GÖLGE Künye Editörler Göksu Yıldırım Meriç Melike Softa
Ve Başlıyoruz...
Sorumlu Öğretmen Hilmiye Manioğlu
Yazarlar Beyza Kartal Can Ege Yalçın Doruk Cansev Eda Kaya Elif Turhan Emre Ayan Erinç Argımak Göksu Yıldırım Melis Oflas Meltem Tolunay Meriç Melike Softa Merve Ezgi Demiröz Okan Ağca Osman Kaan Yılmaz
Çizer İklim Doğan
Merhaba sevgili Gölge okurları!
Yepyeni bir sayımızla karşınızdayız! Hızlı mı hızlı geçen dört ay ve dört Gölge’nin ardından, bu sayımızda yeni bir sistem deniyoruz: konsept.
Bu ayki dergimizin konsepti komedi, eğlence… Tahmin edebileceğiniz gibi 1 Nisan’dan geliyor bu fikir… Tabii ki bütün bölümlerimizi konsept dahilinde hazırlamadık. Ama incelediklerimiz komedi dalında olmasa da, incelemelerimizi komedi havasında yapmaya çalıştık. Hatta dergi dahilindeki bazı bölümlerde hayal gücümüzden ürünlere de rastlayabilirsiniz!
Kapağımızda da ilginç bir şeyler denedik bu sefer, biraz zaman incelerseniz gizlenmiş şeyler bulabilirsiniz. Her inceleyişinizde yeni şeyler bulabileceğinzden eminim, hatta kapağı mor ışık altında incelerseniz 6 farklı kapak daha çıkıyor, o derece yani. Bir diğer yenilik ise derginin içindekiler kısmına eklediğimiz köprüler, artık istediğiniz bölümün adına tıkladığınız zaman sizi otomatik olarak o sayfaya götürecek. 14 farklı yazarın katkısıyla çıkardığımız 4. sayımıza iki sayfa sonra başlayacaksınız. Köşelerde göreceğiniz çizimlerin tamamı çizerimiz İklim’e aittir; ve ayrıca yazıların hepsi de altında(köşeler için yukarıda) adı yazan yazarlarındır...
Tasarım Göksu Yıldırım Meriç Melike Softa
Herkese, bol şakalı 1 Nisanlar!
Kapak Tasarım
Gölgelerin gücü adına!
“Gölgedekiler”
Gölge Ekibi, golge@istanbulerkeklisesi.com
2
İçindekiler Film
4
Opera & Tiyatro
6
Kitap
8
Anime & Manga
9
Müzik
10
Bilgisayar
11
Rol Yapma
13
Hikaye—Kovalamaca
14
Hikaye—Kara Rüya
16
Hikaye—Tarhana Kokulu Düşlerimiz
18
Hikaye—Gün
19
Vızıldayan Sinek
20
Kuzgun Aynası
21
Acı Kahve
22
Ruh Soygunu
23
Multimedya Mesaj Servisi
24
Ekranın Arkasından
25
Şiir
26
Kültür & Sanat Rehberi
28
Yarışma
29
Duyurular & Okuldan Haberler
30
Kapanış
31
Not: Bir bölüme otomatik olarak gitmek için o bölümün adının üzerine tıklayabilirsiniz.
3
KARANLIKLAR ÜLKESİ: LYCANLARIN YÜKSELİŞİ
Heyecanla beklediğimiz, kimimizin beklemediği, Karanlıklar Ülkesi: Lycanlar'ın Yükselişi, 29 Mart Cuma günü sinema perdeleriyle buluştu. İlk filmden beri alıştığımız güçlü ve ölümsüz olan iki ırkın, vampirler ile kurt adamların aralarındaki kan davasının geçmişini ve nedenlerini ele alan filmimiz, bizi yine heyecanlandırıyor ve yeraltı dünyasında ayrı bir maceraya götürüyor. Karanlıklar Ülkesi destanının üçüncü bölümü geçmişe gidip Ölüm Tacirleri olarak bilinen aristokrat Vampirler ile yırtıcı bir kurt adam türü olan barbar Lycan’lar arasındaki çatışmanın kökenine iniyor. Önceki iki filmden daha fazla yaratık efektleri içeren film hit serinin sırlarına da açıklık getiriyor.
F İ L M
Vizyon tarihi Yönetmen Senaryo Sizin de görebileceğiniz gibi film fazla kısa. 92 dakika az değil mi sizce de, animasyon çizgi filmlerde bile daha uzunlarını görmüştük. Serisinin üçüncü filmini çeken bu yapımdan, daha uzun bir film beklemek bizim de hakkımız doğrusu! İlk filmdeki "amatör" değişme anları kalmamış 3. filmimizde. Artık daha "insan gibi" kurda dönüşüyor insanlarımız :) . Filmdeki karakterlerle eski filmlerdeki karakterler arasında bağlantılar kurabiliyoruz. Ayrıca bir şey vardır genelde bu filmlerde; sadece hikayeyi verip geçmek isterler; fakat izleyeceğiniz 92 dakikada, bu filmde hikaye anlatıcılığının da en az hikaye kadar önemli olacağını göreceksiniz. İyi Seyirler!
Görüntü yönetmeni Müzik Tür Yapım Dil Oyuncular
29 Mart 2009 (Türkiye) Patrick Tatopoulos Danny McBride Dirk Blackman Rhona Mitra Paul Haslinger Aksiyon, Fantastik ABD 2009 92 dakika İngilizce Shane Brolly Michael Sheen Bill Nighy Rhona Mitra Steven Mackintosh Kevin Grevioux
And 8.4 goes to “The Underworld”!
8.4/10 Can Ege Yalçın
4
SİHİRLİ DAĞ Filmimiz “Sihirli Dağ”(Race to Witch Mountain)… Aslında planım “Mahşerin Dört Atlısı”(The Four Horsemen)nı incelemekti, ancak film 18+ olduğundan izleyemedim. Tabii Mickey Rourke’li “Şampiyon”(The Wrestler) da olurdu, ama gittiğim sinemada o film yoktu; neyse, şansımıza küselim… Evet, gidecek başka film yoktu ve ben de “Sihirli Dağ”a gittim… Peki değdi mi gittiğime? Tartışılır… Hadi o zaman tartışalım; Vizyon tarihi
F İ L M
20 Mart 2009 (Türkiye)
Yönetmen
Andy Fickman
Senaryo
Matt Lopez Mark Bomback Andy Fickman Alexander Key
Görüntü yönetmeni
Gren Gardiner
Tür Yapım Dil Oyuncular
Macera/ Komedi/ Bilim Kurgu ABD 2009 İngilizce
Film gezegenleri yaşanamaz hale geldiği için dünyayı ele geçirmeyi planlayan uzaylı halktan iki çocuğun, bunu engellemek için dünyada yaşadığı maceraları anlatıyor… Bence film genelinde konu da, işleniş de “eh işte…” dedirtiyor seyirciye… Peki “uzaylı” kavramı nasıl filmdeki? Görünüşleri bizlerle aynı… Hatta filmde şöyle bir diyalog da geçiyor: -Ama, siz uzaylı gibi görünmüyorsunuz! -Peki bir uzaylı nasıl görünür Jack Bruno?
Evet, uzaylılar bizler gibi görünüyor. Ancak farkları şu; telepatlık veya maddelerin içindeki molekülleri kontrol etme gibi (bu basit olarak cisimleri beyin gücüyle hareket ettirme veya duvardan geçebilme, ama filmde çok başarılı açıklanmış bunların nasıl yapıldığı) yeteneklere sahipler. Yetenek denemez aslında; neden mi? Bence filmin en başarılı noktalarından biri bunu açıklayış şekli. Yine uzaylı arkadaşlarımızdan Sara’nın bu konudaki sözüne bakalım: -Aslında aynı şeyleri dünyalılar da yapabilir Jack Bruno… Yalnızca beyninizin o kadarını kullanamıyorsunuz… Peki film, yetişkinlere mi hitap ediyor? Hayır. Peki çocuklara mı hitap ediyor? Pek sayılmaz… Peki filme gitmeli miyiz? Benim gibi, sinemaya gitmek istiyorsanız ve gidecek başka bir film yoksa, gidebilirsiniz. Ancak bence film, gece yarılarında televizyonlarda gösterilen orta kalitedeki filmlerin kalitesini fazla geçemiyor...
6.5/10 Not: Film 7+ ve 13A’dır.
Meriç Melike Softa 5
OPERET: ŞEN DUL
İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin sahneye koyduğu bu operetle Paris’e düşüyor yolumuz. Oyunun adından da anlaşıldığı gibi tüm olaylar dul bir kadının etrafında gelişiyor. Söz konusu olan Hanna Glawari adındaki dul kadın, çok zengin olan eski banker eşi sayesinde çok yüklü miktarda paranın sahibi olmuştur. Bu da erkeklerin kadının sürekli etrafında dolaşmalarına sebep olmaktadır. Ancak en önemli olay, Glawari’nin bir Parisli ile evlenmesi durumunda gerçekleşecektir. Paris’e gelen Glawari burada bir Parisli ile evlendiği takdirde, genç kadının sahip olduğu para Fransa’ya geçecektir. Bu nedenle Glawari, Parisli bir erkekle evlendirilmeye çalışılır. Ancak bu iş için seçilen kişi ile Glawari arasında eskiden yaşanmış olan şeyler, yeni olaylara sebep olacaktır.
O P E R A
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu operet gerçekten çok eğlenceli. Konusu gereği tabii ki içerisinde ciddi ve duygu yüklü anlar barındırıyor. Ama bunun yanında da güldüren sahneler çok fazla. Yüksek bir tempoyla sahnelenen bu oyun gerçek anlamda zevkli ve eğlenceli anlar vaat ediyor. Kesinlikle çok eğleniyorsunuz ve hiç sıkılmıyorsunuz. Ayrıca eserin çok başarılı bir şekilde Türkçeye çevrilmiş olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Ülkemizin çok değerli opera sanatçıları tarafından seslendirilmiş olması ise bir müzik ziyafeti ortaya çıkarıyor ve çok kaliteli bir oyun izliyorsunuz.
Sahnenin dekorundan bahsetmek gerekirse çok görkemli olduğunu söyleyemem. Oldukça sade bir dekor tercih edilmiş. İzlerken bazen daha görkemli bir sahne aradığınız da olmuyor değil. AKM sahnesindeki alışılmış görkemli dekorlar Süreyya Operası’nda küçük bir bina olduğu için kurulamamış. Buradaki görkemi binanın kendisi sağlıyor. Süreyya Operası yenilenmiş haliyle o kadar muhteşem ki, dekordaki bu eksikliği tamamlıyor. Ama kesinlikle bu dekor da oldukça başarılı ve oyun ilerledikçe dekorun oyundaki önemini daha da iyi anlıyorsunuz. Kostümlere gelince de fotoğraflar her şeyi anlatıyor zaten. Bu konudaki yorumu da siz yapın. Eğer daha önce bir operete gitmediyseniz ve size hitap etmediğini düşündüğünüz için hala gitmiyorsanız, “Şen Dul” çok iyi bir başlangıç olabilir. Pişman olmayacağınıza eminim.
12/10 Meltem Tolunay 6
CABARET—KABARE “Zaten her ay bir oyuna gidiyorum. Ama neden hiç müzikale gitmek aklıma gelmedi ki?” diye düşündüm. Aradan uzun bir süre geçmeden 2007 OKS Pazarı’nın üç gün öncesinde gittiğim ve hayatım boyunca bir daha asla müzikale gitmeme konusunda kendime küçük bir söz vermeme (aslında yemindi ama burada söz yazasım geldi nedense :P) neden olan oyun aklıma geldi. O oyundan o kadar rahatsızlık duymuştum ki, ertesi gün hasta oldum. (: Ancak bu sefer farklı olmalıydı. Bütün müzikaller aynı olacak değildi ya? Değil mi?? “Kabare” adlı oyunun biletini aldığımda, bu kelimenin anlamı kafama çok takıldı. Hemen Vikipedi’den anlamına baktım. Orda yazanı aynen kopyalıyorum: “Kabare, her türlü güncel sorunu ince bir alayla, iğneleyici, yerici, taşlayıcı bir tutumla ele alıp toplum eleştirisine yönelen tiyatro türü. Özellikle siyasal ve toplumsal konulara yoğunlaşan kabarede, ezgiler, danslar, skeçler, monologlar, diyaloglar ve hatta saydam gösterileri ve kısa filmlere de yer verilir. Kabare, güldürücü ve eğlendirici olmasına rağmen, temelde ciddi tiyatro türleri arasında kabul edilir. Kabare kelimesi, Fransızca meyhane anlamına gelen cabaret’den türetilmiştir.”
T İ Y A T R O
Bu yazıyı okuduğumda anladım ki, bu müzikal gerçekten önceki gibi değildi. Hem güldürüp hem düşündürebilen bir oyuna gitmenin heyecanıyla yola koyuldum. Fakat heyecanım fazla gelmiş olacak ki, yolda yürürken az kalsın trafik kazası geçirecektim bu oyunu göremeden…:) Ama düşündüğüm gerçekleşmedi ve sağ salim tiyatro salonuna vardım. (Şu an Göksu’nun “tüh be” deyişini işitir gibiyim.(Bu biiir –Göksu)) 1930’ların başlarında (Aynen kopyalıyorum: “Kabare, her türlü güncel sorunu...” –Göksu), Almanya’nın cümbüşlü, ışıl ışıl kenti Berlin’deyiz. Büyük savaşın hırpaladığı Alman toplumu, dünya ekonomik kriziyle yeniden köklerinden sarsılmıştır. Bankalar kapanıyor, enflasyon yükseliyor, işsizlik ve aşsızlık çığ gibi büyüyor. Yolsuzluk, rüşvet, yoksulluk, ayrımcılık, mahalle baskısı, ötekileştirme, kamplaşma, sokak çatışmaları, suikastlar, ihtilal ve darbe girişimleri… (Eminim şu an birçoğunuz –özellikle Göksusoracak bütün bunların “kabare” ile, gülmekle ve en önemlisi dergimizin bu ayki sayısının içeriğiyle ne alakası var diye. Sabredin biraz :). (ikiii. -Göksu)) Öte yanda içki, uyuşturucu, fuhuş, ucuz ve pahalı her çeşit eğlence. Bütün bu karmaşa içinde, insanların korkularını ve hayallerini sömürerek hızla tırmanan Hitler faşizmi, aymazlıkla küçümseniyor. Ekonomik krize karşı eğlence, öfkeye karşı eğlence, şiddete karşı eğlence, eğlenceye karşı yine eğlence var. Ve bu da her şeye hâkim. Öykümüz, işte bu ortamda gelişiyor. Oyunun en başında sahneye çıkan on dansçı kızın seksi dansı karşısında, sadece seyirciler değil, sunucu da büyüleniyor ve kendiyle birlikte birçok insanı, savaş batağının içinde dansa, eğlenceye çekiyor. ( Şunu itiraf etmeliyim; dansçılar sahneye çıktığında ve gösterilerine başladıklarında,kafamda oyunun bütün gidişatını yanlış kurgulayan ben, oyunun açık saçık sahnelerle dolu olduğunu sanarak, edebiyat dersi için bu ayki özetimi nasıl yazacağımı düşündüm kısa bir süreliğine.) (Şu an Göksu’nun “üfff” deyişini işitir gibiyim :)) (üüüç –Göksu) Fakat yanılma payım o kadar yüksekmiş ki, Kit Kat Kulüp’ün şarkılarının ışıltılı, kıvrak ve ironik danslara açmış olduğu alan, bir anda Hitler’den kaçmaya çalışan Yahudilerin acıklı hikayesinin gerçekleştiği mekanlara dönüşüverdi. Ancak oyundaki siyasal duruş, o kadar temiz ve duyarlıydı ki, her şeye rağmen bizi de kendilerine güldürtmeyi başardı ünlü aktris Sally Bowles ve dansçı kızlar çetesi. Bu duyarlılık, müziklere de yansımıştı. “Elsie adlı bir arkadaşım vardı / Chelsea’deki odamız pis ve dardı / Utangaç desen hemen alınırdı / Aslına bakarsan saatlik kiralanırdı. / Üşüştüler ölünce dört taraftan: / ‘İşte zıbardı içkiden ve haptan.’” gibi sözlerle, Kit Kat Klüp’e gelen insanları eğlendirmeye çalışan kızların macerası gerçekten görülmeye değerdi. Tüm Almanya’da olduğu gibi Berlin’de de sokaklarda kargaşa; kapalı kapılar arkasında ise su gibi akan içki, fuhuş ve sakil bir eğlence biçimi hakimdi.”Eğlence” denilince de özel dans dershaneleri, fuhuş yuvası haline gelmiş pansiyonlar, barlar, kabareler, genelevler ve randevuevleri akla geliyordu. İşte “Cabaret (Kabare)” böyle bir devrin hikayesini; umutsuzluklar içinde açan ve solan çeşitli insan ilişkilerini, aşkları arzu ve ihtiraslarıyla dolu bir geçiş dönemini gülmeceli bir biçimde anlatıyor. Bu yazım sonunda, sizde oyuna gitme isteği uyandı mı bilmiyorum. Aslında uyanması gerekiyor ama uyanmadıysa benim yeteneksizliğime verin. (:.. Kesinlikle gitmeniz gereken bir oyun Kabare. 1972’de beyaz perdeye aktarıldığında 8 Oscar kazanmış ve “Tüm Zamanların En İyi Yüz Filmi” listesine girmiş olması da bunun kanıtı! (ucuz atlattım... –Göksu)
7
11 /10 Osman Kaan Yılmaz
Ayşegül Seçimde
Oldukça güncel bir konuyu ele alan kitabımızın ana karakteri Ayşegül, iki üniversiteyi Çift Ana Dal ile bitirmiş bir marangoz. İki üniversite okuyup neden marangoz oldun diye sorunca da “Baba mesleği” diye cevap verecek kadar da küstah. Büyüklerine cevap vermemesi gerektiğini bilmiyor, terbiyesiz işte. Böylelerini alıp.. Eee neyse..
K İ T A P
Kitap, Ayşegül tam oy verirken elektriklerin kesilmesiyle başlıyor, sonrasında çeşitli araştırmalarla küçük kızımız anlıyor ki sadece elektrik kesintisi değil, bilgisayar çökmeleri, internet sitelerinde kilitlenmeler gibi birçok farklı sorunu da var. Yalnız bu kitabı küçüklere tavsiye etmiyoruz, sebebi de bu olaydan sonra Ayşegül’ün sarf ettiği sözler. Eski kitaplarda masum bir kız olarak tanıdığımız kişi öyle küfürler ediyor ki bizim bile ağzımız açık kalıyor.
Tam kendisi oy kullanırken elektriklerin kesilmesinden “Ulan, bu işte bi’ iş var ama du’ bakalım.” diyor ve kendisini bir sandığın içine kapatarak beklemeye başlıyor.
Kitabın devamı hakkında başka bir şey söylemek istemiyorum, okuyun, sürpriz olsun.
39/100 Göksu Yıldırım
8
A N I M E V E
ANİME VE MANGA Jungle Wa Itsumo Hale Nochi Guu (ジャングルはいつもハレのちグゥ) Orman çok güzeldi ; ta ki Guu gelene kadar. Jungle Wa Itsumo Hale Nochi Guu,Monthly Shonen Gangan adlı manga dergisindeki Jungle Wa Itsumo Hale Nochi Guu mangasının animesidir. 26 bölümü ve yedişer bölümlük iki ova serisi (Jungle Wa Itsumo Hale Nochi Guu DELUXE ve Jungle Wa Itsumo Hale Nochi Guu FINAL adlarında) ile karşımıza çıkar. Bu sürrealist, komik, arada ciddileşen seride 10 yaşındaki bahtsız kahramanımız Hale’nin başından geçen olaylar ele alınır. Hale, annesiyle tropikal bir ormanda yaşar. (Yeri belirtilmese de, orangutanlardan ve Rafflesia çiçeklerinden Endonezya’da bir ormanda bulunduklarını anlıyoruz.) Ormanda sakin ve huzur dolu bir hayat süren Hale’nin annesi bir gün eve küçük kız Guu’yu getirir. Hale önce onu çok sever, birlikte oyunlar oynarlar, çok eğlenirler fakat sonraki günden başlayarak Hale Guu’daki tuhaflıkların farkına varmaya başlar. İşin kötüsü ise başkaları bu tuhaflıkları görmemektedir. Guu’nun bir kötü yanı ise gördüğü her şeyi (her şeyi, herkesi) yemesidir (yemeye çalışması değil dikkat). Zavallı Hale’nin görevi ise Guu’nun onların hayatına adapte olmasına yardımcı olmaktır. Bu aniden zorlaşan hayatına bir de şehirden Hale’nin okuluna okul doktoru olarak gelmiş olan Dr.Clive eklenince tam olur, çünkü Dr. Clive’ın Hale’nin annesiyle eskiden tanışmış olmaları ve Dr. Clive’ın Hale’nin annesi Weda ile (yakından) ilgilenmesi gibi iki faktör vardır, zira Hale annesini Dr. Clive’a kaptırmaya hiç meraklı değildir. Manga çıkış tarihi: 1996-2001,2001-günümüz Anime yayın tarihi: Nisan 2001,Eylül 2001 Deluxe Ova yayın tarihi:Ağustos 2002-Ocak 2003 Final Ova yayın tarihi: Aralık 2003-Haziran 2004
M A N G A
Hale’nin annesi Weda,Hale ve Guu
Hale ve sınıf arkadaşları sınıf gezisinde
Erinç Argımak 9
M Ü Z İ K
2009 çok bereketli geçecek... Biz eski albümleri inceleyedururken geçtiğimiz üç ayda bir sürü albüm çıktı. Lamb of God’dan death’in devi Cannibal Corpse’a, doom’un kralı My Dying Bride’dan yaşayan efsane Saxon’a bir sürü ünlü grup yeni albümlerini çıkardı. Tam liste şu; Saxon, Lamb of God, Hammerfall, Cannibal Corpse, Entwine, Deathstars, Kreator, My Dying Bride, Delain, Grave Digger, Doro, Sepultura, Dark Moor, Static-X, Mastodon, Sirenia, Queensryche ve Papa Roach. Bunların yanında ilerleyen aylarda çıkması planlanan Rammstein, Blind Guardian, Slayer ve Lacuna Coil gibi grupların albümleri de var. Yani; 2009 çok yaşa! Bu kadar albümün hepsini eskisi gibi incelemek bir yana kısa kısa incelemek için bile yeterli yerimiz yok. Dolayısıyla, albümleri ikiye ayırıp, iki ay içerisinde inceleyeceğiz.
Saxon – Into the Labyrinth: Buram buram NWOBHM. Bu kadar yılın ve albümün ardından Saxon hala Saxon... 8/10 Lamb of God – Wrath: Bir Lamb of God albümünde akustik gitar duyabileceğimi hiç düşünmemiştim. Peki bundan mutsuz muyum? Kesinlikle hayır! 9/10 Cannibal Corpse – Evicreation Plague: Cannibal Corpse’u nasıl bilirdiniz? İyi bilirdik. Bildiğimiz CC albümü... 7.5/10 Entwine – Painstained: Grubun şu ana kadar çıkardığı 6 stüdyo albümü arasından en sert olanı. Ve kesinlikle çok iyi. 9/10 Hammerfall – No Sacrifice No Victory: Yeni gitarist, yeni albüm. Bangır bangır, melodik, güçlü. 7.5/10 Delain – April Rain: Within Temptation eski klavyecisi Martijn Westerholt tarafından kurulan grubun 3. Albümü. Albümdeki şarkılar birbirine benziyor, ancak hepsi güzel olduğu için bunun bir sorun olduğu pek söylenemez J. 8/10 My Dying Bride – For Lies I Sire: Eski günlerine dönmüş bir MDB albümü. A Chapter in Loating şarkısı, black metal riffleri ve scream vokal ile bir sürpriz. Ayrıca kemanın da geri döndüğünü belirtelim. 7.5/10 Deathstars – Night Electric Night: Industrial/gothic metal gibi ilginç bir tarzı olan İsveç grubunun 3. Albümü. Bazı sitelerde yerden yere vurulmuş olsa da, ortalama bir albüm olduğu görüşündeyim. 7/10
H A B E R V A R ! Linkin Park Rock’n’Coke’da! Ünlü nu metal grubu Rock’n’Coke festivali kapsamında 19 Temmuzda, İstanbul’da bir konser vereceğini internet sitesinde açıkladı. Konserle ilgili diğer bilgilere buradan bakabilirsiniz; http://linkinpark.com/show/all/july_19_2009-3. Uni-Rock Open Air bu gidişle Türkiye’nin en iyi rock/metal festivali olacak. Şu ana kadar açıklanan isimler: Arch Enemy, Amon Amarth, Paradise Lost, LA Guns ve Rotting Christ.
10
GUITAR HERO: CHRONICLES OF THE LEGEND OF CURTIS
Yıl 2112, takvimler 30 Şubat’ı gösteriyor; uçan platformun altında toplanmış binlerce kişi var ve hepsi de en yeni makyaj tekniklerini kullanarak zenci yapmış kendisini birkaç dakikada, içlerinde bazılarının eski moda zenci atleti bulmakta çok uğraştığı da belli oluyor.
B İ L G İ S A Y A R
Çığlıklar duyuluyor “O” sahneye ışınlanırken, sağ bacağını unuttuğunu gören seyirciler kahkayı basıyor ve onlar sustuğunda efsane konser başlıyor. 50 Cent mezarından çıkarılıp klonlanarak şarkı söylemeye hazır duruma getirilmiş zihinlere yüklenen son haberlere göre, artık eskisinden de sinirli üstelik...
Hey, Fiddy; what about your being as a greedy> Eh, Okan’ın kasasına kedi kaçtığı için bu aylık bu köşeyi ben devralıyorum sevgili okur (Tek kişiden fazla olduğunu sanmıyorum, sayın editörlerimizin başarılı tanıtım kampanyaları bize ancak bir kişilik tiraj sağlayabilmiş YaySat’tan gelen haberlere göre; bizi Peru’dan takip eden ve aynı zamanda tek okuyucumuz olan arkadaşa selamımızı söylüyoruz.); bu ay ilk oyunun kazandığı ticari başarının ardından her gruba bir ek paketi yapmaya başlamış, hatta yerinde duramayıp her yeni versiyonda RPG , FPS ve R&B unsurları katmaktan geri kalmamış Guitar Hero serisinin yeni oyunuyla karşınızdayız. Oyun girişte yazdığım kelimelerle açılıyor, evet doğru bildiniz; ilk kez bir Guitar Hero oyununda Türkçe seçeneğimiz var artık! Bu senaryoyla E3 2009’da kurgu açısından en azından ikinciliği alması beklenen oyunumuzda asıl olaylar konserden sonra gelişiyor; şarkıya playback yaparken zırt pırt cep telefonu çaldığı için kendisine bağıran menajerini boğazlayan 50 Cent insan öldürdükçe büyüdüğünü fark ediyor ve biz de onun bu avantajını kullanarak Empire State binasından büyük bir mutanta dönüşmeye çalışıyoruz oyun boyunca. Kontroller olabildiğince kolay yapılmış; kısaca sen bir noktasın, gidiyorsun Perulu arkadaşım. Her türden bir şeyler barındırsa da en basit haliyle bir “ilerlemeli” oyun olarak kalmayı başarmış GH: CotLoC; silah olarak öncelikle en kalitesizinden bir Gibson Les Paul veya Fender ile başlıyor, daha sonra biraz daha yüksek kalitede Cort’lara ve oyunu ilerleyen kısımlarına doğru da Squier Custom serisinden GFX Ultra Meteor Suffix Between the Lines in Dreams That Come True gitarına kavuşabiliyorsunuz. Eğer oyunun %26.53’ünden fazlasını da amuda kalkmış bitirirseniz size özel bir Jukebox açılıyor toplu katliamlarınız için, ben özellikle doğaçlama rap özelliklerine hayran kaldım bu silahın. Bunun dışında belirtmek gerkeiyor ki yapımcı Let the Sunshine In firması hiçbir maliyetten kaçırnmamış; öyle ki oyunda Underground Rap camiasının ünlü isimlerinden Ozzy Ulrich, Hansi Clapton, BB Queen, Freddie Blackmoore gibi karakterlere rastlayabiliyoruz ve bu yan karakterleri özellikle doğaçlama rap gücüyle birlikte kullanırsanız müthiş bir takım enerjisine kavuşuyorsunuz. Üstelik LtSI yine parayı önemsemeyerek grafiklerde yeni bir tekniği kullanmaya başlamış, bu teknik sayesinde artık tuşlara bastığınızda karakterleriniz önceden yüksek çözünürlüklü 34 kameranın 47 farklı açıdan çektiği görüntüleri size film kalitesinde sunuyor, keza önceden hazırlanmış animasyonlar da öyle; zaten bu yönüyle bir kez daha tebrik ettim firmayı. Kısacası GH: CotLoC her yıl rastlayamadığımız kalitedeki yapımlardan biri olmuş, anlaşılan yapımcı önceki oyunlardaki hatalarına iyi çalışarak bu eklentiye 90’ların macera oyunlarından, 80’lerin metin temelli rol yapma programlarından, Fifa 99 hakeme kafa atma özelliğinden ve hatta Super Mario’dan mantar (Tabii ki bizim durumuzda 50 Cent uyuşturucu çekiyor veya insan yiyor; firmanın açıklamasına göre ırkçılıkla alıp veremedikleri yokmuş.) yiyerek büyüme yeteneğinden bir şeyler katmayı başarmış; özellikle oyun sonundan ipucu vererek keyfinizi kaçırmak gibi olmasın ama 2112’de bile ayakta olan Özgürlük Heykeli’ni tek bir lokmada yuttuğumuz sahne uzun zamandır göremediğimiz dokunaklı anlardan birisiydi; Peru’dan Peru’ya sevgilerle...
50¢/10 11
KÜÇÜK, KULLANIŞLI YAZILIMLAR
B İ L G İ S A Y A R
Kasamın içinde kedi olması benim suçum değil ayrıca o orada diye bilgisayarımı çalıştırmayacak da değilim. En son baktığımda içerisi elli derece civarındaydı. İçerden gelen mırlamalar kesildi ben bu programları denerken. Sizce kedi artık işlemciyle bütünleşmiş midir? Yoksa biraz daha beklemeli miyim? Bir aydır doğru düzgün oyun oynayamıyorum (ekran kartım hala yok). Kendimi müziklere verdim bu süre içinde. Dinlediğim grupların sayısı yaklaşık iki katına çıktı. Tabii müzik arşivim de bir o kadar büyüdü. İşte bu ay benim en iyi dostum olmuş olan programlar.
AIMP
AIMP müzik dosyalarını oynatmak için ideal bir program. Normalde müzik dinlerken iTunes’u kullanırdım. Fakat nedenini bilmediğim bir nedenden ötürü iTunes’um hantallaştı. Şarkı değiştirmesi 5 saniye sürmeye başladığında keşfettim AIMP’i. Ne iTunes’un hantallığına ne de bu formatı çalamam şeklindeki hata raporlarına rastlıyorsunuz AIMP’te... Kurcalarken fark ettiğim bir başka özelliği de internet radyolarını kaydedebiliyor olması. Bir internet radyosunu AIMP üzerinden dinlediğinizde bütün şarkıları kaydedebiliyor ve şarkı şarkı ayırabiliyor. Tabii ki bunun için radyo kanalından şarkı başladığında ve bittiğinde sinyal geliyor olmalı. Bunu yapmayan internet radyosu sayısı ise yok denecek kadar az (en azından benim dinlediklerim içinde).
AIMP iTunes’un hantallığından sıkılmış olanları için muhteşem bir program çünkü hem çok hızlı hem de çok az bellek yiyor. Aynı zamanda müzik arşivinizi genişletmek için de ideal bir program. http://www.aimp.ru/index.php
Audacity
Audacity ise müziklerle oynamak isteyenlerin programı. Herhangi bir müzik dosyasını istediğiniz gibi değiştirebiliyorsunuz bu program sayesinde. Bu dosyalara kendi kaydettikleriniz de dahil. Eğer henüz bunu yapmadıysanız Audacity’le de bir şeyler kaydedebilirsiniz. Sonuçta elde ettiğiniz müzik dosyasını ise .wma veya .mp3 olarak kaydedebiliyorsunuz. Gelelim Audacity ile neler yapabildiğinize. Benim en sevdiğim özellik iki müzik dosyasını üst üste oynatabiliyor olması. Bu sırada istediğiniz yerlere eklemeler yapabiliyor, istediklerinizi çıkartabiliyorsunuz. Yavaşlatma, hızlandırma ve seslerin frekanslarıyla oynamak da mümkün kılınmış. Amatörce de olsa Audacity’den çok iyi işler çıkartabilirsiniz. Programı biraz kurcalamanız ve zaman ayırmanız yeterli. Bakalım siz kimleri düet yaptıracaksınız. Ben en son Gripin ve Şebnem Ferah düeti yaptım. Hiç de fena olmadı. ;)
http://audacity.sourceforge.net/
Okan Ağca 12
OGZ Dövüş Kulübünü çoğunuz biliyorsunuz. Buna benzer bir şeyler yapacağım burada, daha küçüğünü. Bilmeyenler için OGZ Dövüş Kulübü: Bir çok farklı oyun karakterinin, aynı platform üzerine geçerek karşılıklı savaşmalarını taban olan oyun. Okuyucular kazanmalarını istedikleri karaktere oy veriyor ve yazarlara savaşı anlatmak kalıyor.
R O L
Siz oylarınızı nereye vereceksiniz? İlk çiftimiz için buraya: http://www.acepolls.com/polls/865895-edward-m-strahd-m İkinci çiftimiz için buraya: http://www.acepolls.com/polls/865897-jan-niklas-judas-m-oliver-m
İşte önümüzdeki ay savaşacak iki çiftimiz:
Y A P M A Edward Cullen ve Strahd Von Zarovich, iki büyük rakip Özellikle Edward hayranları, elinizi çabuk tutun derim. İş bana kalırsa Strahd’ın elinde harcanır güzelim vejetaryen vampir :).
Göksu Yıldırım 13
Kovalamaca (Bölüm 4) Meriç Melike Softa
“Bu kravatı yeni mi aldın?” diye sordu Claire, bavulu hazırlarken Jamie’nin uyandığını görmüştü. Jamie kafasını kaldırıp baktı: kırmızı kravat! Üzerinde beyaz çizgi şeklinde dalgalar vardı –ama üzeri kanla kaplı değildi… Hayır, unutamayacaktı. Campbell unutmasına izin vermeyecekti. Nereye gitse peşinden gelecek, ona yaptığını hep hatırlatacaktı. “Jamie?” “Hı-? E-evet, yeni aldım.” Banyoya gidip elini yüzünü yıkadı. O kravat nereden gelmiş olabilirdi ki? Cesedin kravatı yoktu, çünkü o kravat şimdi?.. Ama hayır, üzeri kanla kaplı değildi bunun.
H İ K A Y E
Sally’nin sesini duydu, uyanmıştı. Savaşacaktı; ne pahasına olursa olsun unutacaktı… “Jamie, hadi kahvaltıya…” diye seslendi Claire. Jamie’nin biraz durgun olması dışında kahvaltı keyifliydi. Kahvaltıdan sonra Jamie eşyaları arabaya yerleştirdi. Oraya da peşinden gelecek miydi? Hiç vazgeçmeden onu rahatsız etmeye devam edecek miydi? İntikam almaya mı çalışıyordu? Kaç gün olmuştu? İki mi? Üç mü? Daha önce Pug veya başka biri ona bir gün sarhoşken bir adamı döverek öldüreceğini, adamın ruhu tarafından takip edileceğini ve hatta evinde adamın kravatını bulacağını söylese, buna ya katıla katıla gülerdi, ya da umursamadan konuşmasına devam ederdi. Radyoyu açtı, Dido “Life For Rent”(1)i söylüyordu. Yazlığa az kalmıştı. Aynadan Sally’e baktı Jamie; uyuyordu. “But if my life is for rent and I don’t learn to buy…”(2) Çok tatlı bir kızı ve çok güzel bir karısı vardı. Çok iyi arkadaşları vardı zaten- o, adam öldürürken onu izleyen… Çok güzel bir de kravatı vardı; kırmızı, üzeri beyaz çizgili… Bir de çok güzel iki çocuk bırakmıştı arkada; biri kız, biri erkek, iki küçük çocuk; birkaç pis sarhoşun eğlencesi yüzünden babasız kalmış iki güzel küçük çocuk… “Well I deserve nothing more than I get”(3) “Bunları düşünmeyi kes artık!” diye bağırdı içinden Jamie. Unutmaya gidiyordu, unutacaktı. Kravatı geride bırakmıştı; hatta muhtemelen geri döndüğünde kravat orada olmayacaktı. “ ’cause nothing I have is truly mine…”(4) “İşte yazlığımıza geldiiiik!” Sesi neşeli çıkmıştı Jamie’nin, en azından ona öyle gelmişti. Eh, öyle olsa iyi olurdu… “ ‘cause nothing I have is tru…” Radyoyu kapattı. O gün çok olağandışı bir şey olmadı- eşyaları yerleştirirkenki mesele dışında. Kravatı evde bırakmamışlardı - bırakamamışlardı. Kırmızı kravat, tertemiz bir şekilde bavullarından çıkmıştı… 1: “Kiralık Hayat” 2: “Ama eğer hayatım satılıksa ve ben satın almayı öğrenmiyorsam…” 3: “Sahip olduğumdan fazlasını hak etmiyorum” 4: “Çünkü sahip olduğum hiçbir şey aslında benim değil... “ 14
Kovalamaca (Bölüm 4) Meriç Melike Softa
Yazsa mıydı? “Yazmak rahatlatır” der ya insanlar… Ama bu kez de birinin bulma olasılığı vardı, değil mi? Hayır, yazmak riskliydi. Kendini “takip eden” Campbell ile konuşmanın bir yolunu bulamazdı değil mi? Bir medyuma falan gitmek“Saçmalık!” “Saçmalık mı? Ne oldu Jim?” “Şey, kendi kendime konuşuyorum, bir şey yok…”
H İ K A Y E
Akşam yatağa yattığında, önceki akşamlardan belki biraz daha rahattı… Campbell’ın görüntüsü gözünde az da olsa daha bulanıklaşmış, içindeki umut dalgası parlamaya başlamıştı. Neden bu kadar takıyordu ki kafasına? Jamie Smith, o gece rüyasında Martin Campbell’ı, öldürdüğü adamı gördü… “Neden yaptın bunu?” “İsteyerek yapmadığımı biliyorsun Martin. Özür dilerim. Biliyorum, özür dilemek o kadar az kalıyor ki yaptığım şeyin yanında…” “Yani, birazcık… Sonuçta, beni- öldürdün…” “Sürekli peşimden mi geleceksin?” “Sen olsan ne yapardın?” “…” “Peki ben sen olsam ne yapardım biliyor musun Jamie? Beni öldürmezdim…” Başını öne eğdi Jamie. Dar bir sokakta, karşılıklı kaldırımların kenarlarında oturuyorlardı. Sokaktaki ışık loştu. Jamie sürekli yere bakıyordu, başını kaldırmaya korkuyordu çünkü, Campbell’ın onun gözbebeklerini bakışlarıyla delmesinden korkuyordu… “Ne biliyor musun? Yani, sana neden daha kötüsünü yapmadığımdan bahsediyorum... Kızın o kadar güzel ki… Aynı benim kızımın bebekliğine benziyor.” “Lütfen! Lütfen Saly’e bir şey yapma! Lütfen…” Jamie ağlamak üzereydi. “Çocuklara zarar vermemi mi bekliyordun, Smith? Beni tanımamışsın. Aa- pardon, sen zaten beni tanımıyordun. Neden öldürdüğünü de bir anlasam…” “Sürekli peşimden mi geleceksin?” “Bana gelmemem için bir neden söyle.” “Saly…” “Benim de iki çocuğum olduğunu unuttun sanırım Smith. Demek ki bu sebep sayılmaz. Evet, yeni bir tane?..” “Ben- bilmiyorum, bak; üstüme gelip durma! Haklısın, tamam. Ama bana bir söz vermeni istiyorum. Ne yaparsan yap, aileme zarar verme.” “Tabii ki ailene bir zarar vermeyeceğim. Ama yanlış bir dilekte bulundun bence; ‘aileme zarar gelmesine izin verme’ demeliydin. Bu olacak çünkü. Onlara zararı sen vereceksin. Birini öldürerek verdiğin zararın daha fazlasından bahsediyorum. Jamie Smith’in delirişini izleyecekler…” Martin ayağa kalktı. Kısa boyuna rağmen Jamie’nin ondan çok korktuğu belliydi. “Ben şimdi gidiyorum. Çocuklarımı görmem gerek, birkaç gün buralarda olmam. Beni unutma!” Martin Campbell sırıtarak ayağa kalktı ve loş sokakta uzaklaşarak puslu geceye karıştı...
15
Kara Rüya (3. Bölüm) Göksu Yıldırım
“Doğrayalım onu! Doğrayalım onu!” diye çığlıklar atmaya başladı kafasındaki ses. Bu fikri değerlendirdi ve şaşırtıcı bir şekilde bunun, mantıklı, kolay ve zevkli olduğunu düşündü. Ayağa kalktığında karşısındaki şeyden daha uzundu. Üstündekilere baktı. İnce, siyah bir cüppe giyiyordu ve elindeki -yine siyah olan- deri eldivenlerle, büyük bir orağın siyah ucunu tutuyordu. Baştan aşağı simsiyahtı, bir gölge gibi.
H İ K A Y E
Üzerinde bin bir rengin oynaştığı zırhı giymiş adamın bir adım gerilemesi, kendinden emin olmasını sağladı, harekete geçecek kadar emin. Büyük bir hızla, havada yay çizerek savrulan orağı, aynı hızla kalkan kılıç durdurdu. Çarpışmalarından çok yüksek bir ses çıktı. O kadar yüksekti ki; onu uyandırdı. Uyanmadan önce birisinin ona bir şeyler söylemeye çalıştığını duymuştu ama kelimeleri bir anlam ifade etmiyordu. Omzuna ve bacağına baktı, hiçbir yarası yoktu… ***
“Korkma, bu sadece bir rüya., sana zarar veremez.” diyerek kendini sakinleştirmeye çalıştı. Önünde üzerinde şu ana dek hiç görmedikleri dahil yüzlerce rengin bulunduğu bir zırh giymiş birisi vardı, ama o birisi, kıza bakmıyordu; başka bir görevi vardı çünkü. Omurları dışarı fırlamış, iki elli ve iki ayaklı –ama ellerini de yürümek için kullanan-, uzun, sivri dişlere sahip, ortalama bir erkek çocuğu büyüklüğündeki gri yaratıklardan düzinelercesi ona saldırıyordu. Tek bir kılıç darbesiyle beşi birden ikiye ayrılıyor ancak yerlerini hemen yenileri dolduruyordu. Bu yaratıkların sonu yoktu... Önündeki çaresiz mücadeleyi izlerken, bir yaratık, rüyanın savrulan kılıcından kurtuldu. Zırhın boyun kısmında bulduğu bir boşluğa dişlerini geçirdi. Kız, nefesini tuttu. İki metreye yakın boydaki adam buharlaşıyordu! “Rüyalarda her şey olur...” ***
Gri yaratıkların kafalarını ona çevirdiğini gördüğü an dehşet içinde bir çığlık attı. Birisi, onu omuzlarından sarsarak uyandırdı... Kara tahtında oturuyordu bedensiz şekil, yanında en güvendiği üç adamıyla. Derinden gelen boğuk sesiyle konuştu: “Bir.”
***
Kolaylıkla kalktı. Bu kadar şeyin üstüne kendisini yorgun bile hissetmiyordu, ama kafasının karıştığı kesindi. Biraz temiz hava, oksijen almalıydı. Bu kalabalık şehirde ne kadar mümkünse... Bir elektronik mağazasının önünden geçerken gözü vitrindeki açık televizyondan birine takıldı. Haberleri gösteriyordu: “...dığımız bilgilere göre bu sabah iki kişi daha evlerinde ölü bulundu. Ölümleri diğerleriyle tıpatıp aynı...”
16
Kara Rüya (3. Bölüm) Göksu Yıldırım
Bir kaç adım ötesinde kendisiyle aynı haberi dikkatle dinleyen birini gördü ve yavaşça yanına yaklaştı, biraz kafasını dağıtmaya ihtiyacı vardı. “Günaydın, hanımefendi.”
H İ K A Y E
“Günaydın.” diye yanıt verdi kadın gülümseyerek, bakışlarının sokağın diğer yanındaki büyük saate gittiğini gözünden kaçmamıştı. Saate baktığında çoktan öğlen olduğunu gördü, bu kadar zamanın geçtiğini kesinlikle fark etmemişti. “İlginç olaylar... Bence bunların hepsi cinayet, hastalıkla falan ilgisi yok.” Arkasından da televizyonu gösterdi parmağıyla. “Bilemiyorum, ikisi de olabilir gibi geliyor. Belki de ikisi birdendir? Kurbanlarını hastalık bulaştırarak öldüren bir katil?” dedi Gölge gülümseyerek. “Olabilir.” bakışları uzaklarda bir yere sabitlenmişti. “Uykuda ölmek... İsteyeceğim bir ölüm tarzı olurdu. Sakin, huzurlu.” Bu sözler kafasında bir ışık çakmasına sebep oldu: “Ya değilse?” diye sordu kadına heyecanla. “Nasıl yani?” kadının ilgisini çekmeyi başarmış gibi gözüküyordu. “Ya uykuda ölmek ya o kadar sakin ve huzurlu değilse. Rüyaların yarı ölüm olduğu söylenir, ruh bedeni terk eder ve farklı diyarlarda gezer. Uyanınca da geri döner. Ya bu insanlar, ruhları geri dönemediği için ölüyorlarsa? Birisi, ruhlarını öldürüyorsa?” Kadın bir kahkahayla karşılık verdi. “Güzel bir senaryo!”
17
Tarhana Kokulu Düşlerimiz Merve Ezgi Demiröz
Aslında mutluydum babamla ben, şimdi anlıyorum. Babamın cenazesinde fark etmek bunu korkunç bir şey gibi. Keşke ona da bir kez olsun “Mutluyum babacığım!” diyebilseydim.
H İ K A Y E
Mutlu bir çocukluktan sonra kötü bir gençlik döneminden geçtim. Hatta babamın da benim bu dönemimde zorlandığını ancak şimdi anlıyorum. 11 yaşında annemi kaybettim. O gün hayatın duracağını düşünmüştüm. Siyah bir gelecek… Babam bu dönemde beni hiç yalnız bırakmadı, öyle bir zamanda bile güçlü bir şekilde yanımdaydı. Üzülmediği için içten içe suçlamıştım o zamanlar onu. Oysa şimdi anlıyorum ki o da biricik hayat arkadaşını kaybetmişti. Acısı bilmem benimkinin kaç katıydı ama karısının yadigârını koruma görevini fazlasıyla benimsemişti. Şimdi anlıyorum evdeki sessiz hıçkırıkların nerden geldiğini!
Annem öldükten sonra hayatım değişti. Eskisi gibi yemek yiyemiyordum, kıyafetlerim daha ütüsüzdü ve babam saçlarımı kestirmişti. Buna rağmen evdeki hiçbir sıkıntıyı ben bilmezdim, babam hissettirmezdi. Tek sorunum sabah, öğle ve akşam kahvaltı yapmamızdı. Yemek yapmayı hala bilmiyorum ben, babam gibi kahvaltıcıyım. Nerede kalmıştım? Evet, bir gün olsun eve geç gelmedi babam. Belki annem kadar anne değildi ama bir babaya göre fazlasıyla annelik yaptı bana, bunu da şimdi anlıyorum. Yine de suçlardım onu ben, sanki annemin ölümünün sebebi gibi. Bazen de çok severdim onu, saçlarımı okşardı ve saçlarımın tıpkı annem gibi olduğunu söylerdi. Hep bana “Nasıl yemek yapıyorum, hala kötü değil mi?” diye sorardı. Ben de utanarak başımı sallardım. Gülüşürdük sonra, annemin tarhanasının kokusu gelirdi burnuma. Bu yaşımda hala en sevdiğim yemek annemin tarhanası! Sanırım babama göre de öyleydi. Çünkü hep hayal kurardık babamla. Bir gün babam annemin yaptığı tarhananın sırrını bulacaktı ve o muhteşem tarhanayı ağzımızı şapırdatarak yiyecektik. En büyük hayalimiz buydu. Hiçbir zaman başaramadık gerçi bunu. Bazen akşam yemeğinde yine kahvaltı yaparken tarhanayı düşünürdüm. Ağzıma attığım her lokmada tarhananın ekşimsi kokusunu hissetmeye çalışırdım. O buruk tadı, ağza almadan önce burna gelen sıcak kokusunu… Hatta babam hiçbir zaman kıvamını tutturamadığı için rengini bile özlerdim tarhananın.
Şimdi bu cenazede anlıyorum ki babam annemden iyi tarhana yapardı. Onun tarhanasında emeği fark ederdiniz –siz fark edemezsiniz ama ben şimdi fark ediyorum- Babamın tarhanasını her tadışımda gözleri heyecanla dolardı. Yalvararak güzel olmasını dilerdi ama ben hiçbir zaman güzel diyemedim. Şimdi haykırıyorum: “Baba, tarhanaların hep “en güzel” kalacak!”
18
Gün Eda Kaya
Gün, güneşin gülümsemesinin gecenin soğuğunu yenmesiyle başlar. Bahçedeki papatyaların kokusu tüm bahçeyi korumak istercesine sarmıştır. Güneşe içten bir “günaydın” demek için yavaşça taç yapraklarını açarlar. Papatyalar sırf kendi güzelliklerinin görünmesini isteyecek kadar bencil değildirler. Yanlarında küçük mavi çiçeklerin de büyümesine izin verirler. Böylece sıcacık yatağından kalkmaya değecek mavi beyaz bir güzellik ziyafeti sunarlar. Bunun yanı sıra bahçıvanın gözü gibi baktığı iri çiçekleriyle göz kamaştıran güllerde hafif bir kıskançlık başlar. Çünkü bu doğanın sunduğu ziyafetin yanında abartılı derecede yapay olan güzellikleri kimsenin övgüsünü hak edememiştir.
H İ K A Y E
Küçük mavi çiçeklerin üstünde henüz uykusuna veda edememiş bir uğur böceği göze çarpar. Maviliklerin arasındaki bu kırmızı, siyah benekli küçük nesneyi görmemek mümkün değildir. Uğur böceği bu günün güzel geçeceğinin en büyük işaretidir. Bir süre sonra uykusunu artık bırakması gerektiğini anlar ve küçük kanatlarını açtıktan sonra uçarak gözden kaybolur. Kim bilir, belki de onu bekleyen küçük bir çocuğun dileğini gerçekleştirmek için uçuyordur.
Bir fotoğraf makinesinin eşliğinde, doğanın güzelliklerini fotoğraf karelerinde ölümsüzleştirmek için küçük bir gezi yapılır. Uzun bir süre sonra kendini ağaçların gölgesine gizlemiş mantarlar görülür. Fotoğraf makinesi onların güzelliklerinin bir kopyasına sahip olabilmek için çırpınmaktadır.
Birkaç adım sonra yere düşürdüğü cevizini almak üzere ağacını terk etmiş bir sincap görülür. Hemen yanında havuçlarını iştahla kemiren bir tavşan… Birbirlerini yeni ve güzel bir gün için kutlarken ikisinin de aklı ellerindeki yiyecekleri bir an önce bitirmededir. Bu kısa selamlamadan sonra sincap hızlı adımlarla ağacına doğru koşar. Tavşan da hızlıca çalılıkların arasından geçerek yuvasının yolunu tutar.
Bir yazarın kaleminden yepyeni ve hiç keşfedilmemiş bir dünya dökülür. Mürekkep, kelimelerde yeni bir hayat bulur, hiç bitmeyecek yaşamının tadını çıkarır. Sonsuza kadar unutulmayacak olmanın verdiği mutlulukla, dünyasını neşe içinde boyamaya devam eder. Yazarın dudaklarında küçük bir gülümseme belirir. Bu gülümseme kendisiyle gurur duyduğunu gösteren küçük bir işarettir.
Bir ressamın hisleri ise gerçek kimliğini fırçasından dökülen yorumlarla bulur. Aynı gururlu gülümseme ressamın dudaklarındaki yerini de almıştır.
Bir fincan kahvenin tüm odayı kaplayan benzersiz kokusu bir mola vermek için herkesi yanına çağırır. Kahve, özel kremasıyla olağanüstü bir uyum içinde sunulmaktadır. Bir dilim çikolatalı pasta güne yeniden başlamak için yeni mutlu dünyaların kapılarını aralar. Her bir lokma farklı mutlulukları içinde gizlemektedir. Bir yudum kahvenin eşliğinde, sevgisini onu tadan herkesle paylaşır.
Bu yorucu ama bir o kadar da güzel gün, güneşi çok yormuştur. Bugün tanıştığı herkese veda bile edemeden yerini aya bırakır. Sessizliğin sesi tüm geceye hakim olamaya başlamıştır. Herkesin kendi düşüncesiyle yalnız kalabilmesi için güneş, büyük bir fırsat yaratmıştır. Bu fırsatı değerlendirmek isteyenler gecenin sessizliğini dinleyerek evlerine çekilirler.
Bir güzel çiçek buketiyle harika bir gece başlar. Gündüzün verdiği mutluluğu devam ettirmek isteyen bir çiçek buketi… Çiçeklerin kokusunun güzelliği karşısında aşık olmamak mümkün değildir. Bir günün bitmesinin üzüntüsü, yeni bir aşkın verdiği mutlulukla yeni bir hayal başlar…
19
Vızıldayan Sinek Can Ege Yalçın
Gülmenin vücuda ne kadar yararlı olduğunu biliyor musunuz? Bilmiyorsanız açın bakın, ben de fazla olduğunu biliyorum, biraz Cem Yılmaz'dan biraz da kendi engin bilgilerimden. Milyonlarca kasınız bir arada çalışıyor abi. Bi kere zaten güne başlamadan 1 kez olsun gülmezseniz, anlayın ki o gün için çok geç kaldınız, 1-0 yeniksiniz.
Cidden, gülmek bir çok tepkinin temsilcisidir: Sevginin, komedinin, küçümsemenin, kötülüğün vb... Eğer sadece iyi insanlar gülseydi, Kötü Adam Gülüşü diye bir şey olur muydu sanıyorsunuz? Gülmekle ilgili birçok şey var konuşulacak aslında. Ne güzel konu seçermişim be!
K Ö Ş E
Atasözlerinden başlayalım. Mesela, ne vardır? Hah, buldum. "Son gülen, iyi güler." yapmayın ya. Son gülen, grubun içindeki en asosyal insandır. Evet, belki fazla gülebilir; ama son gülmesi, tamamen onun espri kıtlığındandır. Ertesi gün gelip size :" Ağabey esprini anladım vallahi çok komikmiş." bile diyebilir. Şahidim var(!). Sonra, "Gülme komşuna gelir başına." var. Tabi gelir. Türk erkeklerine konuşuyorum dinleyin beni! Komşunun kızına gülün de bakın başınıza babasından neler geliyor? Artık terlik mi gelir, kavanoz mu gelir, logar kapağı mı gelir onu bilemem. Ama gelir bir şeyler elbet. Atalarımız boşa konuşmamış.
Gülmek psikolojimizi yerine getiriyor. Mesela sınavınız kötü geçti. Girin Youtube'a. Aman mahkeme kararıyla erişilemez, yanından geçin. Yazın bir şeyler. Türkler komik insanlar sonuçta. Bahsettiğim sitede, kendini kral sananlar var, Avatar sananlar var, hayvan olup insan olduğunu sananlar var. Cidden, gülün. Sonra, yetmedi mi Youtube; açın kuşak programlarını, ağlanacak halimize gülelim bari de, keyfimiz yerine gelsin. Yararlı olan kaç program vardır ki zaten TV'de. Açın izleyin ağabey. Senelerdir tekrarlanan dizilere mi gülersiniz, Andy Larkin gibi çizgi filmlere mi gülersiniz, senaryo kıtlığından birbirine girişmiş olan, aslında drama olarak geçen dizilere mi gülersiniz onu bilemem; ama o kapalı kutuda o kadar çok şey var ki gülünecek; tabi aramayı bilirseniz.
Karşılıklı ilişkilerde de gülünce karşınızdakini kendinize yakınlaştırırsınız, bir güven oluşur. Karamsarlığa hasta insanlar da olsa, gülen insanları sevenler azınlıkta değildir toplumda, çekinmeyin o yüzden. Hem o endorfinin turşusunu mu kursun vücudunuz, koy verin gitsin kardeşim! Çikolatasıydı, eğlencesiydi falan ooh yandan.! Gülelim, güzelleşelim.
Hayat zaten şaka gibi, bize de gülmek düşer! 1 Nisan'ınız kutlu olsun!
20
Kuzgun Aynası Doruk Cansev
Düşünüyorum, yazacak köşesi olup da benim gibi bir tam sayfada kalem oynatmak yerine kuytu bir köşeye saklanmak zorunda kalmış yüzlerce yazarı düşünüyorum ve aynı zamanda seviniyorum da; hayır, benim onlardan çok yere sahip olmama dayanmıyor bu. Yazmak ve okumak gibi tekil eylemleri bile sayfasında başkalarıyla paylaştıkları için imreniyorum onlara, koca bir sayfayı tek başıma doldurmak bencillik gibi geliyor; yazar veya okur, kendimi bir şekilde aşıp bu boşluğu özümle doldurmalıyım belki ya da sayfayı boş bırakmak çözüm olabilir mi ki?
Kimse dile getirmese de herkes var olduğumu düşünüyor, ne olduğum konusundaysa hiçbir fikirleri yok; gerçekten var oluş mu özden önce geliyor yoksa bizden başka faktörler mi var mayamızı yoğuran, şu aralar en çok da bunu düşünüyorum aslına bakılırsa. Benim sayfam tek bir köşeden oluşuyorsa diğer üçünü yok saymak benim seçimim değildi, böyle bir bencillikle yaşarken veya 16 yıl boyunca dünyada birkaç absürd cümle ile yılbaşı arifesinde boyanmış bir şemsiye dışında hiçbir iz bırakmazken kimse bana sormuyordu ne yapmak istediğimi; ne yaptığımı sordular hep, binlerce kez; aslında tek duymak istedikleri onların ne yaptığını da merak ettiğimi söylememdi...
K Ö Ş E
Udo, 42 yaşında; Toronto doğumlu ne var ki hayat onu Almanya’da polislik yapmaya kadar sürüklemiş; Loreena McKennitt’se en sevdiği sanatçı. Gördüğüm her polise kulaklığımı uzatıp bu huzur dolu sesi dinletsem karşılıklı işlenen cinayetler azalır mıydı suçlular ve bekçiler tarafından?
Ve sonra Maria var; Zaragoza’da 12 yıl boyunca devam ettiği eğitimini bitirip para kazanabilmek için garsonluğu seçmeyi onun istediğine nasıl ikna edebilirsiniz beni?
İnsan var olmadan önce yapacakları tasarlanmış mıydı? Planlandıysa bana biçilen rol nedir; hastaneden eve, evden işe giden yolum üstündeki okula da uğrayarak emekliliğe, oradan kirli bir hasta yatağına ve sonra da birkaç öğünlük eğlenceleri olacağım bakterilerin yanına mı gitmem gerekiyor hiçbir iz bırakmamayı seçip?
Yok, eğer birisi; herhangi birisi bana kendi rolümü benim yazdığımı söylemeye cüret edebilecekse, neden kendimi baş roldeymiş gibi hissedemediğimi de açıklamalı; bir sayfa bana ayrılmış bu hayatta ama senaryonun gerisini nerede bulacağımı bilmiyorum; sonraki perdeyi atlayıp ikinci köşeye geçmek isterdim... Sonra üçüncü ve belki dördüncüye, sonuçta boş kalmayı onlar seçmedi ya! Ama durun; aslında yuvarlak bir sayfa isterdim sanırım, köşemi hiçbir köşeye yazmak istemiyorum.
Soru: İnsanın bir şey olabilmesi için önce var olması şart mı? Akım: Oulipo Neden, alakasız? Soru: Bir ölüm+bir ölüm+bir deha+bir kedi=? Georges: Perec Absürd Soru: Aydaki adam, orada ne yapıyor? Eksik: e Soru: Aşağıda Soru: Bir kış gecesi eğer bir yolcu kesişen yazgılar şatosunda bir yaşam kullanma kılavuzu bulursa ne olur? Yazan: Var olamadı, Neden, belirsiz... 21
Acı Kahve Eda Kaya
Gülmek deyince ne anlıyoruz? Ya da neyi komik buluyoruz? Sorguladığım bu kavramlar ne kadar göreceli olsalar da yine toplumda oluşmuş belirli yargılar vardır. Bunları inceleyerek işe başlarsak komik diye nitelendirdiğimiz şeylerin güldüren her şey olduğunu görüyoruz. İşte burada bir çelişki doğuyor. Acaba her güldüren şey komik midir? Komedide işlenen konuların genelinde güldürürken eleştirme ve bu olaydan da ders çıkarma söz konusudur. Komedi bir sanattır. Bir sanat dalının da anlamsız ve abartılı şakalardan oluşmasını bekleyemezsiniz. Mutlaka içinde bir ana düşünce ve bir şeyler öğretme çabası bulundurmalıdır. Tabii anlamsız ve sürekli tekrarlanan esprilerin insanları daha çok güldürmeyi başardığını da görmezden gelemeyiz. Bunun sebebi de insanların bu espri tarzını anlamak için çok fazla düşünmeye ihtiyaç duymamalarıdır. Genel bir yargıya göre komedi izleme arzusu, dünyanın sorunlarından uzaklaşıp kendini daha az yorucu ve düşündürücü bir dünyaya götürmek isteğinden kaynaklanıyor. Fakat bu noktada izlenilmek istenen kavram komediden çok, esprili bir dünya yaratabilen bir gösteri oluyor. Peki, bu gösterilerde izleyiciye esprili bir dünya nasıl sunuluyor?
K Ö Ş E
Ciddiyetin bozulduğu yer gülmenin başladığı yerdir. Bu yüzden bizi esas güldüren şeyler beklenmedik yerlerden gelmelidir. Bir palyaçonun caddede yürürken büyük ayakkabılarına takıldıktan sonra düşerek ıslanması ve pek çok gülünç olay yaşaması bizde o kadar büyük bir etki yaratmazken, takım elbiseli bir iş adamının çantasının bir yere takılması üzerine çantasının sapını kurtarmak için gösterdiği çaba bize çok gülünç gelebilir. Çünkü toplumun kafasında oluşmuş ve yıkılması çok güç ön yargılar vardır. “Bir palyaço güldürür”, “iş adamları ciddidir” gibi. Fakat bu iş adamını tiyatro sahnesine çıkardığımızda salonda bir suskunluk olacağını düşünüyorum. Caddede gördüğümüz güldürme kavramı tiyatro sahnesine çıktıktan sonra birdenbire değişir. Çünkü insanlar bir palyaçonun yaşadığı güldürücü olayları görmek üzere gelmişlerdir. Önceden kendini gülmeye şartlandırmadan da bahsedebiliriz. Fakat burada esas gülmekten söz edebileceğimizi sanmıyorum. Çünkü güldürme içgüdüsü doğal ve anlıktır. Önceden hazırlanan bir metnin provasını yapmak bu içgüdüyü öldürecektir. Yine de güldürme içgüdüsü benim kafamdaki komedi kavramını açıklamak için yeterli değil. Gülmekle ağlamak arasında bir farklılık olduğunu da düşünmüyorum. Genel açıdan baktığımızda ikisinde de hıçkırıklar, gözlerden yaş gelmesi, kendini dünyadan soyutlama söz konusudur. Yani bu iki olay da olağanüstü sayılabilir. Aynı olayın farklı yorumlanması sonucu yorumlardan biri bizi ağlatırken, diğeri güldürebilir. Bu yorumlanan olay çok acıklı ve üzücü bir hikaye olabilir. Zaten komedide işlenen konular genelde trajiktir. Romeo ve Juliet’in trajik hikayesinin pek çok güldürücü yorumuyla karşılaşmışsınızdır. Ama gerçek hikayenin gülümsetme yeteneğine sahip olduğu pek söylenemez. Buradan “ağlanacak halimize güleriz” yargısı ortaya çıkar. Ciddi bir kişinin bir takım eksikliklerinin yarattığı rezil durumla dalga geçerek izleyiciye komik bir ortam sunmaya çalışmak da güldürme sanatının bir parçasıdır. Aynı zamanda en kolay işlenen konudur. Son olarak komediden beklediğim özellikleri açıklamak istiyorum. Son zamanlarda çok popüler olan “stand up” gösterilerinden pek haz etmediğimi de söylemeden geçemeyeceğim. Bu gösterilerin genel planında başta yapılan sulu ve bazen de kırıcı olabilen şakalarla izleyicileri gülme kıvamına getirdikten sonra olayı genel akışına bırakarak sürekli saçmalamak vardır. Ardından gösteriyi yapan kişinin yere düşen anahtarını almak üzere eğilmesi bile bu izleyiciye komik gelecektir. Saçmalamak kesinlikle komedi değildir. Ayrıca korkunç ve iğrenç şeylerin de güldürdüğü gözden kaçmıyor. İnsanların psikolojilerini bir takım iğrenç görüntülerle bozmak ve küçük çocukları “komik” adı altında şiddete yönlendirmek de komedi olamaz. Benim için komedi toplumu bilinçlendiren, günlük olayları inceleyip bunları herkesin ilgisini çekebilecek bir biçimde kaleme döken, ders veren ve yeni şeyler öğreten, iğneleyici ve anlamlı esprilerle insanları düşünmeye iten bir sanattır. Bu yüzden de gerçek bir komedi izlemek ihtiyaçtır.
22
Ruh Soygunu Göksu Yıldırım
Delirdi. Böyle söylüyorlar benim için. Hiçbir sebep yok aslında onlara bunu düşündürecek. Üzerimdeki bu gömleği ve beni yatağa bağlayan kayışları çıkarsalar normal bir insandan farkım olmadığını görecekler. Ama bunu yapmak işlerine gelmiyor. Neden mi? Çünkü çok şey biliyorum, gereğinden çok. Dolapta duran çikolataları kimin yediğini biliyorum, karıncaları gördüm, küçük sırtlarında çikolatayı taşırken. Söylememem için bana söz verdirttiler. Ama onlara karıncalarla konuştuğumdan hiç söz etmedim, peki neden deli olduğumu düşünüyorlar? Burnuma soktuğum kaşıklar (burun deliğimi yırttığım için hastaneye kaldırılmam gerekmişti, ama doktor fare kandan korkuyordu, bu yüzden burnumdaki kan bitti ve burnum kuruyup düştü) yüzünden mi ? Yoksa evde beslediğim ejderha mı sorun? Hayır, bu kadar küçük şeyler için beni tımarhaneye kapatamazlar! Buna hakları yok!
Aslında her şey iki aycık (bir ayın yarısı – kendi uydurduğum bir kelime) önce başladı, kapıma gelen patenli bir ayı, ona verebilecek balım olup olmadığını söyledi. Kapıma gelen bu patenli, bale elbisesi giyen ve benden bal isteyen ayıya çok şaşırmıştım. Ayılar konuşamazdı ki! Çok saçma diye düşünmüştüm kendi kendime... Şimdi bunun mümkün olabileceğini biliyorum. Her türlü hayvanla konuşabiliyorum artık; eşek arılarıyla, (onların gerçekten eşek ve arının çocukları olmadıklarını kendilerinden öğrendim), farelerle (Tom & Jerry izlerken Jerry’nin benimle konuştuğuna yemin edebilirim, ama kimse bana inanmıyor), sıçanlarla (isimlerinin nereden geldiğini sanırım hepimiz biliyoruz, onlara bunun hakkında da sordum) ve kuzenimle.
K Ö Ş E
Tom & Jerry izlemeyi çok severdim. Jerry’nin büyük bir hayranıyım. Aslında ona bir çok taktik vermişliğim de vardı, elektrikli testere mesela. Ama kabul etmedi, nedenini bilmiyorum. Çok sertti sanırım onun için, ya da izleyicilerine pek hitap etmiyordu. Ama benim istediğim onun kurtulmasıydı. Pis bir kediye yem olmasını istemiyordum onun. Çok kez rüyamda Tom’u öldürmek hakkında konuştuğumu biliyorum. Bunun için bana çok kez satanist dediler, ama benim kedilerle bir sorunum yok; Tom’la var. İnsanlar ne kadar da cani! Kendi eğlenceleri için küçük fare Jerry’nin acı çekmesini seyrediyorlar. Asıl acı çekmeyi hak edenler onlar! Asıl elektrikli testereyi hak edenler onlar!
Hayır! Hayır! Bırakın beni! İstemiyorum sizinle bir yere gitmek! Biliyorum, caniler ülkesine götürüyorsunuz beni! Tavşanların şapkadan sihirbaz çıkardığı, kedilerin satanist kestiği diyara! Yardım edin bana! Ruhumu çalıyorlar!
Müzik Kutusu Ensiferum — One More Magic Potion Entwine — Strife The Cardigans — Please Sister Eternal Tears of Sorrow—Bride of the Crimson Sea Evanescence — Lithium
23
Multimedya Mesaj Servisi Meriç Melike Softa
Biliyorum, her köşe yazısı “Aslında bu ay köşeme şunu yazacaktım…” diye başlıyor, çok sıkıcı… Ama bunu söylemem lazım; aslında bu ay köşeme empati kurmakla ilgili felsefi bir yazı yazacaktım, neredeyse her şeyi planlamıştım. Ama az önce çalan kapı zili, bütün fikirlerimi alt üst etti. Zırrr -Kim o? -Benim. Kapıyı açıyorum -Merhaba, (bir kâğıt uzatarak) Telsiz Mahallesi muhtar adayı Emine Dağ, özellikle bayanlardan desteklerini bekliyoruz. -Peki, iyi akşamlar. Kapıyı kapatıyorum ve kendi kendime şöyle diyorum: “Hee, evet, sen zaten “benim” dediğinde ben anlamıştım propagandaya gelen yabancı kadın olduğunu…” -Kim o? -Benim.
K Ö Ş E
Haydi tamam, annen gelir de “benim” der sesinden tanırsın da, sen şimdi bana niye “benim” diyorsun ki? “Benim” dediğin an seni tanıma gibi bir olasılığım sıfır, belli değil mi? Hayır tanıdık birinin evine gidince bile “benim” demek saçma. Kapıyı açacak kişi, gelen kişinin “sen” olduğunu biliyor zaten… -Kim o? -Melike Çok mantıklı değil mi bu hali? Peki, bu propagandacı teyze ne diyecek? “Merhaba, ben Ayşe” mi? Hayır bence, mantıksız; adını söylese ne işime yarayacak. Ben olsam ne derdim? “İyi akşamlar”? Çok mu basit oldu? “Merhaba, muhtar adayı için gelmiştim” ? Ne bu, “iş başvurusu için gelmiştim” gibi… “İyi akşamlar, yeni muhtar adayımızı tanıtacaktım.”… Bu güzel oldu sanki. Neyse, olay propagandacı teyzenin ne diyeceği değil de, “Kim o?”ya “Benim” diye cevap vermek… Demek ki ne yapıyoruz? Bundan sonra biri “Kim o?” deyince ismimizi söyleyerek cevap veriyoruuuuzzz… Ve bu klişeler; -Neredesin? -Buradayım.
- Geldin mi? - Yok gelmedim, hala dışarıdayım halüsinasyon görüyorsun sen…
-Aa, sen mi geldin? … şeklinde uzar gider…
24
Ekranın Arkasından Okan Ağca
K Ö Ş E
Geçen ay bu sayfada olanlar aslında benim kendi köşe yazım için planladıklarım değildi. Ben onu bilgisayar bölümü için yazmıştım ama editörlerimiz köşe olarak uygun gördüler. Pek bir sorun yok aslında benim için çünkü iki ay önce planladığım köşemi yazıyorum. Ben bu köşeyi yazmaya geçen ay hazır değildim. Zaten geçen ayki yazımı okuduysanız biliyorsunuz nedenlerini. Geçen ayı bırakıp da yazacağım köşeye gelebilirsem eğer çok iyi olacak. Biraz anlatmak istiyorum planladığım “Ekranın Arkasından”ı. Bir köşe yazabileceğimi düşünmek beni çok heyecanlandırmıştı. Sadece bana ait olan bir sayfa. İstediğimi yazabilir, istediğim gibi saçmalayabilirdim. Bu duyguları sindirdikten sonra ne yazacağımı düşünmeye başladım. Bir kaç saçma fikirden sonra kafamdaki lamba yandı. Niye köşelerle dalga geçmeyeyim ki? Ben tehdit mektupları alana, yol üstünde dayak yiyene kadar sizi bu sayfada çok eğlenceli yazılar bekliyor olacak tabii bir önceki ay bizim dergimize köşe yazmadıysanız. Bir önceki ayda yazılan tüm köşelerle ilgili yazacağım. Yazacağım derken dalga geçeceğim demek istedim. :) “Vızıldayan Sinek”le başlayalım.(yazıları kendi okuma sırama göre sıraladım) Okuması baya rahat olan bir sayfaydı aslında. İki üç cümle okuyup biraz güldükten sonra geçtim sayfayı. 1 dakikadan az sürmüş olma ihtimali çok yüksek. Ne olursa olsun kabul etmemiz gereken bir şey var ki konu yaratıcı. Bende daha çok saçmalama potansiyeli olmasına rağmen ne yazacağımı yazmak aklıma gelmezdi. 3 kere başlayıp da henüz sonuna gelemediğim “Kuzgun Aynası” bölümünü geçip “Acı Kahve” ile devam ediyorum. Yazıyı okuduktan sonra kalkıp aynaya bakma ihtiyacı duydum. Bilgisayar başından kalkmayan biri olarak gerçekten yirmi yıl yaşlı gözüküp gözükmediğimi merak ettim. Sonra da bilgisayarımın beni gençleştirdiğini fark ettim. “Acı Kahve” de yazanlara inanıyorum çünkü bilgisayar oynamayı da bilmek gerekir. Bilmeyenler için ise tehlikeli ve yasaktır. :P Gelelim başlığında yabancı kelimenin olduğu altta da yabancı kelimeleri engelleyelim yazan yazıya. Evet Multimedya Mesaj Servisi. Tamam hepimiz “de”leri ayrı yazıyoruz “printer” a yazıcı diyoruz. Biz bunları yapıyoruz; bence de yapmamız gerekiyor. Ama böyle bir yazının başlığında “Multimedya” olması sizin de dikkatinizi çekmedi mi? Bu maksimum Türkçe konuşalım demek gibi oluyor. Aslında bir şey de diyemem çünkü aklıma bir atasözümüz geliyor. Büyüklerin dediğini yap yaptığını yapma. Asıl kendiyle çelişen arkadaş bence şu “Ekranın Arkasından” yazısını yazan kişi. Ben ilk cümlede geçen başlığı bulamadım. Ya siz? Şu an başlığı “İnternet Kafe” olan bir sayfadayız diyor ama bence nereye yazdığını bilmiyor bu arkadaş. Bir de çok fazla “tırnak işareti” kullanıyor, sinirimi bozuyor. Bir de “Ruh Soygunu” diye bir bölüm varmış. Onunla ilgili de bir şeyler yazmak istiyorum ama hakkında yazacak pek yazı bulamadım. Tüm grup, festival isimlerini çıkarınca iki-üç satır yazı kaldı. Bir de kardeşim senin köşeni okuyan herkes albüm incelemesini okumuş olmak zorunda değil ki. Kapak benzerliğini niye kendi köşene yazıyorsun? Yazılarımı teslim etmem gereken gün geçmiş. Bu nedenle bir aydır okuyamadığım “Kuzgun Aynası” bölümünü okudum sonunda. (Kendime alkış) O şarkıyı dinlememiştim belki de o yüzden anlamak zor oldu. Okuduktan sonra dinledim mi? Hayır. Dinlemeyi düşünüyor muyum? Hayır. Yazı amacına ulaştı mı? (Benim için) Hayır. Bu ayki köşemi yazmak benim için çok eğlenceli oldu. Umarım siz de okurken eğlenirsiniz. Tabii küçük bir ayrıntı var ki sizin geçen sayıdaki köşelerin en azından içerikleri hakkında bilgi sahibi olmanız gerekiyor bu yazıyı anlayabilmeniz için. (bu cümleyi anlamanız için de edebiyat fakültesi mezunu) Gelecek ay da bu şekilde bir köşe yazmam size bağlı eğer beğenirseniz lütfen bana bir şekilde haber verin. Okulda beni bulmaya üşenenler için mail adresimi yazıyorum. Eğer gelecek ay da bu şekilde bir köşe yazmamı istiyorsanız boş mesaj atın ben anlarım.
25
Şiir
Hüzün Kokuyor Bugün
Ş İ İ R
Hüzün kokuyor bugün Güneşlerim de çiçeklerim de! Yalnız kalmış aşkım Unutulmuş dostluğum… Tek varlığım tuttuğum kalemim Islanmış kedicesine masum Ama bir o kadar da ürkek Bir aşk var beni bekleyen! Minik bir serçe gibi adeta Tez canlı, ama çabuk yorulan Bir yalnızlık var içimde hiç gitmeyeninden Tozlanmış bir kitap gibi Hep duran, durdukça da tozlanan Sayfalarında gezinilmeye korkulan Bir müzik var hayatımda Beni ben yapan Bazen hüzünlü ve yavaş Bazense eğlenceli bir parça Dinledikçe uzayan, ama hiç bitmeyen…
Elif Turhan
26
Şiir Yaşamak “Git” diyordu, “Git ve rahat bırak beni!”, yalvarıyordu… “Mutluydum ben, özgürdüm, yaşıyordum…” Anlatamıyordu. “Bırak, rahat bırak, yaşayayım, alma yanına beni Göremedim ki daha hiç dünyanın güzelliklerini…”
Yanıtladı “Kader” diye sırıtarak, acımıyordu. Zaten o dünyanın güzelliklerini anlamıyordu… “Dönüş yok,” dedi, “çok geç her şey için, bırakamam seni.” Acımazdı ki, mutluydu edindi diye kurban yeni…
Ş İ İ R
“Bak ağlıyorlar başımda, üzme hiç kimseyi” diyordu; Ne çıkar, karşısındaki ağlamak nedir bilmiyordu. “Hayır,” dedi Azrail, “sen canlandıramazsın kendini.” “Zaten insan kendi yaratamaz ki kendi kaderini.”
“Lütfen, lütfen bırak yaşayayım.” Hıçkırdı, ağlıyordu. “Haykırmamıştım ki dünyayı sevdiğimi, bilmiyordu. O kadar şey vardı ki söylemediğim sevildiğini O kadar kişi vardı ki duymadığım gülüşlerini…”
“Duysaydın ya; görseydin, herkes oradaydı, kaçmıyordu. Dünya da zaten orada oturmuş seni bekliyordu!” “Kendimi kandırmam, biliyorum, beklemez dünya beni. Ama sen de anla be yaşamak isteyenin halini!”
“Yaşamak nedir bilmem ben adam!” dedi, düşünüyordu… “Ne bir yüzüm oldu benim, ne ellerim…”, üzülüyordu… “Yaşasaydım kimse tutamazdı ya bur’da zaten beni, Bozmakla geçer günüm senin gibilerin hayalini…”
“Be adam,” dedi, “sana bir sorum var”, merak ediyordu; “Geçseydin yerime, ölmek yerine?”; şimdi gülmüyordu. “Peki ya hayır dersem, yine giyecek miyim kefeni?” “Gelemezsin dünyaya yine, ben almazsam bedenini.” Aradan yıllar ve yıllar geçiyor, onlar yaşıyordu. Her ikisi de zamanının kıymetini biliyordu. Yaşıyorlardı, olsun ya da olmasındı bedenleri. Azrail adam, adam Azrail; yaşıyorlardı yeni, Birinin yüzü bedende, birinin ölümde de olsa…
Meriç Melike Softa 27
2009 NİSAN AYI KÜLTÜR SANAT REHBERİ
ÜÇ… İKİ…1000 STUDIO OYUNCULARI tarih : 04.04.2009 20:30- 25.04.2009 20:30 mekan : Studio Oyuncuları Sahnesi Tam: 28,50 TL, Öğrenci: 18,50 TL
R E H B E R
ÜÇ…İKİ…1000 bireyin, kendisi için oluşturulan işkence alanlarındaki seçimlerini sorgulayan iki kısa oyundan oluşuyor. İlk oyun, üç rol kişisinin dışarıdan verilen komutları uygulama çabasını ve bunun sonucunda yapılan derecelendirmeyi koşulsuz kabul edişini komik bir dille anlatıyor. İkinci oyun ise insanın sahip olduğu tek bilginin ölüm olmasına rağmen hayatı kurgulamasını ve kendi sonunu hazırlayışını, sahnedeki oyuncunun 1’den 1000’e kadar sayma sürecinde anlatıyor.
Çok Güzel Hareketler Bunlar tarih : 6-7-13 ve 14 Nisan 2009 20:30 mekan : Beşiktaş Kültür Merkezi TAM: 39,00 TL, ÖĞRENCİ: 29,00 TL Çok Fazla Ağaç /Dans tarih : 21.04.2009 20:30:00 mekan : garajistanbul Tam: 23,00 TL, Öğrenci: 19,00 TL ‘Ağaçlar yüzünden ormanı görememek’ derin anlamı olan bir imaj, aynı zamanda farklı durumlar için kullanılan bir atasözü. Parçaların çokluğu, ayrıntılardan oluşan bütünlüğü görmemizi engeller. Avi Kaiser, Sergio Antononi ve Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın ortaklaşa gerçekleştirdiği gösteride yüzlerce anlamı olan bu sözün peşine düşer.
Deli? tarih : 10.04.2009 21:00:00 mekan : Beşiktaş Belediyesi Akatlar Kültür Merkezi Tam: 34,00 TL, Öğrenci: 24,00 TL DELİ?: Trajikomik İstanbul, yeni bir tiyatroya kavuştu. Devrim Saltoğlu Tiyatro FURİ kuruldu... Türk doğaçlama tiyatrosunda 'alkış' anlamına gelen 'furi' adını hak eder işler yapmak peşinde ve ilk oyunları Gogol' ün 'Bir Delinin Güncesi' adlı hikayesinin Türkiye'ye ve günümüze uyarlanmış hali olan 'DELİ ?'...
28
YARIŞMA Eveeet, geldik yeni sayfamıza; Yarışma. Çok fazla açıklanacak bir şey olduğunu zannetmiyorum; aşağıdaki yarışmaların cevaplarını golge@istanbulerkeklisesi.com ‘a yolluyorsunuz, ilk gönderen üç kişi dğeişik şeyler kazanıyor (şu an için adını dergide yayınlıyoruz sadece, ama ilerleyen sayılarda daha güzel hediyelerimiz de olacak, ciddiyim, gülmeyin!).
1. Yarışma: Aşağıda bazı filmlerden kareler görüyorsunuz, ama o da ne? Bedenler yok! Bulun bakalım hangi filmler bunlar.
Y A R I Ş M A
2. Yarışma: Aşağıdaki görselleri iki farklı oyundan aldık, birisini olduğu gibi bıraktık birinin renklerini ters çevirdik. Bilin bakalım hangi oyunlar bunlar.
Film sorularının sizi zorlayacağının farkındayız, ama gerçek izleyiciler yanıtları bulmayı başaracaklardır ;) Önümüzdeki ay, cevaplar ve yeni sorularla görüşmek üzere...
29
DUYURULAR & OKULDAN HABERLER
1 Nisan! Şaka falan hani, bi şey ifade ediyor mu?
***
Paskalya tatili yaklaşıyor! Paskalya’da, 10-13 Nisan’da Sakarya İzci Grubu ile birlikte, Düzce’de Türkiye’nin en büyük şelalesinin yanında kamp yapıyoruz… Başvurular izcilik odasında!
***
125. yılımızda, bize en büyük eserinin yanında okulumuzu da emanet eden Atamız anısına 18 Nisan’da bütün okul Ankara’dayız!
***
10-12 Nisan tarihlerinde Tarih Kulübü tarafından Trakya’ya düzenlenecek geziye katılmak için son şansınız 6 Nisan! Ayrıntılı bilgi ve başvurular için Gül Yayla hocamıza veya 11-F’den Özlem’e başvurabilirsiniz.
***
İzcileri ve kendini izci hissedenleri 23 Nisan ve akabinindeki hafta sonunda uzun bir yürüyüş bekliyor! Yalova’da velilerin de katılabileceği bir kampa uzanan yürüyüş, sonunda okulumuzun mezunlarla birlikte gerçekleştirilecek olan 125. yıl yürüyüşüne bağlanacak...
30
G E L E C E K S A Y I D A
31