Jeton Duvardaki ankesörlü telefon son birkaç dakikadır inatla çalıyordu. Hakan sakince ahizeye uzandı; kulağına götürüp dinledi. Cızırtıların ve hat gürültüsünün içinden, derinlerden boğuk bir ses geliyordu. Kulak kesilip sesi yakalamaya, anlamaya çalıştı. Etrafına bakındı. Okul kantini her zamanki gibi kalabalık ve gürültülüydü. Yine de telefondakinin söylediklerini anlayabiliyordu. Arada cızırtılarla kesilen sesin söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Kantindeki herkes başka şeylerle meşguldü. Köşedeki masada oturan çocuklar birbirlerine Hakan’ı gösterip gülüyorlardı. İki hafta önce Hakan’ı okul çıkışında sıkıştırıp hırpalayan bir tanesi ise dik dik bakıyordu. Hakan gözlerini kaçırıp yerde bir noktaya sabitledi. Ucuz döşemelerin desenini incelemeye koyuldu. Telefonun öbür ucundaki adamın çok uzaklardan gelen, heyecansız ve tekdüze sesi kafasında yankılanıyordu. Adamın ağzından çıkan her şey bir resme, bir sahneye dönüşüyordu. Tek bir ayrıntısını bile duymak istemediği görüntü aklına iyice kazınmıştı. Midesi bulanıyordu; telefona baktığı için kendine kızarken dinlemeye devam etti. Sesin anlatacağı başka şey kalmayana dek bekledi. Hat kesilip meşgul tonu gelmeye başlayınca da ahizeyi usulca yerine koydu. Başı önünde, aklı karışık bir halde dikiliyordu. Etrafına bakındı. Kantin tezgâhının arkasında duran adam dışında kimse ona bakmıyordu. Ceketini düzeltip dışarı çıkmaya hazırlanırken kantinci sırıtarak sordu. 113
“Kimle konuştun yine lan, deli?” Hakan kantinciyi duymadı bile; dalmıştı. Kapıdan süzülürken kendi kendine söyleniyordu. Kafatasının içinde bir yerlerde, su damlatan bir kalorifer borusu olduğunu düşündü. Sıcak su damlaları düzensiz aralıklarla borunun altından süzülüp nemli beton zemine düşüyordu. Damlaların zeminde küçük bir birikinti oluşturduğunu hayal etti. Gözlerini kapatıp su damlasına odaklanmaya çalıştı. Yeterince odaklanırsa oraya gidebilir, canlı bir şekilde orada durabilir ve damla daha yere düşmeden onu yakalayabilirdi. Böylece bu eziyet verici sesten kurtulmuş olurdu. Belki de boruyu bir şeyle bağlar, sızıntıyı keser ve oradan uzaklaşırdı. Hatta kalorifer dairesinde bir yerlerde bir vana olmalıydı. Onu sıkıca kapatıp sorunu kökten çözebilirdi. Zihninin derinliklerindeki suyun rengini merak etti. Bir damlanın daha zemine çakıldığını duydu. Tüm beynini sarsan, bedenini titreten ufacık bir damlaydı bu. Aslında çıkardığı kendine özgü ses dışında hiçbir zararı olmayan sıradan masum bir damlaya benziyordu. Büyütülecek bir şey değildi. Biraz daha rahatladığını hissetti. Gözlerini açıp gerçek dünyaya baktı. Bir üst sınıfta okuyan çocuğun, Zafer Kıray’ın çıplak bedeni yerde yatıyordu. İsmi cesedin üstünde yazıyordu sanki. Ölü yüzü, uzaktan tanıdığı canlı çocuğa hiç benzemese de onu tanıyabilmişti. Çünkü Zafer Kıray’ın o halde olmasının sebebi kendisiydi. Çocuğu öldüreli birkaç saat oluyordu. Cansız bedenin bu denli masum ve tehlikesiz görünmesine şaşırdı. Ölü çocuğun yüzünde Zafer Kıray’lık yoktu. Herkese benziyordu artık; herkes olabilirdi. İnsanların ölülerden korkmasını da anlayamıyordu. Derin bir nefes alıp cesede eğildi. 114
Haftalarca onu takip etmiş, doğru yapıp yapmadığını düşünüp durmuştu. Ama telefondaki sesin Hakan’i ikna etmesi hiç de zor olmamıştı. Üstelik o kendinden emin ve dingin bir tonla konuşan adam her şeyi en ufak ayrıntısına kadar anlatmış, kusursuz öldürme planını iyice aklına yerleştirmişti. Çocuğun canını alırken verdiği uğraş ve sonrasında iri yarı cesedi birkaç sokak boyunca sürüklemek ona hiç zor gelmemişti. Sonu olmayan bir vicdan azabıyla kıvrandığı önceki haftalar boyunca Hakan’ın çektiklerinin yanında bunlar hiçbir şeydi. Bir an durdu. Kendi nefes alışları dışında bir ses duymak için kulaklarını iyice açtı. Ama duyabildiği tek şey kulaklarının dışından değil içinden gelen su damlasının sesiydi. Zavallı çocuğun cesedini evine yakın bir inşaata sürüklemiş, henüz tamamlanmamış bir binanın kalorifer dairesinde işe koyulmuştu. Tüm bunları yaparken etrafta kimselerin olmaması tuhaftı. Gözlerini çıplak bedenin üstüne gezdirip incelemeye başladı. Göğüs kafesini özensizce ve zorlayarak açmıştı. Keserken yer yer parçaladığı deri solmaya başlamıştı. Telefondaki adamın haftalar boyunca anlattığı şeyleri aklından geçirdi. En ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, dantel gibi işlenmiş planda sadece kalpten bahsedilmiş olmasına şaşırdı. Geriye kalan hiçbir şeyin önemi yoktu, sanki. Kıymetsiz ayrıntılardı diğerleri. Bilinçsizce o parçaya, kalbe odaklanmış ve cesedi tamamen boş vermişti. Kendine şaşıyordu. Zafer Kıray’ın kalbinin aslında Zafer’e ait olmadığını düşündü. Talihsiz çocuk, hiçbir şeyden haberi olmayan bir taşıyıcıydı sadece. Zamanı gelince devretmesi gereken bir şeye sahip, önemsiz biriydi. Tekrar cesede baktı. Gövdenin ortasında iç organların utangaç bir şekilde gizlendiği kanlı bir çukur vardı. Bir an için zavallı kurbanının içinden korkunç bir yaratık fırlayıp 115
üstüne atlayacak sandı. Bir süre geriye çekilip canavarı bekledi. Gelen olmayınca cesaretini toplayıp kaldığı yerden devam etmeye karar verdi. Elini çukurun içine sokup kalbi aramaya başladı. Kaygan bir tabakayla kaplı sert kütleyi bulması uzun sürmedi. Asılıp yerinden çıkarırken parmaklarının arasından sıyrılan şeye küfredip diğer elini de çukura soktu. Sıkıca yakaladığı organı yerinden çıkarmak için asıldığında kendi göğsünde bir acı hissetti. Kırık kaburgalardan çıkan sivri kemikler de elini ve bileğini çiziklerle doldurmuştu. Derin bir nefes alıp kalbi güçlüce çekti. Kastan ibaret et parçası kaburgaların arasından dışarıya çıkmaya başladığında başını başka yöne çevirip bir süre durması gerekti. Şu an burada olmak istemiyordu. Bu kanlı sahneyi, telefondaki orospu çocuğunu ve ondan istediği şeyleri boş verip kaçıp gitmeyi istedi. Ama yapamazdı. Neden olduğunu kendine bile söyleyemese de bir şekilde burada olması gerektiğini biliyordu. Uzun uzun soluyarak bekledi. Kendini hazırladıktan sonra tüm gücüyle asılıp kalbi dışarı çıkarmayı başardı. Halen kalbin üzerinden sarkan ve çukurun içine doğru uzanan pembe damarları görünce başı dönmeye başladı. Gözleri kararıyordu. Bir kez daha her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçıp gitmek istedi. Telefondaki ses... Beyninin içinde, yine bir su damlası zemine düşüverdi. Kafatasının içindeki kalorifer dairesini düşündü. Kalp halen avuçlarındaydı. Su damlaları vazgeçmiyordu. Beyninin içindeki su birikintisini düşündü. Suyun rengi neydi? Telefondaki adamın büyülü sesi kalorifer dairesinde sakince süzülüyor, zihnine nazikçe emrediyordu. Devam etmeliydi. Koyu bir kan tabakasıyla kaplı sağ eli titreyerek pantolon cebine uzandı. Cebindeki falçatayı çıkarıp kalpten sar116
kan damarları kesti. Şimdi sağ eline büyülenmiş bir şekilde bakıyordu. Falçatayı yere bıraktıktan sonra iki eliyle kalbi kavradı. Avucunda yumruk büyüklüğünde, kanla kaplı bir et yığını vardı. Kalbi başının biraz üstünde, görünmez bir tanrıya sunar gibi tutarken sakince söylendi. “Oldu mu?” Bir yerlerden soğuk hava geliyordu. Bir an nerede olduğunu kestiremedi. Etrafına bakındı. Bir kalorifer dairesindeydi ama hangisinde olduğundan emin değildi. Kafasındaki mi yoksa dışarıdaki mi? “Doğru yaptım mı?” diye tekrar sordu. Etrafını saran karanlığı merakla süzüyordu. Cevap gelmedi. Beynindeki su sesi artık duyulmaz olmuştu. Ama azalma bir anda durdu ve su damlaları kulaklarını sağır edecek şekilde tekrar zemine çarpmaya başladı. Hakan kalbi yere bırakıp ellerini kulaklarına bastırdı. Acı tüm benliğini ele geçirdiğinde kendinden geçti. Mutfak tezgâhının önünde durmuş, soğuk yer döşemesinin ayaklarını uyuşturmasına aldırmadan kahvesini karıştırıyordu. Durgundu. Saate baktı. Üçü altı geçiyordu. Güneşin doğmasına birkaç saat vardı. Yine ter içinde uyanmış, kendine gelmesi yarım saati bulmuştu. Son birkaç gecesini berbat eden kâbusları düşünüyordu. Lise kantinin olanca gürültüsü içinde çalan ankesörlü telefon, takip edip öldürdüğü çocuk... saçma sapan bir rüyaydı işte. Ama diğer tüm kâbuslar gibi insanı sarsıyor, etkisinden çıkana kadar insanın ödünü koparıyordu. Üstelik hep aynı şekilde görüyor, her defasında kâbusa yeni bir şeyler ekleniyordu. Rüyada yaşadıkları o kadar gerçekçiydi ki. Birden aklına öldürdüğü çocuk, rüyasında kalbini çaldığı velet geldi. Önceki rüyaların aksine bu defa yüzünü hatırlıyordu. Zafer Kıray… İsmi ise beynine kazınmış haldeydi. 117
Kahve fincanını kapıp oturma odasına geçti. Koltuğun üstündeki dizüstü bilgisayarı kucağına alıp çalıştırdı; bir tarayıcı penceresi açtı. Arama motorunun metin kutusuna “Zafer Kıray” yazıp bekledi. Kâbusundaki çocuğun yüzünü düşündü. Okul tıraşından bir-iki hafta fazla, uzamış kıvırcık siyah saçlar, pembe sakalsız bir ten, etli yanaklar... Enter’a basmaktan vazgeçip bilgisayarı kapattı. Televizyonu açtı. Gecenin bir vakti yayınlanan cinsten, çöp ve tekrar programlar vardı. Karşısındaki televizyona bakarken kâbusa geri dönüp çocuğun yüzünü incelemeye çalışıyordu. Birden çocuk gözlerini açıp ona baktı. Olduğu yerde sıçrayıp bilgisayarı kucağından attı. Kendine gelmesi biraz zaman aldı. Başını ellerinin arasına almış düşünüyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Halen uykuda ya da kâbusun etkisinde olmalıydı. Elleri titriyordu. Kahveye uzanıp bir yudum içti. Bilgisayarı tekrar kucağına alıp açtı; ekranına baktı. Büyük ihtimalle o isimde biri vardı. Arama tuşuna bastı. Karşısına çıkan ilk birkaç sonuca tıkladı. En üstte bir sosyal ağın ürettiği otomatik sayfalar görülüyordu. Onlara girip resimleri inceledi. Cesedin yüzünü düşünüp önünde açık olan fotoğraflarla karşılaştırdı. Hiçbiri uymuyordu. Biraz rahatladığını hissetti. Arama sonuçlarından alt sıralarda kalanlara da hızlıca göz atıp diğer Zafer Kıray’larında tutmadığını görünce iyice kendine geldi. İkinci ve üçüncü sayfaya bakarken kahvesini içmeye devam etti. Artık rahatlamıştı. Kendi kendine gülüyordu. Saçma sapan bir kâbus ne kadar da etkilemişti onu. Yüzüne yerleşen keyifli gülümseme dördüncü sayfada silindi. Sonuçlardan birinin başlığını okurken sarsıldığını hissetti. Bağlantının açtığı sayfaya girince gözleri donuklaşıp ekrandaki fotoğrafa kilitlendi. Bir süre sayfadaki kalitesiz vesikalık fotoğrafa, lise yıllığından alınmış kötü bir kopyaya baktı. İmkânsızdı. 118
Sayfanın başlığını okumaya başladı. “Liseli genç vahşice öldürüldü.” Hemen altında ise bir gazete kupürünün taranmış fotoğrafı vardı. Kupürde yazılanlar fotoğrafın aşağısına metin olarak aktarılmıştı. “Bu sabah inşaat halindeki bir binanın kalorifer dairesinde bulunan cesedin A.T. Lisesi 3. Sınıf öğrencisi Z.K. olduğu kesinleşti. Bir haftadır kayıp olan Z.K.’yı bulmak için ailesi ve emniyet seferber olmuştu. Vahşice katledilen zavallı çocuğun cesedi ailesi tarafından teşhis ed...” Beyninin karıncalandığını, tüm bedeninin uyuştuğunu hissetti. Elindeki kahve fincanını tutacak gücü yoktu; fincan parmaklarından kayarak yere düştü. Kendisi de aynı lisede okumuştu. Sayfanın her tarafını incelemeye başladı. Haberin her bir kelimesini defalarca okudu. Gazete kupüründen hazırlanmış bir sayfaydı. Tuhaf ölümler üzerine hazırlanmış bir blogda yayınlanıyordu. Olan biteni anlamaya çalışırken kupürün sağ üst köşesine, keçeli kalemle not alınmış tarihe gözü takıldı. “4 Mart 1996” Bu defa kendine gelmesi için epey uzun bir süre geçmesi gerekti. En sonunda kanepeden kalkıp odanın içinde dolaşmaya başladı. Olanlara mantıklı bir açıklama arıyordu. Büyük ihtimalle lisede bu çocuğun ölümünü duymuştu. Farkında olmadan etkilenmiş, bilinçaltına yerleştirmişti. Aynı dönemde, ondan bir alt sınıfta okuduğu kesindi. Zaman içinde bu vahşi olayı tamamen aklından çıkarıp hayatına devam etmişti. Ama olayın etkisi sandığından daha fazla olmuştu. Şimdi ise zihni ona bir oyun oynuyor, saçma sapan rüyaların içine gerçeklik kırıntıları atarak aklını karıştırıyordu. Tekrar bilgisayarının başına geçip sayfayı bir kez daha 119
inceledi. Bu defa ilki kadar etkili olmamıştı. Gülümsedi. Yaşadığı şey epey tuhaftı. Ama bir açıklaması olduğuna emindi. Üstelik demin bulduğu cevap çok mantıklı görünüyordu. Sayfayı kapatıp sosyal ağ sayfalarından birine bağlandı. Gecenin bir vakti uykusu kaçmış bir halde ileti ve gönderileri okumaya başladı. Biraz haber sitesi, biraz müzik ve sonra da tekrar uykuya geçiş, diye düşündü. Ağ sayfasının bildiri-uyarı sisteminde bir tane mesaj görüp ona tıkladı. Lise arkadaşları grubundan bir mesaj gelmişti. O yıllarda epey aktif olan çokbilmiş bir kızın organize ettiği yıllık toplantı için gönderdiği davet mesajını dikkatlice süzdü. Bu gruba sırf iş olsun diye katılmıştı. Lisede âşık olduğu güzel kızın iki çocuk sahibi ve çirkin bir anneye dönüştüğünü, okulun azılı serserilerinden birinin tersane işçisi olarak devam ettiği hayatın sıkıcılığını ve daha nice anlamsız hikâyeyi keyifle okumuş, gülmüştü. Arada bir girip gönderilen mesajlara bakıyor, kafasına göre eğlenecek bir şeyler çıkarıyordu. Ama tek bir mesaj bile atmamıştı. Kimseyle konuşmayı, tekrar karşılaşmayı düşünmüyordu. Uzaktan izlemeyi seyrettiği, geçmişinin küçük ve başarısız bir bölümü gibiydi lise hayatı. Tuhaf olansa o dönemin bitmesine, en azından kendisi için kapanmasına rağmen orada yaşayan, yaşamaya devam eden tipleri görmekti. Şimdi ise kafası çok karışıktı. Derin bir nefes alıp geriye yaslandı. Kendini ve lise yıllarını düşündü. Anlatacak ya da hatırlamak istediği fazla bir şeyi yoktu. Çok iyi bir dönem geçirmemişti. Aslında hiç de iyi bir dönem geçirmemişti. Hayatının resminde lise yılları küçük, beceriksizce karalanmış bir detaydı sadece. O yıllarda onlarca kez başarısızlık, mutsuzluk yaşamış başkaları gibi düşünüyordu. Boktan anıları aşağılanma, reddedilme, arkadaş edinememe, kaba kuvvete maruz kalma türünden şeylerle bezenmiş, belirsiz şeylerdi. 120
Ve benzer şeyleri yaşayan diğer herkes gibi siktir ettiği lise zamanlarını hatırladı. Hiçbirini net olarak hatırlayamadığına inanamadı. Ayağının altındaki ıslaklığı fark edip gerçek dünyaya döndü. Eğilip kahve fincanının parçalarını topladı. Mutfaktan bir bez alıp yeri sildi. Sonra da kendine sıcak bir bitki çayı hazırladı. Sigarasını yakıp tekrar bilgisayarının başına geçti. Çayını yudumlarken lise grubundaki mesajları inceliyordu. Sonra birden aklına şu sözde geleneksel toplantıya katılma fikri geldi. Biraz eğlence çıkabilir, diye düşündü. Aradan en az on beş yıl geçmiş olduğunu fark etti. Lise yıllarında pek arkadaş edinmiş sayılmazdı. Dışa açılma çağını üniversitede yaşayanlardandı. Sağ sütundaki “Katılım Durumun”da “Evet”e tıkladı. Geriye yaslanıp çayından bir yudum aldı. Gece eskisi kadar korkutucu gelmiyordu. Sayfayı kapatıp bir yenisini açtı. Ulusal bir gazetenin haber portalında yarınki hava durumu manşetteydi. Çayından bir yudum daha aldı. İçinin ısındığını hissetti. Hakan’a göre lise toplantıları, diğer birçok gereksiz bir araya gelme türü gibi sıkıcı, boğucu, bir sürü gereksiz insanla ve neşeli sahneyle dolu samimiyetsiz bir sirkti. Zaten bu toplantıları hiçbir zaman anlamamıştı. İnsanlar ortaokul, lise, üniversite ya da daha sonra edindikleri arkadaşlarıyla buluşmak için başka yollar bulabilirlerdi. Bunun için böylesi bir ucube geleneğe ne gerek vardı ki? Hem iyi bir arkadaşı zaman içinde kaybetmezdiniz. Onunla devam eder, hayatınız boyunca görüşürdünüz; en azından bir yolunu bulup ulaşırdınız. Elindeki kutu kolaya baktı. Alkol de verilmiyordu. Lise toplantılarının olmazsa olmazı pilav masasında ise heyecanlı bir kalabalık vardı. İnsan kalabalığını süzerken tanıdık yüz121
ler görmeye çalıştı. Ama sıradakilerin birçoğu photoshopla genişletilmiş yüzlere sahip, sonradan eklenmiş gibi duran özenli kesilmiş sakallarıyla ya da henüz o sabah yapılmış bakımlı saçlarıyla gezinen, lise vesikalıklarının yaşlanmış karikatürleriydi sadece. Kolasına bakıp iç geçirdi. Kutuyu gırtlağına boca edip yanındaki bir masaya bıraktı. Ceketinin cebinden bir sigara çıkarıp dudaklarına götürdü. Tam yakacakken kolunda bir ağırlık hissetti. O tarafa döndüğünde organizatörün sevimli ve yapay bir gülümsemesiyle karşılaştı. Kızı hatırlıyordu. Bir zamanlar orta halli, liseli bir genç kız iken şu an son derece zevksiz giyinen genç bir kadına dönüşmüştü. Genç kadın yüzündeki sırıtkan maskeyi ve yapay gülümsemesini hiç sarsmadan söylendi. Hakan bir heykelin kendisiyle konuştuğunu zannederken dinledi. “Burada sigara içmiyoruz, Hakan’cım.” Hakan bir süre, anlamsız bir ifadeyle kadının yüzüne baktı. Aradan geçen on beş yılın ve medeniyetin düzeltmeyi bir türlü başaramadığı bu zavallı kızın hak ettiği tek şeyi yapıp gülümsedi. Sigarasını binanın dışında da yakabilirdi. Göze batmak, birileri tarafından tanınmak, keşfedilmek istemiyordu. Kapıya doğru yönelirken organizatörün halen onunla konuştuğunu fark etti. Herhalde davetlilerle yakından ilgileniyor, diye kendini teselli edip hızlı adımlarla ondan kaçtı. Fakat durum hiç de öyle değildi. Genç kadın ona kur yapıyordu. Hakan sigarasını yakıp derin bir nefes çekti. “Bu salonu ANTEK firması bizim için kiraladı ama bir şartları vardı, işte. Sigara içilmeyecek. Biliyorsun ben orada çalışıyorum. Boğaziçi’nden mezun olduktan sonra hemen orada işe başladım. Sonra işte...” Hakan nezaket gülümsemesinin başına iş açtığını geç de olsa fark etti. Yüzüne ilgilenmediğini, sıkıldığını belirten bir ifade asıp sigara dumanını genç kadının suratına üfledi. 122
Genç kadın hafifçe öksürdü ve gülümsemeye devam etti. Bir süre öyle durduktan sonra kız anlatmaya devam etti. Hakan yaptığı hareketin kızı bir şekilde etkilediğini, hatta bir adım öteye geçmek için cesaretlendirdiğini düşünüp iç çekti. Karşısında genç bir kadın değil sıkıcı bir genç kız duruyordu. “Sonra da işte grubu kurduk filan.” Hakan son derece sıradan, kendi halinde bir adamdı. Lise arkadaşını heyecanlandıracak herhangi bir vasfı yoktu. Bunu anlatmak istedi. Birinin çok uzun zaman önce bunu yapmış olması gerektiğini düşünüyordu. Ama vazgeçti. O anda bir şey oldu ve kızın sözünü kesti. “Zafer Kıray’ı hatırlıyor musun?” Söyledikleri aklından geçenler değildi. Öylesine dudaklarından dökülüvermişlerdi. Bir an için sessizlik oldu. O kadar yoğun bir sessizlikti ki bu, lise toplantısının yapıldığı salonun uğultusunun kesildiğini düşündü. Ama öyle bir şey olmadığını anlaması uzun sürmedi. Genç kızın yüzündeki gülümseme dalgalandı. Fakat kız tecrübeliydi; yine aynı ifadesiz surata geçmişti. “Hatırlıyorum. Hepimiz çok üzülmüştük. Herkesi derinden sarsmıştı o olay.” “Biliyor musun,” dedi Hakan, “ben hiç hatırlamıyorum. Zafer Kıray diye birinin yaşadığından bile haberdar değildim birkaç gün öncesine kadar.” Kız anlayışlı bir şekilde onun koluna girdi. Hakan’ın teninde gezinen avuçlarında teselli eden bir sıcaklık vardı. “Aslında şeyden sonra hatırlamaman normal,” dedi. “Neyden sonra?” “Yani, işte. Zavallı Zafer’in çok dostu yoktu. Biraz da serseri bir çocuktu. Kavgalar, sıkıştırmalar filan.” Yıllar öncesinden gelen bir alışkanlıkla kadının sol eli havaya kalkmıştı, vurgusunu güçlendirmeye çalışarak, bilgiç bir şekilde 123
anlatmaya devam etti. “Okul çıkışında bizim sınıftakileri de sıkıştırırdı. Özellikle zevk aldığını iddia edebilirim bundan. Aslında başına o olay gelmese hiçbirimiz hatırlamazdık bile adını.” Kız biraz öne eğilip Hakan’ın kulağına fısıldar gibi konuştu. “Hep şey, diye düşündüm ben. Bu pis işlere girip çıkıyordu ya hani, o şeyler yüzünden öldürdüler çocuğu. Ne yaptıysa artık.” “Hiçbirini hatırlamıyorum, desem?” Hakan epey şaşırmış görünüyordu. “Aman, boş ver zaten.” Kızın yüzünde muzip bir gülümseme vardı. “Nerden aklına geldi ki o çocuk?” Hakan kâbuslarını anlatmaya başlayacakken durdu. Sigarasından bir nefes daha çekti ve alkol verilmeyen toplantıya küfretti. Liseden hatırladığı kızın gülümseyen yüzüne baktı ve genç kadının talihine üzüldü. En azından bir-iki duble votka bazı şeyleri katlanılabilir kılardı. Kız elini uzatıp Hakan’ın elini tuttu. Samimi bir şekilde elini sıktı. “Hepimizin unutmak istediği şeyler var.” “Benim, pek yok aslına bakarsan,” dedi Hakan. Cevap kızı pek durdurmuşa benzemiyordu; aksine kendinden emin gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı. Bütün toplantı boyunca peşini bırakmayan organizatör kızdan köşe bucak kaçan Hakan toplantı sonunda eline bir kart tutuşturulmuş halde buldu kendini. Kaliteli bir kâğıda büyük bir medya holdinginin logosu konulmuş, klasik, serifli harflerle organizatör kızın adı ve ofis telefonu yazılmıştı. Bu güzel tasarımı bozan tek şey kızın neşeli harflerle, neredeyse Comic Sans taklidi el yazısıyla karaladığı cep telefonu numarasıydı. Hakan kartı cebine koydu. Teşekkür edip toplantıdan ve lise geçmişinden uzaklaştı. 124
Birkaç gün sonra gelen kutusuna düşen bir e-posta onu hiç mi hiç şaşırtmadı. Yerinden kalkıp banyoya gitti. Aynanın karşısına geçip kendine uzun uzun baktı. Sıska, ortalama boyda, eli yüzü düzgün olmakla beraber yakışıklı sayılmayacak, sıradan bir adamdı. O kadar az kazanıyordu ki teknik olarak işsiz sayılırdı. Üstü başı, evinin içindeki eşyalar, tipi, her şey bu durumu ortaya koyuyordu. Zavallılığına sevindi. Neye benzediğinden emin olduktan sonra gidip e-postayı okudu. Organizatör kız yeni bir davet göndermişti. İki gün sonra alternatif bir lise toplantısı vardı. Bu defa daha az kişi olacaktı. Ve bu e-posta sosyal ağ bildirimi olarak değil doğrudan kızdan geliyordu. Hakan bir sigara yakma isteği hissetti. E-postanın bol parantezli gülümseme işaretleriyle dolu mesajına bakıp iki gün sonra ne işi olduğunu düşündü. Eğer yoksa da acilen bir şeyler çıkmalıydı. İki gün sonra e-postada yazan adresteydi. Ortalama bir barın ikinci katında yapılacak büyük bir organizasyon gibi görünmüyordu. Aradan geçen zaman boyunca Zafer Kıray’ı hiç düşünmediğini fark etti. Aslında doğrusu da buydu. Ama yine de bu ismin hayatında ne tür bir yer işgal ettiğini merak etmekten kendini alamadı. Barın duvarlarının krem rengi, loş sarı ışık altında mide bulandırıcı bir hale gelmişti. Merdivenleri çıkarken “Ben burada ne arıyorum?” diye kendine soruyordu. Üst katta bir masada oturan insanlar gördü. Yanlarına gidip gitmemekte tereddüt yaşadığı anda kolunda o nazik asılmayı tekrar hissetti. Başını yavaşça yana çevirip baktığında organizatör kızın gülümsemesiyle karşılaştı. Ama bu defa bir değişiklik vardı sanki. Kız, Hakan’ın ne olduğunu anlamasına imkân vermeden, koluna girip onu masaya götürdü. Başköşedeki bir sandalyeye yerleştirdi. Masada beş kız ve altı erkek vardı. Hakan ve organizatör kızla beraber 125
toplam on üç kişilik bir grup olmuşlardı. Hakan yanındaki sandalyenin boş olduğu gördü. Masadakilere selam verdi. Aralarından tanıdığı kimse olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ama masadakiler hiç de lise arkadaşlarına benzemiyordu. Garson gelene kadar organizatör kız bir görünüp bir kayboldu. Basit, yüzeysel ve de bolca sahte bir sohbet seansı yapıldı. Hakan geçen defakinden daha az sıkıldığını düşündü. Herkes içkilerini söyledikten sonra bir sigara çıkarıp yaktı. İnsanlar birbiriyle konuşurlarken göz ucuyla kendisini süzüyorlarmış gibi geldiyse de aldırmadı. Önüne konulan içkiden büyük bir yudum aldı. Biraz daha rahatlamıştı. Masadakileri tek tek süzdü. Sigarasının dumanı bir an için gözüne kaçtı. İçkisinden biraz daha içti. O esnada organizatör kız yanı başında belirdi. Hemen karşısında, masanın öbür tarafında oturan adamın ona dik dik baktığını fark etti. Adam ağır ağır ayağa kalkıp elinde tuttuğu kadehi Hakan’a doğru uzattı. “Kadehimi bugün burada buluşmamızı sağlayan güzel kraliçemize kaldırıyorum,” dedi. Yüzünde coşkulu bir ifade vardı. Hakan bıyık altından güldü. Kraliçe biraz fazla kaçmamış mıydı? “Hepiniz hoşgeldiniz arkadaşlar.” Organizatör kızın kadehinin, omzunun üstünden uzandığını gördü. Kendi kadehini kaldırıp onlara eşlik etti. İçkinin tadı bir garip gelmişti. Kızın el çırpmasını dehşetle izledi. Bu gecenin aşırılık üzerine kurulu bir konsept partisi olabileceğini düşünüp iç geçirdi. Masanın diğer tarafındaki bir genç kız elini uzatıp Hakan’ın kolunu tuttu. “İyi ki geldin, arkadaşım. Hepimiz seni çok merak ediyorduk. Kraliçemiz senden o kadar çok bahsetti ki. “ Hakan şaşkınlığını gizleyip gülümsedi. 126
“Teşekkürler.” Hemen yanındaki bir genç adam ise sohbete katıldı. “Günlerdir seni anlatıp durdu. Yeni gözdesi sensin, emin olabilirsin. Ne iyi yaptın da geldin.” Hakan sırıtmaya dönen sahte gülümsemesini bozmadan döndü; organizatör kıza baktı. Kızın yüzünde neşeli bir ifade vardı. Hakan her zamanki gibi onun gülümseyen bir maske takmış olduğunu düşündü, ama bu defa maske olduğu daha da belliydi. Suratında daha önceden görülmeyen bir gerilme vardı. Dişlerinin parlaklığı daha çok göze batıyordu. Hakan kadehine uzanıp içkisinden büyük bir yudum daha aldı. Hayali tespitleri boş verip diğerleriyle sohbet etmenin daha eğlenceli olacağına karar verdi. Masanın karşı tarafındaki, biraz evvel kadeh kaldıran adam dik dik bakıyordu. Biraz rahatsız olsa da belli etmemeye çalıştı. Ona başıyla selam verip başka yöne döndü. Sağ tarafında oturan bir adamı gözüne kestirip laf olsun diye sordu. “Siz hangi sene okudunuz A.T. Lisesi’nde? Kaç mezunusunuz?” Adam gülümsedi. Önce organizatör kıza sonra da Hakan’a baktı. Kelimeleri seçmeye özen göstererek biraz da tutuk bir dille cevap verdi. “Ben A.T.’de okumadım.” “O zaman siz dışarıdan davetlisiniz, anladım,” dedi Hakan. Adam gözlerini ayırmadan kadehini kafasına dikti. Derin bir nefes alıp bekledi. Sonra da başını iki yana salladı. “Doğrusu, anladığını hiç sanmıyorum arkadaşım.” Hakan tanımadığı bir adamın böyle konuşmasına biraz bozulsa da belli etmedi. Çok bilmişlerden kaçmanın ne kadar zor olduğunu, akıl içerdiği sanılan bu tarz cevapların aslında ne kadar gerzekçe göründüğünü düşünüp gülümsedi. “Anlamayacak ne var ki? Neyse, boş verelim. Siz hangi lisede okudunuz?” 127
Adam sakince cevapladı. Hakan, adamın söylediği okulu bilmiyordu. Boş bir soru, boş bir cevap, diye düşündü. Ama yaptıkları bu kısır sohbeti devam ettirmekten kendini alamadı. “Hangi yıl?” Organizatör kızın masanın öbür köşesinde, kadehine işlemeli bir çakmağı vurmasıyla konuşmaları kesildi. Hakan kızın hangi ara masanın öbür tarafına geçtiğini anlamaya çalıştı. O esnada çıkan gürültüden adamın cevabını duyamadı. Masadaki herkes kızı konuşma yapması için yüreklendiriyor, teşvik ediyordu. Hakan geriye yaslandı ve konuşmayı sahici olmayan bir merakla bekledi. Kız konuşmaya başladı. “Hepiniz hoş geldiniz. Davetimi kırmayıp geldiğiniz için özellikle teşekkür ederim.” Masada bir alkış koptu. Hakan abartılı bir sevgi gösterisinin ortasında olduğunu düşündü. “Bu akşam burada olma sebebimiz, masanın hemen öbür tarafında oturan bu yakışıklı adam.” Kızın yüzü hafifçe kızardı. Hakan kadehini gırtlağına boca etmek ve oradan hızla uzaklaşıp izini kaybettirmek istedi. “Onunla birkaç gün önce karşılaştık. O ve ben birbirimizi eskiden, okul yıllarından tanıyoruz. Tabii o zamanlar ben şimdi göründüğüm gibi değildim. O yüzden hatırlaması biraz zor.” Hakan başıyla onaylayıp sonrasında gelecek sözler için kendini hazırlamaya çalıştı. “Aslında bu masada oturan hepiniz biliyorsunuz ki bu gece eski tanışıklığımızı ortaya çıkarıp eğer kabul ederse kendisiyle yeniden tanışmış olacağız.” Masadan kahkahalar yükseldi. Hakan işin nereye varacağını merak ediyordu. Eli masanın üstüne koyduğu sigarasına uzandıysa da durdu. Konuşmanın sonunu beklemeye karar verdi. 128
Kız devam etti. Yüzündeki gülümseme bambaşka bir hal almış, heyecanla anlatıyordu. “İnsan hayatında dönemler olduğuna inanıyorum. Zor ve kolay, hüzünlü ve mutlu, acı ve tatlı dönemler var. Her birinizin yaşadığı şeyler bunlar.” Bu sözleri herkes onayladı. “Ama sizlerle tanıştığımız bir dönem var ki sanıyorum bu durumların en uç noktası hep orada yaşandı. Siz, sevgili seçilmiş arkadaşlarım hangi dönemden bahsettiğimi tahmin ediyor olmalısınız. O dönem lise yıllarınız oldu.” Hakan bir an için gözlerini kapatıp bu saçma sözlerin ne zaman biteceğini düşündü. “Diğerlerinin anılarını boş verelim arkadaşlarım. Bizler için gerçek olana bakalım. Lisede hiç kimse olmak, istisnasız herkes için zordur. Okul yolunda, kantinde, okul çıkışında, derste, basketbol sahasında, bahçede, her yerde en azından bir şey olmak zorundasınızdır. Dersleri mükemmel bir inek, arkası sağlam bir serseri, güzel ve alımlı bir genç kız ya da iyi espriler yapan bir, hani derler ya, fırlama olmak zorundasınızdır. Ama sıradanlık, anılacak hiçbir şeyi olmamak bir liseli için tüm ömür boyu sürecek bir azabın başlangıcıdır. Kimisi bunu atlatır, bazıları ise hayatları boyunca her yalnız kalışlarında hep oraya döner, okul bahçesinin duvarları arasında, hayatlarının o en berbat dönemini tekrar tekrar yaşarlar. Onlar için taş binaların içindeki uzun salonların cehennemin ateş çukurlarından bir farkı yoktur.” Hakan kanının çekildiğini hissetti. Bu kelimeleri daha önce de duymuştu, bir yerlerden hatırlıyordu. Birden aklına Zafer Kıray’ın cansız gövdesinin başındaki hali geldi. Bir kâbusta yaşanmış bile olsa midesini bulandıran o sahne titremesine neden oldu. Masadaki herkes sessizce dinliyor gibi görünse de kızın sözleri hepsini ayrı yerlere götürmüştü. Organizatör kızın sevimli gülümsemesi yüzünde eriyip 129
derisinin altından kanlı bir çirkinliğe dönüşüyordu. Hakan genç kızın değişen yüz çizgilerini görebiliyor ama sözleriyle adeta büyülenmiş olduğu için tepki veremiyordu. “İşte hepinizle o zamanlar tanıştık. İsimleri, zamanları, inançları, dilleri farklı olsa da hepiniz orada bana geldiniz. Beni aradınız ve size sunduğum özel arkadaşlığı coşkuyla kabul ettiniz; bu akşam aramıza katılan özel misafirimin yıllar önce yaptığı gibi. Her birinizi bu azaptan, başkalarının size hükmettiği ve istemeden çektiğiniz bu cezadan kurtardım. Onun dışında.” Masadakiler dönüp Hakan’a baktılar. Hakan gözünü ayırmadan genç kızı izliyordu. Kızın suratı tamamen şekil değiştirmişti. Sivrilen kulakları kafa derisini parçalayarak dışarı çıkmış, yüzünden sarkan teninin altından kanlı et ve irinle kaplanmış esas çehresi belirmiş, gözlerinin akı sarıya dönüşmüş, alnı yassılaşarak kafatasını geriye doğru yükselen, eğimli ve sivri bir kubbe haline sokmuştu. Konuşurken çatlamış dudaklarından dışarı çıkan uzun ve sivri dili ise havada daireler çiziyordu. Hakan ellerini, aklının kabul etmediği bu görüntü karşısında zonklayan şakaklarına götürdü. Kızın konuşması artık anladığı bir dil olmaktan çıkmış, sadece patlamalar ve beynine basınç yapan tiz dizelerden ibaretti. Hakan yine de kızın söylediği her sözü anlıyor ve duymak için can atıyordu. “Eğer isterse ruhunu esenliğe kavuşturabilirim. Bunun için yapması gerekeni biliyorsunuz; hepiniz zamanında bunu yaptınız.” Kızın birbirinin içine geçmiş yüz hatları arasından sivri dili havayı kamçılıyordu. “Tek yapması gereken benim için biraz kan akıtmak.” Hakan inanmaz bir şekilde başını iki yana sallarken masadaki diğer davetlilere bakıyordu. Oradakilerin gözlerinde ise hep aynı hüzünlü, anlayışla saran bakışları gördü. Ba130
zıları başıyla işaret edip onaylıyor, bazısı da gülümseyerek ona bakıyordu. “Hatta hemen şu an elini kana bulamasına bile gerek yok,” diye tısladı organizatör kız. “Basit bir telefon görüşmesiyle bile bu işi halledebiliriz.” Uzun ve etsiz parmakları arasında, tırnaklarının ucuyla pirinç bir jeton tutuyordu. Şekli bozulmuş gözlerinden birini kırpıp Hakan’a gülümsedi. Hakan beyninin her kıvrımında dolaşan çelik bir solucanın tüm zaman ve mekânı yiyip bitirdiğini hissediyordu. Yüksek tavanlı bir kalorifer dairesinde, tavandaki nemli borulardan ince bir su damlası aşağıya süzülüyor ve zemine çarptığı anda binlerce nükleer bomba patlıyordu. “Ne dersin?” Organizatör kız masanın etrafını dolaşıp Hakan’ın yanına geldi. Biçimsiz, içinde kemik yokmuş gibi kıvrılan kollarıyla onu sarmaladı. Hakan bu sıcaklığı tanıyordu. Toplantıda tenini okşayan dokunuşlardı bunlar. Organizatör, genç adamın başını nemli, sıcak, derisi soyulup parçalanmış göğsüne bastırırken Hakan’ın bakışları zemindeki bir döşemeye takıldı. Tekrar lisedeydi. Ankesörlü telefondaki adamı dinliyordu. Adam ona Zafer Kıray’ı nasıl öldürmesi gerektiğini anlatırken lisedeki Hakan’ın gözlerinin takıldığı döşeme ile bardaki aynıydı sanki. Ama olamazdı. Döşemenin üzerinde yükselen topuklar benliğinin son kırıntılarını da alıp götürdü. Emin olmak için başını kaldırıp organizatör kızın yüzüne baktı. Sonra da gözlerini yumup bağırmaya çalıştı. Sesi çıkmıyordu. Kızın gülümseyen ifrit yüzü kendisine dönüktü ama ayakuçları tam zıddı yöne, arkasına bakıyordu. Hakan birden güçlü bir elin kolunu sarstığını hissetti. Gözlerini epey zorlanarak açtı. Yan tarafında oturan kızın yüzünde çarpık bir gülümseme, üzerinde ise çağlar öncesinden kalma bir elbise vardı. 131
“Bütün gece yan sandalyede bu elbiseyle mi oturdun?” diye sordu Hakan içinden. Sonra masadaki diğer davetlilere baktı. Hepsi ayrı zamanlardan gelmiş gibi görünüyorlardı ve hüzünlü yüzlerinde çürümüş bir huzur vardı. Yan tarafında oturan genç kız ise yüzünde donmuş bir gülümsemeyle ona bakıyordu. “Tanrıça’nın sonsuz lütfu için birazcık kan ve et nedir ki?” Hakan titreyerek gülümsedi. Artık kaçmasına gerek kalmamış, aklını tamamen yitirmişti. “Doğru,” diye düşündü. Başını Tanrıça’nın parçalanmış insanlardan oluşmuş göğsüne, göğsündeki kanlı çukura bastırdı. Bütün ömrü boyunca yediği her şeyi kusmak isterken derisi soyulmuş göğüslerden birini tutkuyla öpmeye çalıştı. Tek yapabildiği sarkmış et parçasını ısırmak oldu. Tanrıça göğsünden süzülen kanı büyük bir keyifle içen Hakan’ı iyice kendine bastırdı. Genç adam ağzını dolduran irin ve paslı demir tadındaki sıvıyı zevkle yuttu. Telefon jetonunu almak için Tanrıça’nın şekilsiz ellerine uzanırken bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Titreyen sesi odaya yayıldı. “Ne önce ne sonra, güzel anılardan başka tapılacak daha iyi bir şey var mıydı ki?” Hakan kendine geldiğinde şehrin eski sokakları arasında, elindeki kâğıda aceleyle yazılmış adresteydi. Eski bir telefon kulübesinin önünde duruyordu. Sıkıca yumduğu avucunun içinde kararmış, pirinçten bir jeton vardı. Sakalı uzamış, üstü başı perişan haldeydi. Yüzünde çarpık bir gülümseme ve fal taşı gibi açılmış gözleriyle karşısındaki telefonu delip geçmek ister gibi bakıyordu. Bir sigara yakmak istedi. Ama bu isteği bir anda geçti. Artık bambaşka biriydi. Çok özel bir grubun en taze üyesiydi. Gözdeydi, yeni doğan küçük 132
kardeşti. Kıskanılıyor, seviliyor, özenle gözetiliyor, sakarlıkları, beceriksizlikleri, hevesi affediliyordu. Zamanı geçene ve yeni biri gelene kadar keyfini sürecekti. Sigaradan daha keyifli şeyler tadıyordu. Artık mükemmel biriydi. Tanrıça’yı düşündü; kırılmış benliği ve yok olmuş aklı ona yolu gösteriyordu. Tanrıça’nın gövdesindeki kanlı çukuru düşündü. İhtiyacı olan şeyi düşündü. Göğsü tutkuyla titredi, dudaklarını günlerdir su içmemiş gibi yaladı. Ve sonra jetonu ankesörlü telefonun haznesine yerleştirip bıraktı. Gökyüzünde bir yerlerde, kara bir bulutun içine gizlenmiş parıltılı bir şimşek şehrin unutulmuş bir köşesine düştü. Hakan numarayı çevirdi. Tanrıça’yı düşünüyordu. İçini kaplayan tutku bir başkaydı şimdi. Şehvetle titrediğini hissetti. Peş peşe düşen yıldırımların aydınlattığı yüzünde çarpık bir gülümseme vardı. Telefonun öbür ucunda biri ahizeyi kaldırıp cevap verdiğinde Hakan düşüncelerinden sıyrılır gibi oldu. Kasıklarında bir karıncalanma hissetti. Sonra da gülümsedi ve konuşmaya başladı. “Merhaba, Hakan. Nasılsın?” Kendi adını söylemek biraz tuhaf gelmişti. Sesi de bir garipti; tahmin ettiğinden kötü çıkmıştı. Sıtmaya tutulmuş gibi titrediğini fark etti. Yine de neşeliydi. Karşıdakinin şaşkın ve çekinceli bir şekilde verdiği cevaba kahkahalarla güldü. “Oğlum, beni boş ver. Senden bir şey yapmanı istiyorum; sonunda ikimizin de çok hoşuna gidecek bir şey...” Telefonun diğer tarafındaki kararsızlığa aldırmadan anlatmaya koyuldu.
133
.