Üç Aylık Kültür Sanat ve Politika Dergisi Sayı:3
ik
l Kim
em
m İste
İK
ME
Nisan 2010
dı
n ada r ı S ,
ydı N a d A Sıra a ÇALIŞK e aşlı c is K b l Gon ç gı iE Yen il ASİL Kırlan A a D n İsm imi nı FRI r ki) v s e ı e f d D Ka IM i-Za Asi e YILDIR inisk z Z Gam şe( IVEREN nden e Akm yin TANR lümü Ö se Hü ’ın Yıl t n 3 Hra Güne AR HAN ılında Bu r KARAS 100. Y diye e k ü n Özg oo rt’ı şçisi H yor b a e 8 M EL İ nlatı Fac r ? TEK nişi A la Bi mu e k Dir in Ha iz Yo taj r ı z n s i o i ı S res UZ atç e Röp ya V A d n L I A an K f Sa l n İ rdun rd a a r Me Sa toğ am Fo an Y okan c Öz lek K PÇU Me ettin TO el D
Anj
m
Nec
Bu Sayıda...
D
Kimlik İstemem
SIRADAYDI SIRADANDI Gonca ÇALIŞKAN
Anjel DİKME
Gamze YILDIRIM
Devrimin Kırlangıç Kaşlı Asi Kadını
FRIDA 3
7
11
AKMEŞE HRANT’IN (ZİNİSKİ-ZAFESKİ) Hüseyin TANRIVEREN
ÖLÜMÜNDEN BU GÜNE 3 YIL
YENİ
ELBİSE
İsmail Asil
Özgür KARASAR HAN
15
13
Röportaj 8 Mart’ın 100. Yılında Direnen TEKEL İşçisi Kadınları Selamlıyoruz
19
17 MELEK
Sizin hala bir
KOKAN
adresiniz yok mu? Merdan KILAVUZ
22
SARDUNYA Necmettin TOPÇU
28
Röportaj
Bir Fotoğraf Emekçisi 24
Özcan Yaman
olu dolu bir 3. sayıyı daha üretmiş olmanın ve siz okuyucularımızla paylaşmanın sevinci içerisindeyiz. Her şeyden önce bu yayını hazırlamak bizlere oldukça heyecan veriyor ve bir o kadar da meşakatli bir iş bizim için. Ciddi bir kitleye ulaştığımızın farkındayız. Paris’ ten Avustralya’ ya kadar uzandık ve bu bize gurur veriyor. Böyle bir kitleye ulaşmak ve bu kitleye doğru mesajlar vermek bizim için büyük bir sorumluluk. Elinizdeki bu yayın Divriği Kültür Derneği Gençlik Komisyonu’ nun yaptığı büyük fedakarlıklarla üretildi. Dergimizin 2. sayısındaki yazıların fazla felsefik olduğuna, Divriği ile ilgili fazla yazıya yer verilmediğine ve gündemin gerisinde kaldığımıza ilişkin çeşitli eleştiriler aldık. Eleştirileriniz başımızın tacı elbette. Ancak, derginin henüz genç bir yayın olması, dolayısıyla bu konuda bazı eksikliklerimizin olması da gayet doğaldır. Artı olarak yayınımızın bir memleket dergisi olmadığı ihmal edilmemeli, yazıları okurken bu husus göz önünde tutulmalıdır. Zaten Divriği ile ilgili her türlü konuyu ele alan ve bu konuyu layıkıyla yapan yerel gazetelerde medyada mevcuttur. Gündemin gerisinde kalmamız ise üç aylık bir dergi oluşumuzdan kaynaklanmaktadır. Ama siz gene bizi eleştirmeye devam edin. Çünkü her insan aynı zamanda bir süpernovadır... Bu sayımızda yine çeşitli deneme, araştırma,felsefe,röportaj, tanıtım ve etkinlik haberlerine yönelik yazıları beğeninize sunuyoruz. Bir önceki sayımızda “Alfredo, Sar ve Azeroğlu” isimli yazıdan dolayı bizzat arayıp teşekürlerini ileten yazar Muzaffer Oruçoğlu’ na, Fransa/Paris’ ten dergimizde yayınlanmak üzere yazısını gönderen sevgili Anjel Dikme’ ye ve diğer yazar arkadaşlarımıza, röportaj isteğimizi geri çevirmeyen fotoğraf sanatçısı Özcan Yaman’ a, sponsorlarımıza, editörümüze, redaktörümüze, görsel tasarım görevini üstlenen Manifest Tasarım’a ve Tekel direnişi fotoğraflarını bizimle paylaşan Hüseyin TÜRK’e sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.. Divriği’ den yola çıkan kar makinası yürüyor... 4. sayımızda buluşmak dileğiyle... DKD Gençlik Komisyonu
İmtiyaz Sahibi: Divriği Kültür Derneği adına Başkan Ali Durmuş / Yazı İşleri Müdürü: Ali Deniz Değer. Yayına Hazırlayan: Divriği Kültür Derneği Gençlik Komisyonu Adres: İstiklal Caddesi Suriye Pasajı No: 348/57 Beyoğlu / İstanbul / Tel: 0212 292 20 20 www.divrigi.org.tr | info@divrigi.org.tr Grafik Tasarım: Hakan Kuruçay(manifest.tasarim@gmail.com) / Baskı:Kelebek Ofset
M
erhaba değerli dostlar; Sizlere kongrede sunduğumuz çalışma programında yer alan yayın çıkarma sözümüzü yerine getirmenin ve 3’üncü sayıya ulaşmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Gençlik Komisyonu, derginin hazırlanmasında inatçı ve kararlı tutumları sonucunda zorlukları aşmayı başarmıştır. Emek veren herkese yönetim adına teşekkür ederim. Gelecek sayıların hazırlanmasında diğer bütün dostlarımızın bilinç ve birikimini dergimize katmayı düşünüyoruz. 58 yıllık bir geçmişi olan derneğimizin 1970 yılı sonrasında öne çıkan mücadele anlayışı ile sol ve devrimci düşünce yapısının dernek yönetiminde etkili olması bizi, klasik dernekçilik yapısından kurtarmış bunun yerine toplum yararını savunan platformlarda güç birliği yaparak kültürel, sosyal ve siyasal gelişmelerde de taraf olmamızı sağlamıştır. Derneğimiz, Divriği’nin ortak değerlerine duyarlı davranmakla birlikte ülkemizdeki farklı kültürlere kapısını sonuna kadar açarak şoven ve ırkçılığa karşı duruşu ile demokratik bir kitle örgütü vasfını kazanmıştır. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu ( ETUC ) aralık ayında ülkemize yaptığı ziyarette DİSK VE LASTİK-İŞ çalışma programı dahilinde Beşiktaş belediyesi, İstanbul Barosu, sendikal örgütlü Pfizer İlaç Fabrikasını ve dernek olarak da Divriği Kültür Derneğini ziyaret etmeye de programlarında yer vermiştir. Program dahilinde bilgi ve sunumlar almışlardır. Derneğimize, ‘‘Güç olgusu ve demokrasinin gelişmesinde sivil toplum örgütlerinin katkıları’’nı içeren sunum talepleri olmuştur. Farklı Avrupa ülkelerinden derneğimize gelen 50 kişilik sendika delege grubunun önerdiği bir saatlik program, yönetim kurulu adına tarafımdan görsel anlatım şeklinde sunulmuştur. Program süresinin üç saate uzamasıyla birlikte hem konunun önemi vurgulanmış hem de Hüseyin Gülseven ve Cafer Yıldız’a, sunuma katkı sağlamak ve örgütlü çalışma bilincini öne çıkarmak amacıyla söz hakkı verilmiştir. Dostlar, derneğimizde toplumsallığa yönelik panel, söyleşi, film gösterimi ve dinletilerle yapılan sosyal ve kültürel etkinlikler yoğun ilgi görmektedir. Dernek dışında ise 2 Temmuz Mehmet Atay Ödül Töreni, futbol turnuva gecesi, Feyzullah Çınar’ı anma gibi etkinlikler devam etmektedir. Bizler, göle maya çalmak için değil ülkemiz hamurunun mayalanmasında taraf olma bilinci ile kıvılcımları korlaştırmaya çalışıyoruz. TEKRAR GÖRÜŞMEK DİLEĞİYLE, HOŞÇAKALIN
Ali DURMUŞ
2
İSTEMEM
Kimlik
Anjel DİKME
Y
ardımınıza ihtiyacım var insan kardeşlerim... Benimle biraz empati yapmaya var mısınız? Birlikte düşünüp, birlikte hissedelim mi? Düşünün! Ya da isterseniz imgeleyin ... Tercih sizin... Yeter ki deneyin benimle birlikte büyümeyi... Dokuz yaşında, bir kız çocuğusunuz 1962 Diyarbakır doğumlu... Haziran 1964’ten itibaren İstanbul’ dur artık yaşayacağınız şehir... Adınız iki tane... Bir resmi adınız var; sadece kağıt üstünde anlam bulan , zorunluluk, korkuların dayattığı bir savunma aracı, bir tedbir olarak verilmiş size aileniz tarafından... Türkçe bir isim... Yani bir Türk adı... Diğeri; mensubu olduğunuz etnik kimliğe ait bir isim... Vaftizinizde verilmiş size... Resmi hiçbir yerde geçmeyen ama size seslenildiğinde baktıgınız tek sesler topluluğu... Simdi Istanbul’dasınız, Laleli, Azimkar Sokak’ta, yıl 1971... Bakkala gidiyorsunuz annenizin siparişini almaya... Karşı komşunuzun oğlu Tuncay abiniz her yerde, ya da siz o yaşınızda öyle algılıyorsunuz ,KORKUYORSUNUZ... Bakkalda, sokakta sizi gördüğünde öylesine bir nefretle bakıyor ki, ürküyorsunuz, sizden büyük, 15-17 yaşlarında O... “Pis gavur, gelme buraya” diyor...
“Pis gavur git yurdumdan” diyor... Nedir gavur? Nedir yurt? Neden pisim ben? Neden gözlerinde bunca nefret ? Siz sadece bir çocuksunuz ... Anlamıyorsunuz... Ama KORKUYORSUNUZ... Ve üzülüyorsunuz, hem de çok... Hüzün; bu günlerden dost oluyor yüreğinize... İleri yaşlarda ‘neşeli hüzünlere’ dönüştürseniz de bunu; hep sizinle olacak, hep sizinle kalacak bir arkadaşlıktır artık deneyimlediğiniz... Bir pazar günü, bakkaldan şeker alıp eve dönmektesiniz, Tuncay abi ordadır, gelir elinize vurup yere döker aldıklarınızı, nefretle söylenerek... Korkuyla, aglayarak evinize sığınırsınız. Evde misafirleriniz vardır, anneniz dayanamaz sizin ağlamanıza, babanız yoktur evde. Dışarı çıkar, gider karşı komşunuz olan Tuncay’ ın sokak kapısının önüne ve “Neden yapıyorsun bunu, çocuklarımı rahat bırak” der... Evdeki misafirleri filan unutturmuştur annelik içgüdüsü... Tuncay abinin elinde gazoz şişesi vardır, yeni boşalmış... Anneniz O’nunla konuşurken apartmanın içinden annesi ve babası görünür; “ Vur oğlum vur! “ derler Şişeyi havaya kaldırmıştır Tuncay... Korkaktır eli... Babasi, anası “ Vur oğlum vur!” derler ... Cesaret alır ve vurur Tuncay...
3
Annenizin kafası yarılmıştır, kanlar akar yüzüne... “Sebebi benim” dersiniz, suçluluk duyarsınız ve yine ‘KORKARSINIZ’... Çocuksunuz ya, anneniz ölecek sanırsınız... Kan korkutur... Kan görmek; hele sevdiği birinin kanını görmek nasıl yaralayıcıdır bilir misiniz dokuz yaşında bir çocuk için? Bu olayı izleyen bir pazar sabahı, babanız ve iki erkek kardeşiniz Yenikapı sahiline inip hava almak için yola çıkarsınız evinizden... Giderken yolda Tuncay abinin babası gelir karşıdan , babanız bilir korkularınızı, yaşadıklarınızı... “Baba bak bu Tuncay abinin babası” dersiniz masumca. İşten eve , evden işe gidip mahallede kimseyi tanımayan babanıza... Ailesini korumak içgüdüsü ile babanız konuşmaya hazırlanır... “Komşu konuşabilir miyiz? Oğlunuz ...” demeye kalmaz, Tuncay abinin babası bağırmaya başlar avaz avaz... “Gavurlar gidin yurdumuzdan, pis Ermeniler, burası bizim vatanımız” Babaniz cebinden nüfus kagıdını çıkarır, öfkeyle “Bak burda ne yazıyor? Burda da ay yıldız var, ben de Türk vatandaşıyım... Bu ülke en az senin kadar benim de vatanım!” der. Ama Tuncay abinin babası avaz avaz bağırmaya devam eder... “Yetişin! adam öldürüyorlar !” diye “Ahmet bey! Ahmet bey! diye... (Ahmet beyle oyun oynadıkları az ilerideki kahveden yeni çıkmıştır çünkü) Siz yine çok KORKARSINIZ... ‘Keşke hiç söylemeseydim dersiniz kendi kendinize kahrolarak...
Ahmet bey gelir... Araya girer... Bu olay mahkemeye yansır... Tuncay abinin babası dava açar; “Ermeniler dört (4) kişi bana saldırdılar” diye ve Ahmet Bey’i şahit yazar... Mahkeme başlar... Duruşmada babanıza hakim sorar “Dört kişiyle saldırdığınız doğru mu?” “Evet hakim bey” der babanız “Dört kişiydik” “Nasıl yani, kabul ediyor musunuz iddiaları?” “Evet hakim bey; dört kişiydik...Ben ve 9 yaşındaki kızım Tülay, 7 yaşındaki oğlum Suren , 3 yaşındaki oğlum İsahak” der babanız... Hakim anlar ve güler... İlerleyen günlerde karşı tarafın şahidi Ahmet bey; tanıdıkça sizleri ve öğrendikçe gerçegi, babanızdan yana şahitlik yapar... Tuncay abinin babası bağırır duruşmalarda; “Hakim bey bunlar Mahmutpaşa’ yı istila etmisler, her yerde bunlar var, Ermenistan kurmuşlar!...” Hakim anlar... İnsandır çok şükür... Azarlar ...Oturtur yerine... Mahkemeyi babanız kazanır... Komşular imza toplamışlardır bu geçimsiz aileyi mahalleden yollamak icin... Sonucu beklemeden taşınırsınız ordan... Daha sonra duyarsınız gittiklerini, memleketlerine döndüklerini... Lise yıllarında okul ikiye bölünür sizin yüzünüzden (!)... Dokuz yıl Bezciyan Ortaokulu’ nda okuduktan sonra, Bakırkoy Kız Meslek Lisesi’ ne kaydolursunuz... Babanız izin vermez Samatya ve Beyoğlu’ nda bulunan Ermeni Liselerinde okumanıza,çünkü tren ya da otobüsle yolculuk etmeniz tehlikelere gebedir O’na göre,
Anadolu’da Hay kızları kaçırılmıştır ya hep... Korkar olsa gerek bundan, güzel kızı için... O yaşlarda öfkelenirsiniz ama yıllar sonra anlarsınız bu korkuyu besleyen nedenleri... İlk yılıdır Lise’ nin... Okul ikiye neden bölünür? Etnik kimliğinizden ötürü sizi kabul edemeyenler, size hakaret edenler ve sizi sevip, savunanlar arasında yaşanır bölünme... Sizinle olan arkadaşlarınızın aileleri gelir müdüriyete. “Bu tür olaylara nasıl izin verebiliyorsunuz?” diye hesap sorarlar... Biraz teselli bulursunuz ama çokca üzülürsünüz... Üzülürsünüz; “tüm bunların sebebi yine benim etnik kimliğim mi? Neden bu hor görme ve aşagılama?” On altı yaşınızda şunları not düşersiniz defterinize; “Tanrım! şayet benim ölüp ölüp tekrar dirilmem Dünya’ ya sulh getirecek ise , ben acılar içinde tekrar tekrar, ölüp ölüp dirilmeye evet diyorum... Ne olur kurban olarak beni al, yeter ki Dünya’ ya sulh gelsin!’ Olayların yaşandıgı gün, kriz halinde, susmadan ağlarsınız...
O ilk ve son ağlamanızdır...Üç yıl bir daha ağlamazsınız... Çocukl u ğ u nuzdan itibaren; televizyonun siyahbeyaz zamanları koca koca adamların şunları söylediğini duyar kulağınız: “Ermeni ırkı diye bir ırk yoktur.” Şaşırırsınız, karışırsınız... Karışmaktan ötedir bu, bir alt üst oluştur... Gittiğiniz okulda farklı bir alfabe, farklı bir dil ögrenirsiniz, ‘anadili ‘ olarak... Büyükleriniz vardır size; “Hay” (Ermeni) olduğunuzu soyleyen. Kiliseye gidersiniz çoğunluktan farklı olarak... Ama televizyonda koca koca amcalar; “Büyükleriniz yalan
söyler, siz aslında yoksunuz” derler ... Kimdir doğruyu soyleyen? Birileri yalan söylemektedir... Siz çocuksunuz henüz... Bilemezsiniz...Anlayamazsınız... Sadece karışırsınız... Allak bullak olursunuz... Yıllar geçer, büyürsünüz... Etnik kimliğiniz ticaret yaşamınızda, günlük yaşamınızda, önünüze engeller konmasına sebeptir... Hakaret ve küfür için, bazılarının vazgeçilmez malzemesidir... Ama tüm bunların yanında; komşularınız vardır ölesiye sevilesi... Dostlarınız vardır can verilesi... Henüz siz 16 yaşınızda iken size Marksizmi anlatan, karşı komşunuz bir Mehmet abiniz vardır... DİSK’ i anlatır size... Nasıl mücadele verdiklerini, yapılan çalışmaları... Hayransınızdır... Yıllar geçer... Tüm üst kimliklerinizden soyunup “İNSAN” olmanın erdemli duruşunu öğrenirsiniz...
Nussbaumen/İSVİÇRE
ÇA Y
RU
BEN’ i yaşamak isterim sadece... Çırılçıplak ‘İNSAN’ olmanin keyfini deneyimledikten sonra, ne zordur bir bilseniz şu etnik kimlik gömleğini giyinmek... Tüm oyuncuları gerçek Kızılderililerden oluşan bir (ilk) film izledim birkaç yıl önce... Filmde yaşlı dede, bencil yaklaşımlar sergileyen torununa şunu söylüyordu: “Bizim dilimizde “BEN” sözcüğü yoktur , “BİZ” sözcüğü vardır”... Nasıl da utanmıştım... İnsan kardeşlerim böylesi bilge bir öğretiye sahip bu halkı “vahşi” diyerek katletmişti... Utandım ve utanıyorum... Amerikan yerlilerinin ve diğer tüm katledilmiş halkların hikayelerini bilsem de, onlar için ben birebir şahitlik edemem ne yazık ki... Mensubu bulunduğum halkın hikayesine şahitlik edebilirim ancak... Ömrümü bununla geçirmek asla benim tercihim değildir... Ama inkar hep sorumluluk yükler durur boynuma... Ben “BEN”i keşfetmekte ve “AN” ı yaşamayı deneyimlemekte iken, hafiflemiş iken, tekrar üst kimliklerin ağırlığında boğulmak istemem! Yeryüzündeki tüm cinayet, katliam ve soykırımlardan utanırım! Canım acır! Sussam; o ruhlara ihanet, konuşsam; kendime ihanettir yaşadığım en derin ikilem... Her inkarda yeniden, tüm masum ruhların çığlıklarıyla uyanırken ben... İşte tam da burda atarım yardım çığlığımı... Ne yapmalıyım insan kardeşlerim, söyleyin ne yapmalıyım?
KU
Deneyimlersiniz; “Sevgi” nin tek anahtar olduğunu... Sadece “ŞİMDI” de varolmanın gerçek öğreti olduğunu... Ve bilinçle, isteyerek, severek, keyifle soyunursunuz tüm üst kimliklerinizden... Amaaa!!!! Hani şu inkar var ya... Size, soyunmak icin bir ömur verdiğiniz tüm üst kimliklerinizi; bir cümleyle, tek bir sözcükle yeniden giydiriverir... İşte en zoru, en dayanılmazı budur insan kardeşlerim... İşte tam da burda sizlerden yardım isterim... Ne yapmalıyız? Kendimize karşı sorumluluklarımız mı? Yoksa mensubu olduğumuz halka karşı (benim için daha çok dedelerime karşı) duyduğumuz sorumluluklar mı? Ne yapmalıyım? İşte tam da burada altüst olurum ben... İki dedem vardı benim... Sanmayın ki hergün geçmişi konuşurlardı... İnsanlar, yaşlanınca geçmişlerini yeniden yaşarlar bilirsiniz, bu bağlamdadır anlattıkları... Hepsi bu... Nefreti asla bilmedim, buna şahitlik etmedim... Sadece endişe ve korkuydu bizim için besledikleri... Sason’ lu dedem; “Katsek lavo, katsek katsek!” “Gidin lavo gidin gidin!” derdi... Diyarbakır’ lı dedemin hikayesini zaten biliyorsunuz... Hatırladığınız şey sadece ‘ACI’ iken onlara dair... Sürekli bir inkarın bu insanlara ‘yalancı’ demek anlamı taşıdıgını bildiğinizden ve ONLAR artık yokken... Evet ONLAR yokken; kim savunacak haklarını? Kim konuşmalı ONLAR’ ın yerine? Halbuki bana sorarsanız; Ben
a Hak
n
rida.... Kimine göre acının simgesi, kimine göre direnişin, kimine göre tutkunun, kimine göre aşkın, kimine göre feminizmin, kimine göre biseksüelliğin, kimine göre devrimin simgelerinden Frida.... Seni nasıl anlatmalıyım Frida? Hangi cümlelerle ortaya koyabilirim seni? Yıllardır o kadar çok anlamaya çalıştım ki seni, sende kendimi, sende direnme gücünü bulmaya çalıştım hep...şimdi nasıl o kadar uğraş arasından biraz olsun seni çekip şekillendireyim ? Meksikalı ressam Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon, 6 Temmuz 1907’de, Mexico City yakınlarındaki Coyoacan’da doğmuştur. Fakat doğum tarihini, Meksika devriminin gerçekleştiği 1910 olarak söylemiş, yaşamının modern Meksika’nın doğuşuyla başlamış olmasını istemiştir. “Meksika devrimiyle beraber doğdum” demiştir. Bu ayrıntı, onun bağımsız kimliğinin ve sosyal ve ahlaki kalıplara karşı koyuşunun, tutkularıyla hareket edişinin, Amerikanlaşmaya karşı Meksikalılığını ve kültürel gelenekleri savunmasının ipuçlarını vermektedir. Meksika devriminin çocuğu olan Frida, yaşamı boyunca bedeninde ve ruhunda dolaşan acılarla yoğrulmuş isyan ateşini resimlerine yansıtır. Ama, bu resimlerini sanat sermayesinin kataloglarında görme imkanı bulamazsınız. Resimlerinde dik duran başına rağmen yoğun olarak hissedilen acının
FRIDA
“Ben hayatımda üç şeyden vazgeçemem. Birincisi aşkım Diego, ikincisi sanatım, üçüncüsü ise Komünist Partisi”
F
Gamze YILDIRIM
nedeni çocukluk yaşlarına dayanıyor. 6 yaşındayken çocuk felci geçirmesiyle başlıyor hikayesi... aylarca babası bakıyor Frida’ya. Geçirdiği çocuk felci nedeni ile bir bacağı gelişmiyor ve Frida “tahta bacak Frida” oluyor. Zorlu geçen çocukluk yıllarından sonra tıp eğitimi alır Okul’daki yılları onu, dönemin kültürel ve politik havasına çok yakınlaştırır; sanat, edebiyat, özellikle babasının yardımıyla Alman felsefesini irdeler. Daha sonra anarşist bir edebiyat grubuna dahil olan Frida, bilmediklerini öğrenme hırsıyla kitaplarla arkadaştır.. Giderek politik bir kimliğe bürünen Frida, 17 yaşında Komünist Gençlik Birliği’ne üye olur.18 yaşında ise hayatına damgasını vuran tramvay kazasını geçirir. Kahlo’ nun bütün hayatını derinden etkileyen kaza, 17 Eylül 1925’te, erkek arkadaşı Alejandro Gomez Arias ile birlikte otobüsle okuldan dönerken gerçekleşir. Bindikleri otobüs, bir tramvayla çarpışır ve çok sayıda kişi ölür. Alejandro Arias Gomez, trenin çelik çubuklarından birinin, Frida’nın leğen kemiği hizasında, bir tarafından girip, diğer tarafından çıktığını anlatmıştır.
Ambulans gelip de Frida hastaneye götürüldüğünde, doktorlar, omurgasının, bel bölgesinde üç noktadan kırıldığını, köprücük kemiği ile üçüncü ve dördüncü kaburgalarının da kırık olduğunu gördüler. Sağ bacağı on bir yerden kırılmış, yerinden oynamış ve ezilmişti. Sol omzu çıkmış, leğen kemiği de üç yerden kırılmıştı. Çelik çubuk karnının sol tarafından girip cinsel organından çıkmıştı. Doktorlar, tekrar yürüyebileceğinden, hatta yaşayabileceğinden bile şüpheliydiler. Onu parça parça bir araya getirmeleri gerekiyordu. 32 defa ameliyat olan Frida’nın çocuk felci nedeniyle özürlü olan sağ bacağı kesildi. Kızıl Haç Hastanesi’nden tam bir ay sonra, 17 Ekim’de ayrıldı. Taburcu edilmişti, ama aylarca evden çıkamayacağı düşünülüyordu. Resimle olan samimiyeti, resmin içinde kayboluşu, resmin onda doğuşu tamda o günlerde başlar. Yatağa mahkum geçen günlerinde sıkıntı ve acıdan kaçmak için resim yapmaya başlar. Kendisini görmek ve resmini yapmak için yanında küçük bir aynası vardır. 1925 yılından başlayarak, Frida’ nın hayatı, korkunç bir savaş ve omurgası ile sağ bacağında dinmeyen bir ağrıyla geçer. Ama çok acı çektiği halde, bunu göstermekten kaçınır. Hastayken bile sürekli gülümser. 5 Aralık 1925’te şunları söyler: “Başıma gelen en iyi şey acı çekmeye alışmaya başlamam.” Sadece Frida değil, ailesinin de bu duruma alışması oldukça zaman alır. Sürekli alçı korseyle yatan, acı8
lar içinde haykıran kızlarının karşısında çaresizdirler. Frida nın tedavi masrafları için aile elindeki her şeyi satmış, zor günler yaşamaktadır. Bir Pazar günü aile Frida’ nın odasında toplanır. Tahtalar taşınır, alet çantası açılır. Frida’ ya yeni bir karyola yapmaya karar vermişlerdir. O günün akşamı karyola bitirilir. Tıpkı kralların sütunlu karyolasına benzer. Annesi Matilde, sürpriz yaparak yatağın tavanına da bir ayna asar, Frida kendini seyredebilsin diye. Frida’nın ilk tepkisi dehşetlidir. Parçalanmış bedeni ve “kendisi” ile karşı karşıyadır artık. Bir süre sonra aynanın altında yatan bedenine, parçalanmış kimliğine daha az korkarak bakmaya ve aynadaki Frida’yı çizmeye başlar. Dayanılmaz şiddetteki ağrılarını duymamanın bir yoludur bu: “Aslında pek önem vermeksizin, resim yapmaya başladım” der sonraki yıllarda. Frida resim çalışmalarını sürdürür, mecburen başladığı resim yapma serüveni daha ailesine maddi olarak destek vermek için kullanmak ister. Yataktan kalkıp iyi hissettiği bir gün dönemin işçi partisi başkanı olan devrimci Diego Rivera nın yanına resimleri hakkında danışmak için gider. Pek çok kadının etrafında döndüğü Rivera; çirkin, uzun boylu, şişman bir adamdı. Patlak gözleri, yayvan bir burnu, kalın dudakları ve bozuk dişleri vardı. Her şeyiyle kaba olmasına rağmen, girdiği ortamlarda ışıldıyor, göklere çıkarılıyor, şöhretiyle, düşünceleriyle ve yarattığı polemiklerle her yerde ön
plana çıkıyordu. Diego ise önce bu bedeni yaralı ufak tek kaşlı kadını görmezden geldi ama görüşmeleri devam ettikce evlilikle sonuçlanan bir aşk içinde buldu kendini. 21 Ağustos 1929’da Kahlo ve Rivera evlenirler. Evliliklerinin ilk yılında Frida hamile kalır ama hamilelik sırasında yaşadığı sorunlar yüzünden, bebeği aldırır. Başına gelen kötü olaylar bununla da bitmez. Diego’nun, küçük kız kardeşlerinden biriyle ilişkisi olduğunu öğrenir. Hayatının sonraki yıllarında, başından iki düşük vakası daha geçer ve Diego’nun, başkalarıyla da ilişkisi olduğunu öğrenir. 1939 yılında nihayet boşanmaya karar verdir ama 1940’ta yeniden evlenirler. “Diego’ya aşık oldum, ailem bundan hiç hoşlanmadı,çünkü Diego bir komünistti ve bizimkiler onu çok çok çok şişman Breughel’e benzetiyordu. Bunun bir fille beyaz güvercinin evlenmesini andırdığını söylüyorlardı. Her şeye rağmen 21 Ağustos 1929’da evlendik. Diego’ya; ‘Kızımın hasta olduğunu ve yaşamı boyunca sağlık sorunları olacağını unutmayın. Akıllıdır ama güzel değildir. Bunu aklınızdan çıkarmayın. Her şeye rağmen onunla evlenmek istiyorsanız, rıza gösteriyorum’ diyen babam dışında düğüne kimse gelmedi.” Frida için Diego’nun anlamını, günlüğüne yazdığı şu sözlerden izlemek olanaklı: “Başlangıç Diego ... Yapıcı Diego ... Çocuğum Diego Ressam Diego ... Ba-
bam Diego ... Oğlum Diego Sevgilim Diego ... Kocam Diego Dostum Diego ... Anam Diego Ben Diego Evren Diego” İlişkileri, inişli çıkışlı ama, hep tutkuludur. Rivera, skandallar yaratan ilişkiler kurar ve defalarca Frida’yı aldatır. Frida’yı aldattığı kadınlardan biride Frida’nın küçük kız kardeşidir. Frida’nın da “aşk” diye tanımladığı ilişkileri olur. Bunlardan biri de, Rivera’nın Meksika Cumhurbaşkanı’ndan aldığı özel izin sonucu Meksika’ya gelen Troçki’yledir. Troçki, Kahlo’nun evine yerleşir. Aralarında engellenemez bir yakınlık olur. Gizlilik koşullarında bir süre devam eden ilişki, Troçki’nin karısı tarafından fark edilir. Frida, Troçki’den ayrılır. Frida’nın sağlığı sık sık bozulur. Dayanılmaz ağrıları teklarlar. Buna rağmen bütün gücüyle resim yapar. Amerika’da, Fransa’da sergiler açar. Başarıdan başarıya imza atar. Ama içindeki boşluk duygusundan kurtulamaz. Üç gebeliği de düşükle sonuçlanır. Bebeğe yaşam vererek, bir anlamda bedenindeki ölümle yaşam arasındaki mücadeleden, yaşamı doğurmak ister. Frida, çocuğu olmadığı için, bakıp oyalanabileceği hayvanlar besliyordu. Bunlarla ilgili iki portresi vardır: 1941’de yaptığı “Ben ve Papağanlarım” ile 1943’te yaptığı “Maymunlarla Otoportre”. 1950 yılında, omurgasından olduğu ameliyatlar nedeniyle, yine dokuz ay hastanede yattı. 1953’te ise
Meksika’daki galerisinde, ilk kişisel sergisini açtı. Bu sergiye katılamaması, yatağından çıkmasının mümkün olmadığını söylemiştir doktoru. Ama Frida içinden çıkmadığı yatağını taşıyan karyola ile sergiye katılmıştır.1954’te, hastalığı ağırlaştı. Buna rağmen Kuzey Amerika’nın Guatemala’ya müdahale etmesine karşı yapılan gösteriye katılmıştı. 13 Temmuz 1954’te, akciğerlerindeki damarların tıkanması sonucu ölmüştür. Sık sık intihar adına söylemlerde bulunduğu için intihar ettiğide düşünülmektedir. Ölmeden önce yazdığı son notta şöyle demiştir: “Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım” Frida’ nın sanatı sürrealist olarak tanımlanmak istense de o bunu reddetmiş sadece kendisini çizdiğini, hayallerini çizmediği ni söylemiştir. Bir sürrealist ressam kabul edilse bile gerçeklik Frida’ nın üç cümlesinde gizlidir; “Ben hayatımda üç şeyden vazgeçemem. Birincisi aşkım Diego, ikincisi sanatım, üçüncüsü ise Komünist Partisi’” “Sanat tarihinde ilk kez bir kadın, tam bir içtenlikle, yalın ve sakinliği içinde acımasız denebilecek bir içtenlikle yalnızca kadını ilgilendiren genel ve özel olguları dile getirmiştir. Çok yumuşak ve zalim ola-
rak da nitelenebilecek içtenliği, bazı şeylerin kesin ve tartışmasız bir biçimde tanıklığını yapmasını sağlamıştır; bunun için kendi doğumunu, meme emmesini, ailesi içinde büyümesini ve her türden korkunç acılarını, kesin olgularla duyguları genelleştirip, onları kosmogonik ifadesine ulaştığı durumlarda bile her zaman yapmış olduğu gibi gerçekçi kalarak, derine inerek resmetmiştir... Frida Kahlo Meksika ressamlarının en büyüğüdür. Geleceğin dünyası için sahip olduğu değeri ölçmek mümkün değildir.” Bu sözler dünyanın en ünlü ressamlarından Meksikalı Diego Rivera’ nın; 25 yıllık eşi-sevgilisi Frida Kahlo’ nun sanatına ilişkin. Pablo Picasso da Paris’te açtığı serginin ardından,
benzeri bir yorum yapar Rivera’ya Kahlo için: “Ne sen, ne Derain ne de ben, Frida Kahlo gibi yüzler çizmeyi biliyoruz”. Aynı sergide Wassily Kandinsky, Kahlo’yu gözyaşları içinde kutlar. Frida’nın resimleri rahatsız edici görünebilir. Dik başlı meydan okuyan bakışlar kimi zaman, kimi zaman Frida başlı oklar yemiş bi ceylan, kimi zaman parçalanmış uçuşan organlar, yıkım, kayıp, kan, acı ama asla kökleri topraktan kesilmeyen varlıklar.... Yaşam ve ölüm, bedenin parçalanmışlığı ve aklın bütünlüğü, geleneksel olanla modernlik, gerçek ve beklentiler... Acıyı, umudu, umutsuzluğu ya da direnci anlattı resimlerinde Frida. Kendi gerçekliği ile birlikte Meksika gerçekliğini çizdi. “Elbisem bu askıda asılı” adlı resminde Amerikan kültürünün öğelerini bir çöplük gibi üst ü s t e
yığdı. “Kökler” ile Meksika tarihinin derinliklerine işaret etti... Kahlo’nun sanatında genel olarak bedenin hissettikleri anlatılıyor. Bedeninin çektiği acı... Çocuk felci, kaza, bitmek bilmeyen ameliyatlar, buna rağmen “Hasta Değilim” diyordu. “Sadece paramparçayım, yine de resim yapabildiğim sürece hayatta olmaktan memnunum”. En büyük acıyı resim yapamaz hale geldiğinde yaşadı. Resimlerinde açık bir somutluk ve bunun gerçekliği ölçüsünde direnç... otuz iki kez kesilip biçilmeye direnmenin de ötesinde bir şeyler.... Frida acıların olgunlaştırdığı bir kadın. Direnmenin ve tutkunun belirlediği bir yaşam. Bireysel acılarını evrensel acılara adamayı bilen bir devrimci. Korselerle ayakta durabilen Frida Kahlo’yu yarılmış çıplak bedeninden görünen ve omurgasını simgeleyen kırık bir antik Yunan sütunuyla ve vücudunun her bir noktasına çiviler saplanmış bir halde resmeden bir otoportr e d e n daha
iyi ne anlatabilirdi ki? Resimlerinde sembolik, gerçekçi ve sürrealist bir teknikle kendi acısını ve cinselliğini anlatan Frida, resimle kendini yeniden doğurur ve bu doğumu, Doğumum adlı tablosuna bütün çarpıcılığıyla yansıtır. Andre Breton’un desteğiyle açtığı serginin getirdiği uluslararası ünle, tablolarından para kazanmayı başaran Frida, Kandisky’ nin de dikkatini çeker. Çerçeve adlı tablosu, bugün Louvre Müzesi’ndedir. Sanattaki feminizmi ve politik kimliğinin yanı sıra, biseksüel cinsel yaşamıyla da bir çok insanı ve sanatçıyı etkileyen Frida Kahlo, devrimci ruhuyla bugün edebiyattan, toplumsal cinsiyet çalışmalarına da kadar bir çok disipline ilham kaynağı olan modern eserleriyle ölümsüzleşmiştir. Ressamın 70 tablosundan 50’si bugün, büyük bir Kahlo fanatiği olan Madonna’ nın koleksiyonunda bulunuyor. “Yapıtım Asla yazılamayacak denli güzel özyaşam öykümdür.” diyor Meksikalı ressam otoportreleri için. Yazılamayacak ve bir daha yaşanamayacak kadar inişli çıkışlı, tutkulu, direniş dolu bir yaşam..... Kendi tanımıyla ‘uçmak isteyip de uçamayan bir kuş’tur Frida KAHLO..... Selam olsun devrimin kırlangıç kaşlı asi kızına......
Gonca ÇALIŞKAN
B
ilet kuyruğunda, banka kuyruğunda, iş bulma kurumunun kapısında ki kuyrukta, fatura kuyruğunda, otobüs kuyruğunda hiç bilemedi soğuk kaşelerde kalmış, devlet kayıtlarına geçmiş bu ömrün kendisine ait olduğunu. Bu bir hayattı ve madem bir kez dünyaya gelmişti öyleyse yaşayacaktı. Hiç sormadı neden, niçin. Hiç bilemedi de zaten. Hiç şaşırmadı mesela öyle gözleri fal taşı gibi açılarak, hiç gülmedi filmlerdeki gibi keskin kahkahalarla gözlerinden yaşlar gelerek. Hiç ağlamadı sarsıla sarsıla içinde volkanlar patlarcasına. Çok parası olmadı hiç ya da vazgeçemediği bir zevki. Hayatında tek bir tutkusu oldu o da babasının tokadıyla son buldu. Bir daha hiçbir şeye tutkuyla bağlanmaması gerektiğini işte o zaman öğrendi. Daha yirmili yaşlarını sürüyordu, askerden gelmişti, işsizdi. Tüm akranları ve arkadaşları gibi o da ilk cinsel bilgilerini ucuz porno filmlerden öğrenmiş; ilk tecrübesini bir genelevin günde bilmem kaç kez ziyaret edilen bir odasında ucuz parfüm ve birbirine karışmış sayısız ter kokusu arasında, iki kişilik uyduruk bir yatakta kendisine bir beden büyük gelen bir şuhlukla üzerine uzanan bir kadından öğrenmişti. Onun çevresinde sanki bu bir kuraldı. Bir erkek on altısına bastığında porno filmler izlemeye başlar yirmili yaşlarında da bir genelevde tüm bu bildiklerini uygulardı. O sıradan bir insandı ve yine tüm sıradan insanlar gibi sorgulamadan yaşıyordu. Herkes ne yapıyorsa aynısını yapıyordu. İlk kez arkadaşlarıyla girdi o genelevin kapısından. Önce biraz tiksinir gibi
oldu gördüğü manzara karşısında. Bir evin ön cephesi camdandı ve o camın arkasında hiçbir zevki yansıtmayan ve sadece açıkseçik olduğu için giyilmiş giysilerle dolaşan, bunca azgın erkeği tatmin etmekten yorgun ve hatta biraz da çirkin kadınlar vardı. Camın önünü bir kalabalık kaplamıştı. Neden içeri girmediklerini hiç bilmediği bu adamlar çeşitli kaba sözlerle kadınlarla konuşmaya çalışıyorlardı ve kendilerine edilen bunca küfür hiç umurlarında olmayan kadınlar tiyatronun tozunu yutmaya alışmış bir sanatçının sahnedeki rahatlığıyla dolaşıyorlardı o müzayede salonunda. Birer mal gibi sergilendikleri o küçük salonda az sonra kimin kolları arasında olacaklarını bilmeden bekliyorlardı. Daha sonra defalarca gireceği bu salona dair ilk anda duyduğu o tiksinti yerini hemen heyecana bıraktı. Ve ömründe ilk kez kendisi için bir şeyi seçerek dalgalı saçları boyadan yıpranmış, 30’larını sürmekte olan kırmızı dudaklı kadını gösterdi. Kadın yeni ‘müşteri’ bulmanın “haklı” gururuyla yerinden ağır ağır kalktı. Ufak-tefek bu delikanlının yanına yaklaştı ve eliyle ‘takip et’ işareti yapıp kalçalarını sallayarak yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya başladı. Üzerindeki kısa elbise o yürüdükçe hafif hafif sallanıyordu ve bu tecrübesiz delikanlıyı daha da heyecanlandırıyordu. Biraz da korkarak girdiği o kapıdan artık erkekliğini kanıtlamış biri olarak çıktı. Ancak o kapıdan çıkarken bilmediği bir şey vardı oda bu ilk tecrübenin daha yıllarca içinden çıkmayacak bir acıya gebe olduğu. Bir kadınla en yakın olduğu anı otobüsteki o küçük itişip-kakışmalardan öteye 11
geçmeyen bu delikanlı için ne kadar da önemliydi yaşananlar. Sonra kendisi bile farkında olmadan ayakları onu defalarca oraya götürecekti. Ve hatta hayatının bu ilk kadınına aşık bile olacaktı. Bir defasında başı kadının göğsünde kendini ucuz bir saatin tik taklarına bırakmış bu kesik kesik soluğu dinlerken kendisinin bile yabancısı olduğu bir sesle “güven bana” bile demişti. Kadın yılların verdiği bir tecrübeyle susmuştu. Çünkü daha önce niceleri demişti bu sözü. Ne bıçkın delikanlılar, ne memurlar, ne işçiler. Hatta kimisi daha da ileriye gidip sözler vermiş, yüzükler almıştı. Önceleri o da umutlanır yüzüğü ‘meslektaşlarına’ uzun uzun gösterir caka satardı. Sonra da her defasında başı önüne düşmüş, ağlamaktan gözleri şişmiş bir halde anlardı: Kimse bir orospuya verdiği sözü önemsemiyordu. Bir coşkunlukla edilen bunca söz boştu. Ve ne bu sözün ne de bu ufak-tefek delikanlının bir ehemmiyeti yoktu, ne de diğerlerinden bir farkı. Kadının inanmayışı delikanlının cesaretini kırmıştı biraz ama serde gençlik olduğundan dedikleri ona dünyanın en makul, en doğru şeyi gibi geliyordu. Her hafta uğrar oldu hatta bir aralar. Bir iş bulmuştu kendine çalışıyordu, yakında bu kadını kurtaracaktı bu hayattan ve sadece onun kadını olacaktı. Ömründe ilk kez kendisi için bir şey istiyordu hem de bu kadar çok. Bu coşkunluğun ve gençlik ateşinin verdiği cesaretle babasının karşısına geçti. Oğluyla aynı yollardan yürümüş hayat tecrübesini tıpkı oğlu gibi örselenerek edinmiş bu adam oğlunun sözleri karşısında sert bir duvara çarpmış gibi irkildi. “bir orospunun evine, kendi namuslu evine gelin olarak getirilme ihtimali” tüylerini diken diken etti.
12
Ve olanca hiddetiyle bu hayata ilk ve son kez baş kaldıran delikanlının suratına bir tokat indirdi. Yediği tokattan sonra bu delikanlının öğrendiği tek şey hiçbir şeyi kendisinin seçemediği gerçeği oldu. Ailesi delikanlının bu ‘ahlaksız’ isteği karşısında ne yapacağını şaşırdı ve son olarak çareyi onu evlendirmekte buldu. Derhal uygun bir gelin arayışına başlandı ve ‘helal süt emmiş, namuslu ve eli yüzü düzgün’ bir kızcağız bu delikanlıyı evine bağlamak için feda edildi. Delikanlı kalbinde ilk aşkın acısı ve yüzünde ki tokadın ezikliğiyle ilk kez nişanda gördü müstakbel eşini. Ve ardından başka türlü bir müzayede salonunda seçilen bu kızcağız beyazlar içinde sunuldu delikanlıya. İşte o andan itibaren sıradan hayatı daha bir sıradanlaştı. Kendisi gibi sıradan bir insan olan karısıyla heyecansız, ruhsuz ve şehvetsiz sevişmeleri sonucunda iki çocuğu oldu. Sonra da sanki kendisinin olmayan bir hayatı yaşıyormuş gibi yaşadı. Herkesin yaptığı şeyleri yaparak, herkesin yürüdüğü yollarda yürüyerek, işe herkesle beraber gidip herkesle beraber gelerek sürdürdü hayatını. Hatta bazen insanları taklit ediyormuş gibi bir yanılsamaya düştü. Ama çok durmadı üstünde yaşadı bildiği ve gördüğü gibi. Tıpkı yaşamı gibi ölümü de sıradan oldu. Bir iş kazasında göçük altında kalarak can verdi. Sessizce ve gözyaşları arasında herkes gibi toprağa verilen bu adamdan geriye sadece devlet kayıtlarına düşen “öldü” ibaresi kaldı.
A
kmeşe Köyü; Sivas iline 160 km, Divriği ilçesine 20 km uzaklıktadır. Divriği’nin kuzeybatısında yer almaktadır. Kangal-Çetinkaya yol ayrımından gidilir, Yağbasan ve Sincan istikametinden güzergah devam eder. Divriği’ye gelmeden 20 km geride yer almaktadır. Akmeşe’ nin yakınında yer alan köyler; Erikli, Sincan, Yazıköyü, Karakale, Eskibeyli, Kekliktepe, Ekinbaşı ve Cürek’ tir. Akmeşe Köyü her dönem Divriği’nin en kalabalık köyü olmuştur. 4 mahalleden oluşmaktadır. Orta Mahalle, Tekke Mahallesi, Kilise Mahallesi ve Pur Mahallesi. Hane sayısı kalabalık olan Akmeşe’ de son zamanlarda sayı 200’lere kadar gerilemiştir. Özellikle Divriği Demir Çelik İşletmelerindeki özelleştirmeler ve uygulanan Devlet politikası yüzünden işçi alımları durmuş ve çalışan köylüler içinde ekonomik zorluklar başlamıştır. Köy halkının çoğunluğu ekonomik zorluklardan dolayı; İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde yaşamlarını sürdürmektedir. Tarım ve hayvancılık yok
denecek kadar azalmıştır. Bugün ise köylüler kendi olanakları ile hazırladıkları bahçe ve bostanlardan elde ettikleri ürünlerle gündelik gıda ihtiyacını karşılamaya çalışırlar. Nüfus müdürlüğünden alınan son verilere göre Akmeşe nüfusuna kayıtlı yurt genelinde 4173 Akmeşeli vardır. Yine bu nüfusun %37’si üniversite; % 43’ü lise % 20’si ise ilkokul mezunudur. 1990’lı yıllara kadar Ziniski olarak bilinen köyün ismi Akmeşe olarak değiştirilmiştir. Ermenice bir söz olan Ziniski’ nin tarihte yer alan asıl adı ise ‘Zafeski’dir. Dereköy yada Dereiçi anlamına gelir. 950 yıllık bir geçmişe sahip olan Ziniski de; Ermeni, Rum ve Türk halkları yüzyıllar içinde birlik, barış ve kardeşlik içinde yaşamıştır. Ancak refah durumu yüksek zanaatkâr kesimi oluşturan Ermeniler ile ticaretle uğraşan Rum ahali arasında zamanla rekabet oluştuğu ve bu iki grup arasında zaman zaman anlaşmazlıkların olduğu bilinmektedir. Halen işlenmiş ve döküm ocağı olarak kulla-
nılmış cürufların kalıntılarına günümüzde de rastlanılmaktadır. Ziniski’ nin tarihsel sürecine bakıldığında Mengücekliler döneminin önemli bir kasabası olduğu ortaya çıkacaktır. Bağı, bahçesi, hanları, hamamları ve büyük bir pazar yeri olan Ziniski de birlik içinde yaşayan halklardan Ermeni nüfus demircilikle, Rum nüfus ticaretle ve Türk nüfusta hayvancılık ve tarımla uğraşmıştır. Bugün ise o dönemden bugüne kalan bazı kalıntılar mevcuttur. Çok az kişi eski adı ile Ziniski de nal, çivi ve silah yapıldığını bilir. Ziniski halkının Divriği demir madenlerini atölyelerde işleyerek savaş malzemeleri yapması buranın ne denli önemli bir yer olduğunu ortaya çıkarır. Ancak tarihte Akmeşe Köyü ile ilgili bilinmeyen pek çok ilkler vardır. Osmanlı devletinin ilk yıllarında demir madenini işleyerek Osmanlıya savaş malzemesi hazırlayan ilk köydür. Sadece Osmanlıya değil o dönemki adıyla Acemistan’a (şimdiki İran) savaş malzemeleri ihraç eden ilk köydür. Yine o döne13
min Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman’a yazılı olarak yani dilekçeyle müracaat eden ilk köydür. 17.yüzyılda yaşamış Şair Fakir Edna Akmeşe’ den yetişen ve tarihe adını yazdıran önemli şahsiyetlerdir. Yine Osmanlı maliye teşkilatında çok önemli görevler alan İbrahim Ağa Akmeşe Köyündendir.Bu zatın ismi vakfa gösterdiği yararlılıktan dolayı daha sonra Ziniski deki en yüksek tepeye verilmiştir. Ancak Akmeşe Köyü denilince akla ilk olarak Seyyit Baba gelir. Seyyit Baba Akmeşe Köylüleri için çok büyük önem teşkil eder. Sadece Köy halkı için değil tüm Divriği halkı içinde bu durum böyledir. Seyyit Baba, Mengücekliler döneminde yaşayan ve sancaktarlık yapan, bu uğurda savaşırken şehit düşen bir Alp-Eren’ dir. Sayın Kutlu Özen’in yazdığı Divriği Evliyaları adlı kitabında şu cümleler yer almaktadır. “Hünkar Hacı Bektaş’ tan kendine yurt edinmek için izin isteyen Seyyit Baba, Hünkar’ın “ merkebin nerede kuru ot yerse mekanın orasıdır”sözü ile yola çıkar ve Ziniski’ ye kadar gelir. Merkebinin kuru otu yemesi ile Ziniskiyi yurt tutar” 17. yüzyılda Akmeşe’ de doğan Fakir Edna’nın Seyyit Baba için yazdığı bir şiir vardır. SEYYİT BABA Sabah erdim vardım Seyyid Baba’ya Yüzüm sürdüm şehitlerin taşına
14
Dolandım tecella kıldım dergah Vardım düştüm sancağının başına Bir ismi Hayder’dir, bir ismi ALİ Sancağı Cennet’te geldi bu veli Hak nazar eyledi doldu bu dolu Canım kurban kadeh sunan eline Fakir Edna’m der ki babına varsam Yeşil sancağına yüzümü sürsem Ölmeden açsam da görsem Gör üstadım Hatayi’ nin işi ne…
Seyyit Babanın türbesine sa-
dece Akmeşe’ de yaşayan köylüler değil, çevre köylerden, ilçelerden, çevre illerden ziyaretçiler gelmektedir. Özellikle çocuğu olmayıp Seyyit Babayı ziyarete gelenler, huzuruna varıp ayrılmış ve çocukları olunca da çocuklarına Seyit adını vermişlerdir. Diğer köylerde olduğu gibi Akmeşe Köyünde de düşekler vardır. Bunlar; Diynencek, Kılıç meşe, Erkız Ana, Hıdırellez, Öksürük deliğidir. İstanbul’ da ikamet eden Akmeşeliler 17.11.1993
yılında “Birlikten kuvvet doğar” sözünü anımsayarak dayanışmanın en güzel örneğini göstermiş ve Akmeşe Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneğinin temelini atmıştır. Sırası ile görev alan tüm başkanlar dernekte etkin roller almışlardır. Bugüne kadar da Akmeşeli köylülerin desteği ile faaliyetlerine devam etmektedir. Şu anda başkanlığını Hüseyin Tanrıveren’in yaptığı dernekte Zeynel Direk, Sabahattin Muratalan, Ahmet Çabuk, Müslüm Gürsoy, Mehmet Yurt, Tuncay Gürsoy ve Gençlik Kolu Başkanı Gökmen Dirlik’ in çalışmaları ile faaliyetlerini devam ettirmektedir. İstanbul’ da yaşayan Akmeşeliler bayramlaşmalarda ve çeşitli etkinliklerde bir araya gelip, hasret gidermektedir. Akmeşe Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği; bayramlaşma, aşure, yemek gibi faaliyetlerde kullanılmak üzere yaklaşık 250 kişi kapasiteli bir binada hizmetlerini sürdürmektedir. Her yıl düzenli olarak Aşure çorbası yapılmakta, bayramlaşmalar gerçekleşmekte, her yaz Ağustos ayının ilk haftası Akmeşe Köyünde Kültür Şenliği düzenlenmekte, İstanbul’da dayanışma gecesi yapılmaktadır. Ayrıca Divriği Kültür Derneği’ nin çalışmalarına destek vermekte, organizasyonlarına katılmakta ve özellikle gençler için düzenlemiş olduğu futbol turnuvalarına her yıl katılmaktadır.
z u
k uy
3
yıl önce bu gün, Hrant Dink’in öldüğünden habersiz günlük koşturmacılarımın içinde işle ev arasında ki yoğun, tempomdan yorgun bir şekilde evime gelmiştim. Bilgisayarı açtığımda eski bir dostumun Hrant Dink’in ölümünü yazan bir iletisini gördüm. Hrant Dink’in o an için kim olduğunu hatırlayamamıştım. Ve sormamıştım da. Daha sonra bir telefon geldi. Bu telefon da ki arkadaşım eyleme çağırıyordu. Hrant öldü. Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni dedi. Sonra bende ki jeton düştü, aylardır hedef haline getirilmiş Hrant Dink’i
o an için hatırlayamamanın verdiği mahcubiyeti üzerimden atamadım. Küçük kızımı da alarak Kıbrıs Şehitliği’ne adeta kendimi affettirmek istercesine koştum. Hrant Dink ile ortak dostlarımız vardı. Çocukluk arkadaşım yıllarca cezaevinde yatmış ve çıktığının ilk yeni yılını Hrant Dink ve ailesiyle geçirmişti. “Bekle Özgür, bir yeni yılda orda kutlayacağız” demişti . Ancak ,Akın Olgun’la, bir yeni yıl kutlayacak kadar şanslı olamadık. Sevgili eski dost Akın Olgun şimdi, Bir Gün gazetesinde yazıyor ve Hrant
Dink’in ölüm yıl dönümü nedeniyle, Bir Gün gazetesinde ki köşesinde, Rakel Dink’in ona verdiği hediyesinden bahsetmiş. Akın Olgun’un bu yazısından birkaç gün önce, ben rüyamda Rakel Dink, Ayşe Önal ve Akın olgun’u rüyamda görmüştüm. Rüyalarım benim için hep bir şeylere işarettir. Bu rüyamın da Akın’ın yazısına işaret olduğunu anladım şimdi. Hrant’a hazırlanan suikastın, devletin her kademesi tarafından bilindiği, ancak önlem alınmadığı, insanın kanının donduğu ve bu kadarına da pes denildiği bir durumu ortaya çıkardı.. İnsan olmak, insan farklılıkları ile bu ülkede 15
u
s
yaşamak, düşüncelerini ifade etmek maalesef, Türklük engeline takılmış ve Türk olmadığı için yargılanmış, yargılandığı yetmiyormuş gibi hedef haline getirilmiş, sonrada vay bu ülke de derin devlet varmış, ve bu ortaya çıkarılacakmış, -ecekmiş, -acakmış ,-mış ,-mış… Devlet büyüklerinden birine suikast düzenlenecekmiş, bunun için derin kozmik kasalar ortaya dökülürmüş… Ama gel gör ki bir gazeteci için nerdeyse bir yıl ortada her kese duyurulmuş , planı iletilmiş, işlenmesi planlanmış bir cinayet için kimse seferber olmadı. Bu ülke de insan hayatının değerli olması için demek ki, devlet büyüğü olmak gerekiyor.Bülent Arınç gibi olmak gerekiyor. Düşünürseniz, yazarçizer tayfasındansanız, bilim insanıysanız bu bir önem arz etmemektesiniz demektir.. Ya da etnik kökeniniz de Ermenilik, Kürtlük, Alevilik etiketiniz varsa , zaten bu ülke genetiğine, dokusuna aykırısınız demektir. Bu ülkeyi sevmek için sadece Türk Sünni ve Müslüman genetiği taşımanız gerekiyor. Bu ülkede söz sahibi olmak için sadece Türk Sünni ve Müslüman genetiğine sahip olmak gerekiyor gibi bir mantık anlayışı benim ruhumu üşütüyor. Korkutuyor. İnsanlığın milliyetçiliğe ve Müslümanlığa kurban edildiği bir süreçtir Hrant’ın ölümü. 24 Ocak Uğur Mumcu’nun ölüm yıl dönümü ve bu ayların kurtların dumanlı havalarda avlandıkları aylar olarak görüyor ve bu vatanın, düşünür, yazarçizerine karşı çok acımasız olduğunu biliyoruz. Daha dün Ağca’nın bir kahraman gibi karşılanması, Papa’ya suikasttan ötede, Abdi İpekçi’nin katili olarak 16
bizlere ne hissettirdi. Bizler çabuk unutuyoruz ve çabuk değişkenlik gösteriyoruz. Genetiği ile oynanmış yiyeceklerin uzun süredir bize gizliden yedirilmiş olmasının etkisi olabilir mi acaba? Dünya’da siyasetin, her geçen gün ilkelleşmiş bir yönetim şekli anlayışı ile hayatımızı, geleceğimizi, dünya kaderini karanlığa sürüklediği gerçeği benim için aşikârdır. Düşünürlerin ne düşündüğünü bilemiyorum.
Ancak Dünya da tırmandırılan, din, milliyetçilik trendi insanların, insan olduklarını ortaya koyma haklarını ellerinden alıyor. Bu gün bir mum yakalım ve bu mum umutlarımızın üşümemesi adına olsun. Umudumuz sönmesin.
ELBİSE!
YENİ
İsmail Asil
H
ayat bizleri bazen ne kadar da şaşırtıyor. Bugüne kadar hep alttan alta söylenen ama bir türlü açıkça itiraf edilmeyen bir sözü, bugün AKP’nin bir devlet bakanı, Yazıcıoğlu itiraf etti: “Alevilere bugüne dek dikilen elbiselerin hiç birini beceremedik, oysa ki biz Allah’ın izniyle yeni bir elbise dikip uyduracağız”! Anlaşılan İslam’ın katı kurallarını kabul etmeyen, inancı ve hayat algılaması farklı olan Alevileri yüzyıllardır kendilerine benzetmeye çalışan, bunun için her türde kıyımdan geri durmayan, zihniyet hala hırsını alamamış. Onları bir kez daha tilkinin tavuk civcivlerini sevdiği gibi ince yöntemlerle halletmek, gerçek kimliklerinden ve toplumsal temellerinden uzaklaştırıp, yeniden asimile etme yöntemlerini devreye sokmuş gözüküyorlar. İşte bunun içindir ki, onları düne kadar Müslüman saymayan, onları yok sayıp aşağılayan, ‘sapkın’ olarak tanımlayıp, katli vacip ilan ederek kefen biçenler,
bugün yeni bir elbise dikme ihtiyacı hissediyorlar. Bugünkü elbisenin provasını da, egemen siyasetin günahlarından beslenen ve oldukça güç kazanıp tüm köşe başlarını tutmuş olan, siyasal islamın her tonunu içinde taşıyan AKP yapmak istiyor. Bu kez AKP sahte gönül alma taktikleriyle kendi alevisini yaratmak istiyor. Hem de uzunca bir süredir Alevi geleneğini soldan ayrıştırma hevesi içinde olan güçler ve “yol düşkünleriyle” beraber kolkola. Hani yıllar önce İranlı devlet yetkilisinin Diyanet yetkilisine söylediği, “Şu Alevileri ya sizler Sünnileştirin, ya da bizlere olanak tanıyıp bizler Şiileştirelim” sözünü, Sünnileştirme boyutuyla uygulamaya geçmiş görünüyorlar. İşte bu zihniyetten feyiz alan AKP projesinin iki temel ayağı var: İlki Alevileri kendi köklerinden koparıp kendilerine yabancılaştırmakla işe koyulmak. Nasıl olacak bu? Elbette ki “Türk İslam” kazanına atıp kendi renk-
lerine boyamakla! Onların dün Türklüğünü keşfedenler bir de İslam elbisesini giydirmeyi benimsetti mi, al sana “ılımlı Alevi İslam sentezi”! İkinci adımda onları temel dayanaklarından yani soldan koparmak olacak. Resmin bütününe baktığımızda asıl murat ettikleri, Aleviliği siyasal islamın yedek gücü haline getirmektir. Bu bağlamda önce Aleviliği sadece Ali ve Ehlibeytle sınırlamakla başlayacaksın, her türden toplumsal sorunların tartışılıp konuşulduğu, kadın erkek ayrımsız “halk” olunan cem evlerinde güzel Kur’an okuma yarışmaları düzenleyeceksin, muharrem günlerinde şaşalı iftarlar verdireceksin, sadece cem evlerine maaşlı birer “resmi hizmete mahsustur” özel plakalı dedeler ve hocalar atayıp devletin resmi birer hizmetli memuru haline getireceksin, oldu mu sana Türk İslam Aleviliği. İşte dikilmesi hesaplanan yeni elbiseden beklenti, onları kendilerine yabancılaştırıp,
17
sistemin eklentisi haline getirmek, kendisini, adı Alevilik olan İslam’ın Ali bulamaçlı bir haline çevirip bin yıllık var olma direnişini sona erdirmek. Geçmişte despotik devletlere karşı Türkü, Kürdü, Arabı, Arnavutu ile halkların bir kurtuluş umudu olarak şekillenmiş olan Aleviliğe dikeceğiniz böylesi bir elbise yinede uymayacaktır. İslam’ın içine sığmaz, onun bir mezhebine indirgenemez olan Alevilik; İslamiyet kadar diğer inançlardan da almış, mevcut diğer inançların ötesinde kendine özgü bir sentezdir. “Biz mezhep bilmeyiz, yolumuz vardır” diyenlerin, arka planda tarihselliğin bir ürünü ve inancı olan Aleviliği, İslam öncesi ve dışı köklerinden koparıp sadece İslam inancı ve Şii mezhebiyle tanımlayamazsınız. Zalimlere karşı mazlumun yanında olan, kırklar cemine peygamberi bile “fakirlerin hizmetkârıyım” dedirtene kadar içeri almayan, “Tuttum aynayı yüzüme/Ali göründü gözüme” diyerek kendine özgü Ali’sini vurgulayan, “Dervişlik hırkada tacda değildir/Işık oddadır sacda değildir/Hak’kı istersen ademde iste/Kudüs’te, Mekke’de Hacda değildir” diyen, “benim kâbem insan, kıblem dost yüzüdür” diyen, “günah yok pişmemiş çiğ lokma vardır” diyen bir inançtır Alevilik. “Daha Allah ile cihan yoğ iken/Biz onu var edip ilan eyledik/Hakka layık hiçbir mekan yoğ iken/ Hanemize aldık, mihman eyledik” deyip “sırrı hakikat” anlayışında yaratanın da yaratılanın da kendisi olduğu sevgi tanrısı yerine, kıldan köprüler yapan, katran kazanlarına
18
atıp kaynatan, elde terazi günah ve sevap ölçen kendi yaratanla rını dayatmaya kalkıyorlar. Oysa Alevilik onların inancından temel ayrımla, “bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen, çağın gereklerine göre davranıp sorgulayan, yeri geldiğinde itiraz edebilen, “72 millete bir nazarda” bakan, “soy evlatlığı değil yol evlatlığını” esas alan, “gök kubbe altında bütün canlar eşittir” diyen bir anlayıştır ve işte bu özgün inanca yeni kılıflarla “Türk İslam” kimliğini biçilmeye çalışılmaktadır. Burada toplumu tekleştiren, Sünnileştirme çabaların son halkası olan AKP’nin bilmezden geldiği gerçek: ibadetlerinde olsun, insan, evren ve tanrı algılamasında olsun farklılıkları olan Aleviliğin,Şiiler ve Sünnilerden yapısal farkının sadece kural ayrılıkları değil, tüm temel noktaları kapsadığı gerçeğidir.Bugüne kadar Alevileri iteleyen, ezen, yok saymayı bir çözüm olarak gören anlayışın, şimdi de AKP eliyle onu siyasal İslamın potasında eritmeye her türden otarite karşısında kulluk ve biat ettirme çalışmalarına verilecek tavizimiz olmadığı bilinmelidir. Cem evlerini önce yasaklayan, bunu sürdüremeyince camileştiren, dedeliği yasaklayan, onların “telli kuran” dedikleri sazın ruhuna uygun olmayan, saz çalan imamlar haline getirmeye çalışan, dinlerini sadece vicdan-
larında yaşayanları İslamın şekli ibadet kültürüne çekmeye çalışanların Aleviliğe bir katkıları olamaz. Kaldı ki Ortodoks inançlar karşısındaki kendine özgü “batini” yorumlarının “sırrına” ermeden, o batıniliğin yorumunu görmezden gelip inançlarından soyutlarsan Alevilikten geriye hiçbir şey kalmaz. Dolayısıyla onlara saygılarını göstermenin yolu, Aleviliği tanımlamaya ve bazı dedeleri satın almaya çalışmak değil, inançlar karşısında eşit mesafeye geri çekilme, zorunlu din derslerini kaldırma, Diyanet’i sadece bir din hizmetleri denetleme kurumuna indirgeyip bütçesini eğitim ve sağlık alanına kaydırma, Madımak’ı müze yapma ve bugüne kadar Alevilere yapılanlar adına özür dilemek olmalıdır. Bunun ötesinde devlet görevlilerine inanç alanına müdahale etmek yakışmaz. İnanç inananların özel alanıdır ve zaten laiklik de bunu gerektirir. Esasen Aleviler, kendi inançsal kimliklerinden kaynaklanan temel sorunlarının çözümünün, gerçek laik bir devlette ve demokrasi içinde karşılık bulacağını bilirler. Kısaca Alevilerin devletten ve hükümetten beklentisi; laik, demokratik ve sosyal hukuk devletinden beklenen evrensel normlardan ibarettir. Bunun dışında söylenmesi gereken son söz, bize gölge etmesinler, başka ihsan istemiyoruz olabilir ancak.
8 MART IN 1OO. YILINDA, DİRENEN
TEKEL İŞÇİSİ KADINLARI SELAMLIYORUZ
-DKD: Bize kendinizi tanıtır mısınız? -Tekel İşçisi Hediye: Ben Hediye Ercan. Diyar-
bakırlıyım. Beş çocuk annesiyim. 21 yıllık Tekel İşçisiyim. On iki yıl Batman Tekel de ,on yıl da Diyarbakır’ da çalıştım. Çocuklarımın en büyüğü üniversiteye gidiyor. En küçüğüde on bir yaşında. Onlar şimdi babalarıyla kalıyor. -DKD: Geldiğinizden bu yana evinize gittiniz mi? -Tekel İşçisi Hediye: 15 Aralıkta Ankara ya geldik, iki defa çocuklarımdan dolayı gittim hemen döndüm. -DKD: Anakara’ ya gelişinizden biraz bahseder misiniz? -Tekel İşçisi Hediye: Diğer illerde ki arkadaşlarımızla önceden planlayarak Ankara’ ya on
sekiz otobüs geldik. AKP Genel Merkezi önünde oturma eylemi yaparak haklarımızı alacaktık. İlk gün hepimiz AKP Genel Merkezi önünde kaldık. Ertesi gün polis oradan ayrılmamız için müdahale etti. Bizde iki guruba ayrıldık. Bir grup AKP ye yakın bir yere sürüldük. Diğer grupta otoban tarafında kalınca, Ankara ya yöneldik. Abdi İpekçi Parkı’ na geldik ve burada geceledik. Hepimizin üzerinde kışlık kıyafetler dışında hiçbir şey yoktu. Yani iki gece yerlerde yattık. Ertesi gün hiç beklemediğimiz bir şekilde polis saldırdı bir çoğumuz yaralandık. Bir arkadaşımız aldığı darbeler nedeniyle omirliği zedelendi ve hala tedavi altında. Hiç birimiz bırakın Ankara’ yı Türk-iş in önünü bile bilmi19
yorduk. Ayaklarımız bizi buraya getirdi. Düne yakın çadırlar olmadan Ankaralıların getirdiği battaniyelerle korunarak dışarıda kaldık. Türk-İş’ in önü hiç planda yoktu. AKP önünde hakkımızı alana kadar kalacaktık. Kırk gün sonra yine buradaki sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin ve Çankaya Belediyesi’ nin desteği ile kışı geçireceğimiz çadırlarımızı kurduk. -DKD: Tekel eyleminde diğer işçi eylemlerine göre kadın sayısı neden daha fazlaydı? -Tekel İşçisi Hediye: Evet bu eylemde biz kadınlar daha çoktuk. Bunun bir nedeni Tekel de çalışan kadın sayısının fazla olmasıdır. Örneğin ben Batman’ da dörtyüz seksen kadınla işe başladım. Elle açılır olan fabrikalarda kadın işçiler çalışıyor. -DKD: Sosyal çevreniz ve aileniz bu durumu nasıl değerlendiriyor? -Tekel İşçisi Hediye:
Ben çevremden genelde destek aldım. Yalızca, Hamdullah arkadaşımızı kaybettiğimizde annem telefonla aradı, ”kızım bir can veriniz yetmedi mi artık evine dön” diyince beraber ağladık. Telefon eden dostlar daha çok hastalanmıyalım, üşütmeyelim diye uyarıyorlardı. Yaptığımız eylemi tartıştırmadık. Ancak daha kapalı aileleri olan arkadaşlarımıza dönmeleri konusun da psikolojik baskı uygulandı. ”Sen kadınsın oralarda ne işin var” diyerek mücadeleden caydırmaya çalışıyorlardı. Bizler kötü fabrika koşullarında çalışıp para getirirken kadın olmuyoruz da, hakkımız peşine düştüğümüz de mi kadın oluyoruz. 21 yıl önce işe başlayan Hediye ile bugünkü Hediye arasında çok fark var. Ben işe başladığımda anneme çok baskı yaptılar. Kız çocuğu çalıştırılır mı diye. Evlendim bu seferde kayınbabam aynı şeyi söyledi. Biz kadınlar ayıptır günahtır diye büyütüldük, nerdeyse her şey yasaktı. Ama o günden bugünlere çok şeyler değişti. Ar20
tık doğuda kadına yönelik bu tür engellemeler kalmadı. -DKD: Ankarayı iki buçuk ay mesken edindiniz. Neler yaşadınız? -Tekel işçisi Hediye: İnsanlardan büyük destek ve dayanışma gördük. Ankara’ nın geneli mi böyle yoksa mücadele adına böyle bir adım mı bekliyorlardı ,mücadelenin ileriki süreçlerinde daha iyi görebileceğiz. Kendi adıma ise ilk kez evimden uzakta bir yerde eyleme katılıyorum. Özelleştirme kararı ve 4C çıkınca Diyarbakır’ da eylemler yapıyorduk. Ama sesimizi Diyarbakır dışına duyuramıyorduk. Diğer illerdeki arkadaşlarım içinde böyle bir sorun vardı. Sesimizi duyurmak için, gücümüzü birleştirmek için düştük yollara. Tabi ki çocuklardan uzakta çok zor oldu. Ama hepimiz onlarında geleceği için burada olduğumuzu biliyorduk, bu bizi güçlü yapıyordu. Ben emekli olsam da bundan sonra hak alma mücadelesinin hep bir yerlerinde olacağım. -DKD: Eylemin önemi üzerine çok yazıldı, söylendi...Senin açından nasıldı? -Tekel işçisi Hediye: Bizim yükümüz çok ağır. Özelleştirmelere karşı yıllar önce yapılması gerekenleri, birçok kamu malı satıldıktan sonra biz karşı çıkmaya çalışıyoruz. Önceki eylemler, hem sessiz geçirilmiş hem de kısa süreli olmuş. Hükümet bizimde diğerleri gibi hemen vazgeçeceğimizi düşünmüş olacak ki bizi yetmiş milyona şikayet etti. Çalışmadan yetimin hakkını yiyorlar diyerek halkı karşımıza koymaya çalıştı, olmadı bu seferde yüz elli bin özelleştirme mağdurunu çıkardı. Kim ekmeğinden, iş güvencesinden kendi isteği ile vazgeçer ki? Biz kölelik çalışma koşullarını, 4C yi kaldırmak için yola çıktık, kölece çalışmayı hiçbirimiz kabul etmiyoruz. İşe kadrolu işçiler olarak alındık, bu hak bize verilmişti. Biz yeni bir şey istemiyoruz, var olan hakkımızın elimizden alınmasına karşı mücadele ediyoruz.
Bu eylemle 70 milyonun da sesi olmaya çalışıyoruz. Çocuklarımızın geleceği için günlerdir sokaktayız. Hepimiz çocuklarımızı okutamıyacağız diye korkuyoruz. Çocuklarım büyürken bana manevi açıdan ihtiyaçları varken fabrikada çalışıyordum , çocuklarımı doğru dürüst sevemedim bile. Şimdi büyüdüler yine bana ihtiyaçları var ben yine onların yanında değilim. Bu seferde eğitimleri için paraya ihtiyacım var, işimi kaybediyorum. -DKD: İki buçuk ay boyunca iki tekel işçisi arkadaşınız çocuklarını kaybetti. En sonunda da Samsun tekelden Hayrullah arkadaşınızı kaybettiniz. Bu süreçte neler hissettiniz? -Tekel işçisi Hediye: Arkadaşlarımız işlerini kaybetmemiş olsalardı yavrularından kilometrelerce uzakta olmayacaktı. Onların yanında olsalardı çocuklarını kaybetmeyecekdi. Bu kader değil. Hepimizin yüreği yandı. Evlat acısını bize yaşatanlara öfkemiz büyük. Hayrullah için üzüntümüz, acımız çok büyük. Ben iki kez eve gidip geldim. Hayrullah bir defa gitmiş, açlık grevine katıldı. O bizim için tekel dire-
nişinin Ankara şehididir. Arkadaşımızı almak için saatlerce adli tıp önünde bekledik onu. Alıp iki buçuk ay evimiz bildiğimiz çadırlara getirip ona yakışır bir tören yapıp vedalaşmak istiyorduk. Bu hepimizin hakkıydı. Polis cenazemizi kaçırdı, bize saldırdı. Hem ölümüze hem de bize tahamülü olmadı...Onların ölüye de saygıları yok. Bizler aylardır birbirimizi kardeş bildik. Buralar evimiz oldu. Onunla helalleşmek istiyorduk. Bunu bize çok gördüler. Biz şimdi elimizden alınan haklarımızın, hem de Hayrullah arkadaşımızın hesabını sormak için mücadeleyi yükselteceğiz. -DKD: Geleceğe dair ne söyleyebilirsin? -Tekel işçisi Hediye: Biz umudumuzu hiç kaybetmedik ve kaybetmeyeceğiz. Bugün biz bu ateşi yaktık, hakkını arayan başkaları da eklenerek daha adil daha güzel bir dünya kurulacak. Umut hiç bitmeyecek. -DKD: Divriği Kültür Dergisi okurlarına söylemek istediğin mesajın var mı? -Tekel işçisi Hediye: Tekel işçisi farklı memleketlerden işçi arkadaşlarımızla TEK’EL olduk. Bizler bu mücadeleye Divriği’ li canlarımızın da katıldığını biliyoruz. Onlar da hiçbir zaman haksızlıklara boyun eğmediler. Tekel mücadelesi bugün artık işçi sınıfının halkın mücadelesi olmuştur. Bu uzun soluklu mücadelede hepimiz yan yana olmak zorundayız. Herkese sevgi ve selamlarımı gönderiyorum. Yolumuz açık olsun. 26 ŞUBAT 2010 Tekel direniş çadırları
*Fotoğraflarıyla yazımıza katkıda bulunan Hüseyin TÜRK’e teşekkürler. (http:\\solak111.deviantart.com)
21
C
ezaevinden kaçtıktan sonra, Facebook’ ta yakalananlar...Kurbanlarına Facebook’ tan ulaşan çek-senet mafyaları...Facebook aşkı kendisini reddettiği için Beyoğlu’ nda otel odasında bileklerini kesenler...İşe alacağı adamı öncelikle facebook ta ki profilinden araştıran patronlar... Konsolosluk vizesi vermeden önce, facebook profilini inceleyen diplomatlar...Facebook’ ta tanıştığı çocuğa tecavüz eden otobüs muavinleri...Annesiyle tartıştığı için facebooktan tanıştığı adamın evine kaçan genç kızlar...Facebook profiline tatildeyim yazdıktan sonra evine hırsız girenler... Facebookta profiline bekar yazdığı için eşini doğrayan kamyon şöförleri... Eşiyle boşanacağını facebookt an öğrenenler...Annesiyle sevgilisini aynı yatakta yakalayıp fotoğrafını çektikten sonra facebook ta yayınlayan genç kızlar...Fa-
cebook’ ta tanıştığı on iki kızı hamile bırakanlar... Bir örnek daha...Lise öğrencisi genç bir kız başına bela olabileceğini düşündüğü belalısından kurtulmak için Kadıköy’ den Kurtköy’ e taşınıyor. Tamamen ondan kurtulduğunu düşünen genç kız büyük bir cehaletle facebooka kaydoluyor. Ancak belalımız kızın facebooktaki arkadaş listesinden izini buluyor. Kızın ev ve okul adresine ulaşıyor. Okul çıkışında kızı takip ederek, eve girerken asansörde sıkıştırarıp”ya benim olusun ya toprağın” deyip bıçaklayarak hayatına son veriyor. Örnekler bitmiyor. Harward Üniversite’ sinin yatakhanesinde 23 yaşında bir genç tasarlamış bu siteyi. Örneklere bakıtığınızda resmen felaket tellalı. Dünyada bir çok insanın başına çorap ördü. Eğer soyadını hatırlıyorsanız, kreşteki çocukluk arkadaşınızı bile bulmanız muhtemel bu sitede. Aslında çıkış noktası sadece bundan ibaret olsa gayet masumane gözüküyor. Profilinde telefon numarasına kadar paylaşanlar var birde. İnternette dolaşan data gezginlerine ve hackerlere “bakın bunlar benim bilgilerim, bu bilgilerim sayesinde banka hesaplarıma girin ve ve beni soyun” gibi kişiliğinizi saflıkta marjinal boyutlara ulaştırabiliyorsunuz. Son bir yıl içerisinde kırk bin kişi kimlik
hırsızlığı dolayısıyla soyuldu... Gizli servislerin ve provakatörlerin gözbebeği facebook. Sivil yaşamda bir baltaya sap olamadıysanız bir kaç zeki lafla ya da kurduğunuz dahice bir grupla bir anda kahraman olabiliyorsunuz. İnsanlarla iletişime geçmekte zorlanıyorsanız facebook tam da size göre bir yer. Size arkadaş bile önerebiliyor. Kişilerin profillerini ziyaret etmeniz için elinden geleni ardına koymuyor. Hakkı şu gruba üye oldu. Adile fotoğraf ekledi. Makbule ilişki tarzını değiştirdi. Gibi... Geçenlerde mail adresime gelen bir yazıyla irkildim. “Lütfen bu grubu şikayet edelim” şeklinde bir yazı...Gruba bir göz atayım dedim haliyle. Grubun ismi aynen şöyle: Facebook’ taki PKK’ lileri deşifre sayfası”. Adamlar normal bir adamın düşünemeyeceği bir iş yapmışlar. Normal bir adamın düşünemeyeceği diyorum çünkü provakatör bir kurumun yapacağı bir işe daha çok benziyordu. Grubun yöneticileri, Facebooktan rastgele üyelerin resimlerini bir şekilde araklayıp, gruba atıyorlar.”İşte bu adam PKK’ lidir” şeklinde yayınlıyorlar. Resimde ise elinde bira şişesi tutan bir kızcağız. Anlında PKK’ lidir diye bir ifade yazmıyor. Resmi atan yönetici sadece resmi atıyor. Gruba üye
adresiniz yok mu? Merdan KILAVUZ
22
olan binlerce kişi ise, hayatımda işitmediğim küfürleri kızcağıza saydırıyorlar. Yönetici muhtemelen izliyor. Düşününsenize, sizin orada fotoğrafınızın olduğunu? Gruba bakarken, altta tavsiye edilen gruplar diye bir bölüm var. Oradaki grupların yöneticileri de gene aynı kişiler. Ve bu grublardan birinin ismi de “Hadi Kürtlere soykırım yapalım” isimli bir grup. Zeka seviyesi bir koyununkinden ne eksik ne fazla üyelerin yaptığı yorumlar, ortaçağdan kalma aristokrat beyinleri çağrıştırıyor. Bağlantıdaki başka bir grupta ise, “Hepimiz Ogün Samast’ ız” isimli bir grup ve yaklaşık on iki bin üyesi var. Ve bu gruplarda Aziz Türk milletinin(!) diğer milletler karşısındaki bariz üstünlüğü, Kürt, Ermeni ve Kızılbaşların soyu ise zavallı bir tavırla hakaretlere maruz bırakılıyor. Asanlar, kesenler boy boy tam sayfa manşet. Facebook’ a başka bir yönden daha bakmakta fayda var. Türkiye’ deki anayasa hükümlerinde “özel hayatın gizliliği” ne yönelik her türlü hukukdışı uygulamanın olması. Siteye üye olurken bir üyelik sözleşmesi sunuyorlar size. Destan gibi yazılmış bu üyelik sözleşmesini okuyan var mı bilmiyorum? Bu sözleşmede bir bölüm var ki oldukça enteresan. “Elimizde bulunan bilgileri üçüncü kişilerle, şirketlerle, ortaklık ya da benzeri bir ilişki içinde olduğumuz firmalar ve şahıslarla paylaşabiliriz” şeklinde. Burada face-
book yönetimi istediği her kişi ve kuruma sizin hakkınızdaki her şeyi satabilme hakkı var. Belki devlete, belki işverene, belki de herhangi bir başka kuruma. Sonuçta bu bir yüz kitabı. Üye olduğunuz gruplardan, paylaştığınız müziklere kadar, fotoğraflarınızda arkadaş listenizdeki kişilere kadar sizin ruhunuzun haritasını çizmeleri oldukça kolay. Bu konuda dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum. Arkadaş listenizde sistem için tehlikeli olduğu düşünülen bir kişinin, sizin de sistem için potansiyel suçlu olduğunuz anlamına geliyor. Ayrıca facebookta paylaştığınız herşey, paylaştığınız şeyi silmiş olsanız dahi veritabanında saklanıyor. Üye oluyorsanız, bir daha çıkma şansınız da yok. Sadece hesabınızı dondurabiliyorsunuz ama hala facebooktasınız. Elini veren kolunu kaptırıyor. Yeni bir mafya anlayışı gibi... Bekar erkeklerin ve evde kalmış kızlarında gözbebeği facebook. “Aaa siz Sakine’ nin arkadaşımısınız, tesadüfe bakın aynı kişiyle arkadaşız. Ben Sadullah “ ya da “Merhaba, bu güzel bayan fotoğrafınızı gö-
rünce selam vermeden geçmek istemedim” şeklinde üyeler şanslarını deneyebiliyorlar. Belki bir çoğu evleniyor, ya yaprak sarması mutluluğunda yaşıyor yada iki ay içinde kanlı bıçaklı olabiliyorlar. Gizli sapıkları da coşturuyor site. Çöpçatanlık sitelerinin papucunu dama atan facebook, bu konuda çıtayı her gün yükseltiyor. Sivil hayatta toplasanız on tane arkadaşı olmayan kişilerin, facebookta binlerce arkadaşı olduğunu görünce hayretler içinde tanrıdan af diliyorsunuz. Şişirme bir sosyallik... 10 Kasım’ a kadar on milyon kişi arıyoruz. Facebook’ ta ne kadar Divriği’ li var dediler biz de sayalım dedik. Bütün Aleviler buraya. Zat-ı Muhterem’ den nefret eden bir milyon kişi ,bulabilirim. Türk müsün o zaman gel. Allah aşkına Türk bayrağı için on milyon, Türk’ ün gücünü herkese gösterelim tarzı gruplar var ki, görünce mideme bir kramp giriyor ve içten gelen bir irkilme ile kusma hissine kapılıyorum. Aslında bölücülük diye insanlara yıllardır dayattıkları şey bu heralde. Yav hadi topladın on milyon kişiyi. Eeeee...Facebook’ a yaptığın üstün hizmet dolayısıyla, Mark Zuckerberg sana madalya mı takacak.Yada Guiness’ e mi adaysın? Ha bu arada dergimizin bir de facebook adresi var. Ama sakın kızmayın bunların üstüne bu oldu mu bu şimdi diye, sadece dergi çıkınca duyurusunu yapıyoruz. Vallahi başka bişey yapmıyoruz. Sorarım size a dostlar sizin hala bir facebook adresiniz yok mu? Ohhh moné dieu. 23
Sınıftan yana, geleceğe güvenen ve gelecek için mücadele eden... Sosyalist bir sanatçının yaptığı işler bunlardır. Kimi bunu öyküleriyle, kimi şiirleriyle, kimi resimleriyle kimi fotoğraflarıyla yapar. Ben fotoğrafı seçtim.
Divriği Kültür Derneği ile de yakın ilişkide bulunan Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ nde öğretim üyesi Özcan YAMAN’ la Fotoğrafçılığı, Devrimci Sanatı ve Red Fotoğraf Grubu’ nu konuştuk.
Divriği Kültür: Kimdir Özcan Yaman diye başlayalım istiyoruz? Ö.Y.: Özcan Yaman fotoğrafçıdır, sosyalisttir... İlkokul ve Orta-
okulu yetiştirme yurdunda okudum. Yetiştirme yurdundan lise bir de ayrılıp Haydarpaşa Lisesi’ ne geçtim. Daha Sonra Haydarpaşa Lisesi’ nden Denizli’ ye yollanınca ayrıldım. Burada Endüstri Meslek Lisesi’ nde okudum. Yirmi dört yaşında Mimar Sinan Üniversitesi’ ne girdim. 1988’ de bu okuldan mezun oldum. Bir kaç reklam ajansında çalıştıktan sonra kendi işyerimi açtım. Kendi işyerimde uzun yıllar çalıştıktan sonra özel işyeri hayatıma son verdim. Şu an Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ nde fotoğraf dersleri veriyorum. Dünya görüşüm doğrultusunda siyasal bir mücadeleye devam ediyorum. Divriği Kültür: Fotoğrafçılığa ilk nasıl başladınız? Ö.Y.: Fotoğrafa ilkokul sıralarında başladım. O da çok ilginçtir.
Yurtta iken bir arkadaşım, Zenith marka bir fotoğraf makinası ile fotoğraf çekiyordu. Makinanın deliğinden bir bakmak istedim. Arkadaşım yok deliğinden bakınca, sarsılıyor ve bozuluyor dedi. Biraz da gurur yaptım galiba. Yaz tatilinde çalıştım üç ay... Bir Hislon marka saat, Sirkeci’ ye gidince de Zenith marka fotoğraf makinası, iki tane de film şeridi aldım. O heyecanla eve gelinceye kadar filmin birini bitirdim. Bana Filmi karanlıkta çıkarmam gerektiğini söylemişlerdi. Eve gittim ışıkları kapattım, perdeyi çektim. Yorganın altına girdim. Makinadan fotoğrafla-
rı çıkardım. Sonra açtım ışıkları filme baktım. Filmde hiçbir şey yok. Simsiyah film şeridi. Sonra filmi alıp fotoğraf stüdyosuna gittim. Derdimi anlatınca adam gülmekten yerlere yattı. Bana orada el yordamı filmlere nasıl bakılacağını, ikinci filmin nasıl takılacağını öğretti. Lise yıllarında mahallenin Foto Özcan’ ı oldum. O zamanlar yani 76-77-78 yılları fotoğrafçılık yaygın değildi. Atıyorum, Ayşe teyze “Oğlum bugün bizim köyden halam gelecek bizi çeksene”,başka biri “Çocuğumun yaşgünü var bizi çeksene” gibi durumlarla karşılaşıyorum. O zamanlar okuduğum kadarıyla güzel fotoğraflar çekmeye çalışıyorum. Tabi içinde yaşadığım ortamı çektiğim için ben de onlar gibi yaşıyordum. Ama hiçbir zaman bunlar bir sanat eseri olacak gibi bir düşüncem yoktu. Fotoğrafı çektikten sonra filmi yıkıyorum, kağıtlara basıyorum. Bir saat sonra da komşu oğlunu yollar, ben de fotoğrafın maliyeti neyse alıp, fotoğrafı teslim ediyordum. Bu arada filmleri de sakladım. Daha sonra aradan yıllar geçti. Evlendim. Bir gün filmlerin olduğu kutuyu açtım. Resmen bir dönemin sosyolojik altyapısını resmetmişim. Daha sonra bir ressam arkadaşıma gösterdim. Arkadaşım görünce şok oldu ve bu konuda sergi açmak gerektiğini söyledi. 2002 yılında Karşı Sanat’ ta “Aileye mahsustur” isimli ilk sergimi açtım. Daha sonra bazı sanatçı arkadaşların beni bu konuda teşvik etti. Fotoğraf kuramı ve teorilerine yönelik çalıştım. Kendimi geliştirirken de öğrendiklerimi sürekli paylaştım. 1997- 98 yıllarında Beyoğlu Anzavur Pasajı’ nın üst katında fotoğrafçılık kursları vermeye başladık. Bir yandan da reklam fotoğrafçılığı yapıyordum. 2008 yılından itibaren de Yeditepe Üniversitesi’ ndeyim.
Peki sizce alternatif bir sanatçı, genel anlamda devrimci bir sanatçı nasıl olmalıdır? Ö.Y: Sınıftan yana, geleceğe güvenen ve gelecek için mücadele eden... Sosyalist bir sanatçının yaptığı işler bunlardır. Kimi bunu öyküleriyle, kimi şiirleriyle, kimi resimleriyle kimi fotoğraflarıyla yapar. Ben fotoğrafı seçtim. Fotoğraf alanında bunu yapmaya çalışıyorum. Evet muhalifim ve bu sistem benim sistemim olmadığı için muhalif olacağım. Burjuvazinin sanatı varsa, işçi sınıfının da sanatı vardır. Dünyada Pablo Neruda’ dan tutun Türkiye’ de Nazım Hikmet’ e kadar bunun mücadelesi hep verilmiştir. Buradaki mesele aydın, sanatçı ve işçi sınıflarının birbirine olan bağıdır. Örneğin Vedat Türkali gibi kendini hem sanatını geliştirirken, hem de bu alana adayan sanatçılar da gelişiyor. Bunlar karşılıksız hizmetler. Yani “ben bu sınıfın çocuğuyum, herşeyim bu sınıfla bir çıkar ilişkisi gözetmeden vardır” diyebilen insanlardır. Bu zor bir iştir tabi ve herkesin bunu başarması da beklenemez. Ayrıca sınıfın sanatçıyı örgütleme sorunu da var. Mesela bir sanatçının işkence sorunu ile ilgili önemli bir çalışması var. Sanatçı bu çalışmaları yapmış fakat değerlendirilememiş. Sanatçı atölye kirası vermesi gerekiyor ve veremiyor. Dolayısı ile sanatçı bu sefer reklam işleri yapmaya başlıyor ve devrimci sanatı askıya alıyor. Sonuçta a-sosyal bir tip olarak ama Marksist olarak ortalıklarda dolaşmaya başlıyor. Bu yapıda birçok sanatçı var. Divriği Kültür: Fotoğrafçılığı detaylı olarak öğrenmek istersek birçok matemetiksel noktaya dikkat etmemiz gerekiyor. Bunları bilmeden de iyi bir fotoğrafçı olunamaz mı? Örneğin ışığı fazla ayarlamadan iyi bir kadrajla da güzel kareler yapılamaz mı?
Divriği Kültür: Zihnimizde hep ötekilerin ve
Ö.Y: Fotoğrafçının tamirciden, kaportacıdan veya bir duvar boyacısından farkı yoktur. Tamircinin araçları bir ingiliz anahtarı ve biriki-
ezilenlerin bir sanatçısı olarak yer ettiniz.
midir. Fotoğrafçılıkta sizin bahsettiğiniz işin zanaat kısmına giriyor. İşin öğrenilmesindeki teknik unsurlardır. Bu zenaat kısmını herkes bir ay içinde öğrenebilir. Aslında kullanılan makinada önemlidir. Şimdiki makinaların birçoğu siz deklanjöre bastığınız anda birçok ayarı kendisi yapabiliyor. Işığı açık veya koyu olarak kullanmak bir tercih nedeni olabilir. Normal ışık ayarlarının altında veya üstünde çekim yapılarak işi daha dramatik hale getirebiliriz. Söylemek istediğim, işin bir zenaat yanı vardır ve sanat yanı vardır. Zenaat yanı teknik özellikleri mümkün olduğu kadar öğrenmek ve bilmektir. Kişi bu konuda yeterli değilse işi biraz şansa kalır. Yani bu benim masa yapmama benzer. Ancak bu işin zor yanı değil. Hatta en kolay yanı. İşin zor yanı sizin bakış açınızı fotoğrafta anlatabilmektir. Kadraj yapabilme, kompozisyon yapabilmedir. Bu da işin sanat yanıdır. Fotoğraf makinası ile yalan bile söyleriz. Hatta fotoğraf makinası dünyadaki en büyük yalan aracıdır. Yani bir fotoğrafla bir şeyi olduğundan çok farklı gösterebilirsiniz. Bu birazda fotoğrafı çekenin dünya görüşüne bağlıdır. Çok az bir kalabalığı çok kalabalıkmış gibi veya çok kalabalığı az bir kalabalıkmış gibi gösterebilir. Bir insanı olduğundan çok daha güzel çekebilirsiniz. Bu da işin sanat yanıdır. Bir böceği bulunduğu ortamla anlamlandırmak veya yaşama umudu vermek, bunlar önemli şeylerdir. Divriği Kültür: Kurucuları arasında yeraldığınız Red Fotoğ-
raf isimli bir grubunuz var. Bize bu grubun işleyişini biraz anlatır mısınız? Ö.Y.: Açıkcası önceleri benim Red Fotoğraf’ la ilgili bir düşüncem yoktu. Bir fotoğraf sergisi açayım istedim. Daha sonra bu sergiyi kollektif bir şekilde yapalım dedim. Tanıdık tanımadık bütün fotoğrafçılara mail attım. Mailde Çağdaş Hukukçular Derneği bürosunda 2008/1 Mayıs’ ı ile ilgili bir fotoğraf sergisi açmayı düşündüğümüzü belirttim. Ellerindeki görselleri de yüksek çözünürlüklü olarak verdiğim adrese yollamalarını istedim. On onbeş kişiden beşer onar fotoğraf geldi. 2008 Haziran ayında sergiyi açtık. Sergi olağanüstü bir ilgi gördü. Kolaj bir sergi yaptık. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’ de ziyaret etti. Sergi bitmek üzereyken katılımcı arkadaşlar bir toplantı yapalım istediler. Toplantıdan internet üzerinden haberleşeceğimiz bir grup kurma fikri çıktı. Grubun ismini belirlerken, kimden çıktı tam hatırlamıyorum “Red” ismi önerildi. Daha sonra Red Dergisi ile karışıp karışmayacağı konuşuldu. Sonuçta isim hakkı onların değildi. Karışsa da sorun olmazdı. Neticede aynı cephede savaştığımız bir dergiydi. Belki ilerde yolumuz bile kesişedebilirdi. Sonra Grubun ismi “Red” olarak kaldı. Biz bunu bir manifesto şeklinde yayınladık. Komünistinden, anarşistine, gerçek anlamda sosyal demokrattan, adalet ve vicdan sahibi herkese, eşcinselinden tutun lezbiyenine bizim için hiçbir sorun yoktu. İnsanlar kendini ifade edebilmek için bu yolu seçiyorlarsa bizimle birlikte olabilirler diye düşündük. Sonuç olarak da “Red” hem bir karşı koyuşun adı hem de sanatta sıcaklığın adı olarak şekillendi. Sonrasında “Kentsel Dönüşüm” adı altında ve Çağdaş Hukukçular Derneği’ nde ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’ nde
sergilerimiz oldu. 2009/1 Mayıs’ ında gene bir sergi açtık. Burada 1 Mayıs’ ı kendi tekelimize almış gibi olduk. İyi oldu ya da kötü oldu tartışılır ama bence iyi oldu. En azından son üç yılın 1 Mayıs’ ının fotoğraf arşivini görsel olarak arşivlemiş bulunuyoruz. Biz de olması demek sınıfta olması demek. Her kurumla o görüntüleri paylaşabiliyoruz. Bu yıl “İşçi Filmleri Festivali” nde gene 1 Mayıs Fotoğraf sergisini düşünüyoruz. Dökümanter bir sergi olacak. Yani 2009/1 Mayıs’ ına kadar olan bölüm sergilenecek. 2010/1 Mayıs sergisi içinse aynı gün içinde bir projeksiyon cihazı ile sergi salonunda, çeşitli yerlerdeki fotoğrafçı arkadaşlarımızın internet ortamında gönderdikleri resimleri sergilemeyi düşünüyoruz. Sürekli slayt şov olarak bu gösterilecek. Sergi 1980/1 Mayıs’ ından günümüze kadar bir dönem -öldü- denilen işçi sınıfının yükselişini, gençliğin rolünü anlatmaya çalışacağız. Bunu aynı anda dört ilde birden yapacağız. Şahsi olarak bu konuda bir fikrim var. Emek örgütleriye fotoğrafı içselleştirmek. Biraz daha geliştirip sanatla buluşturmak. Çünkü emek örgütlerinin bu konuda ciddi bir eksikliği var. Divriği Kültür: Bu işe yeni başlayan amatör fo-
toğrafçılara tavsiyeleriniz nelerdir? Ö.Y: Öncelikle hayatı okuyan bir insan, o hayatı karelere geçirebilir. Önemli olan okuyan, izleyen, yorumlayan insan olmak. Bunu becerenler, isterse resim veya şiire de başlayabilir. Yani hayata bir bakış açısı önem taşıyor. Sonrasında küçük bir fotoğraf makinasıyla bile vizörü nereye doğrultacağınızı biliyorsanız güzel fotoğraflar çekebilirisiniz. Sürekli pratik yapmanız gerekiyor. Ben size araba kullanmayı anlatırım ama koltuğa oturunca arabayı kullanamayabilirsiniz. Gazetelerdeki ve dergilerdeki fotoğraflara sık sık bakılıp yorumlanmaya çalışılmalıdır. Bu fotoğraflara “ben olsaydım şöyle çekerdim” şeklinde bakmak gerekiyor. “Biraz daha sağdan alabilirdim” veya “fotoğraftaki bir kişiyi ön plana alırdım” şeklinde yorumlamak gerekiyor. Divriği Kültür: Peki fotoğrafçılıkta püf nokta-
lar ve olmazsa olmazlar var mıdır? Ö.Y.: Var tabiki. İnanç... En zor şartta bile bir fotoğraf karesi çıkartma inancı gibi. Bunun da yolu felsefeden geçiyor. Bol kitap okumaktan geçiyor. Divriği Kültür: Divriği Kültür Derneği ile ne
zaman tanıştınız? Divriği Kültür Derneği’ nin sizdeki izlenimi nedir? Ö.Y.: Behiç Aşçı’ nın ölüm orucu sürecinde tanıştım. Divriği Kültür Derneği’ nin çeşitli etkinliklerinde gerekli olan görsellerin temini ile bir ilişkim başladı. Sonra bu ilişki bir dönem dernekte atölye çalışması şeklinde gelişti. Ben kozmopolit bir insanım. Ama benim için bütün derneklerin hiçbir ayrıcalığı yok, hepsi bir. Bu derneklerin hepsi bir kültürdür ve bu toprağın zenginliğidir. Hepsinin yaşaması lazım. Ancak tehlikeli olan ve insanları ötekileştiren yöre dernekleri de mevcut. Adaletten yana, insanlıktan ve hukuktan yana bir örgütlenme tarzı var derneğinizin. Aydınlığın gelişmesi için uğraşıyor. Divriği Kültür: Divriği Kültür Dergisi hakkında söyleyecekleriniz var mı? Ö.Y.: İçeriğini tam olarak incelemedim. Bu konuda sadece ismi hakkında yorum yapabilirim. İsmini ben pek uygun bulmadım. Derneğin dergisi olabilir. Ama illaki Divriği’ nin isminin geçmesine gerek yok. Altına Divriği Kültür Derneği yayın organıdır diye bir ibare eklenmesi yeterli bence. Yani bunu bir eleştiri olarak mı alırsınız ya da dost tavsiyesi olarak mı kabul edersiniz bunu bilemem. Dışarıda dergiyi eline alan bir kişi, bu dergi beni ilgilendirmiyor, Divriği’ lileri ilgilendiren bir dergi deyip hiç bakmayadabilir. Herkesi kapsayıcı bir isim daha uygun olacaktır diye düşünüyorum. Başlıklar daha genel olursa, içerikler de o kadar iyi algılanır. Başlık baştan darlaştırıyorsa o kadar da itici olur. Yani birisinin “bak şu yazı çok güzel mutlaka okumalısın” diye okuyucuya gitmesi ile belki okunma şansı bulabilir. Divriği Kültür:Teşekkür ederiz... Ö.Y: Ben teşekkür ederim benim için büyük bir
zevkti...
MELEK
KOKAN
SARDUNYA
Necmettin TOPÇU
gidiyor toprağın flu bakışlarına terslenmiş yanım akıntının ay kısmına vuruyor sırayla, çarşambadan, perşembeye üşüyen cesetler. dişlerimin arasında, hâlâ kalp atışlarını saat tiktağı sandığım kadınların, geceyle gündüz arasındaki bir yere sıkışmış gözlerinden terk edilmiş avluma taşan renkler.
oysa essiz ve cesur bir rüzgarı arkana alıp, kıpkırmızı sığınmıştın, dişlerinin tenimde morarttığı o yeni ülkeye. kusursuz şehirler düştü ceplerinden göğsüme, bir tebeşir beyazlığıyla yanık yanaklarıma kusursuz ve estetik tokatlar. siperdeki tek arkadaşım alnına dayıyor namluyu. yalnız kalıyoruz, ben ve savaştan çok, karanlıktan korkan atlar. Ne bir kabus ne de bir pembe tirat şimdi konserve kutusuyla kesmeye çalıştığım. uyandım; topu topu farklı yataklarda, aynı hayatlara uzanan ayaklar. doğaya sızıyorum... aramızda hiç olmamış o yüzyıllık barajdan. önce dudaklarına, sonra kadınlığına sığınmış mahçup bir su birikintisi oluyorum. al beni şeytanın gözüne yaş niyetine sok. al beni uçurumlara fırlat. bir masal yap beni hiç bir dudağa yapışmamış... ne yazık, benim sana bir kıyım bile yok. bir ameliyat izi taşır gibi taşıyorum karanlığı suratımda. gündüz, geceyarısına göç veriyor. aklım cinnete. elimde, melek kokan sardunya. henüz birkaç aylık sevgililerin ayı parlak bir oyuncak sanması gibi ahmak ahmak tırmanmaya çalışıyorum kalbin kayalıklarını. tepemde, başımın etini köpekleri kovalamak için kullanan bir aşk. sarhoş bir tanrı, ölülerin süslediği daracık bir sokakta üzerine geçirdiği siyah bir kaderin ardına gizlenmiş seni kusuyor aydınlığın kirli taşlarına. sarhoş oluyorum. bir melek, arkasına bakmadan alalacele kaçıyor sonra bu şehirden. ben, sessiz sedasız, terk edilmiş bir cennet kokuyorum.
F
utbol, dünyada en yaygın olan bir takım sporudur. Başta Avrupa ve Güney Amerika ülkeleri olmak üzere hemen tüm ülkelerde çok sevilir ve geniş bir izleyici kitlesi tarafından izlenir.Ülkemizde de futbol aynı sevgi ve coşkuyla takip edilmektedir. Derneğimizin bu sene 13. sünü düzenlemiş olduğu Divriği Köyleri Halı Saha Futbol Turnuvası da, 11 Ekim 2009 Pazar günü büyük bir coşku ile başladı ve 3 Ocak 2010 Pazar günü final karşılaşmaları ile yine coşkulu bir şekilde sona erdi. Elbette ki asıl amaç, 3 ay boyunca rekabeti, mücadeleyi, güzellikleriyle yaşamak ve bir arada olmak, birlik olabilmekti. Küçük aksilikler olmasına rağmen bu yılki turnuva da güzellikleri ile hatırlanacaktır. Bu küçük aksiliklerin daha da az yaşanması, her yıl etkinliğin içerisinde ola-
S
Komitesinde görev yapan tüm arkadaşlarımızın da aynı fikirde olduklarını , 3 ay boyunca her hafta sonlarını turnuvanın amacına ulaşması için gösterdikleri gayretten biliyoruz. Futbolun, olduğundan başka şeyleri temsil etmemesi nasıl ülke açısından önemli ise, turnuvamız içinde amacına uygun olarak yapılması son derece önemlidir. Bundan sonraki etkinliklerde görev alacak arkadaşların da aynı hassasiyeti göstereceği yönündeki düşüncemiz nettir. Bu vesile ile turnuvaya katılan tüm köy takımlarımızı, turnuvanın şampiyonu olan SUSUZLAR KÖYÜ nü, turnuva 2. olan BELDİBİ KÖYÜ nü , 3.olan KARAKALE KÖYÜ nü , bizim için bunlar kadar önemli saydığımız ve turnuvanın amacına uygun en anlamlı ödül olan ‘Centilmenlik Kupası’ nı alan ADATEPE KÖYÜ nü kutluyoruz.
TURNUVANIN ARDINDAN
ivas Madımak Oteli’nde 32 can ile birlikte katledilen Divriği Kültür Derneği Yönetim Kurulu üyesi fotoğrafçı Mehmet Atay anısına gerçekleştirilen ‘2 Temmuz Mehmet Atay fotoğraf yarışması ödülleri’, Beyoğlu Atilla İlhan Kültür Merkezi’ de düzenlenen bir etkinlikle sahiplerini buldu. ‘Çocuk İşçiler’ konusu ile düzenlenen yarışmada birincilik ödülünü DİSK Genel Sekrete-
bilmek için çaba gösteren çok değerli köy yöneticilerinin, futbolcuların ve tabiî ki turnuvanın olmazsa olmazı seyircilerin,turnuvanın amacını daha fazla özümseyerek bu amaca uygun davranabilmesiyle olabilecektir. Tabiidir ki, her turnu-
vanın sonucunda yalnızca bir köy takımımız şampiyon oluyor. Ama unutulmamalıdır ki, birinci olan köy takımız kadar turnuvaya katılan diğer bütün köy takımlarımız da bizler için aynı değerdedir. Turnuva
MEHMET ATAY FOTOĞRAF YARIŞMASI ÖDÜL TÖRENİ ri Tayfun Görgün’ ün elinden Velittin Kalınkara alırken, Pınar Aydın, Ahmet Bolat ve Ali Birkan Karakaya isimli yarışmacılar yarışmanın ikincilik ödülünü paylaştılar. Mehmet Atay’ ın objektifinden çekilmiş fotoğrafların da sergilendiği ve sunuculuğunu Aynur Karabaş’ ın yaptığı etkinlikte, DKD Başkanı Ali Durmuş, Mehmet Atay’ ın ağabeyi Zeynel Atay, DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün ve yazar Lütfi Kaleli söz aldı. Etkinliğe sanatçılar Aynur Güneş ve Mercan Erzincan da türküleri eşliğinde geceye renk kattı. Etkinliğe DİSK ve Türkiye Komünist Partisi temsilcileri de katıldı. Ressam Gülsen Şener’ in çizdiği
Mehmet A t a y portresi de sergilendi. Ayrıca Divriği Kültür Dergisi birinci ve ikinci sayısı da okuyucuları ile buluşturuldu.
29
CEZAEVLERİ VE İNSAN HAKLARI PANELİ Derneğimiz Ocak ayı etkinlikleri içinde, 19 Aralık 2000 yılında sistematik olarak gerçekleştirilen ve 28 tutklunun hayatını kaybettiği cezaevi operasyonlarının yıldönümüne ilişkin olarak “Cezaeleri ve İnsan Hakları” konulu bir panel gerçekleştirildi. Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul şube başkanı Av. Taylan Tanay ve İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Hüseyin Demirdizen’ in konuk olduğu panelde, cezaevlerinin dünü, bugünü ve geleceği, insanlık ihlalleri ile yaşanılan katliamlar ele alındı. AVRUPA SENDİKALAR KONFEDERASYONU(ETUC) ZİYARETİ Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) ve DİSK temsilcilerinden oluşan kalabalık bir heyet derneğimizi ziyaret etti. Bu ziyaret programında, Köyden Kente Göç Olgusu Türkiye de Demokratik Kurumların İşleyişi ve Örgütlenişi Divriği Tarihi Divriği Kültür Derneği Yapısı ve İşleyişi konularında slayt gösterimi yapıldı ve Dernek Başkanı Ali Durmuş tarafından bilgi verildi. Daha sonra soru cevap kısmına geçildi ve konuklarımızın merak ettiği sorulara cevap verildi.
PANEL: AZINLIKLAR SORUNU VE HRANT DİNK OLAYI 19 Ocak 2007 yılında katledilen Agos gazetesi yazı işleri sorumlusu Hrant Dink’ in ölümünün üçüncü yıldönümü nedeniyle “Azınlıklar sorunu ve Hrant olayı” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirildi. Hrant Dink’ in hayatını anlatan bir metinin okunmasıyla başlanan etkinlik, “Kertenkele” isimli film gösterimi ile devam etti. Film gösterimin ardından konuşmacı olarak katılan Agos gazetesi editörü Pakrat Estukyan’ın konuya ilişkin değerlendirmelerine yer verildi. Söyleşiye katılan dinleyicilerinde fikirleriyle katkı sunduğu etkinliğimiz sona erdi. 8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ ETKİNLİĞİ Derneğimizde her yıl geleneksel olarak yapılan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü etkinliği gerçekleştirildi. Çağdaş Yaşam Genel Merkezi üyesi Yasemin Keskiner’ in konuk olduğu söyleyişi ile başlayan etkinlik, müzik ve şiir dinletileri ile devam etti. Daha sonra Dernek tiyatro kursiyerlerinin hazırlamış olduğu “Asiye Nasıl Kurtulur?” isimli bir oyun sahne aldı. Ayrıca resim sergisi ve ikramların yapıldığı etkinlik başarılı bir şekilde son buldu.
HAKAN YEŞİLYURT MÜZİK DİNLETİSİ Derneğimiz şubat ayı etkinlikleri içinde değerli sanatçı Hakan Yeşilyurt’ un verdiği bir müzik dinletisi gerçekleştirildi. Dinleti Hakan Yeşilyurt’ un dinleyicilerle yaptığı sohbetlerle samimi bir havada geçti.
KARMATE MÜZİK DİNLETİSİ Son zamanlarda Karadeniz müziğinde ortaya çıkan ve Lazca müziğe yeni bir boyut kazandıran gruplardan biri olan “Karmate” müzik grubu Şubat ayı içerisinde derneğimizde bir dinleti verdi. Dinletinin sonunda dinleyiciler ve grubun üyelerinin birlikte horon teptiği etkinlik coşkulu bir şekilde son buldu.
1
975 yılında Sivas/Divriği’ li bir ailenin çocuğu olan Gazeteci -Yazar Akın Olgun Ankara’ da doğdu. Yedi yıl siyasi tutuklu olarak cezaevlerinde kaldı. Londra’ya yerleşti ve gazetecilik hayatına Sabah Gazetesi Londra muhabiri olarak başladı. İlk kitabı olan ‘’Adları Saklıdır’’ 2006 yılında yayınlandı. Birçok gazete ve sitelerde makaleleri yayınlanan Olgun, aynı zamanda Avrupa ve Birgün Gazetelerinde köşe yazarlığı yapmaktadır. ‘Adları Saklıdır’ da, Akın Olgun, on yedi yaşındayken karşılaştığı cezaevlerini, çocukluk serüvenlerini, Aleviliğini ve solculuğunu anlatıyor. Bu anlatımda, ağırlıklı olarak, Olgun’un politik hayatında karşılaştığı cezaevleri ile bu cezaevlerinde yaşadığı işkenceler, katıldığı ölüm oruçları yer alıyor. Olgun 1990 gençliğine dahil olan bir kuşağı temsil ediyor. Dolayısıyla 1999 yılındaki “hayata dönüş” operasyonlarının ve F tipi cezaevlerinin de mağdurlarından biri. Olgun kitabı için “Uğruna bu kitap yazıldığı sırada yüz yedi ölüme ulaşan ve kaçımızın sakat kaldığının dahi belli olmadığı F tipi hikâyemizin bir müsveddesi olmalı” diyor. ‘Adları Saklıdır’ da bu acı müsveddelerinin adı. Akın Olgun hakkında çok detaylı bir bilgiye ulaşamadık. Bu belki çok derin bir araştırma yapmadığımız için bizden kaynaklanıyor. Bu yüzden Akın Olgun’ u, Adları saklıdır isimli kitabını yorumlayan Oral Çalışlar ve Moris Farhi’ nin dilinden dinlemekte fayda görüyoruz. Okurken diline ve kavrayışına hayran olduğumu itiraf ediyorum. Bu çocuklara neden bu kadar acı çektirdin? Türkiye, ne kadar çok çocuğunu, yetenekli gencini acımasızlık değirmeninde öğüttü?Akın Olgun’un yazdıklarını, acılardan süzülen bu genç adamın çığlığını, olgunluğunu, olayları hiç abartmadan, kimseyi suçlamadan, ama her şeyi suçlayarak ve eleştirerek aktarmasını soluk almadan okudum. -Oral Çalışlar Akın Olgun’un 1990’ların ‘Genç İdealistleri’ne karşı yönetimlerce kışkırtılan ve desteklenen terörü ele aldığı Adları Saklıdır isimli hatıratı, Türkiye’nin yakın zamanda yaşadığı karanlık noktalara ışık tutuyor. O terörü yaşayıp sağ kalanlardan biri olarak Akın Olgun, bu tedavi için bir adım almış bulunuyor. -Moris Farhi
B
u kitabın ana metnini Rahip Boğos Natanyan’ın 1877 yılında kaleme aldığı bir rapor oluşturmaktadır. 1863 yılında ilan edilen Ermeni Nizamnamesi’nin tatbik edilip edilmediğini yerinde araştırmak için İstanbul Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan tarafından Sivas’a gönderilen Natanyan, Sivas şehri ve bu vilayete bağlı Tokat, Amasya ve Merzifon’u kapsayan bir rapor sunmuştur. Raporda bu bölgedeki Ermeni manastır ve kiliseleri, okulları, mezarlıkları, eğitim ve yardımlaşma dernekleri, halkın yaşam tarzı, gelenekleri, kadınların alışkanlıkları, bölgenin ekonomik durumu, madenleri, kaplıcaları, zanaat ve ticaret hayatı, meşhur insanları, köprüleri, çeşmeleri hakkında ayrıntılı bilgi yer almaktadır. Karekin Sırvantsdyants’ın 1879’da yazdığı Toros Ahpar adlı seyahatnamenin Sivas’la ilgili bölümü başta olmak üzere, pek çok ek metin ve fotoğrafla desteklenen bu kitap, bir zamanların Sivas’ını ve bu şehrin Ermenilerini âdeta yeniden canlandırıyor. Editör notu: Söz Konusu kitap Sivas ve ilçelerinin 1800’ lü yılların sonundan günümüze kadar resmi tarih çöplüğünde kaybolan Ermeni demografisini kapsamlı bir şekilde ele alıyor. Boğos Natanyan’ ın 1877 ve 1879 yılları arasında kaleme aldığı Sivas raporunu referans alarak oluşturulan bu eser, araştırmacı yazar Arsen Yarman tarafından hazırlandı. Sivas’ ın kayıp tarihini merak edenler için bulunmaz bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Kitabın fiyatı fazla gelebilir ama Natanyan’ ın iki yıllık emeğini düşündüğümüzde, imkanı olanlar için okumaya fazlasıyla değer.
SOLDAN SAĞA 1-) Bir nolu resimdeki Madımak’ta şehit edilen sanatçı (THM) 2-) Bir göl adı – fasıla – dar uzun hafif tekne 3-) İlkel deniz taşıtı – yardım, para yardımı – vilayet 4-) Dedektif – büsbütün 5-) Sayı, rakam – üzücü olay – kuzu sesi 6-) Divan yazını koşuk ölçüsü – bir maymun türü – kalın erkek sesi 7-) Şair, hikayeci ve romancı ….. Ilgaz – ölü olmayan 8-) Asarak öldürme – kaplanıyla ünlü asya ülkesi – yunan halkından olan 9-) Bir şaşma sözü – derviş selamı – hahnyum’un simgesi – kalabalık, topluluk 10-) Okuyup yazma bilmeyen – bir televizyon kanalı 11-) Pop müzik sanatçılarından (erkek) , tamirci çırağı – evcil bir hayvan 12-) Genişlik – bir nota – büyük terazi 13-) 1970 lerin brezilyalı ünlü futbolcularından – namus – bir nota 14-) Orkestrada kullanılan vurularak çalınan aygıtların tümü – kuş yuvası YUKARIDAN AŞAĞI 1-) 1897 – 1961 Eğitimci, yazar, siyaset adamı, köy enstitüleri bakanlığı onun zamanında kuruldu 2-) Aydınlığı bir yerde toplayan lamba siperi – (farsça) elbisenin eteği 3-) Bazı yiyeceklerin bozulmaması için içinde tutuldukları tuzlu su – milimetrenin kısaltması – ayak 4-) Rado’nun simgesi – Türk şair 1902 Selanik, 1963 Moskova, …….. RAN 5-) Tarihte bir devlet – Ev halkının tümü 6-) Kazaklarda başkan – Türkiye’nin plakası – Aşamasız asker 7-) Batı Afrika’da bir devlet – Bunama – Beyaz 8-) Çoğalmak – Bir bitki 9-) Lantan’ın simgesi – ilgi – Sabahın bir vakti 10-) Gırtlak, boğaz – Yanardağ ağzından fışkıran – Türk sinemasının oyuncularından (erkek) EROL … 11-) Vücut kemiklerinin birleştiği yer – okuyucu 12-) Mısır dilinde çift anlamına gelen yaratıcı ve koruyucu güç – erkek kardeş 13-) İngiliz uzunluk ölçüsü – geniş ve uzun yapraklı yenen bir bitki – Mısır’da bir tanrı 14-) Numaranın kısaltması – İki nolu resimdeki Madımak’ta şehit edilen sanatçı (THM)
32
F
Erdal Erzincan Erkan Oğur İsmail Hakkı Demircioğlu
a Ge c e latm s i
Program
An
Ü N S Ü Z OZ D Ö AN
ve
Çınar’ı A h a l l nm u z a ey
Konuşmacı
Kubilay Dökmetaş Sunum
Şenay Erdoğan
Sinevizyon Gösterimi ve Fotoğraf Sergisi
Divriği Kültür Derneği 16 Mayıs Pazar Saat 18:00 Muammer Karaca Tiyatrosu Tünel - Taksim 0 212 292 20 20