içindekiler Bir Medya Adına Sahibi T. Atakan AKMAN Genel Yayın Yönetmeni Fatih TURBAY Yazı İşleri Müdürü Ahmet ŞAHİN Görsel Sanat Yönetmeni Selçuk USTA
8
14
Radyo Tiyatrosu Elvan Yılmaz
Çölün Mahsun Gelini Nijer
İsmail Toprak
Grafik Tasarım Koray HASIRCI İhsan ŞAHİN Editör Emine Hacer BİLGİN Günay ATLI Trafiker Sefa TURBAY Muhabir Kübra ÜNAL Dijital Yayın Zihni ÖNER Mali İşler Koordinatörü Safure UMUTLU Reklam Departmanı T. Atakan AKMAN Fatih TURBAY Yönetim Yeri Yeniyol Mah. Gazi 12. Sok. No:9/13 ÇORUM Tel: 0364 225 66 64 www.birmedya.net info@birmedya.net Yayın Türü Yerel Süreli Yayın Baskı & Cilt Ankara Okulu Basım Yayın Ltd. Şti. İstanbul Cad. No:48/81 İskitler / ANKARA Tel : 0312 341 06 90 Basım Tarihi Ocak 2015 ISSBN Ocak 2015 Yayına sunduğumuz haber ve metinlerin gerekli görülen düzeltmeler yapıldıktan sonra her türlü yayın hakkı yayınlandığı günden itibaren Bidergi’ye ait olup izinsiz olarak çoğaltılması ve yayımlanması yasaktır.
4
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
12
İsraf Havamdır Elvan Yılmaz
10- Ornito Foto / Ercan AYANCI 24- Hacamat / E. Hacer BİLGİ 38- Suludere Kanyonu / İsmail Dölarslan 42- Din ve Şiddet Bülent Akyürek 52- Bir Türki Bir Hikaye / Kübra ünal 56- Tür Nihat Filiz 60- Kış Turizmi 64- Sosyal Medya Günlüğü
28
54
Röportaj
Dedemin Öğrettikleri Adnan Yalçınkaya
Feyzullah Kıyıklık
20 Yeni Dindarlık Ercan Yıldırım
48 İlk Telefonun Nerede? Bilgehan Kozlu
62
Tüketim ve Kimlik İlişkisi Üzerine Sabri ÜRE
İN 26- Sürgün / Günay ATLI 32- Çorum’da Kaçak Suya Geçit Yok 34- Yaya Olmak Zor / Ahmet Şahin t / Metin Uçar 46- Çorumlu Olduğunu Biliyor Musunuz? 47- İnsan En Çok Kendi Sesine Yabancı / rkiye’de Ayakkabısız Girilen İlk ve Tek Bakkal / Erol Taşkan 58- Sendikalar Olmazsa Olmaz Mı? /
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
5
RÖPORTAJ
6
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
EDİTÖRDEN
AHMET ŞAHİN
Kış günlerinin soğuk ve yıllardır hasret kaldığımız karın da bir o kadar sempatik yüzünü gösterdiği bu günlerde dopdolu yeni sayımızla karşınızdayız. Bu sayımızda da birbirinden ilgi çekici konular, alanında uzman isimlerin sizler için kaleme aldığı yazıları bulacaksınız. Her sayısı ile görsellik ve içerik olarak daha da iyiye doğru yol alan Bidergi, siz kıymetli okuyucularımızın yönlendirmeleri ve muhabirlerimizin titiz çalışmaları ile yeni sayımızda da dikkat çekecek. Mümkün olduğu kadar ticari kaygılardan uzak duruyor, az sayıda reklam alma prensibini sürdürüyoruz. Bu anlamda Çorum’da bu zamana kadar çıkarılan/çıkarılmakta olan dergilere inat, reklam dergiciliği değil; Bidergi yapmaya devam ediyoruz. Gazete, radyo ve televizyonların etkinliğinin bölge illerle kıyaslanamayacak düzeyde iyi olan şehrimizin, Bidergi ile birlikte dergicilikte de ivme kazandığını söylersek abartmış olur muyuz? Dergimizin üç ayda bir yayınlanıyor olması konusunda bizlere yöneltilen eleştirilere de kısaca değinmek isterim. Yayın kurulumuz ve muhabirlerimizle çok titiz bir çalışma yürütüyor, konuları ince eleyip
sık dokuyoruz. Siz kıymetli okuyucularımız da hak verecektir ki taşrada bu işler biraz daha zor ilerliyor. Dergimizin üç ayda bir yayınlanıyor olmasının bir diğer nedeni de dergi içeriğinin 3 ayda okunabilecek yoğunlukta konular içermesi, böyle bir nitelik taşımasıdır. Kullanılan fotoğraftan, yazılan yazılara kadar güncelliğini hemen yitiren konular olmamasına azami özen gösteriyoruz. Kıymetli Bidergi okurları, 5. sayımızda neler bulacaksınız? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kurban organizasyonu ile Nijer’e giden İsmail Toprak’ın izlenimleri, Cumhurbaşkanlığı Danışmanlarından Ercan Yıldırım’ın Yeni Dindarlık ile ilgili yazısı, Feyzullah Kıyıklık ile yaptığımız röportaj, Teknolojik Atık konusunda Bilgehan Tozlu, Din ve Şiddet Konulu yazısıyla Metin Uçar, Sendikalar üzerine Nihat Filiz, Çorum’un gizli güzelliklerinden biri olan Suludere Kanyonu ile alakalı İsmail Dölarslan, Dedemin Öğrettikleri adlı köşesi ile Adnan Yalçınkaya, mizah köşesinde Elvan Yılmaz, yaya olmanın zorluklarını anlatan Fulya Özsan ve daha pek çok konu ve konuklarıyla fark oluşturmaya devam ediyoruz. Bir sonraki dileğiyle…
sayımızda
buluşmak
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
7
bi NOSTALJi
“Marsilya 24 Şubat 1845. Sean Jean kalesinin surları meraklılarla dolmuş, herkes armatör Morel’e ait Fraun adlı ticaret gemisinin gelmesini bekliyordu…”
8
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Eğer iyi bir radyo dinleyicisiyseniz mutlaka duymuşsunuzdur bu olayı. Alexandre Dumas’ın Monte Kristo Kontu isimli eserinden alıntıdır. Henüz radyonun tahtını televizyona devretmediği, elektriklerin sık sık kesildiği, insanların iletişimlerinin kopmadığı bir dönemde, çocukluğumuzun vazgeçilmezi idi radyo tiyatroları. Çoluk çocuk, genç yaşlı herkes radyonun başında çıt çıkarmadan oyunun başlamasını bekler, anlatılan her sahnede kendimizden bir parça katarak hayaller kurardık. İlk çıkış zamanı bilinmese de II. Dünya Savaşı’nda yaygınlaşmaya başlayan, ilginç bir öyküsü var “Radyo Tiyatrosu”nun. Savaş yıllarında, sığınakların tepelerine bombalar yağarken, insanların dış dünyayla tek bağlantıları radyolarıymış. O dönem savaşın bitmesini bekleyenler için tasarlanmış radyo oyunları. Öyle başarılıymış ki; H.G. Wells’in, Marslıların Dünya’yı işgal etmesini işlediği “Dünyalar Savaşı” adlı eserini, radyo tiyatrosu-
na uyarlayan Orson Welles, o kadar gerçekçi bir oyun sunmuş ki, ilk dinlendiğinde Amerika Birleşik Devletlerinde bir panik etkisi yaratmış. Halk oyunu gerçek sanmış. Türkiye’deki ilk radyo tiyatrosu örneklerini 1950’lerde İstanbul Radyosu başlatmış. Böylelikle ülkemizde de çok sevilip altın çağını yaşamaya başlamış. Kolay iş değildir tiyatro oyunu yazmak, seslendirmeyle bir karaktere can vermek. Radyo tiyatroları da tıpkı kitaplar gibidir. İnsanın hayal edebilme yetenekleriyle oynar, onu güçlendirir. Değişen yaşam koşulları ile birlikte, görsel enstrümanların zorlayıcı yönlendirmesi sonucu hayallerimiz bile tekdüzeleşti. Hayatı şu ya da bu yönetmenin gözünden görüyor, bilmem hangi senaristin kalem izinde yaşıyoruz. Oysa insan; özgürce hayal edebildiği ve kendisine yeni ufuklar açabildiği takdirde tutunur hayata. Radyo tiyatrolarının günümüzde yok olmaya yüz tutması büyük ve üzücü bir kayıptır.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
9
*Ercan AYANCI Kuş fotoğrafı çekmek için öncelikle doğadan korkmayacaksın gerekirse suyun icine girip kamuflaj olacaksın çamurun içinde oturup bekleyeceksin tabiî ki araçta yedek kıyafetlerin olduğu bir çantanızda hazır olacak bir gün önceden nereye gideceğine karar verirsin o bölgenin konumuna göre hangi türler olabilir araştırması nı yaparsın neler karşına çıkabilirin tahminlerini yaparsın ama hiç beklemediğin bir türle karşılaşabilirsin.
Doğadaki hiçbir yaratık doyduktan sonra daha fazla yemek için avlanmıyor. Yırtıcı kuşlar da dahil hiçbir kuşun yiyecek stokladığını da görmedim. Peki insan böyle mi? Yarın kıtlık çıkacakmış gibi doymadan, bıkmadan, kanaatsizce üst üste mal yığıyor. Aklımın erdiğinden beri doğayla iç içe olmak huzur veriyor bana. Daha ilkokula giderken evimizin bahçesinde büyük bir dut ağacımız vardı. 3 çocuk ele ele verip ağacın gövdesini sarıyorduk. Ağacın dallarından aşağı inmiyor, kuşlar gibi dallarda hem de en uç dallarda dut topluyordum. Dut yemek için ağaca konan serçe, saksağanları hayran hayran bakar ve onları izlerdim. Sanırım kuşlara sevgim ve bakış açım çocukluk yıllarımda o yaşlarda başladı. 10
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
*Fotoğraf Sanatçısı
Ortaokul 2. sınıfa giderken iş eğitim dersinde fotoğrafçılık dalını seçmemim belki de en önemli nedeni fotoğraf çekmeyi öğrenip kuşları fotoğraflamaktı. Bu ders sayesinde fotoğraf makinesini ve film marinadan nasıl çıkartılır, nasıl banyo yapılır ve nasıl baskı yapılır gibi temel bilgileri öğrenip pratik yapma imkanı bulmuştum. Günler, aylar, yıllar geçip gitti. Büyüyüp para kazanmaya başlayınca ilk aldığım fotoğraf makinesi kompakt bir Minolta idi. 36 pozluk renkli filmler alıyor, kendi çapımızda çekimler yapıyor sonra da soluğu Foto Ilgaz’da alıyordum. Daha sonra Rus pazarından bir Zenit SLR makine aldım. İlk digital fotoğrafı makinemi aldığımda ise sanki son model bir Ferrari almış gibi bir duyguya kapıldım. Çocukluğumun özlemi kuş fotoğrafçılığına da böylece başlamış oldum. Neden kuş fotoğrafçılığı (ornito fotoğrafçılığı) sorusu ile çok sık karşılaşıyorum. Verdiğim cevap kimisini tatmin ederken kimisi de bu tür işlerin beyhude çabalar olduğunu söylüyor. Doğayla baş başa olduğum, hızla geçen bir ömrün içerisinde belki de beni en çok mutlu eden şeyi yaptığımın bilinciyle kendimi dinliyorum. Şehrin gürültüsünden, stresinden uzakta doğayla baş başa kalışım bana çok fazla şey öğretmiş bunu yeni yeni idrak ediyorum. Doğadaki hiçbir yaratık doyduktan sonra daha fazla yemek için avlanmıyor. Yırtıcı kuşlar da dahil hiçbir kuşun yiyecek stokladığını da görmedim. Peki insan böyle mi? Yarın kıtlık çıkacakmış gibi doymadan, bıkmadan, kanaatsizce üst üste mal yığıyor. Ruhum dinleniyor kuşların fotoğrafını çekerken. Çorum ve civarının kuş habitatını, türlerini fotoğraflayıp arşivlemek, doğal hayatın hızla tükendiği dünyada ve ülkemizde geleceğe belge bırakmak keyif veriyor bana. Kuş fotoğrafı çekmek isteyenler olursa onlara da
naçizane neler söyleyebilirim. Öncelikle doğadan korkmamalısın. Gerekirse suyun içine girip kamufle olup, çamurun içinde oturup beklemelisin. Nereye gideceğine, hangi türlerin fotoğrafını çekeceğine karar verdikten sonra gittiğin yerde nelerle karşılaşabileceğini iyi hesaplaman gerekir. Sabah çok erken saatlerde, daha hava kararmadan yola çıkıp belirlediğin bölgeye gitmen gerekir. Çünkü, kuş türleri henüz senin bulunduğun bölgeye gelmeden, hava aydınlanmadan senin sipere yatman gerekiyor. İyi kamufle olduysan kuşlar seni doğanın bir parçası gibi algılayıp karakterlerinin gereği gibi doğal davranır, ürküp kaçmazlar. Hatta o kadar yakınına konarlar ki fotoğraf çekmeye fırsat bile bulamazsın. Bazen de o kadar yakınına konarlar ki kamuflajına hatta lensine bile konabilirler. Hiç beklemediğin anda daha önce karşılaşmadığın bir türle de karşılaşabilirsin. Tıpkı benim Obruk Barajı’nda genç flamingolarla karşılaştığım gibi. Bu zamana kadar 1000’e yakın kuş çeşidinin fotoğrafını çektim. Ancak bende uhde kalan bir kuşun fotoğrafını çekmek henüz nasip olmadı. Kaya kartalı, belki de çekilmesi en zor kuşların başında geliyor. Köyde yaşayanlar, yüksek kesimlerde görev yapan ormancılar kaya kartalına rast geldiklerini söylüyorlar. Aldığım her duyumu değerlendirmeye çalışıyor, kaya kartalının fotoğrafını çekmeye çalışıyorum. Yanlış istihbaratlara aldırmadan. Bir keresinde bir telefon geldi, bir muhitte kaya kartalı olduğuna dair. Hiç vakit kaybetmeden gittiğimde kaya kartalı diye söylenen kuşun küçük akbaba olduğunu görünce halet-i ruhiyemi tahmin edebilirsiniz? Ne zaman araziye çıkmaya karar versem hala ilk günkü gibi heyecan duyuyorum. Doğaya çıkıp fotoğraf çekmeye karar verdiğimde o günü iple çekiyorum.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
11
bi MiZAH
İnsan… Tanımı güç varlık… Bunlar, yer içer, bir kısmı üretir bir kısmı sadece tüketir… Birbirlerini öldürecek derecede korkunçturlar… …………. Zevk için öldüren tek canlıdır… Bir gün öleceğini bilen ama bunu sık sık unutan canlı… .………… Kimine göre uzak durulası varlık… Hayvanların olmaktan en çok korktuğu yaratık… ………….. Dinozorlardan sonra dünya gezegenindeki diğer canlılara üstünlük sağlamayı başarabilmiş kod adı Homo sapiens olan evren casusu… ………… Dinlerin bile ıslah edemediği canlı türü… Elvan YILMAZ …………. Neslinin tükenmesini ekolojik dengeye koymayacak olan kıpraşan organik… Dünya üzerindeki bakterilerin düşüneni… Mağlubiyet ve zayıflığı kalbine, zafer ve gücü beynine bağlayan canlı türü… …………. Hayvanların en çok korktuğu varlık… Kendi ırkını en çok katleden hayvan… …………. Şeytanın kolay uttuğu… Bu yüzden sık sık şeytana uyan canlı… …………… Şeytan dedim de… İslam dinin de israf haramdır ya… Şeytan dürttü… İnsan değişti… ……………. İsraf havamdır (!) Ne o, parazit mi yaptık? …………… Bu kokan tuz ruhu mu? Not: “Şeytana uymak istemiyorum ama puştun fikirleri hoşuma gidiyor” diyenler… Bakın şimdi şeytan beni de dürttü…
israf havamdır!
DİP NOT: İslam namazda aynı safta durup da, rızıkta ayrı safta duranların dini değildir…
12
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Unutma! Ne yaparsan yap, Neyi başarırsan başar, nerelere gelirsen gel, En nihayetinde k…na pamuk tıkıyorlar bu hayatın… Son not: Yazdıklarımı ciddiye almayın, asıl yazamadıklarım korkunç…
Kenef Davası… Kırkağaçlı Ahmet Efendi meydana bir kenef yaptırmak ister. Kadı efendi ise Ahmet efendiyi oyalar… Kenefin açılması için gerekli olan ilamı bekletir, bir türlü izin vermez… Aylar geçer, hala izin yok… Ahmet Efendi ne yapsın, sonunda dayanamaz elindeki dilekçeyi, en büyük mülkü amir olan şair Eşref’in kapısına dayanır… Kadıyı şikâyet eder, yardım ister… Şair ne yapsın… Dilekçenin dibine işin görülmesi için bir not düşer; Şu kerhane-i alemde herkesin bir davası var../ Bizim Kırkağaçlı Ahmet Efendi’nin de bir kenef davası var../ Kadı Efendi lütfeyle imza et ilamını.. / Böyle b..tan işlerin inhası var, minhası var… ………. Turgut Özal İş merkezinde bulunan belediyeye ait tuvalet paralı olmuş… Esnafın biri “niye paralı oldu” diye dert yanıyordu… Bende‘İyi olmuş… Pis yere edip pis ediyordunuz güzel olmuş’ dedim… …………… Ardından Şair Eşref Efendi aklıma geldi… Böyle b.ktan işlerin innası var minnası var Kadı Efendiye git dedikten sonra, esnaf arkadaş bana ters ters bakarak uzaklaştı… ……….. Eşref Efendi adamımsın…
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
13
RÖPORTAJ
14
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Çölün Mahsun Gelini
Nijerliler adeta yeryüzünü mescid edinmişler. Sağlı sollu ağaç altları, gölge yerler namaz için kullanılıyor. Hemen hasırlar açılıyor ve 20-30 kişi bir cemaat olup namaza duruyor. Farzdan sonra isteyen tesbihatını yapıyor, dileyen nafile kılıyor, bazıları ise duasını yaptıktan sonra ayrılıyor. Bir de namaz konusunda çok dakikler, ezan okunur okunmaz mavi plastik ibriklerle hemen abdest alarak namaza duruyorlar.
İsmail TOPRAK ismailtprk@gmail.com
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
15
bi GEZi
T
ürkiye Diyanet Vakfı’nın 2014 yılı Kurban Bayramı organizasyonu için gönüllü olarak Nijer’deydik. Nijer, duvağı açılmamış bir gelin gibi mahzun ve bakir bir ülke. Ülkenin 2012 resmi verilerine göre nüfusu 16 milyon. Başkenti Niamey. Ülkeye ismini de veren Nijer nehri, şehri ikiye bölüyor. Nijer Nehri’nin toplam uzunluğu 650 km. Ülkenin üçte ikisi çöllerle kaplı. Halkın yüzde 99’u Müslüman. Ülkenin en önemli geçim kaynağı tarım. Koca ülkede sadece iki tane traktör
16
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
görebildik. Hala kağnılarla tarım yapılıyor. Tarım ürünlerinin çeşitliliği çok az. Nijer Nehri’nin hemen kıyısında pirinç tarımı yapılıyor ancak sınırlı. Zira suyu daha ileri noktalara götürecek su motorlarından yoksunlar. En önemli zenginlik kaynağı Uranyum. Fransızlar tarafından işletiliyor tüm uranyum yatakları. Bundan daha birkaç yıl öncesine kadar uranyumun kilosunu Fransa 35 dolardan alırken, Türkiye’nin uranyum madenini işletmeye talip olmasıyla Fransa 85 dolardan almaya başlamış. Dünya piyasası ise 110 dolar civarında. Yani sömürü hala devam ediyor.
Yaklaşık beş saatlik bir uçak yolculuğundan sonra başkent Niamey’e ulaşıyoruz. Havaalanında bizi Nijer Ticaret Odası Başkanı karşılıyor. Uçağa yanaşan bir minibüsle doğrudan VIP salona geçiyoruz. VIP salon ülkenin genel durumu hakkında çok şey söylüyor. Takriben atmış, yetmiş metre kare büyüklüğünde bir salon ve birkaç görevli.
otelin giriş kapısında ayakkabı boyacılığı yapan yaşlı bir amcaya veriyorum. O da tıpkı İbrahim gibi bir tanesini alarak kalanı arkadaşlarına ikram ediyor.
Dışarısı muazzam sıcak ve havada çok farklı bir koku var. Otele doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca fakirlik ve yoksulluk gecenin karanlığına inat kendini ayan ediyor. Otele vardığımızda dışarıdan sürekli makine sesleri geliyor. Bu sesin otelin yakınında Çinliler tarafından yapılan alt –üst geçit çalışmasının sesleri olduğunu öğreniyoruz. Çinlilerin bütün Afrika’da olduğu gibi Nijer’de de çok sayıda projesi var. Ülke petrollerini Çin işletiyor, baraj yapımları Çinli şirketler tarafından yapılıyor, ülkede yapımı devam eden ve bir ilk olma özelliğini taşıyan 150 km’lik demiryolunun da Çinliler tarafından yapıldığını öğreniyoruz. Ertesi gün araçla kısa bir şehir turu yapmak istiyoruz. Ancak trafik bir türlü ilerlemiyor. Nijer Cumhurbaşkanı’nın geçişi nedeniyle yol kapatılmış. Çaresiz bekliyoruz. O sırada bir çocuğu sırtında diğer ikisinin elinden tutan bir anne araca yaklaşıyor. Aracın solunda oturuyorum ve camı açarak kadına bir miktar para veriyorum. Kadın parayı alırken su içmek için iki avucunu suya uzatır gibi alıyor parayı. O sırada rehberimiz parayı sol elle verdiğimi fark etmiş, beni sol elle vermemem, sağ elle vermem konusunda uyarıyor. Almanın nezaketini ve vermenin adabını öğretiyor Nijer bize. Şehir merkezini yürüyerek gezmeye başladığımızda gece gördüğümüz yoksulluk daha bir ayan oluyor. Ana caddeler dışındaki yollar toz toprak. Her taraf seyyar satıcılarla dolu. Dükkânlar ise tenekeden barakalar şeklinde. Bir seyyar kitap satıcısı bizi fark ediyor ve “Türkiye” diye bağırıyor. Yanına gidiyoruz. Türkiye’yi ve İstanbul’u çok sevdiğini söylüyor. Hemen tezgâhın arkasından bir Türk Bayrağı çıkarıp tezgâhın üzerine asıyor. Nijer’de seyyar kitap satıcısının tezgâhında Türk Bayrağı dalgalanıyor. Güneşin hararetini artırdığı bir vakitte şehrin de harareti artıyor. Her yüz, iki yüz metrede bir ezan sesleri yükseliyor. Ancak minarelerden değil. Nijerliler adeta yeryüzünü mescid edinmişler. Sağlı sollu ağaç altları, gölge yerler namaz için kullanılıyor. Hemen hasırlar açılıyor ve 20-30 kişi bir cemaat olup namaza duruyor. Farzdan sonra isteyen tesbihatını yapıyor, dileyen nafile kılıyor, bazıları ise duasını yaptıktan sonra ayrılıyor. Bir de namaz konusunda çok dakikler, ezan okunur okunmaz mavi plastik ibriklerle hemen abdest alarak namaza duruyorlar. Ertesi gün otelin lobisinde otururken Aydın’dan ekibe katılan bir arkadaşımızın ikram ettiği kuru incirlerden alarak, daha önce tanıştığım ismi İbrahim olan 17-18 yaşlarındaki otel çalışanına veriyorum. Fakat İbrahim incirleri yemek ya da cebine koymak yerine bir tane alarak geri kalanını resepsiyonda çalışanlara ikram ediyor. Bu manzara beni hayli etkiliyor. 5-6 incir daha alarak bu defa
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
17
bi GEZi
Bu gönül tokluğu karşısında duygulanmamak imkânsız oluyor. Hz. Ali’ye atfedilen bir menkıbe aklıma geliyor: “Bir gün Hz. Ali çölde bir çoban görüyor. Çoban çıkınını açmış öğlen yemeği yemeye hazırlanıyor. Tüm yemeği 4 parça ekmekten ibaret. Tam o esnada bir köpek ağzı açık çobana bakıyor. Çoban ilk dilimi köpeğe veriyor. Köpek hemen mideye indiriyor. Çoban ikincisini de veriyor. Yine aynı manzara. Üçüncü dilim ve çoban köpeğin ne kadar aç olduğu fark ediyor ve son dilim ekmeği de köpeğe vererek, çıkınını topluyor. Bu manzarayı gören Hz. Ali, çobana bir hurma bahçesi bağışlıyor. Bu bağıştan haberdar olanlar, bu bağışı anlamlandıramıyor. Hz. Ali çobanın yaptığını görmediniz mi diyor? Ahali ne yapmış ki sadece dört dilim ekmeğini köpeğe vermiş diyorlar. Hz. Ali: “Hayır tam olarak öyle değil, o çoban sahip olduğunun tamamını verdi, bense ona sahip olduğumun bir kısmını verdim diyor.” Bunca yokluk içinde altı hurmanın beşini başkasına verecek koca bir yüreğe sahip bu insanlara gıpta ediyorum. Acaba biz sahip olduklarımızın ne kadarını verebiliyoruz! Gün içerisinde 40 yetimin kaldığı bir yetimhaneyi ziyaret ediyoruz. Bu yetimlerden otuzu bir yaşın altında. Koltuk değnekleri ile gezen bir kız gözüme ilişiyor. Ya Rab! Bu
18
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
nasıl bir acıdır. Anneden, babadan mahrum bu yavru bir de ayaklarından mahrum. Bir diğeri henüz sekiz-dokuz yaşlarında adı Ayşa. Daha çocukluğunu yaşayamadan ablası olmuş diğer çocukların. Onları kucaklarında taşıyor, ağlayanları susturmaya çalışıyor. Dört yaşında bir kız çocuğu, belki bir zamanlar annesinin onu sardığı gibi oyuncak bebeğini sırtına sarmış. Annesinin hasretini bir oyuncak bebeğin annesi olarak dindirmek ister gibi. Her şeyden habersiz. Bir balon ve şeker ne kadar mutlu ediyor bu çocukları. Bizim çocuklarımızın ‘’YOK’’u bu çocukların VAR’ı. Bu çocuklar ne kadar alacaklı bizden. Sivas’ta Ulu Camii önündeki boyacı çocuklardan daha garip bu çocuklar. Kurban kesimi bittikten sonra uzak birkaç yerleşim yerini ziyaret etmek istiyoruz. Uçsuz bucaksız fakat bomboş ovalardan geçiyoruz. Gübreyle, kimyasallarla henüz tanışmamış olan bakir toprakların kokusu dolduruyor ciğerlerimizi. Yolda gördüğümüz çocuklara şeker ve balon vermek için durmak istiyoruz, biz beyazlar! Görünce kaçıyorlar. Daha sonra gördüğümüz, birkaç çocuğa aracın camından şeker ve balon atıyoruz, sanki el bombası atılmışçasına sağa sola kaçıyorlar. Yolda üzerinde Ay Yıldızlı forma bulunan bir kadın görüyoruz. Tanıdık birilerinin
karda bıraktığı ayak izlerini görmüş kadar seviniyoruz. Yol boyunca Türkiye’den gelen yardım kuruluşlarının yaptırmış olduğu su kuyularının nasıl önemli bir ihtiyacı karşıladığına bizzat tanıklık ediyoruz. Yoksulluk adeta kaderi olmuş bu coğrafyanın. İnsanların büyük çoğunluğu kamıştan yapılan kulübelerde yaşıyor. Biraz durumu iyi olanlarsa kerpiçten evlere sahipler. Tüm eşyaları kamıştan yapılmış birkaç yatak ve birkaç tencere ve tabak. Yemek çoğunlukla tek çeşit. O da darıya benzeyen mil denilen bir tür tahıldan yapılan lapa şeklindeki bir yemek. Çocukların çoğunun elbisesi yok. Necip Fazıl’ın dediği gibi: ‘On kişiye dokuz pul, dokuz kişiye bir pul.’’ Vermek için gittiğimiz Nijer’den alarak döndük. Bir verdik bin aldık. Hem eksildik hem de arttık. Şayet Evliya Çelebi Nijer’e gitmiş olsaydı herhalde Seyahatnamesi’nde şöyle derdi: “Yokluğun anayurdu Nijerliler, kin tutmaz, hile bilmez, yumuşak huylu, gözü tok insanlardır.” Nijer’e gitmek gerek, Nijer’i görmek gerek.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
19
bi YAZI
2000’li yıllardan sonra Türkiye’de ortaya çıkan bu yeni “dindar orta sınıf” kültürü, yeni İslamcılık, Meşrutiyet ile doğan İslamcılık düşüncesinin ana tezi olan “Batının tekniğini alalım ama kültürünü değil” fikriyatının hayata geçirildiği zannı üzerinden yürür. Burada Batının tekniği, Neoliberal dönemdeki finans kapitalizmi karşılarken, kültür kısmı, 90’ların ortasından sonra ortaya çıkan “görünme” eksenli dindarlığı anlatır. Neoliberal dönem İslamcılığı bir “uyum İslamcılığı” değil, bu karakteri nedeniyle “aradığını bulmuş” öznenin “sahiplenme İslamcılığı”dır.
*Ercan YILDIRIM
Yeni Dindarlık Bele oturan pardesüler, diz altına kadar inen etekler, sarı, yeşil, pembe gibi “çağıran” renkler, eşarbı ve fuları daha güzel olsun diye iğnesiz yapmak, başörtüsünün uçlarını serbest bırakmak, eşarp ucundan azıcık saç perçemi, kulak ve boyun göstermek, yarım kol ceket, ten rengi çorap giymek, şal modası, gözleri sakınmak için pahalı markalı ve iddialı gözlükler takmak, Jiplere binmek giyim kuşam üzerinden yeni dindarlığın alametlerindendir.
20
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
2000’li yıllardan sonra bilhassa AK Parti iktidarıyla birlikte İslamcılık düşüncesi, hemen hemen tüm gruplarıyla hâkim İslamcı görüşün bir yerinden tuttu, genel paradigmayı kabul ederek, işleyişin devamı nezdinde bir sahiplenmeye gitti. Türk modernleşmesinin genel tezleri çerçevesinde kapitalizmin teknik vasfı üzerinden öykünmeci tavır içinde olan İslamcılık, modernleşmeye özgü dini alanı da kapsayacak bir eklektik görüşün savunucusu oldu. Genelde piyasa ve ticaretin etkisiyle zenginleşen bu dindar kesim, zaman zaman Nakşi gelenek içinde yer alırken Cumhuriyet sonrasında DP – Özal – Milli Görüş çevresinde modernleşmeye, dindarlaşarak modernleşmeyle karşılık verme görüşünü öne sürdü. İslamcılığın, modernliği Müslüman kesime yaygınlaştırmada önemli işlevler kazandırdığı göz önüne alınırsa, Müslümanların İslamcılık eliy-
le modernleştirilmesi, kapitalist işleyiş biçimine katılması, 1970’lerden sonra tezahür eden piyasacı Neoliberalizmle kandaş kılınması, büyük oranda 11 Eylül sonrası İslamcılığının etkisiyle mümkün olmuştur. İslamcılar aradıklarını bu dönemde bulmuşlardır. Neoliberal politikalara, piyasa kurallarına, kariyer ve para işlerine hiçbir süzgeç kullanmadan “dalan” İslamcılar, yine bu döneme özgü gelişen, geliştirilen dindarlıkla, yapıp ettiklerinin vicdan azabını karşılamaya, İslami manada meşrulaştırmaya gitmişlerdir. Göstermeye, Görünmeye Dayalı Yeni Dindarlık Neoliberal dönemin İslamcılığının kendine özgü “yeniliği”, kadim dindarlık kaidelerinin neredeyse tersinden işlemesine bağlıdır. Bu yeni dindarlık mutlaka maddi varlığa, güzel görünmeye, güzel giyinmeye, tüm teknolojik unsurları kullanmaya bağlıdır. Kadim dindarlık yani züht, takva gibi kaygılar, gizlice gece yarısı el ayak çekilince yapılan ibadetler, kanaat etme, bir lokma bir hırka, sadece örtünme değil tesettüre riayet, az yeme gibi çabalar yerini görünmeye ve gösterilmeye dayanan “az ibadet çok neşriyata ve ifşaata” dayalı dindarlığa bırakmıştır. Bu yeni dindarlıkta, din, ibadetlerini yerine getirmekle değil dindar olduğunu ifşaa etmek, anlatmakla yerine getirilmektedir. Yeni hâkim dindarlık alt gelir gruplarının kaldıramayacağı ritüeller gerektirir. Alt gelir gruplarından üst – orta gelire kadar tüm sınıfları etrafına toplayan temel dindarlık gös-
tergesi televizyonların, “dindar şov”ları, İslam tarihinin, Hz. Peygamberin, hadislerin ağlamaya, hikâye edilmeye dayalı programları ile genellikle gündelik hayat fıkhının cevaplandırıldığı fetva programlarıdır. Neoliberal kültür yani piyasa kültürü hayatın her alanına dokunduğu, gündelik hayatı dönüştürdüğü gibi dini alanı da etkisine almıştır. Dindarlığın ya da dini alanın sekülerleşmesinin ötesinde çok farklı bir deneyim yaşanmaktadır. Piyasa kuralları dini alanı seküler – dünyevi – uhrevi – metafizik gibi kavramlarla düşünmekten uzaklaştırmıştır. Bu dönemin İslamcılık düşüncesinin genel kabulleri arasında yer alan “dünyeviliğin sınırlarının genişlemesi” olgusu, Neoliberalizm ile dini ritüellerin etkileşiminden doğan yeni kültürü hayata geçirmede önemli bir rahatlık sağlamaktadır. Dini alan, ibadetler, İslam metafiziği “görsel katliamın” sonucunda, “dini şovların” sahasında, görsel menkıbe anlatımlarına sahne olmaya başlamış kadim şeyh – mürit ilişkisi, rabıta boyutunu da aşarak televizyonlar aracılığıyla yeni bir tarikat anlayışına evrilmeye başlamıştır. Kamu, Öç Alma, Tek Parti Ekseninde İslamcı Dindarlık Haz dini ritüelleri gösterdikçe artmakta, dini doyum kamuda karşılanmaktadır. Yeni dindarlık bir yanıyla kamuda görünürlüğünü sağlamaya dayandığı için “imkân dindarlığı” kategorisinde tanımlanabilirken bir yanıyla da Tek Parti statükosunu yendiğinden “zafer dindarlığı” mahiyeti kazanır. Gösterme, gösteriş, görünür olma kendini zaferle, mücadeleyi kazanmış olmanın verdiği hazla tanımlarken dönüşüm için bir kurucu güç saymadığı da “rehaveti”nden anlaşılmaktadır. Dini kesimlerin, cemaat ve tarikatların, İslamcıların kamudaki bu görünürlükler neticesinde gelişip büyümeleri, görece özgürlüğe kavuşmaları önceki konumlarından daha büyük bir yere ulaşmalarına karşın Türkiye’de İslami bir dönüşümün gerçekleştirilmesi konusunda büyük bir kayıtsızlık içindedirler. Yeni dindarlık İslamcılık tarihinin en mükemmel, en rafine hali olmasa da, Müslümanların ve İslamcıların varlıklarını meşrulaştırdığı için aşılamaz, reddedilemez hatta tartışılamaz bir dönem halini almıştır. İslamcıların ve Müslümanların Neoliberal kültürün açtığı “kamusal dindarlık” yolunu ezip geçmeye niyeti yoktur. İslamcılığın Ekseninde Kültür Hareketi Olarak Dindarlık Kültürel alan aslında dinin kamuya çıkışını sağlamış, siyasal manada dini hareketliliğin ve İslamcılığın elini güçlendirmiştir. Kermeslerin yanında zekat, sadaka, kurban bağışları, yardım kampanyaları içinde “Allah rızası” barındırdığı oranda dindarlık alameti sayıldığı gerçeği bugüne özgü değil elbette. 27 Mayıs sonrasında keskinleşen cemaat – tarikat
ayrışmaları iktisadi kaynak oluşturmak için bu tür etkinlikler düzenlerken, hedefi “cihat” olarak göstermişti. Aynı gelenek bugün İslami kimliği öne çıkarılmadan, insani, dindarane vasfıyla gerçekleştirilmektedir. Bu bakımdan organize olarak, cemaat ve kitle mantığı içinde gerçekleştirilen faaliyetler zaman zaman eylem ve aktivizmle farklı mecralara da kayar. Filistin protestosuna katılmak bu bağlamda günümüzde rahatlıkla bir dindarlık göstergesi olarak kabul edilip, sunulabilir. Yeni dindarlığın siyasal, iktisadi yönü bir tarafa itikadi bazı problemleri mevcut. Fakat burada mühim olan mesele dindarlığın iç ile ilgili mi yoksa dış ile ilgili mi olduğu sorusu. Dindarlığın, imandan ayrı olarak Müslüman kavramı gibi “dışa” dönük bir yanı vardır. Dindarlık sadece içte değil dıştadır. Çünkü mevlid gibi kültürel dindarlık alameti, içe değil dışa dönüktür. Dindar dini benimseyip, buna göre yaşayan kimseyi anlatır. Takva, ateşten korunmak için yapılan ibadettir. Ateşten korunmak ibadetin yanında İslami yaşamın, dilini bağlamadan harama sürükleyecek dünyevilikten imtina etmek manasına da gelir. Dindarlığın derecesi, skalası yoktur. Dindar tarifi klasik manada Müslüman tarifiyle oldukça örtüşür. Korku ile ümit arasında olmak dindarın değil Müslümanın tavrıdır aslında. Oysa moderniteyle bu birliktelik ayrışmaya uğramıştır. Müslüman kavramı siyasal veya dini bir ayrışmaya gitmeden tüm itikat, ibadet, ahlak kaidelerini üzerinde toplamış olmasına rağmen modernleşmeyle gelişen siyasallık, yöntem farklılıkları bu ayrışmayı beraberinde getirmiştir. Dindarlık, ibadetler umumi manada sadece bireye özgü değil toplumu da ilgilendiren, diğer Müslümanlarla birlikte yapılması da gereken fiiller iken zamanla sekülerleşmeye bağlı olarak özel alana has kılınmaya çalışılmıştır. İbadetlerin hatta İslam’ın “Allah ile kul” arasına sıkışan, görünmez, gösterilmez, kamuya aktarılmaz, toplumla birlikte yaşanmaz vasfı Türkiye’de tüm Cumhuriyet tarihi boyunca egemen fikir olarak yerini almıştır. Yeni dindarlık bu kanaatin “dinin vicdanlara sıkıştırılmaması” kaygısının sonucu olarak dini “dışarıda” yaşamaya sevketmiş, İslam’ı dışarı taşırken, yeni bir dil, gösterge sistemi ve görünürlük kazandırmıştır. Bu siyasileşmiş itikadi anlayış aşırılığı beraberinde getirirken Allah ile kul arasındaki bağ, toplum ile Allah arasına taşınmıştır. Bu bakımdan yeni dindarlık İslam’ın da öngördüğü “Allah ile kul arası”nı aşarak kuldan kula, yani yaşam tarzı tartışmalarının da işaret ettiği gibi Cumhuriyet tarihi boyunca İslam’ı vicdanlara sıkıştırmak isteyen elitin, İslamla mesafeli halk katmanlarının arasına taşımıştır. Böylece yeni dindarlık, ibadetlerin ruhuna dokunan bir dejenerasyonu, bidat sınırını da aşmıştır.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
21
bi YAZI
Dinin içe sıkıştırılamayacağı görüşünü aşmak dinin şeklî, şablonik ve dışa dönük yönünü öne çekmiştir. Yeni Dindarlık Göstergeleri Yeni dindarlık yeni kültürel özelliklere göre şekillendiği için, diğer tüm gündelik hayat unsurları gibi “aslî” karakter kazanmamıştır. Yeni dindarlık, dindarâne göstergeleri belirli gün ve haftalara sıkıştırmıştır. Bu bakımdan çokça “Hrıstiyanlaşma” temayülü eleştirilerine maruz kalır. İslam’da hiçbir kimsenin seçkinliği olmadığı gibi ibadetler de belirli zamanlara yoğunlaştırılarak sıkıştırılmaz. Kutlu Doğum etkinlikleri belki de yeni dindarlığı izah eden en önemli göstergedir. Kutlu Doğum Haftası’nın varlığı, takviminin sabitlenmesi bile tartışmalıyken bu hafta boyunca gerek devletin gerek sivil toplum kuruluşlarının etkinlikleri bidat denecek boyutta yenilikler içerir. Tüm etkinliklerin, fotoğraflar vasıtasıyla reklam edilmesi, sürekli sosyal medya, telefonlar, mesajlar yoluyla kutlamaların gerçekleştirilmesi, televizyonlardaki yoğun dini şovlar yeni dindarlığın göstermeye yönelik niteliğinin başında gelir. Dünyaca ünlü şarkıcıların konserleri, kültür merkezlerinde, okullarda düzenlenen etkinlikler, buralarda yine bol ağlamalı şovlar, abartılmış giyim kuşam örnekleri, sergiler, kermesler, tören duası için önceden salavat çekme Kutlu Doğum Haftası’ndaki ritüellerdendir. Kültür merkezlerindeki genellikle ağlamaya dayalı dini şovlarda, Peygamber Efendimize alkış istenmesi, izleyicilerin ayağa kalkarak alkışlaması yeni dindarlığın karakterini izah etmesi açısından önemlidir. Anaokulu öğrencilerinin kutlu doğum haftasını pasta keserek kutlaması, hadiselerin lokalliğinden ziyade yeni dindarlığın istikametini açıklar. Kutlu doğum haftasındaki yarışmalar, çok salavat çekme yarışması, bu yarışmayı kazanmak için başvurulan salavatı tam olarak değil de yarısına kadar çekmek gibi yöntemler yeni dindarlığın sahiciliğinin belirtilerindendir. “Haşemalı” bile olsa kadınların umumi sahillerde denize girmesi artık normalleşmiş, geniş bir kesim, haşema üzerinden dini gereklerini yaparak “öteki”ler gibi dünyanın nimetlerinden yararlanabilmiştir. Maddi şartların gelişmesine bağlı olarak düğünler ve giyim kuşamdaki çokluk, çeşitlilik ve israf boyutundaki gösteriş dindarlığın psikolojik alt yapısını gösterecek derecededir. Şaşaa ve gösterişin ötesinde belirgin bir iktidar kaygısı, güç vurgusu, başkalarından aşağı kalmama güdüsü düğünlerde, düğünlerin derecesine göre kendini gösterir. Pahalı salonlar, pahalı ikramlar, dini musiki, semazen eşliğinde gerçekleştirilir. Yeni Dindarlık: Feracenin Dönüştürülmesi, Hac, Kreş, Dini Geziler
22
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Bele oturan pardesüler, diz altına kadar inen etekler, sarı, yeşil, pembe gibi “çağıran” renkler, eşarbı ve fuları daha güzel olsun diye iğnesiz yapmak, başörtüsünün uçlarını serbest bırakmak, eşarp ucundan azıcık saç perçemi, kulak ve boyun göstermek, yarım kol ceket, ten rengi çorap giymek, şal modası, gözleri sakınmak için pahalı markalı ve iddialı gözlükler takmak, Jiplere binmek giyim kuşam üzerinden yeni dindarlığın alametlerindendir. Belki de yeni dindarlığı en fazla tanımlayan, en yaygın olanı giyim kuşama bağlı yeni dindar anlayıştır. Bu bağlamda feracenin geçirdiği evrim Neoliberal dindarlığı tam manasıyla izah eder. Aşırı bol olduğu için geleneksel toplumlarda da tercih edilen ferace artık modaya bağlı olarak vücuda tam olarak oturtularak dizayn edilmeye başlanmış, kadının güzelliğinin yanında çekiciliğini artıran bir albeniye kavuşturulmuştur. Bu bakımdan ferace yeni dindarlığın prototip giysilerindendir. Giyim üzerinden Neoliberal dindarlıkla kadınlar kadar erkekler de özdeşleşmiş benzer temayüller onlarda da yaygınlaşmıştır. Neoliberal dönemle birlikte görece belirgin bir gelir artışı tüm kesimlerde yaşandı. Bu biraz da tüketim nesnelerine ulaşabilmeyi gerektirecek maddi seviyeye ulaşabilmenin bir sonucuydu. Hangi durumda olursa olsun, maddi durumun yükselmesi etkisini Hac ve Umre’ye gösterilen yoğun talepte gösterdi. Hac başvurularındaki patlamalar, Umre’ye her dönemde gösterilen aşırı ilgi yeni dindarlığın en bariz örneklerindendir. dışarıda yemek yemeleri yeni kültürün yeni dindarlık üzerindeki etkisindendir. Yeni dindarlık mekân, giysi, gösterme üzerinden kendini gösterirken “kreş müessesi” tüm kültürüyle bu yönelimi tek başına izah edebilecek donanıma sahip. Hayli pahalı olan “dini kreş”ler, neredeyse çalışan dindar kadının maaşının yarısına yakınına denk gelmektedir. Yeni Dindarlığın Gösterge Zenginliği: Sahabe Biyografileri, İsimler, İftarlar, Şaşaalı Camiler Kafileler halinde Bursa Ulu Cami, Selimiye, Mevlana, İstanbul’daki camilere yapılan seferler bir görgü artırma etkinliğinden çok “ibadet” atmosferi içinde yapıldığı, ziyaretçilerin böylece daha dindar göründüğü düşünülürse yeni dindarlığın yeni ölçütler getirdiğini izlemek mümkündür. Cuma ve Pazar sabahları yine toplu şekilde, arkadaşlarla toplanarak yine bir ulu camide sabah namazı kılma etkinliği de bu minvalde değerlendirilebilir. Sabah namazlarını eda ettikten sonra yine toplu kahvaltı yapmakta bu ritüelin bir parçasıdır. Belki buna son yıllarda “turist olarak” Kudüs’’e yapılan seyahatleri de eklemek lazım. Yahudileri rahatsız etmek, “Kudüs’ü unutmadığını” göstermek amacıyla gerçekleştirilen ziyaretlerin cihat maksadı taşıması da yeni dindarlığın algılarındandır.
Dini toplantıların ardından kadınların bakım ürünleri satmaları ve almaları yeni dindarlığın yönü açısından önemli. İslam tarihinin öne çıkan kadınlarının, sahabelerin biyografilerini makyajlı bir dille anlatmak, bunları patetik hale getirmek, çok satanlar listesinde üst sıralara tırmanmak yine yeni dindarlığın “geniş kitlelere” ulaşma saikinin iktisatla birleşmesiyle sonuçlanır. Krediyle ev ve araba almanın hükmünün bir şekilde bulunması bir tarafa gündelik hayatın içinde dindarlık göstergelerinde farklılaşmalar geniş bir zemine yayılmıştır. Aleyna, Ecrin gibi kelimelerini çocuklarına isim olarak veren aileler ortalama bir dindar olabilme çabasını “gösterirken”, iki çocukta karar kılmış dindar ailelerin çocuk sayısı fazlalaşanlara karşı istihza ve küçümsemeye varan bakış açıları, sınıf farkı gözeten tutumları yeni dindarlığın örtük bir sınıfsal farklılık barındırdığını da gösterir.
İbadetini, dindarlığını Allahla irtibatı üzerinden değil, kullarla irtibatı üzerinden tanımlamak, göstermek, tatmin olmak isteyen bir dindarlık hakim. Yeni dindarlar, Allah bize yeter, derken samimi değil. Kadınların, erkeklerin her halleri fotoğraflar üzerinden sosyal medyada aleniyete açılır. Böylece mahrem kavramı yeni dindarlıkta çok dar bir alana sıkışır. Cahit Zarifoğlu’nun mezarı başında gerçekleştirilen son anma ziyaretinde, şairin mısralarından yapılmış çok sayıda pankartın yer alması yeni dindarlığı gösteren en önemli işaretlerdendir.
Yine ekonomiye hitap eden geleneksel dindarlıkta yeri büyük olan ölen kişinin ardından yapılan 40 ve 52 geleneğinin daha zahmetli olması nedeniyle yeni dindarlıkta gittikçe azaldığı bir gerçektir. Buna karşın şatafat, gösteriş ve üstünlük alt – orta sınıflarda Neoliberal iktisadi paya bağlı olarak camiler üzerinden gerçekleşmektedir. Artık “külliye” gibi düşünülen, içinde düğün salonu, oyun alanları, konferans salonları, ders odaları bulunan camilerin inşası artmaktadır. Fotoğraf, Mahremin Daralması, Kahkahalar Arapça, farsça, Osmanlıca dil kurslarına gitmek, ney çalmak, İslami sanatlar için dersler almak yeni dindarlığın unsurlarındandır. Belki de en olumlu bidat ya da yenilik kadınların hafızlıktaki gayreti ve başarısı. Din için, mazlumlar ve Müslümanlar için eylemlerde, protestolarda, toplantılarda kadın ve erkeklerin yanyana gelmesi, bunun bir sorun olarak telakki edilmemesi yeni dindarlığın kadın – erkek ilişkileri bakımından girdiği modern yolu izah eder. Nargile salonlarında, kafelerde, çay bahçelerinde statü arayışıyla örtüşen oturmalar, kadın erkek farkı gözetmeden dindarların bir arada bol kahkahalı, sigaralı, oyunlu sohbetleri bedenin, görünmenin, göstermenin öne çıkmasıyla oluşan yeni dindarlığın yol izlerini verir. Yeni dindar bireylerin aşırı kahkahaları, neşeli halleri, kendilerini ev dışında tanımlamaları, geleneksel algı biçiminin açıkça sona ermeye yüz tuttuğunu gösterir. Fotoğraf Türkiye’de geniş bir kesimde daha 1970’lere kadar zorunlu olarak çektirilirdi. Suret gösterilmezdi. Kimse lazım olanın dışında fotoğraf çektirmezdi. Bugün yeni dindarlık fotoğraflar üzerinden kendine yer bulurken, dindarlık göstergeleri fotoğraf, sosyal medya üzerinden aktarılma ihtiyacı hissediyor.
*T.C. Cumhurbaşkanı Danışmanı
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
23
bi SAGLIK
r BİLGİN E. Hace
avi k bir ted e c e r ü s r iz ada ıyamete k ber Efendim k m a n g tı y a e m P a yen Hac yor. ğunu söyle ü olduğunu da söylü u ld o i m te ölç yön için mutlak im iz b ) .m (a.s
24
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Hacamatın kıyamete kadar sürecek bir tedavi yöntemi olduğunu söyleyen Peygamber Efendimiz (a.s.m) bizim için mutlak ölçü olduğunu da söylüyor. Beş bin yıllık bir geçmişe sahip olan hacamat tedavisi, alternatif tıbbın önemli bir kolu olmasının yanı sıra, Peygamberimiz tarafından da tavsiye edilmiş ve bizzat uygulanmıştır. Bir tedavi yöntemi düşünün ki hem Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m) tarafından tavsiye edilip uygulanmış olsun, hem insanlığın bilinen en eski yöntemlerinden biri olsun, hem de hâlâ uygulanabiliyor olsun… Sanırım tüm bunlar, modern ismiyle “kupa terapisi”, geleneksel ismiyle “hacamat” tedavisinin önemini anlatmak için yeterlidir. Peki, nedir bu hacamat tedavisi? Hacamat; deri yüzeyi yoluyla vücuda zararlı olan kirli kanı atma sürecidir. Hacamatın tarihi M.Ö. 3 bin yıl öncesine dayanıyor ve günümüze gelinceye kadar 5 bin yıldır uygulanıyor. Tedaviyle ilgili ilk yazılı kaynak ise alternatif tıbbın babası sayılan ve Çin İmparatorluğu’nun kurucusu olarak bilinen Sarı İmparator’un kitabı. Hacamat tedavisini ilk dönemlerde Çinlilerin yanı sıra Japonya, Kore, Hindistan, İran ve Arap toplumları da uygular. Müslümanlar açısından asıl önemi Hz. Muhammed(a.s.m.) tarafından hem tavsiye edilmiş olmasından hem de bizzat O’nun (a.s.m) hacamat yaptırmış olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla hacamat Tıbb-ı Nebevi’de önemli bir yere sahip. Hacamat; derinin bir neşter yardımıyla çizilip ağzı geniş bir bardak, kavanoz veya şişe ile oluşturulan emme gücüyle kirli kanın çekilmesi şeklinde ağrı, sızı veya hastalık olan organa yakın yerlere yapılır. Genel olarak sağlık amaçlı uygulanırken, yaptıran kişinin niyetine göre Peygamber Efendimizin bir sünneti de işlenmiş oluyor. Bunun için hacamata başlamadan önce, “ Ya Rab, niyet ettim maddimanevi rahatsızlıklardan kurtulmak için sünnet üzere hacamat yaptırmaya” diye niyet ediliyor. Hacamat uygulaması belli kurallar içerisinde yapılıyor. Ne zaman yapılacağı hicri takvime göre ayarlanıyor. Hicri ayların başında kan alınması tavsiye edilmez. Çünkü bu günlerde sıvı maddelerin seviyesi düşüktür. Ayın ilk yarısında ise vücuttaki kan miktarı artmaktadır. Ayrıca kanın hızında da yine artma görünür.
tıkanıklığı açar. Kan ve dokulardaki gaz ve toksinlerin atılmasını sağlar. Uygulanan bölgeye bağlı damarlardaki kan akımını canlandırır, besin oksijen dokulara rahat ulaşımı sağlar. Çünkü hastalıkların yaklaşık yüzde 70’i organlara düzenli kan ulaşamamasından kaynaklanır. Kaslardaki sertliği ve ödemi çözer. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir, vücuda direnç kazandırır. Dalak/karaciğer ve sinirsel/psikolojik hastalıkların iyileşmesine yardımcı olur. Kaygı bozukluğu (anksiyete), depresyon ve korkulara karşı etkilidir. Tansiyonu dengeler. Büyü ve sihire karşı etkilidir. Ağrılı çıbanlar, kistlerde ve tümörlerde faydalıdır. Yaralanma ve incinmede etkilidir. Vücuttaki enerji ve key (canlılık) yollarındaki akımı düzeltir. Hareket, konuşma ve hafızanın düzelmesi için beyni canlandırır. Vücuttaki refleks noktalarını uyararak beynin dikkatini hasta organa çekmek ve vücuttaki diğer organların gerekeni yapması için emir vermesini sağlar. Hacamatın uygulama alanlarına baktığımızda; Kanser, felç, fibromiyalji, gut, fibrosit (doku romatizması), doğum lekeleri, karpal tünel sendromu, akne, sivilce, osteoporoz, sırt/bel ağrısı, prostat, cinsel fonksiyon bozuklukları, kronik yorgunluk, gerginlik, migren, zona, hıçkırık, kronik astım, bronşit, zatürre, kurdeşen (ürtikerya), müzmin kabızlık, depresyon, akut yüz felci, yüz spazmı, lezyonlar, üst solunum yolu enfeksiyonu, öksürük, kuduz, burun kanaması, deri iltihabı, nezle, damar iltihabı (uykusuzluk), hipertansiyon, egzama, epilepsi, obezite, kireçlenme, zehirlenme gibi pek çok alanda etkilidir. Hacamatın faydaları bunlarla da sınırlı değildir. Hacamatın kıyamete kadar sürecek bir tedavi yöntemi olduğunu söyleyen Peygamber Efendimiz (a.s.m) bizim için mutlak ölçü olduğunu da söylüyor.
Hacamatın birçok faydası vardır. Kılcal damarlardaki
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
25
RÖPORTAJ
Sürgün her nefeste yalnızlıktır aslında… Kalabalığın içinde naif bir yalnızlığın iç çekişidir her bakışı. Kaybedeceği bir şey olmaz. Çünkü sürgündür artık o. İnsan sürgün olduğunda özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Çünkü sürgün olmak, sadece sayı fazlası olmaktır kentlerde. Yer kendilerinin değildir ama gökyüzü herkesindir. Her gün batımında hüzün çöker Ahıska’ya. Kentteki sesler donar kalır, sular sessizleşir. Sahipsiz gibi tek başına kalır kent. Yalnızlığını paylaşmaz kimseyle. Sadece yüzüne yansıyan kızıl hüznü görmemizi ister…
Günay ATLI
26
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
T
arih boyunca, özellikle sömürgeci toplumların mazlumlara yönelik uyguladıkları sürgün politikaları hüzünlü, iç burkan ve acıklı hikâyeleri de beraberinde getirmiştir. Evlerinden, yurtlarından, topraklarından, atalarının kendilerine miras bıraktığı yerlerden zorla koparılarak sürgün edilen Ahıska Türklerinin önde gelenleri ile Sürgün’ü konuştuk.
kardeşlerimizin sorunlarını dile getirdiler. Başta Rektörümüz Prof. Dr. Reha Metin Alkan beyefendi olmak üzere emeği geçen herkese çok teşekkür ederim.”
Hitit Üniversitesi’nin ev sahipliğinde geçtiğimiz aylarda Çorum’da gerçekleşen Sürgünün 70. Yılında Ahıska Türkleri Sempozyumu’na katılan canlı tanıkların sürgün hikâyelerini dinledik. 1944 yılının o soğuk kış mevsiminde, Kasım ayında Ahıska’daki evlerinden zorla Özbekistan’ın Fergana bölgesine sürgün edildiklerini söyleyen İznul Kaferof, kendilerine hiç bir şey söylenmediğini ve nereye gittiklerini bilmeden bir trene istiflendiklerini iç çekerek anlatıyor. Günlerce süren yolculukta pek çok insanın ağır yolculuk şartlarına dayanamayıp hayatını kaybettiğini belirten Kaferof, Özbekistan’a vardıklarında ise bir ailenin yanına yerleştirdiklerini söylüyor. İznul Kaferof, “Sürgün edildiğimiz bölgede çiftçilik yapmaya başladık. Kendi düzenimizi kurmuştuk. 1989’a kadar çok iyi şartlarda olmasa da geçimimizi sağlıyorduk. O yıllarda patlak veren Fergana olayları sınır komşularını birbirine düşürdü. Pek çok kardeşimiz katledildi. Biz de Rusya’ya gitmek zorunda kaldık. Bu ikinci sürgün bizi derinden etkiledi. Hayata yeniden başlamak zorunda kaldık. Rusya’ya varlığımızı kabul ettirmek kimliğimizi korumak için çok çalıştık. Tek isteğim, ölmeden önce vatan toprağına geri dönmek. Bizlere ne kadar iyi davransalar da vatan başkadır.” dedi. Sürgün’ün bir başka canlı tanığı Molla Yusuf ise 1944’ün o soğuk günlerinde yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor. “Olaylar olduğunda ben on yaşındaydım. Bizi evlerimizden aldılar. Bütün haneleri boşalttılar. Kıyamet
günü gibiydi. Yolculuk çok zordu. Aç kaldık günlerce. Karın altında uyuduk. Günlerce süren yolculuktan sonra Azerbaycan’a geldik. Burada tanıdığımız hiç kimse yoktu. Bir ailenin yanına sığındık. Bizi çok iyi karşıladılar derdimize yoldaş oldular. Traktörde çalıştık, toprak işledik, ne iş verdiyseler onu yaptık. 1966 yılından itibaren vatana dönmek için çok mücadele ettim, çok çektim. En sonunda izin çıkardılar. 2005 yılında ailemle birlikte vatana yerleştim. Buradaki halk önceleri bizi benimsemediler. Biz kendimizi ancak barış ve kardeşliği ön planda tutarak kabul ettirebileceğiz. Çünkü biz buraya gelmeden önce bizleri çok kötü bir millet olarak tanıtmışlardı. Köy halkı bizi tanıyınca kendilerine bizim hakkımızda yanlış propaganda yapıldığını anladılar. Şimdi biz bunlarla barış içinde huzurlu yaşıyoruz. Hitit Üniversitesi’nin daveti bizleri çok mutlu etti. Tüm dünyaya sesimizi duyurabildik. Vatandaşlığını alamayan, vatan özlemi çeken
Fergana olaylarını yaşayan Cavid Aliyev de sürgünün üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, bugün yaşadıklarının, acılarının hala tazeliğini koruduğunu belirtiyor. Ahıska’nın çoğu insan tarafından bilinmemesinin üzüntüsünü yaşadığını ekliyor sözlerine. Bundan sonrasını Aliyev’den dinliyoruz. “İnsanlar hiçbir neden gösterilmeden vatanlarından sürülmüş. Bu bir insanlık suçudur. Bütün dünya bunu kabul etmeli, Ahıskalılara hakkı olan topraklar geri verilmelidir. Sürgünden sonra milletimiz dokuz ülkeye dağılmıştır. Fakat her ne kadar ayrı ülkelerde olsak da Ahıska kimliğimizi kaybetmedik ve kültürel değerlerimizi yaşatmaya devam ettik. 1956 yılında Ahıska Türkleri’nin vatana dönüşünü gerçekleştirmek amacıyla “Vatan Cemiyeti” şemsiyesi altında barışçı bir mücadeleye giriştik. Cemiyetimizin tüzüğünde iki temel vardır. Bunlardan ilki vatan topraklarına dönmek, ikincisi de Ahıska kimliğini korumak ve yaşatmaktır. Bu doğrultuda çeşitli organizasyonlar düzenleyerek, gençlere kültürümüzü aktarmaktayız. Bugün düzenlenen sempozyum da Ahıska’nın neresi olduğunu bilmeyen insanlar ve tüm dünyanın olaylardan haberdar olması için yaşanılanların unutulmaması için çok önemli bir organizasyondur.”
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
27
bi RÖPORTAJ
“Batının, doğunun, güneyin veya kuzeyin bütün kuvveti bizdeki zafiyettendir. Yaşlı bir ağaca sormuşlar, bu balta sizi niye bu kadar acımasızca yok ediyor diye. Ağaç da demiş ki aslında o bize hiçbir şey yapamazdı ama sapı bizden”
28
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Feyzullah KIYIKLIK AK Parti Istanbul Milletvekili Röportaj: T. Atakan AKMAN
“Birileri daldan bitme, Tayyip Bey kökten yetisme” Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde çalışmaları Milli Görüş geleneğine sahip belediyeler tarafından örnek alınan, 23. ve 24. Dönem AK Parti İstanbul Milletvekili hemşehrimiz Feyzullah Kıyıklık ile Çorum’da yaşanan gelişmeler ve ülke gündemine dair sohbet ettik. Sivil Toplum çalışmalarında sıkça rastladığımız, bu yönü bazen siyasetçi kişiliğinin bile önüne çıktığı Feyzullah Kıyıklık’a öncelikle “Bizler de nasıl bir toplumsal bilinç taşımalı ve bu bilinci nasıl harekete geçirmeliyiz? diye soruyoruz. Bizim dini anlayışımızda birlikte yaşama kültürü de var. Dünyada diğer canlılarla birlikte yaşıyoruz. Allah, herkesi birbirinden sorumlu tutmuş. Onun için cemiyetin ve cemaatin İslam inancında büyük önemi var. Belki de bizde de öğrenciliğimizden itibaren böyle bir düşünce ile STK’lara karşı bir meyil başladı. İmam Hatip Lisesi’ndeyken cemiyet kurulmuştu. Cemiyete girdiğimde 5. sınıftaydım. Sivil hayattan cemaat hayatına o şekilde girdik. İnsanlarla bir arada yaşamayı seviyorum. Eğer bir derdiniz varsa bu derdinizi yalnız başınıza değil diğer insanlarla birlikte çözebilirsiniz. Derdimiz vardı yani. Son dönemde sizin de kurucuları arasında yer aldığınız Ensar Vakfı’nın düzenlediği etkili programlar dikkat çekiyor. Bu durumu neye bağlayabiliriz? Biz Ensar Vakfı’nın bu tür etkinlikler yapmasını çok önceden beri istiyorduk. Ben Ensar Vakfı’nın ilk kurucularındanım. Maalesef bir dönem çok atıl kaldık. Mesela biz bu şekilde bir şubeleşmeyi ta 1994 yılında Kadir
Topbaş bey ile birlikte konuşmuş ve kararlaştırmıştık. Ensar Vakfı’ndaki etkin ağabeylerimiz de küçük olsun bozulmasın dediler. Hala bazı konuları bugün bile çözemiyoruz. Ensar Vakfı’nın üyelerinin etkin olabilmesi için çok mücadele ettik. O zihniyetten biraz kurtulunca da şubeleşme çalışmalarına başladık. Türkiye, her dönemde dış politikada zorlu bir süreç yaşıyor ama sanki son dönemlerde biraz daha zorlu bir dönemde gibi. Siz ne dersiniz bu konuda? Ben bunu bilebilecek bir insan değilim. Türkiye’nin sıkıntıları dışarıdan çok yüklenmelerden dolayı değil. Bu onların, dış güçlerin vazifesi. Ama biz gereğini yapmadığımızdan dolayı zorlanıyoruz. Yani, iyi bir nesil yetiştireceğiz. İyi eğitim alıp, iyi öğreten insanlar olacağız. Dışarıdan yükleniyorlar sözü bizim kendi sorumluluğumuzdan kurtulmak için içgüdüsel olarak söylenen bir söz. Biz hiç yanlış yapmayız, hep başkaları sebep olmuştur! Halbuki yapan sensin. Ormanda gezen insan kurdun, ayının saldıracağını mutlaka hesaba katmalı. Sen de kendini ona göre ayarlayacaksın. Türkiye, bu zamana kadar modern, postmodern pek çok darbeyi yaşadı, gördü. Bundan sonraki süreçte ise darbeler bitti diyebilir miyiz? Milletvekili arkadaşlarımla konuşurken bir hadise oldu. Eski Ulaştırma Bakanımız bizlere bir anısını anlattı. “Ben Rusya’ya gitmiştim. Orada Ulaştırma Bakanına dedim ki. Askerlerle aranız nasıl. Adam şaşırdı. Ben de şaşırdım.” diyor.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
29
bi RÖPORTAJ
Gerek Osmanlı gerek Cumhuriyet dönemde darbeleri gücü elinde bulunduran yapmıştır. Onun için bizde de asker, kendisinden korkulacak, hükmüne razı olunacak bir müessesedir. Rusya Ulaştırma Bakanı, ne Çarlık döneminde ne de Cumhuriyet döneminde askerin yönetime karışması gibi bir şey söz konusu değildir, demiş. 1920’lerden 50’ye kadar başka türlü idare etmişler. Ama 50’den sonra her gün kalktıklarında bir zinde kuvvet (asker) korkusuyla yaşamışlar. Biraz da halk böyle alışmış. Askerin böyle bir şey yapması kadar normal bir şey yok diye düşünmüşler. Siyasette halktan yetki alamayanlar da darbeleri beklemişler. İsmet İnönü’nün Menderes’e söylediği bir şey var. Eğer bunu böyle yaparsan ordu gelir gerekli dersi sana verir diyor. Yani ordu aynı zamanda ders veren hoca. İyi bir düzeltici. Hem de halk adına karar veren nadide bir varlık. Halk o zaman yetkiyi kime verecek. Seçtiği adama mı verecek yoksa onlardan daha güçlü olan zinde güce mi verecek. 1997’de bize balans ayarı yaptılar. 28 Şubat hadisesini biliyorsunuz. Bu darbelerin oluşumunda sivillerin de büyük çabaları var. 17-25 Aralık sürecine bakarsak bu da darbe kılık değiştirdi diyebilir miyiz? Dikkat ederseniz, 2000 yılından itibaren dünya, artık ihtilallerle rejimleri ve devletleri idare edenlerin indirilip kaldırılamayacağı bir hale geldi. Bizim ordumuz da buna uyum sağladı. Sayın Cumhurbaşkanımız, kalkacağız dediklerinde kalkın diyebilecek bir yapıya sahip. 28 Şubat’ta çok rahat, Oturun diyebilirdik, diyemedik. Deseydik o zaman bitecekti bana göre. Şunu da unutmayın. Alışkanlıklar birkaç nesil geçmeyince bitmez. Bu anlayışın ortadan kalkması için en az 2-3 neslin geçmesi lazım. 200 yıllık gelenek öyle 3-5 yılda geçmez. Her şey geliştiği gibi darbenin şeklini de değiştirdiler. Halka bunu yaptıramıyorlar. Bir ara Alevilere ve Kürtlere bunu yaptırmak istediler. Bünyeye sıkıntılı geldiği için sonra bunlar reddedildi. Sonrasında ise aynı yolda yürüdüklerine yaptırmak istediler. Çünkü insanı 30
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
devirmenin en kolay yolu karşısına çıkmak yerine çelme takmaktır. 17-25 Aralık olaylarının bunun bir denemesi olduğunu düşünüyorum. Bu anlayışın kaybolmadığını, kaybolmayacağını bilmemiz lazım. Halkın verdiği yetkinin bazı güçler tarafından elinizden alınma alışkanlığının kaybolmayacağını bilmeniz lazım. Biz de o zaman uyuduk sanırım. Onlar da böyle girişimde bulundular. Hukukta bir tabir vardır. En iyi savunma, saldırmadır. Atağa geçtiğimiz için başarılı olduk. Savunmaya geçseydik gidiyorduk. Çok meşhur bir avukat var. “Savunma saldırıyor” diye meşhur bir kitap. Tayyip Bey, çıkacak kendini savunacak diye bekliyorlardı. Saldırınca o da bitti. Tayyip bey, bu işlerde pişe pişe geldi. Tayyip bey kadar bu işlerde pişmiş siyasetçi pek yoktur. Şimdi Demirel’i düşünüyorum. 40’lı yaşlardan sonra bir partinin başına hemen geldi. Özal da Erbakan Hocam da öyle geldi. Tayyip bey darbeleri göre göre geldi. Birileri daldan bitme, Tayyip bey kökten bitme olduğu için sökemediler. Tayyip bey, hakikaten bu konuda kökten yetişen bir siyasetçi olduğu için bu işi çok rahat geçti. Yani biz 28 Şubat’ı da çok rahat atlatabilirdik. Bütün seçilmişler istifa ederdi. Milletvekilleri, Belediye Başkanları istifa edebilirdi. Nasıl ayar verirlerse versinler. İşte o zaman savunma değil atak yapsaydık bizi kurtaracaktı. Ama Tayyip Bey, 17-25 Aralıktan sonra atak yaptı.
Sizin de çok yakından tanıdığınız bir isim olan Prof. Dr. Reha Metin Alkan, Hitit Üniversitesi’nde son yıllarda önemli şeyler yapıyor. Üniversitenin son 3,5 yıllık sürecini nasıl değerlendirirsiniz? Hitit Üniversitesi maalesef gelişen bir üniversite değildi. İşin başındaki insan çok önemli. Eğer bir işin başında işi bilen bir insan varsa o iş insana hem rahatlık verir hem de gelişir. Üniversitemiz maalesef öğrenci sayısı bakımında gelişmedi. Komşu illerimizin üniversitelerindeki öğrenci sayıları daha fazla. Reha Metin Alkan, Çorum için Allah’ın bir lütfu. Hiçbir üniversite okumasanız bile İstanbul bir okuldur. Her geldiğimde üniversitede yeni bir şeyle karşılaşıyorum. Üniversitenin gelişmesi halkın da gelişmesi. STK’lara ve insanlara üniversitede yaptığınız yerleri gösterin dedim. Reha bey, gece gündüz çalışıyor, koşturuyor. Çok genç. Ne yapacağını iyi biliyor. Planlaması, stratejisi çok güzel.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
31
RÖPORTAJ
ÇORUM’DA KAÇAK SUYA GEÇiT YOK Canlıların hayatını sürdürmesi için gerekli olan ve bu sebeple hayati önem taşıyan, dünya üzerindeki en mucizevi madde sudur. Su olmadan yaşamak mümkün değildir. İnsan gıda almadan haftalarca, su içmeden ise birkaç gün yaşayabilir. Su, bir insanın biyolojik yapısının tartışmasız gerçeğidir. Çok eski çağlarda hekimler hastalarını suyla tedavi ederlermiş. Bu anlamda düşünüldüğünde de suyun tedavi edici etkisinden de söz edebiliriz. En eski güzellik malzemesi, en iyi doğal ilaçtır su. Su hayatımızın vazgeçilmezidir. İçme ve kullanma suyunu sürekli ve güvenilir bir şekilde temin etmek zorundayız. Günümüzde iyice azalan ve kirlenen içme suyu kaynakları suyun önemini kat kat artırmıştır. Kırdan kente göçler nedeniyle şehirlerde artan içme suyu ihtiyacı yerel yönetimleri hayli zorlamakta yeni içme suyu kaynakları için arayışlara itmektedir. Yeni su kaynakları arayışından önce de mevcut kaynakların korunması ve şebeke borularında meydana gelen aşınmalardan kaynaklanan su kaçaklarının önlenmesi de çok önemlidir. Yapılan araştırmalarda ülkemizde içme sularının % 45’e yakınının musluklara uluşmadan şebekede kaybolduğu sonucunu ortaya koymuştur. Bir damla suyun servet sayılacağı günlere çok yakınız. İçme suyunun öneminin farkına varmış, bunun idrakinde olabilen az sayıdaki yerel yönetim ise
32
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
kaçakların önüne geçebilmek için önlemlerini almaya başladı. Çorum Belediyesi de bu belediyelerin başında geliyor. Satın aldığı Su Kayıp Kaçak Aracı ile şehir şebekesinde meydana gelen kaçakları bir bir tespit edip anında müdahale ediyor. Belediye Başkan Yardımcısı Alper Zahir de her an çalışmaları denetliyor, çalışmalarla ilgili bilgiler alıyor. Bidergi olarak Su Kayıp Kaçak aracının çalışma mantığını ve kaçakların nasıl tespit edildiğini siz kıymetli okuyucularımız için araştırdık. Su Kayıp Kaçak aracını Küçük Sanayi Sitesi’nde gece yarısından sonra çalışırken bulduk. 4 ayrı noktada kaçak tespit etmişler ve bu sevinçli haberi hiç vakit kaybetmeden Başkan Yardımcıları Alper Zahir ile paylaşmışlar. Zahir de hiç vakit kaybetmeden olay yerine gelivermiş. Aracın yanına gittiğimizde ekibin ve Alper Bey’in sevinci gözlerinden okunuyordu. Define bulmuşçasına sevinen ekip, kaçak tespit ettikleri yerde su kaçaklarının uzun yıllardan beri var olduğunu, suyun oluşturduğu 8-10 metrelik derin çukurları gördüklerini söylüyorlar. Su kaçakları, içme suyu kaybına neden olduğu gibi yer altında oluşturduğu büyük çukurlarla da mal ve can kayıplarına bile sebebiyet veriyormuş. Bunu da anladık.
Su Kayıp çalışmalarının özellikle gece 02.00-04.00 arasında yapıldığını bizlerle paylaşan Alper Zahir, çalışmanın o saatlerde yapılmasını cihazın dış seslerden daha az etkilenmesi ve kaçaklara daha hızlı bir şekilde müdahale edilmesine bağlıyor. Geçtiğimiz yaz ayı boyunca yapılan kaçak tespit çalışmaları ile 1.000.000 m3 su kaçağının önlendiğini bizlere aktaran Alper Zahir’e ve kaçak su tespit ekibine kolay gelsin diyerek oradan uzaklaşıyoruz. Dünyada ve ülkemizde içme suyu konusunda yaşanan sıkıntılara şehrimizde çözüm arayan birilerinin var olduğunu bilmek, bizler gece sıcak yatağımızda yatarken onların kaçak su tespiti için sabaha kadar çalıştığını bilmenin gönül rahatlığıyla başımızı yastığımıza koyarak, rüyalara dalıyoruz.
DAHA
YEŞiL
DAHA
MAVi
Çorum için
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
33
RÖPORTAJ
ŞEHİR İÇİ TRAFİK SORUNU DEYİNCE AKLIMIZA ÖNCELİKLE ARAÇLAR İÇİN PAR VE YOL SORUNU GELİYOR. OYSA YAYA TRAFİĞİNİ HEP GÖZ ARDI EDİYORUZ. GÜNÜMÜZDE ASLINDA YAYA YOLLARI - GEÇİTLERİ VE YAYA HAKLARI İLE İLGİLİ SORUNLAR GİDEREK ARTIŞ GÖSTERİYOR. ÖZELLİKLE TRAFİĞE YÖNELİK HAYATA GEÇİRDİĞİ ÖZGÜN VE TEKNOLOJİK ÇÖZÜMLERİ İLE TÜRKİYE’NİN İHTİYAÇLARINA VE PROJELERİNE YÖN VEREN ISSD’NİN GENÇ TRAFİK MÜHENDİSİ FULYA ÖZSAN İLE DERGİ EDİTÖRÜMÜZ AHMET ŞAHİN BİR RÖPORTAJ GERÇEKLEŞTİRDİ.
34
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
1. Yaya haklarını anlatan, yayaya bu hakkı tanıyan bir yasa var mı? Ülkemizde, karayollarında can ve mal güvenliği yönünden trafik düzenini sağlamak ve trafik güvenliğini ilgilendiren tüm konularda alınacak önlemleri belirlemek amacıyla 1983 yılında 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu yürürlüğe girdi. Bu kanunda, yayaların uyması gereken kurallar ile hak ve yükümlülükleri belirtilmiştir. Ancak ne ölçüde uygulandığı ve yayaların erişebilirliği konusunda ne ölçüde yeterli olduğu tartışılması gereken konulardır. Öte yandan, kanundan ziyade, Avrupa Parlamentosu tarafından 1988 yılında yayınlanan Avrupa Yaya Hakları Bildirgesi’nin, kentteki bebekler, çocuklar, çocuklular, hamileler, yaşlılar ve engelliler dahil her yaştan insandan oluşan tüm yaya ve bisikletlilerin hakları için daha savunucu nitelikte olduğunu söyleyebilirim.
2. Şehir içi trafik düzenlemeleri yapılırken öncelik hep araçlardan yana kullanılıyor. Yaya göz ardı ediliyor? Bu konu ile ilgili görüşünüz nedir?
ile bu hizmetten faydalanacak yayaların güvenli bir şekilde yaya yolları ile toplu taşıma hatlarına entegre edilmesi gerekiyor. Bu konuda yerel yönetimlerce, otomobil yerine yayalara öncelik veren ulaşım politikalarının benimsenmesi için yapılmış kapsamlı çalışmalar var. Özellikle, Türkiye’nin de kurucu üyeler arasında olduğu Avrupa Konseyi’nin (Council of Europe, COE) Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nde, 1992 yılında kabul edilen Avrupa Kentsel Şartı 1 (European Urban Charter) en yapıcı örneklerden biridir. O dönemde, yerel yönetimler için pratik bir kent yönetimi el kitabı oluşturmak amacıyla hazırlanan bu şart, İçişleri Bakanlığı genelgeleriyle belediyelere iletilmiş ve yol gösterici olarak benimsenmesi istenmiştir. Yine aynı amaç doğrultusunda, Avrupa Konseyi tarafından 2008 yılında düzenlenen COE Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nde Avrupa Kentsel Şartı 2 kabul edilmiştir. Ancak kentlerin kontrollü büyümelerini ve sürdürülebilir politikalarla yönetilmesini öngören bu şartların ülkemizde daha çok benimsenmesi gerektiğini söyleyebilirim.
Sistem araçların trafikte kalma sürelerini azaltırken yaya güvenliğini de birinci planda tutmakta olup, sistemlerin yaya korumalı olarak çalışması konusunda titiz davranılmaktadır. Çorum Belediyesi’nin internet sayfasında aylık olarak yayınlanan performans raporlarından sistemin sağladığı iyileşmeyi takip edebilirsiniz.
Sürdürülebilir kentlerde yaşamak istiyorsak bunun temel bileşenlerinden olan sürdürülebilir ulaşımı da sağlamamız gerekiyor. Öncelikle her geçen gün trafiğe çıkan otomobil sayısındaki artış ile birlikte tüketilen yakıt miktarı ve karbon emisyonundaki artış göz önüne alındığında, çözüm şüphesiz hem trafiğe çıkan otomobil sayısını azaltmaktan hem de bu otomobillerin yolculuk sürelerini en aza indirmekten geçiyor. Bunun sağlanabilmesi için de kent içi ulaşım türlerinde toplu taşımanın payının arttırılması, dolayısıyla yeterli ve kaliteli toplu taşıma hizmeti
3.
Kim haklı? Yaya mı, araç kullanan mı?
Haklıyı belirleyebilmek için öncelikle kimin mağdur olduğu üzerinde durulması g e r e k i y o r. Daha önce de belirttiğim gibi, sürdürülebilir kentler istiyorsak, bunun yolu yaya öncelikli ulaşım politikalarından geçiyor. Yalnızca bu öncelik konusunu ele aldığımızda bile, ülkemizde taşıt öncelikli ulaşım sistemlerinin planlandığını düşünerek yayanın mağdur olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda verilebilecek çok sayıda örnek var.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
35
RÖPORTAJ
Ancak bir örnekle açıklamam gerekirse, kullanılan trafik levhalarına baktığımızda yaya geçitlerinde genelde sürücüleri uyarmak için üzerinde yaya simgesi olan levhalar kullanıldığını görürüz, ancak yayaları uyarmak için taşıt simgesi içeren herhangi bir levha göremeyiz. Bu uyarı önceliği bile, kent içi ulaşım sisteminde yayaların ikincil planda tutulduğuna yerinde bir örnektir. Bu durum hemzemin yaya geçitleri için geçerli olup, ne yazık ki ülkemizde yayaları alt/üst geçitlere yönlendiren uygulamalar da oldukça fazla tercih edilmekte. Oysa yolların kent içi işlevsel kademelenmesine göre, özellikle ana arterler üzerinde yayaların üst/alt geçide yönlendirilmemesi gerekiyor. Çünkü bu durumda da, önceliği taşıtlara vererek yayanın kat etmesi gereken mesafeyi arttırmış oluyorsunuz. Öte yandan yayaların ikincil planda tutulmasını daha genel kapsamda değerlendirirsek, kentteki ortak kullanım alanları içinde taşıt ve yaya yollarının kaplandığı alanlar kıyaslandığında, taşıt yoluna ayrılan alanların daha fazla olduğunu görebiliyoruz. Üstelik bu durum, yalnızca yolların kapladığı alanlarla sınırlı değil, taşıtlar için ayrılan otopark alanları da ortak kullanım alanlarının önemli bir kısmının yine taşıtlara ayrılmasına neden oluyor. Özellikle de kaldırımlardaki ve hemzemin yaya geçitlerindeki parklanmalar, yaya kullanım alanlarının işgal edilmesi anlamına geliyor.
4. Yayaların ve sürücülerin trafik bilincini geliştirmek için sizce neler yapılması gerekir? Kentlerdeki trafik sorunu büyük ölçüde uygulanan ulaşım politikalarına bağlıdır. 2014 yılının sonlarına doğru kabul edilen “Ulusal Akıllı Ulaşım Strateji Belgesi ve Eylem Planı”, yayaların ve sürücülerin trafik bilincini artırmaya yönelik çok sayıda uygulama ve önlemi içeriyor. Bu aşamada yerel yönetimlerin Akıllı Ulaşım Eylem Planı, Avrupa Kentsel Şartı 1-2 gibi yol gösterici politikaları benimsemesi kritik önem taşıyor.
36
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Trafik bilincini geliştirmeye yönelik seminer, eğitim ve çalıştayların düzenlenmesi, farkındalığı artırma kampanyalarının yapılması, bilgilendirme afişleri, levhaları, sosyal medya gereçleri vs. ile yol kullanıcılarının trafikte daha bilinçli ve saygılı olmalarının sağlanması, bu konuda yapılabilecek faaliyetlerden birkaçı olarak sayılabilir.
5. Çorum’da uygulanan Akıllı Kavşak Sistemi ile Çorum trafiğini yakından takip ediyorsunuz. Çorum’daki trafik uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Çorum’un merkezindeki trafiği yoğun olan 6 kavşakta hayata geçirdiğimiz Dinamik Kavşak Yönetim Sistemi CHAOSTM, araç yoğunluğuna göre yeşil ışık sürelerini düzenliyor. Bu sistem ile yeşil süreleri yoğun yönlerde uzatılarak, az yoğun yönlerde ise kısaltılarak kavşaklardaki bekleme süreleri, dolayısıyla trafikte harcanan zaman, karbon emisyonu ve çevre kirliliği de büyük oranda azaltılmıştır. Sistem araçların trafikte kalma sürelerini azaltırken yaya güvenliğini de birinci planda tutmakta olup, sistemlerin yaya korumalı olarak çalışması konusunda titiz davranılmaktadır. Fulya ÖZSAN Çorum Belediyesi’nin internet sayfasında aylık olarak yayınlanan performans raporlarından sistemin sağladığı iyileşmeyi takip edebilirsiniz. Bu kavşakların dışındaki diğer tüm kavşaklar da Trafik Kontrol Merkezi’ne entegre edilmiş olup, kavşaklara uzaktan anlık müdahale ve gözlem yapılabiliyor. Bu sistem şu anda birçok Büyükşehir Belediyesi tarafından kullanılmakta, ancak Çorum bu sistemi kuran ve başarılı şekilde işleten ilk İl Belediyesi özelliğini taşıyor. Akıllı trafik uygulamaları, yaya ve engelli öncelikli sistemleri önümüzdeki günlerde Çorum’da daha sık görmeye başlayacağız.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
37
RÖPORTAJ
38
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
*İsmail DÖLARSLAN Çorum doğal güzellikler bakımından çok zengin bir bölge olmasa da gizli saklı kalmış, gördüğünüzde sizi büyüleyecek kadar güzel ve doğal alanları da mevcut. Suludere Kanyonu da bunlardan biri. Çorum merkez Kışlacık köyü yakınlarında bulunan kanyon başlangıç noktasından itibaren yaklaşık 2 km uzunluğunda. Kanyonun içinde yaz aylarında suyu azalan bir dere akıyor. Bahar aylarında oldukça yoğun su var. Kanyon girişinde tarihi bir camiinin sadece minaresi kalmış. Adeta kanyon girişine bekçilik eder durumda. Köy önceden bu kanyonun girişindeymiş. Gelen bir sel hem köye hem de camiye büyük zarar vermiş. Ama minare sağlam bir şekilde tarihe tanıklık eder gibi dimdik ayakta.
Kanyon girişi pek ihtişamlı değil. Selin getirdiği taş ve kaya parçaları ile dolu. Yazın sıcak aylarında azalan su sanki burada buharlaşıyor. İlerledikçe sağlı sollu yükselen kayalar bir anda sizi yutuveriyor. O az gibi görünen su sanki birden artıyor. Biraz daha ilerleyince minik şelaleler karşınıza çıkıyor. Bunları kolayca aşıyorsunuz. Ama yavaş yavaş da ayaklarınızdan başlayarak ıslanmaya başlıyorsunuz. Yaklaşık 500 metre ilerledikten sonra engeller biraz daha büyüyor. 1 metre yüksekliğinde kayalar ve üzerinden akan su sizi zorluyor. Gökyüzü hala görünürken ince bir sesle kanyonun yukarısına doğru baktığınızda havada uçan kartalları net bir şekilde görebiliyorsunuz. Sonra ilginiz kayalığın sert kenarlarına kayıyor. Kocaman yuvalar var. Binlerce dal parçası bir araya getirilerek oluşturulmuş pek çok yuva bunlar. Bazısı eski harap olmuş, bazısı da yeni ve muntazam. Gökyüzündeki kanatlardan hala kullanıldığı anlaşılıyor. Yerdeki kemirgen iskeletleri ve yer sincabı, tavşan gibi hayvanların kafatasları da bu durumu tasdikler nitelikte. Biraz ileride daha küçük yuvalara rastlıyorsunuz. Bunlar da Küçük Akbaba ya da Mısır Akbabası yuvaları. Kanyonu oluşturan kaya duvarlar, kanyonun ortalarına doğru yeşermeye başlıyor. Duvar sarmaşıkları ara ara duvarları kaplayarak güzel bir görüntü oluşturmuş. Kanyonun orta kısımlarını geçtiğinizde önünüze birden bir şelale ve kaya bloğu çıkıyor. Yaklaşık 3-4 metre yüksekliğinde. Eğer yanınızda ip getirmediyseniz burayı aşamıyorsunuz ki biz ilk gittiğimizde buradan geri dönmüştük. Bir ip yardımı ile burayı da aşınca karşınıza birden inanılmaz bir manzara çıkıyor. Şimdi büyülenme zamanı. Tüm kayalar ve yer tamamen sarmaşıkla kaplı. Aradan sızan ışık gözünüzü alıyor. Derenin suyu yeşilliğin arasından pırlanta gibi parlıyor. Bu güzelliği biraz seyrettikten sonra ileride ne olduğunun merakı ile yola devam ediyorsunuz. Su birden yok oluyor. Saatlerdir takip ettiğiniz derenin sadece sesi geliyor ama su ortada yok. Sonra dikkatlice bakınca bir kaya kütlesinin altında kaybolduğunu anlıyorsunuz.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
39
RÖPORTAJ
*Fotoğraf Sanatçısı - Grafiker
Bu arayı da geçince karşınıza karanlık bir ara çıkıyor. Suyun sesi iyice azalmış durumda. Merakla içeri dalıyorsunuz. Karşınızda yine sizi şaşırtacak bir manzara... Şelale adeta kendini gizlemiş. Yaklaşık (yaklaşık diyorum çünkü yukarı çıkmak mümkün değil) 10 m yukarıdan akan şelale karanlık arada müthiş bir şov yapıyor. Daha yukarıda kanyon bitiyormuş. Görülecek son nokta şelale. Suyla serinleyip dinlendikten sonra geri dönüş yolu başlıyor. Dönüş yolunda çıkarken fark etmediğiniz farklı pek çok ayrıntı ve güzelliğe daha şahit oluyorsunuz. Köy sakinleri; kanyonun yapısının her yıl değişikliğe uğradığını özellikle belirttiler. Yağışların şiddeti ve gelen selin büyüklüğü şelalelerin büyüklüğünü ve kayaların yapısını değiştiriyormuş.
40
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Bazen kolayca ulaşılan kanyonun son noktasına bazı yıllarda ise çok emek harcamak gerekebiliyormuş. Kanyon güzel bir mekân. Ancak gitme mevsimini iyi ayarlamak gerekiyor. Öncelikle yağışların ani ve bol olduğu bahar aylarını seçmemek gerekiyor. Zira, ani bir sel anında kaçıp kurtulabileceğiniz bir alan yok. Kanyonun çoğu yeri 2-4 metre genişliğinde. Bahar sonu yani yaz başlangıcında sular azalmadan yağışsız ve her yer yeşilken gerçekten görülmesi gereken bir güzellik. Bu güzelliği görmek isteyenlere benim tavsiyem; yanlarına mutlaka sağlam bir ip ve en az 3 kişi ile gitmeniz. Bu arada yanınıza yiyecek bir şeyler almayı unutmayın. Az olmasın. Çok acıkıyorsunuz. Tecrübe ile sabit.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
41
Din bi KONU
*Metin UÇAR
“Ancak dinsel söylemi kullanan ama dinsel söylemin kurumsallaşması için üretilen geleneksel mekanizmalar, “dışarıdan gelenler” tarafından yok edildiği için o mekanizmayı içselleştiremeyen insanların elindeki din, “dışarıdan gelenlerin” vahşiliği ile karşılaştırılamaz da olsa, vahşice olmaktadır. Üstelik çoğu zaman “dışarıdan gelenlere” değil de yüzyıllardır bir arada yaşadığı “yanı başındakilere” yönelen bir vahşet olacaktır.”
42
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
ve
Şiddet D
in ve şiddet ilişkisi kadim bir tartışmadır. Dinlerin nihai hedefi barıştır ve olağan dönemlerde barış söylemi baskındır. Dinler, çok genel anlamda, bu dünya ve öte dünya mutluluğunu sağlamak için var olduklarını iddia ettiklerinden, ölmek ve öldürmek fiillerine –her iki mutluluğun en az birine zarar vereceği için- istisnai durumlarda cevaz verirler. Ancak olağanüstü (anlaşmazlıkların öne çıktığı ve olağan yollarla çözümlenemediği) dönemlerde dinsel söylem savaşlar için (ölmek ve öldürmek için) meşrulaştırıcı bir araca dönüşür. Söz konusu olan dünyevi bir iş ise (yönetimi ve/veya bir toprağı ele geçirmek, enerji kaynaklarına ve/veya su kaynaklarına sahip olmak, verimli tarım arazilerine el koymak gibi) ve bu dünyevi amacı gerçekleştirmek için dinsel söylem bir güç olarak yardıma çağrılıyorsa, ölmek
ve öldürmek konularındaki tüm bu istisnalar kaideye dönüşebilir. Tam da bu noktada, günümüz “dinsel şiddeti”ni anlamak için dinsel söylemin, “tanrının buyrukları” çerçevesinde mi yoksa “dünyevi işler için mi kullanıldığı sorgulanmalıdır.
Bu çerçevede, bazı coğrafyalarda anlaşmazlıkların her halükarda şiddete dönüştüğü ve şiddetin kendisinin kronik bir mesele olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu “bazı coğrafyalar” tabiri dünyanın diğer yerlerini temize çıkarmak için ayrıştırma amacıyla kullanılmamaktadır. Tam tersine (tüm dünyanın demek haksızlık olsa da) dünyanın çoğuna hükmeden egemenlerin eliyle belayı kendilerinden uzak tutma stratejisi olarak belirlenen “bazı coğrafyalardan” söz edilmektedir.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
43
bi KONU
“Bazı coğrafyalara” bakıp orada yaşayan halklar ve/
ettiler, bazılarını köleleştirdiler. Oysaki geleneksel dinsel
veya dinler üzerinden şiddeti teorize etmek, tam da bu
nosyonun hakim olduğu önceki dönemlerde (ki bu bölgeler
egemenlerin (eğer kötü niyet, vicdana çağrı engellemesi ya
Hz. Ömer döneminden bu yana Müslümanların egemen
da “şeytanla” bir anlaşma yoksa) oyununa gelmek anlamına
olduğu yerlerdir) zaman zaman bazı sorunlar yaşansa da
gelecektir. Bu durum Nijerya’lı Roman yazarı Chimamanda
yeni dönemden farklı olarak, Yezidiler iyi-kötü varlıklarını
Ngozi Adichie’nin Filistinli şair Mourid Barghouti’den
sürdürebilmişlerdi.
hareketle söylediklerine paraleldir.
Dinin olağan dönemlerde barışa katkı sunması ama
“(E)ğer birilerini kötülemek istiyorsanız, en kolay
olağanüstü dönemlerde şiddet kullanacaklara meşruluk
aşamasından
aracı olmasını anlatan en güzel örneklerden biri de “cihad”
başlayarak anlatmak. Hikâyeye, İngilizlerin gelişiyle değil,
kavramına bu farklı iki dönemde yüklenen anlamda
Amerikan yerlilerinin oklarıyla başlarsanız, tamamen
bulunabilir. Hindu araştırmacı Bobby Ghosh, burada
farklı bir hikâyeniz olur. Hikâyeye, Afrika’daki devletlerin
“olağan dönemler” dediğimiz dönemlere denk gelen
kolonilerden ortaya çıkışı ile değil, başarısız yönetimleriyle
“cihad” düşüncesini şu şekilde tarif eder. Why global jihad
başlayın ve tamamen farklı bir öykünüz olsun.”
is losing
yöntem,
onların
hikâyesini,
“ikinci”
İngilizlerin gelişi veya koloniler dönemi, dinlerin
“Müslümanların büyük çoğunluğu için cihad, inanç için
olağan “barış” nosyonun sonu ve olağanüstü dönemlerin
içsel bir mücadeledir. Bu mücadele; ahlâksızlığa, günaha,
başlangıcıdır. İşgal eden, köleleştiren, sömüren, aşağılayan
cazibeye, şehvet ve aç gözlülüğe karşı bir mücadeledir. Bu
“dışarıdan gelen güçlülere” karşı direnmek ve bu direnmeyi
mücadele, kişinin, hayatını Kur’an’da yazılı bulunan ahlâk
din de dahil meşrulaştırma araçlarıyla bezemek bir çok
yasalarına göre yaşamasının mücadelesidir.”
vicdanda anlamlı bir yer de bulacaktır. Ancak dinsel söylemi
Devamında
Ghosh,
1980’de
Sovyet
işgalindeki
kullanan ama dinsel söylemin kurumsallaşması için üretilen
Afganistan’da dışa karşı cihad fikrinin bazıları için daha
geleneksel mekanizmalar, “dışarıdan gelenler” tarafından
anlamlı olduğunu belirtir. Gerçekten de her zaman dış
yok
içselleştiremeyen
düşmanlara karşı mücadele etmek bütün toplumlar
insanların elindeki din, “dışarıdan gelenlerin” vahşiliği ile
için anlamlı görülmüş, yöneticilerin bazı durumlarda
karşılaştırılamaz da olsa, vahşice olmaktadır. Üstelik çoğu
aşırı hırslarını fark eden küçük bir azınlık dışında herkes
zaman “dışarıdan gelenlere” değil de yüzyıllardır bir arada
tarafından da desteklenmiştir. Bu anlamda dışa karşı cihad
yaşadığı “yanı başındakilere” yönelen bir vahşet olacaktır.
da kendiliğinden iyi ya da kötü olarak değerlendirilemez.
Ebu Gureyb Hapishanesinde, dışarıdan gelenler tarafından
“Haklı nedenler” üzerinde durulabilir. Ancak “dışarıdan
insanlık dışı muameleye tabi tutulanların bazıları (ki bu
gelenlerin” alt-üst ettiği geleneksel nosyon, insanların
muamelelerin “askeri istihbarat tarafından yönetildiğini,
adalet duygularını sarsmaya başladığında artık adaletsizlik
taciz ve kötü muamelenin fiilen resmi politika olduğunu ve
zincirine bir halka da adaletsizliğe uğrayanlar tarafından
sorgulamalara CIA ajanlarının da katıldığını” resmi ağızla
eklenebilmektedir.
edildiği
için
o
mekanizmayı
itiraf etmek zorunda kaldı ) bu insanlık dışı muamelede hiç payı olmayan mazlumları hedef aldıklarında bu durum daha net bir biçimde görülebildi.
Adil bir dünya olacağına dair inanç, şiddeti yok edebilecek tek ilaç gibi görünmektedir. Bu çerçevede Filistin’e özel bir yer ayırmak gerekiyor. Zira orada yapılan adaletsizlik
“Dışarıdan gelenlerin” zulmü altında ezilenlerden
“dışarıdan gelenlerin” uyguladığı en acımasızıdır. Sadece
bazıları, başka “bazı dışarıdan gelenler”le birlikte, bölgenin
bu durumun sürdürülmesi, en azından Ortadoğu’da, olağan
otantik
dönemlere dönmek için aşılmaz bir engeldir.
topluluklarından
olan
Yezidileri
yerlerinden
*Hitit Üniv. Öğretim Üyesi
44
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
45
RÖPORTAJ
Çorumlu olduğunu biliyor musunuz?
CANAN BAŞKAYA 1981 yılında TRT Ankara Radyosu’nun açmış olduğu stajyer ses sanatçılığı sınavını kazandı. Yaklaşık iki yıl süren eğitimden sonra 1983 yılında Ankara Radyosunda profesyonel Ses Sanatçısı olarak göreve başladı.
İlk, Orta ve Lise öğrenimini Ankara’da tamamladı. Ortaokul ve Lise yıllarında amatör olarak halk oyunları ve Halk Müziği topluluklarında görev aldı. 1981 yılında TRT Ankara Radyosu’nun açmış olduğu stajyer ses sanatçılığı sınavını kazandı. Yaklaşık iki yıl süren eğitimden sonra 1983 yılında Ankara Radyosunda profesyonel Ses Sanatçısı olarak göreve başladı. 1984 yılında müzik dünyasında “Ayrılık Hasreti” adlı albümüyle çıkış yaptı ve Milliyet Gazetesi tarafından “Yılın Halk Müziği Sanatçısı” ödülüne layık görüldü. Yurtiçi ve yurtdışında sayısız konserlere, etkinliklere, televizyon ve radyo programlarına katıldı. “Merhamet Kıl” “Gönül Senen Ayrılır mı” ve son olarak da “Gül Ek Yüreğine” adlı dördüncü albümle tekrar dinleyicileriyle buluştu.
46
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
1998 yılında 15 yıl hizmet verdiği TRT Ankara Radyosundan ayrılarak T.C. Kültür Bakanlığı’na Solist Sanatçı olarak geçiş yaptı ve Kültür Bakanlığının yurtiçi ve yurtdışı etkinliklerinde ve konserlerinde Devlet Sanatçısı olarak görev aldı, 2006 Ağustos ayında emekliye ayrıldı. Sanatını serbest olarak çeşitli yurtiçi ve yurtdışı etkinliklerde, konserlerde, sesli ve görüntülü medya programlarında devam ettirmektedir. 2008 yılında Köln’den yayın yapan Türkshow Televizyonunda her salı Canan Başkaya ile Türkü Show programını hazırlayıp sunmuştur . Şimdide Türkiye’de yaşamakta ve çeşitli radyo ve televizyon programlarına ve halk konserlerine katılmaktadır.
*Bülent AKYÜREK
insan en çok
İstisnasız her insan radyo, mikrofon veya kayıttan sesini dinleyince utanır, panik olur, kendi derinliklerinden gelen bu tonu komik bulup kaçmak ister! İlk televizyona çıktığımda programın tekrarını arkadaşlarla izlerken utanarak mutfağa kaçmıştım. Nasıl diyeyim? Çok saçma gelmişti galiba… İnanın, doktorlar “SES NAKLİ” diye bir şeyi becerirse herkes sıraya girecektir, emin olun… Aynalarla barışırsınız, bedeninizle barışırsınız ama sesinizle asla! Ölene kadar “Ses skandalı” yaşıyoruz, yaşayacağız. Boyu kısa olan insanlar seslerini kalınlaştırmak için çabalar… Uzunlar yumuşatır… Kendine güveni tam olanlar dangır dungur makamsız içinden geldiği gibi, ton ayarı yapmadan konuşurlar. Kimse, çıkardığı sese lâyık değildir, fazlasını isteriz. Sesine şükreden insan görmek mucizedir. Velhasılı; kendi sesimiz eksik yanımız… Kendi sesimizi kulağımız dinlerken ne kadar kötü!
*Gazeteci - Yazar AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
47
RÖPORTAJ
*Bilgehan TOZLU
48
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
49
bi TEKNO
Teknolojinin gelişmesiyle her geçen gün daha rahat, daha lüks ve daha konforlu bir hayat yaşamaktayız. Çok değil, yirmi yıl önce, evden çıkan biriyle akşam tekrar evde buluşana kadar görüşemiyorduk. Daha sonra cep telefonu icat edildi. İlk başta kocaman anteni, devasa büyüklüğü ve ağırlığıyla, ancak aile reisinin çok yüksek meblağlara alıp kullanabildiği cep telefonları vardı. Kısa bir süre sonra hem boyutları hem fiyatları küçüldü ve artık bütün evlere hatta, evdeki büyük sayılan bütün bireylerin ceplerine girdi. Daha sonra cep telefonlarına yeni teknolojiler eklendikçe, bu cep telefonları ortalama 3-4 yıllık sürelerle yenilendi. Gerek fiyatların düşmesi gerekse alım gücünün yükselmesiyle artık bir kişinin 2 veya 3 telefonu bulunabiliyor ve cep telefonu kullanımı neredeyse ilkokul yaşına kadar indi. Bir araştırma şirketinin sunduğu verilere göre dünyada bugün 4.3 milyar kişi cep telefonu kullanıyor. 1 Cep telefonu, teknoloji kullanımına sadece bir örnektir. Cep telefonu gibi sürekli gelişen ve sıkça yenilediğimiz bilgisayar, TV ve beyaz eşyalar gibi çokça teknoloji ürünü mevcuttur. Hayatımıza kolaylıklar ve fırsatlar sağlayan teknolojinin, en ileri seviyesini kullanmak çok güzel, ancak acaba yerine yenisini aldığımız eski cihaz ne oluyor? Yani yenisini alırken telefoncuya bıraktığımız telefon ya da yenisini alınca eskiciye verdiğimiz televizyon, kısacası elektronik çöplerimiz şu anda nerede? Kullanım ömrünü tamamlamış elektrikli ya da elektronik atıklara e-atık denilmektedir. Kişisel elektrikli-elektronik alet kullanımı son elli yıldır olduğu için, bugüne kadar e-atık diye bir problem yoktu fakat günümüzdeki kullanım düşünülecek olursa, yakın bir gelecekte e-atık probleminin dünya için ne denli büyük bir tehlike olduğu görülecektir. Günümüzde dünya genelinde yıllık 30 ila 50 milyon ton e-atık oluşmakta ve bunun sadece 2 milyon tonu toplanmaktadır.2 Baskı devreli kartlar, bataryalar, civalı anahtarlar, CRT’ler (katot ışınlı tüpler) gibi e-atıklar içerisinde; kurşun (Pb), civa (Hg), kadmiyum (Cd) ve arsenik (As) gibi zehirli elementler, altın (Au), gümüş (Ag), Paladyum (Pd), Platin (Pt), rodyum (Rh), alüminyum (Al), bakır (Cu) gibi değerli elementler ve kolaylıkla geri dönüştürülebilecek plastik, cam gibi 1000’den fazla madde bulunmaktadır.
50
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
E-atıklar çeşitli şekillerde bertaraf edilmektedir: Bazı gelişmiş ülkeler e-atıklarını fakir ülkelere göndererek, bazıları gömerek onlardan kurtulmaktadır. Bu yöntemlerden e-atıkları az gelişmiş ülkelere gönderme metodu en kolay yoldur. Fakat gönderilen e-atıkların belli bir süre sonra gönderildikleri yerde de e-atık olacağı ve geri dönüşümü yapılmadığında insanları, yeraltı sularını, havayı ve toprağı kısacası yaşadığımız dünyayı zehirleyeceği unutulmamalıdır. E-atıkları gömerek yok etme metodunda ise, e-atığın ihtiva ettiği kurşun, civa ve kadmiyum gibi zehirli maddelerin belli bir süre sonra toprağa ve yeraltı sularına karışması tehlikesi vardır. 10 gr. kurşunun 25.000 ton toprağı ve 200.000 litre suyu kullanılamaz hale getirdiği3 ve tüplü (CRT) bir TV veya ekranın 2-4 kg. kurşun içerdiği4 düşünülürse, e-atıkların gömülmesinin tehlike boyutları görülecektir. Ayrıca gömülen e-atıklar bir muz kabuğu gibi 2-3 haftada çözünerek doğaya karışmayacaktır, alüminyum atıkların 500 yılda, cam ve plastik atıkların 1.000.000 yılda çözüneceği öngörülmektedir.5 Az gelişmiş ülkelerde kadınlar, mahkûmlar ve çocuklar (teknoloji ürünü olan) e-atıkları, teknolojiden çok uzak ilkel yöntemlerle parçalamakta ve bileşenlerine ayırmaktadır. E-atıkların geri dönüşümünü kısmen sağlamaktadırlar ancak çok ciddi sağlık tehditleri altındadırlar. Hindistan, Çin gibi ülkelerde ise e-atıkların açıkta yakılması ve asit banyosu işlemleriyle bazı metalleri geri kazanılmaktadır, diğer zehirli maddeler ise toprağa, suya ve havaya karışmaktadır. E-atıklar yakılarak yok edildiğinde ortaya çıkan zehirli gazlar atmosferi kirletmektedir. Ayrıca floresan lamba, CRT (tüplü) TV ve ekranlar gibi e-atıkların içinde civa ve fosfor gibi gazlar bulunmaktadır. Bu e-atıklar kırıldığı zaman içerisindeki zehirli gazlar bebek ve çocuklarda beyin hasarları ve üreme bozuklukları yapabilmektedir.6 Teknolojik çöp olan e-atıklar, ilgili sertifikalara sahip şirketler tarafından profesyonel bir şekilde geri dönüştürüldüğünde; e-atıklar, e-maden ocakları haline gelebilmektedir. Tipik bir bilgisayar devre kartı yaklaşık olarak %20 Cu (200 kg/ton bakır) ve %0,025 Au (250 gr/ton altın) içermektedir.7 Bu veriler göz önüne alındığında, devre kartlarının, altın cevherlerine (~1-10 gr/ton Au) göre 25-250 kat daha fazla altın ve bakır cevherlerine (~%0,5-1 Cu) göre ise 20-40 kat daha fazla bakır içerdiği anlaşılmaktadır.8 Yani doğadaki bir hammaddenin işlenerek elde edilmesindense, e-atıklardan elde edilmesi çok daha ekonomiktir. E-atıklar geri dönüşüm işleminden önce bünyelerinde bulunan altın oranına göre yüksek, orta ve düşük tenörlü olarak ayrılabilir. E-atık kapsamına giren eşyalar nelerdir? Büyük ev eşyaları (buzdolabı, çamaşır makinesi vb.), küçük ev aletleri (elektrik süpürgesi, tost makinesi vb.), bilişim ve telekomünikasyon ekipmanları (bilgisayarlar, telefonlar vb.), tüketici ekipmanları (video kameralar, müzik enstrümanları vb.), aydınlatma ekipmanları (flüoresan
lambalar vb.), elektrikli ve elektronik aletler (büyük ve sabit sanayi aletleri hariç olmak üzere, matkaplar, testereler vb.), oyuncaklar, eğlence ve spor aletleri (video oyunları, jetonlu makineler vb.), tıbbî cihazlar (diyaliz ekipmanları, analiz ekipmanları vb.), izleme ve kontrol aletleri (termostatlar, ısı ayarlayıcıları vb.) ve otomatlar (para, içecek otomatları vb.) e-atık kapsamına giren eşyalardır. Acaba bu e-atıkların hangileri yaşadığımız şehirde veya ülkemizde geri dönüştürülebiliyor? 10’a yakın şirket ve bazı Büyükşehir Belediyeleri e-atıkları kullanıcıların istedikleri yerden gidip teslim alıyorlar. Toplanan e-atıkların %100’ü bugün için ülkemizde geri dönüştürülememektedir. Ancak e-atıklar toplandığında, en azından doğaya verebilecekleri zararlar engellenmiş olacaktır. E-atıkların geri dönüşümü yapılabilen kısımlarından ham maddeler kazanılmakta, geri dönüşümü yapılamayan kısımları ise yurtdışında bu işi yapabilecek yerlere ihraç edilmektedir. Bugün için yeni yeni başlayan e-atık sorunu, eğer gerekli önlemler alınmazsa yakın bir gelecekte dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirecektir. Aslında bu zarar gibi görünen durumu kolay bir şekilde kâra dönüştürmek mümkündür. Yapılması gereken işlemler şunlardır: 1. E-atık konusunda toplumun bilinçlendirilmesi gerekmektedir. 2. E-atıkların evsel diğer atıklar gibi olmadığı, toprağı, suyu ve havayı zehirleyerek dünyayı yaşanmaz hale getireceği anlatılmalıdır. 3. E-atıkların geri dönüşümle milli bir servete dönüşeceği bilinmelidir. 4. E-atık konusunda bazı yasal düzenlemeler yapılarak bir devlet politikası belirlenmelidir. 5. Yerel yönetimler e-atık toplama merkezleri kurarak e-atığın geri dönüşümünü sağlayacak çalışmaları gerçekleştirmelidir. 6. E-atıkların kırılıp dağılmadan toplanması bilinci ve hassasiyeti geliştirilmelidir. 7. Kurum, kuruluş ve medya öncülüğünde bir seferberlikle topluma anlatılmalıdır. *Hitit Üniversitesi Öğretim Üyesi
KAYNAKLAR 1http://www.statista.com/chart/1517/worldwide-mobile-phone-users/ 2Nairobi Declaration, United Nations Environment Programme, 2006. 3Muammer Kaya, Küresel Elektronik Atık Pazarı 2009’da 11 Milyar Doları Geçecek, Üniversite ve Toplum, Cilt: 5, Sayı:4, Eskişehir-Osmangazi Üniversitesi, Eskişehir. 4Muzaffer Kaya, E.S.Hosseini, Stuttgart. 5http://www.eastman.com/GSAR/Documents/HS_Lesson_1.pdf 6Molly Macauley, K. Palmer, J.-S. Shih, Dealing with electronic waste: modeling the cost sand environmental benefits of computer monitör disposal, Journal of Environmental Management 68, pp. 13–22, 2003. 7Christian Hagelüken, Improving Metal Returns and Eco-efficiency in Electronics Recycling – A Holistic Approach for Interface Optimisation between Preprocessing and Integrated Metals Smelting and Refining, IEEE International Symposium on Electronics & the Environment, San Francisco, s. 218-233, 8-11 Mayıs 2006. 8E. Yener Yazıcı, H. Deveci, E-Atıkların Çevresel Etkileri ve İkincil Kaynak Olarak Ekonomik Potansiyeli, Çevre Bilim & Teknoloji, s. 13-28, 2011.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
51
bi TÜRKÜ
BiR
E Y A K i H R i B i de yazdım m e h m u d u k o Hem n bezdim e d n e s a y n ü d Yalan ı gezdim Dağlar koyağın ur mu oy… n lu u b m ru v a y Yiten Kübra ÜNAL
52
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Yavru yitmeye görsün bir kez.Bulunmaz. Değil dağların koyağı, ırmakların kaynağı,yayların çimeni,ovaların çiçeği,hiçbir şey,hiç bir kişi geri getiremez onu.Ehh ana yüreği bu.Dayanması zor. Dağlara düşüp araması doğal; ne ki giden geri gelmez. Şundan ki yiten candır.Alıp yerine koyamazsın. Nefesin sonu çıkmaya görsün boğazdan bir kez. Dönüşü olmaz.Ama ağlamak,dövünmek,türkülere sığınmak da insanların kendi elinde.Türkümüze öykü olan olay,1930’larda Çorum’un Osmancık ilçesinin Hacıhamza kasabasında geçer.Kasabada köklü bir aile yaşar o yıllarda.Bu ailenin de Mehmet Bey adlı bir oğlu vardı.Mehmet Bey;geniş omuzlu,kaytan bıyıklı,iri kıyım bir delikanlıdır.Çevresindekilere yaptığı iyiliklerden ötürü de herkesin saygısını, sevgisini kazanmıştır.Yeni evlendiği eşiyle de çok iyi anlaşmaktadır.Hele eşi ona nur topu gibi bir oğlan çocuğu doğurduktan sonra daha da mutlu olmuştur.Bir çocuk ki gözleri yumuk yumuk . Çocuk daha bir mutlu ediyor aileyi.Evin havası birden değişiyor.Gelenler gidenler çoğalıyor. Dosta ahbaba telgraf çekiliyor “bir oğlumuz oldu” diye. Uzaktan mektuplarla kutlayanlar.Sözün özü evde bir şenlik,bir şölen.”Aaa…İzmir’den Nurettin Amcalardan tel geldi,kutluyorlar.Bu da Adana’dan Niyaz Bey’den geliyor.Bu telde Çorum’dan,ama tebrik değil.Bak hele Mehmet neymiş?”Şey,hükümet teli bu.Bir iş için çağırıyorlar.Gitmek gerek.Hükümet işi ihmale gelmez. Tez zaman da gitmeli” diyor Mehmet Bey.Vakit öğleyi geçkindir ama olsun hükümetin çağrısı gecikmeye gelmez.Varıp anlamalı işin aslını.Adamlarına seslenir.İki at eyerlemelerini söyler.Karısına da “İşim biter bitmez dönerim.Hem yavruma da ufak tefek bir şeyler alırım. Sana da giyecek gerekli.Elbiselerin bol geliyor,gelen gidenimiz olur bu günlerde.Ele güne karşı ayıp olur. Bir kaç elbiselik arlım.Anamı da unutmamak gerek.İlk torunu kadıncağızın.Nasılda yoruldu gebeliğinde senin. Meraklanmana
gerek
yok.Çorum
ne çeker ki.Akşam Osmancık’a varırız.Sabahın erinde oradan çıksak,karanlık çökmeden tutarız Çorum’u. Mehmet Bey bir yandan bunları söylüyor;bir yandan da kucağına aldığı oğlunu seviyor. Kokluyor,öpüyor,bağrına basıyor.Bırakamıyor çocuğu kucağından.Şaha kalkıyor,demeye kalmadan ,silahlı iki kişi atlıyor yola.Saç-sakal birbirine karışmış,iki dağ adamı bunlar.Yolun dar boğazı.Yana yöne kaçacak yer yok.Ancak geri dönülebilir.Mehmet Bey de ona davranıyor.Ama daha atını döndürür döndürmez iki kişi de orada peydahlanıyor.”Canınızı seviyorsanız davranmayın.Kurşunu yersiniz yoksa.Boşaltın ceplerinizi, atlarınızı da bırakıp, koyulun yola” diye ünlüyorlar. Mehmet Bey bakıyor kaçış zor. Teslim olup, parasını silahını, atları vermek de işine gelmiyor. Gurur meselesi yapıyor. Bir anda atıyor kendini yere, silahına sarılıyor. Adamı da atıyor attan. Seyip kalan atlar, kişneyip tepiniyorlar. Aynı anda da kurşunlar vızılamaya başlıyor. Mehmet Bey bir ağacı siperlemiş kendine, basıyor tetiğe. Adamı da sol yanından ateşliyor silahını. Vuruşma epey sürüyor. Mehmet Bey’in de adamının da kurşunları azalıyor. Daha dikkatli kullanmak zorunda kalıyorlar kurşunlarını. Çok geçmeden onlarda bitiyor. Eşkıya azgın. Bir iki kez yine teslim çağrısını yapıp, basıyorlar kurşunu ardından. Mehmet Bey’den bir “Ah” sesi yükseliyor. Yığılıp kalıyor bir kenara. Adamı derseniz ağır yaralı yıkılıyor yere. Neden sonra ayıkıp bir bakıyor ki sağ yanında yatıyor Mehmet Bey. Cansız. Üstü başı kan içinde. Kendisi de yaralı. Cepleri boşaltılmış. Silahları da yok yanlarında. Haber Hacıhamza kasabasına ulaşınca, anasını, karısını, hısım-akrabasını bir ağıt tutuyor. Kimi beşikte yatan üç günlük yavruya üzülüyor; kimi Mehmet Bey’in yiğitliğini dillendiriyor. Kişiliğini övüyor. Sonra tüm bu duygular, bir türküye dil oluyor. Hacıhamza kasabası da Osmancık ilçesi de dar geliyor Türküye. Yankılanıyor, yankılanıyor.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
53
RÖPORTAJ
* Adnan YALÇINKAYA
54
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
“Oğlum bak uzaklardasın, benim de yaşım ve hastalığım oldukça ilerledi ve dünyadan ayrılma vaktim geldi. Sen orada önemli bir iş yapıyorsun. Eğer sen oralardayken ölürsem beni defnetmek için gelme. Benim cenazemi buradakiler kaldırır. Oradaki insanların benden daha çok sana ihtiyacı var. Beni defnetmek için gelirsen onları mağdur edersin.” Hastalara karşı şefkat, merhamet ve bilimsel bilgiler ışığında doğru bir yaklaşımda bulunmak bir hekim için vazgeçilmezdir. Nasıl ki dualar, eldeki bir dinamitin patlamasına mani olabilir ise, alınan beddualar da pekâlâ o dinamiti patlatabilir. Rahmetli dedem (babamın babası) 1941’de bir gün, göçebe bir grubun 10 gün önce kervanını kaldırdığı yerden geçerken kola kutusunu andıran bir metal bulur. Daha önce görmediği bu cisim merakını cezbeder ve tamirhanesine götürür. Matkapla delip içinde ne olduğuna bakmaya karar verir. Tam delecekken bir arkadaşı gelir ve kırılan sabanını yapmasını ister. Dedem metal kutuyu delmekten vazgeçip sabanı tamire koyulur. Birkaç saat sonra iş bitiminde metal kutu tekrar aklına gelir. Delmek için tekrar kutuyu matkabın altına koyar. Bu esnada yoldan geçerken dedeme selam vermek için başka bir arkadaşı tamirhaneye girer:
sofrasına otururmuş. “O gün dinamit kapsülü elimde patlamadıysa dişini çektiğim o insanların dualarının hürmetinedir” derdi dedem. 1998 yılında bir Aralık günü dedem 90 yaşında aniden vefat ettiğinde en az benim kadar dinçti. Bu yazıyı yazdığım gün diğer dedemi (annemin babası) kaybettim. İçimde bir parçamı kaybetmenin hüznü var. Son konuşmamızda “Oğlum bak uzaklardasın, benim de yaşım ve hastalığım oldukça ilerledi ve dünyadan ayrılma vaktim geldi. Sen orada önemli bir iş yapıyorsun. Eğer sen oralardayken ölürsem beni defnetmek için gelme. Benim cenazemi buradakiler kaldırır. Oradaki insanların benden daha çok sana ihtiyacı var. Beni defnetmek için gelirsen onları mağdur edersin.” dedi. O gün dedemin ne söylediğini anlamamış ve “olur mu öyle şey. Allah gecinden versin dede” diyerek geçiştirmiştim. Bugün ise anlıyorum ki dedem hekimlik mesleği ve insan hayatının ne kadar önemli olduğunu kendi lisanı ile izah ediyordu.
Kur’an-ı Kerim’de (5/32) “Her kim bir insanın hayatını kurtarırsa tüm insanlığı kurtarmış gibidir.” buyrulur. Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insan Kur’an’da din, dil, ırk ve başka herhangi bir ayrılık gözetilmeden değerli kılınmıştır. İnsan canı -Mehmet ne yapıyorsun dur, der. Dedem bu kadar kıymetli iken bu emaneti güzel bir şekilde muhafaza etmek için yapılan her türlü matkabı durdurur. büyük, küçük iyi işin yaradan nezdinde karşılık -Hayrola Osman Çavuş ne oldu. bulmayacağını düşünmek Rahman ve Rahim olana karşı yapılacak en büyük nankörlüktür. -Sen neyi deldiğinin farkında mısın?
Osman Çavuş askerde elinde dinamit kapsülü patladığı için parmaklarını kaybetmiş biridir. Yoksa o yıllarda Antalya’nın Kumluca ilçesinde kimse dinamit kapsülünün neye benzediği bilmez.
Hekimlik mesleğimi icra ederken, bir dedemin başından geçen bu olayın ve diğer dedemin öğüdünün hastalara karşı yaklaşımımda önemli bir yeri vardır. Her ne kadar yaşadığımız bazı olaylar (dedemin başından geçen olay gibi) neden-sonuç ve mantık örgüsü çerçevesinde izah edilemez olsa da biliyoruz ki bunlar yaradanın takdiri ölçüsünde ortaya çıkmıştır.
Dedem 1980’lere kadar Kumluca’da diş hekimi yokken kimseden hiçbir karşılık beklemeden diş çekmiş biridir. Bazı uzun ve sıcak yaz günleri bahçede çalıştıktan sonra akşam eve geldiğinde ondan fazla kişinin diş çektirmek için evin önünde dedemi beklediğinden bahsederdi babam. Yorgunluğuna aldırmaz, elini yıkayıp diş çekmeye koyulurmuş. Kapıda bekleyenlerin dualarını alıp evlerine yolladıktan sonra
Hayatta bir şeye karar verirken kendi hesabımızdan önce mutlaka yaradanın hesabını düşünmemiz gerekir. Bu hekimlik mesleği için de böyledir. İşin içinde kul hakkı vardır. Hastalara karşı şefkat, merhamet ve bilimsel bilgiler ışığında doğru bir yaklaşımda bulunmak bir hekim için vazgeçilmezdir. Nasıl ki dualar, eldeki bir dinamitin patlamasına mani olabilir ise, alınan beddualar da pekâlâ o dinamiti patlatabilir.
Dedem şaşkın şaşkın bakar. Osman Çavuş: -Bırak o dinamit kapsülünü Mehmet. Canından olacaksın! Nereden buldun bunu?
* Hitit Üniv. Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
55
bi YER
Erol TAŞKAN
Türkiye’de Ayakkabısız Girilen İlk ve Tek
BAKKAL Küçük ve şirin bir görünümü var. Ayakkabıyı çıkarmayı göze alan içeriye girip alışverişini yaparken, ayakkabısını çıkarmak istemeyenler için de alışveriş penceresi var. Pencere başına gelen müşteri, istediği alışverişi yapıp hayırlı işler dileğiyle ayrılıyor bakkaldan.
56
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Türkiye’nin ayakkabısız girilen ilk ve tek bakkalı olma ünvanlını elinde bulunduran Kayaağzı Köyü Bakkalı, ilk görenleri şaşırtıyor olsa da, 24 yıldır Kayaağzılılar ve çevre köyler, ayakkabısız bakkala fazlasıyla alışmış. Şaşıranların da beğenip takdir ettiği uygulama sayesinde, bakkalın içerisi tertemiz. Bir köyde olması gerekenden daha öte bir bakkal bulurken, ayakkabıları çıkarıp içeriği girdiğinizde ilk başta eve giriliyormuş gibi bir his uyanıyor. Bakkalın içinde güleryüzüyle müşterilerini karşılayan Hüsnü Karslıoğlu ve İsmail Karslıoğlu kardeşler, yarı misafir yarı müşteri hükmündeki insanlara güleryüzleriyle hizmet ediyor. Tabelaları yok fakat bakkalın ismi soyadlarını almış doğal olarak. Karslıoğlu Bakkaliyesi, bölgenin merkezi konumunda bulunan Kayaağzı Köyü’ne ve çevre köylere hizmet veriyor. Sabah namazı sonrası açılan bakkal, gecenin 10.00’una kadar müşterinin emrine âmâde. 1986 yılında karar verilmiş bakkalın açılmasına. Günün şartlarına göre çiftçilik yaparak geçimlerini sağlayan Karslıoğlu kardeşler, evlerinin altına bir bakkal açıp hem insanlara hizmet etmeye, hem de bakkalın geliri ile geçimlerine destek olmaya karar vermiş.
İlk başlarda yoğun bir iş temposu olan Karslıoğlu Bakkalı’nın iş hacmi, bugünlerde bir köy bakkalının olması gerektiğinden daha az. Bakkallık onlar için bir yaşam biçimi haline gelmiş. 62 yaşındaki büyük ağabey Hüsnü Karslıoğlu, bakkallık mesleğinin bayram seyran dinlemediği gibi cenazeyi bile umursamadığını anlatıyor. Yani sözün özü, iki eliniz kanda da olsa müşteriye hizmet etmek işin esasını oluşturuyor. Gecenin bir vakti uykuda iken, çalan kapıya cevap verip, vatandaşa gece lazım olabilecek her ne varsa, hazırlamak ta görevler arasında yer alıyor. Bu bakkalda hizmet saatinde sınır olmadığı gibi çeşit konusunda da sınır yok. Günlük ekmekten günlük simide, iş eldiveninden inşaat çivisine, iğne-ipliğe kadar her şey bu bakkalın çeşitleri arasında yer alıyor. Bakkalın ilk açıldığı gün, kimileri ayakkabısız girilmesi konusundaki kuralı yadırgayıp dudak bükmüş. Sonra herkese de mantıklı gelmiş. Köy yerinde toz toprağın bol olması, hele de hayvancılıkla uğraşılması nedeniyle hayvan pisliğinin ayakkabılarla etrafa dağılması de göz önünde bulundurulunca, alınan kararın yerinde bir karar olduğuna tüm köylü hem fikir olmuş. Buram buram nostalji kokan bakkalın ayakkabısızlık özelliği de, sanki ziyaret edilmeyi bekleyen gizli bir kültür hazinesi konumuna taşımış Karslıoğlu Bakkaliyesi’ni. Küçük ve şirin bir görünümü var. Ayakkabıyı çıkarmayı göze alan içeriye girip alışverişini yaparken, ayakkabısını çıkarmak istemeyenler için de alışveriş penceresi var. Pencere başına gelen müşteri, istediği alışverişi yapıp hayırlı işler dileğiyle ayrılıyor bakkaldan. “Artık eskisi gibi iş yok” diyen Hüsnü Karslıoğlu, köylülerine karşı sorumlulukları bulunduğunu belirterek 24 yıl üzerlerine aldıkları hizmet yükümlülüğüne devam ettiklerini anlatıyor. Kardeşlerin her iki de sessiz ve mütevazi insanlar. Tipik Anadolu Köylüsü’nde olması gereken
mütevazilik, esnaf ahlaki ile de bütünleşince ortaya birinci sınıf hizmet kalitesi çıkıyor. Sıradan bir bakkal alışverişinin küçük detaylarda saklanan mutluluğa dönüş sırlarını birer birer burada yaşamak mümkün. Özellikle köy dışından gelen konukların ziyaret edip alışveriş yapmaktan büyük mutluluk duyduğu bu bakkalda, 24 yıldır sobanın üzerinden eksik olmayan demlikten çay içip, baştan sona nostalji kokan tereklerde dizili ürünlere bakmak büyük keyif veriyor. Alışveriş için içeri adım atan müşteri, şehir bakkalından alışveriş yapar gibi alacağını alıp, parasını vererek ayrılmıyor. Kısa bir sohbetle başlayan hal-hatır sorma işlemi, kimi zaman tüm akrabaların hal ve ahvalinden haberdar ediveriyor. Esnaflığı kazanç kapısı olmaktan öte, hizmet kapısı olarak tarif eden Hüsnü Karslıoğlu ve kardeşi İsmail Karslıoğlu, telefonların yaygınlaşmasından evvel, adeta Kayaağzı Köyü’nün ve çevre köylerin haber alma merkezi gibi çalışıyormuş. Birbirlerine haber bırakmak isteyen insanların iletişim merkezi görevini görmüş yıllardır. Son yıllarda artan telefon varlığı bu görevi biraz askıya almış olsa da, yine de eskiye bağlı alışkanlıklar kimileri tarafından sürdürülüyormuş. Ayakkabı meselesine tekrar dönecek olursak, Hüsnü-İsmail Karslıoğlu kardeşler ayakkabısız girilen başka bir bakkal duymamış ve görmemiş. Bu konuya şahit olan herkim varsa, 24 yıldır başka bir bakkala ayakkabısız girildiğinden söz etmemiş. Yani, uzun lafın kısası, birisi çıkıp ta, falanca bakkala da ayakkabısız giriliyor diyene kadar Kayaağzı Köyü’nde 24 yıldır hizmet veren Karslıoğlu Bakkaliyesi, Türkiye’nin ayakkabısız girilen tek bakkalı olma ünvanını koruyacak.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
57
bi ANALiZ
SENDİKALAR İşçiler gerçek düşmanlarının makineler değil, makinelerin sahipleri olan kapitalistler olduğunu zamanla daha net kavrayabilmişler ve mücadelelerini kalıcı hale getirmek için sendikalara yönelmeye başlamışlardır.
58
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Bugünkü sendikalara benzer özellikte bilinen ilk sendikal örgütlenmeler 1700’lü yılların başında İngiltere’de ortaya çıktı. Bunların çoğunluğu meslek sendikalarıydı. Türkiye’de sendikalar Batı’daki örneklerine göre çok ileri tarihlerde ortaya çıktı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde belli üretim dalları dışında sanayileşme yaşanamadığından işçi sınıfının ortaya çıkışı gecikmişti. Buna bağlı olarak sendikaların ortaya çıkması da batıdaki örneklere göre ileri tarihlerde oldu.
Sendikalar dünya ve ülkemiz sendikal hareketini irdelemeli, gelişmelerin sendikal alanda yarattığı tahribatları kavramalı, sendikal mücadeleyi ve alanı yeniden tarif etmeli, politikalar geliştirip örgütlenme modelleri geliştirmeye kafa yormalıdır. Kamu alanında yürütülen “eski tarz sendikacılık” bu tıkanmayı aşamaz. Kamu alanında iş bulup düzenli bir maaş aldığı düşünülen ayrıcalıklı “memur”, “işçi” örgütlenmesini aşan, derin ekonomik ayrılıkların yaşandığı, işsizlik gibi toplumsal sorunları da sahiplenen bir eksende mücadele edilmelidir. Asgari ücret altında, ortaçağın kölelik koşullarında çalışmaya ve ücrete mahkûm edilen, patronu olmayan, kimin hesabına çalıştığını bilmeyen, yeni çalışan profillerinin türediği, vahşi koşulların hüküm sürdüğü çalışma alanları mevcut. Bu alanlarda ciddi bir örgütlenme zafiyeti yaşanıyor. Bu insanların çalışma, yaşama, koşulları kimsenin ilgisini çekmiyor. Bir bütün olarak çalışma hayatı taşeronlaştırılırken, sendikalar bu girişimleri püskürtecek mücadele geliştir(e)miyor. Sendikalar saldırıları sınıf perspektifinde değil, kendi politik tercih ve çıkarlarına göre değerlendiriyor.
örgütlenme alanlarını tehdit ediyor. İşsiz kitlelere ilişkin bir çalışma, örgütlenme bulunmuyor. Toplumun diğer mağdur, mazlum kesimleri ile ilişki geliştirilmesi düşünülmüyor. Ekonomik krizler karşısında tutunamayıp, proleterleşen, işsizleşen küçük esnaf vs. çevrelerin yaşadıkları sahiplenilmiyor. Latin Amerika ülkelerinin toplumsal hareketleri, sendikaları ciddi bir irdelemeyi ve incelemeyi gerektiriyor. Oradaki “toplumsal hareket sendikacılığı” diye formüle edilen örgütlenme ülkemizdeki derin ayrılıkların, bütünleşmesini sağlayabilecek argümanları içinde barındırıyor. Türkiye’nin ekonomik, politik, sosyolojik yapısı Latin Amerika ülkeleri ile benzer -benzemez yanları olabilir. Farklılıklar gösterse de, mağdur olan sistemin dışladığı yoksul, çaresiz insanların örgütlenmesi hedef ise, bu modeli uygulanır kılmak mümkündür.
Gerek dünyada gerekse ülkemizde sendikal alana ilişkin politika belirlemek güçleşiyor. Emek hareketleri kan kaybediyor. Ezberci sloganlarla açıklamaya çalıştığımız “kapitalist emperyalist” dünyada yaşananları kavramada güçlük çekiyoruz. Dünyada yaşanan ve ülkemize yansıyan her politik gelişmeyi “neo-liberal” saldırılar olarak açıklayıp, zihnimizi ezber tekrarların dışına çıkaramıyoruz. Ya kavrayışımızda zihni algılarımızı zorlayan bir eksiklik, ya da uyguladığımız metotlarda, örgütlenme paradigmamızda, ilişkilerimizde ciddi sorunlar var. Bunların berrak, duru hale gelmesi için sendikacılığı yeniden tarif etmemiz zorunluluktur.
Türkiye sendikal hareketi, dünya sendikal hareketleri ile sınıf dayanışmasını geliştirmelidir. Bu sendikalarla eşgüdüm içerisinde mücadele etmenin olanakları bulunmalıdır. Nasıl ki, lokal bir eylem kendi çeperini aşıp genelleşemiyorsa, küresel kapitalizmin saldırılarının küresel bir mücadele tarzı ile püskürtüleceği bilince çıkartılarak uluslar arası sendikalarla mücadele yolları aranmalıdır.
Diğer yandan işsiz sayısında sürekli yaşanan artış, kamu emekçilerinin
Bu örgütlenmeyi yaratan ülkelerin pratiklerine bakıldığında örneğin; grev dediğinizde hayat durmaktadır. Bir işkolunda yapılan grevde diğer toplum kesimleri seyretmemektedir. Toplumun bütün farklı alanlardaki dinamiklerin sürece katıldığı, deyim yerindeyse hayatın durduğu GREV örgütlenebilmektedir. Öğretmenler ve öğrenciler okullara gitmemekte, kamu çalışanları bürokratik işlemleri yapmamakta, trenler, tramvaylar, vapurlar işlememekte, bankalar çalışmamakta, çöpçüler çöpleri toplamamakta, esnaf dükkânlarını açmamakta ve hatta balıkçılar balığa çıkmamakta ve kısacası bütün toplum adeta hayatı kilitlemektedir.
Egemenlerin “böl, parçala, yönet” politikaları deşifre edilmeli, emekçiler sağcı-solcu, alevi-sünni, türk-kürt vs. gibi sanal ayrılıklardan arınmalıdır. Sendikalar emekçileri sınıf bilinci ile donatmak için politikalar geliştirmeli, eğitici faaliyetler örgütlemelidir. Tepeden tırnağa hayatı yaratanlar, kendi sınıfsal çıkarlarını kavradığında, yeni bir hayatın yaratılması da, “toplumsal hareket sendikacılığı” türü örgütlenmeleri başarmak da imkansız değildir. Sendikalar gerçekçi olup, imkansızı istemeli, mücadelesini bu eksende sürdürmelidir.
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
59
RÖPORTAJ
60
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
Kartalkaya Kayak Merkezi Kartalkaya kayak merkezi Batı Karadeniz Bölgesi’nde, Bolu il merkezinin 38 km. güneydoğusunda, Köroğlu Dağı turizm alanı içerisinde yer almaktadır. Kayak alanı 1850–2200 m. yükseklik kuşağı üzerinde bulunmaktadır. Yöre, yarı ılıman bir iklime sahiptir. Kartalkaya Kayak Merkezi ve çevresi orman örtüleri ile kaplıdır. Hakim rüzgâr yönü batı–kuzeybatıdır.Alp kayağı, kayaklı koşu (cross-country) ve tur kayağı için uygun koşullara sahiptir. Yılın 4 ayı (15 Aralık-15 Nisan) kayak yapmak mümkündür. Ortalama 250 cm. kar kalınlığı vardır.
Gerede-Esentepe Arkut Dağı Kayak Merkezi Gerede’nin kuzeyinde, 1300 m. yükseklikte, kış sporları ve kayak imkanına sahip bir otelin bulunduğu yerdir. Asırlık çam ağaçlarının bulunduğu Esentepe’ye bu isim bölgenin sürekli esmesi nedeniyle Atatürk tarafından verilmiştir. Esentepe’nin 4 km kuzeyinde Arkut Dağı’nda bulunan pistlerde kayak yapılmakta ve her yıl uluslararası kayak yarışmaları düzenlenmektedir.
Detaylı bilgi ve rezer vasyon için YGT Medya Travel Tel : 0364 333 1 555
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
61
bi BiLGi
*Sabri ÜRE
TÜKETİM VE KİMLİK İLİŞKİSİ ÜZERİNE Öyle bir hayatın içindeyiz ki tüketim hayatın hizmetinde değil, hayat tüketimin hizmetinde. Hayatımızın bütün gayesi tüketime dönüşmüş. Bize çeşitli yollarla empoze edilen arzu ve heveslerimizi gerçekleştirme adına büyük bir yarışın içine sokulmuşuz.
İnsanımıza tükettirilmek istenen gerçekten ihtiyaç duyduklarımız mı? Önce yiyeceklerin reklamlarıyla obezleştiriyorlar sonra da zayıflatmak için kondüsyon aletlerini satıyorlar. Sen hala “anneninkini mi” kullanıyorsun diyorlar, sonra da torunununkini kullanman için reklam bombardımanına tutuyorlar.
Tüketiyoruz... Tükettikçe de aslında tükeniruz. Sadece suları, gölleri, nehirleri, bağları bahçeleri değil, sevgiyi, dostluğu, vedakarlığı, yardımlaşmayı, güveni, komşuluğu kısaca biz biz yapan, insan kılan değerleri de tüketiyoruz. Sınırsız, ölçüye tartıya gelmez arzu ve ihtiraslarla sadece zamanımızı, enetjimizi, bilgimizi, birikimimizi değil, kendimizi, kulluğumuzu, ömrümüzü de tüketiyoruz.
*Eğitimci
62
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
SÜREKLİ ALIYORUZ AMA MUTLU DEĞİLİZ. ÇÜNKÜ ÇOK FAZLA ŞEYE SAHİP OLUNCA SAHİP OLDUKLARIMIZIN FARKINDALIĞINI KAYBEDİYORUZ. Değişimin “değişmeyen tek değer” olarak algılandığı bir dünyada yaşıyoruz. Milletlerin gelişmişlik düzeyleri bireylerin ahlaki sorumluluklarına göre değil, tüketimlerinin büyüklüğü ile değerlendiriliyor. Her şeyin tüketimle değerlendirildiği bir dünyada insan en önemli tüketim aracı haline getirildi. Yapay ihtiyaçlar oluşturularak harcama dengesi bozulmakta ve gösterişe dayalı tüketim harcamaları dünyada bir hayat tarzı haline gelmektedir. Öyle ki tükettikçe değer kazandığı vehmine kapılan insanların sayısı her geçen gün artmakta, çılgınca tüketim 21. Yüzyılın “toplumsal fitnesi” olarak sinelerimizin ortasında durmaktadır. Tüketimin bir numaralı adayı olan insan için her tuzak hazırlanmış. Yürüdüğü caddedeki vitrinlerden evindeki televizyona, bindiği şehir içi otobüsün camından, okuduğu gazeteye kadar her şey, reklam vasıtasıyla bu “imkanları sınırlı zavallı insanı” tüketime zorlamakta. Geliri sisteme adapte olmasına yetmediği için ikinci bir işte de çalışmasına rağmen yine de kâfi gelmeyince, uluslararası dev üreticiler bu tüketiciyi tiryakileştirebilmek için yeni yeni alternatifler sunmaktadırlar: Taksitli satışlar, tüketici kredileri, finansal kiralama, peşinatsız satışlar (şimdi al sonra öde) gibi... İnsanımıza tükettirilmek istenenler gerçekten ihtiyaç duyduklarımız mı? Önce yiyeceklerin reklamlarıyla obezleştiriyorlar sonra da zayıflatmak için kondüsyon aletlerini satıyorlar. Sen hala “anneninkini mi” kullanıyorsun diyorlar, sonra da torunununkini kullanman için reklam bombardımanına tutuyorlar. Toplum içindeki sosyal statülerini giydikleri gömlek, takım elbise, kravat, ayakkabı vb. gibi bol markalı ürünlerde arıyorlar. Bol markalı ürünler dışında ürün giymiyoruz. Öldüğümüzde arkamızda bırakacağımız şeyler için verdiğimiz kavgayı düşünebiliyor musunuz? Telefon şirketlerinin yaptığı araştırma sonuçlarına göre “İnsanların gelir seviyesi düştükçe daha lüks telefon kullanıyorlar.” Acaba neden? Toplum içinde saygınlığını değerlerinden değil, kullandıkları eşyalardan alan insanların tavrı değil mi? Sosyal hayatın her alanında markalara mensubiyetimiz, değerlere mensubiyetimizin önüne geçmiş durumda. Bela olarak daha ne arıyoruz ki? Aşırı tüketim ve konformizm çılgınlığı hayatımıza ne kattı? Hayatı kolaylaştırdı mı yoksa hayat karşısında daha çok ezilmemizin sebebi mi oldu? Teknolojik ve maddi geliri yüksek olan ülkelerdeki intihar olaylarındaki artış mutluluğun tüketimde değil, değerlerde olduğunu da gösteriyor. Ama değerlerin ne önemi var ki!? Her şeyin bir değeri var sahip
olmak mı istiyorsunuz değerini ödeyin mal sizindir. İhtiyacın varmış yokmuş hiç önemli değil! Ayda ne kadar harcıyorsun? Harcaman kadar konuşma hakkın var. Öyle bir hayatın içindeyiz ki tüketim hayatın hizmetinde değil, hayat tüketimin hizmetinde. Hayatımızın bütün gayesi tüketime dönüşmüş. Bize çeşitli yollarla empoze edilen arzu ve heveslerimizi gerçekleştirme adına büyük bir yarışın içine sokulmuşuz. Bir insanın ihtiyaçları nelerdir ki? Onları temin etmek için bu kadar sıkıntı çekmeye, yorulmaya, koşturmaya gerek var mı? Çoğu zaman sahip olduklarımız yeterli gelmiyor, yeme, içme, barınma, sağlık, giyinme ve eğitim gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilsek de yeni arayışlar içine giriyoruz. Aşırı yemek yiyoruz, çok alışveriş yapıyoruz. Hep daha fazlasını istiyoruz. İş yerinde doyumsuzluk yaşıyor, kariyer ve yükselme hırsıyla başarıya giden yolda hatalar yapıyoruz. Para kazandıkça daha çok para kazanma isteği oluşuyor. Bu nedenle strese giriyoruz, yaşamımızı yaşanmaz hale sokuyoruz, çok az şeylerden zevk alıyor, doyumsuz ve şikayetçi oluyoruz. Sonuç olarak ise yine kendimizi mutsuz hissediyoruz. Maddi ihtiyaçlarımızı karşılamak için bütün benliğimizle çalışırken, bizi biz yapan değerler dünyamızı da ıskalıyoruz. Çok katlı binaların yanındaki barakalarda perişan bir şekilde yaşayanları fark edecek zamanımız bile yok. Çok hızlı yaşıyor ve çok hızlı tüketiyoruz. Sürekli alıyoruz ama mutlu değiliz. Çünkü çok fazla şeye sahip olunca sahip olduklarımızın farkındalığını kaybediyoruz. Limitlerinin üzerinde harcadığımız kredi kartlarımızla beraber tehlikeli bir serüvenin içinde bocalıyoruz. Maneviyat ve paylaşma hayatımızın kaybolan öğeleri ne yazık ki. İhtiyacı olan yerine ihtiyacı olmayanı kendimize örnek aldık. Sahip olduklarımız yerine sahip olmadıklarımızı görüyoruz. İçimizdeki boşluğu doldurmanın yolu hep almak değil aslında bazen de karşılıksız verebilmektir. Önemli olan hayatta çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır. Ne kadar az şeye ihtiyaç duyuyorsanız, o kadar zenginsiniz demektir. Dünyamızı maddi şeylerle doldurdukça iç dünyamızın güzelliklerini kaybettik. Tüketiyoruz... Tükettikçe de aslında tükeniyoruz. Sadece suları, gölleri, nehirleri, bağları bahçeleri değil, sevgiyi, dostluğu, vefakarlığı, yardımlaşmayı, güveni, komşuluğu kısaca bizi biz yapan, insan kılan değerleri de tüketiyoruz. Sınırsız, ölçüye tartıya gelmez arzu ve ihtiraslarla sadece zamanımızı, enerjimizi, bilgimizi, birikimimizi değil, kendimizi, kulluğumuzu, ömrümüzü de tüketiyoruz. Aslında sadece kendi yaşadığımız dünyayı da değil, bizden sonra gelecek olan nesillerin dünyalarını, beklentilerini de tüketiyoruz. Bilemiyorum nedenini ama tükenişimizi hızlandıran bu tüketimi, sektörel örgütlerle, reklam ve propagandanın bütün çeşitleriyle destekliyor, adeta bizi tamamen bitirebilmesi adına teşvik ediyoruz. İhtiyaçlarımızı karşılayarak yaşamayı öğrenmek gerçekten çok mu zor? Hayır değil. Burada hepimize düşen asıl büyük görev ihtiyacımızdan çok daha fazla tüketmek, eskitmek, yenilemek ve atmak üzerine kurulmuş olan çağdaş yaşam biçimine sırt çeviren ve paylaşmayı öne çıkaran bir düzene doğru yönelmektir. Bu yönelişi, güneşi ceketlerinin astarlarında kaybedenler gerçekleştiremezler..
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
63
RÖPORTAJ
64
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi
65
RÖPORTAJ
Trabzon Uzungöl
66
AKTÜEL MAGAZiN HABER DERGiSi