Gölge e-Dergi Sayı 2

Page 1


GÖLGE Künye Editörler Göksu Yıldırım Meriç Melike Softa

Sorumlu Öğretmen

Ve Başlıyoruz... Herkese merhaba!..

Geldik Gölge’nin ikinci sayısına…

Hilmiye Manioğlu

Yazarlar Beyza Kartal Can Ege Yalçın Caner Özer Doruk Cansev Emre Ayan Eren Saner Bozkurt Göksu Yıldırım Melis Oflas Meltem Tolunay Meriç Melike Softa Okan Ağca Osman Kaan Yılmaz

Çizer

Biraz ilk sayıdan bahsedelim önce; geçen ay çıkardığımız ilk sayı hakkında iyi ve kötü bir çok yorum aldık. Bizi başka dergilerle karşılaştıranlar, “kopya çektiğimizi” söyleyenlerin yanında derginin çok iyi olduğunu, parayla satılsa alacağını söyleyenler oldu.

Çoğunuzun fark etmediği hatalar da vardı dergide, örneğin geçen ayki kapağımızda; kapak bitiyor ve sayfanın en sağında baştan başlıyordu. Dergiyi bilgisayarınıza indirebileceğiniz linklerden alternatif 1'deki (RapidShare) dosya silindi, yerine iki tane daha konsa da bunun için geç kalınmıştı ve derginin indirilme sayısı o günden itibaren artık hızla değil, gıdım gıdım artmaya başladı. Tabii bu sayıda hatalarımızı sıfıra indirmeye çalıştık; umarız başarabilmişizdir (ünlü slogan “Impossible Is Nothing” akla geliyor burada).

Nereye varmaya çalıştığımızı anlamış olabilirsiniz, evet dergimizi kaç kişinin okuduğuna değineceğiz. Dergi, önerilen link olan dosya.tc üzerinden, 265 defa indirilmiş. Tüm mevcudun yaklaşık 500 olduğunu ve bunun da ilk sayımız olduğunu düşünürsek; fena değil.

İklim Doğan

Ama elbette ikinci sayımızdan daha fazlasını beklemek yanlış olur mu bilemiyoruz… Ayın sonunda göreceğiz artık; kaç kişi tatile gitmiş, kaç kişi bilgisayarında... :)

Kapak Tasarım

Bir de şunu söylemek istiyoruz ki; dergimizdeki “Yabancı Dil” bölümü, yeterli kalitede görülmediği için kaldırılmıştır, ama sonraki sayılarda sizinle buluşmasını planladığımız birden fazla bölüm de var.

Onuralp Bozer Bir eksikten sonra bir de yeniliğimizden bahsedelim; artık her sayıda bir dosyamız olacak… Bu sayımızda 5 sayfalık bir “Lost” dosyası bulabilirsiniz... Tasarım Bir sonraki sayıya kadar, hoşça kalın… Göksu Yıldırım Meriç Melike Softa

Gölge Ekibi… golge@istanbulerkeklisesi.com

2


İçindekiler Film

4

Dosya

7

Tiyatro

12

Kitap

13

Anime & Manga

14

Müzik

16

Bilgisayar

17

Rol Yapma

19

Hikaye—Kovalamaca

20

Hikaye—Kara Rüya

22

Hikaye—Dilenci

24

Deneme

25

Köşe—Vızıldayan Sinek

26

Köşe—Kuzgun Aynası

27

Köşe—Ruh Soygunu

28

Köşe—Yerçekimi

29

Köşe—Multimedya Mesaj Servisi

30

Köşe—Çekirge

31

Çizim

32

Şiir

33

Kültür & Sanat Rehberi

35

Duyurular & Okuldan Haberler

36

Kapanış

37

3


JUMPER

F İ L M

Merhaba! Gördüğünüz gibi Film köşesindesiniz. Bugün size, aslında üzerinden biraz geçmiş; fakat DvD de izlemeye değer bir filmden bahsedeceğim. Filmin adı: Jumper Film, kendisini istediği yerden istediği yere ışınlama yeteneğine sahip olan David Rice (Hayden Christensen )'ın öyküsünü anlatıyor. David Rice, insanların çok nadir bir kısmının sahip olabileceği bir yeteneğe sahiptir. Bu yeteneği 15 yaşında bir gölün içinde boğulurken, birden kütüphaneye ışınlanmasıyla fark eder. O gün hayatının dönüm noktasıdır. Kendisi artık, Mısır'da bir Spenks üzerinde kahvaltı edip, Florida'da sörf yapabilir. Hayatını, ışınlanarak girdiği bankalardan çaldığı paralarla kazanır. En büyük tutkusu özgür olmaktır. Fakat bu yaşadıkları, sadece bir anın içine tıkılıp kalmaz ve David, kendisi gibi olanları avlamakla yükümlü olan "Paladinler" (Paladines) tarafından aranmaya başlar. Bu sırada, Roma'da Griffin'le, yani kendisiyle aynı yeteneklere sahip bir adamla tanışır. Griffin, David'in Paladinler ile yaşayacağı mücadelelerde, David'e yardım edecektir. İstiyorsanız fazla olandan, yani olumsuzlardan başlayalım. Film biraz kısa. Yani "Ratatouille" bile daha uzun. Film biraz Yönetmen Doug Liman daha uzatılabilirdi ve bir “Jumper”ın neler Senaryo StevenGould, David S. yapabileceği daha iyi gösterilebilirdi. Ayrıca Goyer aksiyon sahneleri dışında, film biraz (fazla) sıkıcı. Bir başka çelişki ise filmin diğer bir Görüntü yönetmeni Barry Peterson başrolü Milly ile David arasında hiçbir şey Müzik John Powell yokken, birden düzeyli bir ilişkiye sahip Tür Macera, Dram, Bilim Kurgu olmaları; bu hiç gerçekçi değil bence. Film tek bir çerçeveye oturtulmuş: “Çocuk yeteneğini Yapım ABD 2008 88 dakika (Renkli) keşfeder. Çocuk onları kontrol etmeyi öğrenir. Kötü adamlar gelir. Onlarla savaşır ve onları İngilizce Dil yener. Sonra da mutlu mesut bir hayat sürer.” Başroller Hayden Christensen Ve şimdi olumlular: Böyle yeteneklere sahip olan bir insanın nasıl Samuel L. Jackson davranması gerekirse, ana karakter de buna Diane Lane inanılır bir şekilde davranıyor. Görüntü efektleri gayet güzel. Oyuncular özenle Jamie Bell seçilmiş. Eksiler artıları götürür desek de, verilen emeği de göz önüne alıp, filmimize 10 üzerinden 6 puan veriyoruz. Vizyon tarihi

7 Mart 2008

6/10 Can Ege Yalçın

4


TWILIGHT—ALACAKARANLIK

Vizyon Tarihi Yönetmen Senaryo

Bu sayıdaki Alacakaranlık...

16 Ocak 2009 Catherine Hardwicke

Görüntü Yönetmeni Tür Yapım

F İ L M

Dil Başroller

filmimiz

ise

Merakla beklenen film 16 Ocak’ta vizyona girdi ve biz de ilk günü gittik filme ve sonuç...

Melissa Rosenberg Stephenie Meyer

Müzik

ikinci

Carter Burwell

Film; Bella isimli genç bir kızın, annesinin sevigilisiyle tatile çıkmasının ardından babasının Elliot Davis yanına gitmesi ve orada da kendisine “Edward” Aksiyon, Korku, Roman- isimli bir erkek arkadaş edinmesiyle başlıyor. tik, Gerilim Kızların büyük çoğunlunun da dikkatini ABD 2008 122 dakika çekmeye bu zamanlarda başlıyor film. “Isır beni (Renkli) Edward!” nidalarını duymamıza sebep olan İngilizce oyuncu Robert Pattinson’ın makyajı ise film boyunca değişiklik gösteriyor, başlangıçta Kristen Stewart neredeyse beyaz olan ten rengi, film ilerledikçe Robert Pattinson normal hâle gelmeye başlıyor.

Filmin diğer bir kötü noktası ise özel efektleri. Görüntü ileri sarılarak yapılmış gibi duran “hızlı koşma” sahneleri (belki gerçekten öyledir!) vasatı aşamıyor. Bunların yanında film kendine göre vampirlerin yaşamı hakkında da bir çok bilgi vermiş, onların uyumadıkları, yemedikleri anlatılıyor filmde, ve de beysbol oynayabildikleri tek zamanın fırtına dönemleri olduğu, ki bu sahneler filmi izlerken en çok zevk alacağınız sahnelerden.. Sonuç olarak film pek iyi değil. Tamam, kızları çekecek bir Edward var ama peki erkekleri ne çekecek? Konusu mu? Belki.. Oyunculuk mu? Olabilir (Cidden oyuncular iyiydi)... Atmosfer mi? Kesinlikle hayır ! Keşke efektler daha iyi olsaydı da daha kaliteli bir film izleyebilseydik......

7,5/10 Göksu Yıldırım & Can Ege Yalçın

5


YES MAN—BAY EVET

Bir sayıya üç film fazla mı geldi? İki filmde de kalabilirdi değil mi?.. Hayır, kalamazdı! Yes Man’i bırakamazdık! Evet, işte ilk yorumunuzu aldınız: Yes Man, bir dergiye bir film yorumu–tavsiyesi koyulacaksa kesinlikle o filmler arasında bulunması gereken bir film!

Öncelikle şunu söylemek istiyorum ki; “Yes Man”, Jim Carrey’nin izlediğim en iyi filmlerinden biri! Hatta son zamanlarda izlediğim en iyi film! (Evet, Twilight’ı da izledim :) )

F İ L M

Vizyon Tarihi

16 Ocak 2009

Yönetmen

Peyton Reed

Senaryo

Nicholas Stoller Jarrad Paul Andrew Mogel Danny Wallace (Kitap)

Görüntü Yönetmeni Tür Yapım Dil Başroller

Robert D. Yeoman Komedi 2008, ABD , 104 dk.

İngilizce Jim Carrey (Carl Allen) Zooey Deschanel (Renee Allison)

Filmin konusu şöyle: Hayatı dört duvar evi ve bankada küçük bir memurluktan ibaret olan Carl Allen, içine kapanıklığı ve umursamazlığıyla tam anlamıyla kendini hayata hapsetmiş gibidir. Ancak bankanın önünde rastladığı eski bir arkadaşının bu tekdüzelikten kurtulması adına yaptığı öneri tüm hayatını değiştirecektir: Her şeye “evet” demek zorunda kalacağı ve bu sayede mutlu olacağını öngören bir programa katılmak! Karşılaştığı her soruya ve teklife evet demek zorunda kalan Carl, zaman zaman çok mutlu edici olaylarla, zaman zaman da çok kötü olaylarla –ama yine de bunların sonucunda doğan iyi bir olayla!karşılaşır. Ve sonuç olarak Jim Carrey, seyircisine film boyunca kahkahaların durmayacağı mükemmel bir film izletir!

Olumsuz yön, olumsuz yön, olumsuz yön… Aklıma gelmiyor gerçekten… Mükemmel ve gülmekten yerlere yatırabilecek espriler ve harika oyunculuk performansları sonunda diyebilirim ki; eğer 10 puan dünyadaki en iyi filme tekabül ediyorsa, Yes Man kesinlikle 9 puanı hak ediyor! (Bu, filme gitmenizi kesinlikle tavsiye ederim anlamına geliyor sanırım…)

Tabii Twilight’ın altına Yes Man’i yazmışken, karşılaştırma yapmadan olmaz… Şöyle ki; filmin izleyici üzerinde bıraktığı etkiye bakıldığında, iki film de çok başarılı, ve birbirinden etkileyici… Ama film kalitesine bakıldığında; bence Jim Carrey’li Yes Man birkaç puan önde...

9/10 Meriç Melike Softa 6


LOST

D O S Y A

Uyarı: Dizi ile ilgili TÜM yazılar, ilk 4 sezonda neler olduğu ile ilgili birçok bilgi içermektedir. 5. sezon hakkında önbilgi içeren yazıların başında ayrıca uyarı yapılacaktır.

4 8 15 16 23 42... Bu sayılar bazılarınız için hiçbir anlam ifade etmiyor, ardışık değiller, aralarında bir bağıntı yok (ya da biz öyle düşünüyoruz :)), tamamen anlamsız altı farklı sayı; ama başka bir grup için bu sayılar uykusuz kalma nedeni, baş ağrısı, çözülene kadar rahat ettirmeyecek bir gizem. Ve üzülerek söylüyorum, bu grubun uykuları, tekrar aksayacak..

"Beraber yaşayamazsak… ...yalnız ölürüz."

LOST, art arda yayınlanan iki bölümlük bir 5. sezon prömiyeriyle geri döndü. Hayranlarını dokuz ay boyunca kafalarında cevapsız sorularla bekleten dizi, 5. sezonunun ilk iki bölümünde anlaşıldığı gibi eskisinden daha karışık bir hâl alacak. Bu da zaten yeterince karışık olan dizinin “beyin sulandırıcı” olarak tabir edebileceğimiz bir seviyeye gelmesi demek oluyor. Özellikle adadaki içiçe geçmiş ve sürekli değişen zaman, John Locke'ın sözlerinin bütün sezon kulaklarımızda yankılanmasına neden olacak gibi; “When am I?”.

Beşinci sezonda büyük miktarda öne çıkacak gibi gözüken bir karakterimiz var; Daniel Faraday. Öne çıkacak derken çok ciddiyim, en azından bir Sawyer kadar önemli olacak gibi görünüyor bu sezonda; çünkü fizikçimiz, adada iyilerin tarafında olan ve neler olup bittiğini anlayabilen tek kişi şu durumda.

Ben: -Durun ! Açıklayabilirim ! İngilizce konuşabiliyor musunuz? - .. - Türkçe – biliyor - musunuz?

Desmond:“Başka bir dünyada görüşürüz, kardeşim.”

Dördüncü sezon sürpriz biz şekilde sonlanmıştı; geminin patlayışı, tabuttan Locke'ın çıkması, adanın taşınması.. 5 sezondan, tüm bunlara (özellikle Locke'ın ölümü ve adanın taşınması) cevap vermesi bekleniyor, ve ilk iki bölümüyle de yeni sezondaki hikayenin bu doğrultuda gelişeceğini anladık gibi. Ancak bu demek değil ki yeni sorular da üretilmiyor, tam aksine bir çok yeni soru var kafalarda.. Sun'ın Benjamin ile alıp veremediği ne? Benjamin'in konuştuğu kasap kadın kim? Richard Alpert ne? Locke nasıl adadan ayrıldı ve Los Angeles'a gelip Jack'i buldu? Düşündükçe daha da fazlasını bulmak, buldukça daha fazla düşünmek, ve düşündükçe ... Bu kısır döngü, 2004'ten beri bize yabancı değil...

7


LOST LOST Hakkında Bilgiler - Dizinin senaryosunu, Ocak 2004’te, ABC başkanı Lloyd Braun sipariş etti ve “Castaways: The Series” adlı, ada ve ona bağlı insanların hikayesini anlatan bir dizi istedi. İlk bölümün (iki saatlik pilot) bütçesi oldukça fazlaydı ve Braun, projeye yeşil ışık yaktığı için bir süre sonra işinden oldu, bütçeye olur dediği için. Projenin fikir babaları J. J. Abrams ve Damon Lindelof, Jeffrey Lieber‘la birlikte bütün sezonların ana hikayesini ve dizideki gizemleri içeren dizinin “İncil”ini yazmaya başladılar, ancak 2004 güz dönemine yetişmesi için süre çok azdı ve grup harıl harıl çalıştı. En sonunda Lost 2004 sonbaharında yayınlandı ve 16.1 milyon gibi bir izleyici kitlesi edindi. Yani biz bugün “LOST” değil de “Castaways: The Series” isimli bir dizi de seyrediyor olabilirdik! - Dizinin daha ilk bölümünde Jack Shephard karakterinin öldürülmesi planlanıyordu, ancak Jack karakterinin kaderi değiştirildi ve dizinin ana karakterlerinden biri haline geldi.

D O S Y A

- Dizide 3. sezon finalinde kaybettiğimiz Charlie Pace karakteri Charlie: “Eee, ilk uçak kazan mı?” 1. sezonda dizi için yaratılırken aslında orta yaşlı, John Locke gibi biri olarak düşünülmüş, ancak dizinin yazarları Dominic Claire: “Nereden anladın?” Monaghan‘da ilginç bir komik karakter yönü fark ederek onu genç olarak yazma isteği duymuşlar. Charlie: “Çaylaklar kendini hep belli eder.” - Sawyer karakterinin dizide herkese lakap taktığını artık bilmeyen kalmadı. Peki bunun kaynağı nereden geliyor biliyor musunuz? Sawyer karakteri seçmelerine giden Josh Holloway, seçimlerde kötü performans gösterdiğini düşünerek oturduğu sandalyeyi tekmeliyor ve başka bir karakter seçmesine gelen Maggie Grace (Shannon Rutherford)’e bacaklarıyla ilgili bir lakap takıyor. Yazarlar Holloway’in bu tavrını ilginç ve komik bularak onu Sawyer seçiyorlar ve karakterini geliştiriyorlar. -Diziye 2. sezonda dahil olan Benjamin Linus, o zamanların Locke: “Bu da neydi, bir çeşit kod mu?” Henry Gale’i Michael Emerson‘ın hikayesi de ilginç: Ben: “Hayır John, maalesef ‘Dolabımda Emerson, dizide Ötekiler’den birini olan Henry Gale’i elindeki silahı kızıma doğrultmuş bir herif var’ canlandırmak üzere diziye 3 bölümlük olarak ekleniyor, diye bir kodumuz yok, ama olsa iyi olurmuş..” ancak sergilediği performans onu 8 bölüm daha yaşatıyor, derken dizinin yapımcıları Damon Lindelof ve Carlton Cuse, izleyicinin de olumlu tepkisi üzerine Henry Gale’i daha da yaşatıyor ve en sonunda Ötekiler’in lideri Benjamin Linus ortaya çıkıyor. Yapımcılar, bugün bile eğer Michael Emerson dizide olmasaydı, dizinin bambaşka bir şekilde ilerleyebileceğini belirtiyorlar. - Matthew Fox aslında Sawyer karakteri için düşünülüyordu. S1 DVD extra’larındaki olan rol seçimleri videosunda Sawyer rolü var. Sun’ı oynayan da aktris de Kate rolü için düşünülmuş. - Dizinin 5. ve 6. sezonları 17’şer bölüm olacak ve 7. sezon olmayacak. - Dizinin 5. sezonunda, sezon finaline yakın olabilecek bir haftalık aralar hariç, kesinti olmayacak. - Lost’un 5. sezonu için; Matthew Fox(Jack Shephard), bölüm başı 225.000$’a, Evangeline Lily (Kate Austen) ise 150.000 $’a ABC ile anlaştı.

8


LOST 5. Sezon ile İlgili Önbilgiler… -Yunjin Kim (Sun): “Adaya dönmekte hepimiz başarılı olamayabileceğiz.” -Michael Emerson (Ben): “5. sezona kadar zirveye tırmandık, bu sezon da tepeden aşağı doğru, bir sona doğru yuvarlanacağız. *Zamanda yolculukla ilgili+ Sizi çılgına çevireceğinden emin olabilirsiniz.” -Josh Holloway (Sawyer): “Nerede olduğum ve Kate: „Bekle, ne yapıyorsun ?!“ Sawyer: „Her zaman yaptığım şeyi Kate, hayatta kalmak…“ ne halt yediğimle ilgili hiçbir fikrim yok.” - İdari yapımcı Carlton Cuse: “Bazı karakterler geçmişte bir şeyleri değiştirecek ve bu hikâyenin gidişatında büyük değişiklik yapacak. Olayların birbirine bağlılığı var - bunların bir kısmı kan yoluyla.”

D O S Y A

Sawyer: "Haberleri neden 6 yaşında bir çocuktan -Şubat’ta (Locke dışında) bir karakter ölecek. alıyorum ki ?!" Walt: "10 yaşındayım!" - Sawyer, adanın önceki dönem sakinlerinden biriyle bir Sawyer: "Peki, o zaman doğru olmalı!" aşka başlayabilir. - Desmond’un karşılaştığı geleceği gören hanımefendi “hayal edebileceğinizden daha da önemli biri” (Carlton Cuse) - Ada, 2. sezon finalinde Swan ambarı içe doğru Ana-Lucia: “Ben ne dersem onu yapacaksın. Dur patladığında zamanda geriye gitmedi, ancak ambar dediğimde durursun, atla dediğimde ne yaparsın?” Sawyer: “Önden buyur…” patladığında bir şeyler oldu, evet… - Locke ve Jin’i dizide daha fazla göreceğiz. “Ölüm, göreceli bir kavram” ve dizide bu karakterler hakkında daha anlatılacak çok şey var. - Bu sene Rousseau’nun hikayesine geri döneceğiz, ancak bu tamamen flashback olmayacak. Flashback ve forward’lar dizide yine yer alacak, ancak dizide yine zamanda gidiş gelişle ilgili heyecanlı şeyler yaşanacak, yeni sezonda dizinin anlatılış biçimiyle ilgili bambaşka sürprizler olacak. Ada içinde ve dışında yaşanacak olan olaylar anlatılacak ve bunlar farklı zaman dilimlerinde olacak. - Köpek Vincent gayet iyi ve 5. sezonda da olacak - hatta dizinin sonuna kadar adada olacak. :) - Jack-Kate-Sawyer aşk üçgeni, diziyi canlı kılan hikayelerden biri ve önümüzdeki iki sezon boyunca bu üçgende değişiklikler göreceğiz. Kate Sawyer’ı tekrar görecek.

“LOST” 5. Sezon İlk 6 Bölümün İsimleri Belli Oldu 5×01 - “Because You Left” - Birinci bölümün ismi, John Locke’ın Oceanic 6 üyelerini uyarmasıyla ilgili. 5×02 - “The Lie” - İkinci bölüm isminin, Oceanic 6′ in ada-dışı hayatta yarattıkları yalanı sürdürme çalışmaları ile ilgili olduğunu gördük –ve hatta Hurley’in annesine gerçekleri açıklamasını da :) 5×03 - “Jughead” - “Jughead” isminin, 1950’lerde adada bulunmuş büyük bir bombaya ait olduğunu biliyoruz... 5×04 - “The Little Prince” - Dördüncü bölümün isminin, “Küçük Prens”, Aaron veya Walt’a değinebileceği üzerinde duruluyor. 5×05 - “This Place is Death” - Beşinci bölüm isminin, bu bölümde ölebilecek karakterler olduğu ve “kötü şeylerin yaşanacağı” bölüm olabileceği üzerinde konuşuluyor. 5×06 - “The Life and Death of Jeremy Bentham” - Son olarak altıncı bölüm ismi zaten kendini oldukça açıklıyor; sezonun başında bu kadar erken açıklanabilecek olması tuhaf kaçsa da, Jeremy Bentham yani John Locke’un nasıl ada dışına çıktığı ve nasıl öldüğü açıklanabilir bu bölümde.

9


LOST 5. Sezon İçin Önemli 10 Bölüm 1) Walkabout (Sezon 1)

2) White Rabbit (Sezon 1)

Bölüm İpucu: Locke, adaya gelmeden önce tekerlekli sandalyedeydi.

Bölüm İpucu: Jack’in ölü babası Christian adada capcanlı görünmüştü.

5. Sezon Önemi: Jack ve Ben, Locke’un cesedini diriltmek için adaya getirecekler. Peki Locke dirilebilecek mi?

5. Sezon Önemi: Christian geri dönecek ve onun gizemli beyaz tenis ayakkabıları açıklanacak. Locke(Ben’e): “Bana ne yapamayacağımı söyleme! “

3) Deus Ex Machina (Sezon 1)

D O S Y A

Bölüm İpucu: Locke adaya “Benden istediğin her şeyi yaptım” diye yalvarıyordu ve Swan ambarından ışık gelmişti. 5. Sezon Önemi: “Swan istasyonunun neden bulunduğunu tüm doğasıyla birlikte öğreneceğiz.” (Lindelof)

4) 23rd Psalm (Sezon 2) Bölüm İpucu: Mr. Eko siyah dumana gözlerini diktiğinde “canavarın insanların hayatlarından anıları gösterdiğini görmüştünüz,” diye hatırlatıyor Cuse. 5. Sezon Önemi: Siyah dumanla ilgili daha iyi bir bilgi bu sezon gelecek.

5) Live Together, Die Alone (Sezon 2) Hurley: “Ahbap.. Nikki ölmüş !” Bölüm İpucu: Sayid, Jin ve Sun, 4 parmaklı bir ayak heykeli görmüşlerdi. 5. Sezon Önemi: Heykel tekrar gözükecek.

Sawyer: “Nikki de kim be ?”

6) Flashes Before Your Eyes (Sezon 3)

Ben: “Tanrıya inanır mısın, Jack?” Jack: “Ya sen?” Ben: “Omuriliğimde ölümcül bir tümor olduğunu öğrenmemden iki gün sonra gökten bir omurilik cerrahı düşüyor... Eğer bu tanrının varlığını kanıtlamıyorsa, başka ne kanıtlar bilemiyorum.” 7) The Man Behind The Curtain (Sezon 3)

Bölüm İpucu: Desmond, geleceği görebilen Mrs. Hawking’le tanışmıştı. 5. Sezon Önemi: Bu gizemli kadını tekrar göreceğiz. 8) The Constant (Sezon 4) Bölüm İpucu: Desmond 1996′ yla 2004 arasında zaman geçişleri yapmıştı.

Bölüm İpucu: Ben’in geçmiş hikayesi aralanmıştı. 5. Sezon Önemi: Ben’in geçmişiyle ilgili ilginç bir parça ortaya çıkacak, diyor Cuse.

5. Sezon Önemi: Oceanic-6 adaya dönmeye çalıştığında, adadan yanlış biçimde giriş/çıkış işleminin bazı kritik sonuçlar doğurduğu görülecek.

9) The Shape of Things to Come (Sezon 4)

10) There’s No Place Like Home

Bölüm İpucu: Ben, Charles Widmore’un kızı Penelope’u öldüreceğini söylemişti ve Charles’a “Seni öldüremeyeceğimi ikimiz de biliyoruz” demişti.

Bölüm İpucu: Ben donmuş eşek çarkını çevirirken Jacob’a seslenmişti ve adayı yerinden oynatmıştı. Bu bölümdeki her şey konuyla alakalı.

5. Sezon Önemi: Bu iki karakter arasındaki güç savaşı derinleşecek ve yeni sezonda irdelenecek.

5. Sezon Önemi: Locke’un ölümünü sezonun ortasına kadar göreceğiz, ancak kaderinin adada incelenmesi sürecek.

10


LOST LOST 5. Sezon Posteri Yayınlandı “LOST“un 5. sezon posteri görücüye çıktı. Ortadan ikiye bölünmüş poster fotoğrafının bir tarafında adadan kurtulduklarını bildiğimiz ‘Oceanic 6′ ekibi, diğer tarafında ise adada kalanlar yer alıyor. Posterin üst kısmında ise ‘Destiny Calls’, yani ‘Kader Çağırıyor’ yazıyor. Posterde dikkat çeken birkaç şey daha var: - Neden Sawyer ve Kate doğrudan birbirlerine bakıyor?

D O S Y A

- Neden Jack ve Kate, Sawyer ile Juliet’in verdiği pozun yansıması gibi duruyor? - Jin ve Claire nerede? Daniel Faraday: “Ben Linus, Orkide İstasyonu'nda her ne yaptıysa.. galiba bizi... başka bir yere attı.” Miles: “Nereden başka bir yere attı?” Daniel Faraday: “Zamandan.”

“LOST” 5. Sezonda 2 Yeni Karakter “LOST” 5. sezonda bizleri şu an için 2 yeni karakter bekliyor. Karakterlerin adada olup olmadıkları belli olmamasına rağmen tipik özellikleri öğrenilen bilgiler arasında. Bu karakterlerden erkek olanın adı: Ceaser; 30’lu-40’lı yaşlarında, çok zeki, tehlikeli ve kiralık katil(?). Kadın karakterin adı ise Ilanna; 20′ li-30′ lu yaşlarında, zeki, tehlikeli ve istediğini elde edebilen biri. Ceaser karakterini Sayid Taghmaoui adlı aktör, Illiana karakterini de “New Amsterdam” dizisinden tanıdığımız İran asıllı aktris Zuleikha Robinson canlandıracak. Yardımcı oyuncu olarak giriş yapacak karakterler izleyiciler tarafından ilgi görürse diğer sezonlarda da boy gösterecekler. Hurley: “Elinde bir hindistan ceviziyle buraya doğru koşan bornozlu bir adam gördün mü?” Charlie: „Hayır, ama elinde mango olan ve patenli bir kutup ayısı gördüm..“

Ceaser rolünü canlandıracak Sayid Taghmaoui

Illiana karakterini canlandıracak Zuleikha Robinson

11


İYİ GÜNDE KÖTÜ GÜNDE

Yöneten: Oyuncular:

T İ Y A T R O

Özdemir Çiftçioğlu Ali Poyrazoğlu Nilgün Belgün

Ali Poyrazoğlu’nun yeni bir oyununun sahneleneceğini öğrendiğimde sevinmedim desem yalan olur. Daha önce kendisinin üç oyununu (Sağlık Olsun, Eski Çamlar Bardak Oldu ve Tak Tak Takıntı) daha izlemiş biri olarak, Ali Poyrazoğlu’nun performansını oldukça iyi buluyorum. Hiç izlememiş olanlar için söyleyeyim: Sizi gülmekten yere yapıştırır. Ama öyle böyle değil. Özellikle “Sağlık Olsun” adlı oyunda gülmekten boğazımın kuruduğunu hatırlıyorum. Yani bol miktarda kahkaha vaat eder Ali Poyrazoğlu’nun oyunları. Güldürürken de düşündürür aynı zamanda. Bu yüzden de çok yönlüdür ve izlemesi çok keyif verir.

Bu oyunda Ali Poyrazoğlu’na Nilgün Belgün eşlik ediyordu. İkisi de üstün performanslarıyla seyirciyi kendine çekti ve adeta oyunun içine sürükledi. Bu oyun, en başta büyük bir aşkla evlenen, ama uzun bir evliliğin ardından kavgalı bir şekilde boşanan bir çift üzerine kuruluydu. Evlenirken “iyi günde ve kötü günde” bir arada olacağına söz vermişti bu çift; ama beklendiği gibi işler yolunda gitmedi ve biz de bu sayede bu iki kişinin “eğlenceli” kavgalarına tanık olabildik. Aslında düşününce bu konu pek de özgün gelmiyor; evlilik ve kadın erkek ilişkilerindeki anlaşmazlıklar çokça ele alınmış temalar. Bu yüzden de oyunun konusunu duyunca daha başka beklentiler oluşuyor. Ama yine de oyuncuların konuyu ele alış biçimi oyunu alışılagelmişlikten kurtarıyor. Kimi zaman güldüren esprileriyle, kimi zaman da düşündüren hicivleriyle oldukça güzel bir oyun ortaya çıkıyor.

Bu iki oyuncunun performanslarına gelince de; kötü bir eleştiri yapabileceğim hiçbir şey yok... Aksine oyun ilerledikçe bu iki ismin ne kadar usta olduğunu daha da iyi anlıyorsunuz. Nilgün Belgün’ü ilk defa izledim ama Ali Poyrazoğlu’nu daha önceden de izlemiş olduğum için tiyatrodan mutlu bir şekilde ayrılacağımı zaten tahmin ediyordum.

Fazla söze gerek yok aslında. Ben oyundan da sanatçıların performanslarından da çok memnun kaldım. Bence siz de bu oyunu kaçırmayın.

8.5/10 Meltem Tolunay

12


YERALTINDAN NOTLAR—DOSTOYEVSKİ

Geçenlerde babamın kitaplığını karıştırırken gözüme bir kitap ilişti. Aslında başta beni çeken tek tarafı, adındaki gizemdi. Sonra yazarının Dostoyevski gibi bir dünya devi olduğunu ve benim bu yazar ve eserleri hakkında çok az bilgim olduğunu fark edince, kesinlikle bu kitabın dünyasına dalmam gerektiğini düşündüm.

K İ T A P

Yeraltından notlar iki bölümden oluşuyor. “Yeraltı” adlı bölümde yazar, yarattığı sahte ama gerçekçi karakteri ve onun hayata dair görüşlerini anlatıyor. Sonraki bölümde ise, bu kişinin yaşamındaki bazı olayları anlatan “anılar” bulunuyor. Kırk yaşında hasta bir adamın etrafında gelişen olaylar, onu bu olaylar üzerine düşünmeye itmiştir. Kendi hastalığının ciddiyetini bile önemsemeyip bu olaylar üzerine ciddi bir şekilde kafa yorarak insan psikolojisi hakkında çok ilginç saptamalarda bulunmuştur bu adam. Bu konuda onu kafa yormaya iten en güçlü dürtü ise onun küçük egolarıdır. En sinirli anlarında bile içinde kin taşımamasıdır belki de… Öfkeden ağzı köpükler içinde kalsa bile, karşısındaki azıcık onun gönlünü alınca sakinleşmesi belki de.. Ama ne olursa olsun, kimseyi kırmak istememektedir. Biraz inatçıdır da.. Hem uysaldır hem de ters; hem onurludur hem de alçak; hem dünyanın en zekisidir hem de en kaçığı. Kendisi bile tanımlayamamaktadır kendini. Bunun acısını da çekmektedir. Onun için sorun, başkalarıyla yüzleşmek değildir, çünkü o zekasıyla herkesten üstün olduğuna inanmaktadır. En büyük problemi, kendisiyle yüzleşmek istememesidir. Aynaya bakmaktan bile korkmaktadır. Onun da bir yer altı vardır. O, canı istediği zaman –bazen korkudan bazen kibirden- bu gizli köşesine çekilir; bazen de oradan çıkıp kendine düşman edindikleriyle savaşır. Bazen bu savaşın aniden dışında kaldığını anlayıp hızlıca kaçar yeraltına. Savaşın dışında kalmıştır çünkü, ona göre başarıya ulaşanlar dar kafalıdır ve o dar kafalılar arasından sıyrılmak istemiştir. Ona göre, dünyada aptallar ve namussuzlar yaşamaktadır. Namuslular aptal muamelesi görür; zekiler ise namussuz olanlardır. Ona göre, her şeyi tamamen anlamak da başlı başına bir hastalıktır. Anlamak insanın baş belasıdır ama yine de, insan dünyanın en muhteşem şeyleriyle değişmez onu. İşte, belki de bu yüzden anlaşılması zor bir kitaptır Yeraltından Notlar! Bunalımlı havasıyla okuyucuyu da bunalıma sokabilecek bir kitaptır. Ama bunları bilmenize rağmen, sözü edilen adamın duygularını derinden anlayabiliyorsanız, elinizden bırakamazsınız onu. Daha kitabın en başından da, böyle bunalımlı –belki de deli- bir adamın , nasıl diğer insanlar hakkında bu kadar doğru ve mantıklı gerçekler tespit ettiği de merak konusu! İşte bu merak sizi onun yeraltına sokuyor ve kendinizi kaptırırsanız o karanlıkta kayboluyorsunuz. Asla söylenmemesi, duyulmaması gerekenleri onun karanlığında tıpkı sessiz bir çığlık gibi duyuyorsunuz. Kısacası, kitap kısa ama etkileyici. Yani öylesine bir kitap değil Yeraltından Notlar... Kesinlikle okumanızı öneririm.

7/10 Osman Kaan Yılmaz 13


A N I M E

ANİME VE MANGA Vampire Knight

(ヴァンパイア騎士, Vanpaia Naito—Vampir Şövalye)

Vampire Knight, Matsuri Hino tarafından çizilen, animeye de uyarlanmış bir manga serisidir. Ocak 2005'te ilk defa LaLa dergisinde yayımlanan manga hala devam etmektedir. İngilizce mangası Viz Media'nın Shouja Beat dergisinde Ocak 2006'ta yayımlanmaya başlanmıştır. İki tane drama cd'si çıkarılmıştır. Studio Deen tarafından yapılan animenin birinci sezonu, Japonya'da TV Tokyo'da 8 Nisan 2008 ve 1 Temmuz 2008 tarihleri arasında yayınlanmıştır. İkinci sezon, Vampire Knight Guilty, aynı kanalda 7 Eylül 2008 ve 30 Aralık 2008 arasında yayınlanmıştır.Animede, aynı zamanda drama cd'sinde de seslendirme yapmış çoğu aktör seslendirme yapmaktadır. Shouja sınıfına giren serinin dünya çapında birçok hayranı vardır. Sadece kızlara değil, aynı zamanda erkeklere de hitap etmektedir. Animesi mangaya sadık kalmıştır. Animenin başlangıç ve bitiş şarkıları ise çok başarılıdır. Özellikle Kanon Wakeshima tarafından seslendirilen Still Doll, vampir temasına çok güzel uymaktadır. Çoğu vampir klasiğine sadık kalınmış ama konu örgüsü güzel bir şekilde oluşturulmuş. Aşk öğesi ağır basmasına rağmen sıkmadan izletiyor. Vampirlere ait dünya çok güzel yansıtılmış. İzlerken insan kendini kaptırıyor. Kesinlikle izlenmesi gereken bir anime olduğunu düşünüyorum.

V E M A N G A

Konusu: Cross Academy, öğrencilerini ikiye bölen prestijli bir özel okuldur: Gece Sınıfı ve Gündüz Sınıfı. Gündüz ve Gece Sınıfları okulun aynı imkanlarından yararlanmaktadır. Ama akşamki sınıf değişimi sırasında Gündüz Sınıfının etrafta toplanması her zaman kaosa neden olur. Bunun nedeniyse Gece Sınıfıdır. Sınıf başkanları bu kargaşayı yatıştırmak ile görevlidir. Gece sınıfı elit öğrencilerden oluşan özel bir gruptur. Ve hepsi de tamamıyla muhteşemdir. Ama Gece Sınıfı sadece güzel öğrencilerden oluşan elit bir grup değildir. Onların hepsi tamamıyla bizlerden farklıdır. Gece Sınıfıyla ilgili hiç kimsenin bilmediği sır da şu: onların her biri birer vampirdir. Sınıf Başkanlığı ise asıl görevlerinin üstünü örten perdeden başka bir şey değildir. Onların asıl görevi okul koruması olarak hareket etmek ve Gece Sınıfının sırrını korumaktır. Zamanın başlangıcından beri tarihin gizli kalmış köşelerinde vampirler ve insanlar arasındaki savaş süregelmiştir. Şu anda ise bu gerçeği bilen çok az sayıda insan kalmıştır, fakat vampirlerin varlığı hala ürkütücü bir gerçektir. Gündüz Sınıfının okulun sırrıyla ilgili hiçbir şey bilmemesinin nedeni ise sınıf başkanlarının iki sınıf arasındaki bağlantıları engellemesidir.

14


A N I M E

Karakterler:

Cross Yuuki: Cross Yuuki’nin hatırladığı ilk anısı bir vampirin saldırısına uğradığı ve Gece Sınıfından Kuran Kaname tarafından kurtarıldığı soğuk ve karlı bir kış gününe aittir. Bu olaydan sonra Cross Academy’nin başmüdürü Cross Kaien tarafından evlat edinilip büyütülmüş ve sınıf başkanı olarak okulun gizemini koruma görevini üstlenmiştir. Kaname Sempai’ye hayranlık duymaktadır. Kendisi gibi Cross Kaien tarafından koruma altına alınan Kiryo Zero ile beraber büyümüştür ve de beraber sınıf başkanıdırlar.

Kiryo Zero: Zero'nun vampir avcısı olan ailesi bir vampir tarafından katledildikten sonra Cross Kaien tarafından evlat edilir ve kendisinden bir yaş küçük olan Yuuki ile büyür. Yuuki ile sınıf başkanı olarak okulun sırrını koruma görevini yerine getirir. Ama vampirlerin çok da kötü olmadığını düşünen Yuuki'nin tersine vampirlerden nefret etmektedir. Onlara güvenilemeyeceğini ve hepsinin de öldürülmesi gerektiğini düşünür. Özellikle de Yuuki'nin hoşlandığı Kuran Kaname'den hoşlanmamaktadır.

V E

Kuran Kaname:

M A N G A

Gece Sınıfı öğrencisi olan Kaname Ay Yatakhanesi'nin de başkanıdır. Safkan bir vampir olan Kaname üst düzey bir vampir ailesine mensuptur. Yuuki'yi küçükken bir kar fırtınası sırasında bir vampirin saldırısından kurtarmıştır. Yuuki'nin abisi gibi büyümüş olsa da ona karşı romantik hisler beslemektedir. Zero'dan çok hoşlanmaz aynı zamanda Yuuki'yi ondan kıskanır.

Cross Kaien: Kaien, Cross Akademisi'nin müdürüdür. Yuuki ve Zero'yu koruması altına alıp, büyütmüştür. Çocukları tarafından sevilmek isteyen Kaien, onların ilgisini çekmek için sürekli çabalar ama sadece komik duruma düşer. Vampirlerin çok mükemmel olduğunu ve onların insanlarla beraber barış içinde yaşabileceğini düşünür. Kuran Kaname'ye ise çok güvenmektedir.

Beyza Kartal

15


RİTM VE TON OYUNLARI Şu aralar oyunlarla ilgili olun veya olmayın eminim sizin de dikkatinizi çekmiş bir furya var, her tipte müzik oyunu. Bazıları sizin istediğiniz şarkıyı ritme göre değişen bir yarış parkuruna çeviriyor, Osu gibi bedava dağıtılanları istenen şarknıın ritmine göre dokunmanız gereken baloncuklar sunuyor size. Guitar Hero ve Rock Band serileri ise bildiğiniz gibi gerçeğe yakın enstrümanlar ile internetten oynama seçeneği de sunuyor; bunların dışında bir de benim şu aralar sardığım Singstar veya bunun kopyası Ultrastar gibi karaoke oyunları var. Bu konuda tartışılacak çok şey var, oğlunun Guitar Hero videosunu internete koyup onu geleceğin virtüözü diye tanıtan babanın haklılığı mesela en büyük meselelerden biri. Ancak Guitar Rising gibi gerçek gitarların bilgisayara bağlandığı ve ardından eğitim verildiği oyunların yararlarınıysa gelecek gösterecek.

M Ü Z İ K

Avril Lavigne – The Best Damn Thing Dinleyecek “yeni” bir şeyler ararken geldi aklıma Avril Lavigne’in ismi. Aynı gün de bu albümü edindim, ve itiraf ediyorum ki bir haftadır dinlediğim şarkıların yarısı bu albümden… Albümün içinde bir kaç gereksiz şarkının (“I Don’t Have to Try” bence tam bir felaket..) yanısıra “Hot”, “Girlfriend” gibi ortalama şarkılar da var. Ama bütün bunlar bir yana albümde bir “When You’re Gone” var ki.. Anlatılmaz, dinlenir. Son zamanlarda dinlediğim en iyi şarkılardan birisi. Albümdeki diğer favorim ise yine yavaş bir şarkı olan “Keep Holding On”. Bu ikisinin dışında dışında “Contagious” ve “Innocence” da dinlenilesi şarkılar. Albüm tamam anlamıyla çok güzel olmasa da içindeki birkaç şarkı için (when you are going, I count the...) dinlenilebilir.

8/10 Göksu Yıldırım 

H A B E R V A R ! En son geçtiğimiz sene “Somewhere Back in Time - The Best of: 1980 – 1989” adlı derleme albümü yayınlayan ve albüm sonrasında ‘Somewhere Back in Time’ adlı dünya turnesine çıkarak toplam 23 tane konser performansı sergileyen Iron Maiden, şimdi de bu turneyi “Iron Maiden: Flight 666” adlı filmle belgeselleştiriyor... 21 Nisan tarihinde tüm dünyada gösterime girecek olan belgeselde grubun 45 gün içerisinde gerçekleştirdiği turnesinden görüntülere yer verilecek. Iron Maiden’ın her üyesiyle yapılan özel görüntülere ve sahne arkası görüntülerine yer verilecek olan belgeselde ayrıca grubun vokalisti Bruce Dickinson’ın kullandığı ‘Ed Force One’ adlı turne jeti içerisinde gerçekleştirilen görüntüler de bulunacak. "

16


RISE OF THE ARGONAUTS

B İ L G İ S A Y A R

Sevgiliniz evlilik gününüzde zehirli bir oka kurban gitse ne yaparsınız? Yunanistan’ın tanrıları tarafından kutsanmış adanın kralısınız aynı zamanda... Evet, içinde Yunan tanrılarının olduğu bir intikam alma oyunu Rise of the Argonauts. Hikayesi tahmin edebileceğiniz gibi çok klişe. Yunan tanrıları zaten her zamanki tanrılar... Siz de her zamanki gibi cesur bir adamsınız... Hikaye bu kadar klişe olsa da hikayeden daha çok göze batan bir sorun var oyunda: Oynanış! Savaş mekanikleri, mekanlar arası yolculuk, görüş alanınız... Ben yine de kameradan başlayayım. Kamera sizi takmadan kafasına göre karakterinize yaklaşıp uzaklaşırken kendinize “Benim adam nerde?” diye çok sık soruyorsunuz. Savaş sırasında kamerayı düzeltmeye çalışırken kendinizi yerde bulduğunuz çok oluyor. Normalde buraya bir ekran görüntüsü alıp bakın burası minimap, burası canınız, burada büyüleriniz gösteriliyor, burada da büyülerinizi yeniden kullanmanız için gereken süre demeyi çok isterdim fakat bunların hiç biri RotA’nın normal gidişatında gözükmüyor. Ne canınız ne büyüleriniz ne de minimap... Aslında hiç birş ey gözükmüyor RotA’nın oynanış ekranında. İlk anda ekranın temiz olmasından mutlu olmuştum fakat bu görev yapmaya başladıkça bir işkenceye dönüştü. Şöyle ki; oyun boyunca size verilen görevlerin çoğu şuraya git, buradaki adamı kurtar, oradaki adamla konuş şeklinde… Tamam, görevler yaratıcı bir şekilde hazırlanmış ve hikâyeyi çok güzel anlatıyor, fakat ekranınızda bir minimap görme şansınız olmadığından kaybolma Kahramanımız Jason ve Güzel Okçu Atalanta olasılığınız çok yüksek. Tabii ki istediğiniz zaman oyunu durdurup haritayı görebilirsiniz, fakat bu da bir süre sonra oynanışı böldüğü için çok sıkıcı oluyor. Gelelim savaş mekaniklerine… Oyuna başladığınızda yanınızda arkadaşınız Herkül (evet, şu Zeus’un oğlu olan) var ve savaşları onunla birlikte yapıyorsunuz. Görünüşüne aldanmayın, Herkül’ün efsanelerde geçen gücünden oyunda eser yok. İki tane kılıçlı askerle savaşırken yere düşen bir Herkül oyundaki... Tabii Herkül düştükten sonra tüm düşmanlar sizin başınıza üşüşüyor. Bu düşmanlara karşı kullanmak üzere üç silah seçeneğiniz var. Kılıç, mızrak ve gürz. Görev yaptıkça farklı özelliklere sahip silahlar kazanabiliyorsunuz ve aralarından istediğinizi seçip kullanabiliyorsunuz. Fakat tüm oyun boyunca bir adamı kılıçla ortadan ayırdığınız, vücuduna mızrak sapladığınız ve gürzle kafasını uçurduğunuz bütün sahneler yavaş çekim gösteriliyor. İlk başta zevkli olsa da bir yerden sonra oyuncuyu bıktırıyor bu yavaş çekim sahneler. Yunan tanrılarından dört tanesi bu oyunda sizin arkanızı kolluyorlar. Bunlar Ares, Apollo, Hermes ve Athena. Bu dört tanrının da temsil ettiği özellikler var. Konuşmalarınızın çoğunda dört seçenekten birini seçmeniz bekleniyor. Bu dört seçeneğin her biri bir tanrıyla doğrudan ilişkili. Saldırganlık içeren seçenekle Ares’e; en barışçıl seçenekle Apollo’ya; kurnaz cevaplarla Hades’e ve adaleti sağlamak amacı güden seçenekle Athena’ya yakınlaşıyorsunuz. Tabii ki bu yakınlaşma karşılıksız kalmıyor. Her tanrıdan kazanabileceğiniz farklı güçler var. Bu güçleri kazanmak için yapabileceğiniz tek şey konuşmak da değil. Oyun boyunca yaptığınız işler “sevap”(ben çevirdim ama sorumluluk kabul etmiyorum) olarak adlandırılıyor. Bunların içinde 10 düşmanı yere düşürdün, bu işi şiddetle çözdün gibi şeyler var. Siz bu “sevap”ları istediğiniz tanrıya adayarak ona daha yakınlaşabiliyorsunuz. Oyunda arkanızı kollayanlar sadece Yunan tanrılar da değil... Sizin yanınızda Argonauts’lar var. Bunlar görev yaptıkça size katılan farklı güçlere sahip dostlar: Herkül, Pan, Achilies ve Atalanta. Geminizden inip bir göreve gitmek istediğinizde yanınıza iki tane Argonauts almanız gerekiyor. Ben çoğunlukla büyü gücü olan Pan ve çift taraflı mızrağı ustaca kullanan Achilies’i seçiyorum. (İşte benim favori ikilim) Tabii ki kurnaz okçu Atalanta ve çıplak elle dövüşen Herkül’ü de seçebilirsiniz. Yanınıza aldığınız dostlarınız savaşta size yardım etmekle kalmıyor, (10 kişilik ordu geldiğinde 1 tanesini şans eseri öldürüyorlar bazen) konuşmalarınıza da ortadan dalabiliyorlar. Bu da konuşmaları daha ilginç hale getiriyor. Oyunu daha çok övdüm mü yoksa yerdim mi bilmiyorum; ama RotA, aksiyon oyunlarına ilgi duyanları 1-2 günlüğüne eğlendirebilecek bir oyun. Oyunun türü ne kadar Aksiyon-RYO olarak belirtilse de çok fazla RYO öğesi yok. Ryo oyunu bekleyenleri (Ben) hayal kırıklığına uğratacak bir oyun bence RotA… Aksiyon oyunu bekliyorsanız da Devil May Cry 4 çıkmıştı birkaç ay önce. DMC4 çok eski diyorsanız ve gerçekten oyun oynamanız gerekiyorsa oynayın RotA’ı.

Okan Ağca 17


KULLANIŞLI KÜÇÜK YAZILIMLAR

B İ L G İ S A Y A R

Aslında benim bu sayfadaki amacım bilgisayar kullanımını kolaylaştıracak, bilgisayar başında iken size saçınızı başınızı yolduran problemlerden sizi kurtaracak “kullanışlı” yazılımları tanıtmak. Fakat başlığı yazdıktan sonra “kullanışlı” kelimesine takıldım! Ben kendi bilgisayar hayatımı kolaylaştıran, benim sorunlarımı çözen programları tanıtacağım. Boş zamanının yüzde seksenini bilgisayar başında geçiren biri olarak çoğunuzun karşılaşmadığı problemlerle karşılaşıyor olabilirim. Kimi zaman buradaki yazılımlara “ne gerek vardı ki?” diyebilirsiniz. Ama bilgisayarla ne kadar çok uğraşırsanız (Microsoft sağ olsun(!)) o kadar çok problemle karşılaşırsınız. Bu problemlerle karşılaşanlar sadece biz olmadığımız için aslında hepsinin basit bi çözümü var…

Launchy

Çok kullanışlı olan Launchy programıyla başlayalım. Ben de bu programı ilk gördüğümde “ne gerek var ki?” demiştim aslında… Launchy bilgisayarınıza yüklediğiniz 1000’lerce program arasından size ilk birkaç harfini yazdığınız programı bulup çalıştırabilir. Aslında Launchy’nin yaptığı şey bilgisayarda işimizi kolaylaştırmak ve ilginçtir ki bilgisayarıma format attıktan sonra yüklediğim ilk programlardan biri oldu. (İnsanoğlu rahata çabuk alışıyor: P) Artık bu programın nasıl çalıştığını anlatmaya başlayayım. Kısa bir yüklemeden sonra masaüstünüze gelen bir kısayol var Launchy için; fakat bu kısayolun orada olmasının hiç bir anlamı yok. Launchy programına ulaşmanız için yapmanız gereken tek şey “alt” ve boşluk tuşlarına basmak. Bu kombinasyon sonucunda karşınıza İnternet Explorer’ın adres çubuğuna benzer bir çubuk barındıran minik bir pencere açılıyor. Bu çubuğa yazmaya başladığınız andan itibaren yazdığınız harfleri isimlerinde bulunduran .exe dosyalarının listesiyle karşılaşıyorsunuz. Enter tuşuna bastığınızda ise Launchy seçili olan programı çalıştırıyor. Örneğin Paint i çalıştırmak için Launchy’nin çubuğuna “p” yazıp enter tuşuna basmanız yeterli. Launchy aynı zamanda Google için kısayol olarak da kullanılabilir. Launchy, yazdığınız kelimeyle eşleşen bir program bulamadığında “Google” seçeneğini gösteriyor. Enter tuşuna bastığınızda yazdığınız kelimeyi www.google.com’daki çubuğa yazıp aradığınızda ulaşacağınız sayfaya ulaşıyorsunuz. Fakat Launchy programı sayesinde ulaşabildiğiniz dosyalar sadece .exe dosyaları ve internet bağlantıları. Eski bir sunumu nereye kaydettiğinizi hatırlamadığınızda onu bulmak için kullanabileceğiniz bir program değil ne yazık ki Launchy. Eğer siz de benim gibi temiz bir masaüstü ve tüm programlarınıza ulaşabilmek için nereye yüklediğinizi hatırlamaya çalışmak istemiyorsanız, Launchy vazgeçemeyeceğiniz bir program olacak. www.launchy.net

Autoruns

Bilgisayarınızda oturum açtığınızda oturumunuzla birlikte açılan yüzlerce program var. Bunların bazıları ise işinize yaramak yerine bilgisayarınızın belleğini kullanarak bilgisayarınızın yavaşlamasına neden oluyor. Bu sorun benim için bilgisayar kullanmayı işkence haline getiren bir sorun. Autoruns bu sorunu tamamıyla çözemese de bilgisayarınızın performansında büyük bir artış sağlayabilir. Tabii bunun için, benim gibi, yüklediğiniz programları silmeyi unutup, onları her zaman çalışır halde bırakıyor olmanız gerekli... Autoruns’ı çalıştırdığınız anda bilgisayarınızda çalışmakta olan tüm programları gösteren bir pencere açılıyor. Bu pencereden istediğiniz programların başlarındaki “tik”leri kaldırabilirsiniz. İşaretleri kaldırılan programlar bir daha oturum açtığınızda çalışmıyor olacak. Fakat sisteminizin çalışması için gerekli olan programları kapatmaktan korkuyorsanız Options seçeneği altındaki “Hide Microsoft and Windows Entries” seçeneğini işaretlemenizi tavsiye ederim. http://technet.microsoft.com/en-us/sysinternals/bb963902.aspx

Okan Ağca 18


SİSTEMLER: D&D

R O L Y A P M A

FRP nedir? Rol yapmanın ne olduğunu öğrendiniz, peki adında bunu barındıran FRP de ne? Bu RP aleminde neden bu kadar çok kısaltma var? Neden “Role Playing” varken “Rol yapma” yazmak bana garip geliyor? Nerede bu devlet? Evet sayın Yıldırım, neden FRP?.. FRP açılım olarak fantasy role playing, yani fantastik rol yapma. Öncelikle kelime anlamıyla ilgili doğabilecek bir yanlış anlaşılmayı gidermek istiyorum; Batman'i izlediniz ve ardından kendi kendinize dediniz ki: “Ya şu Heath Ledger ne fantastik rol yapıyor.”.. İşte bu fantastik rol yapma, bizim bahsettiğimiz şey değil. Fantastik kelimesinin “gerçeküstü” manasına dayanarak yapıyor yapacağını bizimkisi. Bu da demektir ki 2. Dünya Savaşında bir casusu oynadığınız oyun RP iken 2. Dünya Savaşında casus bir elfi oynadığınız oyun, FRP'dir. Peki bu elfin savaştığı düşmanı öldürmeyi başardığına nasıl karar vereceksiniz? Evet, oyunda “karar veren” bir DM var, ama ya bu DM oyunculardan birini daha çok seviyorsa ve fark etmeden de olsa hep ona avantaj sağlıyorsa? İşte sistemler bunun için var.. Birçok farklı sistem ve her sistemle bağlantılı bir oyun “evreni” bulunur, bunların hepsinden bahsederek kafanızı karıştırmayacağım ve doğrudan en çok bilinen ve kullananını anlatacağım; Dungeons & Dragons (Zindanlar & Ejderhalar). Ülkemizde bu isme sahip bir adet kutu oyunu var. Eğer bu oyunu almış ve oynamışsanız, D&D öğrenmek için yapmanız gereken, bu oyun hiç var olmamış ve siz de oynamamışsınız gibi yapmak, oyunla ilgili tüm anılarınızı, kuralları vs. unutmak. Unutamayanlarla terapistimiz Arnold ilgilenecek, lütfen sağ tarafta tekli sıra oluşturalım. D&D sisteminde kullanılan evren hakkında söyleyebileceğiniz; bizim ortaçağımızın, fantastik öğelerle süslenmiş hali olduğu. Kılıçlar, mızraklar, okların yanısıra büyüler, ejderhalar, ve goblinler de dünyada yerini almış durumda. Atmosferi daha iyi anlatmak adına size bir D&D şehrinden bir kesit sunayım. Gri kaldırım taşlarından bazıları sıcaktan genleşip çatlamıştı ve insanların yürürken takılmasına sebep olacak tehlikeli bir şekilde duruyorlardı, buna rağmen çoğu kişi bunlara dikkat etmemesine rağmen şans eseri üzerlerinden atlıyor ya da yanlarından geçiyorlardı. Bastıkları yerlere dikkat etmiyorlardı çünkü dikkatlerini çeken başka şeyler vardı; sokak boyunca, iki yanda, farklı ırklardan kişiler tarafından kurulmuş tezgâhlar. Tezgâhların sahipleri genel olarak gezgin insan tüccarlar olmasına rağmen, arada bir -zorlukla da olsa- göze çarpan, el yapımı değerli zırhlar ve silahlar satan cüceler ve önlerinde bazen kokulu baharatlar bazen -oradaki halkın gözüyle- “ıvır zıvır” olan elfler de vardı. Tüm bu kalabalığın arkasında, ufukta dev bir kule göğe yükseliyordu. Gece mavisi bu kulede şehre hükmeden büyücü yaşamaktaydı, öyle kudretliydi ki bu büyücü tanrıların bile ondan çekindiği söylenirdi. Kulenin etrafındaki orman, davetsiz misafirlerin girmesini engeller ve onları yutardı. Dünyanın en kork.... Umarım bu kadarı yeterli olmuştur. Birkaç paragraftır D&D evreni diyorum ama bu tanımı “D&D tabanlı evren” olarak değiştirmek daha uygun olacak sanırım, çünkü bu tarzda tek bir evren yok. Örnek vermek gerekirse en ünlü fantastik roman serilerinden Unutulmuş Diyarlar'ın evreni Faerûn, D&D tabanlı bir evrendir. Bunun yanında Greyhawk evreni de başka bir örnektir. Sistemler farklı edisyonlardan oluşur, ve edisyonlar arasında genellikle büyük oynanış farkları vardır. D&D'un şu ana kadar birinci, ikinci (Advanced Dungeons & Dragons – AD&D – olarak da bilinir), üçüncü, üç buçuğuncu ve yakın zamanda da dördüncü edisyonları çıkmıştır. Yeni bir edisyondan diğerine geçiş genellikle zor olur, çünkü oyuncular uzun bir süre boyunca oyunu belli kurallarla oynadıktan sonra, onları bırakın, yeni kurallar işte bunlar, bunlarla oynayın demektir çünkü yeni bir edisyon çıkarmak. İyi bir benzetme olacak mı bilmiyorum ama “Windows” gibidir bu edisyonlar, yeni bir Windows çıktığında nasıl çoğu kişi bunun var olandan daha kötü olduğunu söylüyorsa, D&D de böyledir. Şu sıralar da çoğunluk dördün edisyonun, var olan üç buçukuncudan daha kötü olduğu yönünde. Rol yapma oranının azaltılıp, aksiyonun arttırıldığı, oyunun bir çeşit bilgisayar oyununa çevrildiği söyleniyor. Kendi yorumumu katmak gerekirse; bence bu doğru değil. Rol yapmak isteyen, rolünü yeni oyunda da yapar. Dördüncü edisyona karşı olanların belki de en çok sataştığı değişiklik; kaldırılan sınıflar (ozan, druid, keşiş, sihirbaz, barbar). Bu değişikliğin çok da önemli olduğunu düşünmüyorum, çünkü Wizards of the Coast (D&D'nin yayıncı ve yapımcısı) sürekli bu eski sınıfları (ve daha fazlasını) yeni edisyona uyarlamaya devam ediyor. Örneğin bu yazıyı yazdığım sırada eski sınıflardan druid ve barbar uyarlanmıştı. Giriş için bu kadar açıklamanın yeterli olduğu kanısındayım. Gelecek sayıda, D&D kurallarına yavaştan girebiliriz…

D & D Zarları

Göksu Yıldırım 19


Kovalamaca (Bölüm 2) Meriç Melike Softa

H İ K A Y E

“Martin Campbell” diye tekrarladı sonra yavaş yavaş oradan ayrılırken. Başını kaldırdı ve oradaydı, tam karşısında ona, gözlerinin içine bakıyordu. Siyah pantolonu, kareli gömleği ve kırmızı kravatıyla… Oydu… Gözlerini ovuşturdu Jamie ve tekrar baktı “Martin Campbell”ı az önce gördüğü köşeye, sadece ellerinde poşetler olan yaşlı bir kadındı gelen. Bu ona zor gelse de cesede son bir kez daha baktı Jamie, eksiğin ne olduğunu bulmuştu; cesedin kravatı yoktu! O kırmızı kravatı hiç unutmayacaktı, üzerinde beyaz çizgi şeklinde dalgalar vardı ve kavga sırasında üzeri kanla kaplanmıştı Ama artık olan olmuştu, yapabileceği tek şey adamın adını öğrenmekti, ona en azından bu saygıyı göstermeliydi, onu da yapmıştı… “Martin Campbell” diye geçirdi içinden… Bu sırada eve gelmişti. Kapıyı açmayı denedi, kapı kapalıydı. Anahtarını çıkarmak için elini cebine atarken arkasına bir bakış attı, oradaydı, siyah pantolonu ve – hayır, o değildi, bu adamın kravatı maviydi ve Martin kadar şişman değildi. Ama yine de Jamie’yi yeteri kadar korkutmuştu. Anahtarı cebinden çıkardı ve önüne döndü. Kapı açıktı! Şaşkınlıkla ve korkuyla kapıyı itip içeri girdi. O içeri girdiği sırada karısı mutfaktan kafasını uzatıp: “Jamie, sen mi geldin?” dedi, “Merhaba, ama, zeytinler nerede?” Unutmuştu. Aklına bile gelmemişti hatta. Dışarı çıkmaktaki tek amacı dün gece yaptıklarını yeniden görmekti ve Martin Campbell’ı kahvaltıda yenecek bir kilo zeytinden daha fazla önemsediğine emindi. “Bakkalda zeytin kalmamıştı,” dedi karısına aklına ilk geleni söyleyerek, “ben de diğer markete gitmeye üşendim, bu sabah da zeytin yemeyelim canım.” Karısı ikna olmuş görünüyordu. Küçük Sally’i mama sandalyesine oturttuktan sonra kahvaltı masasına oturdular. Kahvaltı boyunca aklı cinayet yerinde gördüğü adamdaydı; Martin’di ve onun gözlerinin içine bakıyordu. Belki de baş ağrısından ve pişmanlık duygusundan halüsinasyon görmüştü. Sonra evin kapısı geldi aklına , kendi kendine mi açılmıştı? Karısı açmış olamazdı, içeri girdiğinde “Sen mi geldin?” demişti çünkü. Kendi açmadığına da yemin edebilirdi. “Bugün çok dalgınsın.” dedi Claire ve tüm düşüncelerinden çekti aldı onu. “Ben… biraz uykusuzum da, gece biraz geç geldim.” “Yine neler yaptınız o arkadaşlarınla?” dedi Claire; Pug ve Charles’ı hiç onaylamamıştı. “Her zamanki şeyler…” dedi Jamie, ama yaptıkları her zamanki şeyler değildi, fazlasıydı. “Bu aralar akşamları evde olacağım zaten canım,” dedi Jamie emin bir şekilde, “Biraz dinlenmek, bu iki güzel bayanla vakit geçirmek istiyorum.” diye ekledi sonra ikisine de bakıp gülümsemeye çalışarak. “Jimmy,” dedi Claire kocasına, “bugün alışverişe gitmeye ne dersin? Yani tabii, evde kalıp dinlenmek istiyorsan…” “Yok yok, gidelim,” dedi Jamie, belki biraz kafası dağılırdı. Yol boyunca cinayeti ve Campbell’ı hatırlamamaya çalıştı Jamie, ama bu imkansız gibiydi, hele olayın üzerinden daha 24 saat bile geçmemişken… Alışveriş merkezinde de kafasının dağılacağından şüpheliydi. Aslında bir an unutur gibi olmuştu, ama tekrar hatırlaması hiç uzun sürmedi, çünkü bir şey olmuştu: Karısı bir mağazada kıyafetlere bakıyordu ve o da mağazanın kapısında Sally’i oyalıyordu. Mutlu gibiydi, küçük kızıyla oynuyordu ve mutlu bir ailesi vardı, daha ne isterdi ki? Ama birden… Karşıdaki mağazanın vitrininden biri ona bakıyordu. Daha dikkatli baktı, Campbell’dı bu. Öfkeli gibi görünüyordu, suratı kravatıyla neredeyse aynı renk olmuştu. Ölmeden önce korkudan olduğu gibi… Ama bu kez canlı değildi, kırmızı olacak bir suratı yoktu ve belki gerçek de değildi. Bebeğine daha sıkı sarıldı Jamie ve mağazaya girdi. Biraz sonra arkasını döndüğünde Campbell gitmişti. Ama aynı yerden bir başkası ona doğru yaklaşıyordu, Pug’dı. Mağazadan çıkıp Sally’i bebek arabasına oturttu Jamie. “Nasılsın dostum?” dedi Pug kimsenin duyamayacağı mesafeye gelince. Martin Campbell,” diye fısıldadı Jamie, az önce adamı gördüğü vitrine bir bakış atarak –kimse yoktu“Neden bahsediyorsun sen? Campbell da kim? Dostum iyi misin?” “Adamın adı,” dedi Jamie Pug’a biraz daha yaklaşarak, “Martin Campbell, 36 yaşında, 2 çocuğu var…” “Bak, bunları düşünme artık, tamam mı?” diye avutmaya çalıştı Pug Jamie’yi. “Olan oldu, unutmaya çalış. Çok zor olduğunu biliyorum ama…” “Onu gördüm,” diye sözünü kesti Jamie, Campbell’ı ölümünden sonra iki kez gördüğünü anlatacaktı ki, Claire mağazadan çıktı ve Pug’a pis bir bakış attı. “Neyse, şimdi gitmeliyim.” dedi Jamie karısını görünce, “sonra konuşuruz.” “Ne istiyormuş?” diye sordu Claire, kocası yanına gelince. “O da buradaymış da, karşılaştık, ona bir süre akşamları çıkmayacağımı söylüyordum.” “Alacak bir şey kalmadı, artık gidelim mi?” Yol boyunca hiç konuşmadılar, Jamie alışveriş merkezinde olanları düşünüyordu. Pug da etkilenmiş görünüyordu, ama Jamie kadar olmadığı kesindi. En azından onun bir alışveriş mağazasının vitrininde Martin Campbell’ı görmediğine emindi. Bunu nasıl atlatacaktı ki? Zaman gerekliydi kuşkusuz, ama tek başına zaman yeterli olacak mıydı? Gördükleri halüsinasyon muydu? Gerçek olma ihtimali var mıydı ki?

20


Kovalamaca (Bölüm 2) Meriç Melike Softa

H İ K A Y E

Eve gelmişlerdi. Bu kez kapı kapalıydı ve Claire anahtarla açtı. “Kapı kendi açılmamıştı.” diye düşündü Jamie, “Yani açılamaz, o adama bakarken ben açmış olmalıyım. O sokaktaki ve alışveriş merkezindeki Campbellları da ben kafamdan uydurdum.” Akşam yemeğinden sonra biraz televizyon seyretmeyi denedi Jamie. Normalde korku filmlerini çok severdi ama tabii ki şu anda televizyonda kafası kesilen bir adam veya katilinin çocuğuna işkence eden bir ruh görmek ona iyi gelmezdi. Çocuğunu düşündü sonra, 1.5 yaşını doldurmuştu, o kadar tatlıydı ki… Babasını çok seviyordu, ve tabii ki Jamie de onu. Haberleri açtı. “Son bir yılda ülkedeki cinayet sayısı %30 arttı ve bu cinayetlerin çoğunun katilleri hala aramızda dolaşıyorlar – Dün Coach mahallesinde bir kediyi ağaçtan indirmek için itfaiye çağıran sahibi, kedisine çok bağlı olduğu-“ Televizyonu kapattı. Saate baktı. Sally’nin uyku saati gelmişti. Çocuk odasına gitti. Claire Sally’i uyutuyordu. İkisini de öptü Jamie. Artık uyumak istiyordu. Zaten önceki gece de az uyuyabilmişti. Hem ertesi gün işe de gidecekti. Yatak odasına gitti. Bir süre karısını, çocuğunu ve yaptıklarını düşündü. Yatağa uzandı sonra. Bir iki saat yatakta döndükten sonra uyuyabilmişti. Bakkala zeytin almaya gidiyordu. Bu kez de yolu uzatacaktı. Köşeyi döndü, az ileride o sokak vardı. Karşıda iki kişi gördü. Yavaşça yaklaştı. Pug ve Charles oradaydı. Üzerlerinde siyah pantolon, kareli gömlek ve kırmızı birer kravat vardı. “Hayır Jamie, dur, yeter artık!” diye bağırıyorlardı, “Yeter bu kadar Jim, öldüreceksin adamı, iki çocuğu var!” Pug’a yaklaştı Jamie ve susması için suratına bir yumruk indirdi. Charles da susmuştu. Yolunu açtılar Jamie’nin. Sola döndüğünde sokak karşısına çıkacaktı. “Umarım kurban tanıdık biri çıkmaz dostum,” diye mırıldandı arkasından gelen Pug, “babamın bu sağlam yumruklarla ezilmesini istemem.” Sola döndü. “Bu seferki biraz şişman, çocuklar,” diye fısıldadı Charles arkasından, “yere devirmek için üçümüzün birden atlaması gerekecek.” Sokak insanlarla doluydu. Her iki kaldırımda da insanlar diziliydi. Kadın, erkek, hepsinin üzerinde siyah pantolon, kareli gömlek ve kırmızı kravat vardı ve hepsinin gözleri Jamie’ye dikiliydi. Yoluna devam etti Jamie. Kaldırımdaki insanlara bakarak yürüyordu ve onların kafaları da Jamie’nin her adımında biraz dönüyordu. Sağ tarafta bir adam dikkatini çekti Jamie’nin, tanıyordu onu. “Pis sarhoşlar!” diye bağırmıştı adam cesedin etrafında çember oldukları gün. Şimdi de çok öfkeli bakıyordu Jamie’ye, tüm diğerleri gibi. O gözden kaybolana dek ona baktı Jamie. Sonra soluna döndü. Bu adamı da tanıyordu. “Ölen kimmiş?” diye sormuştu adama, o da hiddetle cevap vermişti. Yoluna devam etti. Sağ tarafta ellerinde poşetler olan yaşlı bir kadın gördü Jamie sonra. Martin Campbell kaybolduktan sonra gördüğü kadındı bu.O da kırmızı kravattan takıyordu. Sokak bitmek üzereydi. Sokağın ucunda iki çocuk görünüyordu. Onlara yaklaştı Jamie. Biri kız biri erkek iki çocuktu. Onların da siyah pantolonları, kareli gömlekleri ve kırmızı kravatları vardı. “Babamı gördünüz mü bayım?” dedi kız olan, Jamie onlara iyice yaklaşınca. “Adı Martin Campbell’dı.” diye ekledi sonra.”Biz onun çocuklarıyız. Onu bulamıyoruz da, bu sokakta olduğunu söylediler, acaba onu tanıyor musunuz efendim?” “Sarhoş musunuz efendim?” dedi sonra erkek olan. “Babamın kravatını beğenmiyormuşsunuz efendim. Ve ağlayan erkekleri sevmezmişsiniz. Benim babam çaresiz kaldığı zaman ağlardı. Acaba onu öldürdünüz mü efendim?” Onları umursamadan aralarından geçip sokaktan çıktı. Tam önünde, yerde bir paket zeytin duruyordu. Sonra neden evden çıktığını hatırladı. Zeytin paketini yerden aldı ve eve doğru yöneldi. Yavaş yavaş yürüyerek evine geldi. Kapı kapalıydı. Anahtarını çıkarmak için elini cebine attı, kapı açıldı. Hiç tereddüt etmeden içeri girdi Jamie. Salondan kahkaha sesleri geliyordu. Salona yöneldi. Salon kapısının önüne geldiğinde kapı kendiliğinden sonuna kadar açıldı ve kendini gördü Jamie. Kırmızı bir kravatla boynundan asılmıştı ve ölmüştü. Yanında da üç kişi kahkahalarla gülüyordu. Martin Campbell, bir eliyle Claire’e sarılmıştı, diğeriyle de Sally’i kucağında tutuyordu. Boynunda kırmızı kravatı yoktu, ve kareli gömleğini de giymemişti, Jamie’nin takım elbiselerinden birine benziyordu üzerindeki. Üçü de çok mutlu görünüyorlardı ve Jamie’ye –tavanda asılı olan Jamie’ye- bakıp kahkahalarla gülüyorlardı –Sally bile-. “Ben buradayım, Claire!” diye bağırdı kapıda duran Jamie bütün gücüyle. “Ölmedim ben karıcığım, buradayım!” Onu duyan yoktu. Üçü de ölü Jamie’ye bakıp gülmeye devam ediyorlardı. “Ben buradayım Claire, asıl ölen Campbell!” Kulağındaki kahkahalar giderek artıyordu, artıyordu ve… Jamie başının patlayacağını hissetti.

21


Kara Rüya (1. Bölüm) Göksu Yıldırım

Başlamadan önce herkesten özür dilemek istiyorum. İlk sayıda yayınladığım iki hikayem vardı; biri “Yabancı Dil” bölümündeki, biri de burada okuduğunuz hikaye. Ve itiraf etmem gerekiyor ki, burada yayınlanan hikayemi sevmemiştim. Bu nedenle iki hikayenin yerlerini değiştirmeyi düşündüm, ve öyle de yaptım. Ama kısa bir süre önce “Yabancı Dil” bölümünü kaldırma kararı aldık. Bu nedenle “Sessiz Savaş” devam etmeyecek, ama “Soulthief” yol almaya devam ediyor. Hikaye hakkında biraz açıklama yapmama izin verin; “Soulthief”e evinde oturup bira içen ve televizyon izleyen bir adamın hikayesi olarak başlamıştım, ama böyle devam etmeyecek. Kaldığım yerden devam etmek hem ilk sayıyı okumamış / okuyamamış olanlara bir haksızlık olurdu hem de içime sinmezdi. Bu nedenle olayların anlatımına en baştan başladım, “o” adamın öncesinden.

H İ K A Y E

*** Ceketini omzuna atmış yürüyordu. Ayaklarının tercihi onu; karanlık, kuytu köşelere yöneltmek yönündeydi. Rahat bir yaşam sürmesini sağlayan; onu, oldukça fazla miktarda para sahibi yapan işini kaybetmiş biriydi o. Mutsuz, umutsuzdu. Düşüncelere dalmıştı.. Geleceğini düşünüyordu, ya da olup olmayacağını. Rahata o kadar alışmıştı ki; aklı, en karamsar, en korkutucu düşüncelerin arasında geziyordu. Sokakta ona, gölgeler dışında hiçbir şey eşlik etmiyor, bulutların arkasına saklanmış ay, yolunu aydınlatmıyordu, kimsenin tamir etmeye tenezzül etmediği sokak lambaları da öyle... Serin bir esinti üzerinden geçti. Tüm karamsar düşünceleri bırakarak dünyaya döndü. Ve etraftaki evlerden de ışık gelmediğini o zaman fark etti. Ne ay parlıyordu, ne sokak lambaları, ne evler. Peki o zaman.. gölgeler neden vardı? Aynı anda gölgeler de artık hareketsiz durmanın gereksiz olduğuna kanaat getirdiler, kıpırdıyorlardı artık; koşuyor, zıplıyor... Gözünü sıkıca kapadı ve açtı. Gölgeler durmuştu. Ama kendi gölgesi... kendi gölgesi değişikti. Üzerindeki pantolon ve gömleğin aksine gölgesinde tüm bedeni kaplayan palto gibi bir şey vardı -ne olduğunu tam seçemiyordu-, ve elinde, bir insan boyutunda bir orak tutuyordu. Orağın ucundan damlayan bir damla gölgeyi gördü. Beyninde yankılanan sesler çok rahatsız ediciydi, aralarından başka, daha yüksek bir ses duyuldu; galiba anlıyordu bu sefer ne söylediğini.

“Güç.. Onu kısa süre önce kaybettin, ve biliyorum; geri istiyorsun. Bunu sana sağlayabilirim. Senin güç kaynağın olabilirim. İlgilenir miydin? ”

Cevap veremedi, bilinci kapanarak yere düştü.. “Evet mi? ”

***

Bir çift göz güne açıldı. Baş ucundaki saate baktı; 10:43. Panikle yatağından fırlayıp dolaptaki pantolonunu kaptı ve giymeye çalıştı. Tam iki bacağını da tek bir yerden geçirmeye çalıştığını fark ettiğinde hafızası, şakasını bitirdi.

“Çok üzgünüm.” demişti, “Şirket çalışmaya daha fazla devam edemeyecek.” Krizi düşününce beklenmedik bir şey değildi bu zaten ve bankada bol miktarda parası da vardı. Bir kaç dakika sonra, haberlerde bankanın kapandığını gördü..

22


Kara Rüya (1. Bölüm) Göksu Yıldırım

Yarı giyilmiş pantolonunu çıkardı ve kendini yatağa bıraktı. Saatin 10:47'yi gösteren ışığı 48'e dönüştüğünde çoktan uykuya dalmıştı. Sonunu göremediği, iki tarafında kapılar olan bir koridordaydı rüyasında. Görünürde bir ışık kaynağı olmamasına rağmen etrafta türkuvaz bir aydınlık vardı. Kapıların metal olarından yansıyor ve ortaya garip ışık oyunları çıkarıyordu. Kapılarında hepsinin aynı olmadığını fark etti. Metal olanların yanı sıra; tahtadan ve hatta kağıttan kapılar da bulunuyordu. Sadece maddeleri değildi kapıları farklılaştıran, renkleri de aynı değildi. Bazıları kırmızı, bazıları gri, bazıları birden çok renkliydi. Bazıları ise kapkaraydı.

H İ K A Y E

“Duvarda bir gölge gibi..” diye düşündü. Düşüncesi, koridor boyunca yankılandı. “Duvardaki bir gölge...” “..bir gölge...” “...gölge gibi...” “Evet duvarda...” “Hepimizi... öldürecek..” Ter içinde uyandı. Yanındaki saat 19:13'ü gösteriyordu. Salondan sesler geliyordu, gittiğinde televizyonun açık olduğunu gördü. Kapattığından emindi oysaki. Yanlış hatırladığını düşünerek elini tekrar televizyonun düğmesine uzattı, ama durdu. Bir seri katille ilgili bir haber vardı televizyonda. “Bir haftadır işlenen cinayetlere yenileri eklendi. Üç kişi daha yataklarında ölü bulundu. Cinayetlerin tüm özellikleri öncekilerle aynı, kapı veya pencere zorlanmamış, kurbanların bir çok uzuvu kaybolmasına rağmen etrafta kan yok, ayrıca polis...” Televizyonu kapattı.

Karnı çok acıkmıştı, bir şeyler yemek için mutfağa gitti. Sandviç için domates doğrarken başının döndüğünü hissetti, ama önemsemeden doğramaya devam etti. Mutfağın kapısından bir çarpma sesi geldi. Arkasına döndüğünde kapıda birinin olduğunu gördü... Korku bütün kalbini kapladı. Kapıdaki kişinin kim olduğunu bilmiyordu ama garip görünüşü onu korkutmuştu. Altın rengi bir zırhı ve her an renk değiştiren uzun bir pelerini vardı, elinde bin bir farklı rengin üzerinde dans ettiği geniş ağızlı bir kılıç tutuyordu, diğer elinde de büyük, ve yine altın rengi bir kalkan vardı. Aynı renkteki miğferi, yüzünün görünmesini engelliyordu. İki yavaş adım attı, ayağını yere vuruşunda çıkan tak sesi sinirini bozuyordu. Zırhlı adam artık yanındaydı. Ne kadar korksa da kıpırdayamıyordu, karşısındakinin kılıcını kaldırmasını sadece izleyebildi. Kılıç indi, adamın omzuna bir yarık açıldı. Çığlık attı. Hayır, bu gerçek olamazdı, olamazdı. Kötü bir rüya görüyordu şu anda ve uyanmalıydı. Bir sonraki darbeyi bekleyerek gözlerini sıkıca kapadı, ama beklentisi gerçekleşmedi. Gözlerini açtığında kendisini tezgâha bakarken buldu, elinde bıçak ve önünde birazı doğranmış domates duruyordu. Rahatlayarak omzuna baktı, giysisinde hızla genişleyen bir kan lekesi vardı !

23


Dilenci Emre Ayan

H İ K A Y E

Akşam, hava kararmış. Saat yediyi on dokuz geçiyor. Bir adam yaklaşıyor arkadan ve "Sen" diyor, "Evet sen. Senden öyle bir insan yaratacağım ki kendin bile inanamayacaksın.” Arkasını dönüyor dilenci: "İmkansızı istemeyi bıraktım" diyor bu güzel giyimli adama. Tatlı ve aynı zamanda da sert bir ses tonuyla yineliyor adam "Gel benimle! Sana inanılmazı yaşatacağım." Bir kaç dakika süren hararetli tartışmadan sonra yediyi yirmi üç geçe kaldırabiliyor yerinden dilenciyi. Önce bir berbere gidiyorlar. Güzel bir sakal tıraşından sonra yeni ve oldukça şık kıyafetler alıyor adam dilenciye, bir de kitap. Okusun da bir şeyler öğrensin diye. “Beyim”, diyor dilenci, sarı saçlı adam saatine bakarken. “Sağ olasın, Allah senden razı olsun!” Gülümsüyor adam ve tekrar saatine bakıyor. On beş dakikada bu işleri bitirdiğine kendisi dahi inanamıyor. Dilenciye dönüp, “İşim var evlat, gitmem lazım.” diyor saat sekize yirmi iki varken. Dilencilikten kurtulduğuna inandığı adamın cebine biraz para koyuyor, “Kendi işini yarat bu parayla, ufaktan başla. Ne olursa olsun kimseye el açma!” Arkasını dönüyor ve ilerliyor.

Gözden kayboluncaya kadar donakalmış bir şekilde hayranlıkla bakıyor sarı saçlı adama dilenci. Bu arada etrafında ne olduğundan haberi bile yokken parasının çalındığını fark ediyor. “Sağlık olsun, bir işe girer çalışırım artık. Beyim başkasına çalışma demişti ama başka çarem mi kaldı?” diye soruyor kendisine. Bu ne şanstır ki on beş dakika içinde bir iş buluyor. Çırak olarak işe giren dilenci, kendisine her zaman güvenmesini ve ne isterse yapmasını isteyen ustasına sonsuz bir saygı besliyor, bir de avans alınca iyice bağlanıyor ustasına ve işine. Sonsuz sayıda teşekkürü sıralayarak atıyor parayı cebine. “Ustam, benim gibi tanımadığın birini neden aldın ki işe?” diye soruyor. “Sen benim tam ihtiyacım olan adamsın.” diyor usta. Bilmediği işi yapmaya çalışan dilencinin önce parmağı, sonra eli ve daha sonra da kolu kopuyor. Acı içinde bağırırken ustası yüzünde pis bir sırıtışla yanına geliyor, gerekli müdahaleleri yapıp kanamayı durdururken bir yandan da dilenciyi her şeyin iyi olacağına inandırmaya çalışıyor. Kanama durduktan sonra cebine biraz para koyuyor dilencinin. Tam teşekkür edecekken daha fazla dayanamayıp yere düşüyor dilenci.

Saat sekizi sekiz geçe uyanıyor dilenci, yolda yapayalnız ve çırılçıplak. Bağırmaya başlıyor sesini birilerine duyurabilmek umuduyla ama sanki kimse onu duymuyor, görmüyor. Sakinleştiğinde yanındaki yüklü parayı fark ediyor dilenci ve gözlerini kapatıp rahat bir nefes alırken içinden de “Oh be! Parayı kurtardık en azından.” diye geçiriyor. Bir anda kulağına acı dolu bağırışlar geliyor ve gözünü açtığında oradan oraya deliler gibi koşturan insanları fark ediyor. Hemen parası geliyor aklına, etrafını arıyor. Bulamıyor, bir kez daha arıyor. En sonunda parayı kaptırdığını kabul ediyor üzüntü içinde. Üzüntüden, sıkıntıdan her şeyi unutan, aklında ne sarı saçlı adam ne de ustası kalan dilenci bilinmezliğe doğru yelken açıyor.

Not: Hiçbir şey anlamadıysanız saatlere dikkat edin, hatta kenara dijital olarak yazın. Unutmayın; olaylar akşam gerçekleşiyor.

24


Caner’in Turtası Caner Özer

D E N E M E

“Cerrahlar, cerrah oldukları için adam kesmezler; onlar adam kesebildikleri için cerrahtırlar!” Bu cümleyi ilk duyduğumda anlık bir şok yaşamadığımı söylersem, yalan söylemiş olurum. Ama biraz düşününce bu sözün hiç de yanlış olmadığının farkına vardım. Üstelik daha ileriki zamanlarda bunu dilimden düşürmez oldum. Bende kalıcı etkiler bıraktığını söyleyebilirim hatta… Beni en çok şaşırtan ise böyle etkili ve zekice bir sözün hiç beklemeyeceğim bir yoldan – yerli bir televizyon dizisi - bana ulaşmış olması. Bu sözü söyleyen estetik cerrah rolündeki aktör, canlandırdığı karakterin özelliklerini de kullanarak, bunu tezini savunurken beni daha da şaşırttı. İnsanların içindeki “Bastırılmış Şiddet Eğilimi”nin dışa vurulmasının sonuçlarından biri olarak nitelendiriyordu mesleğini. Her ne kadar bu adam bir doktor değilse de ve her ne kadar pek çok insana göre bu etik yönden doğru bir tabir olmasa da ben kendisine bu konuda hak vermeden geçemeyeceğim sanırım. Özellikle de son 3 ya da 4 yılda; okuduğu her kitaptaki, izlediği her film ve oyundaki kötü karakterleri takıntı haline getiren biri olarak ben bu görüşün bana çok da uzak olmadığını keşfettim. Pek çoğumuz için hayatın bir gerçeği olan ve hala gizemini koruyan “Ölüm”ü düşünmekten öte, insanların öldürme içgüdüsünün daha çekici bir konu olduğunu düşünüyorum. Bundan daha genel bir nitelendirmeye ihtiyaç duyarsak, “Şiddet Eğilimi” demek de yanlış olmaz sanırım. O kadar çok konu varken, böylesine garip, itici, belki de dehşet verici bir konu seçmek çok da mantıklı gelmeyebilir elbette. Ancak insanların gerçekleri bilmek istememesi, gerçeklerin gizlenmesi için yeterli bir sebep değildir benim gözümde. İşte bu yüzden bu konu hakkındaki düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim. “Bastırılmış Şiddet Eğilimi”, “Katletme Arzusu”, “Öldürme İçgüdüsü” ve belki kişisel bir tabirle “Kırmızı İçgüdü”… Bunlar hiç de küçümsenecek ya da yabana atılacak cinsten tabirler değiller. Hepsi insanlığın en büyük zaafının sonucu ortaya çıkan, yıkım gücü inanılmaz birer olgudur. Bu zaaf elbette ki “İnsan Egosu”ndan başka bir şey değildir. Peki, neden bastırılmış sıfatı kullanılır bu arzular için? Nedir bizi onları bastırmaya iten? Bunu da tek kelimeyle özetlemek mümkündür: “Ahlâk”. Çünkü bunlar insan zekâsının ürünlerinden biri olan, sınırlamaların en büyüğüyle yani Ahlâk ile çatışmaktadırlar. Bazılarına göre hiç var olmamış ve hiç var olmayacak bir olgudur Ahlâk. Tıpkı iyilik ve kötülük gibi o da görecelidir. Değişkenliğinden öte yapaydır da… İnsan aklı kendi sınıflandırmaları ile ortaya çıkardıklarını ve elbette ki kendini yine kendi oluşturduğu bir mekanizmayla koruma altına almış ve sınırlandırmıştır. Buna da ahlâk, görgü, din gibi çeşitli isimler altında yer edindirmiştir. Yani insan hayattaki en büyük gayesini, egosunu tatmin etmeyi, yine kendi egosundan kaynaklı sebeplerle engellemiştir. Üstelik bunu basitçe ve kısa vadeli değil; etkili ve kalıcı bir yöntemle yapmıştır. İşte bu nedenle de insanın en büyük düşmanı yine insandır. Bahsettiğim bu durumu klasik ve modern sanat eserlerini pek çoğunda görmek mümkündür. Edebiyatta da, görsel sanatlarda da en ön planda olan insanın tatminkârlık isteğidir. Sanatçı bir nevi kendini ve toplumu tatmin etmek, içindekileri dışa vurmak için sanata yönelmiştir. İşte bu nedenledir ki sanatçılar Ortaçağ’da hor görülmüş, dışlanmış, engellenmiştir. Sanat özgür düşünmek demektir. Özgür düşünmek arzuların serbest kalması… Ve bu da tabuların yıkılması, sistemin çökmesidir. İşte bu nedenle sanatçılar pek çoğumuzdan daha özgür düşüncelidirler. Onlar zihinlerindeki engelleri aşıp, uygulamada olmasa bile tasarlamada arzularını ortaya çıkaranlardır. Patrick Süskind’in romanı “Koku”da, J.K. Rowling’in fantastik roman serisi “Harry Potter”da, Stephen King’in kitabı “O”da, Jean-Paul Sartre’nin hikâyesi “Herostratos”ta ve son zamanlarda büyük ilgi görmüş filmlerden “Testere” (Seri) ve “Sweeney Todd”da (Müzikal) bu durumun yansımalarını görebiliriz. Yazarların bastırılmış tüm duygularını kitaplardaki, insanların çoğunun kötü diye tabir ettikleri karakterlerde görmek mümkündür. Bu kitaplarda asıl konu hep farklı algılanır veya anlatılır. Ancak hepsinin ortak bir noktası vardır: Ya kötü diye tabir edilen karakterlerin yaptıkları şeylerin nedenleri ortaya sunularak, onların da kendilerince haklı oldukları gösterilmeye çalışılır ya da bu karakterler insanların gözünde güçlü, kararlı, tutkulu, zeki gösterilerek onlara sempati veya - korkudan kaynaklı - saygı duyulması sağlanır. Ancak bu eserlerde de diğer her yerde olduğu gibi çok bilindik bir sorun vardır. Bu kadar ileriye gittikten sonra kaybeden taraf yine bu yüceltilenlerdir. Son ana kadar avantajlı olanlar hep onlar olurken, son anda sözde şansın ve azmin yardımıyla karşı taraf ka zanır. İşte sınırlamalar yine burada karşımıza çıkar! İnsanın temel içgüdüsü ne tek başına “Yemek” olabilir ne de “Cinsellik”… İnsanın en temel dürtüsü “yaşamak”tır ve tıpkı hayvanlarda olduğu gibi insan da yaşamak için öldürmekten çekinmeyen bir varlıktır. Çünkü diğer tüm ihtiyaçların kaynağında yaşama arzusu vardır. Birçoğumuz öldürmeyi sadece bir kaçış, korkaklık, ya da zayıflık olarak görse de bir insanı öldürmek hiç de sanıldığı kadar kolay değildir. Bu hem psikolojik, hem ruhsal, hem de bedensel olarak güç ve dayanıklılık ister. Kararlılıktan öte bunun sonrasının da düşünülmesini gerektirir. Bu ancak “Vicdan” adı verilen duyguya yenilmeyi reddederek yapılabilir. Yoksa kişinin sonunu getirmekten öte geçemez öldürmek. Zevk almayı bırakın, yalnızca acı getirir. İşte bu yüzden herkes öldüremez! İşte benim varmak istediğim nokta tam olarak burada başlıyor. Ben, tam olarak bu tür insanların gayelerini anlamaya çalışıyorum. Haliyle ben de normal insanlar gibi düşünmeye başladığım anda, insanların benim bir psikopat olduğumu düşüneceklerini düşünüp korkuya kapılıyorum bazen. Ama elbette ki böyle düşünebildiğim zamanlarda ben de bu bahsettiğim şeyin kulağa ne kadar korkunç geldiğinin bilincine varıyorum. Ama dediğim gibi gerçeklerin gizlenmesi için yeterli bir sebep değil bu. Her ne kadar inkâr edecek de olsak insanlar için yapmak istenenler ve yapılması gerekenler vardır. Ayrım ise onların yapmak istediklerini, yapılması gerekenler olarak görüp görmediklerinde yatar. Ya da yapılması gerekenleri başkalarının yapmak istediklerinden seçip seçmediklerine… Eğer bir seçme şansına sahip olsaydım, o hikâyelerin içinde olma şansı bana verilseydi, kesinlikle iyi diye tabir edilenlerden olmak istemezdim. Çünkü şu an içinde bulunduğum farkındalıkla şansım varken gücümü kullanmak, seçimlerimi yapmak gibi konularda özgür olmak isterdim. Asla her zaman şansla kazanan, yanlı bir düşüncenin ürünü olan kişilerden olmak istemezdim. Çünkü ben onların, zaaflarının farkında olmadıklarını bilip, onlardan üstün olduğumun bilincinde olurdum bö yle bir durumda. Onların bilmediğini bilir ve onların tatmadıklarını tadardım.

25


Vızıldayan Sinek Can Ege Yalçın

K Ö Ş E

Efendim merhaba. Ben, bilmiş olabileceğiniz üzere Egecan, Can Ege, Ege veyahut bazı hocalara göre sadece Can. Dergide yazmaya yeni başladım, bu gerçektir. Bu yazıya göz gezdirdiğiniz zaman " Sen kimsin ?" diye ayaklar olmasın; bakın ben baştan alıştıra alıştıra başladım. Şimdi hazır dergiye yeni katılmamdan bahsetmişken başlıktan "anlamayacağınız" (sanki) konumu size sunayım. Haa yok öyle başlangıcı okumak; bütün yazıyı bitireceksiniz azizim... Uzun lafın kısası, anlatacağım şey şu an kendi durumumun, farklı şartlarda ve farklı çerçevelerden nasıl değerlendirileceği... İstiyorsanız en baştan başlayalım: Bir apartmana, apartman görevlisi olarak giriverdiniz. Yerleştiniz, ikinci gününüzden servise çıkıyorsunuz. Sırada 2. kattaki Melahat Abla var (Melahat denilince aklıma hep dedikoducu komşu gelir, neden ben de bilmem). Kapıyı tıklatıyorsunuz, kapı açılıyor ve karşınızda bigudileriyle duran orta yaşlı kadın sizi süzüyor. Siz "Bir isteğiniz var-" dediğiniz anda kadın size "Yeni misin sen?" diyor. "Evet abla. İstediğiniz bir-?!" evvet! Yine, yeni yeniden... Durmayın kardeşim düşünün, canlandırın kafanızda. Kadın deminki cümleyi "Nerden geliyon?" diye keser. Aradaki parantezimizi unutmayalım: Bu kadın, apartman görevlisini medeni tavırlarıyla dövmeye kalkarken, dilbilgisini tamamen yok sayar. Nerden geldiğini tam söyleyemeyen garip arkadaşımızın lafının ortasına yine bu kadın bigudilerinden biriyle girer: "Ay sevmem orayı cahil doludur.". İçinizdeki sinir vücudunuzu öyle gıdıklar ki, kadının söylediklerine anca gülerek cevap verirsiniz. Böyle süregelen muhabbetlerden sonra, şaşılamayacağı gibi kadın size onu neden meşgul ettiğinizi sorar ve kapının önünü silmesini ister. Nereden mi biliyorum? Rutindir abicim bunlar... Şimdi çocukluğunuza dönün... Artık okuldaki yeni çocuksunuz... Komik olan, hakkınızdaki dedikoduların, size, asıl çocuk olduğunuzu bilmeyerek anlatılmasıdır. Misal, yeni çocuk sizsiniz. Bir "arkadaş" geliyor ve size: "Abi yeni çocuğu gördün mü? Ben gördüm galiba, mavi saçları varmış diyorlar. Eski okulundan neden kovulmuş sorma yani... Sen kimsin bu arada? Neyse neden kovulmuş biliyor musuuun?". Hımm... Merak uyandırıcı. Acaba eski okulumdan nasıl kovulmuşum... Annem bana taşındığımız için demişti; ama her şeyi bilmemiz gerekmiyormuş işte, abi. Bu çocuk bilmemen gereken her şeyi kafasında barındırmayı bir amaç olarak bellemiş zaten kendine. Neyse kıyamıyor ve soruyorsunuz : "Abi fizik öğretmenini tekmelemiş diye duydum valla.". Sussana be olum. Yalanınla kalmadı çarpılacaksın bir de.. "Hadi ya?! Ya benim der-" çocuk dalar yine ortaya: "Abi babasının Porsche'si varmış, öyle diyorlar!" Bizim 2000 model araba Porsche'ymiş... Oha! Bu dedikodular, annebaba sayısından tutun, cinsel seçiminize kadar uzar. Şu şekilde diyaloglar duymak mümkündür: " Abi yeni çocuk var ya; onun erkek arkadaşı varmış." " Abi yeni çocuk pasif içiciymiş." " Abi yeni çocuk uçan balondan korkuyormuş." " Abi yeni çocuk, annesinin ikinci kocasının evlendiği 3. karısının doğurduğu kızın kardeşiymiş. Bu durumda anne ve baba kaç kez evlenmiş olabilir? (OKS 2010)" Her neyse... Biri de kalkıp, geldiğin anda sana " Hoş geldin arkadaş." demez. Rutindir abicim bunlar... Sıkılmadınız değil mi? Sıkıldıysanız son paragrafı okuyun isterseniz; ama kaçırırsınız birşeyler. Şimdi ise, aileye yeni gelen bir bebek hakkında, bir kardeşin düşüneceği şeyleri açıklıyorum. Küçük kardeş olduğum için hatalar yapabilirim; amacımız okuturken biraz de eğlendirmek. Bu paragrafı eğlence olarak düşünün, yayılın koltuğunuza ve : " Let the show go on!" diyelim hadi. Her neyse, başlıyoruz. Çocuğun doğduğu gün: " Ay ne şeker şey bu! Senle çok eğleneceğiz. Anne bak ne kadar şirin." İkinci gün: " Benim odam mı? Neden? Başka oda mı yok? Mutfakta yatsa beli mi tutulur?" Üçüncü gün: " Neden geldin ki? Ben yetiyordum buraya. Evdeki çikolataların kalitesi düştü senin yüzünden. Pis velet!" Dördüncü gün: " Anne bugün doğum günümdü ayıp be! Vallahi ayıp!" Beşinci gün: " Aaa babaanne bu bana mı? Değil mi? Canın sağ olsun..." Günlerin arasını arttırabilirsiniz. Bunlar cahilce, çocuk aklıyla düşünülmüş, ama uygulanmamış şeylerdir nasıl olsa. Yukarısı kısa oldu değil mi biraz? Boş verin, geldik son paragrafa. Şimdi, yukarıda gerçekleşen şeyler, cidden karşılaşabileceğimiz; fakat abartma tozuyla biraz kabartılmış bilgiler. O yüzden bu çocuk ne biçim palavra sıkıyor falan demeyin :) Yukarıdaki durumlar gerçekleşebilir; fakat bir dergide, en azından bizimkinde böyle bir şey olmadı. Ben de istiyormuşum demek ki ki; böyle bir yazı yazdım. Bir sonraki sayıda görüşmek üzere...

26


Kuzgun Aynası Doruk Cansev

"Is all that we see or seem, but a dream within a dream”

Nereden başlasam ki, anlatacak çok şey var… Sözlerinden birini en tepeye italik fonla koymazsam olmaz, yoksa sol üst köşedeki resmin anlamı vurgulanmamış olur. Şiirleri karıştırıyorum, kitaptan rastgele sayfalar açıyorum rehber olsun diye; yok, böyle olmayacak. Düşünüyorum beni en çok etkileyen sözlerini, sonra sayfayı bunlarla doldurmanın anlamsızlığını fark edip bir tanesini seçiyorum işte, ismi geçtiğinde ilk akla gelenlerden birisini... Bir öğrenci şehrinde, Boston’da yaşamış bir adam o; kendisini tek tek terk eden Poe ailesinden sonra Allan’lara sığınmış ve evlat edinilmemiş olsa da onların da adını almış bebek yaşında.

K Ö Ş E

Söylemem gerekiyor, o bir dahi; sadece yazıları anlamında değil. Her konuda bilgili bir entel; evrende sonsuz yıldız olmasına rağmen gökyüzünün karanlığına anlam verememiş Olbers Paradoksu’nu çözmüş, yazılarında mitolojiden coğrafyaya, astrolojiden ölüme pek çok alandan bilgiler vermiş; bildiklerini sadece ansiklopedik maddeler halinde kitaplaştırsa bile saygı duyardınız muhtemelen. Bir sarhoş aynı zamanda, uykuyla ayıklık arasında gidip geliyor geceler boyu; ancak bu onu asla uyuşuk yapmıyor, aksine aklına fikir geldiği anda fırlayıp not ediyor bunları. Düşünsenize yatmadan önce aklınıza gelen hayallerin çılgınlıklarını ve bir gece sonrasında gizemli bir şekilde yok oluşlarını; ya da durun. Bunların sabah kalktığınızda bir kağıtta aynı şekilde bulunduğunu düşünün, böylesi daha iyi. El yazısı rahatlıkla okunabiliyor, fakat bir karakteri var. Şiirleri coşkulu, ancak anlamsız; hayal etmeyi unutanlar için. Onlarca kısa öykü, sayısı gereksiz ama hayatınızı gözden geçirmenizi sağlayacak şiirler, başyapıtlar ve bir roman; insanları 19. yüzyılda Ay’a gitiğine inandırabilecek keskinlikte bir zeka ve bitirene kadar bırakamayacağınız, okuduktan sonraysa bir diğerine geçmek için o kadar hevesli olmanıza rağmen saatlerce düşünmeniz gereken yazılar. Bir gotik, aynı zamanda romantik de; bugün bu türler popüler kültürün edebi açıdan ikinci sınıf eserleri olarak görülse de o özgündü, ebedi ve son derece de edebiydi. Efsane dedektif Sherlock Holmes’ten, başarılı grupların arkasında yatan teknisyen Alan Parsons’a ve hatta Heavy Metal’in efsane grubu Iron Maiden’a kadar ulaşan bir yelpazedeki insanlara ilham verebilmek başka nasıl tarif edilir acaba? İleride onu vebadan kaybediyor belki ama 13 yaşında kuzeniyle evleniyor, absinthe bağımlısı; kunduzların günlük hayatını, bir girdabın anatmosini ve hatta tipik bir Hollanda kasabasını bilebiliyor; doğumundan 200 yıl sonra hala yenilikçi olabiliyor. Biz onu okudukça yazmayı bırakmıyor o, yoksa şiirlerini her okuyuşta alınan tat başka türlü açıklanamaz. Hüzünlü yıllar Edgar Allan Poe, senin sayende düşlerin tek gerçeklik olduğuna hala inanıyoruz.

27


Ruh Soygunu Göksu Yıldırım

Eveeet, Kanarya Adaları'ndaki tatilimden döndüğüme göre bu ay yazımı yazabilirim :). Yazmak için bir çok konu vardı aklımda, rüyalar üzerine bir şeyler, geçtiğimiz ay izlediğim bir anime olan Fate Stay/Night, belki gölge ve yansımalar üzerine bir şeyler... Ama tatil de gelmişken daha dinlendirici ve eğlendirici bir konuda yazmak istedi canım.Ve işte size ünlüleri söylediği bazı sözler: -Cannes Film Festivali bu yıl nerede yapılıyor? Christina Aguilera -Bir sürü denizaşırı yere gittim, mesela Kanada. Britney Spears -Bir şeyler öngörmek zordur, özellikle henüz gerçekleşmemişlerse. Yogi Berra -Sigara öldürür. Eğer ölürseniz, hayatınızın büyük bir bölümünü kaybedersiniz. Brooke Shields

K Ö Ş E

-Ebeveynlerime çok şey borçluyum, özellikle de anne ve babama. Greg Norman -Bence eşcinsel evlilik bir kadın ve bir erkek arasında olmalıdır. Arnold Schwarzenegger -Doktorlar kafama X-Işınlarıyla baktılar ve hiçbir şey bulamadılar. Dizzy Dean -Kendime ait güçlü fikirlerim var, ama onlara her zaman katılmıyorum. George Bush - (Nükleer silahlar hakkında) Bu kelimeyi sevmiyorum; “bomba”. Bu bir bomba değil, bu patlayan bir cihaz. Jacques le Blanc (Bu seferkini çevirmeden, doğrudan İngilizce olarak koymak zorundayım) -They misunderestimated me. George W. Bush -Aptal olabilirim ama salak değilim. Terry Bradshaw -Henüz vücudumun başka bir yerinden diz ameliyatı geçirmedim. Winston Bennett

Müzik Kutusu Avril Lavigne – When You're Gone Slipknot – The Heretic Anthem Skyclad – Ten Little Kingdoms Nirvana – The Man Who Sold The World Dark Tranquility – Punish My Heaven

28


Yerçekimi Meltem Tolunay

Yaşasın! Sonunda tatil geldi! “Hepimiz yorulduk” gibi sıkıcı lafları hemen bırakıp sadede geleceğim ve sizi daha fazla yormayacağım. Artık eğlenme zamanı, diyor ve sizi eğlendireceğini umduğum ilginç bilgileri huzurlarınıza sunuyorum.

-Yeni Zelanda’da yaşayan Kea adında bir cins papağan araba pencerelerinin etrafındaki kauçuk şeritleri yer! (“Afiyet olsun” demeden geçemeyeceğim!) (Cümleyi tam okumadım ve o şeritleri yiyenin Yeni Zelandalılar olduğunu sandım, bana da alkışlar -Göksu) -Kutup ayıları solaktır. -Baykuş, mavi rengi görebilen tek kuştur. -İnsanları parmak izinden, köpekleri ise burun izinden tanımak mümkündür. -Develerin üç tane kaşı vardır.

K Ö Ş E

-Kirpiler suyun üzerinde batmadan kalırlar. -Istakozların kanı mavi renktedir. -Filler de oldukça ilginç canlılar. Fil yavrusu, hortumuyla annesinin kuyruğuna tutunarak dolaşır. Sürü içindeki dişiler de doğumlarını birbirlerine göre ayarlayıp sırayla doğum yapar. -Atlar, bir ay ayakta kalabilirler. -Bir devekuşunun gözü beyninden büyüktür. -Bukalemunların dilleri, vücutlarından iki kat daha uzundur. -Kereviz yerken harcanan kalori, kerevizin içindeki kaloriden daha fazladır. -Yataktan düşerek ölme olasılığı iki milyonda birdir. -Acı gerçek: Geçen 3500 yılın, sadece 230 yılı barış içinde yaşanmıştır. -Sallanan sandalyede hiç durmadan sallanma rekoru 440 saattir. -İnsan saçı, üç kilo ağırlık kaldırabilecek esnekliktedir. -Bir cam kırıldığında, ufalanan parçalar saatte 4828,03 kilometrelik bir hızla etrafa saçılır. -Bugüne kadar ölçülmüş en büyük buz dağı Belçika’dan daha büyük bir yüzölçümüne sahiptir. -Bugüne kadar kaydedilmiş en büyük dalga 85 metre yüksekliğine ulaşmıştır. -Hindistan’daki yıllık doğum sayısı Avustralya’nın toplam nüfusundan fazladır. -Bir kilo limonda bir kilo çilekten daha fazla şeker vardır. -Her iki taraf da kan bağışında bulunursa Paraguay’da düello yapmak yasaldır.

29


Multimedya Mesaj Servisi Meriç Melike Softa

Herkese merhaba! Öncelikle “Multimedya Mesaj Servisi”ni açıklığa kavuşturmak istiyorum; herkes soruyor nereden geliyor bu isim diye... Multimedya Mesaj Servisi; MMS; Meriç Melike Softa olur efendim… Derginin okunma olayına gelelim; biliyoruz ki çoğu kişi sadece başlıklara bakıp geçiyor… Neyse; işte derginin hakkındaki yorumlarını sorduğumuz kişilerle aramızda geçen diyaloglardan örnekler: -Pişşt, Gölge’ye baktın mı? -Kapağı harbiden çok güzel, elinize sağlık… -“Gölge” diye bir dergi geldi mailine, baktın mı hiç? -Mailde gördüm de hiç bakmadım, niye ki? -Hee, şey, ben de editörüyüm de onun… -He tamam bu akşam bakarım kesin… -Peki… -Gölge’ye baktın mı, e-Dergi bizim, söylemiştik, mailine gelmiş olması lazım.. -Haa, gördüm onu ama hiç bakmadan sildim ahahaha… (Adı lazım değil; baş harfi Y…)

K Ö Ş E

Hayır, bunları yazmamın amacı hayal kırıklığına uğradığımızı belirtmek falan değil; biliyorduk böyle olacağını… Maillere yollanan bir e-Dergi kaç kişi tarafından okunur; kaç kişi linke tıklayıp, 15 saniye bekleyip bilgisayarına indirmeye zahmet eder; kaç kişi o kadar yazıyı tek tek okur… Bizim de öyle büyük hayallerimiz yoktu yani, ama bir sürü okuyan arkadaşımız da var… Birçok arkadaşımız yorumlarını da belirtti zaten… Genel olarak dergideki hava beğenilmiş, ne mutlu bize… Beğenmeyen arkadaşlara da eksiklerimizi belirtip bizi daha iyiye yönlendirdikleri için teşekkür ederiz… Gelelim bu köşedeki ikinci konumuza: Yanlış anlaşılmalar! Evet, çok hoştur bazen yanlış anlaşılmalar, cicidir, güzeldir, güldürür… Öyleleri vardır ki; dersin ortasında sınıfı kopartır, dersi yarıda bıraktırır, falan filan… Neyse; işte bizzat tanık olduğum yanlış anlaşılmalardan bazıları: Osman: Hop hop yavaş biraz! Göksu: Ne? Hop hop Herr Schopp mu? (Öh yani Göksu!) Osman(Almanca dersinde):Goethe ne kadar çok “schön” diyor… Göksu: Ne?!?!?!?! Osman: Ne var be? Göksu: Schöning çok mu kıllı?! (Evet, doğru anladınız, Göksu yanlış anlama konusunda çok usta… :) ) Osman: Bu hafta bir yere gidiyor muyuz? İpek: Boğazda bi’ yere mi gidiyoruz? Niye ki, çok uzak?! Şimdi de biraz Tabu oynarkenki maceralarımızdan bahsedeyim; Kelime: Buluş Hümeyra: Mu- ay az kalsın yasak kelimeyi söylüyordum… Osman: Muhittin hoca? Melike: Hıhı, evet, yasak kelimelerde… Volkan: Marmara’da bir şehir. Osman: İstanbul, Bursa, Erzincan ! X Kişisi: Şimdi ben neyim? Osman: Yaramazsın? Geri zekalı!!! -KopuşBir dahaki sayıda görüşmek dileğiyle...

30


Çekirge Osman Kaan Yılmaz

Bu ay köşeme ne yazacağım konusunda fazla kafa yormadım. Çünkü bütün Ocak ayımı işgal eden ve hala hayatımdan çıkması için dua ettiğim bir şeyden bahsedeceğim: MERKÜR!!! Her şey ocak ayının başlarında, edebiyat öğretmenimiz Hilmiye Hoca’nın nöbetçi olduğu gün başladı. Hilmiye Hoca’nın astroloji bilgisi bayağı bir yüksek. Yani gerçekten, öyle böyle değil. O gün de teneffüste , yanımıza gelip benim burcumda Merkür’ün rötarda (ne demek olduğunu o zaman anlamamıştım; pek de önemsememiştim açıkçası) olduğunu söyledi. Ben de : “Ee, yani bu ne demek ki?” diye sorduğumda “Elektronik aletlerinize dikkat edin, bozulabilir”, demişti. Ben gene fazla önemsememiştim bunu tabii. …Aradan bir hafta geçti… Üç yıldır kullandığım ve tek bir sorunla karşılaşmadığım saatim, hiçbir neden yokken (ya da ben öyle sanmıştım) garip bir şekilde bozuldu. Ama tipik bozulmalardan değil: İki dakika, sanki iki saniyeymiş gibi geçiyor sonra bir saniye duruyor, daha sonra tekrar iki saniye süren iki dakika geçiyor. Fazla üzerinde durmadım bu konunun açıkçası. Ne var ki? Saati başkasına sorar öğrenirim dedim.

K Ö Ş E

…Aradan iki gün geçti… Uzun süre cep telefonuyla konuşmaktan kulaklarımız ağrıdığından ve hatta yandığından kulaklıklarla konuşmak çok daha akıllıca ve sağlıklı. Ben de aynı nedenle daha yeni satın almış olduğum cep telefonumun sadece bir kez kullandığım kulaklığını taktım. Fakat küçücük bir sorun vardı: Kulaklık “esrarengiz” bir biçimde çalışmıyordu! Artık yavaş yavaş bıkmaya başlamıştım. Dokunduğum elektronik aletler bozuluveriyordu. Yine fazla önemsememeye çalıştım. Ne var ki? Konuşurken kulağım biraz da ağrısın, pek sorun değil dedim. …ve aradan bir gün geçmedi ki, her gün saatlerce kullandığım, yıllar sonra ailemin ısrarları üzerine bağımlısı olduğunu kabullendiğim bilgisayarımı tekrar büyük bir hevesle açmaya koyuldum, ama ne çare! Ekranda görüntü yok, klavyede ışık yok, hoparlörde ses yok… Biraz geç de olsa, Hilmiye Hoca’nın sözleri bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiverdi: -Elektronik aletlerinize dikkat edin, bozulabilir… Merkür rötarda… Elektronik aletler… Merkür… Ve orda tam anlamıyla irkildim. Başlarda önemsememiştim ama artık bir haftada en çok kullandığım iki aletin ve henüz bir kez kullanmış olduğum yepyeni kulaklığımın bozulması ve Hilmiye Hoca’nın sözleri sadece bir tesadüf müydü? Ya da gerçekten astroloji ve gezegenler hayatımızı bu kadar fazla etkiliyor mu? Bu soruların cevabını hala bulmuş değilim ama en azından önceleri gazetelerde eğlencesine okuduğum burç köşeleri artık korku ve endişeyle okuduğum hatta bazen okumaktan kaçınmaya çalıştığım yazılar haline geldi. Neyse ki , yaptığımız araştırmalar sonucu öğrendik ki, Merkür’ün burcumdaki rötarı 1 Şubatta geçecekmiş. Umarım geçer, yoksa yakında televizyonu, fırını , çamaşır makinesini falan da bozup, evin kökünü kurutacağım. Bir de son olarak astroloji konusunda benim gibi kafası karışıklar için bir öneri: “En iyisi, astrolojiye inanmak. Eğer astroloji diye bir şey varsa, inanarak akıllılık etmiş olur ve hayatınızı aşırıya kaçmamak şartıyla ona göre şekillendirebilirsiniz. Astroloji diye bir şey yoksa da, inanmakla bir şey kaybetmiş olmazsınız.İnandığınızda;kötü bir şey olduğunda en azından suçu gezegenlere atabilirsiniz. Ama eğer inanmazsanız, başınıza geleceklerden insanlar dışında bir varlık sorumlu olamaz.

31


İklim Doğan

Ç İ Z İ M

32


Şiir

Büyük İnsancıklar Küçüktüm, hemen hemen bir avuç insan kadar, Tahta, eğri oyuncaklarım, boya kalemlerim vardı. Duygularımı, sevinçlerimi, haykırışlarımı onlara dökerdim. Çocuk aklı işte, başka ne yapacağımı bilemiyordum. Etrafımda onca merhametsiz dev varken, Her adımımın hesabı sorulurken, Göremiyordum hayatın 'kör' gerçeklerini, Demir kapılar ardında yüzsüz gardiyanlar, Camdan bakmaya, biraz izlemeye bile cesaret edemiyordum. Dünya bensiz dönüyor, belki de benim etrafımda; Ama bilmiyordum, çocuktum...

Ş İ İ R

Büyüdüm de ne oldu? Dünyada ne değişti bir kaç santim, bir kaç yıl dışında? Gidenin yerine yenisi geliyor, gelene alışan gidiyor. Galiba dünya böyle dönüyor... Bana ne aslında, ben dünya değilim ki! Şu anda tezgahtaki bıçak fazla çekici gelse mesela, Durur mu dünya? Bir kaç sahte gözyaşı, şanslıysam bir kaçı dostça, Belki üçüncü sayfada bir mahalle dedikodusu Belki de sadece öğle namazında müteakip. Her şekilde sessizce, bir iki günlük yolculukla giderdim, Herkesin gideceği, ama kimsenin gidemeyeceği yerlere... İnsanoğlu nankör; Kendine ihanet edebilecek kadar.. İnsanoğlu bencil; Kalbini hiç kimseye veremeyecek kadar... İnsanoğlu vefasız; Bugünü yarın unutabilecek kadar... İnsanoğlu iki yüzlü; Yüzsüzlere yetebilecek kadar... İnsan, belki de sadece insan; Kendini bile sevebilecek kadar...

Eren S. Bozkurt

33


Şiir

Yalnızlık Parlak gölgeler arasında koyu bir ışık, Binlerce mahkum buzdan parmaklıklar ardında. Çoğu kaza kurbanı, kimi sadece aşık, Yalnızlık, dört duvar arası yalnızlık...

Ş İ İ R

Uzaklarda birileri seviyor... Seviliyor. Seven kalp sıcak bir yalnızlığa mahkum. İlan-ı aşkı tadamadan göçüp gidiyor. Zaten aşk efsane olmuş, kimse fark etmiyor. Ana rahminden katı dört kolluya kadar, Üşüyoruz farkında olmadan dost yüzler arasında. Çıkarcı cümlelere tebessüm çerçevesi dar, Doğamızda var bencillik, masal olmuş fedakar. Yalnız değilim diyebiliyorsan şanslısın, Kader tavlasında kapını çoktan almışsın. Umarım sen de bir gün sırtından bıçaklanmazsın, Zar tutan hayat, kaybeden biz değiliz...

Eren S. Bozkurt

34


2009 ŞUBAT AYI KÜLTÜR SANAT REHBERİ

Çok Güzel Hareketler Bunlar Zaman: 02 Şubat 2009 - 03 Şubat 2009 / 20:30 // 16 Şubat 2009 - 17 Şubat 2009 Mekan: Beşiktaş Kültür Merkezi BKM’nin kendine özgü mizah anlayışını Yılmaz Erdoğan yönetiminde sahneye taşıyan BKM Mutfak ekibi, yepyeni skeçleri ile yeniden perde açıyor! Mustafam Kemalim

R E H B E R

Zaman : 05.02.2009 20:30:00 Mekan : Beşiktaş Belediyesi Akatlar Kültür Merkezi Oyunu Tuncer Cücenoğlu Atatürk’ ün yaşanmış hikayelerinden derledi. Oyunda Atatürk, İsmet İnönü ve Kurtuluş Savaşı’ nın ünlü isimleri var. 52 ayrı rolü 26 aktör oynuyor. Oyunun içinde Atatürk’ ün cephede kullandığı otomobilin aynı yapıldı. Oyunda yer yer belgesel filmler de kullanılmıştır Bilet Fiyatları: Tam: 34,00 TL, İndirimli: 29,00 TL

Venedik Taciri Zaman: 13.02.2009 20:00:00 - 15.02.2009 18:30:00 Mekan: Tiyatro Pera Eren Uluergüven Sahnesi W.Shakespeare’in yazdığı Nesrin Kazankaya’nın çevirip yönettiği “Venedik Taciri” adlı oyun 11 Ocak 2008 tarihinde prömiyer yaptı. Dramaturgisini Şafak Eruyar’ın, dekor tasarımını Şirin Dağtekin’in, kostüm tasarımını ve maskları Nilüfer Moayeri’nin, ışık tasarımını Yüksel Aymaz’ın, yaptığı oyunun yönetmen yardımcısı Zeynep Özden. Oyunda görev alan sanatçılar: Mehmet Ali Kaptanlar, Nesrin Kazankaya, Can Başak, Muhammet Uzuner, Başak Meşe, Kayhan Teker, Mehmet Aslan, Zeynep Özden, Erdinç Anaz, Aytunç Şabanlı, Okan Kayabaş, İlker Yiğen Bilet Fiyatları: TAM: 28,50 TL, ÖĞRENCİ: 18,50 TL

Bugs Bunny Buzda Zaman: 27.01.2009 20:00:00 - 08.02.2009 19:00:00 Mekan: Turkcell Kuruçeşme Arena Dünya’nın en büyük buz gösteri topluluğu Holiday On Ice, Dünya’nın en ünlü aile şovu BugsBunny Buzda ile yarıyıl tatilinde İstanbul’da Bilet fiyatları:

1.KATEGORİ: 66,00 TL

-

2.KATEGORİ: 56,00 TL

3.KATEGORİ: 45,00 TL

-

4.KATEGORİ: 33,50 TL

35


Duyurular & Okuldan Haberler

Beşiktaş futbol takımından sonra, Fenerbahçe de sahaya “İstanbul Lisesi’nin 125. Yılı Kutlu Olsun” pankartıyla çıktı! Galatasaray ile de görüşmeler sürüyor…

***

Sakarya İzci Grubu 2-8 Şubat tarihlerinde Muğla’da… Yeni açılan izci tesisi Sakarya ve Çanakkale İzci Gruplarının katılımıyla kullanıma açılmış olacak...

***

İEL Olimpiyatları kısa zamanda başlayacak!

***

BuLa (Almanya BundesLager kampı) için seçmeler 14-15 Şubat’ta! Başvuranlara duyurulur...

36


G E L E C E K

37

S A Y I D A


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.