SENCER DİVİTÇİOĞLU'NA ARMAĞAN Fotoğraf: Arzu Akbal Kasım 2014. * Özkaynaklarla word'de ve paint'te hazırlanır; issuu.com'da yayımlanır.
MUHTEVİYAT İÇ KAPAK KIZI: Stephanie Seymour Rüşdü Paşa - sencer divitçioğlu iç sesini dinleyen adam Ufuk Akbal - Yeni Bir Yaşam Mimarisi Teklifinde Eşik Figürler Adab-ı Muaşeret Notları Rüşdü Paşa - bir grand majör şarkı olarak "zurna" Ufuk Akbal - Bir Grand Majör Kadın Olarak Gülfem Sipahi Rüşdü Paşa - sokak bilgiler Rüşdü Paşa - enis fosforoğlu/milleti millet yapan sanattır/bir hatırlatıcı İktisatçı Gastronomun Günlüğü Rüşdü Paşa, Ufuk Akbal, Ali Sûha - Proutscul Olmayan Macera; Meram'a Dönüş ATELYE: Levent Yılmaz'ın Afrika'sı R. Paşa, U. Akbal, Y. Türk, A. Özüsönemez, O. Koçak, G. Emre, P. Barışta, E. Batur Afrika Üzerine Yer Yer Bir Diyalogun Tutanakları Levent Yılmaz ile Söyleşi: "Türk Edebiyatı Diye Bir Şey Yok" Seyhan Erözçelik/ Levent Yılmaz- Cezalı Helikopter ARKA KAPAK KIZI: Anna
İLETİŞMEK İÇİN: twitter.com/meramyeniyolfnz meramyeniyol.blogspot.com rustupasa042@gmail.com ufukakbal.blogspot.com rusdupasa.blogspot.com Rüşdü Paşa: mülkiye’de okudu. türkiye’de organize olamadı. londra, washington d.c. ve madrid’de yaşadı. nietzsche, baudrillard, foucault, derrida, bataille, deleuze okuyor. espresso ve lager içer. falling down filmini seyreder. roma’da yaşıyor. "Kadınlar ve Türkler Hakkında Bildiğin Her Şey Yanlış" ile "Geçiciyiz Ama Kurtulacağız"ı yazdı. Estet Rüşdü Konevi diye de bilinir - bilinmeli. Ufuk Akbal: Sosyoloji ve Kültürel İncelemeler tahsil etti. Küçükkuyu'dan ve Datça'dan dışarı çıkmamayı tercih ediyor. "Sağcılık Şiirleri"ni yazdı. Estet.
İÇ KAPAK KIZI
STEPHANIE SEYMOUR-
Fotoğraf: Helmut Newton
sencer divitçioğlu iç sesini dinleyen adam Rüşdü Paşa 9 Eylül 2014'te aramızdan ayrılan Sencer Divitçioğlu'nun anısına... ‘kanun kapısında bir kapıcı duruyor’. kafka. insan bir gün uyanıyor. uyandırılıyor. uyanmak istiyorsa uyanıyor. insanların çoğunluğu uykuda kalmayı tercih eder. olimpiyatlarda bizim takım madalya alamıyor. sencer divitçioğlu anlatıyor, yky, sencer hoca ile yapılmış konuşmalardan oluşan bir kitap. tuncer bulutay’ın sencer hoca için yazdığı enfes bir makale de var içinde. iktisat ve tarih, 1950’li yıllarda istanbul ve paris, türklerde üniversitenin gelişimi ve devlet ilişkisi, kemal tahir, idris küçükömer ve tip. sencer divitçioğlu, iktisat’ı bırakıyor. tarih okuyor/ yazıyor. sencer divitçioğlu: “çünkü bozulma, toplumsal yapıdaki istikrarın kaybolması 16.yy’a kadar geçen dönem özgün bir iktisadi sistemi yansıtır. iki nedenle bu istikrar kaybolur. birincisi celali isyanları başlar, içerden, sistemi bozan bir dinamik ortaya çıkar. ikincisi doğu ticaret yolu okyanuslar’a kayar. osmanlı’ya giren altın ve gümüş içakımları değişir. kapıkulu, anadolu’ya geçer, osmanlı parası sürekli değer kaybetmeye başlar. iktisadi sistemi bozan gelişmelerdir bunlar. 15.yy’da büyük yenilgiler ve zaferler de vardır ama toplumu üretim ve mülkiyet ilişkileri ile açıklamayı tercih ederseniz, o zaman celali isyanları sizin için büyük önem taşır”. kendi halinde bilim/ düşünce/ edebiyat/ sanat nasıl olabilir? olabilir mi? şüphesiz, ortam belirleyici oluyor. sencer divitçioğlu’nun kişisel tarihi türklerin tarihinin etkisinde. şu ya da bu şekilde. sencer divitçioğlu, tanım dışı. kendi başına bir evreni olan bir ruh adamı. edebiyat, felsefe, sanat, estetik ve episteme. bir de etik ile ilgili. arayış içinde değil. yalnızca acelesi olan bir mistik adam. mesele hür olmak. hür olmak, iç sesi dinlemektir. selâm ile.
YENİ BİR YAŞAM MİMARİSİ TEKLİFİNDE EŞİK FİGÜRLER Ufuk Akbal "Nesnelerdeki sıcaklık kayboluyor" - walter benjamin "Yazmak beni ışıkla karanlık arası bölmüştür - kıpırdadığım an, zincirimin şakırtısı kulaklarıma erişir"- enis batur1. "Yazarken hep zincirledim ben. Bunun beni nasıl zincirlediği görmem vakitler aldı. Masada kıpırdadığım an duyduğum sesi okur da duysun isterim"2- enis batur.
Fotoğraf: Arzu Akbal - Ayvacık, Yeşilyurt Köyü'nde Kahvaltı 3
Şunu hissediyorum; aslında modern, post-modern ya da meta-modern; insan, bir şekilde W. Benjamin ile söyleşiyor. Onun bir şekilde bahsetmemiş olduğu birşeyden bahsetmenin üstünlüğünü bize kazandıran yegâne şey kronolojide sonradan gelmek. Ancak onda da, W. Benjamin'in birçok noktada "muştucu" olduğu görülüyor. "Tekniğin İmkânlarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda.." bu noktada bir çok şeyin habercisi. Tekniğin imkânlarıyla hayatın her alanı yeniden inşa ediliyor. Ve bize bu üst üste yığılmış, tıkıştırılmış- bu yönüyle var olanın kırmaya ekseriyetle cesaret edemediği bir eşiğe dönüşmüş; hayat içinde yeni bir yaşam mimarisi teklif eden figürler de, bir şekilde W. Benjamin'in sezdirdiği "çözümle ilişkili" oluyor. Bu sayıda, Benjaminci anlamda "yeni bir yaşam mimarisi" teklif eden - yaşam 1
Enis Batur, Mumya Köpek, Norgunk Yayınları, s.9. a.g.e, s.39. 3 Bu fotoğraf aynı zamanda, Meram YY 2'deki "türk kahvaltısı" yazısına bir cevap niteliğinde olup, tekil olana vurgu yapar. 2
mimarları ise; Sencer Divitçioğlu; (eserleri ve yaşamı), V.J. Bülent'in "Zurna" şarkısı, Gülfem Sipahi'nin "yüzü", Oğuz Özyaral'ın "oral ekonomisi, oral şehveti"4, Yavuz Dizdar'ın "W. Benjamin'in "Antika Kaşık" anektodunda aktardığı "kahramanlarına yemek yedirebilmeyi başarmanın, ancak en büyük anlatıcıların harcı olduğu"5 sorununu aşabilen istisnai "aurası" ve Levent Yılmaz'ın "Afrika'sı".
Bernhard Waldenfels, Pera-Peras-Poros içerisinde kaleme aldığı "Yabancının Topolojisi"nde: "(..) insan dünyanın ortasında yaşamıyor artık. Yabancılık şeylerin yüreğini ve insanın yüreğini kaplıyor, en kendine-özgü ve özeline dek herkesi etkiliyor. İnsan, uzamda, herhangi bir yerde bulunduğu ve artık hiçbir yerde kendi yerinde olmadığı deneyimini ediniyor" (s.42) diyor. Bunu aşabilmek için, bir mikrokozmos inşası lâzım; minör hamleler lâzım, eşiği aşmak lâzım... Ayna karşısında traş olurken, berbere gitmezken, kozmetik tabakanın altındaki yüzümüzü incelerken; Bir kadeh şarap içerken, tütün içerken, kanyak içerken ve beraberinde iri bir çukulata yerken... Hızdan başını alıp, kendine ağır ağır kahve pişirirken; acele etmeden çay demlerken, çayın en kırmızı hâli için sabrederken.. 4
Örneğin; "yaşam mimarisi teklifi" ile ne'ye referans verdiğimizi anlamak için bu videonun 14. dakikasından 17:55'e kadar olan sürede berraklaşan o enfes oral ekonomi, oral şehvet, şiddetle tavsiye edilir; http://www.youtube.com/watch?v=tdsr8JzCvvM 5 Walter Benjamin, Tek Yön, Çev: Tevfik Turan, YKY, İstanbul, 1999, s.47.
Fırının başında malzemelerini kendin dildiğin, kendin derlediğin, hamurunu kendin açtığın pizzanın olmasını beklerken, Hafif sulu ve yine malzemesini kendin seçtiğin eriştenin pişmesini beklerken, Islık çalarken, Yağmurda yürüyüş yaparken, Şemsiyeni kâh açıp kâh kapatırken... Sabah beşte uyanırken ve Benjamin'in şu cümlelerinin zihninde altını çizerken "(..) Güneşin doğuşunu uyanık ve giyimli olarak, örneğin bir yürüyüşte izleyen kişi ötekilerin karşısına gün boyunca başında görünmez bir taç taşıyanın üstünlüğü ile çıkar. Hele güneş kimin üstüne çalışırken doğmuşsa, ona gün ortası, tacı başı başına kendi koymuş gibi gelir"6; Esrirken, esrimeye meyyâlken, esriyebileceğin bilgisi ile donanırken ve yine Benjamin'in şu cümlelerini düşünürken, "(..) Önümüzdeki yirmi dört saatin mutluluğu uyanırken onu elimize alıp almadığımıza bağlı olacaktır"7. Demek ki; burjuva varlığının kendini armağan ettiği "kişisel işler rejimi" yemeği pişerken tencerenin altını kapatmak lâzım... Bu minvâlde, 3. sayı boyunca, bu eşik figürler yüksek ilhamlarıyla yolumuzu aydınlattılar. Onların her birine, aralarında entelektüel bir hiyerarşi gütmeksizin şükranlarımızı sunuyoruz... Bununla birlikte; Levent Yılmaz atelyesinde fizik varlıkları ile bizle olan Yılmaz Türk ve Apemohsen Özüsönemez'e de teşekkür ediyoruz. Meram Y.Y. 3. sayısında bu yığını kaldırıp, yeni bir "yaşam mimarisi" teklif edenlerle buluşuyor/ hâsılı yeni bir "yaşam mimarisi" teklif ediyor.
6 7
a.g.e, s.49. a.g.e, s.77.
ADÂB-I MUAŞERET NOTLARI
* MİDESİ BULANAN BİR ADAMA ISRARLA ÇAY İKRAM ETMEYİNİZ. * YEMEKTE İKİNCİ TABAĞI İSTEMEYEN BİR ADAMA, ISRARLA TÜRK MİSAFİRPERVERLİĞİNDEN NADİDE KANITLAR GETİRMEYİNİZ. * SUCUK ÜRETİCİLERİ ŞAYET ACISIZ VE SARIMSAKSIZ YAPACAKLARSA, BU ÜRETTİKLERİ SUCUK DEĞİLDİR, HİÇ YAPMASINLAR. *REYİSÇİLİK BİR POLİTİK MEVZİİ DEĞİL, BİR KÜLTÜREL DURUMDUR. ERDOĞAN'A KÜFÜR EDEN KÜLTÜREL ERDOĞANCILARDAN, SEKÜLER BİLE OLSALAR UZAK DURUNUZ. ONLAR ELLERİNE BU ŞARTLARI GEÇİRSELER, BENZER BİR DÜNYA KURARLARDI. *KONYAK VE ÇİKOLATA DEĞİL; KANYAK VE ÇUKULATA DİYİNİZ. * BALIK - BEYAZ ŞARAP, ET - KIRMIZI ŞARAP EŞLEŞMELERİNE KULAK ASMAYINIZ. *SAHİH BİRİ OLARAK ÖLÜNÜZ. *CÜMLELERİNİZE İRİ VE "KERAMET-İ KENDİNDEN MENKÛL" BEN'LERLE BAŞLAMAYINIZ. BÜTÜN BU ANLATTIKLARINIZI İLK SİZ YAPMIŞ OLAMAZSINIZ. * OTOMOBİL KULLANIRKEN, SEKS YAPARKEN, AMELİYATHANEDE, CENAZEDE, CUMA NAMAZINDA TELEFONLA KONUŞMAYINIZ. * İNSANLARLA KONUŞURKEN ONLARI DİNLEYİNİZ, SÖZÜNÜ KESMEYİNİZ VE GÖZLERİNİN İÇİNE BAKINIZ.
bir grand majör şarkı olarak; "zurna" Rüşdü Paşa vj bülent zuma/katolik ortamda bir neşe önerisidir ‘şey kendini açıklar. töz sıfatlarda kendini açıklar, sıfatlar ise tözü açıklar; ve sonra onlar kiplerde açıklanırlar, kipler sıfatları açıklar. ima etme hiçbir şekilde açıklamanın karşıtı değildir: böylece açıklanan şey onun aracılığıyla anlamına gelir, gelişen şey ise kuşatır. doğa içindeki her şey bu iki hareketin birlikte varoluşunun bir ürünüdür, doğa açıklamalar ve imaların ortak düzenidir’. deleuze. 1.müzik tıpkı toplum gibi/ bir zihinsel durum/hâyâli bir dünyadır. 2.katolizm/yüksektekinin temel metni değiştirmesi doktrini oluyor/istenildiğinde/ istenilen bir şekilde. 3.2014/türkiya teori ile pratik ilişkisizliğinin en açık yaşandığı katolik bir ortamdır. 4.hakikat/iktidar tarafından oluşturuluyor/değiştiriliyor. temel/kısa devrede değişmeyen metin yoksunluğu hukuksuzluktur. katolizm geçerlidir. 5.ilişkinin ve bütünleşme sürecinin çözülmesi/ kelimesizlik/soysuz sessizlik/iki yüzlülük tıkanmadır. 6.toplumda bir ‘lanetli tip’ vardır. bir de ‘muhalif’ tip. evrensel doğruyu söylediğinden emin olan lanetli/kapitalizmi anlamayan muhalif tiptir. farklı partiler/aynı lig. 7.katolizm geçerli olduğuna göre ‘doğru’ geçici bir şeydir/geçerliliği kısa vadeli. 8.katolizmin geçerli olduğu beylik düzeni iki yüzlülüğü ve soysuz suskunluğu bir hayat üslubu olarak öneriyor/uyguluyor. sıkıcıdır.
9.üretimsiz/rantiyer bir toplulukta en pratik ayakta kalma modeli/neşeliliktir. teorinin karanlık/hareketin inanç sayıldığı/ tersine evrimleşenlerin diktatoryası. 10.milli irade bilmek istemiyor/kitle en iyi konuşanı dinliyor. bu topraklarda işsiz diktatoryası rejimi geçerlidir. 11.en iyi konuşmacının her şeyin ve kitlenin sahibi olduğu bu topraklarda eğlence/cinsellik ve şarap içmek/ kaçış çizgileridir. 12.töz nedir? locke/latince altta bulunan şey anlamına gelen/töz/substantia/ortak desteğe/töz/diyor. descartes/tözü düşündüğüm zaman var olmak için kendinden başka hiçbir şeyin varlığına muhtaç olmayan bir şeyi düşünüyorum böyle olmayan yalnızca tanrı’dır/diyor. spinoza/töz/kendiliğinden ve kendisi için var olan olarak anlıyorum. bu kavramın meydana gelmesi için başka bir kavrama ihtiyaç yoktur/diyor. 13.töz yokluğu & katolizm/hayatı gayrı-meşrulaştırmaktadır. 14.vj bülent zuma/anlamlı bir kaçak yayındır. neşeli/iki yüzlülüğe karşı bir savunma teknolojisi olarak yuvarlak/kuraklığa karşı erotik. ‘herkes tarafından her yerde doğru kabul edilen şey/kesin yanlıştır’.valery.
Seni seven yüreğime kurban olasın Benim gibi seveni sen çok ararsın Dünyalara sahip olsan söyle ne fayda Sen parayla pulla aşkımı alamazsın Ben yazdım sen sildin aşkımı yüreğinden Ben geldim sen gittin anlamadın sevgimden Beni küçük görene bak ne de büyük Sevdiği icin canını bile veremez, Bende aşkın zurnası sende cılız düdük
BİR GRAND MAJÖR KADIN OLARAK GÜLFEM SİPAHİ Ufuk Akbal Bol kanyaklı, bol çukulatalı; nevâle bittiğinde bol şaraplı, bol kahveli, bol fındık-fıstıklı gecelerden birinde; kendimde (KENDİ'LİĞİN hissi ile) bir özellik (EVET, TÜM ÖZELLİKLER, ÖZELLİKLE, İNSANIN KENDİNDE FARK ETMESİ İÇİNDİR) fark ettim (eyledim; sonra eylediğimin ayırdındayım) bir nesne, mesele, akış; bir zaman gülünç, itici (ama mutlak cazip) - İTİCİ OLAN DA CAZİPTİR, seksi vb. yani nötral olanın dışındaki her hareketeylem; her ne olursa olsun, baştaki hâlinden bir başka şey olarak tezgâha, BURADA; dimağa, geri dönüyor. (Demek ki, bütün bunlar #0 noktası/ nötr değil; kabullerle oluşturulmuş bir #0 noktası). GÜLFEM SİPAHİ DE böyle. Başta; mutlak itmek / ittiği için cazip. Sonra ufak kaçamak bakışlar yönlendirmek. Sonra bakışlardan, daha derin akışlar türetmek - ve zamanla, ARZULANAN ile baş başa kalmak. GÜLFEM SİPAHİ; bu. Zamanla C. Ergüder değil, GÜLFEM SİPAHİ. Demek ki; 1# C. Ergüder'i aradan çıkarıyoruz. Bir TV dizisinin ilk 20 bölümü içinde seyreden duygusal hareket de bu. 20. bölüm gibi, tamamen arzu nesnesine adanmış bir hayranlık. Kurgulayanın zihninde olduğu hâlden, girdiği odadaki adamın kurgusunda başka bir hâle bürünen. Derinlikli bir karakter. Oysa ki TV, bu karakteri böyle derinlikli kurgulamadı (BURASI TÜRKİYE; BURASI PRAYM TAYMBURASI DERİNLİKLİ İŞLERDEN ÖZENLE KAÇINILMASI GEREKEN ZAMAN DİLİMİ ve TOPOS). Devamla; Okan Bayülgen, Haşmet Babaoğlu, Meksika Sınırı, Sezen Aksu derinlikli değil. Ve derinlikli - imiş gibi. İzleyenler vasat'a talip. [Sol lümpenlerin dizisi Behzat Ç. 'yi haddinden fazla izlemediğim için Canan Ergüder'in bu dönemini bir hayranlık nesnesi hâline getirmek hatasına, şükür ki, düşmüyorum # sen de vasata talim ediyorsun]. Demek ki; 2#vasati hatıraları aradan çıkarıyoruz. GÜLFEM SİPAHİ bakıyor. Levinasçı anlamda, biz ona bakıyoruz; "face-to-face encounter". Şimdi; Öznenin sonsuzla karşılaştığı yerdeyiz; totalite içermeyen yerdeyiz, dolaysız yerdeyiz (buna inanıyoruz). Derûni (derin değil;) mavi gözlerle, yüzü tam ortasından yaran (yarmak fiili evet, diğer burunlardan ayıran bu) kemikli burnu ile.. onun üzerinde kümülatif benler ile.. ağzı etrafında toplanan kas hareketleri ile.. Şimdi, bu yüz vesilesiyle, ben ve Gülfem Sipahi arasındaki uzaklık tesis edilmiştir. Elimizdeki hâl; "kendini göstermeden gösteriş", "belirmeden beliriş", yüzün istisnai
epifanisi, aynı zamanda erotizmin de temelidir8. Bu asimetrik ilişkide; Gülfem Sipahi'nin yüzü bana sesleniyor, benden cevap bekliyor ve beni sorguluyor. Beni kendi'me esaretimden kurtarıyor. Bütün bunların olduğu #o noktasından yani (KENDİLİĞİN HİSSİ meselesinden). Böylece bir başkasına bağımlı kılıyor ve ondan sorumlu olmamı sağlıyor. Artık Gülfem Sipahi'den sorumluyum. Gerçek bir birliktelik. Şimdi artık benden de önce gelen Gülfem. "KARŞIMDA DEĞİL, ÜSTÜMDE OLAN BU YÜZ"ün yakarışı bir emre dönerken; içimi tıka basa dolduran KENDİLİK HİSSİ'nden vazgeçiyorum. Başka artık sonsuz. Bu yüze yaklaşma hâli bizi sorumluluk etiğine götürüyor.
Şimdi bulunduğum yerden Gülfem Sipahi'ye karşı olan sorumluluğumu yerine getirebilirim, onu kendisine acı veren var oluşunun majörlerine ayırıp, grand majörünü teşhis ederek, gerçekleştirdiğimiz adalet zemininde ona karşı adil olabilirim: Majör 1: Kösnüllük, Majör 2: Otoriter erotizm, Majör 3: Zamana müdahale, Majör 4: Bekleyiş - Unutmayış - Yakarış. -majörlerin GRAND MAJÖRÜ ise;
8
"SONSUZLUK" olarak öne çıkıyor..
Emmanuel Levinas, "Aşkınlık ve Yükseklik", Sonsuza Tanıklık, Çev: Hakan Yücefer, Zeynep Direk, Metis Yay., İstanbul, 2003, s.121.
sokak bilgiler Rüşdü Paşa bir.türkler gelen ilk asansöre biniyor/biner/yönsüzdür/fırsatları değerlendirme peşinde olanların ıvır zıvır cumuhuriyeti/ birlikte hareket etmenin imkânsızlığı ve başkaları yoktur öldüren varsayımı. iki.türk milleti yoktur/yalnızca türkler vardır/ ve türkler cep telefonu ile konuşur/ ameliyathanede/ ölü yıkarken/araba kullanırken/konuşurken/seks yaparken/sınırsız. üç.türk/ aynı ânda birden çok şey yapar/ tek bir ânda tek bir şey yapamaz/ yapmaz.aynı ânda iki kişiden para alır/ yazar kasada/bu arada telefon çalar/ açar/bir soru soran olursa ona cevap verir. the durumların imâları nedir? bir.fırsatçılık var. birlikte hareket etmek imkânsız ve türk türk’ün düşmanı. türklerin birlikte hareket etmesi imkânsızdır/ türkler yalnızca savaşta birlikte hareket eder/toplum hayatı bir türk hayatı değildir. Fotoğraf: Arzu Akbal
iki ve üç.türklerde şimdiki ân yok/varolan tek bir zaman dilimi olan şimdiki zaman türklerde yok ve tükler ya tarihte ya da gelecekte yaşadıklarını sanıyorlar/ yaşamadıklarını farkında değiller.
enis fosforoğlu / milleti millet yapan şey sanattır/ bir hatırlatıcı Rüşdü Paşa “her şey bir imâ/açıklamadır/tanrı’ya ait”.spinoza çocukluğumda hatırladığım en güzel şeylerden bir şey/enis fosforoğlu’nun televizyondaki hâlidir. çocukluğum ne zaman başladı ve bitti/bitti mi/bilmiyorum. hiç düşünmedim. meram’daki bağ evinde/ geniş aile & tv’de enis fosforoğlu. hatırlamak/yitip giden zamanın bıraktığı boşlukla karşı karşıya gelmeyi göze almaktır. o boşluk/yeni bir şey ile doldurulması imkânsız bir boşluktur. korku/hatırayı unutmak korkusudur. enis fosforoğlu/meramdaki bağ evindeki herkes için evden biridir/meram'dan yerli insanlardan birisidir/yolda selâmlaşılan zarif bir üslup ile konuşulan/gündelik olağan şeylerin muhteşem bir musiki şeklinde konuşulduğu/sade doğal ve samimi. enis fosforoğlu/benim için kaybettiğim bir kültür ortamının bir imgesidir. kaybolan şeyler iki anlam taşıyor. bir. onlar değerliydi ve kaybetmek sonsuza kadar kaybetmektir. iki. onlar kayboldu ben direniyorum ve burada oluşumun ne anlamı var/sorusu. enis fosforoğlu yaşıyor & biz yaşadığımızı varsayıyoruz. enis fosforoğlu ile bizi bir arada tutan şey nedir/yanıtını bilmediğim bilemediğim bir soru. zor değil imkânsız. spinoza der ki bir şeyi olumlayan ya da yadsıyan asla biz değiliz. ama/bizde kendindeki bir şeyi olumlayan ya da yadsıyan şeyin bizzat kendisidir. kısmet mi? ne olduğunu bilmediğim bir şey. farklı olan insanların farklarından kaynaklanan bir benzerlik var. biliyoruz ki o farklı/fark başlıbaşına fark bir benzerlik kaynağı oluyor. ses /ara ses/şekil/koku/kumaş/bakış/hareket. enis fosforoğlu/olağan bir hayata dair bilinen yaşanan hissedilen bir olayı/olağanüstü bir şekilde yorumluyor. sanat/bir yorum işte. tekrar değil ince bir fırça darbesi/bir titreşim/başka türlü algı/özgür yer değiştirme. enis fosforoğlu’nu izlediğim devreyi çocukluk devresi olarak adlandıralım. çocukluk/ hakiki bir devredir. insan hakikatinin var olduğu/mahremiyetin korunduğu bir devre. gelişme için mahremiyet gerekir. enis fosforoğlu/meram’da bizden birisi olarak mahremiyetimize müdahale etmedi. kıymetini şimdi anlıyoruz. şimdi anlıyoruz /çünkü bilincimizin koşullarına ve yanılsamalarına her türlü müdahale en dramatik şekilde şimdi yapılıyor. enis fosforoğlu/çocukluk masumiyeti/samimiyetidir.
İKTİSATÇI GASTRONOMUN GÜNLÜĞÜ "(..) Başka bir ülkede, bir başka şehirde belli bir süre yaşamanın insana kattığı en önemli şeylerden biri, kendi hayat biçiminin, tüketim kalıplarının, gündelik rutinlerinin aslında ne kadar kültürel, ne kadar göreli olduğunun farkına varması. Bir bakıma hayatımız rutinleştikçe, standartlaştıkça halis deneyimden dolayısıyla da kültürellikten kopuyoruz. Her şey bize “başka nasıl olabilir ki?” şeklinde gözükmeye başlıyor. İşte tam da o noktada kaybediyoruz. Tıpkı yediklerimizden giderek tat almamak gibi. Sırf doymak için yemek gibi. Aslında medeniyet dediğimiz şey biraz da ihtiyaçlarımızı nasıl kültürelleştirdiğimiz değil midir?" - Besim Dellaloğlu9. "(..) Mağrur birinin yaşayışına karşı en güçlü itiraz şudur: yemeğini yalnız başına yemesi. Yalnız yemek insanı kolayca katılaştırır, kabalaştırır. Buna alışık olan bozulup gitmemek için Spartalıcasına yaşamalıdır. Münzeviler, sırf bunun için, etsiz beslenmiştir. Çünkü yemek sadece topluluk içinde hakkettiğine ulaşır; yemek yerini bulacaksa paylaşmak ve paylaştırılmak ister. Kiminle, o önemli değildir: eskiden bir dilenci zenginleştirirdi her sofrayı. Tek önemli olan paylaştırmak ve vermektir, sofradakilerin bir toplum ruhu içinde konuşması değil" - W. Benjamin10. “(..)Sadder than destitution, sadder than a beggar is the man who eats alone in public. Nothing more contradicts the laws of man or beast, for animals always do each other the honor of sharing or disputing each other's food.”- J. Baudrillard
9
Besim Dellaloğlu, "Hariçten Memleket Sosyolojisi", Agos, 12.07.2014. Walter Benjamin, Tek Yön, Çev: Tevfik Turan, YKY, İstanbul, 1999, s.67.
10
Estet Rüşdü Konevi, bu kez "grand majör teorisini" gastronomi perspektifi doğrultusunda teklif ettiği yemekler üzerinde uyguluyor. Bu doğrultuda, bir yemekten beklenenler; - Majör 1: Sahici, gerçek, tekil, rafine, soylu olması, - Majör 2: Pratik ve ekonomik olması, - Majör 3: Estetik olması, - Majör 4: Toplumsal cinsiyete (hamaratlık ve maharet) indirgenemez olması olurken, -majörlerin GRAND MAJÖRÜ ise;
"HAZ VE NEŞE" olarak öne çıkıyor..
İlaveten "yaşam mimarı" Yavuz Dizdar Hoca, üç yemek tarifi ile bize eşlik ediyor11; TARHANA ÇORBASI (YÖRÜK USULÜ) MALZEMELER × 1 çorba kaşığı zeytinyağı × 1 çorba kaşığı domates salçası × 1 çorba kaşığı biber salçası × 1 orta boy domates × 1 su bardağı tarhana × 3 diş sarmısak × Tuz × 1 çay kaşığı kırmızıbiber
HAZIRLANIŞI Tencereye 1 çorba kaşığı zeytinyağı, 1 çorba kaşığı domates ve 1 çorba kaşığı biber salçasını koyup karıştırın. Domatesi küçük küçük doğrayın ya da rendeleyip ekleyin. Yağlı salçalı karışıma tarhanayı ekleyip kavurun. Yavaş yavaş karıştırarak 5 su bardağı suyu ilave edin. Dövdüğünüz sarmısağı da ekleyin. Kısık ateşte, kaynayana kadar çorbayı aynı tarafa doğru yavaş yavaş karıştırın. Kaynadıktan sonra 1 çay kaşığı kırmızıbiber ilave edip servis yapın. Arzu ederseniz sumak da koyabilirsiniz.
11
"Kedinizin Yemediğini Yemeyin, Kansere Davetiye Çıkarmayın", Akşam, 23.11.2012.
FIRINDA HAMSİ MALZEMELER × 1 kilogram hamsi × 2 orta boy soğan × 1 domates × 3 diş sarımsak × 2 yeşil biber × Yarım çay bardağı zeytinyağı × Tuz YAPILIŞI Hamsilerin kılçıklarını çıkarıp tuzlayın ve ikişer ikişer birbirine yapıştırın. Soğanları yarım halka ve sarımsakları ince doğrayıp karıştırın ve fırın tepsisine dizin. Üzerine hamsileri yerleştirin. Domatesi dilimleyin, biberleri de ince uzun şeritler halinde kesip hamsilerin üzerine koyun. Zeytinyağını üzerinde gezdirip önceden 200 derecede ısıtılmış fırında yarım saat pişirin. DOMATESLİ ERİŞTE MALZEMELER: × 400 gram erişte × 2 orta boy soğan × 3 yeşil biber × 2 domates × 2 diş sarmısak × Tuz × 2 yemek kaşık zeytinyağı × 1 yemek kaşığı tereyağı YAPILIŞI Soğanları zeytinyağında kavurun, ince doğradığınız sarmısakları ve yeşil biberleri ekleyin. Küp küp doğradığınız domatesleri ilave edin. Erişteyi de tencereye koyup biraz karıştırın. Tereyağını ekleyip karıştırdıktan sonra üzerinde bir santimetre kalacak şekilde su ilave edin. İlk kaynamanın ardından kısık ateşte pişirin.
Proustcul Olmayan Macera; Meram'a Dönüş Rüşdü Paşa - Ufuk Akbal- Ali Sûha
1 # Rüşdü Paşa, İsmail Pelit değildir. Dolayısıyla, Ankara-Konya hızlı trenine bindiğimizde yanımızda oturan İsmail Pelit değil, Rüşdü Paşa idi. Onun çocukluğuna, gençliğine gidiyor idik. Beklentimiz Proustcul imgelerle örülü bir seyahat idi. Dolayısıyla; kokular, tadlar, mimari, insan yüzleri, çarşılar ile sadece Rüşdü'yü değil; kıyısından bizi de içine çeken çocukluğumuzla bir karşılaşma. Ancak sükût-u hayale uğradık, diyebiliriz. Karşılaştığımız manzarada iki şey var ancak ikincisine birincisinden geçilmeden gidilmiyor(muş). Bu birinci; Konya'nın AKP tipi kalkınmanın laboratuvar şehirlerinden biri olması. Birbirinin üzerine yürüyen insanlar; 8'li 10'lu gezen erkek kâfileleri; neden ve nereden tezahür ettiği anlaşılamayan trafik; lezzetin, havanın, suyun, mimarinin hızla yitirilmesi. Ancak bundan mutlu oluş, başbakanın Konyalı oluşuyla övünüş, tuhaf bir tarihin içinde olduğunu ve onu yaptığına dair özgüven duyuş. Oysa ki; Lefebvre’nin dediği gibi; “nesneleşme/ meta tahakkümü üslup ve yaratıcılığı öldürmüştür”12. Bundan geçemeyince ikincisi zaten yok.
12
Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, Çev: Işın Gürbüz, Metis Yay., İstanbul, 2007, s.41 ve s.74.
Türkler, içinden geçtikleri tarihte zihinsel anlamda diğerlerinin ve benzerlerinin özgüllüklerini hiç umursamayan bir kabile. Köküne kadar kapitalistleşirken, modernleşirken, dünyevileşirken bu sürecin başına bu sıfatlardan biri değil de, "Osmanlılaşma, Büyük Türkiye" vs. koyulduğunda tarihin dışına çıkıp; onu yapan/kurgulayan konumuna geliyorsunuz. Bunlar hiç yokmuş gibi. Ayfon'larla, pahalı içeceklerle, kot mağazaları ile, rezidanslarla dolu buna benzer bir öğle sonunun Şili'de, Hindistan'da, Malezya'da da eşzamanlı olarak ve bir "umut kırıntısı" olarak yaşanıyor olmasının bir anlamı yok. Lefebvre, burada yardımımıza yetişiyor: "(..) gündeliklik ve modernlik, karşılıklı olarak birbirini belirtir ve gizler, meşrulaştırır ve telafi eder" 13. Yumuşak ve sert sosyolojiler var. Konya, başta değindiğimiz şeyin içinden, başına gelenden habersiz bir mutlulukla, sert bir şekilde geçiyor. Mekanın yüksek hızında somutlaşan sert sosyolojiler (tıpkı kitap fuarları gibi) ilgimi çekmediği gibi, beni tehdit altına alıyor. Kendi kendime kurduğum mikrokozmos'a cepheden bir risk üretiyor. Lefebvre; modern gündelik hayatta soyut korkuların yerini, biçim değiştirmiş ama somut ve gerçekçi korkuların aldığını söylüyor14. Bunu, Konya'daki kaldırımlarda kendime kaçacak yer ararken daha iyi duyumsuyorum. Peki ne yaptık? - Trenden indikten sonra merkeze kadar uzun bir yürüyüş; Bolu'da etli ekmek, mevlana ve peynirli börek; Mevlana'yı ziyaret.. Ve Meram Yeni Yol dolmuşuna binip, son durağa gitmek; son durakta bir çay bahçesinde "Afrika" atelyesinin bir oturumu (Anlaşamadık dolmuşçuyla - ona göre biz buraya gezmek için gelmişsek son durakta değil, çay bahçelerinin orada inmeliydik). Rüşdü çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği eve gitmek istemedi. Biz de çok zorlamak istemedik. Bunun dışında, yitirdiğimiz Proustcul etkiyi hangi form verebilir diye düşündüğümüzde aklımıza kötü bir fotoğraf makinesi ile dolmuşun camından çekilen fotoğrafları ard arda dizmek geldi. 2# Meram Bağları artık yoktu. Bağ evlerinin çoğu villa olmuştu. Bu yitirilmişliği ise yüksek estetiğin ışık-gölge oyunları veremezdi. Tam bu esnada bir yağmur başladı. Dolmuştan dışarıya taşırmaya çalıştığımız bakışlarımızla Yeni Yol manzaraları arasına bu kez de iri su damlaları girdi. Yağmur ve rüzgarla dövülmüş ve iyice flulaşan bu manzarayı ardı ardında fotoğraflamaya başladık. Fotoğrafların kalitesi beklediğimiz gibi, düştü, düştü, düştü ve silindi. Böylece, Meram da silindi: çocukluğa hapsoldu. Günün sonunda ise beklediğimizin aksine hiç de Proustcul olmayan bu macerayı, Meram Yeni Yol'da, son durakta yaptığımız Levent Yılmaz atelye çalışması ile nihayete erdirdik.
13 14
a.g.e, s.31. a.g.e, s.56.
GRAND MAJÖR: MERAM: YENİ YOL, ÇOCUKLUĞA DÖNÜŞSÜZLÜĞÜN ADI'DIR.
ATELYE: Levent Yılmaz'ın Afrika'sı Üzerine Ufuk Akbal "Bende işleyen, beni işleyen bir düşünce: Öncesi yok ama şimdi, burada ve diri" - Levent Yılmaz, Sonülke "(..) Beş yıllık bir gurbetten İstanbul'a döndükten sonra, Londra'da bile bana sahip çıkan sevgili arkadaşım Levent Yılmaz'la Nev'izâde'de otururken.. " -Sefa Kaplan
Benim için Levent Yılmaz, 2010'un sonbahar aylarında başvurduğum Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler yüksek lisans programına giriş mülakatımda masanın bir noktasında konuşlanmış ama pek söz almayan ve o esnada hiç tanımadığım biri; 2011'in bahar aylarında birkaç hafta uğranılan seminer dersinin hocası; aynı yılın Haziran'ında tez danışmanım olup olamayacağına dair bir mail trafiğiyle belki de emri vaki ile tez danışmanım olan; tez hakkındaki ilk görüşmemizde 20 dakika ektiğim ve akıllı telefonum olmadığı için gelişmeleri sonradan öğrendiğim; bana verilen tez tamamlama süresi bitmek üzereyken gaileden başımı kaldırıp/ elbette tembellikten sürece yeniden dönmek için gönderilen bir mail ile andığım bir akademik şahsiyetti. Fiilen ben o tezi "hiç" yazmadım, Levent Yılmaz da bana o danışmanlığı yap(a)madı. Suç tepeden tırnağa bende. Okulla aramda hep bir mesafe vardı. Levent Yılmaz'dan rica minnet danışmanım olmasını istemiştim. Belki de, ders biter bitmez arabaya atlayıp uzaktaki evime dönmeye çalıştığımdan ve hocaların birçoğuyla tanış olmamamdan. Ancak galiba, bir kapıyı tıklatıp aynı şeyi bir başkasından isteyebilecekken, seminer dersinde verdiği elektrikten, yüzündeki yakınlıktan, ses tonundaki sıcaklıktan olsa gerek ona bu teklifle gitmiştim: "Tez danışmanım olur musunuz?" Arada, okula gidip gelmezken Taraf'taki yazılarını okumak dışında bir ilişkim de olmadı, kendisiyle. O yazılardan "Beynelminel bir Tedhişçiydi Seyhan"15 yazısında olduğu gibi önemli ölçüde edebi lezzet, hâsılı mutluluk, bazen de "Dönülmez Akşamın Ufkunda Bir Şair: Ahmet Güntan"'da16 olduğu gibi, sevdiğim bir şaire dokunulmasından dolayı öfke devşiriyordum. Buraya kadar olan, birinci Levent Yılmaz dönemim.
15 16
Levent Yılmaz, "Beynelmilel bir tedhişçiydi Seyhan", Taraf, 31.08.2011. Levent Yılmaz, "Dönülmez Akşamın Ufkunda Bir Şair: Ahmet Güntan", Taraf, 30.11.2011.
2014'ün ikinci yarısında ancak dönebildiğim tez çalışmasını ise Türkiye'de olmamasından ötürü artık onunla yapmıyordum. Dedim ya, o tez yazılmadı/ başka bir tez yazıldı. Tamamladığım çalışma için uğraştığımız günlerden birinde Ferda Keskin'in odasının kapısından "selam" verdiği zamanı da sayalım, kısa süreli temas alanına. O selamı da, odadaki herkese verildiği varsayımı ile üzerime alıyorum. Velhasıl, Levent Yılmaz beni hatırlamayacaktır. Görüldüğü üzere bu bize bir tarafsızlık sağlıyor. Yani Levent Yılmaz'a gönül rahatlığı ile bir armağan verebileceğimiz gibi, gönül rahatlığı ile "Afrika"yı da ameliyat masasına yatırabiliriz. Oysa ki, Levent Yılmaz'ın sonradan tesadüf ettiğim şairliği ve 2014'ün Eylül ayında çıktığım Kuzey Ege gezisinde (Küçükkuyu, Altınoluk, Kazdağları, Ayvalık) bana eşlik eden "Afrika" isimli 2009 tarihli şiir kitabı, bu zahiri tanışıklığın tozunu alıp, batınî bir ilişkiye bizi gönderdi. Neredeyse, 2011'i ve 2012'yi unutupöyle bir tanışıklık hiç yokmuş gibi; bir şairin bahçesine girmemi sağladı. Afrika, benim için sonradan Levent Yılmaz'ın Taraf gazetesindeki söyleşisinde de değindiği şekliyle bir imkândı. Fotoğraf: Arzu Akbal - Kozlu Köyü
Yılmaz bu söyleşide Şiirleriniz gündelik hayattan çok uzak ama başka bir şey var. Başka bir dünya belki... ? sorusuna (..) "Açıkçası, ben o dünyayı seviyorum. O hayali dünya güzel. Hayali olmayan dünya da güzel. Bir zeytin ağacına bakmak, kuyu suyunda karpuz soğutmak, gruba karşı iki kadeh rakı içmek, fesleğenleri kopartıp koklamak, aylaklık, sıcak öğle sonraları, okumak, çalışmamak. Evet, fiil çalışmamak...Çünkü, Pavese’nin dediği gibi, Çalışmak Yorar!" cevabını verirken o anda içinden geçtiğim "hâli" sürekliliğe dökmek düşüncelerimin en temel besleyicisiydi.
Benim için bu serendipi Rüşdü Paşa ile paylaşmamak imkânsızdı. Kısa sürede şiirlerinden birbirimize gönderdiğimiz dizeler; ölmeden önce söylenebilecek en yalın ve hakiki sözleri içermeleri, düşünce temizliği, doğa ile insanı birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak tasarlamaları itibarı ile bizi derinden sarstı. Üstelik bütün bunları şiirle yapıyordu. Bu da ikinci ve şimdiye uzanan Levent Yılmaz dönemi. Bir diğer deyişle, burjuva kişisel işler rejimine karşı yine Levent Yılmaz'ın dizeleriyle, "sanki dünyaya ilk gelişim bu/ Doğduğum bu dünya fakir, ama ölesiye güzel" (Afrika, s.14); "Geçecek zaman, fakir ve güzel dünya/ evet ama gittin, zalimsin, yoksun" (Afrika, s.15) soyutlanan bir dönem. Kısa süre içerisinde, bedenimizden geçen Afrika'nın bu etkisini yitirmemek, "magnezyum alevi kadar kısa ve aldatıcı" kalmamasını sağlamak için Yılmaz Türk'ün ve Apemohsen Fotoğraf: Arzu Akbal
Özüsönemez'in de katıldığı bir atelye çalışması düzenlemeye karar verdik.
Bu atelye çalışması tutanaklaştırılırken pastiş tekniğine başvurduk. "Afrika" hakkında daha önce müspet ya da menfi yazmış bulunan Pakize Barışta, Orhan Koçak, Gültekin Emre ve Enis Batur'un metinleri birbirleri ile anlamlı bir diyalojik bütünlüğe eriştirildi. Araya Meram: Yeni Yol ekibinin itirazları, onayları, gerginlikleri, mutabakatı ile kendi aralarındaki diyalogları yapıştırıldı. Ankara'da, Meram Yeni Yol'da, gtalk'ta, mail grubunda, twitter'da sürdürülen bu ikinci soy diyalog, tam anlamıyla bir diyalogdur. Diğer bir deyişle, "yer yer" diyalogdur. Ancak öte yandan, evren de bir diyalogdur ya; bu kitap için evrene gönderilmiş sinyaller; biz vesile olmasak da, birbirlerine verilmiş birer cevaptırlar. Biz ise.. sadece vesile. Ancak şunu belirtmek gerek; atelye bilhassa, "Afrika"ya odaklanıyor. Dolayısıyla, "Gece Şiirleri"nden (1988) bu yana örülen Levent Yılmaz külliyatını kapsama iddiasında bir çaba değil, içinde bulunduğumuz. Bir diğer deyişle, fanzinin bu sayıdaki alamet-i farikası ile birçok majörün zamanla birikmesi, 2014'ün sonbaharında bize "Afrika" grand majörünü hediye ediyor. İşte böyle. Böylece atelye çalışmamıza başlıyoruz....
Afrika Üzerine Yer Yer Bir Diyalogun Tutanakları R. Paşa, U. Akbal, Y. Türk, A. Özüsönemez, O. Koçak, G. Emre, P. Barışta, E. Batur Ocaktaki çaydanlığın sesi, dakikalar süren ritmik bir bütünlük içinde tüm koridoru kat ederek atelye çalışmasının yapıldığı genişçe salona ulaşıyor. Başta yuvarlak bir masa etrafında olmasını çok istediğimiz bu çalışma çaydanlık sesinin yarattığı huzur ile tezat oluşturan ortamdaki gerginlik nedeniyle köşelerde oturanların özenle seçildiği uzunca L tipi bir mimari içerisinde tezahür ediyor. Ancak atelye çalışması, bir kerede ve "sorunsuz" bir şekilde sonuçlanmıyor. Adı üzerinde, bir "atelye" hâli: o salonda ve Konya, Meram Yeni Yol'da bir çay bahçesinde devam ediyor. Diyalog, "yer yer bir diyaloga" dönüşüyor. Kesiliyor, muhatapları isteksizleşiyor, ortama bir gerginlik hâkim oluyor. Bazı bazı kitap üzerine konuşma isteği herkeste sona erdiğinde bu duygudan yegâne eser Ufuk Akbal ve Rüşdü Paşa'da kalıyor. Hâli hazırdaki gerginlik yokmuş gibi davranmak ya da onu daha mümbit bir formun içinde eritip sürdürmek gerekiyor. Ama şu var; içeriden çaydanlığın sesi, Levent Yılmaz'ın "Afrika"sının bütününe hâkim olan ve bizi de içine çeken, bizi bu workshop'u düzenlemeye sürükleyen o ritimle çok uyumlu bir şekilde gelmeye devam ediyor. Biz kendimizi o çaydanlık sesine teslim ediyoruz. [Çaylar servis ediliyor. Bazı katılımcılar anlaşılamayan bir hızla ikinci çayları istiyor. Cam bardaklara inen kaşık darbelerinin seslerinden elektriği daha iyi anlayabiliyoruz. Ama bir yandan da sonbaharın salonun camlarından içeri yolladığı güneş ışıkları notlara vuruyor. Velhasıl, atelye başlıyor]. - Ufuk Akbal: Katılımcı beyler ve bayanların yüksek müsaadeleriyle atelye çalışmasını başlatmak istiyorum. Girişte kendimi kısaca ifade ettim. Çokça eleştiri almakla, hatta yer yer istihza ile karşılanmakla birlikte, Levent Yılmaz'ın 2009'da yayınladığı "Afrika" isimli şiir kitabı ile ilgili bir atelye çalışması için buradayız. Ancak kartları dağıtanın rolü bana ağır geliyor. Bu nedenle sormak isterim; ilk sözü kim almak ister? - Orhan Koçak: Peşinen söyleyeyim: Levent Yılmaz’ın Afrika’sı, onun hakkında söyleyebileceklerimizi, en azından benim söyleyebileceklerimi aşan bir kitap.
- Ufuk Akbal: Sizi böyle bir cümle kurmaya iten nedir sayın Koçak? - Orhan Koçak: Çünkü durup düşündükten sonra söyleyeceğiniz her şey, kendinizi zorlayarak varacağınız her ciddi yargı, doğru olsa bile, sizi bu şiirlerden alabileceğiniz hazdan adım adım uzaklaştırabilir. En iyisi, şiire teslim olmak, kendi kaçış çizgisi boyunca seyreden bu kuyrukluyıldızı silindiği noktaya kadar izlemek. Yine de... - Ufuk Akbal: Koçak'ın cümleleri sanki Yılmaz Türk'ün muhtemel şerhleri için söylenmiş, bir paratoner gibi.. Daha doğrusu şunu söylemek istiyorum. Bana ya da Rüşdü'ye bu kadar "esrik" gelen iş, neden bir başkası için, örneğin Yılmaz için aynı öldürücü etkiyi üretemedi? Gerçekten bu şiirin kapısını mı aralamak lâzım, yoksa üzerine çok da düşünmemek mi lâzım? Bu şiir bilinemez mi, kapısı aralanamaz mı? - Orhan Koçak: Gençler hormonlarıyla bilir, henüz genç olanlar, hatta hâlâ genç olanlar da anı ve istek karışımı bir şeyle bilebilir: Ölüm yoksa eğer, gidenin arkada bıraktığı o tuhaf, yaşayan boşluk çoğu zaman daha da güzel, daha da çekici kılıyordur dünyayı: Uyarılmış hayranlık, nesnesi kaybolduktan sonra da çevreyi ışıtmaya devam etmiştir. Yeter ki acı bizi nobranlaştırmış olmasın; kendi kaybımız bizi ne yüzyılların telafisiz kayıplarına ne de mevsimlerin uçucu kazançlarına sağırlaştırmış olsun. - Yılmaz Türk: Levent Yılmaz’ın şiirine ateş ederken biraz insaflı davranmak gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta bu zamana kadar yaptıkları/ettikleri epey bir yekûn tutuyor, sırf bunun hatırı bile tartının kefesini epey yere yaklaştırıyor. Ama eğer Levent Yılmaz’ı yalnızca Afrika üzerinden bir değerlendirmeye tabi tutacaksak (ki senin söylediklerinden bunu anlıyorum), diğer işlerinden kalan artı puanı Afrika’nın üzerine eklemekte bir miktar çekingenlik yaşayacağımızı söyleyebilirim. İşin başında hemen söyleyeyim: Ben onun başka bir kitabını okumadım henüz, dolayısıyla söyleyeceklerim hem kusurlu ve hem de eksik kalabilir ve hatta Afrika benim de ‘söyleyeceklerimi aşan bir kitap’ olabilir. Burdan söze başlamışken Orhan Koçak üstadımızın “En iyisi, şiire teslim olmak, kendi kaçış çizgisi boyunca seyreden bu kuyrukluyıldızı silindiği noktaya kadar izlemek” ifadesini kendi eleştirel bakışı açısından bir ‘slalom koridoru’ olarak görüyorum. En baştan Afrika’yı her şeyden azade kılmasının hemeninde sazı eline almak, sonraki söyleyeceklerini de kıymetsizleştirmek anlamına geliyor bence. - Ufuk Akbal: Bana da ilginç geldi Koçak'ın ifadesi. "Kuyruklu yıldızı silindiği noktaya kadar izlemek?" "Afrika" bir kuyruklu yıldız ve sonunda siliniyor/silinecek, gibi bir ifade çıkıyor. Gerçekten öyle mi peki? Rüşdü ve Apemohsen'in görüşlerini merak ediyorum bilhassa?
- Apemohsen Özüsönemez: Bence buradaki kasıt, şiirin göreceği teveccühün azalması değildir, eğer “siliniyor/silinecek” ile kastın bu ise. Orhan Koçak şiirin vaat ettiği ve kendisini bu vaat etrafında tatmin eden bir şeyden bahsediyor olabilir. Bu vaadin bir takım izlerini kabaca, Fahriye kısmında Rıyazi’den alıntılanan birinci mısrada (Şiirim, kurduğu şu incecik hayal ile), arka kapakta yer alan şairin, şiirin tanımı mahiyetindeki ifadelerinde (hayatın üzerinde süzülelim, seyredelim onu ve hiçbir çaba sarfetmeden çiçeklerin ve taşların dilini anlayabilelim) veya Mektup adlı 1'inci kısma girmeden Petrarca’nın Afrika’sından yaptığı alıntıda (…öylesine hafif basar ki ayakları kırlara, sanki bir esinti otları ikiye ayırır) görebiliriz. Silinerek okumak; imlenenin saf haliyle aktarılması. Varlığı tartışılır bir rüzgar, kımıldadığı kuşkulu bir yaprak, hissediliyor ve geçip gidiyor, siliniyor ve bir daha bir daha silinmek üzere beliriyor. - Ufuk Akbal: Anlıyorum. Ben, Orhan Koçak'ın kitabın kaderi ile ilgili bir yorum yapmasından ziyade, kitabın kendi içerisinde her zaman aynı güçte yoluna devam etmediğini imâ etmiş olabileceğini kast etmiştim. Örneğin, ben Mektup'ta çok güçlü dizeler not aldım, Kaside'de bu güç daha oturaklı bir hâl aldı. Ama Methiye ve Fahriye'de ise bu güç iyice düştü. Notlarımın, alt çizmelerimin sayısında gözle görülür bir düşüş olmuş. Koçak'ın dediği bu mu acaba, kendi kaçış çizgisi bu muydu diye düşünmedim değil... - Apemohsen Özüsönemez: Mektup ve Kaside kısmı zaten hem daha uzun hem daha yoğun, bu da etkilemiş olabilir, sendeki bu güç zaiyatı hissini. Kim bilir belki de, böylesi bir lineer silinmek kurgulanmıştır. Çünkü Methiye ve Fahriye kısımları ilk iki bölüme nazaran daha kısa. Afrika'da vurucu, kısa mısralar (Uyandın mı? Uyandı mı aşk? yada beş gün geçti sensiz.Adın beş olsun gibi) eliyle hissedilen şey genelde uzun uzun anlatmakla (konuşmak) tesis ediliyor. - Rüşdü Paşa: bir ingiliz milletvekili /kadınları düşünmeyerek dinlendiğini söyledi/bir oluş ya da taktik bilmiyorum, bildiğim şudur ki; muhteşem bir kadın 100 yıldır rüyamda gördüğüm kadın sadedir/tebessüm ederek seni terk eder seni onaylar ve sen the kadını sonsuzluktaki akışına bırakırsın merhametle/öbür türlü kirli bir göz dikmedir bakış/bulunan/aranan sadeliği ile rahatlatır/demek bir sonsuzluk vardır/tarihte olan her şey şimdiki anda yeni bir anlam kazanmıştır, boşunalık yoktur afrika benim için bu. - Ufuk Akbal: O hâlde, herkesin kendi Afrika'sı üzerine konuşuyoruz.. Peki, Levent Yılmaz'ın Afrika'sı, bilhassa belirteyim Levent Yılmaz ya da Afrika değil, Levent Yılmaz'ın Afrika'sı, yüksek düzeyde iyelik içeren bir tamlama olarak, sizde ilk anda nasıl bir çağrışım uyandırıyor? - Orhan Koçak: Levent Yılmaz’ın görünüşlerden oluşan hayalî Afrika’sı, Halikarnas Balıkçısı’nın gerçek Bodrum’u gibi: Balıkçı, bir sürgün olarak gittiği yerde bir cennet
bulmuştu, Yılmaz da kendini birden içinde bulduğu boşlukta harikuladenin açılışlarına tanık olan birinin izlenimlerini kaydediyor. - Ufuk Akbal: İki dizesi var Yılmaz'ın. Bu boşlukla ilişkilendirebiliriz gibime geliyor. Birincisi, "bahçe bir dünyadır, belki tasavvur, ama nedense her yanı diken sarmış" (s.54), bir diğeri ise "ben kaçtım. Doğada olmaktansa onu düşünmeyi seçtim" (s.56). Burada harikulade olan aynı zamanda idealize edilmiş, içine girilmek ve bir daha çıkılmak istenmeyen - ancak makus tâlihin eseridir ki; çıkılmak zorunda kalınan. - Gültekin Emre: Afrika diyor ya Levent Yılmaz, bir soyutlamaya dikkat çekiyor. - Ufuk Akbal: Ne gibi Gültekin Ağabey? - Gültekin Emre: Kitabın başlığı beni Cemal Süreya’nın “Üvercinka” şiirine yönlendirdi. - Ufuk Akbal: Sanırım akla ilk ve en güçlü bu geliyor, haklısınız. Ya bundan başka? - Pakize Barışta: Levent Yılmaz, Petrarca’nın Africa’sını sürdürüyor, kendi Afrika’sında: “Derler ki o insanlar gibi hareket etmez. / Öylesine hafif basar ki ayakları kırlara, / sanki ufak bir esinti otları ikiye ayırır.” Petrarca’nın bu üç sakin mısraı, büyük bir patlamayı, büyük bir altüst oluşu barındırmıyor mu özünde? İşte günümüz şairi de bu özün –ruhu ve güzelliği– bir taşıyıcısı olarak hepimizi sarıp sarmalamış olan o büyük yalnızlığı sözle aşmaya çalışıyor. Petrarca’nın Africa’sı nasıl tamamlanamadıysa, Levent Yılmaz’ın Afrika’sı da tamamlanmamalı bence. Hep sürüp gitmeli bu poetika. - Yılmaz Türk: Benim kanaatimce Afrika adı bir ütopya arayışını su yüzüne çıkarıyor. Levent Yılmaz’ın diğer şiir kitabı Sonülke’nin adından da sezdiğimiz biraz bu. Şairin önerdiği veya önermekte olduğu bir coğrafya var: Doğanın kendini öne çıkardığı; ağaçların, çiçeklerin, meyvelerin, böceklerin ve cümle nebat âleminin şiire dönüşmek için arzı-ı endam ettiği pastoral bir evren tahayyülü. Levent Yılmaz’ın iyimser bir mekân algısına sahip olduğu ise şiirlerin naifliğinden belli. Sevgiliyle hatırlananlar, geçmişten sevgiyle söz etmeler, meyvelerin kokusu vs… - Ufuk Akbal: Rüşdü Paşa da, bu doğrultuda Afrika'yı küçükken kendisine kurulan yer yataklarına benzetti. Saflık, temizlik.. Bergson'un "düre" kavramı.. Çocukluğun kokularına, tatlarına ve masumiyetine bir dönüş imkânı... Yani çalışmanın olmadığı, küçük burjuva kişisel işler rejiminin galebe çalmadığı çocukluğa dönüş.. Meram'da bağ evindeki çocukluğa dönüş.. Özellikle, "Kimi geceler/ ilk yediğimiz kavun gelir aklıma/ içim ısınır, yüzüm güler" (s.28) dizeleri ile somutlaşan. -Rüşdü Paşa: olağandışı var devrede, levent yılmaz/afrika ile olağandışı bir teklifte bulunuyor/teklif/sadeleşmek/teklifidir/elde olan güvenilir tek şey the fiildir/sadeleşmek fiilidir bugün bir mesaj aldım /iktidara alternatif iktidar projesi ile değil de subversion (taktik) ile direnmek/mesaj bu /afrika'nın imâ ettiği tam olarak/yeni bir hareket benim için/tıpkı gezi gibi.
- Orhan Koçak: Afrika dört bölümlük bir aşk şiiri. Yaşanıp bitmiş, ama bittikten sonra da artık her şeyi aşk haline getirmiş bir aşkın şiiri. - Ufuk Akbal: W. Benjamin, "Tek Yön"de, "Bir aşkta çoğu insan ebedi yurdunu arar. Ama başkaları, çok azı, ebedi yolculuğu. Bu sonuncular aşkta toprak anayla temasa gelmekten korkan melankoliklerdir" diyor. O hâlde, "Afrika" bu anlamda da bu ikili arayışı deneyen bir kitap gibi geliyor bana... - Apemohsen Özüsönemez: Mektup bölümündeki en uzun şiirin (17. Öldürse Öfke
öldürürdü…) “- sonra susamlar rüzgarda salınıyor/buğday başaklan gibiler, ama yeşil/bir kez daha her şeyi her şeye benzeterek yaşıyorum/çömelmişiz çalının dibine, şimdi mısır çalacağız/cimri kadın yürüyor tarlasının kenarından/bekliyoruz, beklerken bir koku çarpıyor/elimi uzatıyorum/elim, uzanıyor, değiyor tene,yukarılara çıkıyor/yarık bir dünya, hafif ıslak, başdöndürücü/yanımıza bir serçe konuyor/koku dünyayı sarıyor, su, ellerimde,/ su, ellerimde, su, arzu, kısık Çığlık,/mutluluk,/ilk kez, mısır çalarken” kısmında da mesela ilk cinsel deneyim, temas, arzu ise de konu; bunun, saflığı, çocuksuluğu sekteye uğratmaması yine doğa eliyle oluyor.Bir serçenin bir yere konması, mısır çalmak için soteye yatmış bir erkeğin belki de ilk kez bir vajinaya dokunmasını, doğanın, olağanın içinde flulaştırıyor ve pastel bir patikadan yolumuza devam etmemiz sağlanıyor. Sözcüğün o saf kullanım halinden çok şey bekleniyor, evet belki bu beklenti bir çok yerde tatmin ediyor şairi, bu satıhta pek az kısım kendini ele veriyor kitapta. Evet beni bir bahçede gezdiriyor, bazen bir kıyıya gidiyorum, kayalıklara, batık bir gemiye bakıyorum ama dönüş yolunda yeterli tortu birikmiyor damağımda. Belki de dimağımı dil oyunları ile haşır neşir şiirden arıtıp bir daha ilişmeliyim şiire. - Ufuk Akbal: Peki, Levent Yılmaz'ın "Afrika"sına hâkim olan lirik-pastoral temalara ya da forma, estetik anlamda hazirûnun bir itirazı söz konusu mu? 1945 Sonrası Fransız Şiir Antolojisi'ni derleyen kişi olması, Bonnefoy'dan, Jacottet'e, Dupin'den, Jabes'a çevirileri vb. üzerinden de sağlamasını yaparsak şayet, Rüşdü bana Levent Yılmaz'ın Türkiye'deki genel şiir dilinden koptuğunu, tam anlamıyla bir Fransız şiiri yazdığını söylemişti. Örneğin, bizatihi çevirdiği Bonnefoy'nın "Işık, Değişmiş"inden, "Ağaç daha yakın ve kaynakların sesi daha canlı", "Bir meyve yarılırcasına vazgeç kendinden bizde" gibi dizeler.. Afrika'da berraklaşan şiirini önemli ölçüde etkiliyor, gözüküyor. . Öte yandan Özdemir İnce ise, "Fransız Şiiri Antolojisi" çıktığı dönemde, 1994'te, şöyle bir tavsiye notu düşüyor, genç Türk şairlerine hitaben; (..) Şiirinize kendi aynanızdan bakarsanız yanılgıya düşmeniz, yanılsamaya kapılmanız olasılığı epeyce yüksek; özgüveninizi yitirmeden başkasının aynasına bakmanız gerek. Levent Yılmaz'ın derlemesi genç Türk şiirine böyle bir olanak sunuyor. Belki de bir sınav. Ama Fransız dilinin Türk diline benzemediğini unutmamak, bu şiirlerin çeviri şiir olduklarını unutmamak; daha önceki kuşakların kimi şairlerinin düştüğü tuzağa da düşmemek gerek: Benzetme ve benzeme yoluyla şiir ve şair kendi yolunu bulamaz, aksine yolunu yitirir". Sahi bu nasıl bir avantaj ya da nasıl bir dezavantaj olur şair için? Bizatihi Levent Yılmaz'ın "Afrika"sı için mesela? Bu risk kuvveden fiile geçmiş midir? Rüşdü bunu bir zorlamadan ziyade, bir farklılık- bir güçlü nokta olarak kodluyor, yanlış anlamıyorsam? - Rüşdü Paşa: levent yılmaz türkçe içinde fransızca dil kuruyor/bu'dur hissettiğim/bozmadan/anne bildiktir yine de birisinin bizi annemize alıştırması gerek.
- Yılmaz Türk: Kitaptaki şiirlerin bir kısmının neden benim içime çok sinmediğini düşünürken Levent Yılmaz’ın şiir çevirisi ile haşır neşir olduğu aklıma geldi. Şiir çeviren şairlerin böyle bir handikapı oluyor maalesef. Şiiri belli düzeyde sadeleşirken, konuşma diline yaklaşıyor; bu durum da onu yer yer sıradanlaştırıyor. Kimilerinde ise daha fena bir durum oluyor: Yazdığı şiir direkt çeviri kokuyor. Levent Yılmaz’daki bence ilk durum. Rüşdü Paşa’nın tespiti yerinde, onun şiiri mevcut Türkiye şiirinde pek yanına yaklaşılmayan, hatta demodeleşmiş bir tarz, ama ben bu şiirin bir farklılık veya bir nokta oluşturduğunu düşünmüyorum. Naif bir lezzet var şiirinde, fakat o lezzet çoğu durumda üzerimize boca ediliyor. Örneğin kitaptaki ilk bölüm olan Mektup zar zor bitirebildiğim bir kısımdı. Hemen sonrasındaki Kaside bölümü şiirsel yükü daha dolgun olan metinleri içeriyordu. Ben Kaside kısmını daha çok sevdim. - Apemohsen Özüsönemez: Bu hususta Yılmaz Bey’e katılıyorum fakat, şiir dilinin konuşma diline yaklaşmasının (yer yer oldukça) tek nedeninin sadece şiir çeviren şair handikapı ya da çeviri zorlukları hesap edilerek güdümlü ifa edilen bir mesai olduğu hususunda kuşkuluyum. Bu kitapla yapılan hamle, metod, poetika; şiirde sade anlatıma dönüş de olabilir. Bu şiirin bir farklılık veya güçlü bir nokta olduğunu da, olmadığını da söylemek için bir tek kitabının yetmeyeceğini düşünüyorum. Mevcut Türkiye şiirinde nerede durduğu/duracağını bir sonraki hamlesi/hamleleri belirleyecektir. Bunları özellikle Yaşar Kemal tarafından öngörülen görkemli yeni şiir tespiti çerçevesinde diyorum. Dil ile ilgili ifa edilen bir işin (çeviri), şairin şiirine pragmatik tesiri (anlamı tenzih ederek), o şiirin özgünlüğünü belirleyeceğini söylemekte bir beis yoktur herhalde. - Ufuk Akbal: Yılmaz, "Kaside" diyordu... - Yılmaz Türk: Evet Kaside diyorduk. Apemohsen Bey’in söyledikleri doğru. Tabii ki bu şiir yalnızca bir çeviri şiir handikapına bulanmış durumda değil, tabii ki bunun ardında birçok başka neden daha var. Benim niyetim, esasında bir nevi iyi sebebe bağlama. Kaside bölümü ise, dediğim gibi şiirsel yükün daha ağır bastığı, damakta kalacak lezzetin birkaç doz daha arttığı bir bölüm. O kısım, başka bir şiirsel durum. Önüyle sonuyla çok da ilişkisi olmayan. Çünkü Mektup bölümü, arada Kaside bölümü olmasa, Kaside’yi ordan çıkardığımızda, Methiye ve Fahriye bölümlerinde de, bana göre şiirsel belirgin bir farklılık olmadan, devam edip gidiyor. Fırsat bulursam, sözü yeniden aldığımda Kaside bölümünden bir iki örnek de vermek isterim. - Pakize Barışta: “Yazıydı bu. Aşktı.” Şair, sözünü böyle bağlıyor Kasidesi’nde. Levent Yılmaz, Afrika adlı şiir kitabında sözün büyüsüne doğru çekiyor okurunu; hayalini neredeyse kaybetmiş olan günümüz insanına hayal gücünü hatırlatıyor. Afrika bir öz’e, evrensel duygunun bir kokusuna ve rüzgârına doğru sakince hızlanan şiirlerdir bana göre; insanın, doğanın ruhunu koruyan bir özdür bu, ancak yazıyla buluşan bir aşktır.
- Gültekin Emre: “Mektup”, “Kaside”, “Methiye”, “Fahriye” bölümlerinden oluşan kitaptaki şiirler günümüz şiirinden divan şiirine bir gönderme içeriyor. Aşkı ve dünyayı kavramayı ön plana almış şair bu şiirlerinde, unutamamayı da. Sıcak, yalın şiirler ama divanı aklından çıkarmadan günümüz şiirine ağmış Levent Yılmaz. - Enis Batur: Levent Yılmaz'ın 'afrika'sının yazılma süreci, yanılmıyorsam geniş bir zaman dilimine yayılıyor: çırpıştırılmış, aceleye getirilmiş bir şiir kitabı değil bu. 'son ülke'ye topladığı şiirlerde, yabancı bir ülkede yaşamanın, biraz da şiir çevirilerinin yol açtığı bir dilsel yabancılık egemendi, burada o durumun geri çekildiğini görüyoruz. buna karşılık, kitabın inşasında, bana kalırsa gelenekle bağlantı isteğinden kaynaklanan bir yapaylık, bir tür zorlama buldum ben. Pekiştirici bir sorun da, "iyi duygularla kötü edebiyat" misali, neredeyse 'sentimentalisme'in sularına açılan retorik üsluptan doğuyor - hani, sahiden de mektup yazılsaymış, tek okura gönderilseymiş dedirten parçaların sayısı az değil. - Ufuk Akbal: Örneğin, ben şiir kitabı boyunca Manos Hacıdakis'in "Returning in the evening"ini dinleyip durdum. Bütün şiir kitabının, benim Kuzey Ege gezimi takip etmesi, orada bana mucizevi bir şekilde açılan peyzajlar, Arzu'yla yaşadığım anlar, doğanın insana sunduğu estetik mucizeler, uyuduğumuz odayı basan kekik kokusu ve rüzgar vb. arasındaki büyük çakışma. Neden estetik diyorum? Doğa, evet. Hepsi birer doğa olayı ama aynı zamanda insan için birer resim olduğu takdirde anlam kazanıyor. Resim olduğu takdirde an hapsedilebiliniyor. Levent Yılmaz da sık sık resimden bahsediyor; "Gelişigüzel ve alelacele çizmişler sizi" (s.58); "Birimiz sonra resim yaptı, utandığından. Ruhun dile gelmez meylini/ beceriksiz darbelerle işaretlerde kurmaya kalktı" (s.62). Eşzamanlı olarak Levent Yılmaz'ın diğer pitoresk dizeleri; "Hayatta olduğumuzu kendimize kanıtlarcasına/ dinç, bostanlardan sekerek geçiyor, bamyaları / koparıyor, susamları ufalayarak/ cırcırböceklerinin beyliğine varıyoruz" (s.24). Ama bu resim hangi zihinde, hangi düzeyde canlanıyor? Enis Batur, bu konuda haklı olabilir. Tüm şiir kitabı sadece bize, bilhassa da Rüşdü'ye ve bana gönderilmiş mektup gibi gelmiş olabilir. Levent Yılmaz'ın dizeleriyle, "Her şey biz onlara o ismi verdiğimiz için olmuştu" (s.62). Her şeye, olan bitene, Afrika'ya bu ismi biz verdiğimiz için böyle gözüküyor olabilir. Öte yandan, bu bana bir eksiklikmiş gibi gelmiyor. Bilâkis, hislerimin kuyruğuna takılmayı tercih ediyorum, böyle durumlarda. Üstelik, şayet birden fazla kişide aynı hissi uyandırıyorsa, o takdirde bu artık bir kişiye gönderilmiş ve Enis Batur'un imâ ettiği şekliyle "yayınlanmasa da olurmuş" bir metin değildir ki. Bilmem Rüşdü ne der? - Rüşdü Paşa: ufuk akbal/levent yılmaz'ı gönderdiğinde şok oldum/iki dize okudum/ardından ne geleceğini hissettim/kelime değil müzik bildikti/ilk karşılaşma ile bildik hissinin oluşturduğu bir şok idi. - Ufuk Akbal: Kast ettiğim tam da bu. Bir şeyler bize esrik, çok tanıdık ve Proustcul anlamda esrik gelirken, bazılarına yapay geliyor? Şu dizeler örneğin; "sanki dünyaya ilk gelişim bu/ Doğduğum bu dünya fakir ama ölesiye güzel" (s.14), "Geçecek zaman, fakir ve güzel dünya/ evet ama gittin, zalimsin, yoksun" (s.15)? Naif, çocuksu. Ama yalın ve esrik ve tuhaf biçimde ekonomik... -Yılmaz Türk: Enis Batur’un söylediği kulak ardı edilecek bir şey de değil bir yandan. Sen ve Rüşdü veya diğer biri, diyelim ki Pakize, kişisel deneyimlerinize yoldaşlık eden bu
Mektup’tan elbette haz almış olabilirsiniz. Benim özellikle vurgulamak istediğim şu: Bir şiir kitabının yayımlanması için biraz demlemeye bırakmak gerek; metnin çökelmeye başlaması ve fazlalıklarından kurtulması için, hem de kıvamlanması için. Afrika nezdinden bu demlenmenin epey bir süredir gerçekleştiğini biliyoruz. O zaman? O zaman başka bir sıkıntı var demek ki burda. Bu kitabın kusuru da birçok şiir kitabında olduğu gibi fazlalıkları. Şairince atılmaya bir türlü kıyılamayan kısımları. Has şiir bu fazlalıklar arasında kendini gösteremiyor bir türlü. - Enis Batur: Bir botanik bahçesi özelliği göze çarpıyor 'afrika'da: sebzeden, meyveden, ağaçtan geçilmiyor. yer yer ipin ucu kaçıyor, manav peyzajlarını çağrıştıran imge düzenlemeleri oluşuyor. levent yılmaz'ın şiirinin, en azından bu kitapta, temel zaafı sözcük, sıfat, edat, zamir seçimlerinde ortaya çıkıyor kaldı ki: araştırılmış, seçilmiş olanlarla dilin (kalemin) ucuna öylesine inmiş izlenimi uyandıranlar, ikide bir göze batmasına yol açıyor kelime'nin: iyi şiirde, gözün takılmaması gerektiği bilinir. - Ufuk Akbal: İyi şiirde göz takılmamalı mıdır? Şiirde es'lerin, duraklamaların, aksamaların, belki de geçişlerin - apansız geçişlerin; bunların yüzeydeki karşılığının hiç mi müspet bir anlamı yok? - Orhan Koçak: Afrika, geçişleri kutlayan bir kitap, vazgeçişlerin ödülü olan geçişleri. Kendini birden “Afrika”da bulmuştur, mektubunda şöyle yazar artık orada olmayan sevgiliye: “Uyandın mı? Uyandı mı aşk? // Bak bakalım geldi mi harfler, gece göndermiştim düşümde. / Dedim ya, iyiyim; sıcağa, gördüklerime, görünüşlere, / bu uçuşan dile alışmaya çalışıyorum: / Sanki dünyaya ilk gelişim bu. // Doğduğum bu dünya fakir, ama ölesiye güzel.” Bu uçuşan dile alışmaya çalışıyorum: Kolay değildir birliğin, aidiyetin, mülkiyetin, kimliğin, sabitliğin ve özdeşliğin dilinden vazgeçişlerin ve geçişlerin diline geçmek. Yeniden doğmak için önce ölmüş olmak gerekir ve bu doğum da kendine yol açan ölümü hatırlamadan edemeyecektir. Ama yine de doğumdur: “Geçecek zaman, fakir ve güzel dünya, / evet ama gittin, zalimsin, yoksun, / geçme deseydik ya zamana, / diye şikayet ederken bir pamuk bulut beliriveriyor topak topak, / yüzün gülüyor yukardan. Nasıl seviyorum o bulutu. / Nasıl seviniyorum!” - Ufuk Akbal: Çok güçlü değil mi? Mütevazı ama çok güçlü? - Pakize Barışta: “Ötede, heyecanlandığında yarılan ve süt sızdıran incir, / sanki kendini dünyaya hazırlıyor, / ama dikilse bir ocağa, neyi niye yapar, bilmeyecek: / içinde kötülük yok. Bir incir o. / Kötü biziz.” Bu beş mısralık Mektup, şiirin (sözün) bittiği nokta mı acaba? Bazen öteye geçmek zorlaşır da... Afrika’da yer alan şiirler dört grupta toplanmış: Mektup, Kaside, Methiye, Fahriye. Levent Yılmaz’ın rüzgârı, evrensel şiir kültürünü –Doğu’suyla Batı’sıyla – kalıcı bütün duraklarından geçerek, hüznün ve güzelin dilini sunmaya çalışıyor. - Yılmaz Türk: Levent Yılmaz’ın genelde şiirdeki üslubu bu minvalde midir bilmiyorum, fakat şiirindeki insancıl ve pastoral hava bir iyimserlik aşılıyor insana: Bu tamam. Fakat bir noktada şiirde bir çocuksuluk oluşuyor bence. Burada da bana kalırsa bu şiirin gücünden filan söz etmek zor. Bu gücü örseleyen kırılgan dizeleri de içinde barındırıyor çünkü kitap. Birkaç örnek verelim:
“iki adım ötede deniz sakin mi sakin, kendi halinde,/ çocuklar durmadan bulutlara bakıyor;/ ağaç dalları bulutların üstünde resim gibi duruyor”, “Köpeciğe su verdim, güldü bana”, “karpuz çalardık cimri kadının bostanından/ yemek için değil, kırar, alırdık kalbini/ gerisini bırakırdık bamyalar arasında".. - Ufuk Akbal: Buralarda şiirin gücünün düştüğünde hemfikiriz... Ben de bir ek yapayım hatta; "güneş ve mehtap/ sordular seni/ işi vardı dedim/ yalan dolan. ne işiymiş o, diyor mehtap" (s.82) ve "bugün bir köpek yavrusu devriliverdi, bayılmış/ üzgünüm, ama daha da kötüsü, endişeliyim" (s.17) gibi. Özellikle, Methiye bölümünde alabildiğine naif bir ton izlenebiliyor. Öte yandan şiirin gücünün çok yükseldiği dizeler de bulabiliriz. "Beş gün geçti sensiz, adın beş olsun" (s.26), "Ördüğün bu dünyayı sök ama bana dar" (s.27), "Uyan artık dünya güzeli, bak kavun şeker gibi" (s.30), "tuz serpeyim gülüşüne", (s.89), "eğer öyleyse, sen git/ bir manolya çiçeğinin içine gir, orada bekle" (s.27). Bir esrik hâli, esrimeyi teşvik ediyor, an be an yaşatıyor. Tamamen akışkan bir hâl... - Orhan Koçak: Kaçışlar, akışlar, hallerden hallere geçişler. Ama söylediğim her sözün hem kendimi hem de bu şiirin siz potansiyel okurlarını daha da sıktığını hissediyorum. O zaman bazı satırlar: “Yıllar ufak adımlarla son sürat kaçıyor, / vakit çok geç, / güzellikleri duman oluyor, poyrazla savruluyor.” “Eskiteceğimiz hiçbir şey kalmamış, bir kendimiz. / Güller geçmiş, değillermiş kimsenin.” “Su yollarını izleyerek geliyorum şimdi kendime, / Çatlaklardan sızıyor, süzülüyorum. / Akışa bırakıyorum kendimi. Sana bırakıyorum. / Suyun aynasıyım ben, üstünde salınan kayık, / çektiğim kürekler, oltama vuran balık, hep ben.” - Pakize Barışta: “Sana erguvan yetiştirmek istedim bugün /................................. / Arkamdan bağırış çağırış geldi çocuklar / avuçlarında çiçekler.” Afrika, bu mısralarla bitiyor. Bir aşka –oldukça geniş manada– düşmüşün gizlediği hayalgerçekle. Aşk gitmeye mi, yoksa dönmeye mi az kalıyor? Levent Yılmaz’ın şiiri, hayal gücümüzü kışkırtıyor. Tam da düşlediği gibi. Saf bir dile sahip çünkü bu şiirler. Hatta çocuksu, hatta tomurcuklu: “Dünyanın en küçük limonunu buldum demin. / ................. // Senin kadar da mahcup.” - Orhan Koçak: Bulut savrulduğu, geçtiği için güzeldir; bir süre asılı kaldıktan sonra geçtiği, geçeceği için. Ben bu dersi daha iyi anlatan satırlar okumadım: “Sabahlar böyle öfkeyle dolu olmasın, / şafağın parmaklarında tekrar / güller bitsin, su içelim, toprağa dökelim, / buharlaşalım, / hallerden hallere geçip uçalım, / kokusuz, görünmez dolaşalım havada. / Niye beceremedik katı halde / bir arada olmayı, diye sorma, / hangi karada?” Ben alınmış dersin hiçbir gnosis’te bu kadar alçakgönüllü, ağırlıksız, uçuşan sözlerle aktarıldığını da görmedim. - Ufuk Akbal: Bu dizeler alçak gönüllülük meselesine katkı yapmama yardımcı olacak. Şair, kitap boyunca peyzajlarla, kokularla, tatlarla esrik.. Evet, esrik ama aynı zamanda da ayık. Kendisini biliyor. Bu ayık hâl ise alçakgönüllülük olarak tezahür ediyor. "Felek çemberlerinin, faziletlerin ve ışığın ötesindesin/ duruyorsun orada, kımıltısız, sabit, kendinle dolu" (s.23) ile "sen hâlâ yanarken, sönüverdi o dünya" (s.52) dizeleri bence bunu gösteriyor.
- Rüşdü Paşa: levent yılmaz dizeleri/ bir şeye dönüşmekte olan düşüncenin bir şekilde tutulmasıdır. - Yılmaz Türk: Siz öyle diyorsanız öyledir. - Ufuk Akbal: "Açmasını nasılsa becermiş limon çiçeği ise/ boynun gibi kokuyor" (s.41). Kitaptaki bu ve buna benzer dizelerin elinden tutarak yeniden dönelim lirik/pastoral şiir meselesine? Levent Yılmaz'ın yazdığı "Dönülmez Akşamın Ufkunda Bir Şair: Ahmet Güntan" isimli yazıda Parçalı Ham'a koyduğu mesafe ile Afrika'daki poetik tercihler arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Çünkü, bu yazı genelde bir edebiyat magazinciliğinin malzemesi olmaktan ileri gidemedi. Oysa ki, şiirin ne'liğine/ hammaddesine dair bir tartışma başlatılabilirdi. Yani Levent Yılmaz, Güntan'da (belki de spekülatif olarak, güncel ve lirik/pastoral olmayan her anlatımcı şiirde, somut şiirde, neo-epikte vs.) karşı çıktığı malzemeye alternatif olarak şiir adına ne koyuyordu? Örneğin; "2005 yılına kadar hepimizi sarsan, büyük sesle okuduğumuz şiirler yazan bu şair, nasıl bu hatayı (evet, bu bir hata) yaptı?" sözleriyle Güntan'ın hata yaptığını söylerken kendisinin poetik tercihleri açısından hatasız olanı nasıl ifade ediyordu? Bu en azından, bu metin vesilesiyle mümkün olamadı. Dolayısıyla, Afrika'yı güncel şiir adına olup bitenden farklı kılan; ya da eşzamanlıların eşzamansızı hâline getiren, bir şey, tâbir-i caizse alamet-i farikası var mı? - Apemohsen Özüsönemez: Bu şiire ilişirken, dimağımızı mısracı, dil ile oynayan, şairane şiir vs şiirden yalıtarak okuduğumuzda, her seferinde sözcükler kalıyor geriye, çıplak sözcükler, imledikleri şeylerden fazlasını vaat etmemeye çalışan. Çünkü fazlası, hiçbir çaba sarfetmeden çiçeklerin ve taşların dilini anlayabilmeyi sekteye uğratabilir.Yalıtmayarak okuduğumuzda, şiirin düştüğünü hissedebiliyoruz bir çok yerde. (Yılmaz ve Ufuk Beyler bir çok örnek verdiler). Bu bir metod da olabilir (Yaşar Kemal’in ifadesindeki çalışmak ve kültür!). Yani o incecik hayal’i tesis etmek. Buradan bahisle, Ufuk Bey’in Ahmet Güntan/Parçalı Ham ilintili, Afrika'nın güncel şiir adına bir alamet-i farikası var mı? sorusuna bakarsak yani Parçalı Ham’a alternatif (asimetrik mi demeliydim) bir poetika var mı? Ufuk Bey'in dediği “Somut Şiir” Parçalı Ham’ın vitrin söylemi gibi dursa da, on iki maddelik manifestosunun sadece bir kısmı bence. Levent Yılmaz şiirinde de, dize kurulmuyor, söz sanatları çok yok, okuyucu eksenli değil (tek kişilik mektup söylemi beni pek cezbetmedi) ve gömülü-bütüncül bir imge var ama bir çok yerde bilgi vermek için de kullanılıyor. Levent Yılmaz dokunmadığı şeyin şiirini de yazıyor, konuşma dili ama naif, hiç sokağa çıkmamış bir şiir; beyaz pantolonlu ama oturduğu iskemle temiz ve üzerine bir şey dökülme ihtimali pek yok, şemsiyesi, rafine edilememiş sözcükler, sade anlatım, konuşma dili.Ama arka kapakta giriştiği şiir tanımında, gerçekliğin dolayımsız bir anlatımı diyor.Bu satıhta esas soru, meramını anlatırken, kavramlara uzak, sezgiye yakın durmaya devam edebilecek mi? Gerçeğin dolayımsız anlatımı neleri göze alabilecek? Bu şiir, gerçeği dolayımsız anlatmaya yeter ise (sonraki hamleleri ile), evet Parçalı Ham’a alternatif olabilir. - Yılmaz Türk: Parçalı ham öncesi ve parçalı ham sonrası diye ikiye ayırabiliyoruz Ahmet Güntan şiirlerini. Bu belirgin bir şey. Ben kişisel olarak parçalı ham öncesi Ahmet Güntan’ın şiirlerini daha güzel buluyorum. Bir tercih yapacak olsam, Levent Yılmaz gibi kullanırım tercihimi. Ancak Parçalı ham kitabını da tek başına güçlü görüyorum, şiirsel anlamda vaatkâr olduğunu düşünüyorum. Ancak Ahmet Güntan’ın bunu bir eşik olarak görüp,
ardından parçalı ham’ı da dönüştürebilecek bir şiire yönelmesi bence daha zihin açıcı ve sahici olur. Çünkü aynı yerde konakladığı sürece ‘sahicilikten’ de yavaş yavaş uzaklaşıp – bugün (yani hemen hemen son 5-7 yıldır) Ahmet Güntan’dan belirgin şekilde etkilenip onun gibi şiir yazan ve onun etrafında pervane olan bir grup genç şairin olduğunu biliyoruz– kendisini taklit eden gençleri taklit ederek bir parodiye dönüşmesinden korkuyorum onun. Neyse. Güntan meselesi başka bir mesele elbet. Gelelim Levent Yılmaz’a. Bana göre Levent Yılmaz’ın söylediklerinin Ahmet Güntan ve parçalı ham nezdinde ya da şiirin ne’liğine dair bir ölçü olduğunu sanmıyorum. Burada hatta onun, Ahmet Güntan’ın poetik değişimini bir hata olarak görmesi de hata olabilir. Kendi kanaatini şiir adına bir mihenk noktası olarak bu derece belirgin biçimde sunması bence kendi şiirindeki naifliğe hiç uymayan bir tavır. Ufuk Bey’in söylediği şu söze gelmek isterim: “…Çünkü, bu yazı genelde bir edebiyat magazinciliğinin malzemesi olmaktan ileri gidemedi. Oysaki, şiirin ne’liğine ve şiirin hammaddesine dair bir tartışma başlatılabilirdi.” Keşke bu şekilde olsaydı. Ama zaten öfke ile oturulup yazılmış bir yazıdan poetik anlamda bir verim alınması çok da mümkün gözükmüyor. Peki, Parçalı Ham’ın alternatifi Afrika mıdır? Hiç sanmıyorum. Çünkü biri diğerinin karşıtı durumunda değil. İkisi de başka başka nesneler. - Pakize Barışta: Levent Yılmaz’ın poetikası, saf tutan, yeni saflar açan değil, meydan açmaya çalışan bir poetika; bu şiir, vaazı değil, muhabbeti işaretliyor. Bu yeni poetika, zamanı taşımaya çalışan genç bir ses; içindeki doğurgan yorgunlukla sözün çiçeklerini açtırıyor; yorgunluk ise bizim yorgunluğumuz. Ve şair, bunu bizim adımıza taşımayı üstlenmiş. “... Sen, ben ve zaman. / Geçiyor olduğumuzu bilmek bana iyi geliyor. // Ama bir gün gelir de konuşamazsak, harflere taşıtalım sözleri. / Harfler işaret çiçekleridirler, hem ürkütücü, hem tatlı! // Arasıra şaşırırım da yanlış çizerim onları .... // Zaman: Geçer, geçiyor.” - Gültekin Emre: "Ama bir gün gelir de konuşamazsak, harflere taşıtalım sözleri,/ Harfler işaret çiçekleridirler, hem ürkütücü, hem tatlı!” “düşlerden geriye” kalanlar üstüne de uzun uzun düşünüyor, şair. Sözcükleri eğip bükmeden, onlara biraz uzak durarak... farklı bir şiire odaklanmış Levent Yılmaz. -Orhan Koçak: Katı haldeyken beceremeyiz, ama bunu anladığımızda da vakit artık çok geç olacaktır. Keyfinizi kaçırmamayım, kitabın daha barok ikinci bölümünde (“Kaside”) bu açmazın açılımlarıyla uğraşıyor şair". Şiirlerin hepsi birbirine bağlı, ama bu örgünün dışında tek başına da okunabilecek bir serendip meseli de var kitapta, Andersen’in bazı “iyimser” masallarını hatırlatan: “Çığlık çığlığa ortalık, / yakartop, kukalı saklambaç, / düşüyor oğlan, dizi kanıyor, / mutsuz, önde başı, / gülüyorlar, kenara çekiliyor, / dışlandığını biliyor, / “Hamsi gibi kaldı” derdi Oktay Bey, / anlamazlıktan geliyor oğlan, / biliyor oysa bal gibi; / geç olgunlaşacak o, nar da öyledir, / kızarır önce, sonra kasım gelir.” - Ufuk Akbal: Oktay Bey? - Orhan Koçak: Bu “Oktay Bey”, Oktay Rifat olmalı. Bu “çirkin ördek yavrusu” hikayesi de rahmetli büyük şairi gülümsetebilecek, hatta gururlandırabilecekti, kendinden sonra yazılan şiire en ufak bir ilgi duyabilmiş olsaydı eğer. Geç olgunlaşma, hem narın hem de bu artık çok genç olmayan “genç şairin” hayat hikayesidir; nar yaz bittikten sonra kızarır ve
“sonra kasım gelir.” Nedir kasım? Olgun narın artık yenilebileceği mevsim mi? Yoksa artık her şeyin çok geç olduğunun anlaşıldığı zaman mı? Şiir, tıpkı Oktay Bey’de olduğu gibi, bu iki şıkkı da içererek ama herhangi birini ötekine üstün kılmadan kendi üzerine kapanır, “kasım” sözcüğüyle mühürlenir. - Ufuk Akbal: Samih Rifat'in Marmara Adası'nda babasının eteğinde geçen çocukluğunu anlattığı "Ada" isimli küçümen kitabı geliyor aklıma... Yılmaz'la da üzerine teşrik-i mesaide bulunmuşluğumuz var.. - Yılmaz Türk: Bir diğer ilginç kitap da Samih Bey’in Ada’sıdır. Döner döner okurum fırsat buldukça. - Ufuk Akbal: Nur içinde yatsın. Öte yandan, bir gerginliği büyütmek ama bir yandan da bir iltihabı gidermek istiyorum. Sanırım, heybemdekine meşruiyet kazandırmak için yapıyorum bunu. Heybemde Afrika var. Bundan memnunum. Ama öte yandan imâlarla kuşatıldım. İmâ edilen şu; Türkiye'de şiir adına bunca şey olurken, Levent Yılmaz'ın bu kitabına olan teveccühün nedenin ne olduğu? Şuarâyı öfkelendiren sebepler.. Bu doğrultuda sorarsak, gerçekten Yaşar Kemal'in dediği gibi "görkemli bir yeni şiire temel atmak" durumu söz konusu mu? Yoksa burada hakikat biraz olsun ıskalanmış mı? - Enis Batur: Arka kapakta, yaşar kemal'den bir dostluk nişanı: "levent yılmaz bu şiir kitabıyla görkemli bir yeni şiire temel atıyor." bu tür gayretlerin iki tarafa da yararı olmayacağı ortada". - Yılmaz Türk: Iskalandığına şüphe yok. Tam burada küçük bir detaya girmek istiyorum kitaba dair. Daha doğrusu sizin o öve öve göğe çıkardığınız güçlü/mütevazı/naif şiiri bence şairince nefes alamaz hale getiren bir detaya dair. Normal şartlar altında bir kitap içindekilerden sonra başlayıp, son sayfadaki metin ile nihayetlenir. Ama bir kitabı kitap yapan, onu sarıp sarmalayan diğer metinler de mevcuttur. Okur bunlarla pek ilgilenmez elbette, çoğunlukla kâle bile almaz bunları, o yazarın kendisi için ürettiği ‘o metne’ odaklanmak isteyebilir. Enis Batur’un burada rahatsızlık duyduğu ve bunu da dillendirdiği şey parateks’le alakalı bir durum. Parateks; yani bir ana metni sarıp sarmalayan metin düzeyinde her şey: Kapaktaki imza ve kitap adı, künye, yazar biyografisi, ithaf, içindekiler, önsöz, arka kapak yazısı vs. Bunların tamamı parateksi oluşturuyor. Afrika’da, ayaklarımı geri geri sürükleyen üç detay vardı: Bunlardan birini zaten Enis Bey belirtti: Şairin kendi kitabıyla alakalı Yaşar Kemal’e mikrofon uzatması ve Yaşar Kemal’in de epey büyük bir iddiada bulunması. Bence son derece yersiz ve irrite edici bir durum. Afrika’yı okumak için Yaşar Kemal’in bir önerisine ihtiyacımız olduğunu düşünmüyorum. - Ufuk Akbal: Bu Afrika'nın değerini azaltır mı? - Pakize Barışta: Afrika’nın kaderinde bir kült şiir kitabı olmak yatıyor bana göre. Çünkü mısralarının taşıdığı duygular, bir özsuyu arzusu taşıyor. Levent Yılmaz’ın insanı doğanın içine yerleştirmesi, bir parçalanmışlığın nihayet düzeltilmesi gibi. Bu açıdan bakıldığında şiirlerinde ilginç bir vuslata erme seziliyor. Ki, bir zamanlar bir bütündü doğa ve insan. Herhangi bir durumda insan, eylemi için doğadan izin bile istiyordu. Levent Yılmaz’ın mısralarının gizinde, ben bu iznin –aşk izinin– pırıltılı tozlarına rastlıyorum.
- Ufuk Akbal: Bunu ben de hissediyorum. "Dip daldın? / Kum çıkardın?/ Çakılla niye dolu ceplerin/ istesem hediye edersin? / Ben de veririm o zaman sana kendimi/ Beni. Seversin" (s.74) gibi dizelerde daha da berraklaşan bir his bu. Ama bu bir kült kitap olmaya yeter mi? - Rüşdü Paşa: bir kitap nedir/bilmiyorum/kuşatıldığımız ortamda ortak töz arayışında bir gösteren işte. - Apemohsen Özüsönemez: Mısraların taşıdığı duyguların bir özsuyu taşıyor olması, kült bir kitap olmasına yeter mi? Organik Şiirin Kült Kitabı mı? Belki. Doğaya dönüşün, teslim oluşun resmedildiği bir şiir ama nereden dönüldüğü de en az o duyguların özsuyu kadar ehemmiyetli değil mi? Bunu Afrika’da hissedilir bir düzeyde göremiyoruz. ”Ne idik, neyiz de neden doğaya dönüyoruz”’un meramdaki yeri neredeyse hiç yok. Daha önce ifade ettiğim üzere, dilin imlenenin özüne bağlı sade armonisi ile kurduğu bu ince hayali önemsiyorum lakin kült kitap olacağını sanmıyorum. - Yılmaz Türk: Afrika kitabının kült kitap olabilmesi
için, aynı sakinliği kitabı bir tüketim nesnesi biçiminde sunarken de göstermesi gerektiğini söyledim. Beni rahatsız eden iki diğer noktaya gelecek olursak… İlki, yine arka kapakta yer alan Levent Yılmaz imzalı uzun paragraf. Şairin, kendi kitabının arka kapağına en fazla birkaç dize ile konuk olduğunu biliyoruz. Bunda bir beis yok. Ama kendi şiirini açıklamaya dönük birkaç kelam etme gereği duyuyorsa sıkıntılı bir durumla karşı karşıya kalmışız gibi geliyor bana. Üstelik, Yaşar Kemal dev bir iddia ile şiirinizin sırtını patpatladıktan sonra; kendini öven hocasının önünde elini önünde mahcup bir tavırla kavuşturup “Öhöm, biz de hâlâ şiiri anlamaya çalışıyoruz…” diyerek tevazulu bir tavır takınmak çok da iç açıcı değil. Hem de şiir sanatını açıklamaya çalışan bir uzun paragrafla: "Hâlâ şiiri anlamaya çalışıyorum... Şiir, bir bilme biçimi. Sezgi ile keskinlik arasında, büyülü bir şey... Hakikati tanıma yolu. Kavramlara uzak, sezgiye yakın, gerçekliğin dolayımsız bir anlatımı. Öte yandan bir ima sanatı da: Olmayan bir şeylere işaret eden, hayâl ettiren bir söz. Bizi mutlu kılan, bize güzelliği sevdiren, sevmeyi bilmemizi sağlayan bir söz. Okuduğunuz şey sizin dünyanıza bir güzellik katmıyorsa, size sizi hatırlatmıyorsa, hayâlgücünüzü kışkırtmıyorsa, atın derim onu elinizden. İsterim ki, şiir aracılığıyla "hayatın üzerinde süzülelim, seyredelim onu ve hiç çaba sarf etmeden çiçeklerin ve taşların dilini anlayabilelim". - Ufuk Akbal: Az önce Güntan'ın şiiri anlayışı ile mukayese etme imkânı ararken, bu arka kapak yazısı hızır gibi yetişti. Doğrusu, tam anlamıyla bir karşıtlık söz konusu olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Tam anlamıyla iki farklı şiir tarifi. Şiir = şiir değil'le, şiir "Hakikati tanıma yolu. Kavramlara uzak, sezgiye yakın, gerçekliğin dolayımsız bir anlatımı. Öte yandan bir ima sanatı da: Olmayan bir şeylere işaret eden, hayâl ettiren bir söz. Bizi mutlu kılan, bize güzelliği sevdiren, sevmeyi bilmemizi sağlayan bir söz" demek arasında kolayca kapatılamaz bir mesafe var. Güntan'ın şiir diye tarif ettiği "malzeme", Levent Yılmaz'da
karşılık bulmuyor. Hatta, Levent Yılmaz yazısında bunları "yasaklar manzumesi" olarak kodlarken, kendi şiirini de bu yasakların dışında konumlandırıyor. "Parçalı Ham", 2000'lerin ikinci yarısından günümüze kadar olan şiiri önemli ölçüde etkiledi; bir pratik bilinç olarak. Peki Levent Yılmaz'ın "Afrika"da yer verdiği şiirin beslendiği damar ve başkalarını besleme ihtimâli? Bunun akîbeti ne olacak. Bir dostumla konuştum, Afrika'yı. Bana söylediği şu oldu; Necatigil ve Anday'ın olduğu yerde, olduğu mevziide, hemen hemen benzer iddialarla, bu şiirin nefes alabilmesine imkân yok. Yoksa bu gerçekten bir mektuptu ve sadece bize gitti ve biz, bu meseleyi aşırı kişiselleştirmiş kişiler olarak mı kalacağız? - Pakize Barışta: Afrika’nın şiirsel edebî çağrısı, bizleri oldukça muammalı ama aynı zamanda net bir gerçeklik alanına çekiyor; sezgi ile kesinlik arasında bir farkındalık ve bir uyanma biçimine. Şairin şu deyişi, bu mısraların, diğerlerinin ve henüz yazılmamış diğerlerinin örtülü manalarını anlayabilmemizde bize yardımcı oluyor: “İsterim ki şiir aracılığıyla ‘hayatın üzerinde süzülelim, seyredelim onu ve hiç çaba sarfetmeden çiçeklerin ve taşların dilini anlayabilelim.’” Yani, biz de kendi şiirimizi içimizde hissedelim! Yoksa, Horatius’un dediği gibi, Aut insanit homo, aut versus facit (İnsan ya delirir ya da şiir yazar). - Ufuk Akbal: Kartları dağıtanın yaşadığı ağırlık yerini kartları toplayanın görece hafifliğine bıraksın o hâlde? Son sözleri toplayayım. - Pakize Barışta: Afrika’yı mutlaka okuyun derim ben. - Apemohsen Özüsönemez: Ben bu kitapla ilk kez karşılaştım Levent Yılmaz şiiri ile. Birkaç kez okumanın yetmeyeceğine kanaat getirmem uzun sürmedi. Aynı anda masamda Duino Ağıtları vardı. Bir şekilde okumalarım harmanlanınca, Rilke’nin şatodan inip, bir bahçede dolaşmaya başlamasına dönüştü, Levent Yılmaz'ın Afrika’sı. Tevafukun seyrine mahkum bir şey de olabilir bu dediğim. Levent Yılmaz’ın Afrika’sı ile birkaç kez daha karşılaşacağız kesinlikle; ya evrensel şiirle bir bağ, ya yerel şiir alanlarının yanına ya da karşısına konumlanan bir ses ya da lirik-pastoral şiirin açtığı yeni yollar, konuşmalarıyla. Onun için muhakkak okunmalıdır diyorum ben de. - Yılmaz Türk: Levent Yılmaz her vesilede kendi şiiri üzerinden söz söylemeye çok meyilli bir şair. Bir başka şiiri/şairi anlatırken bile laf arasında veya sezdirme yoluyla kendi şiirini bir şekilde hatırlatmak istiyor. Hareket noktasını şiirden alan bir şair. Ben, Afrika kitabını epey ayağa kaldıran Kaside bölümünü sevdim. Ordan yürüyerek geriye bakmaya ve şairin önceki şiirlerini de okumaya çalışacağım. - Rüşdü Paşa: hiç ile bir şey arasında olduğum devrede levent yılmaz /afrika ile tanışmak muhteşem oldu. ufuk akbal'a teşekkür ederim tanıştırma için. -U.A.: Hepinize atelye çalışmasına iştirak ettiğiniz için defaten teşekkür ederim.
KAYNAKÇA: 1. Enis Batur, "İki Kitap İçin Ufak Çıkma", Cumhuriyet Kitap, 7 Ekim 2010. 2. Gültekin Emre, "Günü Gününe Şiir Günlüğü", Varlık, Haziran 2009. 3. Levent Yılmaz, Afrika, Metis Yayınları, 2009. 4. Levent Yılmaz, "Dönülmez Akşamın Ufkunda Bir Şair: Ahmet Güntan", Paralel Hayatlar, Doğan Kitap, 2013, s.91-94. 5. Levent Yılmaz ile Söyleşi, "Türk Edebiyatı diye bir şey yok", Taraf, 19.04.2009. 6. Orhan Koçak, “Uçuşan sözlerle...”, Sabah Kitap Eki, 20 Mayıs 2009. 7. Özdemir İnce, "Levent Yılmaz'ın İlk Onbiri", Cumhuriyet Kitap, S.220, 1994. 8. Pakize Barışta, “Afrika”, K. Dergisi, Mayıs 2009. 9. Sefa Kaplan, "Bu Ülkede Şiir ve Şair Ciddiye Alınabilir mi?", Şiirler, İş Bankası Kültür Yayınları, 2007.
Levent Yılmaz ile Söyleşi; "Türk Edebiyatı Diye Bir şey yok" Taraf, 19.04.2009. (..) Son şiir kitabınız Afrika’dan bahseder misiniz? Afrika, 2001 yılı ile 2009 başı arasında yazılmış şiirlerden oluşuyor. En eski kısımları Mektup bölümünün ilk 15 şiiri ile Kaside bölümü. Diğerleri daha sonraları, 2006 sonrasında yazıldı. Ara sıra dergilerde yayınlasam da bu şiirleri, açıkçası şiir uzaklaşırmış gibi iken, hiç uzaklaşmayacağını söyledi bana 2007 gibi. Sabah akşam Turgut Uyar, Oktay Rıfat okumaya başladım. Tekrar Baudelaire okudum. Dolayısıyla, bu kitap eskiden okuduğum şairleri tekrar okuma sürecine denk geldi. O yüzden de gayet kendine has bir sesi, bir üslubu oldu. Adı neden Afrika? Afrika: Petrarca’nın bitiremediği şiir kitabının adı. O Vergilius ya da Homeros gibi bir destan olmasını istediği bir kitap. Hatta o denli Vergilius gibi davranmak istiyor ki, hayatının sonunda Afrika’nın yakılmasını istiyor. Severim Petrarca’yı, ama Afrika’sını sevmem, Roma’nın Kartaca’yı yakıp yıkışını anlatır. Ben tersinden bir kitap yazayım istemiştim. Harab olmuş bir coğrafyanın neşesini ve tedirginliğini düşüneyim istemiştim. Afrika’yı düşündükçe de dünyayı düşünür oldum. Her yer biraz Afrika gibi gelmeye başladı bana. Bir de bu da bitmemiş, paramparça bir kitap: Yakmaya cesaret edemedim. Yaşar Kemal sizin için “...görkemli bir yeni şiire temel atıyor” diye yazmış. Yaşar Kemal tüm çağların en büyük yazarlarının en başta gelenlerinden biri. Yazar da değil hatta benim için çok büyük bir şair. Yitip gitmiş binlerce kıymetli şeyin hatırasına onun sayesinde sahibiz. İnsan olmak gibi. Öte yandan, çok da sevdiğim bir dostum Yaşar Kemal, bana her fırsatta Karac’oğlan okur, iyi şiiri yeteri kadar bilmediğimi düşündüğünden! Türkçe şanslı o var olduğu için, benim şiirimi sevmesi de tabii benim için müthiş bir keyif. Şiirin sezgi ve kesinlik arasında bilme biçimi mi yoksa ima sanatı mı size daha yakın? Şöyle söyleyeyim size. Bu dediğimi ilk kez W.B. Yeats okurken düşündüm. 1990’ların ortalarında Yeats’in Bütün Şiirleri’ni okurken, her şiirde kendi hayatıma kendi dünyama dair bir şeyleri daha iyi bilmeye başladığımı, onları anladığımı fark etmeye başladım. Yeats
benim hayatıma dair yazmıştı sanki ve kendi hayatımı onun şiiri sayesinde anlıyordum. Tuhaf bir histi. İyi şiir böyle bir şey galiba. Sizi size anlatan bir şey... Şiirleriniz gündelik hayattan çok uzak ama başka bir şey var. Başka bir dünya belki... Açıkçası, ben o dünyayı seviyorum. O hayali dünya güzel. Hayali olmayan dünya da güzel. Bir zeytin ağacına bakmak, kuyu suyunda karpuz soğutmak, gruba karşı iki kadeh rakı içmek, fesleğenleri kopartıp koklamak, aylaklık, sıcak öğle sonraları, okumak, çalışmamak. Evet, fiil çalışmamak...Çünkü, Pavese’nin dediği gibi, Çalışmak Yorar! Türk edebiyatı ve özellikle Türk şiiri yurtdışından nasıl gözüküyor? Türk edebiyatı diye bir şey yok. Çevrilmiş ve okunan kimi yazarlar var sadece. Dolayısıyla dille, Türkçe ile uğraşmış, ona çeşitli kıvamlar katmış, renkler vermiş bir silsileden de bihaberler. Siz aynı zamanda akademik alanda tarih çalışıyorsunuz. Şiirinize, şairliğinize bir etkisi oluyor mu? Ben hep yazdım, hep söyledim. Şiirle ilgili bir meseleyi merak ettiğimden tarih doktorası yaptım. İlgilendiğim mesele de “Yenilik” kavramıydı. Şiirde yenilik sorusuna cevap ararken, kendimi 17. yüzyıl Avrupa’sında buldum. Nihayetinde de Batı’da Yeni denen şeyin bir tarihini yazdım Modern Zamanın Tarihi kitabımda (bir-iki ay sonra o da çıkıyor, Metis’ten). “Hâlâ şiiri anlamaya çalışıyorum...” diyorsunuz. Şiiri anlamaya çalışmanın, hâlâ şiir okumak ve yazmanın, bizi sarıp sarmalayan büyük yalnızlıkla baş etme yollarından biri, belki de en birincisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü söz mucizevî bir şey, düşünsenize, bir dize okuyorsunuz ve hayalinizde muhteşem bir güzellik beliriyor. Onu seviyorum işte.
Cezalı Helikopter Seyhan Erözçelik/ Levent Yılmaz trrrrum, trrrum, trrrum! trak tiki tak! Makinalaşmak istiyorum! (N. H. Ran)
Helikopter kullanma alışkanlığı, memleketimizde bir türlü ilerleme kaydetmek bilmiyor. (Helikopter teknolojisi zaten yok.) Helikopter pistlerinde yer bulunamıyor. Helikopterlerimiz de her yere konamıyor. Ne olacak bu memleketin hali? Oysa Amerikan filmlerinde görüyoruz: O helikopterler, istedikleri her yere, ama her yere konabiliyorlar. Kuş gibi --Her yere konamayan helikopterleri, bize kim satıyor? Adam, kalkıyor ve bir şey diyor: İstikbal, pistlerdedir. (Mayıs 92 / Seyhan Erözçelik - Levent Yılmaz, Bartın - İstanbul karayolu) Alıntı: Kitap-lık Dergisi, 100. sayı, s.26. (Şiiri bize ulaştıran @elemankaygisiz'a ve ismini kaybettiğimiz bir diğer dosta daha teşekkürler).
RÜŞDÜ PAŞA'NIN GÖRKEMLİ "ANLATI"SI; TÜM KİTAPÇILARDA VE İNTERNETTE... "(..) Bu kitap, uçuruma giden bir trende, kurtulmak için vagonlar içinde ters yöne koşmak gibi. Müthiş bir korku, hezeyan, sıkıntı, akıl kaçıklığı. Bu dile, bu kurguya şapka çıkartılır. Eğer düşüyorsanız korkmayın. Düşmeye uyum sağlayın". (Çağnam Erkmen, bugunbugece)
ARKA KAPAK KIZI
ANNA-
Fotoğraf: Ludmila Foblova