya çıktı. İsa'nın doğasına ilişkin tartışmalar zaman içinde daha da gelişmiş ve sonuçta birbirlerine karşıt görüşler ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlık bölünmeye başladı. Büyük bir gelişme göstermiş olan Hellenistik bilimi ve felsefesi karşısında, kendi inançlarını savunmanın güç olduğunu gören Hıristiyan din adamları, Yunan uygarlığının kalıntılarını silmeye çalıştılar. Hoşgörüden yoksun Kilise Babaları, kendi alanlarının dışına çıkarak, Hıristiyanlık adına bilim ve felsefeye saldırdılar ve din, bilim ve felsefe çatışmalarına yol açtılar. Doğaya yönelik araştırmalarında, akıl ve bilimin rehberliği yerine Kutsal Kitab'ın rehberliğine sığındılar; meselâ Yunan astronomlarının yüzyıllar boyunca oluşturdukları bilimsel bilgi birikimini bir yana iterek, Yeryüzü'nün bir tepsi gibi düz olduğuna ve yarımküre veya çadır biçimindeki Evren ile çevrelendiğine inanmaya başladılar. Tedavi amacıyla hastaneler açmışlar; ancak bilimsel tedavi unutulmuş ve bunun yerini dinî tedavi almıştır. Din adamları, kutsal bir güce sahip olduklarını ve dua yoluyla hastaları iyileştirebileceklerini savunmuşlardır. Yeterince güçlendikten sonra, Yunan bilimini temsil eden kişilere ve kurumlara yöneldiler. Hypatya adlı bir kadın matematikçiyi, İskenderiye Kilisesi'nde öldürdüler (415) ve İskenderiye Kütüphanesi'ni yaktılar. Daha sonraki yüzyılda ise Yunan bilim ve felsefesinin son ışığı olan Akademi'yi kapattılar (529). 2. Yüksek Ortaçağ Bu dönemin bilim tarihi açısından en önemli gelişmeleri, üniversitelerin ve bilim ve felsefe ile yakından ilgilenen tarikatların kurulmuş olmasıdır. *Üniversitelerin Kuruluşu Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasında yüksek eğitim ve öğretim, katedral okullarında yapılıyor ve papazlar tarafından yürütülüyordu; Skolastik Düşünce bu okullarda üretilmiş; on ikinci yüzyıl sonlarında üniversiteler ortaya çıkıncaya kadar bu okullar Batı'daki en önemli kültür merkezleri konumunda olmuşlardır. Bilimsel konulara karşı entelektüel ilgi buralarda oluşmuş ve çeviri etkinliğine bağlı olarak gitgide gelişmiştir. Eski bilgeliğe karşı duyulan saygı büyük bir şekilde artmıştır; ancak, zamanla bu dinî eğitim ve öğretim kurumları eski önemlerini yitirdiler ve bunların yerine başka bir kurum ortaya çıktı.
27
28
1000 yılında, İtalya'nın Bologna şehrinde, hukuk öğrenmek isteyen öğrenciler, kendilerine bir çeşit öğrenci loncası kurdular ve bu loncaya da Universitas adını verdiler; bir yüzyıl sonra, Bologna Üniversitesi'ne tıp ve felsefe fakülteleri de eklendi. Bu üniversiteyi, Oxford, Cambridge, ve Paris Üniversiteleri izledi. Her üniversite, ilâhiyât, kilise hukuku, tıp ve genel meslekler olmak üzere dört bölümden oluşmuş ve öğretim üyeleri yine din adamları olmuştur. Hemen tüm programlarda dersler iki ana guruba ayrılmıştır: birinci grup Trivium (Üçlü) olarak adlandırılır ve gramer, retorik ve diyalektikten oluşur; ikinci grup ise Quadrivium (Dörtlü) olarak isimlendirilir ve aritmetik, geometri, müzik ve astronomiden oluşur. Daha sonra, bu bölümlere, felsefe ve mantığın yüksek kısımları da ilave edilmiştir. *Fransisken ve Dominiken Tarikatları Bu dönemde, üniversitelerin yanısıra, bilimin gelişimini büyük ölçüde etkilemiş olan iki manastır düzeninin, yani tarikatın da ortaya çıktığı gözlenmektedir. 1209'da Fransisken Tarikatı (Gri Kardeşler), 1215'de ise Dominiken Tarikatı (Siyah Kardeşler) kurulmuştur. Başlangıçta her iki tarikat da dinsel amaçlara sahiptir; ancak giderek birincisi bilime, ikincisi ise felsefeye yönelmiştir. Bilimin gelişmesinde özellikle Fransiskenlerin büyük bir rolü olmuştur. Bunlardan Robert Grosseteste ve John Peckham daha çok fizikle ilgilenmişler ve büyük Müslüman optikçisi İbnü'l-Heysem'i izleyerek optik üzerine çeşitli yazılar yazmışlardır. *On İkinci Yüzyıl Rönesans'ının Doğuşu ve Etkileri Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Müslümanlar, Yunanlıların bilimsel bilgi birikimlerinin büyük bir bölümünü Arapça'ya aktarmışlar ve yapmış oldukları çalışmalarla bu birikime önemli katkılarda bulunmuşlardır. Hıristiyanlar ise, uzun bir süreden beri içlerine kapanmışlar ve Dünyevî sorunların çözümünde gelişmemiş ansiklopedik bilgilerle yetinmeyi yeterli görmüşlerdir. Bu arada bazı çeviriler yapmışlar, ama bunlar nicelik ve nitelik itibâriyle bir Hıristiyan Uyanışı'nı gerçekleştirebilecek düzeye ulaşmamıştır. Bilime ve doğaya yönelmeleri için uyarılmaları gerekmiş ve bu uyarılma süreci ise çeviriler yoluyla başlamıştır. On birinci ve on ikinci yüzyıl başlarında özellikle bilim ve felsefeye olan ilgi yoğunlaştıkça, geleneksel öğretinin yetersiz olduğu görüşü hâkim olmuş ve bilim adamları geçmişin mirasına ulaşmak için harekete geçmişlerdir. On ikinci yüzyıl boyunca Arapça'dan Latince'ye yoğun bir şekilde çeviriler yapmışlar ve on üçüncü yüzyılda İslâm biliminin ve felsefesinin önemli bir bölümünü Latince'ye kazandırmışlardır. On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda yapılmış olan bu çeviriler olmasaydı, Ortaçağ zihniyeti aşılamaz ve on yedinci yüzyıldaki Bilim Devrimi gerçekleştirilemezdi. Ancak, bu çeviriler sonucunda aktarılan bilimsel bilgi birikimi o denli büyük olmuştur ki ilkin özümsenmesi gerekmiş ve bu özümseme işlemi bütün on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllar boyunca sürmüştür. 28
29
Öyleyse, Müslümanlar yalnızca bilimsel düşünce geleneğini korumakla ve sürdürmekle kalmamışlar, bu düşüncenin Avrupa'da yeniden canlanmasında da etkin bir rol oynamışlardır. On ikinci yüzyıl aslında bir geçiş çağıdır ve bu çağda Akdeniz'i çevreleyen İslâm, Hıristiyan ve Yahudi Dünyaları önceki yüzyıllara oranla çok daha sıkı bir bağ kurmuşlar ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilemişlerdir; ancak bu dünyalar arasında en belirleyici ve en etkin olanı kuşkusuz ki İslâm Dünyası'dır; diğerleri sürekli olarak onu sömürmeye ve ondaki bilgileri ve becerileri kendi bünyeleri içine alarak sindirmeye çalışmışlardır. Bu uğraş o kadar canlıdır ki bu nedenle bilim tarihçileri bir 12. Yüzyıl Rönesans'ından söz ederler. Öyleyse, bu dönemde büyük bir yeğinlik ve yoğunluk kazanan Batı Ortaçağ Dünyası'ndaki düşünsel uğraşının en temel özelliği bilime katkı değil, çeviriler yolu ile eski ve yeni kültürlerin aktarılmasıdır. Batı kültürünü oluşturan ilmî ve felsefî bilgiler, Batılıların yapmış oldukları araştırmaların bir sonucu değil, Arapça'dan yapılan çevirilerin bir sonucudur. 3. Geç Ortaçağ Bu dönemin en önemli çalışmalarının hareket fiziği ile ilgili olduğu görülmektedir; Aristoteles'in hareket kuramı tartışılmış ve doğruluğu matematiksel yoldan kanıtlanmaya çalışılmıştır. a. Doğa Ve Bilgi Felsefesi Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra din-bilim çatışması gündeme gelmiş ve Yunan ve Roma Dönemlerindeki bilimsel çalışmalar kesintiye uğramıştır. Augustinus, Albertus Magnus, Thomas Aquinas gibi Hıristiyan düşünürlerinin amacı Yunan bilgi birikimi ile Kitab-ı Mukaddes'teki bilgi birikimini uzlaştırmak ve kaynaştırmak olmuştur. Böylece doğal nesneler ve olgular açıklanırken doğaüstü güçleri kullanma eğilimi yeniden ortaya çıkmıştır. *Albertus Magnus Albertus Magnus (1207-1280) Dominiken tarikatına girmiş ve Aristoteles'i ve Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd ve İbn Tufeyl gibi Müslüman filozofların Aristoteles felsefesine ilişkin yorumlarını öğrenmiştir; daha sonra bu yorumlara dayanarak Hıristiyan inançlarıyla bağdaşabilecek yeni yorumlar getirmiştir. Felsefe sorunlarını akılla çözmeye çalışırken Kutsal Kitap'la çatışmamaya ve dolayısıyla inançla çelişmemeye büyük bir özen göstermiş ve bu yaklaşımıyla öğrencisi Thomas Aquinas'ı büyük ölçüde etkilenmiştir. Albertus Magnus'un Platon'dan çok Aristoteles'in felsefesini seçmiş olması tesâdüfî değildir ve bu seçimi, özellikle İbn Rüşd gibi Müslüman filozofların etkisi ile açıklamak olanaklıdır. Albertus Magnus'a göre, biri akıl ve öbürü ise inanç için doğru olan ve birbirleriyle çelişen iki doğru yoktur; gerçekten doğru olan her şey, büyük bir uyum içinde birleşmiştir. 29
30
Birçok bilimle ilgilendiği için Doctor Universalis (Evrensel Bilgin) lâkabıyla tanınan Albertus Magnus, kimya alanında da çalışmış, nitrik asidin madenler üzerindeki etkisi ve altının arıtılması gibi kimyevî konuları incelemiştir; ayrıca astronomi ve biyoloji ile de ilgilenmiştir. Albertus Magnus biyoloji alanındaki çalışmalarında kelime kelime Aristoteles'in Arapça çevirilerini izlemiş ve bunlar üzerinde yorumlar yapmıştır; kendisine özgü gözlemler ve saptamalar da bulunmaktadır. Hayvanlar Hakkında adlı eserinde kuş ve balıkların kan damarlarının dağılımı konusunda Aristoteles'in verdiği bilgilerden ayrılmıştır. Yumurtadan itibaren embriyonun gelişmesini anlatırken, organların sırasıyla nasıl şekillendiğini, göbek kordonu denen yapının yerini gelişim süreci içinde hangi damarın aldığını açık ve seçik bir şekilde anlatmıştır. Bitkilerle de ilgilenmiş ve bu konuya ilişkin Bitkiler Hakkında adlı bir eserinde, ana çizgileriyle bitki betimlemeleri yapmıştır. Bir ara İtalya'ya giden Albertus Magnus orada portakal ağacını görmüş, bundan çok etkilenmiş ve özellikle portakal yapraklarını ayrıntılı bir biçimde tanıtmıştır. * Thomas Aquinas Aziz Thomas Aquinas., (1225-1274). Katolik Kilisesi'nin resmî öğretisini kuran Aquinas, kutsal olan ve kutsal olmayan bilgilere akılcı bir temel aramış ve Summa Contra Gentiles (Kafirlere Karşı) adlı eserinde, Müslüman düşünürlerden İbn Rüşd gibi, bilginin iki kaynağı bulunduğundan söz etmiştir; bunlardan birisi inanç, diğeri ise akıldır. İnanç, Kutsal Kitap'tan, akıl ise düzenlenmiş ve yorumlanmış duyu verilerinden beslenir ve her ikisinden üretilen bilginin dayanağı Tanrı'dır. Tanrı kendi kendisi ile çelişmeyeceğine göre, bu iki bilginin birbirleriyle bağdaşır olması gerekir; yani Platon ve Aristoteles felsefelerini Hıristiyan dini ile uzlaştırmak olanaklıdır; böylece Skolastik Düşünce'nin temelleri atılmış ve inanç ile akılın bağdaşabileceği düşüncesi bu dönemde kesin bir biçimde oluşturulmuş olmaktadır. * Johannes Kepler 1571'de Almanya'da doğan Kepler, çağdaş astronomisinin kurucusudur. İlkin teoloji eğitimi almış, daha sonra astronomi ve matematiğe yoğun ilgi duymuş ve matematik profesörü olmuştur. 1599'da Brahe'nin daveti üzerine, Brahe'ye yıldız tablolarının hazırlanışında yardım etmek üzere Prag'a gelmiş ve 1601'de Brahe'nin ölümü üzerine saray astronomu olarak göreve başlamıştır. Brahe ölmeden önce, o güne kadar yapmış olduğu bütün gözlem kayıtlarını Kepler'e bırakmıştı. Kepler Brahe'nin gözlem kayıtlarını inceledi ve astronomik tablolardan bir anlam çıkarmaya çalıştı; bütün bu çalışmalarında Copernicus sistemini temele aldı. Kepler, bu konuda, bilinen her şeyi kapsayan ve bunlar arasında mutlak bir uyum sağlayan bir sistemin varolması gerektiğini düşünmüş ve Brahe'nin gözlemlerinden yararlanarak, bıkıp usanmadan, tekrar tekrar yaptığı hesaplar sonucunda, gezegenlerin dairesel yörüngeler üzerinde ve muntazam hızla dolandıkları temel prensibini terk 30
31
etmiş ve ünlü üç kanununu ortaya koymuştur. Bu nedenle Kepler, modern gök mekaniğinin kurucusu olarak bilinir. Brahe'nin gözlem kayıtlarını inceleyen Kepler, kristal kürelerin varolmadığını savunmuştur. Kristal küreler olmadığı takdirde, gezegenlerin hareketlerini açıklayacak yeni bir gök fiziği kurmak gerekiyordu. İşte bu, Kepler'le başlayan ve Galilei ve Newton'la son bulan bir süreçle başarılmıştır. b. Tıp Bu dönemde, özellikle Geç Ortaçağ'da yazılan eserlerde Hıristiyan dogmaların etkin olduğunu söylemek olanaklıdır. Hastalıkların tedavisinde dinsel ve sihirsel öğeler ağırlık kazanmış ve ilaçların yanı sıra dua da büyük ölçüde kullanılmıştır. B. ORTAÇAĞ İSLÂM DÜNYASI'NDA BİLİM Fetihler neticesinde Bizanslılarla ve Perslerle karşılaşan ve kendilerinden önceki medeniyetlerin yarattığı eserlerden yararlanmak gerektiğini anlayan Müslümanlar, özellikle Abbasîler döneminde yoğun bir çeviri faaliyetine girişerek, bilim ve felsefe alanlarında atağa kalkmışlar ve önce varolan birikimi anlamaya ve daha sonra da geliştirmeye çalışmışlardır. İslâm Dininin ortaya çıktığı sırada Arap Yarımadası'nda gelişmiş bir bilimsel faaliyetle karşılaşılmaktadır. Ancak komşu ülkelerde, Doğuda, Hindistan'da, Batıda İskenderiye'de, Bizans'ta ve Suriye'de bir hayli gelişmiş bir bilimsel faaliyet vardı. İslâm Dünyası ilkin Doğudaki bu kültürden etkilenmiş ve yararlanmıştır. İlk çevirilerden biri hayvan masallarını konu alan Kelile ve Dimne adlı eserdir. Yine erken tarihli çevirilerden biri, Hindistan'da yaşamış meşhur astronomlardan Brahmagupta'nın (6. yüzyıl) Siddhanta adlı eseridir. İslâm Dünyası'nda Hârezmî ve Bîrûnî gibi birçok bilim adamında Hint uygarlığının etkisini belirlemek olasıdır. Batı'dan gelen etki nispeten daha geç tarihli ise de, daha yoğun olmuştur. İskenderiye kurulduğu tarihten itibaren kültür merkezi olmuş ve bu konumunu İslâm Dünyası'nda da korumuştur. Ayrıca, dini görüş ayrılıkları nedeniyle Bizans'tan kaçıp, İran'a sığınmış ve orada kültür merkezleri (Jundişapur gibi) meydana getirmiş olan düşünür ve bilim adamlarının da bilim adına İslâm Dünyası'ndaki ilk bilimsel faaliyetlerin gelişmesinde önemli rolleri olmuştur. Onların Yunanca bilmeleri birçok klasik bilim ve düşün eserlerinin Arapça'ya kazandırılmasını sağlamıştır. Bunlar arasında Platon, Aristoteles, Eukleides, Archimedes, Ptolemaios ve Galenos gibi Yunan kültürünün belli başlı temsilcilerinin eserlerine rastlamak mümkündür. Ayrıca, bu bilim adamlarının bir kısmının erken tarihlerde kurulan gözlemevleri ve hastahanelerde görev aldıkları, bunlardan bazılarının Arapça yazılmış ilk eserleriyle de İslâm Dünyası'nda bilimsel faaliyetin şekillenmesinde etkin oldukları görülür.
31
32
İslâm Dünyası'nda bilimsel faaliyetlerin gelişmesinde devrin devlet adamlarının ve bizzat halifelerin önemli rolü olmuştur. Bunlardan, örneğin Hârûn el-Reşid (775-809) ve Memûn (813-833), bazı vezirler ve zengin aileler bilimsel faaliyetleri maddi ve manevi olarak desteklemişlerdir. Medeniyet tarihlerinde görülen uyanış dönemleri yakından incelendiğinde görülecektir ki, bir ülkede veya bir toplumda bilimin geliştirilebilmesi için, değerinin kavranması ve düzenli bir bilim eğitiminin verilmesi yanında, diğer toplumlara ait bilimsel eserlerin de tercümeler yoluyla alıcı konumundaki toplumlara aktarılması gerekmiştir. Alıcı toplumlarda bilimlerin yeşermesi ve yerleşmesi olanağı, yapılan tercümelerin niteliği ve sayısı ile doğru orantılıdır. a. Doğa ve Bilgi Felsefesi İslâm felsefesi, Yunan felsefesinin bir uzantısıdır. Bu nedenle Müslüman filozoflar çoğunlukla Platon , Aristoteles ve Plotinos'un kurmuş olduğu felsefi dizgelerden etkilenmişler ve Kuran-ı Kerim'deki inanç önermeleriyle bu dizgelerde bulunan felsefi önermeleri uzlaştırmaya çalışmışlardır. Fârâbî , İbn Sînâ, İbn Rüşd ve Gazzalî bu dönemin en önemli düşünürleridir. * Fârâbî Felsefenin Müslümanlar arasında tanınmasında ve benimsenmesinde büyük görevler yapmış olan Türk filozoflarının ve siyasetbilimcilerinden Fârâbî'nin (874-950), fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli çalışması, Boşluk Üzerine adını verdiği makalesidir. Fârâbî'nin bu yapıtı incelendiğinde, diğer Aristotelesçiler gibi, boşluğu kabul etmediği anlaşılmaktadır. Fârâbî'ye göre, eğer bir tas, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya gelecek biçimde batırılacak olursa, tasın içine hiç su girmediği görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabın tamamını doldurduğundan suyun içeri girmesini engellemektedir. Buna karşılık eğer, bir şişe ağzından bir miktar hava emildikten sonra suya batırılacak olursa, suyun şişenin içinde yükseldiği görülür. Öyleyse doğada boşluk yoktur. Ancak, Fârâbî'ye göre ikinci deneyde, suyun şişe içerisinde yukarıya doğru yükselmesini Aristoteles fiziği ile açıklamak olanaklı değildir. Çünkü Aristoteles suyun hareketinin doğal yerine doğru, yani aşağıya doğru olması gerektiğini söylemiştir. Boşluk da olanaksız olduğuna göre, bu olgu nasıl açıklanacaktır? Bu durumda Aristoteles fiziğinin yetersizliğine dikkat çeken Fârâbî, hem boşluğun varlığını kabul etmeyen ve hem de bu olguyu açıklayabilen yeni bir varsayım oluşturmaya çalışmıştır. Bunun için iki ilke kabul eder: 1. Hava esnektir ve bulunduğu mekanın tamamını doldurur; yani bir kapta bulunan havanın yarısını tahliye edersek, geriye kalan hava yine kabın her tarafını dolduracaktır. Bunun için kapta hiç bir zaman boşluk oluşmaz.
32
33
2. Hava ve su arasında bir komşuluk ilişkisi vardır ve nerede hava biterse orada su başlar. Fârâbî, işte bu iki ilkenin ışığı altında, suyun şişenin içinde yükselmesinin, boşluğu doldurmak istemesi nedeniyle değil, kap içindeki havanın doğal hacmine dönmesi sırasında, hava ile su arasındaki komşuluk ilişkisi yüzünden, suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle oluştuğunu bildirmektedir. Yapmış olduğu bu açıklama ile Fârâbî, Aristoteles fiziğini eleştirerek düzeltmeye çalışmıştır. Ancak açıklama yetersizdir; çünkü havanın neden doğal hacmine döndüğü konusunda suskun kalmıştır. Bununla birlikte, Fârâbî'nin bu açıklaması, sonradan Batı'da Roger Bacon tarafından doğadaki bütün nesneler birbirinin devamıdır ve doğa boşluktan sakınır biçimine dönüştürülerek genelleştirilecektir. * İbn Haldûn İbn Haldûn (1332-1406) Hadramut'tan Endülüs'e göç edip daha sonra Tunus'a yerleşen asil bir aileye mensuptur. Maceralı bir hayat sürmüş, hem memleketinde hem de Endülüs'te bulunan küçük sultanlıklarda vezirlik de dahil olmak üzere çok önemli idarî görevlerde bulunmuştur. Bu sırada muhtelif toplulukları yakından gözleme olanağını elde etmiş ve Berberî tarihini konu edinen yedi ciltlik meşhur yapıtı Kitâbu'l'İber'i 1380 tarihinde tamamlayarak ilk nüshasını Tunus sultanına sunmuştur. İbn Haldûn, Kitâbu'l-İber'in meşhur Mukaddime'sinde, yani girişinde, tarih disiplinini bilimleştirmeye çalışır. Bilindiği gibi, Aristoteles tarihî araştırmayı bilimin dışında bırakmış ve bilimlerin, insanların neden oldukları değişken olaylarla değil, değişken olmayan olaylarla ilgilenmesi gerektiğini söylemişti. İbn Haldûn öncelikle bu görüşe karşı çıkarak tarihin bilimleştirilebileceğini savunmuştur. İbn Haldûn'a göre, tarih Yunan tarihçileri ile bunlardan sonra gelen Müslüman tarihçilerinin düşündükleri gibi, bir takım dinî, siyasî ve askerî olayları, oluş anlarına göre arka arkaya sıralamaktan veya peygamberlerin ve hükümdarların hayatlarını anlatmaktan ibaret değildir. Bir tarihçinin, öncelikle tarihî olaylardaki benzerlikleri ve farklılıkları saptayarak, bunlar arasındaki zaman ve mekan dışı nedensel ilişkileri belirlemesi gerekir; tarih, ancak bu düzeye ulaştırıldığında bilimleşebilir. * İbn Rüşd Endülüs'ün yetiştirmiş olduğu en büyük filozoflardan ve hekimlerden birisi olan İbn Rüşd (1126-1198), Aristoteles'in yapıtlarına yapmış olduğu yorumlarla Aristotelesçiliğin dirilmesini ve güçlenmesini sağlamıştır. Felsefecilerle kelamcılar arasında cereyan eden tartışmalarda, İbn Rüşd, felsefecilerin tarafını tutmuş ve Gazâlî'nin Tehâfütü'l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlıkları) adlı yapıtındaki görüşleri eleştirerek akıl yoluyla ulaşılan bilgilere güvenilebileceğini savunmuştur. İbn Rüşd'e göre, akıl ile vahiy çatışmaz ve bu nedenle, İlahî Hakikat'ın 33
34
bilgisine götüren yollardan birisi de akıldır. İbn Rüşd'ün bu yaklaşımı, felsefecilerle kelamcılar arasındaki çatışmayı giderecek nitelikte olmasına rağmen, İslâm Dünyası'ndan çok Hıristiyan Dünyasında etkili olmuştur. İbn Rüşd idarî görevlerinin yanında saray hekimliği de yapmış ve 1162-1169 yılları arasında yazmış olduğu el-Külliyât fî't-Tıb adlı yapıtıyla tıbbın bütün konularını bir araya toplamıştır. * İbn Sînâ Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn Sînâ (980-1037) matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları ve astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir. Astroloji ve simyaya itibar etmemiş, Dönüşüm Kuraminın doğru olup olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn Sînâ'ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir. İbn Sînâ, mekanikle de ilgilenmiş ve bazı yönlerden Aristoteles'in hareket anlayışını eleştirmiştir; bilindiği gibi, Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki temas ortadan kalktığında, cismin hareketini sürdürmesini sağlayan etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor ve havaya biri cisme direnme ve diğeri cismi taşıma olmak üzere birbiriyle bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu. İbn Sînâ bu çelişik durumu görmüş, yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles'in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır; oysa meselâ bir bir ağacın yakınından geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve yapraklarında en ufak bir kıpırdanma yaratmazken, rüzgar ağaçları sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanın şiddeti cisimleri taşımaya yeterli değildir. İbn Sînâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir, ancak, İbn Sînâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan el-Kânûn fî't-Tıb (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir. Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin Birinci Kitab'ı, anatomi ve koruyucu hekimlik, İkinci Kitab'ı basit ilaçlar, Üçüncü Kitab'ı patoloji, Dördüncü Kitab'ı ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerle tedavi ve Beşinci Kitab'ı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir. İbn Sînâ'nın söz konusu eseri incelendiğinde, konuları sistematik bir biçimde incelediği görülür. Tarihte ilk defa, tıp ve cerrâhîyi iki ayrı disiplin olarak değerlendiren İbn Sînâ, cerrâhî tedavinin sağlıklı olarak yürütülebilmesi için anatominin önemini özellikle vurgulamıştır. Hayatî tehlikenin çok yüksek olmasından ötürü pek gözde olmayan 34
35
cerrahi tedavi ile ilgili örnekler vermiş ve ameliyatlarda kullanılmak üzere bazı aletler önermiştir. Gözle de ilgilenmiş olan İbn Sînâ, döneminin seçkin fizikçilerinden İbn Heysem gibi, Göz-ışın Kuramı'nı savunmuş ve üst göz kapağının dışa dönmesi, sürekli beyaz renge veya kara bakmaktan meydana gelen kar körlüğü gibi daha önce söz konusu edilmemiş hastalıklar hakkında da ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur. * Yusuf Has Hâcib 11. yüzyılın başlarında Balasagun'da doğmuş olan Yusuf Has Hâcib asil bir aileye mensuptur. Balasagun'da yazmaya başladığı Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi) adlı yapıtını 1069 yılında Kaşgar'da tamamlayarak Karahanlı hakanlarından Ebû Ali Hasan ibn Süleyman Arslan Hakan'a sunmuştur. Kutadgu Bilig, her iki Dünya'da da mutluluğa kavuşmak için gidilmesi gereken yolu göstermek maksadıyla yazılmıştır. Yusuf Has Hâcib'e göre, öteki Dünya'yı kazanmak için bu Dünya'dan el etek çekerek yalnızca ibadetle vakit geçirmek doğru değildir. Çünkü böyle bir insanın ne kendisine ne de toplumuna bir yararı vardır; oysa başkalarına yararlı olmayanlar ölülere benzer; bir insanın erdemi, ancak başka insanlar arasındayken belli olur. Asıl din yolu, kötüleri iyileştirmek, cefaya karşı vefa göstermek ve yanlışları bağışlamaktan geçer. İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak, bir kimseyi, hem bu Dünya'da hem de öteki Dünya'da mutlu kılacaktır. Yusuf Has Hâcib bu yapıtında bilimin değerini de tartışır. Ona göre, alimlerin ilmi, halkın yolunu aydınlatır; ilim, bir meşale gibidir; geceleri yanar ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu nedenle alimlere hürmet göstermek ve ilimlerinden yararlanmaya çalışmak gerekir. Eğer dikkat edilirse, bir alimin ilminin diğerinin ilminden farklı olduğu görülür. Mesela hekimler hastaları tedavi ederler; astronomlar ise yılların, ayların ve günlerin hesabını tutarlar. Bu ilimlerin hepsi de halk için faydalıdır. Alimler, koyun sürüsünün önündeki koç gibidirler; başa geçip sürüyü doğru yola sürerler. b. Matematik İslâm Dünyası'nda başta aritmetik olmak üzere, matematiğin geometri, cebir ve trigonometri gibi dallarına önemli katkılarda bulunan matematikçiler yetişmiştir. Ancak bu dönemde gerçekleşen gelişmelerden en önemlisi, geleneksel Ebced Rakamları'nın yerine Hintlilerden öğrenilen Hint Rakamları'nın kullanılmaya başlanmasıdır. Konumsal Hint rakamları, 8. yüzyılda İslâm Dünyası'na girmiş ve hesaplama işlemini kolaylaştırdığı için matematik alanında büyük bir atılımın gerçekleştirilmesine neden olmuştur. c. Astronomi Çeviriler yoluyla Yunanlılardan alınan bilimlerden birisi de astronomidir. İslâm Dünyası'nda astronomi, Aristoteles'in bilim anlayışının etkisi ile matematiğin bir dalı olarak benimsenmiş ve bu nedenle Güneş, Ay ve diğer beş gezegen ile yıldızlara ilişkin 35
36
gözlem verileri hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandırılmaya çalışılmıştır. İslâm Dünyası'nda astronomlar birbirleriyle bağlantılı olan iki tür etkinlik üzerinde yoğunlaşmışlardır: hem gözlem aletleriyle gökyüzünü gözlemlemişler ve hem de gözlem verilerini hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bunlardan ilki gözlemsel astronominin alanına girmektedir ve bu konuda İslâm astronomları, belki de gözleme daha yatkın olan bilim anlayışlarının bir sonucu olarak Yunanlılardan daha derin izler bırakmışlardır. İlk gözlemevleri onlar tarafından kurulmuş, gözlemlerin dakikliğini arttırmak için yeni gözlem araçları ve gözlem teknikleri geliştirilmiştir; hatta bu amaçla, açıların ölçümünde kirişler yerine yeni bulunan trigonometrik fonksiyonlar kullanılmaya başlanmıştır. Ancak kuramsal astronominin alanına giren ikinci etkinlikte aynı ölçüde başarılı olduklarını söylemek olanaksızdır. Müslüman astronomlar, Aristoteles'in yolundan giderek, Yer'in hareket etmeksizin evrenin merkezinde durduğuna ve Güneş de dahil olmak üzere diğer bütün gök cisimlerinin onun çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde sabit hızlarla dolandığına inanmışlardır. Bu konuda, Ptolemaios tarafından önerilen eksantrik ve episikl düzenekleri önemli değişiklikler yapılmaksızın benimsemişlerdir. Astroloji ise, Hellenistik Dönemi bilginlerinde olduğu gibi, astronominin bir dalı olarak görülmüş ve bir iki istisna dışında hemen bütün astronomlar tarafından benimsenmiştir. İslâm Dünyası'nda Ptolemaius'un Tetrabiblos (Dört Kitap) adlı meşhur eseri ile yaygınlaşan astroloji, yıldızlar ve gezegenlerin, insanların mizacı ve geleceği üzerinde etkili olduğu ilkesine dayanmaktadır. Bu dönem astronomisinin geniş kitlelere nüfuz etmesinde kısmen yararlı olmuşsa da, bu dalın bilimsel hiçbir değeri yoktur. d.Fizik Yunan Dünyası'nda olduğu gibi, Ortaçağ İslâm Dünyası'nda da, bugünkü fizik bilimine karşılık gelen bağımsız bir disiplin yoktur ve fizik araştırmaları doğa felsefesinin sınırları içinde yürütülmüştür. Bu anlayış, aslında yakın dönemlere kadar gelmiştir. Mesela, fizik tarihinin en büyük bilginlerinden birisi olan Newton, temel yapıtını Doğa Felsefesinin Temel İlkeleri olarak adlandırmıştır ve dolayısıyla kendisini bir doğa filozofu olarak görmüştür. İslâm Dünyası'ndaki fizik çalışmaları, hareket ve boşluk gibi, Aristoteles'in belirlediği konular çerçevesinde kalmıştır ve onun görüşlerine dayanmıştır. Oluş ve bozuluşa uğrayan her şey, Aristoteles metafiziğinin temelini oluşturan dört nedensel ilke doğrultusunda anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Hareket, belirli bir cismin, belirli bir biçimde gerçekleşen deviniminden oluşmuştur ve bu devinimin hem bir yapıcısı ve hem de bir amacı bulunmaktadır. e. Kimya İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları, daha önce Hellenistik Çağ'da İskenderiye'de yapılmış olan simya çalışmalarından yoğun bir biçimde etkilenmiştir. Bu çalışmalar 36
37
sırasında yavaş yavaş belirginleşmeye başlayan Yapısal Dönüşüm Kuramı'na göre, doğadaki bütün metaller, aslında bir kükürt-civa bileşimidir; ancak bunların iç ve dış niteliklerinde farklılıklar bulunduğu için, kükürt ve civa kullanmak suretiyle istenilen metali elde etmek mümkündür. Bilindiği gibi, simyagerler, tarih boyunca, bu kurama dayanarak, kurşun ve bakır gibi nisbeten daha az kıymetli metalleri, altın ve gümüş gibi metallere dönüştürmek istemişlerdir. İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları da genellikle bu doğrultuda sürdürülmüştür. Yine Müslüman simyagerlerin maksatlarından birisi de bu dönüşümü gerçekleştirecek el-İksir'i, yani mükemmel maddeyi bulmaktır. Mükemmele en yakın metal altın olduğu için, genellikle bu çalışmalarda altının kullanıldığı görülmektedir. İksir, aynı zamanda sonsuz yaşamın kapısını aralayacak bir anahtar olarak da düşünülmüştür. Simyagerler, Yeryüzü'ndeki metallerle Gökyüzü'ndeki gezegenler arasında da ilişki kurmuşlardır. Örneğin altın Güneş'le ve gümüş ise Ay'la eşleştirilmiş ve bu metalleri göstermek için Güneş ve Ay'a benzeyen simgeler kullanılmıştır. Bu simgeler, on sekizinci yüzyıla kadar pek fazla değişmeden gelmiştir; günümüzdeki simgeler ise on sekizinci yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlamıştır. Ortaçağ İslâm Dünyası'nda, simyayı benimseyenlerle benimsemeyenler arasında süregelen tartışmaların, kimyanın gelişimi üzerinde çok olumlu etkiler yaptığı görülmektedir. Çünkü bu tartışmalar sırasında, taraflar, görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamak için, çok sayıda deney yapmış ve bu yolla deneysel bilginin artmasında önemli bir rol oynamışlardır. f. Biyoloji Ortaçağ İslâm Dünyası'ndaki biyoloji araştırmalarını, bitkibilim ve hayvanbilim çerçevesinde değerlendirilecek olursa, bu alanların daha çok Aristoteles ve Dioscorides gibi Yunan bilginleri tarafından derlenmiş olan bilgi birikimine dayandırılmış olduğunu söylenebilir. Ancak, bu birikime Müslüman araştırmacıların yaşamış oldukları çevreden edinmiş oldukları bilgilerle kişisel gözlemleri de eklemek gerekir. Erken tarihli biyoloji yapıtları genellikle ansiklopedik bir nitelik taşır. Bunlarda, bitkilerle ve hayvanlarla ilgili yüzeysel gözlemlerin yanı sıra, hikayelere ve hadislere de yer verilmiştir. İncelenen bitkiler daha çok tıbbî bitkilerdir. Hayvanlara ilişkin açıklamaların ise, özellikle at, deve ve koyun gibi gündelik yaşantıyı doğrudan doğruya etkileyen canlılar üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bitkibilimle ilgilenenler genellikle doktorlardır; bunlar tedavi sırasında daha çok bitkilerden yapılan ilaçlar kullanılmaktadır. g.Coğrafya Ortaçağ İslâm Dünyası'nda, coğrafyacılar, Dünya'nın çapının veya çevresinin hesaplanması, haritaların düzgün bir şekilde çizilebilmesi için uygun izdüşüm yöntemlerinin geliştirilmesi, enlem ve boylam çizgilerinden oluşan bir konuşlandırma 37
38
sisteminin kurularak Yeryüzü'ndeki önemli noktaların enlem ve boylamlarının belirlenmesi gibi matematiksel işlemlere dayanan matematiksel coğrafya ile bilinen Dünya'nın beşerî ve fizikî özelliklerini betimlemeyi hedefleyen tasvirî coğrafyanın gelişimi yolunda önemli girişimlerde bulunmuşlar ve özellikle tasvirî coğrafya alanına değerli katkılarda bulunmuşlardır. h. Tıp Yunan hekimleri tarafından yazılmış olan bilimsel yapıtlar Arapça'ya çevrilmeden önce, Ortaçağ İslâm Dünyası'ndaki tıp bilgisi, geleneksel anlayış ve uygulamalar ile Hz. Muhammed'in beden ve ruh sağlığının korunmasına ilişkin önerilerinden oluşuyordu. Peygamber Tıbbı olarak adlandırılan bu birikim, Müslümanlar arasında yaygın bir biçimde benimsenmiş ve kullanılmıştır. Çevirilerden sonra, Müslüman hekimler arasında özellikle Galenos'un görüşlerinin yaygınlaştığı görülmektedir; ancak Müslüman hekimler Yunan birikimini yeterli bulmamışlar ve yaptıkları araştırmalar sırasında edinmiş oldukları kişisel gözlemleri ve deneyimleri bu birikimle kaynaştırarak tıp biliminin gelişimine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Râzî, Ali ibn Abbâs, İbn Sînâ, Zehrâvî ve İbn Nefis gibi isimler, bu dönemin önde gelen hekimleri arasında bulunmaktadır. * Ali ibn Abbâs 10. yüzyılda yaşayan Ali ibn Abbas Ortaçağ'ın önde gelen hekimlerinden biridir; Kitâbü's-Sınaat (Tıp Sanatı) adlı kitabı tıpla ilgili bütün konuları içermektedir ve İbn Sinâ'nın el-Kanun fî't-Tıb (Tıp Biliminin Kanunu) adlı yapıtı yazılıncaya kadar İslâm Dünyası'nda el kitabı olarak kullanılmıştır. Ali ibn Abbâs bu yapıtında baştan ayağa doğru, bütün beden hastalıklarını sırasıyla konu edinmiş ve bunların belirtileri ile teşhis ve tedavileri hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Yaralar, tümörler ve taşlar gibi cerrâhî müdahale gerektiren durumlarla karşılaşıldığında, cerrahların şu koşulları göz önünde bulundurmaları gerektiğini savunmuştur: 1.Cerrahın anatomi bilgisi yeterli olmalıdır. 2.Ameliyat öncesinde, aletler temizlenmelidir. 3.Ameliyat sonrasında, hastanın bakımına önem verilmelidir. Yapıtın başlarında bulunan anatomi bölümünde, damarlara ilişkin yapılan açıklamalar tıp tarihi açısından önem taşımaktadır. Damarları iki ana grupta inceleyen Ali ibn Abbâs, bunlardan atar damarların çeperinin toplar damarlara oranla çok daha kalın olduğunu belirtmiştir.
38
39
l. Tarih İslâm tarihçiliğinin başlangıç dönemlerinde, tarihî yapıtların, tefsir ve hadis gibi dinî ilimlerin gereksinimlerini karşılamak maksadıyla, Hazret-i Muhammed'in hayatı ve savaşları gibi iki konu üzerinde yoğunlaştıkları görülmektedir. Sonradan bu konulara, Kuran-ı Kerim'de geçen kavimlere ve peygamberlere ilişkin olaylarla Dört Halife, Emevîler ve Abbasîler döneminde yaşanan gelişmeler eklenerek, tarihî yapıtların kapsamı genişletilmiştir. Evrenin yaratılışından tarihçinin yaşadığı döneme kadar İslâm dinî ve siyasî tarihinin işlendiği tarihlerin özellikle Abbasîler döneminde belirdiği ve yaygınlaştığı söylenebilir. Mesela Arap tarihçiliğinin babası olarak görülen Taberî'nin Resuller ve Melikler Tarihi adlı yapıtı bu plana uygun olarak yazılmış ilk Arapça kitaptır. Bu yapıtın en önemli yanlarından birisi, bilimsel tarafsızlığı ilke edinmiş olması ve olayları görgü tanıklarının sözlerine ve güvenilir belgelere dayandırarak anlatmasıdır. Fetihlerle birlikte İslâm Dünyası giderek genişleyince ve Arapların diğer milletlerle siyasî, ticarî ve kültürel münasebetleri artınca, İslâm tarihinin genel tarih içerisine yerleştirilmesi gerektiği anlaşılmış ve tarih yapıtlarının kapsamları buna uygun düşecek biçimde biraz daha genişletilmiştir Ortaçağ İslâm Dünyası'nda çok değerli kent tarihleri de yazılmıştır; Bağdad ve Şam gibi önde gelen medeniyet merkezlerinin tarihleri anlatılırken, buralarda yetişen büyük şahsiyetlerin hayat öyküleri ve eserleri de tanıtılmış ve böylece biyografya ve bibliyografya bilimlerinin temelleri atılmıştır.
3.
YENİÇAĞDA BİLİM
A. Yeniden Doğuş (Rönesans) Dönemi'nde Bilim (On Beşinci Yüzyıl ve On Altıncı Yüzyıl) Rönesans'ı, Ortaçağ ile Yeniçağ arasında geçen zaman dilimi olarak tanımlayabiliriz; ancak Ortaçağ ansızın sona ermediği gibi Yeniçağ da ansızın başlamamıştır. Ayrıca Ortaçağ'ın bitmesi ve Yeniçağ'ın başlaması her ülkede aynı tarihlerde gerçekleşmemiştir; örneğin İtalya'da diğer ülkelerden daha önce, 14. yüzyılın ortalarında 'Petrarca Zamanı'nda başlamıştır. Rönesans, diğer bütün özellikleri bir yana, Ortaçağ'ın kavramlarına ve yöntemlerine karşı bir başkaldırıdır. Herkes bilir ki her nesil bir öncekine karşı şu veya bu ölçüde tepki gösterir; her dönem bir öncekine karşı yapılmış bir başkaldırıdır ve bu böyle devam eder; ancak, Rönesans'da yapılan başkaldırı, diğerlerine göre daha sert olmuştur. Ortaçağ'ın karakteristik özelliklerinden birisi yeniliklere karşı duyulan korkudur. Rönesans ise bu konuda daha hoşgörülü olmuştur. Her yenilik sorunlar yaratmış, ancak yenilikler insanların karşısına giderek artan bir sıklıkla çıkmaya başlayınca,
39
40
bunlara alışılmış ve yeniliklere karşı daha az güvensizlik duyulur olmuştur; sonunda insanlar yeniliklerden hoşlanmışlardır. Bilim alanında, yapılan yenilikler devrim niteliğindedir. Bu durum ürkek insanların neden bilimden korktuklarını açıkçı ortaya koymaktadır; çünkü hiçbir şey bilginin gelişimi kadar çağ açıcı olamaz; her türlü toplumsal gelişimin kökeninde bilim bulunmaktadır. Rönesans döneminin bilim adamı yeni bir bakış değil, yeni bir oluşum ortaya koymuştur. Yenilikler çoğu kez öyle büyük olmuştur ki o döneme Yeniden Doğuş ya da Rönesans değil, Gerçek Doğuş, Yeni Bir Başlangıç demek daha uygun olur. Rönesans, insanın kendi üzerine eğildiği, kendini keşfettiği ve hümanist görüşün önem kazandığı bir dönemdir. Ortaçağ'da egemen olan Hıristiyan anlayışı bu dünyanın değerini, insanı öbür dünyaya hazırlayışı ile ölçmüştür. Oysa hümanistler insanın bu dünyadaki yaşamı ile ilgilenmişlerdir. Bütün bunlar insanın kendi üzerine eğilmesine, başka deyişle, insanın kendini keşfetmesine neden olmuştur. a.Doğa ve Bilgi Felsefesi Bu dönemde Yunan felsefe ve bilim anlayışına yeniden dönülmüş ve bu anlayışın daha derinden kavranabilmesi için Yunanca'dan çeviriler yapılmaya başlanmıştır. Bu döneme damgasını vuran etkinlik, doğaya ilişkin doğru ve güvenilir bilgi elde etmek için gerekli olan yöntem arayışıdır. Bu yöntemin araçları olarak gözlem ve deney üzerinde durulmuştur. Ayrıca, yeni bir insan ve yeni bir toplum arayışı yönündeki çalışmalar bir varlık olarak insan ve toplumun yeniden sorgulanmasını ve doğadaki yerinin yeniden belirlenmesi sorununu gündeme getirmiştir. * Francis Bacon Bacon (1561-1626), bilimin önemini ve insanlığın refahı yönünden vaadettiği olanakları ilk kavrayan düşünürlerden birisidir. Onun asıl ilgisi bilimi anlamak, bilgi edinmenin doğru ve etkili yolunu kesin bir biçimde bulup ortaya çıkarmaktır. Çünkü ona göre, doğanın gizemlerini çözmek ve kanunlarını keşfetmek insanlığın refahı ve ilerlemesi için gereklidir. Bacon'a göre, bugüne kadar insanın doğa karşısında çaresiz ve zavallı bir duruma düşmesinin nedeni, ne insan aklının yetersizliği ne de doğanın anlaşılamayacak kadar karmaşık olmasıdır. Neden, yalnızca yanlış bir yöntemin kullanılmasıdır. Böylece yöntemin gerekliliğini ve önemini belirledikten sonra Bacon, bunun nasıl oluşturulabileceği üzerinde düşünmeye başlar. Bunun için de öncelikle insanların yanlışa neden ve nasıl düştüklerinin gerekçelerini belirlemeye yönelir. 40
41
Bacon'a göre, insanların yanlışa düşmelerinin nedenleri şunlardır: 1. Üniversitelerde öğretimin bozulmuş olması: Ona göre, bunun temelinde yatan neden skolastik düşüncenin egemen olmasıdır. 2. İnsan Aklı: Bacon'a göre, insanların yanılmalarının nedenlerinden birisi de kendi aklıdır. Çünkü insan aklı çabuk karar vermeye ve genellemeye düşkündür. Bir konu üzerinde biraz durunca yorulur, gereken sabrı gösteremez ve yanlışa düşebilir. Öyleyse doğru bilgi nasıl elde edilecektir? Bunun için iki şey gereklidir. 1. Önyargılardan sıyrılmak. 2. Sağlam bir yöntem uygulamak. b.Matematik Bu dönem diğer alanlarda olduğu gibi matematik alanında da yeniden bir uyanışın gerçekleştiği ve özellikle trigonometri ve cebir alanlarında önemli çalışmaların yapıldığı bir dönemdir. Rönesans matematiği özellikle Raffaello Bombelli, François Viète ve Simon Stevin ile doruk noktasına ulaşmıştır. c. Astronomi Bu dönemde en önemli gelişme astronomi alanında olmuştur. Kopernik, Yunan Dönemi'nden beri yürürlükte bulunan Yer Merkezli Evren Kuramı'nın yerine, Güneş Merkezli Evren Kuramı'nı kurmuş ve Yer'in, Güneş'in çevresinde dairesel bir yörünge üzerinde dolanan bir gezegen olduğunu savunmuştur. Böylece, Yer'in evrenin merkezinden kaldırılmasına bağlı olarak insanın evrendeki konumu da yeniden sorgulanmaya başlanmıştır. Tycho Brahe ise Yer'i evrenin merkezinden kaldırmanın doğuracağı bilimsel ve dinsel sakıncaları göz önünde bulundurmuş ve Yer-Güneş Merkezli Evren Kuramı ile Kopernik'e karşı çıkmıştır. *Kopernik Kopernik, düşünce tarihinde bir dönüm noktasını simgeler. Onun adıyla anılan sistem yalnız modern bilimin doğuşuna değil, insanın evren içindeki yerini saptamada yeni ve daha ölçülü bir görüşün ortaya çıkmasına da başlangıç sayılır. Gerçekten de Kopernik’le birlikte insanoğlunun kendini evrenin merkezinde sayma iddiası yıkılmış, doğanın bir uzantısı, bir parçası olduğu düşüncesi doğmuştur. Bu devrimin kaynağı “Göksel Kürelerin Dolanımı Üzerine” adlı yapıtıdır. Kopernik sistemi birçok yönlerden Aristoteles görüşünden ayrılmaz. Kitabının ilk bölümünün başlıkları bu gerçeği göstermeye yeter: Evrenin küresel olduğu Arzı’ın küresel olduğu Göksel cisimlerin hareketlerinin düzgün dairesel, ve sürekli olduğu...gibi Onun sistemine devrimci niteliği veren şey yerküreyi evrenin merkezi olmaktan çıkarıp, Güneş çevresinde dolanan sıradan bir gezegen saymasıdır.
41
42
* Tycho Brahe Copernicus'un Güneş-merkezli sistemi, Yermerkezli sistemden çok daha başarılı değildi. Ayrıca henüz yeni fizik kurulmadığından, Güneş'in evrenin merkezinde ve Yer'in de bir gezegen gibi onun çevresinde döndüğünün kanıtı da verilemiyordu. Bu nedenle, astronomlar Copernicus'u hemen kabul etmediler. Ancak astronomların karşısında gök olaylarının hesabını verebilen iki sistem vardı. Bunlardan hangisinin evrenin gerçek yapısını yansıttığının bilinmesi gerekiyordu. Bu da doğru gözlemler yapmakla mümkün olacaktı. Brahe, sisteminden çok, yaptığı gözlemlerle önem taşır. Onun yaptığı gözlemler sayesinde Aristoteles fiziği ve kozmolojisi büyük darbeler almıştır. 1572 yılında, Cassiopea takımyıldızında yeni bir yıldız ortaya çıkar. Yaptığı hesaplamalarla Brahe, bu gökcisminin sabit yıldızlar bölgesinde bulunduğunu ve yeni bir yıldız olduğunu ortaya çıkardı. Aristoteles fiziğine göre eterden yapılmış olan bu bölge mükemmeldi ve burada yeni hiçbir şey varlığa gelemeyeceği gibi, var olan bir şey de yok olamazdı. Oysa bu 1572 yıldızı (bugünkü deyimi ile nova) Aristoteles'in temel prensiplerine karşıydı. Brahe, 1577'de ise, bir kuyruklu yıldız gözlemler. Bu yıldızın Ay küresinin dışında, bu kürenin çok uzağında olduğunu saptar. Bu da Aristoteles kozmolojisine aykırı idi. Çünkü Aristoteles'e göre, kuyruklu yıldızlar Ay küresinin altındadır. Böylece onun yaptığı bu gözlemler sayesinde Aristoteles kozmolojisi büyük darbeler alır. Bundan sonra Kepler'i beklemek gerekecektir. 1576 yılında Hven Adası'nda dönemin en önemli gözlemevini kuran Brahe, bu gözlemevinde, o zamana kadar Batı Dünyası'nda karşılaşılmayan büyük boyutlu gözlem araçları inşa edilmiş, özellikle duvar kadranı çok ilgi çekmiştir. Pratik astronomide büyük bir yenilik olan günlük gözlemler de yapmıştır. d.Fizik Bu dönemde fizik alanı diğer alanlar kadar gelişmemiştir. Ancak Gilbert'in mıknatıs üzerine yapmış olduğu deneysel incelemeler deneysel yöntemin güçlenmesini sağlamıştır. e.Biyoloji Bu dönemde diğer bilimlerin yanı sıra biyolojide de önemli gelişmeler yaşanmıştır. Otto Brunfels, Herbarum Vivae Eicones (Bitkilerin Canlı Resimleri, 1530-1540) adlı yapıtıyla botaniği ve Conrad Gesner ise Historiae Animalium (Hayvanlar Tarihi) adlı yapıtıyla zoolojiyi yeniden canlandırmıştır. f. Tıp Bu dönemde Leonardo da Vinci ve Andreas Vesalius'un yapmış olduğu diseksiyon çalışmaları sonucunda çağdaş anatominin temelleri atılmıştır. Ayrıca Paracelsus, bütün varlıkların ortak bir temeli olduğu düşüncesinden hareket 42
43
ederek, canlılar ve cansızların birbirinden farklı olmadıklarını ve temelde yedi öğeden oluştuklarını söylemiştir. Bu nedenle cansızların yapısını açıklarken kullanılan yasa ve ilkelerin, canlıların yapısını açıklarken kullanılan yasa ve ilkelerle özdeş olması gerektiğini savunmuştur. Öyleyse hastalık canlı yapıdaki kimyasal dengenin bozulması, sağlık ise bu dengenin yeniden kurulmasıdır. g. Teknik Bu dönemde bulunan ve kullanılan barut, pusula ve matbaa doğa bilimlerinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir. Rönesans döneminin en büyük gelişmesi hiç kuşkusuz ki baskı tekniğinin bulunması olmuştur. Bu tekniğin kültürün yayılmasında ve standartlaşmasında büyük bir önem taşıdığı açıktır. Yazma yapıtlar bir çok açıdan özgündür, ama yanlışlara, eklemelere ve çıkarmalara çok açıktır. Baskı teknolojisi ise tek seferde, birbirinin aynı olan yüzlerce kopyayı yayımlamaya ve bir kitabın belli bir sayfasına gönderide bulunmaya olanak tanımıştır. Baskı tekniğinin bulunması, aynı dönemlerde, gravür tekniğinin de bulunması ile zenginleşmiştir. Ağaç ve bakır levha oymacılığı, grafik alanında, matbaanın yazı alanında yaptığı katkının tam olarak aynısını yapmıştır. Sanat ürünleri yaygınlaşmaya ve standartlaşmaya başlamıştır. Bu iki buluş yani, baskı ve gravür, bilginin gelişiminde çok büyük bir önem taşımaktadır. Baskı, temel alınabilecek matematiksel ve astronomik tabloların, gravür ise bitkilerin, hayvanların, anatomik ya da cerrahî ayrıntıların ve kimyasal araçların kitaplara resimler biçiminde girmesine olanak sağlamıştır. B. On Yedinci Yüzyıl'da Bilim (Bilimsel Devrim) Bu dönemin en büyük özelliği, bilimsel yöntemin, yani önermelerin doğruluğunun deneysel olarak sınanması yolunun ortaya çıkması ve buna bağlı olarak fizik, kimya ve biyoloji gibi temel bilimlerin felsefeden bütünüyle ayrılmasıdır. Özellikle astronomi alanında Kepler ve fizik alanında ise Galilei ve Newton'un yapmış olduğu araştırmalar ve kurmuş olduğu kuramlar sonucunda bilimde çok büyük bir atılım gerçekleştirilmiş ve bilim, diğer düşünsel etkinlikleri yönlendiren bir düşünsel etkinlik konumuna yükselmiştir. Bu nedenle bu çağ, bilim tarihçileri tarafından Bilimsel Devrimler Çağı olarak adlandırılmıştır. a. Doğa ve Bilgi Felsefesi Bu dönemde bilimin giderek güçlenmesi ve diğer düşünsel etkinlikleri yönlendirir bir konuma yükselmesi bilimin nasıl bir etkinlik olduğuna ilişkin araştırmaların yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bu konuda özellikle Bacon ve Descartes önemli görüşler ileri sürmüşlerdir. 43
44
* Descartes Modern felsefenin ve analitik geometrinin kurucusu olan Descartes (1596 - 1650) için de, Bacon'da olduğu gibi, amaç doğayı egemenlik altına almaktır. Çünkü insan ancak o zaman mutlu olabilir. Fakat doğa, skolastiğin sağladığı bilgilerle egemenlik altına alınamaz. Böylece Descartes'ın da skolastiğin insanı yanlışa götürdüğünü düşündüğü anlaşılmaktadır. Ona göre, bunun iki nedeni vardır. 1-Skolastiğin kavramları açık ve seçik değildir. 2-Bu yöntem doğru bilgi elde etmeye uygun değildir. Böylece Descartes yeni bir yönteme gereksinim olduğunu belirtir. Çünkü ona göre doğruyu yanlıştan ayırt etme gücü, yani akıl (sağduyu) eşit olarak dağıtılmıştır. O halde bu kadar yanlış bilginin kaynağı akıl olamaz. Böylece Descartes, insanların yanlışa düşmelerinin tek nedeninin doğru bir yönteme sahip olmamaları olduğu sonucunu çıkarır. Bundan sonra yöntemini kurmaya çalışan Descartes, öncelikle bu konuda kendine nelerin yardımcı olacağını araştırır ve iki şeyin bulunduğuna karar verir: 1-Klasik mantık 2-Eskilerin kullandığı Analiz Descartes bu iki yoldan analizin daha doğru olduğuna karar verir. Matematikle ilgili çalışmaları sonucunda da analitik geometriyi bulur. Burada esas olan bir cebir denkleminin bir geometrik şekille anlatılmasıdır. Descartes'ın bu önemli buluşundan sonra diğer önemli bir katkısı da geometri ile cebir arasında kurduğu paralelizmin aynı şekilde matematik ve diğer bilimler arasında da kurulabileceğini belirtmesidir. Çünkü ona göre her hangi bir bilimde bir şeyi bilmek demek aslında sayı ve ölçüden başka bir şey değildir. Bundan dolayı da bütün bilimlerde tek bir yöntem uygulamak olanaklıdır. Bu da matematiksel yöntemdir. Böylece ilk defa bütün bilimlerin yönteminin tek bir yöntem olduğu belirtilmiştir. Bu nedenle Descartes'ın yöntemine evrensel matematik yöntem denmiştir. Descartes'ın bu analiz ağırlıklı, yöntemsel kuşkuculuğa dayanan yöntemi, felsefe için gerçekten çok yenidir. Bilimin yöntemi ve kartezyen felsefe sistemiyle ünlü olan Descartes, aynı zamanda büyük bir matematikçidir. Cebirsel işlemleri geometriye uygulayarak analitik geometriyi kurmuştur. O zamana kadar geometri ve cebir problemleri kendi özel yöntemleri ile ayrı ayrı çözülmekteydi. Ancak Descartes, cebir ve geometri arasındaki bu mesafeyi ortadan kaldıran, cebiri geometriye uygulayan genel bir yöntem ileri sürdü. 44
45
Descartes bütün fiziğin bu şekilde geometrik ilişkilere indirgenebileceğini düşünerek, bütün evreni matematiksel olarak açıklamaya çalışmıştır. b. Matematik Bu dönemde çağdaş matematiğin temelleri atılmış ve Pierre de Fermat sayılar kuramını, Pascal olasılık kuramını, Leibniz ve Newton ise diferansiyel ve integral hesabı kurmuşlardır c. Astronomi Kopernik'in kurmuş olduğu Güneş Merkezli Evren Kuramı çerçevesinde yürütülen araştırmalar sonucunda Eudoxus, Aristoteles ve Batlamyus'tan beri savunulagelmekte olan Yer Merkezli Evren Kuramı yıkılmış ve Galilei ile Kopernik kuramı gözlemsel açıdan, Kepler ile kuramsal açıdan geliştirilmiş ve çağdaş astronominin temelleri atılmıştır. Böylece Kepler'in Elips Yörüngeler Kanunu ile gök mekaniğine giden yol açılmıştır. * Sir Isaac Newton Newton (1642 - 1727), tarihin yetiştirdiği en büyük bilim adamlarından biridir ve matematik, astronomi ve fizik alanlarındaki buluşları göz kamaştırıcı niteliktedir; klasik fizik onunla doruğa erişmiştir. Bilime yaptığı temel katkılar, diferansiyel ve entegral hesap, evrensel çekim kanunu ve Güneş ışığının yapısı olarak sıralanabilir. Çalışmalarını Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri (Principia) ve Optik adlı eserlerinde toplamıştır. Newton 1665 yılında uzunluklar, alanlar, hacimler, sıcaklıklar gibi sürekli değişen niceliklerin değişme oranlarının nasıl Principia'da Newton, Galilei ile önemli değişime uğrayan hareket problemini yeniden ele alır. Uzun yıllar Aristoteles'in görüşlerinin etkisinde kalmış olan bu problemi Galilei, eylemsizlik ilkesiyle kökten değiştirmiş ve artık cisimlerin hareketinin açıklanması problem olmaktan çıkmıştı. Ancak, problemin gök mekaniğini ilgilendiren boyutu hâlâ tam olarak açıklanamamıştı. Galilei'nin getirdiği eylemsizlik problemine göre dışarıdan bir etki olmadığı sürece cisim durumunu koruyacak ve eğer hareket halindeyse düzgün hızla bir doğru boyunca hareketini sürdürecektir. Aynı kural gezegenler için de geçerlidir. Ancak gezegenler doğrusal değil, dairesel hareket yapmaktadırlar. O zaman bir problem ortaya çıkmaktadır. Niçin gezegenler Güneş'in çevresinde dolanırlar da uzaklaşıp gitmezler? Newton bu sorunun yanıtını, Platon'dan beri bilinmekte olan ve miktarını Galilei'nin ölçtüğü gravitasyonda bulur. Ona göre, Yer'in çevresinde dolanan Ay'ı yörüngesinde tutan kuvvet yeryüzünde bir taşın düşmesine neden olan kuvvettir. Daha sonra Ay'ın hareketini mermi yoluna benzeterek bu olayı açıklamaya çalışan Newton, şöyle bir varsayım oluşturur: Bir dağın tepesinden atılan mermi yer çekimi nedeniyle A noktasına düşecektir. Daha hızlı fırlatılırsa, daha uzağa örneğin A' noktasına düşer. Eğer ilk atıldığı yere ulaşacak 45
46
bir hızla fırlatılırsa, yere düşmeyecek, kazandığı merkez kaç kuvvetle, yer çekim kuvveti dengeleneceği için, tıpkı doğal bir uydu gibi Yer'in çevresinde dolanıp duracaktır Böylece yapay uydu kuramının temel prensibini de ilk kez açıklamış olan Newton, çekimin matematiksel ifadesini vermeye girişir. Kepler kanunlarını göz önüne alarak gravitasyonu F = M.m /r olarak formüle eder. Daha sonra gözlemsel olarak da bunu kanıtlayan Newton, böylece bütün evreni yöneten tek bir kanun olduğunu kanıtlamıştır. Bundan dolayı da bu kanuna evrensel çekim kanunu denmiştir. Newton'un diğer bir katkısı da fizikte kuramsal evreyi gerçekleştirmiş olmasıdır. Kendi zamanına kadar bilimde gözlem ve deney aşamasında bir takım kanunların elde edilmesiyle yetinilmişti. Newton ise bu kanunlar ışığında, o bilimin bütününde geçerli olan prensiplerin oluşturulduğu kuramsal evreye ulaşmayı başarmış ve fiziği, tıpkı Eukleides'in geometride yaptığına benzer şekilde, aksiyomatik hale getirmiştir. Dayandığı temel prensipler şunlardır: 1. Eylemsizlik prensibi: Bir cisme hiçbir kuvvet etki etmiyorsa, o cisim hareket halinde ise hareketine düzgün hızla doğru boyunca devam eder, sükûnet halindeyse durumunu korur. 2. Bir cisme bir kuvvet uygulanırsa o cisimde bir ivme meydana gelir ve ivme kuvvetle orantılıdır (F = m.a). 3. Etki tepki prensibi: Bir A cismi bir B cismine bir F kuvveti uyguluyorsa, B cismi de A cismine zıt yönde ama ona eşit bir F kuvveti uygular. Newton'un ağırlıkla ilgilendiği bir diğer bilim dalı da optiktir. Optik adlı eserinde ışığın niteliğini ve renklerin oluşumunu ayrıntılı olarak incelemiştir ve ilk kez güneş ışığının gerçekte pek çok rengin karışımından veya bileşiminden oluştuğunu, deneysel olarak kanıtlamıştır. Bunun için karanlık bir odaya yerleştirdiği prizmaya güneş ışığı göndererek renklere ayrılmasını ve daha sonra prizmadan çıkan ışığı ince kenarlı bir mercekle bir noktaya toplamak suretiyle de tekrar beyaz ışığı elde edebilmiştir. Ayrıca her rengin belirli bir kırılma indisi olduğunu da ilk bulan Newton'dur.
*GALİLEO GALİLEİ (1564-1642) ( Ek1) d. Fizik Bu dönemde çağdaş mekanik ve optik bilimleri kurulmuştur. Galilei kinematiksel yaklaşımı benimseyerek çağdaş mekaniğin temel problemlerini matematiksel olarak açıklanmış ve çözüme kavuşturulmuştur. Eylemsizlik İlkesi'nin formüle edilmesi ile birlikte klasik mekaniğin doğal yer, ivme ve kütle gibi temel kavramları matematiksel bir biçimde yeniden ifade edilmiş ve durağanlık, hareket gibi, hareket de durağanlık gibi doğal bir olgu niteliğine kavuşturulmuş ve bu bağlamda hareket bir problem olmaktan çıkarılmıştır.
46
47
Newton ise Eylemsizlik İlkesi'nin doğal bir hareket olarak kabul edilmesi sonucunda döngüsel hareketin açıklanmasının gerekliliğini vurgulayarak, kinematiksel yaklaşımın yerine dinamiksel yaklaşımla göksel cisimlerin döngüsel hareketlerini çekim kavramı çerçevesinde çözüme kavuşturmuştur. e. Kimya Bu dönemde kimya alanında maddenin yapısına ilişkin deneysel çalışmalar başlamış ve özellikle Boyle, ve Hook gibi bilim adamları sayesinde yeni bir atom kuramı geliştirilmiştir. f. Biyoloji Bu dönemde geliştirilen mikroskop aracılığı ile Malpighi, Leewenhook ve Swammerdan gibi bilim adamları, değişik canlı yapılar üzerinde araştırmalar yapmış ve böylece Hücre Kuramı'nın kurulmasını sağlamışlardır. Ayrıca, Willis, Hooke ve Mayow yapmış oldukları çalışmalar sırasında canlı ve cansız yapıların çok küçük parçacıklardan oluştuğunu ve temel yapılarının benzer olması dolayısıyla işlevlerinin de birbirine benzemesi gerektiğini düşünmüşlerdir. g. Tıp Bu dönemde anatomi, fizyoloji ve embriyoloji konusundaki araştırmalar geliştirilmiş ve özellikle Harvey, büyük Yunan hekimlerinden Galenos'u eleştirerek kan dolaşımını bulmuştur. h. Teknik İnsanın gündelik gereksinimlerini karşılamak ve doğal çevresini çıkarlarına uygun bir şekilde değiştirmek için, çoğu zaman bilimsel bilgi birikiminden yararlanarak bir takım alet ve makinalar yapması eylemi diye tanımlanabilecek teknolojinin oldukça eski bir geçmişi vardır; ancak asıl önemli gelişmeler, bilimle teknolojinin buluşturulmaya başlandığı bu dönemde yaşanmıştır. Sonradan Sanayi Devrimi (1750-1900) olarak isimlendirilecek olan bu gelişimlerin en belirgin niteliği, üretimin insan, hayvan, su ve rüzgar gücü yerine buhar makinalarıyla gerçekleştirilmesidir. Atmosfer basıncında çalışan ilk pistonlu buhar makinası 1712'de İngiliz mucit Thomas Newcomen tarafından icat edilmiş ve 1769'da James Watt tarafından geliştirilerek sanayinin hizmetine sunulmuştur. Buhar makinalarını buharlı gemi (1807) ve buharlı lokomotif (1825) gibi ulaşım araçlarının geliştirilmesi izlemiştir.
47
48
YAKINÇAĞDA BİLİM A. On Sekizinci Yüzyıl'da Bilim(Aydınlanma Dönemi) Aydınlanma, insanın kendi aklı ve deneyimleri ile geleneksel görüşler ve ön yargılardan kurtulmak ve akla dayanarak, dünyayı kavramak düzenlemeye çalışmaktır. Bu anlamda Aydınlanma Çağı insan aklının bağımsız olması gerektiği düşüncesine dayanır. Öyleyse benimsenmesi gereken tavır inanmak değil, bilmek olmalıdır. Bu genel belirlemeden anlaşıldığı üzere, burada sorgulanmak istenen insan varlığının anlamı ve bu Dünya'daki yeridir. Nitekim Aydınlanma'nın gelenekselleşmiş bir tanımını veren Kant'a göre Aydınlanma, insanın kendi kusurları sonucu düşmüş olduğu olumsuz durumdan, yine kendi aklını kullanmak suretiyle çıkma çabasıdır. Gerçekte insan içinde bulunduğu olumsuz duruma aklın kendisi yüzünden değil, ama onu gerektiği gibi kullanmayı bilmemesi yüzünden düşmüştür. Bu yönüyle Aydınlanma'nın, Ortaçağ düşüncesine ve yaşam anlayışına karşıt bir dünya görüşü olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Aydınlanma'nın temel özelliklerinden birisi de, doğa ile akıl arasında bir uygunluk olduğunu ve akılsal yapıda olan bu doğayı aklın rahatlıkla kavrayabileceğidir. a. Doğa ve Bilgi Felsefesi Bu dönemde bilginin doğasına ilişkin tartışmalar yoğunlaşmış ve Tümevarım Yöntemi Hume tarafından sorgulanmıştır. Fransız ansiklopedistlerinden D'Alembert ve Diderot gibi araştırmacılar Rönesans'tan bu yana üretilen yeni bilimsel bilgi birikimini, Ansiklopedi adlı yapıtta bir araya getirmeye çalışmışlardır. b. Matematik Bu dönemde Euler ve Lagrange integral ve diferansiyel hesabına ilişkin on yedinci yüzyılda başlayan çalışmaları sürdürmüş ve bu çalışmaların gök mekaniğine uygulanması sonucunda fizik ve astronomi alanlarında büyük bir atılım gerçekleştirilmiştir. Mesela Lagrange, Üç Cisim Problemi'nin ilk özel çözümlerini vermiştir. * Leonardo da Vinci Rönesans'ın habercilerinin başında gelen Leonardo da Vinci (1452-1519) sistematik bir eğitim görmemiş olmasına karşın, bilgi dağarcığını iyi geliştirmiş ve bilim ve teknolojiye önemli katkılarda bulunmuş ansiklopedik nitelikte bir bilim adamıdır. Leonardo, öncelikle bir ressam olarak ad yapmıştır; onun muhteşem yapıtları bazı kiliselerin duvarlarını; günümüzdeki önemli müzeleri süslemektedir. Ancak resim çalışmalarını sağlıklı bir şekilde yürütebilmek için bir seri anatomi ve perspektif çalışmaları yapmak ihtiyacını hissetmiştir. Bu çalışmalardan perspektifle ilgili olanını Leon Battista Alberti ve Pietro della Francesco gibi devrinin matematikçileriyle birlikte yürütmüştür. Bunlardan Francesco matematiğin yanı sıra resimle de ilgilenmiştir. 48
49
Diğer yandan Leonardo, yapı bilgisine gereksinme duymuş ve başta insan yapısı olmak üzere bazı canlı yapıları kapsayan bir anatomi çalışması yürütmüştür. Bu çalışmalarında enjeksiyon tekniğini uygulayarak, yani dokular arasına kısa zamanda donan bir maddeyi zerkederek, yapıyı tespit edip, onu en ince ayrıntısına kadar, en doğru şekilde belirlemeye çalışmıştır. Bu gayretleri sonucunda, özellikle kalp, mide, muhtelif damarlar ve kasların yapısını günümüze uygun olarak belirlemeyi başarmıştır. Kalbin kapakçıkları ve hareketi üzerinde dikkatini yoğunlaştırarak, kalbin adeta bir tulumba şeklinde çalıştığını belirtmiştir. Leonardo anatomi çalışmalarını karşılaştırmalı olarak yürütmüş, insanın anatomik yapısı ile muhtelif hayvanların anatomik yapılarını karşılaştırmıştır. Bunlardan biri de atların bacak ve ayak kemikleri ile insanınki arasında yaptığı ilginç ve günümüzde de doğru olarak kabul edilen karşılaştırmasıdır. Teknoloji ile ilgili olarak bazı projeler geliştiren Leonardo, kuşların kanat ve kas yapısından hareketle, insanların da belli bir düzenek sayesinde uçabileceği anlayışını geliştirmiş ve bu yolda bazı araştırmalar yapmıştır. Aynı şekilde balıklar gibi, insanların da denizin altında yaşayabileceğini varsayan Leonardo'nun ilk denizaltı projelerini geliştirdiği görülmektedir. Leonardo bir ressam, bir bilim adamı ve bir mühendistir; ancak o günlerde yaygın olarak kabul gören hümanizm görüşünü de desteklemiş ve klasik Yunan düşünürlerinin ve yazarlarının yeniden incelenmesi ve benimsenmesi gerektiğini hararetle savunmuştur. Ona göre bilim adamları tıpkı Aristoteles ve Platon gibi, kendi düşüncelerini hiçbir etki altında kalmadan geliştirmeli ve savunmalıdır. On altıncı yüzyıl bilimlerde otoritelerin yıkıldığı bir dönemdir; astronomide Batlamyus sistemi yıkılırken, tıpta Galen otoritesi son bulmuştur. c. Astronomi Yakın dönem astronomi çalışmalarının genellikle üç alanda yoğunlaştığı görülmektedir: 1. Özellikle Herchell ve Halley'in yapmış oldukları gözlemler sonucunda Güneş sistemine ilişkin gözlemsel veriler artmıştır. 2. Astronominin kuramsal yönünü oluşturan ve elde edilen gözlemsel verileri değerlendirerek gökcisimlerinin hareketlerinin matematiksel açıklamasını veren dinamik astronomi gelişmiştir. Mesela Laplace, Güneş sistemindeki bütün gezegenlerin hareketlerinin matematiksel olarak gösterilebileceğini öne sürmüştür. 3. Fizik ve kimya alanlarında yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen veriler doğrultusunda yıldızların yapısını inceleyen astrofizik ve evrenin yapısını inceleyen kozmoloji gibi yeni bilim alanları ortaya çıkmıştır. Özellikle astrofizikte Frounhofer ve 49
50
Kirchoff'un, kozmolojide ise Kant ve Laplace'ın yapmış olduğu araştırmalar çığır açıcı niteliktedir. d. Fizik Bu dönemdeki fizik araştırmalarının özellikle elektrik konusunda yoğunlaştığı ve Gilbert ve Otto von Guericke'in ardından, Du Fay, Franklin, Cavendish, Coulomb, Galvani, Ampere ve Volta'nın çalışmaları sonucunda elektriğin bağımsız bir fizik dalı olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Ayrıca, ses, ışık, ısı ve enerjinin doğasını açıklamaya yönelik çalışmalar yoğunlaşmış ve bu fiziksel varlıklar arasındaki ilişkiler matematiksel olarak gösterilmiştir. Dalton, kimyasal tepkimeleri açıklamak için Atom Kuramı'nı, Young ise ışığa ilişkin çağdaş Dalga Kuramı'nı geliştirmiştir. f. Biyoloji Bu dönemde doğa bilimlerinden botanik ve zooloji alanlarındaki çalışmalar gelişmiş ve özellikle Darwin'in dedesi Erasmus Darwin ve Lamarck'ın yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, yeni bitki ve hayvan türlerinin oluşumunu açıklamaya yönelik Evrim Kuramı'nın temelleri atılmıştır. g. Coğrafya Bu dönemde on beşinci yüzyılda başlayan coğrafî keşifler, Cook 'un özellikle Antarktika ve Dünya'nın diğer bölgelerine yapmış olduğu gezilerle tamamlanmıştır. h. Teknik Bu dönemde Sanayi Devrimi'nin temelleri atılmış ve bu sayede üretime makinalar hakim olmaya başlamıştır. Deniz ve kara araçlarının yanı sıra, hava araçları da geliştirilmiştir. Montgolfier Kardeşler'in bu alandaki çalışmaları sonucunda havacılığa ve uzay çalışmalarına giden yol açılmıştır. Kimyanın gelişmesine bağlı olarak madencilik ve metalurji sanayi de ilerlemiş ve üretim biçimi ve buna bağlı olarak ürün verimi köklü bir değişim geçirmiştir. Ayrıca tarımda da sanayileşme sürecine girilmiştir. B. On Dokuzuncu Yüzyılda Bilim ( Endüstri Devrimi ve Bilim ) Endüstri Devrimi İngiltere’de buharlı makinelerin kullanılmasıyla başlar. İnsan ve hayvan gücü yerine buhar ve elektrik gücüyle çalışan fabrikaların kurulmasıyla büyür. Bu dönemin önde gelen özelliklerinden birisi bilimle teknolojinin yakınlaşmaya başlamasıdır. Özellikle bu yüzyılın ikinci yarısından sonra, bilimsel bilgi birikimi, gündelik ihtiyaçların karşılanması maksadıyla teknolojinin hizmetine verilmiş ve 50
51
teknolojideki gelişmeler yerleşik yaşam biçimlerini değiştirmeye başlamıştır. Örneğin, kuramsal elektrik araştırmalarından elde edilen sonuçlar, hemen elektrik dinamosu ve motoruna, telgrafa, telefona ve diğer cihazlara dönüştürülmüş ve bunların yaygınlaşmasıyla Dünya yeni bir çehre kazanmaya başlamıştır. Bu dönemin en önemli gelişmelerinden birisi, üretime yönelik araştırma laboratuarlarının kurulmasıdır. Bu laboratuarlarda geliştirilen ürünler, bunlara bağlı olan fabrikalarda seri olarak üretilmiş ve satışa sunulmuştur. Özellikle ABD'deki sanayi atılımında, gerek devlet ve gerekse özel teşebbüs eliyle kurulan dev araştırma laboratuarları etkin rol oynamışlardır. Bilimlerle felsefenin birbirlerinden kesin sınırlarla ayrıldığı bu yüzyılda, bilimlerde uzmanlaşmanın başladığı ve bilgi üretiminin ivmesinin inanılmayacak boyutlarda arttığı görülmektedir. Artık daha önceki devirlerde olduğu gibi bilimin bütün sahalarının bilinmesinin ve hattâ tanınmasının imkanı kalmamış, bilim adamları öğrenme ve araştırma faaliyetlerini bir ya da birkaç saha ile sınırlandırmaya başlamışlardır. Bu yüzyılda, çeşitli alanlarda elde edilen bulgulara dayanarak büyük çaplı bilimsel kuramlar doğmuştur. Fizikteki termodinamik ve elektromagnetik kuramları ile biyolojideki evrim kuramı bir alanın sınırlarını aşmış ve birçok uzmanlık sahasında tartışılır hale gelmiştir. Dönemin en belirgin özelliklerinden bir diğeri de, neredeyse Rönesans'tan beri beslenen bilim sevgisinin bu dönemde had safhaya ulaşmasıdır. İnsanlar birbiri ardısıra gelen bilimsel ve teknolojik gelişmelerden büyük ölçüde etkilenmiş, bilime büyük bir tutku ile bağlanmış ve bilimin her sorunun çaresini bulacağına inanmışlardır. Bu hayranlık ve iyimserlik, 20. yüzyılın ortalarına değin büyüyerek sürmüştür. EVRİM KURAMI VE DARWİN ( Ek2) C. Yirminci Yüzyılda Bilim ( Çağdaş Bilim ) Yirminci yüzyılı bilimsel gelişmeler açısından sıcağı sıcağına değerlendirmek bilim tarihçileri açısından oldukça güçtür. Bunun nedenlerinden birisi, bilimlerdeki gelişmelerin henüz tamamlanmamış olması ve henüz önemi kavranamayan bazı buluşların ileride yaratabilecekleri büyük gelişmeleri bugünden kestirmenin oldukça güç olmasıdır. Dolayısıyla önemsiz olanı önemli olanın önüne alma gibi bir hatanın yapılma olasılığı vardır. Ancak fizikteki Kuantum Kuramı ile Görelilik Kuramı'nın ve astrofizikteki Büyük Patlama Kuramı'nın bu dönemin en önemli buluşları olduğunu söylemek mümkündür.
51
52
EİNSTEİN Devrimi ( Özel Relativite Teorisinin Doğuşu ) ( Ek3) KUANTUM TEORİSİ ve Atom Fiziğinin Doğuşu ( Ek4) a. Doğa ve Bilgi Felsefesi On dokuzuncu yüzyıldan itibaren bilimde ortaya çıkan olağanüstü gelişmeler, bilimin kendisini de felsefî bir sorun haline getirmiş, bilimin kavramlarını ve yöntemini, felsefî açıdan anlamak ve anlamlandırmak üzere çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bilimsel alanları ürün ve etkinlik açısından değerlendirme çalışmaları yapılmış ve özellikle bilimsel kuramların mantıksal yapıları bakımından tutarlılığının denetlenmesi ve bilimsel önermelerin yapı ve içerik açısından taşıması gereken özelliklerinin bir standarda bağlanması gerektiği savunulmuştur. Bilimi etkinlik açısından ele alan çalışmalarda ise özellikle kuram seçiminin hangi ölçütlere göre yapılması gerektiği tartışılmıştır. Yeni Pozitivizm veya Viyana Çevresi bilim önermelerinin doğruluk değerlerinin Doğrulama İlkesi açısından belirlenmesi gerektiğini savunurken, Popper ise Yanlışlama İlkesi'ne göre belirlenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bilimi bir etkinlik olarak gören Kuhn ise, bilimsel gelişmenin aynı zamanda bilim topluluklarının sosyal yapısıyla da ilgili olduğunu vurgulayarak, bilimin felsefî boyutunun yanında sosyolojik boyutunun olduğuna da dikkat çekmiştir. b. Matematik Bu dönemde matematiğe daha sağlam bir temel oluşturmaya yönelik felsefi ağırlıklı çalışmalar genişleyerek devam etmiştir. Russell, Poincaré, Hilbert ve Brouwer gibi matematikçiler bu konudaki görüşleriyle katkıda bulunmuşlardır. Russell, matematik ile mantığın özdeş olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Matematiğin, sayı gibi kavramlarını, toplama ve çıkarma gibi işlemlerini, küme, değilleme, veya, ise gibi mantık terimleriyle ve matematiği ise "p ise q" biçimindeki önermeler kümesiyle tanımlamıştır. Hilbert'e göre ise, matematik soyut nesneleri konu alan simgesel bir sistemdir; mantığa indirgenerek değil, simgesel aksiyomatik bir yapıya dönüştürülerek temellendirilmelidir. Sezgici olan Brouwer de matematiğin temeline, kavramlara somut içerik sağlayan sezgiyi koyar; çünkü matematik bir teori olmaktan çok zihinsel bir faaliyettir. Poincaré'ye göre de matematiğin temelinde sezgi vardır ve matematik kavramlarının tanımlanmaya elverişli olması gerekir. Yine bu dönemin en orijinal matematikçileri olarak Dedekind ve Cantor sayılabilir. Dedekind erken tarihlerden itibaren irrasyonel sayılarla ilgilenmeye başlamış, rasyonel 52
53
sayılar alanının sürekli reel sayılar biçimine genişletilebileceğini görmüştür. Cantor ise, bugünkü kümeler kuramının kurucusudur. c.Astronomi Bu dönemde astronomi alanında yıldızlar ve evrenin yapısına ilişkin çalışmalar artarak devam etmiş ve evrenin oluşumuna ilişkin Büyük Patlama Kuramı ortaya atılmıştır. Diğer taraftan, insanın bu evrende yalnız olup olmadığı tartışılmış ve bunu belirlemeye yönelik çeşitli projeler geliştirilmiştir. Yine bu dönemde gezegenlere ilişkin çalışmalar da ön plana çıkmış ve 1930 yılında Tombaugh tarafından Plüton gezegeni ve daha sonra da bu gezegenin uydusu Charon bulunmuştur. d. Fizik Bu dönemde Görelilik ve Kuantum kuramlarının ortaya çıkmasıyla birlikte, fizik alanı kavram ve kuramları açısından yeni temellere oturtulmuştur. Atom altı parçacıkların bulunmasından sonra Atom Kuramı bütünüyle yeni bir görünüme kavuşmuştur. e. Kimya Bu dönemde kimya, sanayinin belkemiği haline gelmiştir; ancak kimya çalışmaları sadece sanayide değil, tıp başta olmak üzere değişik bilim dallarında da önemli rol oynamıştır. Atom konusundaki çalışmalar, genetik ile ilgili çalışmaları ve canlıların temel maddesi konusunda yapılan araştırmaları büyük ölçüde etkilemiştir. f. Biyoloji Bu dönemde hücrenin yapısı ve işlevlerine ilişkin çalışmalar biyolojiyi büyük ölçüde etkilemiştir. Bunun yanı sıra genetik alanında çok önemli adımlar atılmış ve özellikle son dönemde yapılan araştırmalarla klonlama yöntemine götüren yol açılmıştır. Ayrıca kimyaya dayanan hormon çalışmaları tarım alanındaki verimi arttırmış ve canlıların kökeni ve evrimiyle ilgili araştırmalar, yeni bilimsel bulgularla güç kazanmıştır. g. Jeoloji Bu dönemde jeoloji iki gelişmeden büyük ölçüde etkilenmiştir. Teknolojik atılım, radyometrik tarihleme yönteminin uygulanmasında, kayaç ve minerallerin kimyasal çözümlenmesinde ve sismolojik incelemelerde büyük ilerlemelere yol açmıştır. Levha tektonoği ise bu yüzyılın ikinci yarısından sonra yerbilimlerinin hemen bütün dallarında büyük dönüşümlerin gerçekleşmesine neden olmuştur. h. Tıp Bu dönemde tıp alanında yoğun bir uzmanlaşma görülmektedir. Artık genel olarak tıp değil pediatri, oftalmoloji, kardiyoloji ve ilerleyen süreç içerisinde genetik ve embriyoloji çalışmaları yoğunlaşmıştır. 53
54
Yirminci yüzyıl tıbbının en önemli özelliği, gelişen teknolojiyi çok iyi kullanması ve teşhis ve tedavide daha kesin ve ayrıntılı sonuçlar elde etmesidir. Mikroskobun olağanüstü bir şekilde gelişmesiyle başlayan süreç röntgenle devam etmiştir. i. Teknik Yirminci yüzyıl teknik alanında önemli gelişmelere sahne olmuştur. 1903 yılında Wright kardeşler Flyer I ismini verdikleri ilk uçakla yerden havalanmış ve 59 saniye süreyle 260 metre uçmuşladır. Daha sonraki yıllarda gaz tribünleriyle donatılan jet uçakları, 1960'larda ses üstü hızlara ulaşmışlardır. 1895'te X ışınlarının bulunmasıyla başlayan bir dizi buluş nükleer çağın kapısını açmıştır. 1938'de atom çekirdeğinin parçalanması sonucunda açığa çıkan muazzam enerjinin kullanım şekilleri, bilim adamlarının topluma karşı sorumluluğu konusunu gündeme getirmiştir. Enrico Fermi'nin 1942'de Şikago Üniversitesi'nin spor sahasında kurmuş olduğu küçük bir reaktörde zincirleme çekirdek reaksiyonlarının denetimini başarması, elektrik enerjisi üreten reaktörleri gündeme getirmişken, 6 Ağustos 1945'de Hiroşima'ya atılan atom bombası, insanların bilim ve teknolojiye bakışlarını ciddi şekilde sarsmıştır. Ancak bilimsel ve teknolojik bilginin üretilmesi ile kullanılması, birbirlerinden oldukça farklı süreçlerdir ve bunların üretiminden sorumlu tutulabilecek bilginlerin kullanımından da sorumlu tutulması doğru değildir. k. Uzayın Keşfi Uzaya seyahat edebilmek sadece roketlerle mümkün olduğundan, roket gelişiminin tarihi, bir bakıma uzay uçuşlarının tarihi olarak görülebilir. İlk roketin ne zaman yapıldığı bilinmemekle birlikte, onun bir Çin buluşu olduğu söylenmektedir. 1232 yılında Çinliler Moğolları uçan ateşli oklarla geri püskürtmüşlerdir. 1379'da ise Venedikliler ve Cenevizliler arasında yapılan bir savaşta kaba bir roket kullanılmıştır. 19. yüzyıl savaş roketlerinin geniş ilgi gördüğü bir yüzyıldır. Büyük Britanyalı Sir William Congreve, Napolyon savaşlarında ve 1812 savaşında katı yakıtlı itici kuvvetle çalışan bir roket geliştirmiştir. Ancak akaryakıtlı roketlerin kullanılması ile uzaya seyahatin mümkün olacağını savunan ve bu konuda ilk bilimsel eseri yayınlayan kişi Constantin Tsiolkovsky adlı bir Rus bilim adamıdır. Onun bu çalışması ciddiye alınmazken, Robert H. Goddard adında bir Amerikalı ve Hermann adında Romanya asıllı bir Alman ayrı ayrı çalışarak modern roket biliminin temellerini atmışlardır. Ayrıca Oberth adında bir bilgin Dünya'dan bir cismin başka bir aleme gitmesi ile ilgili teorilerini ve formüllerini bir kitapta toplamış ve bu kitaptan esinlenerek Almanya'da Uzaya Seyahat Kurumu kurulmuştur. Goddard ise, uzun süre üzerinde çalıştığı konu ile ilgili görüşlerini bir rapor olarak yayınlamıştır. 1919'da çıkan bu raporda Ay'a atılacak bir roketten de söz edilmektedir. 1926'da bir deney roketi hazırlamış ve bu roket yaklaşık 60 metre kadar havalanmıştır. 1929 yılında ise Goddard, içinde
54
55
barometre, termometre gibi ölçü araçlarının ve bir fotoğraf makinasının bulunduğu ilk roketi havaya fırlatmıştır. Füzecilik ve uzay yolculuğu denildiğinde akla ilk gelen isim kuşkusuz Wernher von Braun'dır. Goddard ve Oberth'in çalışmalarından haberdar olan Von Braun, Uzaya Seyahat Kurumu'nda füze denemeleri yapmış daha sonra Alman Hava Kuvvetleri hesabına çalışmış ve bu iş için bir füze üssü kurulmuştur. Bu çalışmalar sonucunda İkinci Dünya Savaşı'nın en güçlü silahı olan V-2 roketleri doğmuştur. Savaştan sonra von Braun planları ile birlikte Amerika'ya kaçmış ve Kaliforniya'da kurulan Cape Canaveral (şimdiki adı Cape Kennedy) Uzay Araştırmaları Merkezi'nde çalışmaya başlamıştır. 4 Ekim 1957 tarihinde ise Ruslar dünyanın ilk yapay uydusu olan Sputnik-1'i Dünya'nın yörüngesine oturtmayı başardılar. 31 Ocak 1958'de ilk Amerikan yapay uydusu yörüngeye oturtuldu ve uzaya uydu gönderilmesi bu tarihten sonra baş döndürücü bir hızla devam etti. Amerikalılar, uzay çalışmalarını bir çatı altında toplamak için Ekim 1958'de NASA'yı (Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi) kurdular. 12 Nisan 1961'de ilk defa uzaya insanlı bir roket fırlatıldı. Vostok-1 adlı roketle birlikte uzaya çıkan bu ilk insan Rus Yuri Gagarin idi. 21-27 Aralık 1968'de Frank Borman, James Lowel ve William Anders, Ay çevresini Apollo-8 ile dolaştılar ve inişe uygun yerleri tesbit ettiler. 20 Temmuz 1969 günü ise, Neil Armstrong, Edwin Aldrin ve Michael Collins idaresi altındaki Apollo-11 uzay aracı Ay'ın Sessizlik Denizi denilen ıssız bir düzlüğüne inmeyi başardı ve Neil Armstrong, Ay'a ilk ayak basan insan ünvanını elde etti. Bu başarı, gezegenlere gönderilen insansız araştırma gemileri ve 1981'de uzay mekiğinin geliştirilmesiyle sürdü. l. Bilgisayar İnsanoğlunun ilk hesap makinesi abaküslerdir ve abaküse benzeyen ilk araçlar bundan 3000 sene önce kullanılmıştır. Otomatik hareketlerden yararlanan ilk toplama makinesini Blaise Pascal geliştirmiştir. Pascal bu makineyi tasarlarken, bir tarafa doğru döndürülen dişli çarkların hareketinden faydalanmıştır. Daha sonra Leibniz aynı prensiple çarpma işlemi de yapabilen bir makine daha geliştirmiştir. Hesaplamada elektronik sistemin öncüsü İngiliz bilim adamı Charles Babbage'dir. Babbage'nin Analitik Motor adını verdiği cihaz belli bir programlama içinde hesapları otomatik olarak yapabilmekteydi. Gerçek anlamda bilgisayarlar 1941 yılında Berlin'de Kondrad Zuse tarafından geliştirilmiştir. Onun yaptığı bilgisayar elektron lambalarından oluşuyordu ve aynı yıllarda Busines Machines Corporation adlı firmanın yaptığı otomatik bilgisayardan çok daha hızlı çalışıyordu.
55
56
1946'da, Amerikalı J. Presper Erchert ve John W.Mauchly, yüksek işlem hızına sahip tam elektronik ilk sayısal bilgisayarı geliştirdiler. 17500 civarında elektron tüpü, 1500 röle, 70000 direnç ve 10000 kondansatörden oluşmuş 30 ton ağırlığındaki bu dev makina, on haneli beşbin sayıyı bir saniye içinde toplayabiliyordu. Sonraki yıllarda inanılmaz bir süratle geliştirilen bilgisayarlar, bilgiyi çabuk ve doğru bir şekilde işleme ve saklama özellikleri nedeniyle, kısa sürede günlük hayatın ayrılmaz bir parçası haline geldiler. Bilgi üretimi ve dolaşımı hızlandı. Bu gelişmeler sayesinde, bir toplumun bütün bireylerinin bilgiye kolayca ulaşmaları ve onu tüketmeleri mümkün oldu. Bilgi toplumunun oluşumunu hızlandıran bu gelişmelerin yanısıra, basımevlerinden uzay gemilerine kadar hemen bütün makina ve araçların kontrolünü de bilgisayarlar üstlenmeye başladı. Böylece insanlar uzun süre alan ve oldukça karmaşık olan yorucu ve bıktırıcı işlerden kurtuldular.
(i) EKLER GALİLEO GALİLEİ (1564-1642) Tanınmış müzikçi Vincenzo Galilei'nin oğlu olan Galileo, ilk eğitimini ailesinin 1574'de taşındığı Floransa yakınlarındaki Vallombrasa Manastırı'nda aldı. 1581'de tıp eğitimi görmek üzere Piza Üniversitesi'ne girdi. Burada, tavandan sallanan bir lambanın salınımlarını gözleyerek, bir tam salınım için gereken sürenin, salınımın genliği ne olursa olsun hep aynı kaldığını bulan Galilei, sonradan bu olayı deneysel olarak doğrulayacak ve saatlerin düzenli çalışabilmesi amacıyla sarkaçtan yararlanılabileceğini ortaya koyacaktı. Sarkaçlara ilişkin bu gözlemine değin hiç matematik eğitimi görmemiş olan Galilei, raslantı sonucu dinlediği bir geometri dersinin de etkisiyle, Tascana Sarayı'nda öğretmenlik yapan Ostilio Ricci'den matematik ve fizik dersleri almaya başladı. Mali durumunun elvermemesi nedeniyle 1585'te üniversiteden ayrılmak zorunda kaldı; Floransa'ya dönerek akademide ders vermeye başladı. 1586'da hidrostatik teraziyi bulan ve bu buluşunu bir makaleyle açıklayan Galilei'nin ünü bütün İtalya'ya yayıldı. 1589'da yazdığı katı cisimlerin ağırlık merkezlerine ilişkin inceleme Piza Üniversitesi'nde matematik dalında öğretim üyeliğine getirilmesini sağladı. Burada hareket üzerine araştırmalara başlayan Galilei, ilk olarak ağırlıkları farklı cisimlerin farklı hızlarda düşeceklerine ilişkin Aristoteles'çi görüşü çürüttü. Piza'daki görevinden ücretinin düşüklüğü nedeniyle ayrılarak 1592'de Podova'da matematik profesörü olarak çalışmaya başlayan Galilei, bu görevi 18 yıl sürdürdü ve buluşlarının önemli bir bölümünü burada gerçekleştirdi. 1604 sıralarında düşen cisimlerin düzgün hızlanan hareket haptığını kuramsal olarak kanıtladı. Ayrıca parabolik düşme yasasını ortaya koydu.
56
57
VII. Teleskopla Yaptığı İlk Gözlemler Galilei, gezegenlerin güneş çevresinde dolandıklarına ilişkin Kopernik kuramına henüz gençken inanmış, ama eleştirilmek korkusuyla bu görüşünü açıklamaktan çekinmişti. 1609 ilkbaharında Venedik'teyken teleskopun keşfini öğrendi ve Padova'ya dönüşünde ilkin büyütme gücü 3 olan bir teleskop yaptı. Sonradan bunu geliştirerek büyütme gücünü 32'ye çıkarmayı başardı. Yaptığı teleskoplar, mercek yüzeylerinin eğrilik derecesini denetlemek amacıyla geliştirdiği yöntem sayesinde, astronomi gözlemlerinde kullanılabilecek ilk teleskoplar olarak kısa sürede Avrupa'nın her yanında aranmaya başladı. Astronomi gözlemlerinde teleskoptan yararlanılmasını başlatan Galilei, 1609-1610 yıllarında bir dizi buluş gerçekleştirdi. Ay yüzeyinin sanıldığı gibi düzgün değil girintili çıkıntılı olduğunu ve Samanyolu gökadasının birçok yıldızdan oluştuğunu buldu; Jüpiter'in uydularını keşfetti. Ayrıca Venüs'ün evrelerini ve Satürn'ün halkalarını gözlemledi. Astronomi alanındaki bulgularını 1610'da "Sidereus Nuncius"(Yıldızların Habercisi) adıyla yayımladı.
VIII.
Kiliseyle Çatışması
1611'de Roma'ya giden Galilei papalık sarayının yetkililerine teleskopuyla bir gösteri yaptı. Gördüğü büyük ilgiden cesaret alarak 1613'te Roma'da yayımladığı "Istoria e Demostrazioni Intorno Alle Macchie Solari"(Güneş Lekelerinin Tarihi ve Kanıtları) adlı yapıtında Kopernik kuramını ilk kez açıkça savundu. Güneş yüzeyindeki lekelerin hareketinin Kopernik'i doğruladığını, Ptolemaios kuramını ise çürüttüğünü öne sürdü. Anlatımındaki ustalık, Latince yerine İtalyancayı tercih etmesi ve bu dili çok yetkin bir uslupla kullanması görüşlerinin üniversitenin dışına taşarak yaygınlaşmasını ve geniş kitleleri etkilemesini sağladı. Çıkarlarının tehlikede olduğunu gören Aristoteles'çi profesörler ona cephe aldılar. Kopernik kuramının kutsal metinlerle çeliştiğini vurgulayarak Galilei'yi kilise yetkililerinin gözünde karalamaya giriştiler. Bu çabalarında onlara yardımcı olan Dominiken vaizler bir yandan kiliselerde "Matematikçiler"in bu yeni dinsizliğine ateş püskürürken, bir yandan da dine karşı ve uydurma olduğunu iddia ettikleri sözlerini gerekçe göstererek Galilei'yi Enkizisyon'a gizlice ihbar ettiler. Durumdan büyük kaygıya kapılan Galilei, grandüke ve Roma'nın önde gelen kişlerine mektuplar yazarak teylikeye dikkat çekti. Bu mektuplarda kilisenin bilimsel gerçeklerle çelişkiye düşmesi durumunda kutsal metinleri alegorik biçimde yorumlama geleneğini, Kilise Babaları'nda alıntılar yaparak anımsatıyor ve "insanlar doğruluğunu kanıtlama yoluyla gördükleri bir şeyin günah ilan edildiğini görmek durumuna düşerlerse bunun çok büyük zaralara yol açacağını" belirtiyordu. Yetkililerden yeniliklerin önünü kesmemelerini dilemek için bizzat Roma'ya gitti. Kilise uzmanlarının bir bölümü ondan yanaydı. Ama kilisenin baş ilahiyatçısı Kardinal Robert Bellarmine yeni kuramın önemini kavrayabilecek bir kişi değildi ve matematiksel varsayımların fiziksel gerçeklikle hiçbir ilgisi olmadığı yolundaki yaygın inanca bağlıydı. Onun temel kaygısı protestanlığa karşı savaşta
57
58
katolikliği zayıf duruma düşürebilecek bir skandalın ortaya çıkmasıydı. Bu nedenle kopernikçiliği "yanlış ve asılsız" ilan ederek konuyu temelden çözmenin en doğru yol olacağına karar verdi ve Kopernik'in kitabı Yasak Kitaplar Kurulu'nca yasaklandı. Bu karar 5 Mart 1616'da alındı. Ama Kardinal Ballermine konuya özel bir önem vererek Galilei'yi 26 Şubat'ta huzuruna kabul etmiş, çıkacak karar hakkında kendisine bilgi vermiş, bundan böyle bu öğretiye "bağlı kalmasının ve onu savunmasının" yasaklanmış olduğu konusunda onu uyarmış, ama konunun salt "matematiksel bir varsayım" olarak tartışılabileceğini bildirmişti. Bu olayı izleyen 7 yıl boyunca Galilei, Floransa yakınlarında Bellosguardo'daki evine çekilmiş olarak yaşadı. 1623'te "Il Saggiarote"(Ayarcı) adlı ünlü yapıtını yayımladı. Fiziksel gerçeklik üzerine parlak bir polemik niteliğinde olan ve yeni bilimsel yöntemi sergileyen bu yapıtını eski arkadaşı papa VIII. Urbanus'un adına sundu. Galilei 1616 kararını yürürlükten kaldırtabilme umuduyla 1624'te Roma'ya gitti. Bunu başaramadıysa da papa'dan "dünya sistemleri"(Ptolemaios ve Kopernik) üzerine yazı yazma izni aldı. Bu izin iki siistemi tartışırken tarafsızlığın korunması, sonunda papanın kendisine emretmiş olduğu sonuca (Tanrı'nın birbirinin aynısı sonuçları insanını hayal dahi edemeyeceği çeşitli yollarla ortaya çıkarmaya kadir olması nedeniyle insanın dünyanın gerçekte nasıl yaratılmış olduğunu bilemeyeceğisonucuna) varması ve Tanrı'nın hr şeye kadir olduğunu sınırlamaya kalkışmaması koşuluyla verilmişti. Bu emirler baş sansürcü Monsignor Niccolò Riccardi tarafından yazılı olarak da Galilei'ye verildi. Floransa'ya dönen Galilei büyük yapıtı "Dialogo sopra i due massimi sistemi del mondo, ptolemaico e copernicano"(İki Büyük Yer Sisemi, Ptolemaios ve Kopernik Sistemleri Üzerine Konuşmalar) üzerinde yıllar sürecek çalışmasına başladı. Kitap 1632'de sansürcülerden eksiksiz basılabilme izni almış olarak yayımlandı; Avrupanın her yanında büyük heyecan ve övgüyle karşılandı, edebi ve felsefi bir başyapıt olarak kabul edildi. Kitabın yayımlanmasını izleyen olaylar bugün ancak dolaylı biçimde bilinmektedir. Papaya , kitabın tarafsız görünen başlığına karşın, aslında Kopernik sisteminin güçlü ve pervasız bir savunucusu olduğu belirtildi. Kitap boyunca sovunulan sağlam görüşler, kitabın sonunda varılması emredilmiş olan sonuç bölümünü etkisiz ve anlamsız kılmıştı. Cizvitler bu yapıtın kurulu düzen için "Luther ve Calvin'in öğretilerinin toplamından bile daha zararlı olacağını vurguluyorlardı. Papa öfke içinde kovuşturma açılmasını emretti. Kitap için önceden izin alınmış olduğundan, izlenebilecek tek hukuksal yol, izni tekzip edip kitabı yasaklamaktı. Tam bu sırada Galilei'nin dosyasında bir belgenin varlığı "keşfedildi". 26 Şubat 1616'da Bellarmine'nin huzurunda, Galilei'nin "ne biçimde olursa olsun Kopernikçiliği anlatması ya da tartışması" Enkizisyonun ceza yaptırımına bağlanarak özellikle yasaklanmıştı. Böylece kitap için elde edilmiş olan iznin sahtecilikle ve usulsüz biçimde alındığına karar verilebildi(1877'de dosya içeriği yayımlandığında kanıtları inceleyen tarihçiler bu belgenin dosyaya sonradan konmuş olduğu ve Galilei'ye aslında böyle bir yasaklamanın getirilmemiş olduğu görüşünde birleşmişlerdir). Kilise yetkilileri bu 58
59
"yeni" belgeye dayanarak Galilei'yi heretiklikle suçlamayı başardılar. Yaşlı ve hasta olduğunu öne sürmesine karşın Şubat 1633'de Roma'ya gelerek duruşmada hazır bulunmak zorunda bırakılan Galilei'ye özel işlem yapıldı ve hapse atılmadı.12 Nisan günü yapılan çetin orgulamada Galilei 1616'da kendisine böyle bir yasaklama konmuş olduğu iddiasını sürekli olarak reddetti. 16 Haziranda mahkum oldu, hüküm kendisine 21 Haziranda okundu: Kopernik öğretisine bağlı kalmak ve bu öğretiyi anlatmaktan suçlu bulunmuştu; nedamet getirerek görüşlerinden dönmesi emredildi. Gelilei geçmişteki hatalarından kesinlikle vazgeçtiği, nefret ettiği ve bunları lanetlediği yönünde bir ifade verdi. Hüküm hapis cezasını da içeriyordu, ama papa bu cezayı ev hapsine çevirdi ve Galilei yaşamının son 8 yılını Floransa yakınlarında Arcetri'deki evinde geçirdi. Papa II. Johannes Paulus 1979'da oluşturduğu bir komisyon, 1992'de Galilei'nin itibarının iade edilmesine karar vermiştir. Bilime Katkıları Galilei'nin olağanüstü zihinsel gücü ölümüne değin azalmadan sürdü. 1634'te "Discorsi e dimostrazioni mathematice intorno a due nouve scienze attenenti alla meccanica"(Makenikle İlgili İki Yeni Bilim Üzerine Söylevler ve Matemetiksel Kanıtlar) adlı yapıtını bitirdi. Genellikle en değerli yapıtı sayılan ve 1638'de Leiden'de basılan bu kitapta Galilei, araştırmalarına ilk başladığı yıllarda gerçekleştirdiği deneylerin sonuçlarını yeniden değerlendirdi ve mekaniğin temel ilkeleri üzerine sonradan geliştirdiği görüşlere yer verdi. Teleskoptan yararlanarak gerçekleştirdiği son buluşu Ay'ın günlük ve aylık sallantılarını (librasyon) ilk kez gözlemlemesiydi. Bu gözlemleri 1637'de görme görme yetisini yitirmeden birkaç ay önce yapan Galilei, daha sonra sarkacın saat mekanizmalarının çalışmasını düzenlemekte kullanılabileceğini belirledi. Bu buluş 1656'da Felemenkli bilim adamı Christiaan Huygens tarafından uygulamaya kondu. Cisimlerin çarpışması kuramına ilişkin görüşlerini ögrencileri Vincenzo Vivani ve Evangelista Torricelli'ye son günlerine değin yazdırdı...
EVRENİN KÖKENİ - 1 Evrenin kökeni sorunu “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar?” sorununa benzer. Her şey nereden geldi? Evren hep var mıydı yani başlangıçsız mıydı, yoksa kutsal kitapların söylediği gibi kutsal bir güç mü yaratmıştı, yaratıldıysa o gücü kim yaratmıştı? Sınırları olmayan uçsuz bucaksız bir evrende mi yaşıyoruz yoksa sınırları var mı? Sınırları yoksa eğer tanrı nerede olacaktı, sınırları varsa yeri belliydi, sınırların dışı. Burası bir süre için Tanrıya en uygun yer olarak kaldı. Bunun etkisiyle düşünürler binlerce yıldır evren modellerini sınırlı olarak düşündüler. Kimileri bu konuların tartışılmasının gereksiz olduğunu, kimileri günah olduğunu söyledi, kimileriyse bunların metafizikçilerin ve din adamlarının konusu olduğunu düşündü. Ancak fizik yasalarının evrenselliğinin anlaşılması, evrenin başlangıcının nasıl gerçekleştiğinin bilimin konusu olması gerektiğini göstermiştir.
59
60
Önceleri Musevi, Hıristiyan ve Müslüman’lar evrenin başlangıcını tanrının iradesiyle ol demesiyle olduğunu söylerlerdi. Hatta 17 yy. Rahibi Ussher Kutsal kitaplardaki soyağacını inceleyerek evrenin MÖ 4004 yılında yaratılmış olduğu sonucuna vardı. Bu kısa bir süredir, sürenin kısa olduğunun kanıtı olarak ta şunu söylemişlerdir. “Görüldüğü gibi sürekli olarak bir kültürel ve teknolojik evrim geçiriyoruz ve biz evrime neden olan insanların büyük bir kısmını biliyoruz yani bu süre çok daha uzun olsaydı çok daha fazla insan gelip geçmeliydi sonucunda da daha ileri bir toplumda yaşıyor olmalıydık.” Kayaların yaşının milyonlarca yıl olduğunu, astronomların da evrenin sürekli değiştiğini bulmaları, yaratılışçılığa inanan bir çok insanın düşüncesini değiştirmesine neden olmuş; evren ile ilgili yapıyı açıklamayı bilim insanlarının ellerine bırakmalarına neden olmuştur. Biz de burada tarih boyunca insanlığın inandığı ve bilimin ortaya attığı evren modellerini tarihsel sıra içinde kısaca anlatmaya çalışacağız. Tarih boyunca doğa hakkındaki bilgimiz arttıkça ilk başta evrenimiz olan kıtadan dünyaya, dünyadan güneş sistemine, oradan da gökadamız Samanyolu’na ve daha ötesine olmak üzere evrenimizin sınırlarını hep genişlettik. Tepsi şeklinde bir dünyanın evrenimiz olduğu inancından salınım yapan evren modeline kadar ki gelişimi kısaca incelemeye başlayalım. Modellerin geçirdiği evrim astronomi biliminin geçirdiği evrimle genel olarak paralel gitmiştir. Önce, “Modeller oluşturmamız için gerekli hammaddeyi sağlayan astronomi nasıl ortaya çıktı?” sorusunun cevabına kısaca değinelim. Astronominin gelişmesini sağlayan nedenler nelerdi? Eski doğuda (Babil, Sümerler, Elamlılar) mitoloji, doğal olayların örneğin, takım yıldızların gökyüzündeki yerlerinin değişiminin, Ay’ın evrelerinin, Güneş’in doğuşu ve batışının olacak şeylere işaret olduğuna inanmalarıyla başlamıştır. Belli şekillerdeki yıldız grupları görünmeye başlayınca havalar soğumaya başladığından ve aynı takımyıldız tekrar göründüğünde yine havalar soğuduğundan dolayı, o yıldızların oluşturduğu şekil bir tanrı ilan ediliyordu. Onlara göre o şekil tanrı idi ve havayı soğutan oydu. Tanrının tekrar ne zaman geleceğini önceden bilebilmek için kayıtlar tutmaya başladılar ve astroloji gelişti. Bunun ardından insanlar ve bu işle özel olarak ilgilenen astrologlar yaklaşık 360 günde bir değişen gökyüzünde, bu kurala pek uymayan gezegenlerin (Onlar gezegenlerin ne olduğunu bilmediklerinden dolayı tanrı diye nitelendiriyorlardı.) hareketlerinin önceden tahmin edilmesiyle, evrenin nasıl işlediğini anlayacaklarını düşünüyorlardı. Bunun için haklı gerekçeleri yok değildi, mesela Sirius yıldızı görüldüğünde Nil Nehri taşıyordu. Bir süre sonrada etraf yeşermeye, havalar ısınmaya başlıyordu, bundan dolayı ne zaman Sirius görünse Nil’in taşacağını önceden bilebiliyorlardı. Aynı düşünceyle gezegenlerinde bir şeylere neden olduğunu düşündüler. Onlara göre yıldızlar mevsimleri kontrol ediyordu. Tarım ve hayvancılık (Direk olarak mevsimlerle ilgili işlerdir.) yaşamlarını oluşturduğundan dolayı doğayı kısmen keşfettiklerini sandılar, önceden bilemedikleri sorun günlük hayattaki olan biten olaylardı, onları da yöneten olsa olsa gezegenlerdir diye düşündüler. Bu merak ve düşünce güdümünde 60
61
gezegenlerin konumlarıyla ilgili çalışmalar başladı ve ciddi çalışmaların yapılmasına neden oldu. Evrenle ilgili sorulara verilen ilk cevaplarla başlayalım, en ilkel olan "düzlemsel dünya" evren modeli ilk adım olacak.
EVRENİN KÖKENİ - 2 Düzlemsel dünya modeli, en ilkel ve basit evren modelidir. O dönemlerde evrenin Dünyadan ibaret olduğu ve bir tepsi gibi düzlemsel olduğu inancı hakimdi. Günlük yaşantıları içerisinde böyle bir inancın ortaya çıkması doğaldı.Etrafı ağaçlar, tepeler, dağlarla kaplı olan bir insanın dünyanın küreselliğini fark etmesini bekleyemeyiz. Bir kere, öncelikle insanların çok sınırlı olan yaşama alanlarını genişletmesi lazımdı ki dünyanın küreselliğini fark edebilecek kadar uzakları önlerine bir engel çıkmadan görebilsin. Bir şeyin gözlemcilerin yakınlarından çok uzaklara gitmesi ve yavaş yavaş kaybolmaya başlaması lazımdı ki küreselliği fark edebilsinler. İnsanlar bu imkanı kıyıdan açık denizlere gidebilen gemilerin hayatlarına girmesiyle elde ettiler. Gemi yapımıyla ilgili ilk belgelere İ.Ö. 2000 yıllarına ait Mısır Mezarlarında rastlanmıştır. Bu yıllardan sonra, özellikle deniz ticaretinin gelişmesiyle beraber, bu alanda çalışan insan sayısının artması ve gemiciliğin günlük hayat içinde yer alması, düzlemsel Dünya görüşüne karşısav oluşmasına ön ayak olmuştur. Dünya düzlemsel olsaydı, limana yaklaşan gemi görülecek kadar yaklaştığında, birden bire geminin her yerinin görünmesi gerekirdi. Oysa limana doğru gelen bir geminin ilk olarak direği, daha sonra yavaş yavaş alt kısımları görünmeye başlar. Yunan filozofu Aristoteles, Dünyanın neden eğri olduğunu gösterecek iki sebep daha öne sürmüştür. Birincisi, Ay Tutulması sırasında Ay’ın üstüne düşen, Dünyanın gölgesinin düzgün dairesel yapıda göründüğünü gözlemiştir. Dünya disk şeklinde olsaydı eğer, gölgesinin hareket ettikçe uzayan bir elips olması gerektiğini söylemiştir. Sürekli dairesel gölgeyi ancak bir küre verebileceğinden dolayı, Dünyanın küresel olduğu sonucuna varmıştır. İkincisi, Aristoteles, kuzeye giden denizcilerin kutup yıldızını daha yukarıda gördüğünü, güneye gidildiğinde ise kutup yıldızının alçalarak kaybolduğunu biliyordu. Düzlemsel bir Dünya olsaydı eğer kutup yıldızının yüksekliğinin gözlemcinin bulunduğu yere göre değişmemesi gerektiğini belirtmiştir. Çoğu aydın kesim bunları bilmesine rağmen küresel bir Dünyaya inanmamışlardır. 16. yy. baharat yolu bulma ümidiyle yola çıkan Macellan’ın yarım kalan Dünya turunu El Cano tamamlamıştır. El Cano sürekli doğuya giderek, seyahate başladığı yere tekrar dönmesine rağmen Dünyanın küresel olduğuna Apollo Ay projesinde Dünyanın Ay’dan çekilen resimlerini görünceye kadar hala inanmayan çevreler vardı. Hatta bu fotoğrafların uydurma olduğunu söyleyebilecek kadar ileri gidenlerin, yani ileri giden gericilerin nesli hala tam olarak tükenmemiştir
61
62
EVRENİN KÖKENİ - 3 ARİSTOTELES EVREN MODELİ M.Ö. 4. yy.’da Platon’un iki küreli evren modeli geçerli olan modeldi. Bu modele göre evren iki küreden ibaretti. Birinci küre, merkezde bulunan Dünyamız, diğeri ise yıldızların oluşturduğu dış küredir ve bir günde bir tam tur dönmekteydi. Gezegenlerde bu iki küre arasında hareket ediyordu. Peki, “Gezegenlerin tek düze ve ard arda hareketinin nedeni nedir?” Soruya ilk cevap yine Platon’un öğrencilerinden Eudoxus’dan gelmiştir. Euodxus’a göre evren ortak bir merkez üzerinde iç içe geçmiş farklı eğimlerde dönme eksenleri olan kürelerden oluşuyordu. En içte hareketsiz duran küre Dünyamız. İçten dışa doğru Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn’e ait küreler dizilmektedir. En dışta bir tam turunu bir günde tamamlayan yıldızları içeren küre vardı. Ancak bu kürelerin sayısı, 56’ya kadar çıkmalıydı ki gezegenlerin hareketine uygun bir model olsun, böylece bunu fark eden Aristoteles ile birlikte 56 küreden oluşmuş bir evren modeli elde edilmiş oldu. Aristoteles sınıflandırmalar yaparken fizik ve metafizik konular diye ayrım yapmıştır. Fizik konular somut nesnel olanın konusu, metafizik ise “fizik ötesi” konular anlamına gelmektedir. Evren ile ilgili modeli de metafizik konularla ilgili kitabında yer almaktadır. Bu kitapta, Aristoteles Eudoxus’un fikrini değerlendirmeye alıp kendisine göre uyarlamalar yapmıştır. Aristoteles’e göre her bir kürenin hareketi bir dıştaki küre tarafından yönetilmektedir. En dıştaki küre, yani yıldızları içeren küre ise kusursuz hareket ettirici idi ve ilk hareket ettirici tanrı tarafından harekete geçirilmişti. Çünkü O’na göre her hareket eden şeyin bir hareket ettiricisi olmalıydı. Aristoteles evreni ikiye bölmüştü; Ay’ın üzerinde bulunduğu, Dünyadan sonraki ilk küreye kadar ki yerler su, hava, ateşi içeren fiziksel dünya, ondan sonrası ise ruhsal alemlerdi. Aristoteles’in evreni sınırlı bir evrendi, çünkü en dıştaki sabit yıldızlar küresi sınırsız büyüklükte olsaydı eğer sınırlı sürede sınırsız yol kat etmek zorunda kalacaklardı, ayrıca sınırsız büyüklükte bir küre olsaydı yıldızlar gökte bir doğru boyunca hareket ediyormuş gibi görünmeliydi; oysa Aristoteles’e göre yıldızlar doğudan batıya doğru çember çiziyordu. Bundan dolayı da doğrusal olan her hareketin bir sonu olacağını, ama çembersel hareketin bir sonu olmasının şart olmadığını, bu yüzden dairesel hareketin kusursuz hareket olduğunu düşünmüştür. Skolastik dönemde kiliselerden aşırı bir destek gören Aristoteles ile Hıristiyan kiliselerinin zamanımız tapınmalarında hala kullanılan “ruhsal alemlerdeki babamız, ruhsal alemler” sözleri ve Aristoteles’in -ayın çakılı olduğu kürenin dışındaki ruhsal alemleriarasındaki söylem benzerlikler dikkat çekici ölçüdedir.
62
63
EVRENİN KÖKENİ - 4 BATLAMYUS EVREN MODELİ Batlamyus’un çalışmalarının temelleri Hipparchus’a dayanır, Batlamyus’un 1400 yıl hükümdarlık süren dünya merkezli evren modeli oluşturmasında çok büyük etkisi olmuştur. Batlamyus, Hipparchus’un 850 yıldız içeren yıldız kataloğunu 1022 yıldıza çıkarmıştır. Bu arada gezegenlerle de ilgilenen Batlamyus, Aristoteles’in dönen kürelerinin, gezegenlerin hareketini ve parlaklıklarının değişiminin nedenini açıklamakta yeterli olmadığını fark etmiştir. Bu durumu düzeltmek için gezegenlerin Dünya etrafında dolanırken aynı zamanda da Dünya merkezli çember üzerinde dairesel bir hareket (epicycle) yapmaları gerektiğini düşünmüştür. Böylece gezegenler Dünyadan farklı uzaklıklarda bulunabilecekti ve buna bağlı olarak parlaklık değişimlerinin nedeni de anlaşılmış olacaktı, çünkü gezegen uzaklaştıkça parlaklık azalacak yaklaştıkça ise artacaktı. Aynı zamanda gezegenlerin farklı hızlarda hareket etmesi de açıklanmış oluyordu. İyi bir matematikçi olan Batlamyus, ortaya koyduğu modelin gözlemlerle karşılaştırıldığında tam bir doğruluktan uzak olduğunu fark edip bu durumu düzeltmek için Dünyayı merkezden biraz dışarı yerleştirmiştir. Günümüzde gezegenlerin yörünge düzlemlerinin elips olduğu, şu anda bu kitabı okuyan siz kadar gerçek olduğu bilinmektedir. Batlamyus Dünyayı merkezinin dışına taşıyarak bir bakıma elipse yakın bir yörünge önermiş oluyordu. Batlamyus yörüngelerin elips olduğunu kabul etseydi, modelinin daha basit ve gözlemlere daha uyumlu olacağını biliyordu ama inançları doğrultusunda hareket ettiğinden dolayı dairesel yörüngelerde ısrarcı davrandı. Aristoteles dairesel hareketin en kusursuz hareket olduğunu savunmuştur ve Batlamyus’ta bu geleneğin izinden gitmiştir. Rönesans’a kadar geçerliliğini korumuş kilisenin desteğini almış olan bu model Kopernik Devrimi ile son bulmuştur.
EVRENİN KÖKENİ - 5 KOPERNİK DEVRİMİ VE EVREN MODELİ Kopernik devrimi bilim ile felsefenin henüz birbirinden kesin çizgilerle ayrılmadığı bir dönemde gerçekleşmiştir. Buna rağmen çoğu çalışmada Descartes, Francis Bacon’a yer vermemekle büyük bir haksızlık veyahut hata yapılmakta olduğu kanısındayım. Hatta her dönemde bile, bilimi felsefeden ayırmak, özellikle bilimin baş kaldırış dönemlerinde bilimsel düşüncenin ve metodun kurucularını bilimden ayırmak ciddi bir yanılsamadır. Kopernik Devrimi başlığı altında genel olarak yer alan isimler KopernikTycho-Kepler-Galileo-Newton’dur ve bence eksik bir saptamadır. Özellikle Francis
63
64
Bacon ve Descartes’in kesinlikle bu listeye dahil edilmesi ve ilerleyen kısımlarda söz edeceğimiz bir çok kişinin de hakkının verilmesi gerekir. Ortaçağ karanlığından uyanışa başlandığı dönemlerde, Avrupa Aristoteles fiziğinin ve Batlamyus evren modelinin yeterli olamadığının farkındaydı. Sorunun bilincinde olan Roger Bacon’un, iyi bir matematikçi olduğu bilinir bunun yanı sıra optik üzerine çalışmalarından dolayı da gözlük ve teleskopun temellerini Bacon’un atmış olduğu düşünülür. Bilimsel çalışmalarda izlenen yöntemin yanlış olduğunu ilk olarak dile getiren kendisidir. O’na göre bilimsel yöntem deney ve gözlemlere dayalı olmalıydı. Matematiğin görevi deney ve gözlemlerle elde edilen verilerin arasındaki bağıntıları kurmaktı. O güne kadar izlenen yöntem inançlara ve gerçeğe uydurulmaya çalışılan modellerdi ancak Bacon’a göre bu yanlıştı, doğrusu gözlem ve deneylerle elde edilen verilere göre modeller düşünmek, düşünce aracı olarak inanç değil matematik kullanmak ve matematikle ulaşılan sonucu tekrar gerçekle karşılaştırıp sınamaktı. 1340 yılında William Occam, “Occam’ın usturası” olarak bilinen ünlü prensibi ortaya attı. Burada ustura bir kuramda karmaşa varsa onun kesilip atılması anlamına gelmektedir. “Birbirleriyle yarışan teoriler arasında en iyisi, birkaç varsayım içeren en basitidir.” sözleriyle de bunu anlatmak istemiştir. Batlamyus evren modeli bu prensibe pek uymuyordu çünkü bir gezegenin hareketini açıklayabilmek için bir sürü daire kullanılması gerekiyordu. Bu ilke doğrultusunda hareket eden bir çok düşünür daha iyi sonuçlar veren daha basit teoriler aramaya başlamışlardı. Bacon ve Occam’ın düşüncelerini çok iyi kavramış olan ve kullanan Kopernik 2000 yıllık Yer merkezli evren modelini yıkacak ve yerine Güneş’i koyacaktı. Bu olayla düşünce tarihinde etkisi yönünden boy ölçüşebilecek çok az dönüşüm vardır. Son dört yüz yılda artan bir hızla gelişen bilimin, başkaldırışının astronomi alanındaki Kopernik Devrimi ile başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz çünkü astronominin gelişmesi için gerekli etkenler diğer bilimlerin gelişmesi için gerekenden çok daha baskındı. Gelişen burjuvanın varlığının kaynağı denizciliğin, geliştiği dönemlerde yön belirlemesi çok önem kazanmıştı çünkü hiçbir tüccar doğal olarak gönderdiği veya aldığı malın –bu mal ucuz işçi de olabiliyordu tabii- başka bir limana gitmesini istemiyordu. Ayrıca o günlerde yürürlükte olan takvim MÖ 48 yılında düzenlenmişti, ve bir yılı 365 gün gösteriyordu, ancak bu gün biliyoruz ki bir yıl 365 gün 6 saattir. Bu durumlardan ve daha önce söz ettiğimiz mistik nedenlerden ötürü astronomide hiçbir branşta olmadığı kadar fazla bilgi birikimi vardı. Batlamyus evren modeline sürekli yeni eklemeler yapılarak gerçek doğaya uydurulmaya çalışılıyordu, öyle ki bu durum bağnazlığa dönüşmüş, kökten bir değişimi düşünmek çok zor olmuştu. Batlamyus modeline Cemal Yıldırımın TÜBİTAK yayınlarında çıkan Bilimin Öncüleri adlı kitabındaki benzetmeyi burada yazmak çok doğru olacaktır: “Benzetme yerinde ise baş, gövde, el ve ayak gibi her parçası başka bir yerden derlenmiş bir heykelin acayip görüntüsünü sergiliyordu.” Kopernik Devrimi Rönesans öncesinden, son dönemlerine kadar bir aralığa yayılmaktadır. Bu devrimin etkisini anlayabilmek için entelektüel çevrelerin en genel anlamda evren ile ilgili araştırmalara bakışının evrimini gösteren şu sözleri tarihsel sıra içersinde yazarsak sanırım daha açıkça anlayabiliriz: 1. 64
65
“Bu konuda daha fazla şey bilinemez, çünkü tanrıbilim, bilinmesi olanaklı her şeyi bilir.” Bundan sonra sırayla yazacaklarımın hepsi önce mahkum edilmiş, kabulü için çok çabalar harcanmış düşüncelerdir. Her bir düşünce kendini kabul ettirmek için bir öncesiyle savaşmak zorunda kalmıştır. 2. “Hıristiyan dini bu konuda daha çok şey öğrenilmesine manidir.” İlk düşüncede her şeyin zaten tanrı bilim tarafından bilindiği söylenirken şimdi ise bilinmeyen ve açıklanmayı bekleyen çok şeylerin olduğu ancak Hıristiyan dinin buna engel olduğu ilan edilmiştir. 3. “Bu dünyanın gerçek bilginleri, yalnız filozoflardır.” Yeni bilgileri araştırma tekeli tanrıbilimin elinden alınıp filozoflara devredilmek üzere. 4. “Tanrıbilimin bilginlerinin sözleri uydurma masallara dayanır.” Burada da bilim tanrıbilimin elinde tamamen alınması gerektiği duyurulmuş olunuyor. Bu saydığımız dört savla ilgili olarak bakınız F. Albert Lange ne diyor, “Bu savların sahiplerini bilmediğimiz doğrudur. Belki de bu savların çoğu hiçbir zaman, hiç olmazsa genel toplantılarda, savunulmamış, sadece okullarda verilen derslerde veya yapılan tartışmalarda ileri sürülmüştür. Ancak piskoposların bu hastalığa karşı o kadar şiddetli bir tarzda yürütmüş oldukları savaş, bu tür iddialara yol açan entelektüel eğilimin oldukça yaygın olduğunu ve büyük bir gözü peklikle kendisini gösterdiğini yeterli bir ölçüde kanıtlamaktadır.” Yazdığımız bu savların ilki yaklaşık XV. yy başlarında sonuncusuysa ilk kez XVII. yy. ortalarında dile getirilmiştir. Hemen şimdi Kopernik devriminin başladığı ve çözümlendiği tarihe bakıyoruz, aynen uyuşmakta. Başlangıçta, Kopernik “Güneş, Güneş Sisteminin merkezindedir ...” düşüncesini açıklıyor yıl 1512, çözümlenmede de Newton genel çekim yasasını açıklıyor yıl 1687. Kısaca söylemek gerekirse bilimsel gelişmelerle, evren ve bilgimizin sınırları, dinin alanı hakkındaki genel yargı paralellik göstermiştir
EVRENİN KÖKENİ - 6 KOPERNİK Katedral rahibi olan Kopernik, İtalya’daki üniversite öğrenimi boyunca ülkenin bilimsel yükselişinden etkilenmiş, bağımsız düşünceli bir karakter edinmişti. Çeşitli astronom ve matematikçilerle ilişkiye geçip, ilk astronomik gözlemlerini 24 yaşında yapmıştır. İlk baştaorta çağ dünya görüşüne karşı çıkma amacında olmayan Kopernik, henüz 31 yaşındayken çok ender gerçekleşen gezegenlerin bir sıraya dizilmesi olayını gözlemiştir. Gezegenlerin konumunun Batlamyus modeline göre birkaç derece farklı olduğunu bulmuştur. Kendisi, MÖ 250 yılı civarlarında yaşamış Aristarcus adlı bir düşünürün evrenin merkezinde güneşin olması gerektiğini söylediğini biliyordu. Bunun üzerine Kopernik, Güneş’i merkeze koyarak Dünya da dahil olmak üzere diğer bütün gezegenlerin Güneş etrafında dolandığı düşünülürse eğer, Güneş Sistemi’nin daha basitleştirilebileceğini ve gezegen konumlarının daha büyük bir doğrulukla bulunabileceğini gösterdi.
65
66
1512 yılında bu tezini duyurduğu kısa bir açıklama olan Commentariolus’u yayınladı: Güneş, Güneş Sistemi’nin merkezindedir, gezegenler onun etrafında dolanır ve yıldızlar çok uzaktadır. Kopernik’in bu açıklaması bazı kesimlerde şok yarattı, çünkü kutsal kitaplarda İsa’nın evrenin merkezine geldiği yazıyordu. Merkez tanım gereği “Etrafında dönülendir.” Dünyanın Güneş etrafında dönmesi şu anlama gelir; “Dünya merkez değil Güneş merkezdir.” Skolastikçilerin mantığına göre de, “Dünya evrenin merkezi değilse ve İsa evrenin merkezine geldiyse, İsa Dünyaya gelmemiştir!” Karşılaştığı tepki Kopernik’in uzun yıllar çalışmalarını yayınlamayı ertelemesine neden olmuştur. İlerleyen yıllarda arkadaşlarının cesaretlendirmesiyle Commentariolus’un kapsamını genişleterek yayınladı ve hızla yayıldı. Yaşamının son yıllarında bütün çalışmalarını “On Revolutions” isimli eserinde topladı (1543). Bu kitapta Güneş Sistemi ile ilgili her türlü fikrini dile getirdi, çünkü yaşlanmıştı ve kaybedeceği çok şey olmadığını düşünüyordu, kitabında geçen kendi sözlerine bir bakalım: “Bütün yörüngeler Güneş’i merkez almışlardır, bu yüzden evrenin merkezinde Güneş vardır.”, “Neden kendimizi, Dünya’nın hareket ettiğini düşünmekten alıkoyuyoruz da sınırlı veya sınırsız tüm evrenin döndüğünü düşünüyoruz?”, yine aynı eserin başka bir kısmında “ ... Bu nedenle Dünyanın merkezi Ay’ın yörünge merkezidir. Diğer gezegenler evrenin merkezi olan Güneşin etrafında büyük daireler çizerek dolanmaktadır. Böylece Güneş’in görünür hareketi Dünyanın dolanımı ile daha iyi açıklanabilmektedir.” Bunlar skolastikçileri çılgına çeviren sözlerin sadece bir kaçını oluşturmaktadır. Gezegenlerle ilgili olarak ta şunları yazmıştır: “ Venüs ve Merkür, Güneş etrafında dolanırlar ve yörüngeleri Güneş’ten çok uzakta değildir... Bu kurama göre Merkür’ün yörüngesi Venüs’ünkinden içeride olmalıdır. Eğer bu varsayımdan yola çıkarsak, aynı merkezli dışa doğru büyüyen yörüngeler üzerinde Mars,Jüpiter ve Satürn’le karşılaşırız... onların düzenli hareketlerini görmemiz olanaksızdır. Bu durum onların merkezinde Güneş olmasını yeter derecede sağlar.” Kopernik’e göre en dışta da yıldız küre vardı ve sabit durmaktaydı. Dünyanın kendisinin dönmesi sonucunda da yıldızları hareket ediyormuş gibi gördüğümüzü yazmıştır. Aritoteles’in ve Batlamyus’un dönen küreleri yerine dönen bir Dünya önermesi, gerçekten de sonuçları açısından büyük önem taşıyan köklü değişimlerin öncüsü niteliğindedir. Kopernik evren modeli Merkür’le Venüs’ün Güneşten neden çok fazla uzaklaşamadığını ve gezegenlerin gökyüzünde ileri gidip sonra durup aksi yöne gitmesini açıklamakta çok başarılı olmuştur; ancak modelin hala bir kusuru vardı, o da, daha önceki modellerin etkisinde kalıp yörüngeleri kusursuz daireler olarak kabul etmesidir. Bu sorun Tycho ve ardından Kepler’in çalışmalarıyla ortadan kaldırıldı. Kopernik’in çalışmaları bir devrimin başlangıcıydı ancak iddialarını ispatlamış değildi. Bir katedralde papaz olduğundan gözlemlere çok fazla zaman ayıramıyordu. Bundan dolayı elinde çok fazla gözlemsel veri yoktu, ve elindeki verileri çok olsaydı bile, değerlendirme yapması için gerekli olan matematiksel yöntem Newton döneminde bulunmuştu. Mercek Kopernik’ten yaklaşık yüzyıl sonra kullanılmaya 66
67
başlandığından gözlemlerini çıplak gözle yapmıştı. Tüm bu şartlar içerisinde Kopernik’in bir de din adamı olduğu düşünülürse çalışmalarıyla hem kendisiyle hem de meslektaşlarıyla yüz yüze gelme pahasına Orta Çağ Avrupa’sının uykudan kalkması için çanların çalmaya başlamasına neden olmuştur. Kopernik’in Commentariolus’un basılmış halini gördükten birkaç saat sonra öldüğü, hatta basılmış halini hiçbir zaman göremediği söylenir. Ölümünden sonra, “O n Revolutions”un matbaacısı kitabın başlığını genişleterek “On the Revolutions of Celestial Orbs” olarak değiştirince ortalık iyice alevlendi. İçine yazdığı önsözde de Kopernik’in modelinin gezegen hareketlerini açıklamada en iyi model olduğunu ve fiziksel gerçeklerin yadsınamayacağını, inançların gözden geçirilmesi gerektiğini yazmıştır. Bunun üzerine aldığı tepkiyi tahmin etmek pek zor olmasa gerek. Protestan kilisesinin kurucusu Martin Luther Kopernik’in çalışmalarının sert bir dille eleştirmiştir: “Bu budala, astronomi bilimini alt üst etme sevdasındadır oysa kutsal kitap arzın değil güneşin döndüğünü bize bildirmiştir... Bir yeni yetme astroloğa halk kulak versin olacak iş mi?” Ancak Katolik kilisesi belki Kopernik de Katolik bir din adamı olduğundan çok sert çıkışlarını Galileo’ya kadar saklamıştır.
EVRENİN KÖKENİ - 7 Digges, Bruno ve Tycho Brahe Kopernik’in çalışmalarıyla ilgili olarak su saptamasını yapıyor saygın bir bilim tarihçisi: “-Dünya hareket ediyor.- Kısa bir sürede inançla aklin, aklin yanılmazlığıyla geleneğe körü körüne bağımlılık arasında aşılmaz bir engel meydana getiren tez oldu ve birkaç yüzyıllık kavga sonunda, bu konuda kesin olarak bilimin zaferinin kabul edilmesi gerektiği anlaşılınca, bu zaferin sonucu çok büyük oldu. Bilimin, adeta bir mucizeyle, o zamana kadar hareketsiz bir durumda bulunan dünyayı gerçekten harekete geçirmiş olduğu söylenebilir.” Bu saptamasını burada almak çok yerindedir ve ekleyecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Kopernik’in öldüğü yıl adeta devrimi kaldığı yerden alıp devam ettirmek için dünyaya geldi, Thomas Digges. Popüler eseri olan “A Perfit Description of the Caelestiall Orbes” 1576 yılında yayınlandı. Bu eserinde Kopernik evren modeline en dış küreyi kaldırarak ve yıldızları sınırsız bir ortama dağıtarak katkıda bulundu. Kopernik’ten 30 yıl, sanayi devriminden 200 yıl kadar önce güneş merkezli evren modeli en dış kabuğunu atmıştı. Bu yeni görüşlerin ilk ve en kararlı yandaşlarından biri olan Londralı Giordano Bruno (1548-1600) sinirsiz bir evren modelinin mantıksal sonucuna dikkat çekti: “Evrende bir küre ve merkez yoktur, fakat merkez her yerdedir.” Bu söz atomcu filozof ve sair olan Lukretius’un sözleriyle özdeşleşmekteydi. Atomcu düşünürlere göre, yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık özdeksel (maddesel) atomdur. Bu düşünce doğa bilimlerinin doğuşunu 67
68
sağlamıştır da denebilecek bir görüştür, Rönesans’ta da etkileri görülen bu düşünce sistemi Aristocu skolâstiğe karşı, atomculuğun getirdiği mekanik dünya görüsünü savunmuştur. Bu anlayışa göre evren yoktan var edilmemişti, atomlarla ve hareketleriyle meydana gelmişti. Bir çok merkez varsa ve evren atomların hareketiyle oluştuysa eğer bizim gibi canlıların olduğu sayısız başka güneş sistemleri olabilirdi. Bunların etrafında da gezegenler, bu gezegenlerde de bizim gibi canlılar olabilirdi. Bu düşünceler üzerine, merkezde bulunduğundan dolayı bir özelliği olduğunu düşünen ve bununla onur duyan skolastikçiler, yeterince yumuşak karar, ölümünü çileden çıktılar. Neticesinde Bruno’nun yaşamı bir trajediye dönüştü. Düşünceleri zamanına göre çok uçlarda geziyordu, Katolik inancını alaya alması ve fikirlerinden ödün vermeden savunmasına devam etmesi hayatinin son yedi yılını kilisenin cezaevinde geçirmesine, işkence edilmesine ve son olarak “Olanaklı olduğu kadar yumuşak bir ceza verilmesi ve kan dökülmemesi...” kararının verilmesine neden olmuştu. Hakkında isterken kan dökülmemesi, kazığa bağlanarak yakılması anlamına geliyordu. Bu çok acı ölüm kararı açıklandığında şu sözleri haykırmıştır: BU KARARI ALIRKEN SİZLER , BELKİ ONU BENİM ŞİMDİ İŞİTTİĞİMDE DUYDUĞUM KORKUDAN ÇOK DAHA FAZLA BİR KORKU İÇİNDESİNİZ. Evet, gerçekten de Skolastikçiler bilimin başkaldırısından korkmaya başlamıştı ve bir şeyler yapılmalıydı. Bilimin kendilerine karşı açık bir tehdit oluşturduğu ortadaydı ve bilimi üretenleri öldürerek kurtulacaklarını sandılar. Oysa bilim insanları değişen koşulların ürünlerinden başka bir şey değildi ve bu koşulları yok edemezlerdi zaten de yapamadılar. Bruno, astronom değildi ancak sıkı bir Kopernik devrimcisiydi, mantıksal açıdan evren modelinin gelişm"esine katkıda bulunmuştur, ancak astronomi ile ilgili çalışmalarından dolayı değil dinle alay ettiğinden dolayı, katledilmiştir, tabii alay ederken astronomi ile ilgili düşüncelerini kullanmış olduğunu unutmamak lâzım. Bir Danimarka soylusu olan Tycho Brahe (1546-1601) kraliyetten de yardim alarak Avrupa’da ilk gözlem evini kurmuş ve Uraniborg (Sky Castle- Gökyüzü Kalesi) adini vermiştir. Daha 16 yaşındayken Kopernik’in kullandığı çizelgelerde gezegen konumlarında hata olduğunu buldu. 25 yaşında gökyüzünde ani bir parlamaya tanık oldu. Bu parlamanın gökyüzünde paralaktik bir kayma göstermediğinden atmosfer içindeki bir olay olduğunu düşündü. 30 yaşında bir kuyruklu yıldız gözleyerek bunun da Ay’dan uzak bir cisim olduğunu gösterdi. İlerleyen yıllarında daha modern bir gözlem evinin daha kurulmasını sağlamıştır. Zamanının büyük bir kısmını evi haline gelmiş gözlemevinde gözlem yaparak geçiriyordu. Çıplak gözle yapılabilecek en iyi gezegen ve yıldız kataloglarını oluşturdu. Bu çalışmaları sırasında Kopernik modelini ret edip, dünyayı evrenin merkezine tekrar koymak için bir sebep bulmuştu. Tycho‘ya göre eğer dünya günesin etrafında büyük bir dairesel yörüngede dolanıyorsa, dünya farklı konumlardayken takım yıldızların şekillerinin paralaks neticesinde değişmesi lazımdı. Paralaks ne diye soracak olursanız kısaca söyle açıklanabilir:Tam önünüzde bir doğru boyunca dizilmiş üç ağaç olsun, eğer siz olduğunuz konumu değiştirirseniz görüntü de değişecektir. Mesela biraz sağa 68
69
kayarsanız, en yakınızdaki ağaç sola ortadaki biraz sağda, en uzağınızdaki ise ortadakine göre daha fazla sağda olacak şekilde görüntü değişir. Bu olay siz bu üçlü ağaç sistemine ne kadar yakındaysanız o kadar net olacaktır, yani ağaçlara yakınken bir adımınız görüntüde büyük bir değişime neden olurken, uzaktayken çıplak gözle fark edilemeyecek kadar az olabilir. Tycho, yıldızların paralaktik kayma göstermemesinin nedenin dünyanın merkezde olması olduğunu düşündü. Aslında birazda tutucu ve Kopernik karşıtı olan Tycho’nun öyle düşünmek daha çok isine geldi. O da dünyayı tekrar merkeze taşıdı. Ay, Güneş’i dünya merkezli yörüngelere koydu. Diğer bütün gezegenleri de Güneş merkezli yörüngelere yerleştirdi. Tycho yıldızların çok uzak olduğunu ve insan gözünün o uzaklıklardaki bir paralaktik kaymayı algılayamayacağını düşünememişti. İnsan gözü yıldızların şeklini ayırt edebilecek kadar gelişmemiştir, Tycho da çıplak gözle yaptığı bu çalışmalar sonucunda yanılmakta haksiz değildir. Ayrıca kürelerin olmasına gerek olmadığını, küreler olsaydı eğer kuyruklu yıldızlar tarafından zaman içerisinde kırılmış olmaları gerektiğini söylemiştir. İlk bakışta geri bir adım gibi görünse de Tcyho’nun çalışmaları Kopernik öncesi modelleri alt üst ederek ileriye olan dev bir adimdi. Küreleri kaldırarak, sürekli değişen bir gökyüzü olduğunu göstererek, o güne kadar gelmiş inançların bir kez daha zorlanmasına neden olmuştur. 1601 yılında kaybettiğimiz Tycho, gözlemevini ve bütün gözlem verilerini asistanı Kepler’e miras bırakır. Gökyüzüne hitaben kullanılan “gök küre, gök kubbe” ifadelerinin yıkılmaya yüz tuttuğu zaman Tycho ile başlamış yani günümüzden 450 yıl kadar önce, ancak bir takım çevreler hala “gök yüzü” yerine “gök kubbe” ve ”gök küre” ifadesini ısrarla kullanmaya devam ediyorlar. Bu çevreler Bruno’yu , Sivas’ta da ozanları yakanların ta kendisidir. Görüldüğü gibi günümüz Türkiye’si ile ortaçağ Avrupa’sı arasında zaman ve konum dışında pek fark yok sadece eylemi yapanların adı ve maskeleri farklı.
EVRENİN KÖKENİ - 8 Johannes Kepler (1571-1630) Maceracı ve sarhoş bir babayla akil dengesi bozuk bir annenin çocuğu ne olur demeyin bir, Kepler olabilir. Dört yaşında geçirdiği çok ağır bir çiçek hastalığı görmesini kötüleştirmiş ve ellerinde sakatlığa neden olmuştur. Sorunlu bir ailede, zor bir büyüme dönemi geçirmesine rağmen okulda başarılı bir öğrenci idi, ve belki de sorunlarla dolu bir hayat onu aşırı hayalci bir kişilik kazanmasına neden olmuştu. İlk basta Graz Üniversitesinde astronomi profesörü daha sonra da kraliyet matematikçisi oldu. Daha sonra dinsel çekişme Protestan’ların aleyhine sonuçlanınca Graz’i terk etmek zorunda kaldı ve Prag’a yerleşti. Aslında bu Kepler’in adına kötü olmamıştır. Çünkü Tycho, Kepler’in issiz kaldığını öğrenince yanına iyi bir asistan bulduğunu
69
70
düşünerek, Kepler’i yanına çağırmıştı. O günlerde astronomların ek kazanç kapısı olan astrologluğu her ne kadar küçümsese de, soyluların yıldız fallarına bakarak geçimini sağlıyordu. Bu günde çok şey değişmiş değil, hala bilim insani yetiştirme amacında olan Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümünde yıldız falına inanan öğrenciler var, bazıları inanmasa da geçim derdinden dolayı bu tür islerle uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçekte Kepler’de yıldız fallarına inanmıyor değildi. İlk önceleri gökyüzünde müziksel bir uyum olması gerektiği ve bunun yaratıcının kafasında tasarladığı şey olduğu, hatta bunu geometrik olarak ispatlayabileceği gibi mistik bir duyguya kapılmıştı. Bu mistik uyum arayışı, O’nu gezegenler arasında bir ilişki olması gerektiği, birbirlerinin hareketlerinde birlik ve uyum olması gerektiği fikrine götürmüştü. Tycho’nun yanına yerleştikten sonra bir de yasinin ilerlemesiyle beraber bu tür mistik duygulardan azda olsa uzaklaşmaya, olgusal verilere daha bağlı olmaya başladı. Tycho’nun yanındaki görevi, gezegen yörüngelerini belirlemekti. Yörüngesini incelemeye başladığı ilk gezegen Mars’tı. Aristoteles’ten kalma kusursuz hareket olan çembersel hareket fikrini, kendi mistik beklentileriyle birleştirince yörüngelerin çembersel olması gerektiğini düşünüyordu. Ancak Mars’ın yörüngesini tüm ısrarlı çalışmalarına rağmen bir türlü çembersel bir yörüngeye oturtamıyordu. Çembersel yörüngeyi modeline inanıyordu, O’na göre evren siyah kozmik bir duvarla çevriliydi. Bu da geceleri gök yüzünün neden apaydınlık olmadığının nedeniydi. Yaratılışa inanıyordu ve 25 yaşında yazdığı “Mysterium Cosmographicum” (Evrenin Gizleri) isimli kitabında yaratılış anının MÖ 27 Nisan 3877’de Pazar günü sabah saat on bir olarak verir. Bir çok Protestan kilisesinin Pazar ayinlerine sabah saat on bir de başlamasıyla bir ilgisi olup olmadığı incelemeye değer bir konudur. Hayatinin son yıllarına doğru Avusturya’da Protestanlara karşı diş bilemelerin dozu iyice artmıştı. Baskı ve yıldırmalara dayanamayan Kepler arka arkaya iki şehre daha göç etti, zaten çok sağlam olmayan vücudu zor şartlara ve baskılara daha çok dayanamayıp 1630 yılında pes etti. Astronominin en temel üç yasası Keplerin var olduğuna inandığı gizemli ahengi hayati boyunca arama çabalarının yan ürünüdür de diyebiliriz. İnancı peşinden koşarken çok önemli temeller atmıştır Kepler, günümüz popüler bilim adamlarından Stephen Hawking’te benzer bir yolda mi diye sormak istiyorum kendi kendime. Geçmişe yolculuktan, bunun mümkün olabileceği ortamlardan söz ediyor kendisi. Acaba bunun temelinde yatan, bilimsel olgular mi yoksa, sağlam bir bedene sahip olduğu eski yıllara dönebilme duygusunu bastırma çabası mi? Hepimizin bildiği gibi ALS hastalığına yakalandığından dolayı tekerlekli sandalyeye bağlı, felçli ve konuşamıyor. Deneyi köken almış bilimsel metotla ilgisi olmayan bir yöntemle, salt matematiksel denklemleri kullanarak elde edilen şeyleri doğada aramak ne kadar doğru? Bu bana, Keplerin inancından dolayı Mars’ın eliptik yörüngesini epey uzun bir süre kabul edememesini çağrıştırıyor. Ancak Kepler şanslıydı çünkü elinde yadsınamaz gerçek veriler vardı, inancını yenmesini sağladı. Peki S. Hawking’in geçmişe yolculuk inancını yenmesi için elimizde ne var? Bilim var olan şeyi inceler, olup olmadığını bilmediğimiz bir şeyin üzerine bilim kurulmaz. Her neyse, biraz güncele değindikten sonra sunu ekleyelim. Keplerin üç yasası Newton dikkate alıncaya dek adeta kitaplarında gömülü kaldı. Ancak çalışmaları öldükten çok sonra olsa da, kendisine “Astronominin Prensi” unvanını kazanmasını sağlamıştır. Bu arada bilimsel 70
71
çalışmalardan ayrı düşünülemeyecek olan felsefi cephede neler oluyordu? Yepyeni bilimsel buluşların gerek duyduğu, daha serbest gelişebileceği düşünce sistemleri de kendilerini göstermeye ve bu günkü kadar hızlı olmasa da hızla yayılmaya başlamıştı.
EVRENİN KÖKENİ - 9 René Descartes (1596-1650 Kronolojik bakımdan Bacon, Descartes’tan önce gelmesine rağmen biz burada, önce Descartes’tan söz etmeyi uygun görüyoruz. Çünkü düşünce sistemi bakımından, birbirlerine indirgenemeyen iki karşıt ilkenin varlığını ileri sürerek dini inançlarla bilimsel düşüncenin, idealizmle materyalizmin uzlaşamayacağını ve birbirlerine indirgenemeyeceğini sistemleştirmesi açısından F. Bacon’un gerisinde, çağının ilerisindedir. “Dünya üzerine İnceleme” adini verdiği çalışmasını, Galileo’nun mahkum edildiği haberini alması üzerine yayınlamaktan vazgeçmiş olması, F. Bacon’unki kadar köklü bir atilim yapamamış olmasının nedenin büyük bir olasılıkla kilise ile bir çatışmaya girmekten çekinmiş olduğunu gösterir. Kiliseyle net bir zıtlaşmaya girmek istemese de Fransa’dan kaçıp daha özgür bir ortam aradığı Hollanda’da da Protestan kilisesinin ve Aristotelesçilerin sert saldırılarıyla karşılaşır ve senato su kararı verir “... yeni olduğu ve ayrıca gençliğe eski ve sağlam felsefeden yüz çevirttiği için Descartes’in felsefesi yasaklanmıştır.” Burada ifade edilmek istenen su olsa gerek “Yeni olandan korkuyoruz,çünkü din dogmalarıyla uyuttuğumuz halkın uyanmasına, ve yerlerimizden edilmemize izin veremeyiz.” Her neyse, simdi burada, Descartes bizim için neden önemli çünkü O dogmatik anlayışın karşısına her şeyden şüphe ederek çıkmıştı. Geliştirmiş olduğu “kartezyen yöntem” bilim için çok önemli bir adimdir ve zamanında tam da gerek duyulan düşünce sistemiydi. Gelişen bilimsel çalışmalarla ilgisini anlayabilmek için yönteminin dört ilkesine kısaca değinmek evren ile ilgili fikirlerin gelişimini anlamada büyük fayda sağlayacaktır. - “1. Doğruluğu apaçık bilinmeyen her şeyden şüphe edeceğim” Descartes’in en temel ilkesidir. Duyularımız yanılabilir, akıl yanlış işlem yapabilir yada unutabilir, duygularımızla akıl çatışabilir bu sağlıklı bir akıl yürütmeyi engelleyebilir; kısaca bilgi kaynaklarımızın hepsinden şüphe edebiliriz ama su anda şüphe ettiğimizden şüphe edemeyiz diyerek, her türlü düşünce etkinliğinin temeline şüpheyi yerleştirir. “Düşünüyorum öyleyse varım!” şüphe etmek düşünsel bir eylemse, düşünmem içinde var olmamız gerekiyorsa, biz varızdır diyor. “Apaçık” derken fikir yürütebilmek içinde doğruluğundan en çok emin olabileceğimiz, bu tür cümleleri kullanmamız gerektiğini söylemek istemektedir. Sonuç ne? O güne kadar gelmiş olan tüm kavramlardan şüphe edip, tekrar gözden geçirilmesi gerektiği. Bazı kemikleşmişler, inançlar ve fikirler için ne kadar tehlikeli değil mi?
71
72
- “2. İnceleyeceğim sorunları, bunları daha iyi çözümleyeceğim tarzda ve mümkün olan en küçük ve çok sayıda parçaya ayıracağım.” Burada, doğada bir bütünlük olduğunu, bütünün parçalarının arasında nedensel ve zorunlu bir bağlantı olduğunu düşünür. Tümdengelimci izler görülmekte yani yukarıdan aşağı doğru sistematik olarak yapılanmış, organize bir bütün olduğunu düşünmekte. Analizle bu yapının daha küçük parçalarının tek tek incelenmesi gerektiğini söyler ve sonra 3. ilke devreye girer. - “3. Bilinmesi en kolay olan nesnelerden başlayarak, en bileşik nesnelere kadar, ağır ağır ve derece derece yükselerek, düşünceyi düzenle yürüteceğim.” Analizle ve tek tek incelenerek ulaşılan bilgilerin bir araya getirilmesiyle daha tümel, geniş bilgilere ulaşılmaya çalışılması gerektiğini ve var olduğunu kabul ettiği en tümel yapıya ulaşılabileceğini söylemekte. İkinci ile üçüncü ilkeyi daha iyi kavrayabilmek için su örneği burada vermek yerinde olacaktır. Bir üçgenin tanımını yapmaya kalkıştığımızda kaçınılmaz olarak doğrulardan söz etmek zorundayız, yani üçgeni analiz ettiğimizde daha küçük parçaları olan doğruların tanımını da yapmamız gerekiyor. Sentez yaparken de üç doğrunun bir birbirleriyle kesişip kapalı bir düzlem oluşturduklarında daha tümel bir yapı olan üçgeni tanımlarız. Tikel yapı doğrular, bunların üçü belli bir bağıntıya uyarak bir araya geldiğinde üçgen dediğimiz geometrik sekil ortaya çıkıyor, bu şekil doğruya göre daha tümel bir yapıdır. Bir üçgenin tanımını yapmaya kalkıştığımızda kaçınılmaz olarak doğrulardan söz etmek zorundayız, yani üçgeni analiz ettiğimizde daha küçük parçaları olan doğruların tanımını da yapmamız gerekiyor. Sentez yaparken de üç doğrunun bir birbirleriyle kesişip kapalı bir düzlem oluşturduklarında daha tümel bir yapı olan üçgeni tanımlarız. Tikel yapı doğrular, bunların üçü belli bir bağıntıya uyarak bir araya geldiğinde üçgen dediğimiz geometrik sekil ortaya çıkıyor, bu şekil doğruya göre daha tümel bir yapıdır. Son ilkesi de önceki üç ilkeyi doğru şekilde kullanıp kullanmadığımızı kontrol etmeye yöneliktir. - “4. Hiçbir şeyi noksan bırakmadığımdan emin olmak için, her adımda sayım ve genel gözden geçirme yapacağım.” Gerek analiz gerekse sentez yaparken incelemecinin hata yapabileceği olasılığından dolayı bütünü oluşturan zincirinin kopacağı ve yanlış sonuca gidilebileceğini düşünüp böyle bir ilkeye gerek duymuştur. Görüldüğü gibi bilimsel çalışmaların düşünsel kısmı da kurulmaya başlamaktadır. O güne kadar bilimsel çalışmalar daha çok din adamları tarafından yürütülmekte ve maddi destek daha çok kiliselerden ve kiliselerle ortak hareket eden aristokratlardan sağlanmaktaydı. Ancak yine kiliseye bağlı bir okulda eğitim gören Descartes bilim ile dini dogmaların inceleme alanlarını ayırma yoluna yönelmiş, böylece bilimi din adamlarının elinden çıkması için gerekli olan düşünsel yapıyı getirmişti. Kendisi de materyalist olmayan Descartes Tanrı, Ruh ve maddenin birbirlerinden farklı üç temel olduğunu söyleyerek aralarındaki ayrımı belirtmesi açısından bilimi dinden ayıran çok ciddi bir adimdir. Ona göre Tanrı en yetkin ve sonsuz olandır. Ruh düşünce ile, madde 72
73
ise yer kaplama ile ilgilidir. Kısaca bilimin alanı belirlenmeye başlamış, sınırları belirginleşmeye başlamıştı. Descartes’ta determinist, mekanikçi bir uzay anlayışı vardı, yani belli bir sistem içinde, belli bir andaki durumu ve hareketi bilinen nesnenin durumu ve hareketi, yalnızca o anin değil geçmişin ve geleceğinde bilgisini verir, görüsündeydi. Yani her hareketin bir nedeni vardı ancak ilk hareket ettirici Tanrı idi, Ona göre her şey önceden belirlenmişti belirleyense, Tanrı... Buna kadercilik dememiz pek yanlış olmayabilir. Bu gün kullandığımız, onsuz yapamayacağımız, bilimsel grafiklerimizi çizmekte kullandığımız koordinatlar geometrisi de Descartes’in eseridir. Descartes dini dogmalara karşı çok sert bir tavır almamış olsa da, Onun her şeyin temeline “şüphe”yi koyarak ve özellikle Tanrı,Ruh ve maddenin farklı çalışma alanları olduğunu söylemesi açısından çok ciddi bir adim attığını itiraf etmeliyiz. Bilimde engellenemez yükselisin düşünsel evriminin en net ifadelerinden birini Descartes’te görebiliyoruz, ancak düşünsel evrimin getirdiği düşünsel devrimi Francis Bacon yapmıştır. Bu arada Descartes’in pratikte materyalist, teorikte idealist bir filozof olduğunu unutmamak gerekir. “Dışımızda bulunan şeylerin gerçekliğinden şüphe etmemiz gerekir. Ancak öte yandan onların gerçekten var olduklarını kabul edebiliriz. Çünkü diş dünyanın varlığı hakkındaki düşüncemizin kaynağı, Tanrı’ dır. Eğer diş dünya gerçekten var değilse, Tanrı’nın bizi aldatmış olması gerekir.” Descartes’in bütün doğa biliminin bu sözleri üzerine kurulmuş olması onun materyalistlerle şiddetli bir tartışmaya girmesine neden olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, biz bu yazıda Descartes’in bilimsel düşüncenin gelinmesindeki katkısını yadsıyamayız ancak fikirlerini değerlendirme, alıp kullanma konusunda materyalizm ve materyalizmin yavrusu olan bilim adına çok dikkatli olunmalıdır. Descartes’in temel fikirleri her ne kadar bizden destek görebilecek olsa da inançları etkisinde kalarak ulaştığı sonuçlar son derece tehlikelidir. Çağdaşı Francis Bacon materyalist cephede yer alıp idealizme ve dogmalara karşı çok iyi savaş vermiş tümdengelimi ret ederek bilimsel metodun kökeni olan tümevarım felsefesini kurmuştur.
EVRENİN KÖKENİ - 10 Francis Bacon (1561-1626) Aydın Çubukçu’nun Descartes ve F. Bacon ile ilgili ve kendimce çok iyi bulduğum betimlemesiyle başlamak istiyorum: “Skolastik çağlar boyunca, biçime ve otoritelere tanınan olağanüstü öncelik ve önem, düşüncenin özgür ve yaratıcı gelinmesinin üzerine örtülmüş kursun bir örtü gibiydi. Descartes, şüphesi ile kursunu ağır ağır eritmeye çalışırken, F. Bacon, bir vuruşta yırtmayı deneyen kişi olarak çıktı.” F. Bacon’un yasadığı dönemde insanlar açlıktan ve nedenini bilmedikleri birçok 73
74
salgın hastalıktan dolayı ölmekteydi, yasam şartları son derece ağırdı. F. Bacon durum karşısındaki çaresizliklerinin nedeninin bilgisizlik olduğunu, kaderle falan ilgisi olmadığını, bir dönemler Hıristiyanların önemli bir meziyet saydığı çile çekmenin anlamsız olduğunu ve bu durumun acilen düzeltilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ona göre, o günlerde kullanılmakta olan bilgi edinme yöntemi tamamen yanlıştı ve doğru bir yöntemle, insanlık bilgi birikimini arttırıp daha iyi yasama standartlarına sahip olabilirdi. Bilginin amacının kutsal kitapta yazanlara kanıt bulma çabasından ziyade “doğaya egemen olmak” olduğunu söylüyordu. Bunun için de olayların gerçek nedenlerinin bulunması gerekiyordu, buna çok önem veriyordu çünkü Ona göre, gerçek nedenlere bir kere ulaşıldı mi hastalıkları ve yoksulluğu ortadan kaldırmak için doğayı kontrol edebilirdik. F. Bacon’a göre insanlığı refaha götürecek gerçekleri görmemizi engelleyen dört önemli etken vardı. O, bunlara “putlar” adini uygun görmüştü. Körü körüne bağlanılması istenen ve karşı çıkıldığında ceza uygulamasına gidilerek kabul ettirilmeye çalışılan bu putlara karşı savaş açmıştır. F. Bacon’a göre baslıca putlar şunlardı : Soy Putları: Tüm insanların paylaştığı bazı önyargılara verdiği isimdir. Soy putlarının, insanların doğadaki olayları ve nesneleri kendisine benzeterek açıklamaya çalışmasının bir sonucu olduğunu söyler. Tanrının insan bedeniyle betimlenmesi, mesela Zeus, Artemis... ve Isa, soy putlarına bir örnektir. Ayrıca, F. Bacon’a göre “Güneş,ay ve yıldızlar” için kullanılan “dogma” ifadesi ve bu nesneler üzerine kurulu olan çeşitli efsaneler, amaçsız yasayamayan insan gibi doğanında bir amacı olduğu yönünde tehlikeli bir düşünceye itiyordu insanları. Kendine, doğaya olduğundan daha yakın olan insan için bu tür inançlar, daha kolayca düşünülebilip kabullenildiğinden dolayı, insan bu asli olmayan inançları almayı tercih ediyor ve ne acıdır ki bilim tersini gösterse bile bu tür inançlara bağlılıklarından çok şey kaybetmeden vazgeçemiyor. Bu nedenle ve özellikle tüm insanlar tarafından kabul edilmiş önyargılar olduğundan dolayı “soy putları” bilimsel tezlerin kabul ettirilmesinde çok büyük bir engel oluyor, F. Bacon’a göre. Mağara Putları: F. Bacon, insanin kişiliğinin, kendi kendisini hapsettiği bir mağara olduğunu söyler. İnsanin, zaten çok net algılayamadığı dış dünya hakkındaki bilgilerini, kendi yetiştiği ortamdan kaynaklanan yasama tarzı ve karakterinden bir şeyler katarak çarptırdığını söyler. Bu şekilde oluşan yanılgı ve ön yargılara da “ Mağara Putları ” adini verir. Cephede savaşan bir insanın ölüme bakışı ile yeni aşık olmuş iki insanın ölüme bakışı çok farklı olacaktır. Neticesinde de farklı duygular hissedip, bir yorum yaparken farklı yargılarla yaklaşacaklardır. Doğuda çatışmada oğlunu kaybetmiş bir anne ile olaylara bilimsel yönden bakmaya çalışan bir sosyolog için önyargılar ve önyargıların şiddeti daha farklı olacaktır. Anne daha çok oğlunu kaybetmiş olmanın verdiği nefretle güdülenirken, sosyolog olayları duygusal yönden en az seviyede etkilenerek incelemek durumundadır. Aksi taktirde sosyologun doğru bir sonuca varması güçleşecek, çarpık fikirler ortaya çıkabilecektir.
74
75
Yahudi bir ailenin çocuğu olan Einstein’ in, “Tanrı zar atmaz!” diyerek, kurulmasında kendisinin de katkısının olduğu, kuantum elektrodinamiğine itiraz etmesi; Kepler’in gökyüzünde yıllarca müziksel bir ahenk araması gibi önyargılar bilim tarihinde görebileceğimiz mağara putlarından sadece ikisidir. Pazaryeri Putları: F. Bacon’a göre kullandığımız dilin kelimelerine verilen değişik anlamlar ve bunların genel, gündelik kullanılışları bilimsel düşünceyi saptıran önyargılar oluştururlar. Bu kavramlar genellikle geçmiş zamanların eksik ve yanlış bilgisini taşırlar. En yakınımızdaki örnek; Kopernik’e kadar yüzyıllar boyunca bütün gökkürenin dünya etrafında dolandığının kabul edilmesidir. Eksik bilginin sonucu olan bu düşüncenin bilimsel gelişime ne tür etkileri olduğunu geçen sayfalarda okumuştuk. Diğer bir örnek Newton’un kütle çekim kuvveti ile Einstein’in eğri uzayıdır. Newton; iki kütlenin birbirlerini, kütleleriyle doğru, aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı bir kuvvet etkisi altında kalarak çektiğini söylemiştir. (F=GmM/d2) Bu denklem Newton için kuvveti ifade etse de Einstein bu denklemin uzayın söz konusu kütle tarafından ne kadar büküldüğünü gösterdiğini söylemiştir. Einstein’da görüldüğü gibi temelde denklemi kabul etse de kuvvet kavramı yoktur, onun yerine uzayın eğrilme miktarı vardır. Ancak bilim insanları ve bilimsel yayınlar, doğal olarak ta halk kütle çekim kuvveti ifadesini kullanmaktalar. Sanırım hiç kimse bir taşı elinden bıraktığında neden düştü sorusuna, “Çünkü dünyanın kütlesi uzay zamanı büküyor...” diye cevap vermez. Beklenen cevap yaklaşık olarak sudur, “Çünkü dünya taşın üzerine bir kuvvet uyguluyor...” Newton’un ifadeleri günlük yaşantımız sınırları içinde ihtiyaçlarımıza cevap verse de Newton’un kavramları kara delikler, çok büyük kütleli yıldızlar ve evrenin yapısı üzerinde çalışan birçok astronom için yetersizdir ve yanlış sonuçlara götürebilecek niteliktedir. F. Bacon’dan çok sonralardan bir örnek vermiş olsak ta O’nun anlatmak istediğinin ta kendisidir. Nedeni de, Newton’un “kütle çekim kuvveti” ifadesini çok büyük kütleler ile ilgili çalışan bir astronomun kullanmasının hatalı olacağıdır çünkü büyük kütleler için kullanması gereken yöntem Einstein’in uzay eğrilmesidir ve buna göre düşünmek zorundadır. Eğer astronom hala Newton ifadeleri ile düşünmekte ısrar ederse düşünmesi özgür ve doğru olmaktan, çok uzak olacaktır. Tiyatro Putları: Araştırmacı tarafından bağlanılmış felsefi düşüncelerin veya ünlü kişi ve gruplara bağlılığın, dogmaların neden olduğu önyargılara verdiği isimdir. “Kural, yargının yerini almamalıdır.” diyerek, Aristoteles’in mantığını ve skolastik düşünceyi ret edip, deneyin ön plana çıkması gerektiğini söylemiştir. Ona göre, akılla ulaşılan her türlü sonucun doğruluğuna, sadece o sonucu elde etmek için kullandığımız akil yürütme biçiminin doğru olup olmadığına bakarak değil doğadaki olgularla sınayarak karar verilmelidir. F. Bacon’un bu sözünde kural genel olarak, Aristoteles’in öğretisini, yargı da tek tek olayların incelenmesiyle elde edilen sonuçlardı. F.Bacon, “Kurallara bağlı kalarak ulaşılan sonuçlarla, deneyle ulaştığım sonuçlar uyuşmuyorsa hangisine inan malıyım?” sorusuna, deneysel yöntemin yanında yer alarak cevap vermiştir. F. Bacon’un yasadığı dönemlerde Aristoteles’e o kadar fazla bir güven vardı ki tartışmalar “Usta böyle söyler.” dendiğinde sonuçlanmış olurdu. Bir şeyin doğruluğu 75
76
tersinin yanlışlığı gösterilerek ispatlanmaya çalışılıyordu. O’na göre, bir şeye körü körüne bağlılık bilgiyi öldürüyor, bilimsel gelişmeyi engelliyordu ve köhne düşüncelere karşı içten içe duymaya başladığı öfke Aristoteles’in “Organon”una karşı “Novum Organon” isimli eserini yazmasına neden oldu. Bu eseriyle Aristoteles mantığını tartışmaya açıyor yerine yeni bir alternatif sunuyordu. Bu çalışmasında, epey uzun bir süre hükümranlık sürmüş olan Aristoteles’e karşı meydan okunuyordu. F. Bacon bilginin birkaç kişinin otoritesine girmesini istemiyordu ve bunun için bilgiyi kolektif olarak üreten bilginlerden kurulu bir örgüt öneriyordu. Onun, biliminin ilk görevinin toplumun refahını artırması olduğunu ve bilim insanlarının bunun için çalışması gerektiğini ilan etmesinden dolayı kendisinin özel bir saygıyı hakkettiğini söyleyebiliriz. F. Bacon doğru bilgiye ulaşılabileceğini düşünüyordu ve bunun için önerdiği metot “tümevarım metodu” olarak bilinir. Bilgileri sistemli bir şekilde toplamak incelemeyi kolaylaştırmak için levhalar ve çizelgeler önerir, bunları kısaca tanıtmaya çalışalım. Önvarlık Levhası: Bu levha incelenecek olan olayı veya nesneyi doğada olduğu gibi ve birlikte bulunduğu bütün diğer nesnelerle birlikte yani bulunduğu ortamla birlikte saptanıp sıralandığı levhadır. Aşama Levhası: F. Bacon bu levhayı üç alt çizelgeye ayırır. Varlık Çizelgesi: Nesnenin veya olayın durumlarını sınıflandırır ve bu durumların diğer hangi olgularla, yani olaylar ve nesnelerle, birlikte göründüğünü gösterir. Mesela, sıfır derecenin altındaki suyun kati halde olması, yüz derece sıcaklığa kadar sıvı, üzeri sıcaklıklarda da gaz halinde olmasının belirlenmesi gibi veya yağmur yağması için öncelikle bulutların olması gerektiği gibi örnekler açıklayıcı olacaktır. Yokluk Çizelgesi: Olgunun değişik durumları içinde, bazı şeyler var olmaya devam ederken bazı şeyler yoktur; bir başka durumda da olmayan şeyler vardır, olanlar artık yoktur. Mesela, gün içerisinde, Güneş doğduktan sonra hava ısınmaya başlar, ama Güneş battıktan sonra hava soğumaya başlamaktadır. Havanın ısınması için Güneş vardı, akşamüzeri günesin gitmesiyle yani artık var olmamasıyla birlikte hava soğumaya başladı, yani güneşin yokluğuyla havanın soğuması arasında bir ilişki kurulmuş oldu iste bu yaklaşım yokluk çizelgesinin konusudur. Derece Çizelgesi: Olgunun ölçülebilir özelliklerinin değişmesi sırasında diğer değişen ölçülebilir özelliklerin çizelgesidir. Güneş'in doğuş saati ve saatin kaç olduğuna göre havanın sıcaklığının değişiminin ölçülmesi gibi, niceliksel değerlerin yer aldığı levhadır. Dışta Bırakma Levhası: Ön varlık levhasında bulunanlardan, asama levhasında toplananların çıkarılmasından oluşan levhadır. Yani ilk bakışta incelediğimiz olguyla ilişkili diye düşündüğümüz aslında ilgisi olmayan, şans eseri bir araya gelmiş bazı olgular elenmiş oldu. * Özetleyecek olursak, incelediğimiz olay, çevresinde bulunan kendisiyle ilgili olmayan 76
77
başka bir çok olguyla beraber olabilir. Bu levhalar sayesinde önce bir ön levha hazırlanır, daha sonra bu ön levha içinde kalan olgular tek tek incelenir, birbirleriyle bağlantılı olanlar kalır, ilgisi olmayan olgular dışarıda bırakılır. Böylece yanlış sonuçlara götürecek fazla olgular elenmiş yani dışta bırakılmış olur ve elde kalan birbirleriyle bağıntılı tek tek bilgiler bir araya getirilerek daha genel bilgilere ulaşılabilir. Gerçekte, F. Bacon’un metodu çok hantal isleyen kullanışsız bir yapıya sahip olsa da, yepyeni bir anlayışla Skolastik düşüncenin karşısına çıkıp korkusuzca savaşmıştır. Biz burada F. Bacon’un metodunun eksik yanlarından söz etmeyeceğiz çünkü bizim asil amacımız bu değil, Skolastik düşüncenin ve dogmalarının otoritesinin bilimsel gelişmeye karşı daha fazla direnemeyerek, nasıl da eriyip gittiğini göstermekti. Bu dönüşüm insanin evrene bakış, algılayış, yorumlayış ve sorduğu sorularla, sorulara cevap arayış biçiminde çok ciddi değişimlere neden olmuştur ve bugünkü gerçek bilimin kökleri atılmıştır. Bu değişimler doğal olarak kurulan yeni evren modellerinin yapısına da yansımıştır. Yeri gelmişken F. Bacon’a sığınarak aklıma gelen acı bir durumdan söz etmek istiyorum. Söz ettiğimiz, bu değişimlerden nasibini almamış bir grup insan cami çıkışlarında dağıttıkları bildirilerle doğal bir süreç olan depremin nedenini hala ilahi güçlere havale ediyorlar. En az bir önceki kadar tehlikeli olan bir başka grup ta evinin, işyerinin yıkılışından, onca insanin ölümünden doğayı sorumlu tutup, kendi kurtuluşu için tanrıya şükür edenlerden oluşuyor. Burada da görüldüğü gibi doğaya bir sorumluluk yükleyip yaptığının yanlış olduğu söyleniyor, yani F. Bacon’un dediği “soy putları” hala kendisini gösteriyor, çünkü insana benzer bir doğa fikriyle kalkıp depremi yapan kaka doğa, depremde can kurtarıcı iyi bir tanrıdan söz ediliyor. Peki, merak ediyorum, doğanın bir bilinci varda hadi bir deprem yapayım deyip de deprem yaptı da ona birde suç mu yüklüyoruz, olmadı birde dizlerimize yatırıp poposuna poposuna vuralım, belki akıllanır. Diğer yandan doğa depremin sorumlusuysa eğer, tanrı onca insani depremden kurtaramadı da sadece hayatta kalmış olanları kurtarmaya mı gücü yetti? Yoksa şanslı olan ve iyi yapılarda yasayanlar mı kurtuldu. Demek istediğim, F. Bacon’un dikkatle üzerinde durduğu gibi bilim belli kimselerin tekeline kalmasaydı ve sadece kazancı, dini otoriteyi artırmak için değil de halkın yararı doğrultusunda kullanılsaydı sanırım daha az kişi ölürdü!
77