TABVLA_3 - İÜ Klasik Filoloji Topluluğu

Page 1



3


İÇİNDEKİLER YAZI Cicero’da Öte Dünya ve Scipio’nun Düşü

6

Orpheus’ta Yeraltı Dünyası ve Orphizm

10

Britanya Keltlerinde Rahipler Sınıfı: Druidler

16

Sofistler

20

Antik Roma’da Takvim Reformu

22

Trajik Karakterin Trajik Devleti

30

Eğitim Felsefesi: Üniversiteler ve Hakikat

40

Aylin Görgün

Hüzeyfe Şen

Özge Doruk

4

Selinay Yılmaz

Gülçin Gündeş

İlhan Alagöz

Hatice Şeyma Selbesoğlu

ÇEVİRİ Apuleius, De Platonis Dogmate I.1-4 A. Doğucan Hanegelioğlu

26

MERCEK Antik Nümismatik Gülçin Gündeş

38/42

Edebiyat Eleştirisi - Ben, Claudius 44 Gülçin Gündeş

Sinema Eleştirisi - I, Claudius 45 Gülçin Gündeş


TABVLA Klasik Filoloji Topluluğu Dergisi Danışman Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bedia Demiriş Yayına Hazırlayan Doğan Çabalar Editörler Dorukhan Sacit Nar A. Doğucan Hangelioğlu Kutsi Aybars Çetinalp Kapak Fotoğrafı Ege Tezcan Sayı 3 - Güz 2016 Baskı Vatan Ofset Yayıncılık ve Maatbaacılık A.Ş. Sanayi Mah. 1650. Sok. No:2 Esenyurt/İstanbul Yayın Türü Yerel süreli yayın İletişim iuedkft@gmail.com Baskı Adedi 1000 Baskı Tarihi Aralık 2016 TABVLA, yılda iki sayı olmak üzere Aralık ve Nisan aylarında yayımlanır. Dergi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klasik Filoloji Kulübü tarafından İstanbul Üniversitesi’nin desteği ile yayımlanmaktadır. Yayımlanan yazılar yazarların kişisel görüşünü yansıtmaktadır. Yazılarda, editörlerin saptadığı yayın ilkeleri doğrultusunda düzeltmeler yapılmıştır. Yazılar, kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

5


CICERO’DA ÖTE DÜNYA veya SCIPIO’NUN DÜŞÜ AYLİN GÖRGÜN* 6

İÖ 106 yılında doğan Cicero, Roma’nın Cumhuriyet Dönemi’nin en önemli söylevcilerinden, siyasetçilerinden ve felsefecilerinden biridir. Gençliğinde aldığı avukatlık ve felsefe eğitiminden sonra senatoda yaptığı bir konuşma ile yıldızı parlar. Pompeius ve Caesar arasında çıkan iç savaşta Pompeius’un tarafını tutar ve ardından Pompeius’un yenilmesi üzerine aktif siyaset yaşamından elini çekmek zorunda kalır. Ancak uğruna savaştığı cumhuriyet için masa başında çalışmaya karar verir. Artık yapabileceği tek şeyin insanların düşüncelerini etkilemek olduğunu anlayan Cicero aldığı felsefe eğitimini bu yönde kullanmaya başlar. İÖ 55-51 yılları arasında altı kitaptan oluşan De Re Publica adlı eserini yazar. Bu eserde “ideal bir devlet ve ideal devlet adamı nasıl olmalıdır” sorusunun cevabını arar. De Re Publica’nın Somnium Scipionis (Scipio’nun Düşü) isimli son kitabında ise tüm eser boyunca anlattığı bu ideal Romalı modelinin ölümden sonra nereye gideceğini anlatır. Cicero, ideal devlet adamı olarak neden Scipio’yu seçmiştir? Çünkü Scipio’nun dedesi Africanus, Naraggara kentinde İÖ 202 yılında yapılan savaşta Kartacalılara boyun eğdirir. Bu savaşla Hannibal’ı kesin bir yenilgiye uğratır. Onun soyundan gelen genç Scipio Aemilianus İÖ 149 yılında yapılan 3. Kartaca Savaşı’nda tribunus militum göreviyle Afrika’ya gider. Savaşta gösterdiği başarılarla İÖ 147’de proconsul’lüğe yükseltilir ve İÖ 146 yılında proconsul olarak Kartaca’yı alır. Cato’nun “Censeo Carthaginem esse

delendam” (Kartaca’nın yok edilmesi gerektiğini düşünüyorum) sözü de Roma’nın bu kente olan tutumunu özetler. Yani Kartaca’ya boyun eğdiren Africanus ve şehri yok eden torunu Scipio ideal Romalı modeline örnek vermek için Cicero’nun özellikle seçtiği isimlerdir. De Re Publica’da bu dünyada nasıl iyi bir şekilde yaşanması gerektiğini anlatan Cicero, artık öte dünya hakkında bilgi vermek ister. Çünkü Cicero’ya göre eserin ilk beş kitabında, Cicero’nun Tusculum’daki evinde arkadaşlarıyla yaptığı tartışmalar anlatılırken; altıncı kitap bu tartışmalar sonunda Scipio’nun yaptığı yolculuğun sonunda yorgun düşüp uykuya dalması ve gördüğü rüyayla bizi öte dünyada bir yolculuğa çıkarmasıyla devam eder. Scipio, Consul Manilius’un emrinde IV. lejyon’a bağlı tribunus militum olarak Afrika’ya gelir. Kral Masinissa’yı ziyaret etmesi gerektiğini düşünür. Çünkü Kral Masinissa ve dedesi Africanus Kartacalılarla olan savaşta Masinissa’nın Romalıların yanında olması sayesinde dost olurlar. Bu dostluktan dolayı Scipio’nun ziyareti Masinissa için önemlidir. Masinissa, Scipio’yu görünce ona sarılır ve gözyaşlarına boğulur. Başını göğe doğru kaldırarak: “Sana şükranlarımı sunuyorum” der. “Ey en yüksekteki Güneş ve siz, gökyüzünün diğer sakinleri! Bu yaşamdan göç etmeden önce, krallığım sırasında, bu çatı altında P. Cornelius Scipio’yu görüyorum, onun adını duymak bile bana hayat veriyor. O en iyi ve en yiğit adamın anısı hiçbir zaman gönlümden uzaklaşmaz” diye ekler.

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 2015-2016 Mezunu


Daha sonra Masinissa, Scipio için şölenler düzenler ve verdiği ziyafette onunla uzunca sohbet eder. Masinissa, tüm gece Africanus’un yaptığı işleri anlatır ve onun söylediği sözleri söyler. Africanus’tan başka hiçbir şeyden bahsetmez. Scipio ziyafet bitince, yol yorgunu olduğu ve gece boyunca uyumadığı için kalacağı odaya çekilir ve derin bir uykuya dalar. Uykuya dalar dalmaz dedesi Africanus’u düşünde görür ve onu gördüğü an düşünün gerçekliğinden tüyleri ürperir. Africanus torununun tedirginliğini fark eder: “Sakin ol Scipio, korkuyu bir yana bırak!” diyerek onu sakinleştirir ve ona anlatacaklarını aklında tutmasını söyler. Ardından Scipio’ya Kartaca’yı gösterir. Africanus, Kartaca’nın yerini göstermek için onu yönlendirdiğinde nasıl bir yerde olduğunu fark eden Scipio, bulunduğu yerden büyülenir. Bu yer: Tüm evrenin, yaşadığımız yerin, tüm gezegenlerin ve yıldızların göründüğü ışık saçan, parıltılı ve yıldızlar ile dolu bir yerdir. Africanus, Kartaca’yı gösterdikten sonra Kartaca’nın sürekli isyan ettiğini ve savaşların devam edeceğini söyler, ardından da Scipio’ya gelecekte alacağı görevlerden bahseder. Scipio, Kartaca’yı yok edecek ve kusursuz bir yaştayken ölecektir; kendisine biçilmiş olan görevi yerine getirecek ve kaderin onun için uygun görülmüş olduğu yaşta ölecektir. Africanus ona, devleti koruma konusunda daha kararlı olması için öğüt verir ve “Ey Scipio, devleti korumada daha kararlı olman için şunu aklından çıkarma: Gökyüzünde, yurdunu koruyan, kollayan, güçlü kılan herkesin, mutlu bir şekilde, ölümsüz bir yaşam sürdüreceği belirli bir yer vardır.” der.

Bunun üzerine kendisine vaat edilen geleceği gören Scipio, ölüm korkusundan sıyrılmaya başlar ve hemen ölmüş babası ve diğer yakınlarını sorar. Dedesi ona hem ruhun hem de yaşamın anahtarı olan bir cümle söyler: “Aslında yaşayanlar ölüdür ve bizim ölü dediklerimiz hapisten kurtulurlar.” Bu sırada babası Paulus görünür ve ona doğru yaklaşır; babası, onu görünce ağlamaya başlayan Scipio’yu kucaklayıp öperek sakinleştirir. Gözyaşları dinince, babasına “Neden buraya, yanınıza gelmek için acele etmiyorum?” der. Bunun üzerine babası ona: “Öyle değil, eğer gördüğün tüm bu göksel alanın ait olduğu tanrı seni bedenin bağlarından kurtarmazsa göklere olan giriş yolu açılamaz. Nitekim insanlar bu tapınakta gördüğün, adına yeryüzü denilen, ortadaki küreyi bırakıp gitmesinler diye yaratıldı. Onlara sizin takımyıldızı ve yıldız dediğimiz o sonsuz ateşlerden alınan ruh verildi…sen ve kutsallığa saygı duyan herkes tarafından ruh bedenin bekçiliğinde korunmalı ve tanrının emri olmadıkça insanların yaşamından göç edilmemelidir.” der. Bunları söyledikten sonra babası Paulus, öte dünyaya kimlerin gidebileceğini anlatır. Bu yer, dünya üzerinde kimsenin hayal edemeyeceği kadar yüksek ve yalnızca ideal Romalıların varacağı bir yerdir. Cicero’nun ideal Romalı olarak işaret ettiği kişiler önce tanrılara, sonra devlete ve son olarak aileye karşı görev bilincine sahip yani pietas kavramını tamamen hisseden kişilerdir. Paulus’un anlatımına göre öte dünyaya giden yol pius olmaktan geçer. Bireyin pius olması için kendisine model olarak tanrıyı alması, içindeki tanrısal özün farkına varması gerekir. Roma, evrenin bir yan-

7


8

sıması; aile ve her bir Roma vatandaşı da Roma’nın bir yansıması olarak görülür. Bu açıdan aynı düzen düşünüldüğünde devlet yönetimindeki kişiler, öldükten sonra da tanrısal bir mekânda yaşamaya devam edecekler, Paulus gibi yüce göksel bir alanda yer alacaklardır. Başka bir açıdan da tüm De Re Publica boyunca nasıl iyi bir devlet adamı olunacağını çeşitli açılardan anlatan Cicero, bu iyi devlet adamını yaşamındaki hizmetlerinden dolayı ödüllendirmiş olur. Ruhun özüne ulaşacağı bu yer, alevler arasında göz kamaştırıcı bir parıltıyla ışıldayan bir çemberdir. Evren, buradan çok parlak ve olağanüstü gözükür. Yeryüzünden hiç görülmeyen yıldızlar vardır ve hepsinin boyutları hiç düşünülemeyecek kadar büyüktür. O yıldızlar arasında en küçük ve yeryüzüne en yakın olan Ay’dır. Kendisine ait olmayan bir ışıkla ışıldar. Yıldızların oylumları yerin büyüklüğünü kolaylıkla aşar. Bunu gören Scipio “O zaman yeryüzü bana o kadar küçük gözüktü ki onun ancak bir noktasına ilişen gücümüzden utandım.” der. Çünkü Roma egemenliği altındaki topraklar Scipio’nun döneminde oldukça geniş bir alana yayılsa da gökyüzü ve onun yıldızlarıyla kıyaslandığında bir noktadan ibarettir.1 Scipio’nun gözü sadece yeryüzüne takılıp kalınca dedesi Africanus’un “Zihnin daha ne kadar yere çakılı kalacak? Hangi göksel mekâna geldiğini görmüyor musun?” sorusu Somnium Scipionis’in temel yönelimlerinden birine dikkat çekmek ister. Bu yönelim zihnin dünyevî olana değil, tanrısal olana yönelmesi gerektiği, bakışların bu dünyadan öte dünyaya yani gökyüzüne çevrilmesi gerektiği düşüncesidir. Africanus evrenin tasvirini yapmaya başlar ve son olarak “…insanların yasalarına aykırı davrananların ruhları bedenlerden kayıp gittikten sonra yeryüzünün etrafında uçuşup dururlar ve bu yere uzun yüzyıllar boyunca eziyet çektikten sonra gelebilirler.” dedikten sonra gözden kaybolur. Böylece sonlanan Scipio’nun düşüyle gökyüzüne yerleştirdiği öte dünya üzerinden tüm evren anlayışını detaylandıran Cicero, ölümden sonra huzura ermek için neler yapılması gerektiğini de açıklamış olur. Cicero, yer altı dünyası olarak da kabul edilen, öte dünyayı Platoncu bir yaklaşımla gökyüzüne koymuştur. Çünkü ona göre beden toprak ve sudan, ruhsa ateş ve havadan oluşur, ruh ve beden dört elementin uyumlu bir birleşimidir. Kızının ölümünden sonra kaleme aldığı Tusculanae Disputationes eserinde de ruhun yapısı hakkında detaylı bir araştırma yapan Cicero, eserinde farklı ruh anlayışlarını detaylandırır. Cicero’ya göre eğer ruh Platon’daki gibi kalp, kan ve beyinse bir materyaldir ve böylece beden ölüp gittiğin-

de onunla birlikte kaybolacaktır yani ölecektir veya Homeros’un söylediği gibi bir soluksa olduğu gibi boşluğa yayılacaktır ya da Herakleitos’taki gibi yalnız ateşten bir özse sönecek, uyumun kendisiyse kaybolacaktır. (Cicero, Tusculanum Disputationes 1.11.) Cicero’ya göre bedeni sıcak tutan şey ruhtur. Ruh bedenden ayrıldığında beden soğur ve ağırlaşır. O halde ruh canlı bir yapıya sahiptir ve hareketi de bedenin aksi yönüne olacaktır, böylece bedenden ayrıldığında yükselerek atmosferimizden ayrılır, bulutların da üstünde yalnızca ruhlara ait olan yere doğru hareket eder. Ölümün gerçekleştiği anda ruh, ağızdan nefes olarak çıkar ve beden ağırlaşırken ruh hafifleyerek göğe yükselir. Ruhların göğe yükseldiği bu yeri Cicero Orbis Lacteus (Samanyolu) olarak adlandırır, ruhların ölümden sonraki ebedi meskenidir, tüm evrenin üstündedir. Süt anlamına gelen lactus kelimesinden türeyen bu isim, Cicero’nun da aktardığı gibi Yunan mitine dayanır ve Hera’nın sütüyle özdeşleştirilir. Ruhlar gökyüzündeki bu süt kadar parlak alana yükseldiklerinde evrenin tamamını kolaylıkla seyredebilirler. Cicero, öte dünyayı göğe çıkartınca eski inançları da yok etmiştir. Yeraltı dünyasını yöneten Pluto (Dis) ya da tüm tanrıların tanrısı Iuppiter artık yoktur. Onun için Samanyolu’nda Platon’un da anlattığı en yüce ve her şeyin yaratıcısı olan tanrı vardır. Bu tanrı fikri Roma’da yaygın olan Stoa felsefesindeki “evrensel us” ile özdeşleşir. (Platon, Timaios 41a) Cicero, Samanyolu’nun merkezinde Güneş’in parlaklığından oluşan bir ateş olacağını söyler. Bu bağlamda Güneş’in canlıların içindeki ateşe benzediğini açıklayarak, ruhun özündeki ateşle Güneş’in göksel ısısının bir olduğunu anlatmaya çalışır. Ruhların bedenden ayrıldıktan sonra bir oldukları Samanyolu daha az oksijen barındıran bir havaya sahiptir. Bu hava yapısı Güneş’in ışınlarıyla birlikte merkezde bulunan ve ruhların etrafında toplandığı ateşi şekillendirir. Böylelikle ruh burada kendi formuna kavuşarak daha yavaş hareket etmeye başlar ve doğal ortamına tekrar uyum sağlar. Çünkü Cicero’nun ruh düşüncesinin temeline oturttuğu cümle daha önce Scipio’nun rüyasında dedesinden duyduğu şu cümledir: “Asıl yaşayanlar hapisten kurtulurcasına beden bağlarından kopup gidenlerdir, yaşam denen sizinki aslında ölümdür.” Platoncu bir üslupla ruhun bedensel isteklerden arınarak özgürleştiğini söyleyen Cicero, ruhu görülemeyen tanrısal, bedeni ise görülebilen dünyevi şeylerden tutar. Beden ölünce ruh, dünyevi isteklerin ve kötülüklerin bulunduğu kemiklerden kurtulur ve göksel kökenine dönüş yapar. Böylelikle ruh kendi potansiyeline kavuşur ve sonlanmayan


varoluşuna özündeki ateş sayesinde ulaşır. “İnsan ruhu tanrısal akıldan çıkarılıp alınır.” (Cicero, Tusculanum Disputationes V,XIII,38) “onlar için, parçası oldukları bütüne kolay bir dönüş yolu vardır.” (Cicero, Tusculanum Disputationes I,XXX,72) Böylelikle Cicero, önce öte dünyayı göğe çıkarmış, ardından Platon’un Politeia’sında izlediği yolu izlemiş; ruhun yapısına ilişkin bir takım açıklamalar getirerek öte dünyayı neden göğe çıkardığını anlatmıştır. Bu kanıtlamasından sonra tüm evrenin tasvirini yapmaya başlayan Cicero, böylelikle uyum içindeki sistemi aktarmak ve öte dünyayı bunun neresine koyduğunu açıklamak isteğindedir. Cicero’ya göre “Evren dokuz kürenin sıralanmasıyla oluşur”. Betimlediği cosmos, duran yıldızlar yuvarı, [ki bu yuvar Stoacıların “yüce tanrısı” ile özdeşleşir] içte gezegenlerin yedi yuvarı ve merkezdeki devinimsiz Yer yuvarı olmak üzere dokuz yuvardan oluşur. Sadece en dıştaki yuvar gökseldir. Stoacı görüşe göre dünyanın en uç sınırı olan gök– duran yıldızlar yuvarı - yüce tanrıdır ve bu yuvar altında ona ters yönde dönen yedi küreyi içine alır. Platon’a göre en dıştaki çember, en geniş kesittir, daha sonraki küreler kendinden bir öncekine göre küçülerek giderler. En büyük çemberdeki gezegen pul gibi parıldamaktadır; yedinci en parlaktır; sekizinci rengini, üzerine parlayan yedinciden alır. İkinci ve beşincinin renkleri birbirine benzer, yedinci ve sekizinciden daha altın sarısıdırlar. Üçüncüsü en beyaz olandır, dördüncü kırmızımtırak, altıncı beyazlıkta ikincidir. Yani Platon, sekizinci küreye Ay’ı koyar, yedinciye Güneş’i, beşinciye Venus’ü, altıncıya Mercurius’u, dördüncüye Mars’ı, üçüncüye Iuppiter’î, ikinciye Saturnus’u yerleştirir. (Platon, ResPublica 617a) Ancak Cicero sıralamayı değiştirir; Ona göre Ay, Mercurius, Venus, Güneş, Mars, Iuppiter ve son olarak da Saturnus çemberi gelir. Yerküreyi merkeze alarak Saturnus’ün yeryüzünden en uzak gezegen olduğunu söyleyen Cicero, Iuppiter’ in yıldızının ışık saçtığını, Mars’ınkinin ise ısı verdiğini söyler. (Cicero, De Natura Deorum II,XX,119) Cicero’ya göre “…Güneş gezegenlerin ortasındaki bölgeyi kaplayarak, diğer ışıkların önderi, başı, düzenleyicisi, evrenin zihni ve dengesi olur; ışığıyla her şeyi aydınlatacak ve ışığa boğacak büyüklüktedir.” (Cicero, De Re Publica 6.4.17) Böylece evren tasvirini tamamlayan Cicero, Öte Dünya ile Yer arasında olan gezegenleri betimledikten sonra bu gezegenlerin hareketleri sonucunda tüm evrende duyulan bir harmonia’dan bize bahseder. Platon öğretilerine göre harmonia, gök kürelerinin dönmesiyle ortaya çıkan bir müziktir. Aynı öğreti Cicero’da, yıldızların farklı dönüşlerinin, tüm göğün hare-

ketlerinin ve dünyanın tüm bölümlerinin uyumu olarak açıklanır. Devinim sonucu bir uçta pes, diğer uçta tiz olarak çıkan ses hıza ve kütleye göre değişir. Gök küreleri Yer’den uzaklaştıkça ve kütle irileştikçe hızları artar ve duran yıldızların göğü en tiz sesi, Ay en pes sesi verir. Yedi sesin2 varlığından söz eden Cicero, Yer etrafında dönen yedi gezegenle duran yıldızlar küresinin, yedi notanın sesini çıkardığını söyler. Evrenin harmonia’sının tarifini yaparak, sonsuz ve değişmez olan düzene dikkat çeker. Yaptığı öte dünya ve evren tasviriyle bütünün görülmesi gerektiğini işaret eden Cicero, bu düzenin küçücük bir parçasını zorlukla kaplayabilen insanın ne şöhretinin, ne zenginliğinin, ne de adının önemli olmadığını anlatmaya çalışır. Cicero’ya göre insan bu bütün içindeki küçücük yerini fark etmeli bu sayede dünyevi zenginliğin, şan ve şöhretin gözünü kör etmesine izin vermemeli, ruhunu eğitmelidir. Cicero, insan ruhunun ıslah edilmesinde erdemin bir araç olduğunu ve mutlu bir hayat için tek başına yeterli olacağını söyler. (Cicero, Tusculanum Disputationes V, I) İnsanın kendi dünyasına ait şeyleri bir yana bırakıp yükseklere, göksel olana ancak erdem sayesinde bakabileceğini hatırlatmak ister. Çünkü Cicero’ya göre başını göğe kaldıran insanın ruhu tanrıdan pay alır ve insan başlıbaşına evrenin bir yansımasıdır. Kendisinin, evrendeki yerinin, neye yönelmesi gerektiğinin farkına varan kişi, ruhunu eğitir ve ancak bu şekilde eğitilmiş olan ruh görkemli bir öte dünyada huzur içinde var olmaya devam edebilecektir.3 DİPNOTLAR 1. Cicero’ya göre nokta; Herhangi bir büyüklüğü olmayan şeydir. Cicero, Academia( Lucullus), II, XXXVI,116 2. 7 sayısı ve katları kusursuz kabul edilir ve önemi büyüktür. 3. Bu yazı 14-15 Mayıs 2016 tarihleri arasında gerçekleştirilen III. Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Öğrenci Sempozyumunda sunulmuştur. KAYNAKÇA CICERO, Devlet. çev. C. Çevik. (2014). İstanbul: İthaki Yayınları. PLATON, Devlet. çev. S. Eyüboğlu (2015). İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. ____Phaidon. çev. N. Kalaycı. (2012). İstanbul: Kabalcı Yayınevi. ____Sokrates’in Savunması. çev. E. Gören. (2006). İstanbul: Kabalcı Yayınevi. ÖZBAYOĞLU, E. (2010). Somnium Scipionis- Scipio’nun Düşü Açıklamalı Çevirisi, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları/ MENZİLCİOĞLU, Ç. (2002). Cicero’nun De Re Publica’sı Işığında İdeal Devlet Adamı. İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları CENNET, B. (2014). Cicero’da Ölüm-Teselli İlişkisi. (Yayımlanmamış Doktora Tezi)

9


ORPHEUS’TA YERALTI DÜNYASI VE ORPHİZM

HUZEYFE ŞEN*

10

1. Hades’e İniş (Katabasis) Orpheus’un Hades’e inişi (katabasis) ile alakalı mit, her ne kadar kendisine yapılan atıfların en eskisi MÖ 6. yüzyıla tarihlendirilmiş olsa da, Orpheus’un Homeros’tan önce yaşamış olma ihtimali1 de düşünüldüğünde, Helen-Roma ve hatta Hristiyan geleneğindeki yer altı dünyası tasavvurunu derinden etkilediği savını bizde uyandırmaktadır. Odysseia destanında Odysseus’un, keza Vergilius’un Aeneis’inde Aeneas’ın, Hades’in dünyasına inmesi, bizlere bu alegorik anlatımın kaynağı konusunda daha kesin fikirlere sahip olmamızı sağlamaktadır. Bütün bunlara rağmen yukarıda bahsi geçen iki kahramanın maceralarının anlatıldığı kaynaklara nazaran, Orpheus’un yer altı dünyası macerası için ayrıntılı haritasını çıkarabileceğimiz derli toplu bilgiler yerine, daha dağınık ve bölük-pörçük veya efsanevi kişiliğinin getirdiği gizemli havadan ötürü keyfekeder yazılmış malzemelere sahibiz. Bu malzemelerin en başında Roma edebiyatı açısından da büyük bir öneme sahip Vergilius’un Georgica’sı ile Ovidius’un Metamorphoses’ini sayabiliriz. Orpheus’un hayat hikayesi hakkında bildiğimiz birkaç sahne: Eurydike’ye aşık olması, onun ölümünü takiben peşinden Hades’e inmesi ve ölümüdür. Mite göre Orpheus’un karısı olan Eurydike bir gün Trakya’da bir nehir kenarında gezinirken peşine Aristaios düşer. Eurydike ondan kaçmaya çalışırken, otların arasında dolaşan bir yılana basar. Bunun üzerine

yılan onu sokar ve Eurydike zehirlenerek hayata veda eder. Vergilius’un şairane dilinden aktaralım: “Tanrısal bir gazaba uğramışsın sen başka bir şey değil, Büyük bir günahın kefaretini ödüyorsun doğrusu; Cezalandırılmana sebep olan kişi şu zavallı Orpheus, Kaderin engellemese, bu hak ettiğinden çok daha az aslında; Kaçırılınca karısı öfkeden deliye dönmüş adamcağız, kudurmuş açıkçası. O ölüme yazgılı kız kaçacağım derken senden, nehir boyu alelacele koşarken, Yüksek otlar arasında görememiş kıyıları tutan şu koskoca yılanı. Akranı ağaç perileri bir ağızdan çığlık çığlığa inletmişler dağların doruklarını; Gözyaşlarına boğulmuş Rhodope tepeleri, ulu Pangaea Dağları, Rhesus’un savaşkçı ülkesi, Getae kavmi, Hebrus Irmağı ve Acte’nin kızı Orithyia2 (Verg. G. 4.453-463)

Derin bir kedere boğulan Orpheus, bu kederini açığa vurmak ve avunmak için müzikteki şöhretinin de hakkını vererek: Orpheus oyuk liriyle avutmaya çalışmış aşk acısını, seni söylemiş ezgilerinde, ey tatlı eş, o ıssız kıyıda, tek başına, gün doğarken seni, gün batarken seni söylemiş.

Müziğin bu mucizevi etkisi ona sadece bir avuç kahramana nasip olan, hayattayken yeraltı dünyasına girme ayrıcalığını bahşeder: Taenarum’un çenelerinden3 geçmiş hatta, Dis’in4 yüksek kapılarından, kara bir korkunun örttüğü kasvetli koruya girmiş. Yaklaşmış Ölüler’e ve onların dehşet saçan kralına, insanların dualarıyla yumuşamayan kalplere. Ama onun şarkısıyla aşka gelmiş gölgeler, ışıktan yoksun hayaller,

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 4. Sınıf Öğrencisi


Erebus’un5 en ücra köşelerinden yol almaya başlamışlar ince ince. binlerce kuş gibi, yaprakların arasına gizlenen, Akşam Yıldızı ve kış yağmuru dağlardan sürdüğünde; analar, babalar, yüce gönüllü kahramanların candan yoksun bedenleri, oğlanlar ve evlenmemiş kızlar, babasının gözü önünde odun yığınına konmuş oğullar, etraflarını çepeçevre sarmış Cocytus’un6 kara çamuru, çirkin sazları, iğrenç bir bataklık ve miskin miskin akan suları, dokuz kat hendekleriyle Styx kuşatmış sıkı sıkı. Ölüm evi bile donup kalmış, en dip uçurumlarına kadar, büyülenmiş, kendinden geçmiş saçlarına yeşil yılanların dolandığı Öç tanrıçaları üç ağzı da açık kalmış öylece Cerberus’un, rüzgar dinince, duruvermiş tekerleği Iksion’un. (Verg. G. 4. 464-484.)

Hades ve eşi Persephone, karısını böyle seven bir kocaya Eurydike’yi vermeyi kabul ederler. Lakin bir şartları vardır: Orpheus, karısı arkasından gelerek yeryüzüne çıkarken, Hades’in diyarını terk etmeden evvel asla arkasına dönüp karısına bakmayacaktır. Orpheus şartı kabul eder ve yola koyulurlar. Neredeyse gün ışığına çıkmak üzeredirler ki: Birden bir delilik sarmış aymaz aşığı, bağışlanabilirdi aslında, tabii bilseydi bağışlamayı yeraltındaki Ölüler: Durdu, eyvah, tam da ışığı çıkmışken, tutkusuna yenik düştü, unutup Eurydice’sine bakıverdi! O anda boşa gitti bütük emekler, zalim tiranla yapılan antlaşma bozuldu, üç kez çatırtı duyuldu Avernus Gölü’nden,7 “Orpheus!” diye bağırdı Eurydice, ‘nasıl bir delilik ki bu, mahvetti, ah, zavallı beni ve seni? ah, nasıl büyük bir delilik? bak işte, kıskanç Kader geri çağırıyor yine beni, uyku bastırıyor iyice kapanıp giden gözlerime. Elveda! Sonsuz geceye sarılıp götürülüyorum, gücü tükenen ellerimi uzatıyorum sana, heyhat, artık senin değil onlar”’ (Verg. G. 4.488-498.)

Kabul ettiği biricik şarta böylece uymayan Orpheus karısını ikinci kez kaybeder. Dönüp ona kavuşmayı denediyse de, Hades’in ölüleri karşı tarafa götürmekle görevli kayıkçısı Kharon buna müsaade etmez.8 (Verg. G. 4.502-503.) Orpheus ise mahzun bir şekilde yeryüzüne çıkmak zorunda kalır. Artık bundan sonra Orpheus’u umulmaz bir son beklemektedir. Bir kayalığın altında yedi ay boyunca ağlamış, (Verg. G. 4.507-508) karlı Tanais Irmağı’nı, Rhipaea Dağı eteklerindeki çayırlarda tek başına avare avare dolaşmıştır. (Verg. G. 4.517-518.) Orpheus’un bu halinden Trakyalı kadınlar ise pek hoşnut değildir. Şöyle ki: Ama içten içe gücenmişti Trakyalı kadınlar Orpheus’un bu vefasına, Kutsal törenler düzenlediklerinde tanrılar adına, Bacchus’un gece ayinleri sırasında paramparça ettiler genç adamı,

çevredeki tarlalara attılar parçalarını. O anda bile mermer beyazı boynundan koparılmış başı, Oeagrus topraklarından akan Hebrus’un9 girdabına kapılmış, döne döne giderken ‘Eurydice diyordu, buz gibi soğuk diliyle, saf ses halinde, yitip gitmekte olan nefesiyle sesleniyordu,’Ah! zavallı Eurydice!’ ırmak boyunca kıyılar yankılanıyordu, “Eurydice!’” (Verg. G. 520-527)

Burada da bahsedildiği üzere, Trakyalı kadınlar Orpheus’u, eşsiz vefasını ve hatıratına sadık kalmasını hakaret saydıkları için öldürmüşlerdir. Platon’a göre Orpheus korkak biri olduğu için eşinin ölümünden sonra ölümü göze alamamış ve bu yüzden Dionysos’çu Mainas’lar10 tarafından öldürülmüştür. (Pl. Symp. 179d.) Başka bir rivayete göre ise Orpheus bu derin acısının ardından artık kadınlarla hiçbir ilişkide bulunmak istememiştir. Çevresini delikanlılarla doldurmuş -hatta Orpheus’un paiderastia’lığın11 öncüsü olduğu bile söylenir- ve onlarla toplanmış oldukları bir zamanda Trakyalı kadınlar ellerine silahları alıp onu ve müritlerini öldürmüştür. Aphrodite’nin Trakyalı kadınların yüreğine Orpheus’a karşı aşk ateşi düşürmüş olmasından ötürü, kendisine boyun eğmek istemeyen kadınlar tarafından parçalanmış olduğu da rivayet edilir. Hatta, Trakyalı kadınların hiçbir dahlinin olmadığı bir rivayete göre Orpheus, Zeus’un yıldırımlarıyla ölmüştür. (v. Grimal 567-68.) Her ne olursa olsun Trakyalı kadınlar Orpheus’u parçalayarak öldürüp nehre attıklarını, parçaların denize kadar sürüklendiğini, şairin başının ve lirinin Lesbos adasına ulaştığını, meşhur Romalı şair Ovidius Metamorphoses adlı eserinde şöyle anlatır: “Orpheus’un eşsiz utkusu, dövünen Mainadlar, Hepsi kanlı ellerle saldırdılar Orpheus’a, Gün ışığında gece kuşunun uçtuğunu gören kuşlar Da böyleydi, ya da arenada ölümden yarar sağlayan, Günaçımında kumsalda yatan geyiğe çullanan Köpekler gibi saldırdılar ozana, atılan oklar, Yapraklarla kaplı ağaçlar arasında, düşünülmeyen Kimi kırılıp düşen ağaç dallarını kaldırıyor, kimi Taş atıyor, oklarla azgınlık çoğalıyor, güçlü Boğalar sapanla toprakta evlek açıyor, besleyen Ekine özsu sağlamak için, tarımcılar kuru Toprağı kazıyor derince, güçlü kollarıyla. Bunlar, görünce gürültülü kalabalığa kaçıyorlar, Tarım araçlarını bırakıyorlar, bu araçlar Bırakılmış tarlalar üzerinde darmadağın, öfkeyle Toprağa saplı çapalar, uzun saplı kazmalar, beller. Bu işler bittikten sonra, boğalar azgınlık içinde Boynuzlarıyla korku salarken yöneldi halk Yine ozanı yok etmeye. Açmış yakarak ellerini Sen ey Iuppiter, demiş ilkin, öldürürken onu Dinsizler, sözler çıkmış mırıldanan ağzından, Kayaların duyduğu, dinleyen hayvanların anladığı. Uçup yellere karıştı tini. Orpheus, yabanlar, Yakınan kuşlar ağladı sana, yalçın kayalar,

11


12

Türkülerinin büyülediği orman; tepesinde kesilmiş Saçlarıyla, dökülen yapraklarıyla üzülmüş ağaç Ağlamış sana, derler. Sular kabarmış, kayalar giyinmiş, Saçlar dağınık dolaşır Naias’lar,12 Dryas’lar,13 kol, bacak Dağılmış şurda burda. Çalgıyı da, başı da almış Götürürsün akışında Hebrus , şaşılası olay bu, Yakınır çalgı, yakınır mırıltılarla cansız dil Yansıtır bu sesleri kıyılar. Yankılar duyulur Uzaktan, denize dökülen sulardan, Lesbos kıyısında, Methymna’dan.14 Orada, yabancı kıyılara sürüklenmiş Üzüntüsüz bir baş, saçları ıslak bir Dragon. Sonunda geldi Phoebus, saldırınca üzerine yılan Uzaklaştı ondan, katılaştırdı açılan Ağzını, gırtlağını yılanın, bir katı taşa çevirdi. Oturdu gölgeliklerde, anımsadı eski yerleri, Eskiden gördüğü, sonra mutlu çimenlerde gözlerken Çevreyi birden gördü Eurydice’yi, tutkuyla sarıldı Ona, çekti kollarının arasına. Birlikte gezindiler Yöreyi yan yana, kimi Orpheus önde, kimi Eurydice, Bakardı, kıza, çevresine kıvançla, sessizce.” (Ov. Met. 11.23-66.)

Orpheus’un öldürülmesinden sonra Trakya’da veba salgınının başladığı söylenir. Bu salgının şairin öldürülmesinden dolayı verilmiş bir ceza olduğunu iddia eden kahin, meselenin halli için Orpheus’un başının bulunup kendisine bir cenaze töreni düzenlenmesi gerektiğini söyler. Balıkçıların gayretiyle Orpheus’un başı Meles Nehri’nin ağzında kumlara bulanmış ve hala terennüm eder bir halde bulunur ve törenin ardından veba salgını sona erer. Başka bir rivayette; Musalar tarafından defnedilen mezarı Leibethra’da15 iken bir Dionysos kahini, Orpheus’un kemiklerinin gün ışığını görmesi halinde bir domuzun şehri harabeye çevireceği kehanetinde bulunur. Bunu alay konusu yapan halk kehanete kulak asmaz. Derken bir gün, bir çobanın Orpheus’un ilahilerini terennüm etmeye başlamasıyla tarlada çalışan işçiler mezara doğru yürürler ve oluşan kargaşada mezarın direkleri yıkılır ve şairin kemikleri kırılan lahdin altından ortaya çıkar. Ertesi gece şiddetli bir fırtına patlak verir ve Sys Nehri’nin16 kabarmasıyla şehir sele gider. Böylece Orpheus, lirinin gökyüzüne çıkarılıp bir takımyıldızına dönüştürülmesi ve ruhunun Elysion’a götürülüp orada beyaz ve uzun elbiseler içinde şarkılarını terennüm etmesiyle bir kahramana dönüşmüş olur. (Grimal 568) Her ne kadar yeraltı dünyasını içermese de kahramanımız hakkında zengin bilgiler veren bir diğer önemli eser Rhodos’lu Apollonios’un meşhur Argonautica’sıdır. Gerçi bu eserde konu olan ve Argo gemisinde yolculuk yapanın Orpheus mu yoksa ona benzetilen başka bir şahıs mı olduğu tartışmalıdır. M.Ö. 7. yüzyılda yaşamış Syros’lu Pherekudes’ten gelen riva-

yet, gemide denizcilerle seyahat eden şahsın Orpheus değil Philammon olduğudur. Apollonios’ta ise, müzik ve şiirle bu kadar ilişkili bir figürün epik bir gemi yolculuğunda seyahat etmiş olmasının yaratmış olduğu zorluklarla birlikte, seyahat edenin Orpheus olduğu açıktır. Herodoros ise iki Orpheus olduğunu ileri sürmüştür: Bunlardan biri Argonautlarla birlikte seyahat eden, diğeri ise Apollo ve Calliope veyahut Oiagros ve Polymnia’nın oğlu olan Orpheus. Böyle zayıf bir karakterin kahramanlarla seyahat etmesinin inanılması güç bir şey olduğunu öne sürenlere şu yanıt verilmiştir: Ceiron, gemi seyahatini tehlikeye sokabilecek sirenleri müziğiyle bastırabilecek tek kişinin Orpheus olduğu hususunda kehanette bulunmuştur. (Andromache 393) Bu eserde Orpheus’un ve hatta Musaların doğum yeri olarak Pieiria’daki Pimpleia gösterilmiştir. Thessalia bölgesindeki bu yer aynı zamanda Argo gemisinin de kalkış yeri olacaktır. (Ap. Rhod. Argon. 1. 24-25) Orpheus’un lir çalmadaki tesirine misal olarak, buradan Trakya’ya kadar yabani meşeleri lirinin nağmeleriyle taşıtması gösterilmiştir. (Ap. Rhod. Argon. 1.28-31.) Orpheus’un, her türlü ayin ve ritüellerin idaresini sağlamak , hatta meydana gelen müşkülatı çözmek gibi bir takım görevleri de vardır. Kendisine verilen bu görevler, kolonizasyon zamanındaki oikistes’lerinkiyle örtüşür. Zira onların da, gidilecek yerleri belirlemek, içinde tanrılara hizmet edilecek tapınakların yapımına karar vermek, ayin vakitlerini tayin etmek, kahramanların defin merasimlerini icra etmek gibi görevleri vardır. Onun kutsalla olan bağından dolayı, çıkan meselelerde rehberliği de bulunmaktadır. Lemnos’tan ayrılıp Samothrake’ye gittikleri zaman, Orpheus’un talimatları doğrultusunda Kabeiroi gizem merasimlerini icra etmişlerdir. (Ap. Rhod. Argon. 1.913-921.) Yine, Kral Kyzikos’u kazara öldürdükleri için Argonautlara, Rhea’ya adakta bulunmalarını emretmiştir. (Ap. Rhod. Argon. 1.1132-1141.) Davul eşliğinde dans ederek yapılan bu ayinler, bir kralı öldürmenin getirdiği kirlenmeye karşı temizlenme isteğidir. Orpheus’un bu konudaki liderliği ikinci kitapta da karşımıza çıkmaktadır. Thynias Adası’na geldikleri zaman Apollo’nun mürettebata görünüşü, yine onun ilahileri ve adak ayinleri sayesinde olmuştur. Orpheus adeta bir oikist gibi adaya isim vermiş, adak sunmuş ve bir sunak inşa etmiştir. (Ap. Rhod. Argon. 2.669-719.) Orpheus’un gemideki en kilit rolü yukarıda da geçtiği üzere, sirenleri lirinin müziğiyle bastırmasıdır. Şair lirini kaldırarak mürettebatı canlandıran, hızlı ritimli bir şarkı çalar. Sirenlerin sesi hem bu müziğin güzelliğiyle duyulmaz, hem de Batı rüzgarının dalgalarla


gemiyi çekivermesiyle büyük bir tehlike atlatılmış olur. (Ap. Rhod. Argon. 4.891-919) Argonaut’ların eve dönüşlerinde Orpheus’un bir kehanetine daha rastlıyoruz. Susuzluklarını dindirmek için Hesperides nympha’larının kutsal ovalarına geldiklerinde, onları koruyan kutsal dragon Ladon Heracles tarafından altedilir. Argonautlar yaklaştıklarında nymphalar toz-toprak olurlar. O zaman, kayadan fışkıracak bir su kaynağı, coşan bir dere yatağının yerini söylemeleri için nymphalara ilahiler okuma, yakarışlarda bulunma işi ise tabii ki Orpheus’a düşmüştür. (Ap. Rhod. Argon. 4.1411-1421.) Ve şair son olarak, Tritonis Gölü’nden Tanrı Triton’un emriyle denize açılmaları için yerel tanrılara Apollo’nun tripodunu arz etmeleri tavsiyesinde bulunmuştur. (Ap. Rhod. Argon. 4.1547-1555.) 2. Orphik Gizem Dini ve Orphizm Orpheus’un yolundan gidenlerin oluşturduğu Orfizm’in din mi yoksa bir akım mı olduğu meselesi tartışmalıdır. Kaynaklarda genellikle Pythagoras ile birlikte anılmasından dolayı, Pythagorasçılıktan ne ölçüde ayrıldığı, hatta herhangi bir ayrımın yapılıp yapılamayacağı karşılaşılan önemli bir zorluktur. Ayrıca felsefe-bilimin kurucusu addedilen Aristoteles öncesine tarihlenen bu dönemde henüz “bilimsel” bilgi ile “dinsel” bilgi arasında kesin ayrım yoktur ve bu aradaki bağ sanılandan çok daha yakın ve hatta iç içe geçmiştir (Guthrie 161-62). Tabii biz burada, belli başlı ritüelleri, dünya tasavvurları, ruh görüşleri müştereklik arz etse de Orfeusçuluğu müstakil bir akım, ve belki bir din olarak anlatmaya çalışacağız. Orpheus’un kişiliği ve yaşamı göz önünde bulundurulduğunda gözümüze ilk çarpan şey, şamancıl uygulamaların şaşırtıcı benzerliğidir. Tıpkı şamanlar gibi o da müzisyen ve otacıdır, yabani hayvan ve bitkiler üzerinde tahakküm kurar, Hades’e iner, başı kesilir, saklanır; yine şamanlarda uygulandığı üzere kafatası kahin olarak kullanılır. Bu ilk olarak, Sofistler ile Homerosçu tanrılar dünyası ve inanışlarının çökmeye yüz tutması gibi, Orfeusçuluğun da Homeros dünyası ile zıtlık oluşturduğunu aklımıza getirmektedir. Hatta Orpheus’un zamandizinsel olarak Homeros’tan önce olduğu, hatta onun atası olduğu rivayet edilmiştir. Orpheusçuların bunu öne sürmedeki amacı, Orpheus’un Homeros’tan üstün olduğu ve onun, Homeros gibi zayıf insanların değil, onun anlattığı kahramanlar çağına ait olduğu izlenimini uyandırma isteğidir. (Eliade 21516.) Orpheusçu (ve Pythagorasçı) ruh anlayışının, bu mesele üzerinde hatırı sayılır derecede durmuş olan

Platon’un diyalogları vasıtasıyla öğrenildiği ve yaygınlık kazandığı söylenebilir. Buna göre; ezeli bir suçun cezası olarak, ruh mezara (sema) hapsedilir gibi bedene (soma) hapsedilmiştir.17 (Pl. Cra. 400c.) Dolayısıyla bedenlenmiş varoluş daha çok bir ölüme benzer ve ölüm de gerçek hayatın başlangıcını oluşturur. Ama bu “gerçek hayat” kendiliğinden elde edilmez; ruh günahlarına ve sevaplarına göre yargılanır ve belli bir süre sonra yeniden bedenlenir. Bu kısır döngüyü bozmak için ruhu arındırmak (katharsis) gerekiyordu ve bu arınmanın ise; belli bir takım ritüelleri uygulamak, dürüst bir yaşam sürmek, canlıların verdiği besinlerden el çekmekle mümkün olacağına inanılıyordu.18 Orpheusçu bir theogoniadan bahseden temel iki kaynak vardır: Bunlardan biri Orpheus Rapsodileri denen -ki Hesiodos’un theogoniasının bazı ayrıntılarından başka bir şey içermez- ve MÖ. 5-6. yüzyıllara tarihlendirilen metinlerdir. Buna göre Kronos, Aither’de ilk yumurtayı üretir, bu yumurtadan da ilk tanrı Eros -Phanes de denir- çıkar. Diğer tanrıları ve dünyayı temel üreme öğesi olan Eros yaratır. Ama Zeus Phanes’i ve bütün yaratılışı yutar ve yeni bir dünya yaratır. Bir tanrının Zeus tarafından yutulması bilinen bir şeydir. Ama Orpheusçuluktaki fark, evrenin hakimi olan bir tanrıyı, yönettiği dünyanın yaratıcısı yapma çabasıdır. Ayrıca bu, birlikten hareketle çoğul bir evren üretilmesine ilişkin felsefî spekülasyonu yansıtmaktadır. Kabul edilen bir diğer öğe, çatışmayı doğuran Bir’dir; çatışma aracılığıyla Yer, Sular ve Gök’ten ayrılmıştır. Bu konudaki kaynağımız ise M.Ö. 4. yüzyıla ait ve 1962’de Selanik civarında bulunmuş “Derveni Papirüsü”dür. Burada odak nokta Zeus’tur ve “Zeus, her şeyin başı, ortası ve sonudur”. Zeus havada sevişmiş ve dünyayı böyle yaratmıştır. Dünyanın logosu Zeus’un logosu ile aynıdır diyerek varoluşun birliğini savunur.19 İnsanın titanların küllerinden doğması miti MS 1.-2. yüzyıllarda yaşamış birkaç yazar dışında başka bir yerde geçmez. Eski kaynaklarda geçen bir kaç göndermeyi isabetli bulmazsak bu mitin Orpheusçu bir temelinin olmadığına kani olabiliriz. Mamafih bu mitin antikçağda hep “Orpheusçu” olarak yaftalandığı katidir. Bu mite göre, insan hem titan doğasının hem de tanrısallığın parçasıydı; çünkü titanların külleri çocuk Dionysos’un bedenini de içeriyordu. Bununla birlikte arınmalar (katharmoi) ve erginlenme ritüelleri (teletai) yoluyla Titan unsuru temizleniyor ve bir Bakkhos20 olunuyordu. Zira insan her türlü din dışı varoluş biçiminde (cahillik, etoburluk vb.) görülen “şeytanî” unsurdan kurtulma yeteneğine sahiptir. Bu, Platon’un ruh-beden dualizmini çağrıştırmakta, diğer yandan Orpheusçu

13


Ve bekçiler sana kendiliklerinden kutsal kaynağın suyundan verecek Ve bundan sonra diğer kahramanlar arasında hüküm süreceksin21” (Guthrie 172-73.)

Platon’un “Er Mitosu”nda bedenlenecek ruhların mutlaka Lethe Irmağı’ndan içmesi gerektiği belirtiliyordu. (Pl. Resp. 10.614-621.) Aynı şekilde Odysseia ve Aeneis destanlarında da Hades’ten çıkacak olan ruhların bu “unutuş” nehrinden bir yudum alması gerekmektedir. Oysa Orpheusçulukta yeniden bedenlenmeye inanılmıyordu ve haliyle Lethe’den asla su içilmemesi icap ediyordu: “Ey Ölüler Diyarı’nın saf kraliçesi! Eukles,Euboleus ve siz diğer ölümsüz tanrılar! Ben bir arınmışlar topluluğundan geliyorum. Sizin mutlu ırkınızdan olmakla övünüyorum. Ama Kader (Moira) beni ve diğer ölümsüz tanrıları vurdu. Ağır zahmetler ve acılar döngüsünden sıçrayıp çıktım Ve çevik adımlarla özlediğim taca doğru atıldım. Khtonios Kraliçesi (Hades) olan soylu kadının göğsünün altına sığındım. Hızlı adımlara özlemini çektiğim taca yanaştım. ‘Ey talihli, mutlu kişi! Sen bir insandın, şimdi tanrı oldun’.” (Graf&Johnston 14-15.)

14

George Frederic Watts - Orpheus ve Euridike 1850

luğun benzerlerinden ayrılmasını sağlayan mit, inanç ve uygulamalar bütününü yansıtmaktadır. (Eliade 22223.) Eskhatalogia söz konusu olduğunda Orpheusçuluğun azımsanmayacak derecede etkisi ve söyleyecek sözünün olduğunu söylememize gerek yoktur. Orpheus’un yeraltı dünyasına inen belki de ilk kahraman olduğu, detaylarıyla birlikte yukarıda geçmişti. 19. yüzyılda Sicilya ve Yunanistan’ın muhtelif yerlerinde bulunan “Altın Levhalar”da öldükten sonra kişiye izlemesi gereken yol şöyle salık verilir: “Hades’in yurdunun solunda bir kaynak bulacaksın, Bunun yanında beyaz bir servi yükselir. Bu kaynağa fazla yaklaşma. Ama bir başka kaynağa daha rastlayacaksın, Mnemosyne Gölü’nden Soğuk su fışkırır ve orada bekçiler nöbet tutar. Onlara de ki: ‘Ben Yer’in ve Yıldızlı Gök’ün oğluyum; Siz bunu biliyorsunuz. Ama susuzluktan kavruldum, ölüyorum. Lütfen bana Mnemosyne Gölü’nden kaynayan soğuk sudan verin’

Tablette bahsi geçen “ağır zahmetler döngüsü” belli sayıda bedenlenişi içerir. Ölümden sonra ruh yargılanır ve geçici olarak bir azap veya mutluluk yerine gönderilir ve bin yıl sonra da yeniden dünyaya döner. Sıradan bir ölümlü kurtulana kadar bu döngüyü on kez yaşamak zorundadır. Orpheusçular suçluların çektiği işkenceleri, lanetlilerin mahkum olduğu sonsuz azapları bol bol betimlemişlerdir: “İmansızlara, eğrilere gelince, onlar Hades’in ülkesinde çamurlara batırılır, kalburla su taşırlar”, (Pl. Resp. 363d.) “Her kim erginlenmeden ve tamamlanmadan Hades’e gider, o kişi çamurda yatar”, (Pl. Phd. 69c.) ”Hades’te oturanların en bedbahtlarının bu toylar olduğunu ve delik fıçılara kalbur içinde su taşıdıklarını...”22 (Pl. Grg. 493b.) Yunanlara göre ölüm unutmakla özdeşleşmiştir; ölüler belleğini yitirmiş olanlardır. Ama Orpheusçulukla birlikte ruh göçü öğretisi Yunan dünyasında yaygınlaşmaya başlayınca bu sistem altüst olur. Artık Lethe’nin suları, yeryüzü varoluşunu unutturmak üzere, bedenden ayrılan ruhu karşılamaz. Tam tersine Lethe, yeniden bedenlenmek üzere yeryüzüne dönen ruhtaki göksel anıları siler. “Unutma” artık ölümü değil, hayata dönüşü simgelemektedir. Lethe pınarından içme gafletinde bulunan ruh23 yeniden bedenlenir ve yeniden oluş döngüsü içine fırlatılır. Ruh göçü öğretisini paylaşan Pythagoras, Empedokles ve diğer yazarlar, önceki varoluşlarını hatırladıklarını iddia ediyorlardı; başka bir deyişle, öteki dünyada belleklerini korumayı başarmışlardı. (Eliade 225.)


DİPNOTLAR 1. Bu öncelik ister zamandizinsel olsun ister coğrafî manada olsun (Yani Homeros gelenek ve teolojisinin henüz ulaşamadığı “barbar” coğrafyalar). 2. Orithyia: Yunan mitolojisinde Boreas tarafından kaçırılan Atina Kralı Erekhtheus’un kızı. 3. Taenarias fauces: Yunanistan’ın güney ucunda yer alan Taenarum Burnu yeraltına giriş kapılarından biri olarak görülür. 4. Yun. Hades: Ölüler diyarının tanrısı. 5. Erebus: Yeraltı dünyasının en karanlık ve en korkunç köşesi: aynı zamanda yeraltının nehirlerinden, Tartarus. 6. Cocytus: Yeraltı nehri. 7. Yeraltının girişi olarak bilinen krater gölü. 8. Burada Vegilius sözü edilen kayıkçıyı “Orcus’un kayıkçısı (portiter Orci)” terkibiyle verir. Bu ad, Roma inanışlarında ölüm daimonuna denk gelir ve Etrüsk mezarlarında saçı sakalı birbirine girmiş bir dev olarak betimlenir. Zamanla Dis Pater, yani Hades’in yerine kullanılır olmuştur. (v. Pierre, 2007: 561) 9. Meriç nehri. 10. ἡ μαινας ç. αἱ μαιναδες 11. ἡ παιδεραστία, kabaca genç erkeklere cinsel bir ilgi duymak anlamına gelse de, Antik Yunan Dünyası’nda küçük çocukların, bir büyüğün refakatinde her yönden eğitilmesi ve site devletine yaraşır bir “vatandaş” yapılması sürecidir. Hatta Sparta’da askerliğin öneminden dolayı çok gelişmiş bir “badilik” sistemidir diye kabul edebiliriz. 12. ἡ ναιάς Naiad, akarsu perisi 13. ἡ δρυάς Dryad, orman/ağaç perisi 14. Lesbos Adası’nın kuzeyinde bir yerleşim yeri. 15. Olympos Dağı’nın yakınında bir kıyı yerleşim yeri. 16. ὁ/ἡ σύς Yunanca’da (Lat. sus) domuz anlamındadır. 17. Platon burada, Sokrates’in ağzından ilginç bir etimolojik tahlil yapar: “Birtakım kimseler bedene, ruhun mezarı (το σημα) diyorlar, onun şimdiki hayatta mezarda yattığını düşünüyorlar. Başkalarına göre ruh, bildirmek istediklerini beden ile bildirdiğinden ona pek haklı olarak işaret (το σημα) deniliyormuş. Bu adı böyle açıklayanlar, bence daha ziyade Orphikçilerdir. Çünkü onlara göre ruh bu dünyada hatalarının cezasını çekmektedir; bedenin kendisi hapishaneye, içinde ruhun muhafaza edileceği (σωζηται) duvarlarla çevrili bir yere benzetiliyor. Bedenin ( το σημα=mahpes) adı bile onun, bütün günahların cezasını çekinceye kadar ruhun içinde kalacağı, bir hapishaneyi anlatıyormuş; bu manayı çıkarmak için bir tek harf bile değiştirmeye lüzum yokmuş.” 18. Bu vejetaryen uygulamaların temelinde, Prometheus’un ilk kurnazlığı ve eti insanlara kemikleri de tanrılara layık gördüğü miti barındıran Yunan din sistemine karşı duruş vardır. 19. Zeus evveldir, parıldayan yıldız Zeus ahirdir, Zeus baştır, Zeus ortadır, her şey ondandır; Zeus her şeye nefestir, Zeus her şeyin kaderidir, Zeus kraldır, Zeus her şeye hükümrandır, parıldayan yıldızdır. Geniş bilgi için bkz. Bernabé, Alberto, The Derveni Theogony: Many Questions and Some Answers, https://www. academia.edu/1405457/The_Derveni_papyrus._Many_questions_ and_some_answers 20. ὁ βακχος Lat. Dionysos: Bağ, şarap ve mistik vecd tanrısı. (v. Grimal 153-55) 21. Levhaların tamamının metni ve çevirisi için v. Graf&Johnston,

145. 22. Platon’a göre bu, kendilerini asla doymayan tutkulara esir eden aklını yitirmiş insanların imgesidir veya belki de arınma yıkanmalarından geçmedikleri için Hades’te arıtıcı yıkanma suyunu sürekli ama boşuna bir çabayla taşımak zorunda kalanlara verilmiş cezadır. 23. Platon’un ifadesiyle, “unutma ve kötülük yudumu”. (v. Pl. Phdr. 248c.)

KAYNAKÇA APOLLONIUS, The Voyage of Argo The Argonautica. çev. E. V. Rieu. (1959). London: Penguin Classics OVIDIUS, Metamorphoses Dönüşümler. çev. İ. Z. Eyüboğlu. (1994). İstanbul: Payel Yayınları. VERGILUS, Georgica Çiftçilik Sanatı. çev. Ç. Dürüşken. (2015). İstanbul: Alfa Yayıncılık. PLATON, Devlet. çev. S. Eyüboğlu (2015). İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. _____Gorgias. çev. R. Erben. (1946). Ankara: MEB. _____Kratylos. s. çev. S Baydur. (1944). İstanbul: MEB. _____Phaidros. çev. H. Akverdi. (1943). İstanbul: MEB. _____Phaidon. çev. N. Kalaycı. (2012). İstanbul: Kabalcı Yayınevi _____Sympoison. çev. E. Çoraklı. (2007). İstanbul: Kabalcı Yayınevi. ELIADE, M. (2009). Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, c. II (çev. Ali Berktay). İstanbul: Kabalcı Yayınevi. GRAF, F. - JOHNSTON, S. I. (2007). Ritual Texts for The Afterlife Orpheus and The Bacchic Gold Tablets. New York. GRIMAL, P. (2012). Mitoloji Sözlüğü Yunan ve Roma (çev. Sevgi Tamgüç). İstanbul. GUTHRIE, W. K. C. (1993). Orpheus and Greek Religion a Study of the Orphic Movement. New Jersey. _____ (2011). Yunan Felsefe Tarihi 1, Sokrates Öncesi İlk Filozoflar ve Pythagorasçılar (çev. Ergün Akça). İstanbul. KARANIKA, A. (2010). “Inside Orfeus’s Songs: Orpheus as an Argonaut in Apollonius Rhodius’ Argonautica.” Greek, Roman and Byzantine Studies 50 BERNABÉ, A. The Derveni Theogony: Many Questions and Some Answers (Çevirimiçi 26 Mart 2016) https://www.academia. edu/1405457/The_Derveni_papyrus._Many_questions_and_ some_answers LIDDELL, H. G. – SCOTT, R. (1871). Liddell and Scott’s Greek-English Lexicon. Oxford:

KISALTMALAR Verg. G. Ov. Ap. Rhod. Pl. Cra. Resp. Grg. Phd. Argon. Met.

Vergilius Georgica Ovidius Rodoslu Apollonius Platon Kratylos Politeia Gorgias Phaidros Argonautica Metamorphoses

15


BRİTANYA KELTLERİNDE RAHİPLER SINIFI: DRUİDLER ÖZGE DORUK*

16

İnsanlık var oluşundan itibaren her daim bir sosyal yapı içerisinde bulunmaya çalıştı. Tarım toplumlarının oluşumu ile birlikte daha da sistemleşen bu yapılar akabinde sınıflaşmayı beraberinde getirdi. Yüzyıllar boyunca toplumdan topluma, zamandan zamana değişen bu sınıfların oluşumunda esasen rol oynayan durumlardan biri de inançtı. Ben bu araştırmamda, Britanya’daki Kelt toplumu içerisinde önemli bir yere sahip olan Druidlerin sınıfsal konumunu, toplum içerisindeki yerini ve toplumsal mekanizmalara etkilerini sosyolojik bir perspektiften incelemeye çalıştım. Dönemin Kelt toplumlarını anlatan antik kaynaklar ve 19.yüzyıl sosyoloji kuramları referans kaynağım oldu. Anakronizm Sorunsalı Anakronizm, bir olayın tarihi ve çağı üzerinde yanılma, tarih ve çağları birbirine karıştıma anlamına gelir. Bu incelemenin amacına ilişkin olarak daha açık bir ifade ile anakronizm “geçmişin temel özellikleriyle günümüzden farklı olduğunun göz ardı edilmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır.” olarak açıklanabilir. Comte’un bilimlerin kraliçesi olarak gördüğü ve “pozitivist” olarak düşündüğü sosyoloji 19.yüzyılda sanayi devriminin sonuçlarını, toplumda yaşanan değişmeleri,modernliğin ve modern toplumların sorunlarını anlamaya ve etki etmeye çalışan bir bilimdir. (Gulbenkian, 25) Bu noktada 19.yy sonrası toplumlarına odaklanan sosyoloji biliminden faydalanırken, antik dönem

toplumlarına karşı herhangi bir anakronizm durumuna düşmeme isteğinde olduğumu belirtmek isterim. Amacım Kelt toplumları üzerinden sosyolojik teori geliştirmek değil o dönemi sosyolojinin yöntemleri ile anlamak ve yorumlamaktır. “Druid” kelimesinin etimolojik kökeni: Kelimeler ve var oluş süreçleri bize bir toplumun kültürünü oluşturma çabasını gösteren en iyi olgulardandır. Kendi toplum yaşantısı içerisinde ve özellikle diğer topluluklarla tüm ilişkilerinde -savaşlar, edebiyat, ticaret vs.- geçmiş ve geleceği anlamamız konusunda kelimeler önem arz etmektedir. Bu noktada etimoloji başlı başına ayrı bir araştırma konusu oluşturabilir. Bu araştırmanın konusuna yönelik olarak “Druid” sözcüğünün köken olarak incelemesini yaparsak; Latincede çoğul şekliyle druidae veya Grekçede ise δρυΐδης (druides) kelimelerine dayandırılabilir. Bu noktada Plinius Naturalis Historia adlı eserinde “druid” kelimesinin Yunanca (meşe) ve Hint-Avrupa kökenli “weid” (bilmek) sözcüklerinden türediğini söyler. Tarihte Druidler İÖ V. yüzyılda tarih sahnesine çıkan Keltler hem Kıta Avrupa’sında hem de Britannia’da yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Güçlü bir sözlü geleneğe sahip olan Keltlerden elimize ulaşan doğrudan bir kaynak yoktur. Etkileşim halinde oldukları diğer toplumlar sayesinde bilgi edinilebilmektedir. Britannia Keltleri içerisinde rahipler sınıfını

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Yandal Öğrencisi


oluşturan Druidler hakkında dönemin antik yazarları sayesinde bilgi sahibi olunabilmektedir. Var olan kaynaklar yoluyla Druid sınıfını tanımaya, toplum içerisindeki konumlarını ve işlevlerini öğrenmeye çalışabiliriz. Caesar, Gallia Savaşları adlı eserinde Druidler hakkında geniş bir bilgi sunmaktadır. Eserde anlatıldığına göre; tüm Gallia’da sevilen ve sayılan sınıf ikiye ayrılır. Onun dışında kalan halka ise esir gözüyle bakılır ve toplum içerisinde herhangi bir değerleri yoktur. Bu iki sınıftan biri şövalyeler öteki ise Druidlerdir. Toplum içerisinde üstün bir konuma sahip olan Druidler din işleriyle uğraşırlar, resmi ve hususi kurban işleri ile ilgilenirler. Askerlikten ve savaş vergisinden muaftırlar. Pek çok genç ders almak için onların etrafında toplanır ve büyük saygı gösterir. Çünkü pek çok önemli kararı onlar vermektedirler. Herhangi bir cinayet, öldürme vakası yahut da miras olaylarında hükmü ve kararı druidler vermektedirler. Bir şahıs yahut da kabile kararlarını yerine getirmediği takdirde onları kurban kesmekten men ederler. Bu çok büyük bir cezadır. O kişi ya da kabile toplum nezdinde günahkar ve cani olarak görülür. Haklı olsa bile hakkı verilmez. İnsanlar bir zarar geleceğinden korktukları için onlarla konuşmaktan ve onlara dokunmaktan çekinirler. Bütün Druidler içerisinde ise tek bir reis vardır. En büyük otoriteye o sahiptir. O öldükten sonra yerine mevki olarak en üst konumda olan gelir ya da eşit rütbede olanlar çok ise Druidlerin oylarına başvurulur. Bazen silah yoluyla da reislik için mücadele edilir. Druidler senenin muayyen bir gününde, bütün Gallia’nın merkezi sayılan bir bölgesinde, Carnut kavminin içerisinde mukaddes bir yerde toplanır. Her taraftan toplanılır ve orada verilen karar ve hükümlere boyun eğilir. Hayat nizamlarının Britannia’da keşfedilerek oradan Gallia’ya geçtiğine inanırlar. Bu doğrultuda daha derine inmek isteyenler Britannia’ya giderler. Böylesine mükafat sahibi olan Druidler, birçok genci kendilerine çekmektedirler. Çokları da aileleri ve akrabaları tarafından gönderilirler. Druidlerin mektebinde bir yığın mısralar ezberletilir. Bu kadim bilgileri yazıya dökmek kesinlikle yasaktır. Caesar, De Bello Gellico’da (5.27) bu konu ile ilgili görüşlerini şu şekilde ifade eder: “Ya akidelerinin halk tarafından bilinmesini arzu etmezler yahut da akideyi öğrenenlerin yazıya güvenerek hafızalarını inkişaf ettirmeyi ihmal etmelerinden korkarlar.” Zira bunun dışında diğer bütün işler için Grek harflerini kullanmaktadırlar. Bu zorlu eğitim yolu sebebiyle bazı kişiler 20 sene tahsilde kalır. Öğretmek istedikleri en belli başlı akide ruh-

ların ölmediği ve ölümden sonra bir kişiden diğerine geçtiği ile ilgilidir. Bu inanç onları ölüm korkusundan kurtararak kahramanlığa teşvik eder. Bundan başka yıldızlar ve hareketleri, kainatın ve arzın büyüklüğü, tabiatın mahiyeti, ölmez tanrıların kuvvet ve kudretlerine ilişkin birçok mübahaselerde bulunurlar ve bilgilerini gençliğe aktarırlar. Gallialılar dini ayinlere oldukça önem verirler. Bu sebeple başlarına gelmiş herhangi bir felaket -harp, ağır hastalıklar- için kurban olarak insan kesmek isterler. Bu noktada Druidleri rahip olarak kullanırlar. İnançları, bir insan hayatına karşı bir insan hayatı kefaret olarak ödenmezse ölmez tanrıların gazaplarının teskin edilemeyeceğine yöneliktir. Umumi hayatta da hususi hayatta olduğu gibi kurban merasimi yaparlar. Galler kendilerinin karanlık ve ahiret tanrısı olan Dis tarafından doğduklarına ve bunun da Druidler tarafından rivayetle intikal ettiğine inanırlar. Bu nedenle zamanı günlerin değil gecelerin sayısı ile ölçerler. Caesar’dan edindiğimiz bilgiler dışında bize Druidler konusunda bilgi veren başka antik yazarlar da vardır. Siculus ve Strabo, Druidlerin Gallia toplumundaki rolleri hakkında yazmışlardır. Belirtildiğine göre Druidler öyle çok saygı görmektedirler ki savaşan iki ordu arasına girip o savaşı durdurabilmektedirler. (Hutton 44-45.) Siculus Bibliotheca Historicae’da (v. 2122) teolog ve filozof olarak görülen Druidlerin aynı zamanda Kelt toplumu içerisinde “bards” adı verilen şair ve şarkıcı olduklarından bahseder. Strabo, Geogrophica’da (IV. 4. 4-5) Gallialılar arasında şereflendirilmiş 3 tip figürden bahseder: Bardoi olarak bilinen şair ve şarkıcılar, o’vateis olarak bilinen doğal dünya kâhinleri ve ahlak felsefesi çalışan Druidler. Senatör ve tarihçi olan Romalı yazar Tacitus ise, Roma ordusunun Paulinus tarafından yönetilirken nasıl Mona Adası’na saldırdığını tarif etmiştir. Adaya saldıran lejyonerlerin, ellerini kaldırmış kendilerine beddua eden bir grup druidi görünce şaşırdıklarını söyler. Romalı tarihçiye göre Romalıların cesareti çok geçmeden bu tarz korkuların üstesinden gelmiş (14.30.) Britannialılar kaçmış ve Mona’nın kutsal koruları kırılmıştır. Cicero, De Divinatione’de (44. I.XVI.90.) anlattığına göre Aedui kavmi üyesi olan Galli bir Druidle tanışmıştır. İsmi Divitiacus olan bu Druid doğal yaşam hakkında çok şey biliyor ve kehanetler aracılığı ile tahmini gerçekleştiriyormuş.

17


18

Druid’ler

Toplum içinde “Druid” olmak Druidler hakkında sahip olduğumuz tüm bu bilgiler, dönemin toplumsal yapısını anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu konuda klasik sosyoloji kuramları ile ilerlemenin, incelenmek istenen antik dönem bağlamında en sağlıklı yol olduğunun kanısındayım. Tarih boyunca var olan tüm toplumlar her daim ilerleme amacında olmuşlardır. Ve tüm bu ilerleme çabaları içinde tarihe katmış oldukları önemli dönemler vardır. Bu dönemler içerisinde sınıfların ilk var oluşlarına ilişkin olan kısımlardan bahsedebiliriz. Bu noktada ise Condorcet’in yapmış olduğu Tek Bir Topluluğun Varsayımsal Tarihi adlı çalışması bize yardımcı olur. Bu çalışmada oluşturmuş olduğu evreler vardır. Bu evreler: (1) Avcılık ve balıkçılık yapan göçebe topluluğu (2) Çobanlık (3) Yerleşik tarımda harfli yazıya kadarki evre (4) Yunanistan (5) Roma (6) Erken Orta Çağ (7) Geç Orta Çağ (8) Matbaanın icadından Descartes’a kadar olan evre (9) Descartes’tan 1789 Devrimi’ne kadar olmak üzere toplamda 9 evre vardır. Condorcet bu evrelerden ilk üçünde ailenin ve dilin ortaya çıkışı, özel mülkiyetin başlangıcı ve yönetimin ortaya çıkışını saptar. Saptanan her bir özellik “sınıf” kavramının doğuşu-

nu ve ilerleyişini tasdik eder. Caesar’ın De Bello Gallico’da aktardığı Druidler, sahip oldukları güç ve imtiyazlarla tasvir edilmiştir. Buna karşın halk esir telakki edilir ve hiçbir söz söyleme hakkına sahip değildir. Toplum içerisinde sınıflar arası farklılıklara ve eşitsizliğe sebep olan bu özelliklere Druidler nasıl sahip olmuşlardır? Bu konuda birçok farklı görüş beyan edilebilir. 18. yüzyıl filozoflarından Jean-Jacques Rousseau’nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Nedir ve Buna Olanak Sağlayan Doğa Yasası Mıdır? adlı denemesinde anlattığı şekliyle ise diyebiliriz ki insan türleri arasında iki çeşit eşitsizlik vardır. Biri doğa tarafından belirlenmektedir. Yaş, sağlık, beden gücü, kafanın ya da ruhun özellikleri gibi doğal ya da fiziksel şekilde; bir diğerinin ise toplumsal sözleşmeye dayandığı ve insanların rızasıyla belirlendiği hiç değilse onaylandığı için ahlaki ya da siyasal eşitsizlik olduğu söylenebilir. İkinci özellik bazı insanların diğer bazı insanların zararlarından yararlandıkları, daha zengin, daha onurlu, daha güçlü olmak ve hatta boyun eğdirme gücüne sahip olmak gibi değişik ayrıcalıklardan oluşabilir. Rousseau’nun bu görüşü eşitsizliğin temellerinin ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Druidlerin hangi vasıflarla bulundukları konumda


olduklarını anlayabilmemizi sağlamaktadır. Toplum içerisinde avantajlı bir konuma sahip olmak her dönem ve her kesimden insan için önemli bir husus olmuştur. Soyluluk gibi kan bağının gözetildiği sınıf hariç askeri ve dini sınıflara mensup olmak da sosyal konumu yükselten olgulardır. Soyluluktan farklı olarak bu konumlara sahip olma şansı her kesimden insan için zor da olsa mümkündür. Din, toplumdaki düzen ve ilerlemeyi destekleyen bir diğer olgudur. Marx dinin, doğal olguların yol açtığı korku ve tedirginliğin ürünü olduğunu, bu aldanmanın bir gün sona ereceğini söylemiştir. Fakat farklı bir açıdan da dinin çeşitli toplum tiplerinde ideoloji olarak rol oynadığını; yani toplumsal kontrol alanında belirli bir işlev yüklendiğini de belirtmiştir. (Buttomore 264-65.) Durkheim’ın teorisinde, dinin kolektif yanları vurgulanmış; dinsel tören ve tapınmaların işlevinin bireylere oranla toplumun moral üstünlüğünü onaylatmak ve böylece toplumun dayanışmasını sürdürmek olduğu savunulmuştur. “Klanın tanrısı ancak ve ancak klanın kendisi olabilir.” Bu görüşler bağlamında Druidlerin, toplum içerisinde ne kadar etkin bir kontrol mekanizması oldukları söylenebilir. Kurban kesmekten men edilmek, toplum normlarının dışına çıkmaktır. Burada bu ceza bireye dayatılan toplum kurallarının yansıması olarak görülebilmektedir. Kelt toplumu dini ayinlere oldukça önem atfetmektedir. İnançları gereği uydukları ve uyguladıkları her norm onları Durkheim’ın ifadesi ile bir birlik haline getirirken aynı zamanda sorgulama güdülerini kaybettikleri için vahşi ya da barbarca olarak adlandırabileceğimiz birtakım sonuçlara sebebiyet vermektedir. İnsan kurban etmek ve bunun dinsel boyutu en açık örneği oluşturmaktadır. Spencer ve Comte’un ilk çağlarda gelişmenin sağlanması için savaşmanın çok önemli bir noktada olduğunu söylemeleri, şöyle bir yoruma sebep olabilmektedir: Her bir normun, kuralın, ayinin gözlemlenebilir ya da gözlemlenemez şekilde toplumda bir işlevi vardır. Her biri kontrol mekanizmalarıdır ve birbirlerine bağlıdırlar. Druidlerin en önemli akidelerinden biri ölümsüzlüğe dair olandır. Caesar’ın da belirttiği gibi ölüm korkusunu yenen bu durum kahramanlığa teşvik edici olabilmektedir. Bu da Keltlerin savaş konusunda gözü pekliğine açıklık getirebilir. Tarih içerisinde Britanya Adası’nda var olan sadece Keltler değildir. Ada birçok defa istilaya uğramış, farklı toplumlar tarafından yerleşim yeri olarak benimsenmiştir. Yeni toplumsal normlar kabul görmüş-

tür. Pagan dininden Hristiyanlığa geçiş yaşanmıştır. Tüm bu olgular ve olaylar bir zincirin halkaları gibi birbirlerine ekli ve tamamlar niteliktedir. Bu noktada kendi zamanı ve toplumu içinde Druidleri anlamlandırmaya çalışmanın ve sosyolojik bir perspektiften yorumlanmasının önemli bir husus olduğunu düşünmekteyim. Bir zamanlar Kelt toprakları olan İskoçya’da doğmuş ve yaşamış 18.yüzyıl filozofu ve tarihçisi David Hume’un görüşü bize neden bir antikçağ toplumu içerisinde rahip konumunda yer alan Druidleri önemsememiz gerektiğini, nasıl ve neden günümüzle bağdaştırabileceğimizi net bir şekilde açıklamaktadır. “Bütün toplumlarda ve çağlarda insanın eylemleri arasında büyük bir tek-biçimlilik olduğu ve insan doğasının ilke ve uygulamada aynı kaldığı evrensel olarak kabul görür. Yunanlıların ve Romalıların duygularını, eğilimlerini ve yaşam seyirlerini bilmek mi istiyorsunuz? Fransız ve İngilizlerin de mizaçlarını ve hareketlerini iyi inceleyin. İkincilere ilişkin yaptığınız gözlemlerin çoğunu birincilere aktardığınızda çok fazla yanlış yapmış olmazsınız. Bütün zamanlarda ve her yerde insanlar o kadar aynıdırlar ki tarih bize bu bağlamda yeni ya da alışılmamış hiçbir özellikten söz etmez. Tarihin başlıca yararı insanları çok değişik koşul ve durumlarda sergileyerek ve bize gözlemlerimizi dayandırabileceğimiz malzeme sunarak, insan eylem ve davranışının düzenli kaynakları ile bizi tanıştırarak, insan doğasının düzenli ve evrensel ilkelerini keşfetmemizi sağlamaktadır.” (Buttomore 68) KAYNAKÇA STRABON, Geographika. çev. A. Pekman. (2000). İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. CAESAR, De Bello Gallico. çev. H. J. Edwards. (1917). Massachusetts: Harvard University Press. SICULUS, Bibliotheca Historica. çev. C. H. Oldfather. (1946). Massachusetts: Harvard University Press. TACITUS, Annles. çev. J. Jackson. (1937). Massachusetts: Harvard University Press. CICERO, De Divinatione. çev. J. Jackson. (1923). Massachusetts: Harvard University Press. BUTTOMORE, T. B. (2000). Toplumbilim. (çev. Ünsal Oksay). İstanbul: Der Yayınları. Hutton, R. (2007). Druids: The History. New York: Hambledon Continuum KOMİSYONU, G. (2011). Sosyal Bilimleri Açın. (çev. Şirin Tekeli). İstanbul: Metis Yayınları.

19


SOFİSTLER

SELİNAY YILMAZ* 20

MÖ 5. yüzyılın ortalarında Yunan’da ciddi felsefi değişiklikler yaşanır. Varlık ya da gerçeklik üzerine olan yoğun düşünüşün ardından konu insan üzerine çekilir. Artık filozofların dikkati varlıktan ziyade etik ve siyaset felsefesine çevrilir ve felsefede hümanizm hakim olur. Kâh doğa felsefesinin uzunca bir süreden ve tartışmalarından sonra çözümsüz ve çelişkili cevaplar bulması kâh sosyal ve siyasi durum sofistlerin oluşmasına neden olmuştur. Sofistler dönemin popüler sanat etkinliği olan tragedyaların halk ve aristokrat ailelerde yarattıkları bunalımdan faydalanarak hayatlarını bu insanların bilgi açlığını uçuk fiyatlarla pazarladıkları bilgiyle karşılamışlar ve bu bilgi uğruna hayatlarını gezgin öğretmenler olarak yaşamışlardır. Sofistler felsefede deprem etkisi yaratarak ahlak, din, siyaset, dil, bilgi, bilgelik vb. gibi konuların kalıplaşmış anlayışlarında çatlaklar oluşturmuşlardır. O günün demokratik Atinasında ikna edici konuşma çok önemliydi. Sofistler en büyük bilgeliğin siyaset ve söylev sanatı olduğunu söyleyerek zengin aristokrat ailelerinin çocuklarını siyaset bilgisi ve söylev sanatı üzerine eğitmiş hatta kendilerinden önceki filozofların bilgelik anlayışını sarsarak gençlerin kendilerini bilge ilan etmelerine neden olmuşlardır (Cevizci 65). Maddenin neliğini ve nasıllığını incelemekten ziyade zihnin metafizik alanlarının da şüpheye düşmek ve daha da insan aklından ibaret olan bir kanıtlamaya

ihtiyaç duyan fiziksel dünyadan bağımsız akıl yaratılarını yorumlamak sistematik olarak şüphesiz ki sofistler sayesinde vuku bulmuştur. Dokunulabilene şekil vermeye çalışmak zihindeki fikirleri yontmaktan şüphesiz ki daha kolaydır. Bu sebeple kayanın suda batacağını bu sebeple dünyanın su üzerinde değil de boşlukta durduğunu iddia eden Anaksimandros’un aksine bu önermede vücut bulan zihnin tezahüründen şüphe etmek ve topyekûn bir sorgu halinde bulunmak kelimelerin evrimini, düşüncelerin sertliğini ve bilimin önermeden ziyade nasıl yapılacağını gösterir bir giriş metnini oluşturmuştur sofistler. Sofistlerin bilgi anlayışı Protagoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür.” sözünde somutlaşır. Bu anlayışa göre hakikat yoktur. İnsan her şeyi duyu algısıyla algılar ve insanın dahil olduğu her şey belli bir şekilde açıktır ve değişkendir. Bilgiye duyularla ya da düşünceyle ulaşılamaz, bilginin ölçütü uygulamadaki başarısıdır. Doğruluk ve yanlışlık bir kenara atılır ve yerine pragmatik açıdan sınama getirilir. Bu anlayışın toplumsal alana uygulanması, beraberinde toplumsal, siyasal ve kültürel anlamda da göreliliği getirmiştir (Cevizci 70-71). Protagoras’a göre herkes belirli bir ölçüde eğitilebilir yani erdem sahibi olabilir. Gorgias’ın cümlelerinde rölativizm ve kuşkuculuğun net izlerini görebiliriz “Hiçbir şey yoktur. Bir şey varsa bile bilinemez. Bilinse bile başkalarına aktarılamaz.” Ona göre düşünmek zihindeki kavramları düşünmektir. Duyularımızla (göz, kulak, ten) algıladı-

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, 2. Sınıf Öğrencisi


ğımız bir nesneyi biz dil aracılığıyla aktarmaya çalışırız ve zihnimizdeki kavramları tekrardan duyulara dökeriz. Halbuki kulağımızla veya gözümüzle algıladığımız bir nesnenin yarattığı hissiyat, konuşmanın yaratacağı hissiyattan çok daha farklıdır ve dil burada yeterli değildir. Sofistlerin bu şüpheci tavrı siyaset anlayışını da sarsmıştır. Sofistler insani yasaların kişiden kişiye, toplumdan topluma, kültürden kültüre değişeceğini savunmuşlardır. O halde yaşadığımız dünyada mutlak bir yasadan söz edilemez. Eşitlik-eşitsizlik, doğru-yanlış, adalet-adaletsizlik bireyin kendi isteklerine ve arzularına bağlıdır. Bununla beraber yasaların tanrıdan ziyade insan ürünü olduğunu savunmuşlardır ve tanrısal güce bir karşı koyma söz konusudur. Kelimeleri ikna ile hedefe ulaşmanın en güçlü araçları olarak gören sofistler, gerçek anlamda ilk kez dil ve gramer çalışması yapan kimseler olarak bilinirler. Aristoteles’in söylediğine göre, ilk kez isimleri erkek, dişi ve cinsiyetsiz olmak üzere sistematik bir ayrıma tabii tutmuşlardır. Gorgias dilin dış dünyada olan bir özellik olmadığını, bizim deneyimimizin bir özelliği olduğunu vurgular. Sofistlerin söylev sanatındaki siyasetle bağlantılı bir diğer amaçları ise kötüyü iyi göstermektir. Hatta bu amaç uğruna sofistler yalan söylemeyi dahi göze almışlardır (Bıçak 87). Ahlak konusu da burada kendisini göstermektedir. Onlara göre ahlak da yasalar gibi insana bağlıdır ve değişkenlik gösterebilir mutlak bir ahlak yoktur. Sofizmin kendisi o zamana kadar gelen ahlak anlayışının dışına çıkmaktır. İnsan, tasarımlarında her şeyin ölçüsü olduğuna göre eylemlerinde de her şeyin ölçüsüdür. Birine göre yanlış olan bir şey başka birine göre doğru olabilir. Sofistler insanı “İnsan politika yapan hayvandır” diyerek doğadan tamamen ayırmıştır. Bu tanımlama Platon ve Aristoteles tarafından da benimsenir ve “homo (insan) societus (toplum)” ifadesinde anlatımını bulur. Bu anlayışa göre insan pek tabii doğanın parçasıdır fakat diğer canlıların aksine, kendisine bambaşka bir dünya yaratabilmekte, kendi yasasını ve doğruluğunu üretebilmektedir. Sofistlerin Sokrates, Platon ve Aristoteles üzerinde etkisi olduğu şüphesiz bir gerçektir. Sofistlerin Sokrates üzerindeki etkileri ya da aslında Sokrates’in bir sofist olup olmadığı tartışılan konular arasında yer alır. Arayış felsefesi olması ve sürekli sorgulamayı merkeze alması, kuşkucu yaklaşımları ve doğayı bir kenara bırakarak insanı felsefenin merkezine yerleş-

21

Salvator Rosa, Protagoras, 1655

tirmesi bakımından Sokratik felsefenin Sofistlerin düşünüş biçimine benzediği söylenebilir. Ancak ulaşılan sonuçlar bakımından her iki felsefe arasında önemli farklılıklar vardır. Sokrates esasen Sofistlerin yöntemini kullanarak onların yanlışlıklarını ortaya koymak istiyordu. Bununla birlikte Sofistlerin bilgelik tutumuna karşılık Sokrates’in bilgeliği “bilmediğini bilmesiyle” temellendirilmişir (Bıçak 91). Platon ve Aristoteles siyaset, toplum, ahlak ve insan sorunlarını kapsamlı ve sistematik bir biçimde geliştirirken malzemenin büyük bir kısmını hazır bulmuşlardır ve bu hazırlığı sofistler yapmıştır. Her ne kadar Platon tarafından eleştirilse de sofistler, Yunan düşüncesinin büyük ustası Platon’un varoluş sebebidirler. Toplumun bütün sorunlarını ve değerlerini gelenek dışı bir anlayışla tartışarak felsefenin kuruluşunda en önemli ayaklardan biri olmuşlardır. Öyle ki felsefenin kuruluşunu tamamlayan Platon ve Aristoteles’in başarılarının, sofistlerin ortaya koydukları sorunları aşma çabalarına bağlı olarak gerçekleştiğini söylemek abartılı olmaz. (Bıcaçk 100) KAYNAKÇA BIÇAK, A. (2015). Felsefenin Kuruluşu, İstanbul: Dergah Yayınları. CEVİZCİ, A. (2009). Felsefe Tarihi. İstanbul: Say Yayınları.


ANTİK ROMA’DA TAKVİM REFORMU

GÜLÇİN GÜNDEŞ* 22

İlk Çağ’da pek çok medeniyet takvimlerini Ay’ın evrelerini esas alarak oluştururdu. Bu durum kısmen Roma için de geçerlidir ancak elimizdeki antik metinler ve takvimle ilgili diğer kaynaklar Roma takviminin başlangıçta Ay’ın evreleri mi yoksa Güneş’inkiler mi esas alınarak oluşturulduğu konusunda yeterli bilgi sağlamamaktadır. Genel kanı, Roma’da Caesar’ın yaptığı reformla ilk kez MÖ 46 yılında Güneş esaslı bir takvime geçildiği yönündedir. Bu bir bakıma doğrudur; Caesar, Antik Mısır takvimini örnek alarak Güneş esaslı bir takvim hazırlatmıştır. Fakat Roma’da MÖ 46 yılı öncesinde Güneş esaslı takvim düzenlemeleri yapılmaya çalışıldığına işaret eden antik metinler de mevcuttur. Sözgelimi Livius, Roma kralı Numa Pompilius’un takviminin Ay-Güneş esaslı bir takvim olduğuna dikkat çekmiştir (Livius, Ab Urbe Condita, I.19.6). Plutarkhos ise Romalıların çoğunun Güneş yılını isabetli hesaplayamadığından söz etmiştir (Vita Caesaris 59.2). Yine antik kaynaklardan, Roma’nın kuruluş döneminde 10 aydan oluşan bir yıl sistemi kullanıldığını; daha sonra 2 ay daha eklenerek yılın 12 aya çıkarıldığını öğreniriz. Bununla birlikte, yılbaşının hangi aya denk geldiği konusunda kaynaklar yeterli bilgi içermez. Kimi tarihçiler önceleri 1 Mart’ta olan yılbaşının, daha sonraları 1 Ocak’a çekildiğini savunurken, kimileri de yılın daima 1 Ocak’ta başladığını öne sürmüştür. Bu ikinci olasılığı savunan tarihçilerden biri olan Michels iki farklı yıl kavramından söz eder: Takvim yılı ve konsüllük yılı. Ona göre bu iki yılın işlevi birbirinden farklıdır. Yılın

olağan aylarını ve günlerini düzenli bir şekilde sıralayan takvim yılı, dini bayramların ve diğer devletlerle yapılan antlaşmaların takvimde gösterilebilmesini sağlıyordu. Konsüllük yılı ise, konsüllerin göreve başladıkları tarihleri ve devletin iç işleriyle ilgili meseleleri kaydetmek için kullanılırdı. Bu ikisi birbirinden bağımsız olmakla birlikte, zaman zaman paralel gittiklerine dair kayıtlar da mevcuttur. Bunlardan en dikkat çekeni, MÖ 153’te konsüllerin 1 Ocak’ta göreve başladıklarıyla ilgili olan kayıttır. Yılbaşının 1 Mart’tan 1 Ocak’a çekildiğine inanan tarihçiler, konsüllük ve takvim yılları arasındaki farkı hesaba katmaksızın, kayıtta geçen 153 yılıyla ilgili bu bilgiyi dayanak göstermektedirler. Hâlbuki MÖ 189 yılında konsüllük yapmış olan Marcus Fulvius Nobilior’un takvimi Mart ayında başlamıyordu. Ovidius (Fasti, 1.39-44), Plutarkhos (Numa,18) Macrobius (Sat. I.13.3) ve Lydus (De Mens. 4.102) gibi antik yazarlar da Kral Numa’nın, Martius’tan (Mart) itibaren sayarak, yıla onuncu ay olan December’in (Aralık) ardından gelecek şekilde Ianuarius (Ocak) ve Februarius (Şubat) olmak üzere 2 ay eklediğini aktarırlar. Fakat Güneş döngüleri tam olarak hesaplanamadığından bu durum geçici olmuştur. (Plut. Vita Caesaris 59.2). Bu aylardan ilkine verilen Ianuarius adı, Roma’da kapı eşiklerine büstleri konan, geçiş ve başlangıçları temsil eden, çift yüzlü tanrı Ianus’tan geliyordu (Batı dillerindeki January, Janvier, Januar gibi adlar da buradan türemiştir). Büstlerin bir yüzü çıkışı, diğer yüzü girişi temsil ederdi; tıpkı eski yıldan çıkıp

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 4. Sınıf Öğrencisi


yeni yıla girmek gibi. Aya bu ismin verilmiş olması ve temsil ettiği ‘giriş ve çıkış’, belli ki antikçağ yazarlarını yılbaşının 1 Mart’tan 1 Ocak’a çekilmiş olduğunu düşünmeye sevk etmişti. Februarius (Batı dillerine February, Février, Februar gibi çeşitli şekillerde geçmiştir) ise ‘dinsel arınma’ anlamına gelen februum sözcüğünden gelir (Macr. Sat. I.13). Romalılar için son derece önemli olan Terminalia bayramı bu ay içinde yer alırdı (Bkz: Macr. Sat. I.13.15). Yine Numa döneminde, pontifexler yıla Mercedonius adını verdikleri bir ay daha eklemişlerdi (bu ayda işçiler yevmiyesini alırdı. Bu sebeple aya ‘yevmiye’ anlamına gelen merces ve ‘vermek’ anlamına gelen donare sözcüklerinin birleşimi olan Mercedonius adını vermişlerdi). Latincede takvimi ifade eden fasti terimi ‘tanrısal yasa’ anlamındaki fas sözcüğüne dayandırılır. Roma’da her şeye olduğu gibi zamana da tanrıların hükmettiğine inanıldığından takvimi düzenleme yetkisi de pontifexlere (rahiplere) verilmişti. Pontifexler, Ay’ın hareketini gözlemler ve sırasıyla: Kalendae (Yeni Ay), Nonae (İlk Dördün) ve Idus (Dolunay) olmak üzere Ay’ın üç evresini esas alırlardı. Ne var ki, Ay’ın 29.53 günlük döngüsü mevsimsel kaymalara sebep oluyordu. Üstelik Roma’da politik alanda da etkin olan pontifexler kişisel çıkarları doğrultusunda yıla ay eklemeye kadar varan müdahalelerle takvimin daha da karmaşık ve işlevsiz hale gelmesine neden olmuşlardı. Iulius Caesar MÖ 46’da, Pontifex Maximus (başrahip) yetkisini kullanarak bu sorunu çözmek niyetiyle bir takvim reformu yapmıştır. İlk olarak, kendisinden öncekiler gibi yıla ‘artık ay’ (intercalaris) ekleyince sonuç daha da kötü olmuş, gün sayısının 445’e çıktığı o yıl, annus confusionis ultimus (son karmaşık yıl) adıyla en uzun yıl olarak Roma tarihine geçmiştir. Aynı yıl, İskenderiyeli astronomi bilgini Sosigenes’in yardımıyla, dört yılda bir eklenen tek günle takvim en uygun halini almış (Plin. NH.18.210-212) ve bu yeni düzeniyle MÖ 45’te yürürlüğe girmiştir. MÖ 44’de Caesar senatoda suikasta uğrayınca ve Roma önemli bir komutanını ve devlet adamını kaybedince, senato halkın öfkesini dindirmek ve olası bir kargaşayı önlemek amacıyla MÖ 1 Ocak 42’de Caesar’ı resmen tanrı ilân etmiş ve takvimde yaptırmış olduğu rasyonel değişikliklerin hürmetine 1 Ocak gününü ona ithaf etmişti. Bununla yetinmeyen senato, Roma takviminde önceleri Quintilis (beşinci) olarak anılan Temmuz ayını, doğduğu ay olması vesilesiyle Caesar’a ithaf etmiş ve bu aya Iulius adını vermiştir (Bu ad July, Juillet, Juli gibi biçimlerle çeşitli Batı dillerinde korunmuştur). Öte yandan, günümüzdekine çok

Resim 1: Çift yüzlü Tanrı Ianus, Vatikan Müzesi Ianus, geçiş ve başlangıçların tanrısıydı. Roma’da devlet dairelerinin kapı eşiklerinde büstü bulunurdu. Ayrıca, Ianus Tapınağı’nın kapıları savaş zamanı daima açık, savaş bittiğindeyse kapalı olurdu. Kapıların açık oluşu harp zamanını, kapalı oluşu ise barış zamanını gösterirdi; nitekim bu sembolik eylem, barışın tapınakta muhafaza edildiğinin göstergesiydi.

yakın olan bu takvim, gün eklemeyle ilgili yanlışlar nedeniyle dönemin pontifexleri tarafından tam uygulanamamıştır. Nihayet MÖ 8’de Caesar’ın evlatlığı ve ilk Roma imparatoru olan Augustus’un döneminde Caesar’ın Güneş Takvimi aslına uygun olarak uygulamaya konmuştu. Oxford Üniversitesi’nde eğitim almış Orta Çağ astronomi bilgini ve keşişi Sacrobosco, De anni ratione adlı eserinde, Caesar’ın günleri aylara bölüştürdüğünü ve tek ayları 31, çift ayları 30 çekecek şekilde düzenlediğinden söz eder. Fakat Ocak ayını, 1 günü eksik kalınca Şubat’tan gün alarak tamamlamıştır. Augustus da kendi adını taşıyan ayın, Iulius ayından (Temmuz ayı) kısa olmasına içerleyerek Şubat’tan 1 gün alıp kendi ayına eklemiş ve gün sayısını 31’e çıkarmıştır (Sacrobosco, 1561:11). Sacrobosco’nun bu anlatısı dayanaksızdır. İşin ilginç tarafı, bu anlatı günümüzde dahi çoğu zaman sorgulanmaksızın kabul edilmektedir. İnsanoğlunun dramatik olana süregelen ilgisi göz önüne alınırsa, gerçeği yansıtmayan bu hikâyenin halen dillendirilmesi pek de şaşılacak bir şey değildir. Oysa Sacrobosco kendisinden yüzyıllar önce yaşamış olan geç antik çağ yazarı Censorinus’un takvimdeki değişiklikleri neden-sonuç ilişkisi bağlamında açıklayan De die natali adlı eserinden yararlanabilseydi, “söz konusu dramatik hikâyeyi” belki de hiç kaleme almayacaktı. Nitekim Censorinus, o dönemlerde pontifex’lerin yıla gelişigüzel ay ekleyip, tarihlerin daha da karışmasına sebep olduklarından bahseder (De die natali 20.6-7). Üçüncü konsüllüğü sırasında (MÖ 46) Caesar’ın, 355 güne 10 gün daha ekleyerek, aylardan yedisini 29 güne çıkarttığı; bu yüzden Ocak, Ağustos ve Aralık aylarına ikişer gün, diğer dört aya (Macrobius Saturnalia eserinde bu dört ayın Nisan, Haziran, Eylül ve Kasım olduğunu belirtir; I.14.7) birer gün eklediğini (De die na-

23


Ay isimleri: IAN(uaris), FEB(ruarius), MAR(tius), APR(ilis), MAI(us), IVN(ius), QVIN(tilis), SEX(tilis), SEPT(ember), OCT(ober), NOV(ember), DEC(ember), INT(ercalaris).

24

Resim 2: Fasti Antiates Maiores; Antium’daki bir villanın kalıntıları arasında bulunan, MÖ 46 yılından öncesine ait bir Roma takviminin rekonstrüksiyonu. (Çizim: R.T. Scott), A.K. Michels (1967).

tali 20.8-9), geriye kalan çeyrek günün ise –ki bu, 365 günü tamamlayacak gündür– her dört yılda bir takvime eklenmesini istediğini aktarır. Bu ‘artık gün’ her yıl 23 Şubat’ta kutlanan Terminalia festivalinden sonraki güne eklenmiş ve dört yılda bir bisextilis (artık yıl) olarak anılmaya başlanmıştı (De die natali 20.10). Caesar dini bayramların tarihleri değişmesin diye Şubat hariç diğer aylarda günleri ayların sonuna eklemiştir. Macrobius, Caesar’ın Şubat ayına her dört yılda bir eklediği ‘artık gün’ dışında gün eklememesine, tanrıların onuruna verilen dinsel ayinlerin tarihlerinin kaymasını engellemek istemiş olmasını sebep gösterir (Sat. I.13.7; I.14.7). Sacrobosco’nun aynı şekilde isabetsiz, ama yine halk arasında kabul gören bir iddiası da Ekim ayıyla ilgilidir. Ona göre Caesar, Ekim ayını 29 günden 30’a çıkarmıştı. Daha sonra Augustus tarafından 1 gün ilave edilmiş ve Ekim 31 güne çıkarılmıştı (Sacrobosco, 1561:11). Hâlbuki Macrobius (Sat.I.13.7; I.14.7) ve Censorinus (DN. 20.10) Ekim ayının Roma takviminde

daima 31 gün çektiğinden söz ederler. O zamana kadar Jülyen takviminde Sextilis (altıncı) olarak anılan Ağustos ayına, daha önce bahsi geçen anlatıda iddia edildiği gibi İmparator Augustus tarafından gün eklenmemiştir. Caesar’ın MÖ 45’te uygulamaya giren takvim reformundan beri Ağustos ayı 31 gün çekiyordu (Bkz; Cen. DN. 20.9). MÖ 8’de bu ay, imparatorun onuruna Augustus olarak anılmaya başlandı (August, Août, August biçimiyle Batı dillerine de geçmiştir). Augustus’un Sextilisi seçme sebebi ayın 31 gün çekmesi değil, pek çok zaferini -Mısır’ın fethi dâhil- bu ayda kazanmış olmasıydı (Bkz; Macr. Sat. I.12.35). Konuyla ilgili antik kaynakların ve arkeolojik verilerin yetersizliği nedeniyle Roma takviminin ortaya çıkışı ve gelişimiyle ilgili bazı noktalar hâlâ karanlıktadır. Nadiren de olsa yeni el yazmalarının ve arkeolojik bulguların mevcut bilgimizi değiştirebileceğini göz önüne alarak, bunlarla ilgili kesin çıkarımlarda bulunmamak en doğrusu olacaktır.


HABER

25

Bu fotoğrafta Roma’nın merkezinde yer alan bölgenin genel bir manzarası görülmektedir. (Kaynak: www.dailymail.co.uk )

Ave, Caesar! Arkeologlar, Brutus’un Caesar’a Ölümcül Darbeyi İndirdiği Yeri Bulduklarını Söyledi... Ve Orası Şimdi Bir Otobüs Durağı! Iulius Caesar’ın ölümü sık sık kitaplarda, tiyatrolarda ve filmlerde anlatılan, tarihte yazılmış en kayda değer anlardan biridir şüphesiz. Caesar, MÖ 44’te Mart’ın Idus gününde (15 Mart) fanatik cumhuriyetçiler tarafından ölümüne bıçaklanmıştı. Fakat öyle görünüyor ki, ünlü Romalı komutanın suikasta uğradığı yer, Roma’nın merkezindeki işlek turist otobüslerinin ve tramvay durağının hemen yanında, artık yalnızca tarihe gömülmüş dramatik bir sahneden başka bir şey değil. İspanyol arkeologlara göre, Caesar’ın düştüğü yer tarihi kayıtlarda kesin olarak yazılmıştır. Ve şimdi bu yerin, arkeologların kazı bölgesi olması sebebiyle milyonlarca insan tarafından ziyaret edilen, Roma’da Torre Argentina olarak bilinen otobüs ve tramvay duraklarının hemen yanındaki bir bölge olduğu düşünülüyor. Gerçi Caesar’ın öldüğü zamanlar, suikast, üç metre genişliğindeki küçük bir meydanda Curia Pompeia olarak bilinen bir tiyatro binasında gerçekleşmişti. Kazı ekibinin lideri Antonio Monterroso, “Binlerce insan bugün, Iulius Caesar’ın 2056 yıl önce bıçaklandığı yerin hemen yanında otobüs ve tramvaya biniyor” dedi. İspanya Ulusal Araştırma Konsey’ine bağlı arkeologlar ilk önce, genişliği üç metreye, derinliği ise

iki metreye ölçülen beton bir yapı buldular. Tarihi kayıtları inceledikten sonra, bu yapının, Caesar’ın evlatlığı İmparator Augustus tarafından yaptırılmış bir loca olduğunu anladılar. Augustus, babasının öldürüldüğü yeri belirlemek niyetiyle, bir çeşit anıt olarak bu locayı yaptırmıştı. Araştırmalar locanın bulunduğu yerin, Curia’nın en aşağıda kalan kısmı olabileceğini; Caesar’ın ise bıçaklandığı noktada bir iskemlede oturmuş olabileceğini gösteriyor. İspanyol arkeologlar, “bu yerde ölmüş olsun veya olmasın, bu konu daima tartışmaya açık kalacak, çünkü kimse, yaralı Caesar’ın ölmeden hemen önce yerinin değiştirildiğini bilemiyor,” diyorlar. Üç yıldır burada kazı yapan Antonio Monterroso, “bu bulgular komutanın, Curia’nın en aşağıda kalan noktasında bıçaklandığını gösteriyor, çünkü Caesar’ın senatoya başkanlık yaparken oturmuş olabileceği bu nokta halefi Augustus tarafından belirlenmiş. Elbette bu kesin değil. Tüm arkeolojik çalışmalar tartışmaya açıktır; tartışmaya ve eleştiriye de açık olmalıdır,” demektedir.* *Bu haber www.dailymail.co.uk sitesinde 11 Ekim 2012 yılında yayımlanmış olup çevirisi haberin içeriğine göre kısaltılmış ve düzenlenmiştir.

GÜLÇİN GÜNDEŞ*

*İÜ Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 4. Sınıf Öğrencisi


ÇEVİRİ

26

De Platonis Dogmate I.1 - 4 Lucius Apuleius Madaurensis Apulée, Opuscules Philosophiques et Fragments, Société d’édition, Les Belles Lettres, Paris, 1973, s.s. 60 - 63 Platoni habitudo corporis cognomentum dedit; Plato’ya ismini veren dış görünüşüdür. Esas ismi namque Aristocles prius est nominatus. Ei Ariston fuisse Aristocles’ti. Babasının Ariston olduğu söylenir. Annesi ise pater dictus est; ceterum Perictione, Glauci filia, mater Glaucus kızı Perictione’dir ve her iki taraftan da soyluluğu yeterince açıktır. Babası Ariston’un soyu, Codrus1 aracılığıyfuit: et de utroque nobilitas satis clara; nam Ariston pater la ta Neptunus’a2 dayanır. Anne tarafından soyu ise Attica per Codrum ab ipso Neptuno originem duxit, a Solone saKanunları’nın yapıcısı bilge Solon’dan3 gelir. Plato’nun daha pientissimo, qui legum Atticarum fundator fuit, maternus kutsal bir birleşmeden, Apollo’nun suretinin Perictione ile derivatus est sanguis. Sunt qui Platonem augustiore conbirleşmesinden dünyaya geldiğini söyleyenler de vardır. Atceptu prosatum dicant, cum quidem Apollinis figuratio ticalıların Thargelion4 dediği ayda, Letona’nın5 Apollo ve Perictionae se miscuisset. Mense etiam, qui apud Atticos 6 Diana’yı Delos civarında dünyaya getirmek zorunda kaldığı thargelion dicitur, natus est, die qua apud Delum Latogünde doğduğu da söylentiler arasındadır.7 Önceki günü de na fertur Apollinem Dianamque peperisse. Pridie SocraSocrates’in doğum günü olarak kabul ediyoruz. Rivayet odur ten genitum accepimus. Somnium etiam Socratis scitum ki Socrates’in bununla ilgili bir de rüyası varmış: Socrates rüferunt: nam vidisse sibi visus est cygni pullum ex altari, yasında kendisini Academia’da8 Cupido’ya9 ithaf edilen suquod in Academia Cupidini consecratum est, volasse et in nakta görmüş. Orada bir kuğu yavrusunun Cupido’nun göğsüeius gremio residisse et postea olorem illum pinnis caelum ne konduğunu, sonra o yavrunun kanatlı bir kuğuya dönüşüp petisse, canore musico auditus hominum deorumque multerennümüyle insanların ve tanrıların kulaklarını okşayarak gökyüzüne doğru yol aldığını görmüş. Socrates bu rüyayı bir centem. Cum hoc Socrates in conventu amicorum referdost meclisinde anlattığı sırada Ariston da oğlu Plato’yu Socret, Ariston Platonem puerum oblaturus Socrati magistro rates’e talebe olarak emanet etmek için orada bulunuyormuş. commodum prosequebatur. Quem ubi adspexit ille ingeSocrates onu inceleyip içsel dehasını dış görünüşünden açıkça niumque intimum de exteriore conspicatus est facie: “Hic fark edince, “Bu çocuk oydu dostlar,” demiş, “Academia’da, ille erat, amici” inquit, “de Academia Cupidinis cygnus”. Cupido sunağındaki kuğu...” Talis igitur ac de talibus, Plato non solum Bu ve buna benzer şeyler gösteriyor ki Plato yalnızheroum virtutibus praestitit, verum etiam aequiperavit ca kahramanlara yaraşır erdemler göstermekle kalmıyor, divum potestatibus. Nam Speusippus, domesticis dokudrette de tanrıyla rekabet ediyordu. Nitekim aile arşivine de cumentis instructus, et pueri eius acre in percipiendo sahip olan Speusippus10, onun çocukluktaki kavrayış gücünü ingenium et admirandae verecundiae indolem laudat, ve şaşılası mütevazılıktaki fıtratını över, ergenliğe eriştiğinde et pubescentis primitias labore atque amore studendi çalışma aşkı ve gayretiyle ilk meyvelerini aldığını aktarır ve imbutas refert, et in viro harum in crementa virtutum tam bir erkek olduktan sonra11 da erdemlerinin ve diğer meziyetlerinin semeresini aldığına şehadet eder. Plato’nun Glaucus et ceterarum convenisse testatur. Ex isdem genitoribus ve Adimantus adında iki öz erkek kardeşi vardı. İlk eğitimini Glaucus et Adimantus ei fratres fuerunt. Doctores habuDionysius, bunun yanında güreş eğitimini de Arguslu Arisit in prima litteratura Dionysium, at in palaestra Aristoton adındaki öğretmenlerden almıştı ve çalışıp çabalayıp öyle nem Argis oriundum, tantosque progressus exercitatio bir ilerleme kaydetmişti ki Pythia ve Isthmia Oyunları’nda12 ei contulit, ut Pythia et Isthmia de lucta[ta] certaverit. güreşmişti. Resim sanatından yüz çevirmemekle birlikte, kenPicturae non aspernans artem, tragoediis et dithyrambis dini tragedya ve dithyrambus13 alanında eğitmişti. Eğer Socrase utilem finxit. Iamque carminum confidentia elatus, tes onun zihnini arzuların sığlığından azat etmemiş ve gerçekcertatorem se profiteri cupiebat, si Socrates humilitaten övülmesi gereken şeyi onun ruhuna işlememiş olsaydı, tem cupidinis ex eius mentibus expulisset et verae lauşiirdeki başarısıyla güveni iyice artan Plato, bir yarışmacı14 dis gloriam in eius animum inserere curasset. Et antea olmak bile isteyecekti. Önceleri, Heraclitus’un15 okulundayquidem Heracliti secta fuerat inbutus. Verum cum se dı. Socrates’in okuluna geçtikten sonra dehası ve öğrenme Socrati dedisset, non solum ingenio atque doctrina Sockabiliyetiyle diğer öğrencileri geçmekle kalmadı, çalışması ve raticos ceteros vicit, verum etiam labore et elegantia titizliğiyle Socrates’ten kendisine geçen bilgeliği de parlatmış oldu: Çalışarak bu bilgeliği muhafaza etmeye çabalıyor; titiinlustravit sapientiam ab eo sibi traditam: labore, quo zliğiyle de sözcüklerin zarafetini ve haşmetini kullanarak bu adserere eam nisus est; elegantia, per quam venustate bilgeliğe büyük bir değer katıyordu. et maiestate verborum ei plurimum adhibuit dignitatis.


Sed posteaquam Socrates homines reliquit, quaesivit unde proficeret et ad Pythagorae disciplinam se contulit; quam etsi ratione diligenti et magnifica instructam videbat, rerum tamen continentiam et castitatem magis cupiebat imitari; et, quod Pythagoreorum ingenium adiutum disciplinis aliis sentiebat, ad Theodorum Cyrenas, ut geometriam disceret, est profectus et astrologiam adusque Aegyptum ivit petitum, ut inde prophetarum etiam ritus addisceret. Et ad Italiam iterum venit et Pythagoreos Eury[ta]tum Tarentinum et seniorem Archytam sectatus est. Atque ad Indos et Magos intendisset animum, nisi tunc eum bella vetuissent Asiatica. Dialectica quapropter inventa Parmenidae ac Zenonis studiosius exsecutus, ita omnibus quae admirationi sunt singula suos libros explevit, ut primus tripertitam philosophiam copularet, sibique invicem necessarias partes nec pugnare inter se tantummodo, sed etiam mutuis adiuvare auxiliis ostenderet. Nam quamvis de diversis officinis haec ei essent philosophiae membra suscepta, naturalis a Pythagoreis, rationalis atque moralis ex ipso Socratis fonte, unum tamen ex omnibus et quasi proprii partus corpus effecit; et, cum principes harum familiarum inpolitas sententias et inchoatas auditoribus tradidissent, eas hic, cum ratione limando tum ad orationis augustae honestissimam speciem induendo, perfectas atque etiam admirabiles fecit.

Socrates terkidiyar edince, nereden ilerlemesi gerektiğini sorguladı ve kendini Pythagoras’ın öğretisine verdi. Bu felsefenin özenli ve zengin bir mantıkla kurulduğunu görmüştü görmesine ama kendisi bu felsefenin mantığından ziyade öz denetimini ve ahlakî saflığını içselleştirmek istiyordu. Buna bağlı olarak Pythagoras’ın düşünce sisteminin birçok farklı öğretiden beslendiğini farkedince geometri öğrenmek için Theodorus Cyrenas’a16 gitti. Astroloji eğitimi almak istediği için, kahinlerin ritüellerini öğrenmek adına ta Aegyptus’a17 kadar yol aldı. Son olarak tekrar İtalya’ya geldi. Tarentumlu Eurytus’un ve ondan yaşça büyük olan Archytas’ın18 takipçisi oldu. Hatta eğer o sırada Asia’daki savaşlar engel teşkil etmese, Indus’a19 ve Magus’lara20 gitme niyeti de vardı. Parmenides’in ve Zeno’nun inşa ettiği düşünce sistematiğini daha sıkı biçimde takip ederek, her biri ayrı ayrı hayranlık uyandıran bu bilgilerin tümünü kitaplarına öyle bir yerleştirdi ki üç katmanlı ruh felsefesinin21 mucidi olduğu gibi; sırasıyla birbirleri için gerekli olan bu kısımların yalnızca birbirleriyle çatışmadıklarını, bilakis birbirleriyle ortak çıkarlar etrafında yardımlaştıklarını da gösterdi. Zira birbirine zıt seyreden bu çalışma alanlarına dair ne varsa, onun için bunlar felsefenin birbirini destekleyen dallarıydı. Doğayı Pythagoras’çılardan, mantığı ve ahlâkı da bizzat Socrates’in şahsından öğrenmiş olsa da, kendi sulbünden bir beden ortaya çıkarıyormuş gibi, hepsinden bir bütünlük çıkardı. Bu ekollerin önderleri öğrencilerine ham düşüncelerini ve orijinlerini aktarmışlardı. Plato bu aktarılanları mantık süzgecinden geçirerek ve en muhteşem bir hitabet türüyle süsleyerek tekmil edip takdire şayan bir hale getirdi.

Multi auditorum eius utriusque sexus in philosophia floruerunt. Patrimonium in hortulo, qui Academiae iunctus fuit, et in duobus ministris et in patera, qua diis supplicabat, reliquit; auri tantum, quantum puer nobilitatis insigne in auricula gestavit. Ceterum tres ad Siciliam adventus mali quidam carpunt, diversis opinionibus disserentes. Sed ille primo historiae gratia, ut naturam Aetnae et incendia concavi montis intellegeret, secundo, petitu Dionysi, ut Syracusanis adsisteret, est profectus, et ut municipales leges eius provinciae disceret; tertius eius adventus fugientem Dionem, inpetrata a Dionysio venia, patriae suae reddidit.

Dinleyicilerinin çoğu, erkek olsun kadın olsun, felsefe alanında zenginleştiler. Academia’nın bitişiğinde küçük bir bahçe, iki hizmetli ve tanrılara tapınmakta kullandığı bir hamam tasından22 ibaret bir miras bıraktı; bir çocuk soyluluk nişanesi olarak kulağında ne kadar altın taşırsa, o kadar da altını vardı. Öte yandan bazı kötü niyetli kişiler farklı farklı görüşler öne sürerek onun Sicilia’ya yaptığı üç ziyareti çarpıtırlar. Doğrusu şudur ki, kendisi ilk ziyaretini bir araştırma uğruna Aetna’nın tabiatını anlamak ve dağ kraterindeki alevleri görmek, ikincisini Dionysius’un23 arzusu üzerine Syracusae’lılara yardımcı olmak ve onlara o eyalete ait iç hukuku öğretmek amacıyla gerçekleştirdi. Üçüncü ziyaretinde ise Dionysius’tan sürgündeki Dio’yu affetmesini isteyip Dio’nun ülkesine geri dönmesini sağladı.24 Plato hem insanlığa faydalı olması için hem de yaşamanın, anlamanın ve konuşmanın mantıklı bir yöntemini bulmak için üzerinde iyice düşünüp taşınarak vardığı yargıları, ki bunlara Grekçe dogmalar (δόγματα) denilebilir, açıklamıştı. Biz de buradan başlayacağız. O, felsefenin üç bölümünü kendi aralarında uzlaştıran ilk kişi olduğu için, biz de hepsi hakkında teker teker konuşacağız ve başlangıcımızı da doğa felsefesiyle yapacağız.*

Quae autem consulta, quae δόγματα graece licet dici, ad utilitatem hominum vivendique et intellegendi ac loquendi rationem extulerit, hinc ordiemur. Nam, quoniam tres partes philosophiae congruere inter se primus obtinuit, nos quoque separatim dicemus de singulis, a naturali philosophia facientes exordium.

*Metinde geçen Yunanca özel isimler yazarın kullandığı şekilde Latince olarak; dipnotlarda Yunanca asıllarıyla verilmiştir.

Latinceden çeviren:

*DOĞUCAN HANGELİOĞLU*

İÜ Latin Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Öğrencisi

27


28

DİPNOTLAR 1. Kodrus, İ.Ö. 2. binyılın sonlarında yaşadığı varsayılan, Atina Kralları’ndan biri ve sonuncusudur. Atina Kralları adıyla anılan bu krallar, Atina demokrasisi öncesinde yaşadığı varsayılan yarı mitolojik karakterler olarak karşımıza çıkar. 2. Neptunus, Roma Mitolojisi’nde deniz tanrısı. Helen Mitolojisi’ndeki muadili Poseidon’dur. 3. Solon, Atinalı ünlü devlet adamı ve şair. Tarihe “Solon Kanunları” olarak geçen kanunların yapıcısıdır. Bu kanunlar, iktidarı paylaşmak istemeyen aristokrat sınıfıyla alt sınıflar arasındaki çekişmelere son vermek amacıyla yapılmıştır. 4. Attika takviminde on birinci aydır. İlkbahar mevsimine gelir. Bu ayın altıncı ve yedinci günleri Apollo ve Artemis’in doğum günü olarak kabul edilirdi ve bu doğumun onuruna Antik Attika’da bu günlerde Thargelia adlı bir festival düzenlenirdi. 5. Letona, Roma Mitolojisi’nde Juppiter’in eşi, Apollo ve Diana’nın annesidir. Helen Mitolojisi’ndeki karşılığı Leto’dur. Aktüel araştırmacılara göre Leto, Anatolia’daki ana tanrıça Kybele’nin Helen Mitolojisi’ndeki karşılığıdır ve adını da Kybele’nin Syria’daki ismi olan “Lat”tan almıştır. 6. Diana, Roma Mitolojisi’nde Apollo’nun kardeşi, ışık tanrıçası. Helen Mitolojisi’ndeki karşılığı Artemis’tir ve Helen Mitolojisi’ne göre Artemis av tanrıçasıdır. 7. Tanrıça Leto, Zeus’tan hamile kaldığında Hera’nın hışmına uğrayarak uzun bir müddet yeryüzüde çocuğunu doğuracak bir sığınak bulamaz ve acı çeker. En sonunda Delos adası ona sığınak olur ve orada Apollon ve Artemis’i doğurur. 8. laton’un çeşitli konularda dersler verdiği okul. İsmi arkaik dönemde “Hekademia” olan bu yer daha sonraları bir Helen kahraman figürü olan Akademos’un adıyla da ilişkilendirilerek Akademia adını almıştır. 9. Cupido, Roma Mitolojisi’nde arzuların tanrısı. Helen Mitolojisi’ndeki muadili Eros’tur. 10. Speusippos, Platon’un yeğeni ve Platon öldükten sonra Akademia’nın başına geçen kişidir. Sekiz sene Akademia’nın başında kalmıştır ve felç geçirerek yerini Ksenokrates’e bırakmıştır. Speusippos bazı konularda Platon’a katılmıyordu ve özellikle onun Formlar Teorisi’ne karşı çıkmıştı. 11. Latince “erkek” anlamına gelen “vīr” kelimesi, daha çok savaşçı erkeği karşılar. Latince “erdem, cesaret, erkeksi nitelik” anlamlarına gelen “virtus” kelimesi de, “vīr” kelimesinden türemiştir. Bu kelime İngilizce’ye “virtue” şeklini alarak girmiştir. 12. Isthmia ve Pythia, dört adet Pan-Helenik oyundan ikisidir. Pan-Helenik oyunlar, Olimpiyat Oyunları’nın yapıldığı yıldan başlanarak oluşturulan ve sürekli tekrar eden dört yıllık bir periyot içerisinde, belirli yıllarda

düzenlenirdi ve bu periyoda “Olympias” denirdi. Bu periyoda göre ilk sene Olimpiyat Oyunları düzenlenir, sonraki sene Nemea ve Isthmia gelir, üçüncü sene Pythia yapılır, dördüncü sene tekrar Nemea ve Isthmia düzenlenerek Olympias periyodu başa dönmüş olurdu. İlk Olympias periyodu İ.Ö. 776 – 772 arasındadır. Pythia, tanrı Apollon’un Delphoi’daki tapınağında, onun onuruna düzenlenirdi ve adını Apollon’un öldürdüğü yılandan almıştı. Kazananlara ödül olarak defne yaprağından taç veriliyordu. Isthmia ise tanrı Poseidon onuruna tertip edilirdi ve adını, yapıldığı yerlerden biri olan Isthmos’tan almıştı. Isthmia’nın düzenlendiği diğer bölge Sikyon bölgesidir. Bu oyunlarda da kazananlara, ödül olarak çam ağacı verilirdi. 13. Dithyrambos, Antik Hellas’ta Dionysos onuruna söylenen ve danslarla eşlik edilen bir ilahi türüdür. 50 kişiye kadar varan bir koro tarafından icra edilirdi ve Dionysos’la bağlantılı olarak içki üzerine şehvet içeren sözlerle bezeli olurdu. Bu tür, Tragedya’nın kökeninde yer alır. 14. Antik Hellas’taki tragedya yarışmalarından bahsediyor. Apuleius’a göre Platon’un bu yarışmalara katılma eğilimi vardı. 15. Herakleitos (İ.Ö. 6. – 5. yy), ünlü Helen düşünürü. 16. Kyreneli Theodoros, İ.Ö. 6. Yüzyılda yaşamış Helen matematikçi. Theodoros Spirali ile bilinir. Platon’un üç diyalogunda (Sophist, Thaetetus ve Politikos) konuşmacılardan biri kendisidir. Theodoros Spirali bugün Pythagoras yahut Einstein Spirali olarak anılmaktadır zira Theodoros’un orijinal çalışmaları elimizde bulunmamaktadır. Bu çalışmaların Theodoros tarafından yapıldığı da Platon diyaloglarından bilinmektedir. 17. Mısır 18. Terentumlu Eurytus ve Archytas, iki önemli Pythagorasçı düşünür. İkisi de İ.Ö. 5. – 4. Yüzyıllar arasında yaşamıştır. 19. Hindular 20. “Maguslar” yahut “Magī,” Zerdüşt inancına mensup kişiler. 21. Platon’un “Devlet” adlı eserinde bahsettiği üç katmanlı ruh imgesi. 22. Hamam tası, Latince adıyla “patera,” Antik Çağ’da içinden içmek yahut kurban kanı dökmek yoluyla tanrılara tapınmak için kullanılan bir sunak aracıydı. Bu gelenek Antik Hellas’ta da, Roma’da da vardı. 23. Syrakousai tiranı Genç Dionysios, M.Ö. 5. – 4. yüzyıllarda yaşamış olan Syrakousai tiranı. 24. Syrakousai tiranı Dion. İ.Ö. 5. – 4. yüzyıllarda yaşamış olan Dion, Syrakousai’de yönetimi ele almadan önceki tiran Genç Dionysios tarafından, bir komplo sebep gösterilerek sürülmüş, bu dönemde Platon da Dionysios tarafından zindana atılmıştı.


antik eserlerlerin yeni çevrilen kitapları Platon, (çev.) Erman Gören, Kratylos 1. Cilt - Giriş, Metin, Çeviri ve Dizinler, Dergah Yayınları, İstanbul: 2016, 236 sayfa Platon’un Kratylos’u, dil felsefesinin başlangıç noktası, dilbilimin kaçınılmaz başvuru kaynağı, dille ilgili kafa mızı kurcalayan onlarca sorunun ilk defa telaffuz edildiği metindir. Platon’un dil kullanımı Kratylos’un labirentlerinde rafine edilirken, aslında Klasik Atina’nın entelektüel çevrelerindeki en popüler tartışmalarından biri gözler önüne serilmektedir: Adların Doğruluğu. Kratylos, dilin bilimsel, felsefi, dinsel yönlerini sorgulayan bir dizi hâlâ cevapsız soruyla gündemdeki yerini korumaktadır. Bunlardan sadece birkaçı söyle sıralanabilir: Bir adı doğru yapan nedir? Adların bidoğruluğu varsa bu doğruluk uylaşımsal mıdır yoksa doğal mıdır? Söz konusu doğruluğun üzerinde yükseldiği zemin nedir, anlam mı, yoksa sözcüklerin kendileri mi? Kullandığımız dilin iletişimde sağladığı ortaklıktan nasıl emin olabiliriz? Platon’un Kratylos’u Türkçede okuyucunun karşısına ilk defa çıkmıyor. Ancak elinizdeki kitapta yer alan çeviri Yunanca orijinal metnin titiz bir incelenmesinin, satır satır, kimileyin hece hece, hatta harf harf, kılı kırk yaran bir filolojik dakikliğin ürünü olduğu iddiasını taşımaktadır. Çünkü bu çalışma, diyalogda başvurulan deneysel dil cambazlıklarında ya da etimolojik sözcük oyunlarındaki zeka parıltısını kaybetmemeye çalışan bir çeviri pratiğiyle ortaya çıkmıştır. Bu zeka pırıltısı bir yandan okurun gözlerini kamaştırırken, öte yandan dilin, dilbilimin, dil felsefesinin karanlık dehlizlerini aydınlatmaktadır. Kratylos’un sunduğu sorunsal alan, Kratylos’a Yorumlar: Physis-Nomos Karşıtlığı Bağlamında Filolojik ve Yorumbilimsel Bir İnceleme başlıklı ikinci ciltteki yorumlarla bir nebze daha net bir görünüme kavuşmaktadır. (tanıtım bülteninden)

Platon, (çev.) Erman Gören, Kratylos’a Yorumlar: Physis-Nomos Karsıtlığı Bağlamında Filolojik ve Yorumbilimsel Bir İnceleme, Cilt 2, Dergah Yayınları , İstanbul: 2016, 419 sayfa Platon’un Kratylos’u, dil felsefesinin başlangıç noktası, dilbilimin kaçınılmaz başvuru kaynağı, dille ilgili kafamızı kurcalayan onlarca sorunun ilk defa telaffuz edildiği metindir. Platon’un Kratylos’u, dahiyane, ancak bir o kadar da bilmecemsi bir diyalogdur. Metindeki etimolojik araştırmanın sıradüzeninden, açıklamaların arkasındaki niyetin ciddiyetine, Sokrates’in tartışmada hangi safı tuttuğundan, Platon’un kasten gizlenen gerçek fikirlerine, sırlarla dolu bir atmosfer Kratylos’un satırlarında bile isteye oluşturulmuş gibidir. Bu sır per-

desini kaldırmaya çalışan okuyucu ya da çevirmen her seferinde yeniden dilin içine davet edildiğini fark etmekten kendisini alamaz. Kratylos belki tam da, dile yönelik soruların cevaplarının ancak dilin içinde aranabileceğinin çıkmazına giden bir yol olarak tasarlanmıştır. Bu yolda yürüyen yorumcu filolojinin en küçük ayrıntıları gözden kaçırmayan bakışından yararlanırken, metnin kültürel ve felsefi bağlamına da nüfuz etmek zorunda kalır. Elinizdeki inceleme böyle iki yönlü bir yöntemsel yaklaşımla Klasik Atina’da doğa-yasa (physis-nomos) arasındaki gerilimin dilsel boyutlarını açığa çıkarmayı amaçlamaktadır. Zira Yunan dilindeki fonetik bir sorunu, maddi kültüre dair bir ayrıntıyı, Yunan alfabesinin tarihsel gelişimini ya da deyimsel bir ifadenin dayandığı toplumsal belleği araştırırken yorumcu her seferinde felsefenin ayakkabılarıyla dil yolunda yürüdüğünün bilincine varır. Dil yolunda ve okuru da dil yoluna davet ederek... (tanıtım bülteninden)

Cicero, (çev.) Çiğdem Menzilcioğlu, Ölümü Küçümseme/Tusculanae Disputationes I, Doğu Batı Yayınları, İstanbul: 2016, 96 sayfa Roma siyasi tarihinin en çalkantılı günlerinde etkin bir siyasi figür, hatip olarak öne çıkan Cicero, Latincenin felsefi açıdan zenginleşmesi ve Yunan felsefesinde ele alınan ciddi ve seçkin konuların bu dilde aktarılmasında yaptığı katkılarla –özellikle Yunanca felsefi kavramların Latincedeki karşılıklarını bulmak suretiyle– Batı felsefe tarihinin de en önemli mihenk taşlarından biri olmuştur. Roma dilinin tüm inceliklerine hâkimiyeti, Yunan felsefesi ve düşüncesi hakkındaki çok yönlü bilgisi ve toplumsal sınıflar arası uyuma büyük önem veren cumhuriyetçi, seçkin bir Romalı olarak eserlerinde takip edilebilen Roma’nın tarihi, siyaseti, hukuk anlayışı, yaşam tarzları, edebiyatı ve dünya görüşleriyle döneminin gerçek bir tanığıdır. Aynı zamanda Cicero’nun eserleri, Yunan ve Roma kültürleri ve düşüncesi arası geçişlilikleri gözlemlemek ve kıyaslamalar yapmak bakımından da önemli birer kaynaktır. Tusculanae Disputationes, beş kitabın birleşmesinden oluşur. Ölümü Küçümseme, Cicero’yu derinden sarsan kızı Tulla’nın ölümü üzerine kaleme aldığı felsefi bir denemedir ve ilk kitaptır. Başta Akademiacılar, Epikurosçular ve Stoacılar olmak üzere, ölüm karşısında ve ruhun ölümsüzlüğü gibi konularda çeşitli felsefe okullarının görüşlerini değerlendirdikten sonra kendi düşüncesini ortaya koyar. Felsefe bir teselli verebilir mi, ölüme küçümseyerek bakabilmek mümkün mü ya da ölüme hazırlık, insanın ebedî evine geçiş gibi konularda çocuğunun yasını tutan tarihsel bir kişiliğin soğukkanlı ve derin düşüncelerinin birer takdimidir bu kitap. (tanıtımbülteninden)

29


TRAJİK KARAKTERİN TRAJİK DEVLETİ İlhan ALAGÖZ*

30

Platon’nun kendisine atfedilen ve tam olarak kimsenin sıralamasını bilmediği toplam 35 tane diyalog biçiminde yazılmış eseri olup, bahsimize konu olan Politeia adlı eseri, stylometria kullanılarak yapılan erken, orta ve geç dönem seklindeki genel sınıflandırmaya göre orta döneme aittir. Bu üç dönemde Platon’un düşünce dünyasında ve konuları ele almasında değişiklikler olmakla birlikte, genelde sanat özelde ise mimetik sanatlardan tragedya ile ilgili görüşlerini yalnızca Politeia bağlamında konu edineceğiz. Dolayısıyla Platon’un genel sanat ve tragedya anlayışından ziyade eserindeki sanat ve tragedya anlayışından bahsetmiş olacağız. Esas konumuzda ilerlemeden önce Platon’un edebi biçimine bakacak olursak, kendisi, Apologia Socratis adlı çalışması hariç hiçbir diyaloğunda konuşmalara katılmamıştır. Yani kendisi yazdığı eserlerde bir karakter olarak yer almaz. Platon, eserlerinin bir kısmında anlatıcı konumunda bile değildir. İlk elden konuşmalara tanık olmayan, onları Socrates’ten dinleyip yazan birisi gibi davranır. İnceleyeceğimiz eser Politeia’da da konuyu anlatan Socrates’tir ve Platon kendisini perde arkasına alıp gizlemiştir. Bu günümüz roman yazarlarının elde etmek için çok uğraştıkları, karakter ya da olayları ön plana çıkartmak amacıyla tercih ettikleri bir üslup özelliğidir. Yine kurmaca anlatımına diyaloglar aracılığı ile gösterme tekniği uygulayarak oluşturduğu sahnede bizi başta Socrates olmak üzere diğer karakterlerin düşünce dünyaları

arasında dolaşmaya sevkeder. Politeia bağlamında ise eserin giriş kısmında anlatıcının Socrates’in bakış açısını kullanması bize tragedyalarda sahneye dramanın başlangıç konuşmasını prologosu yapacak bir anlatıcının çıkıp seyirciye karşı oyunu hikaye etmeye başladığı kısmı anımsatmaktadır. Aralarda epeisodion konuşmalarına denk gelen anlatıcı bolümler de Platon’un diyaloglarında yer almaktadır. Platon kendisini anlatıcı konumundan çıkartarak tragedya yazarlarının genel üslubunu uyguluyor görünmekte. Bir kısım eserlerinde ise prologos olmadan tragedyanın drama sahne açılışı şeklinde diyaloglar başlar. Bazen de Platon eserlerinde karakterlerin ağzından mitoslar ya da benzetmeler aracılığı ile sahne-mekan değiştirmektedir. Bu kısa açıklamalara ek olarak onun gençlik yılları ile ilgili Diogenes Laertios’un anlattıkları da tragedya yazarlarına öykünerek yazan Platon hakkında bize bazı ipuçları vermektedir. Buna göre kendisi resimle ilgilenmiş ve şiirler yazmış. Hatta ve hatta dithyrambos, lirik şiir ve tragedyalar kaleme alan Platon, Herakleitosçu felsefe ile ilgilendiği dönemlerde bir tragedya yarışmasına bile katılmaya karar verir. Fakat tiyatronun önüne geldiğinde orada Socrates’in konuşmalarını duyunca, elindeki çalışmasını ateşe atmıştır. Atina’nın aristokrat ailelerinden olan ve Solon’a kadar soy şeceresi dayanan Platon’un ayrıca

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 4. Sınıf Öğrencisi


diyaloglarında da adı geçen amcası Critias bir şair ve eğitimcidir. Otuzlar meclisinin önemli bir üyesi olan Critias’ın yazdığı tragedyaları vardır. Platon’un diyolaglarında Critias, Socrates’in öğrencisi bir filozof ve bazen bir sofist olarak geçer. Dolayısıyla Platon’un önünde örnek olarak tragedya yazan bir filozof örneği bulunmakta. Laertios yine Platon’un bir komedya ozanı olan Epicharmos’tan bir çok eser kopyaladığını ve bunlardan faydalandığını söyleyerek; Alkimon’un Platon ve Epicharmos’u karşılaştırıp birincinin ikinciden yaptığı “duyu bilgisi ve akılla kavranan nesneler üzerine olan düşünce”nin aynı olduğu tespitinde bulunur. Laertios bir başka yerde ise Plato’nun Mısır’a yolculuğundan bahseder ve yolculuğunda ona ünlü tragedya yazarı Euripides’in eşlik ettiğini belirtir. Kendisi bir filozof olarak ünlendiğinde ise komedya yazarlarının oyunlarında alaylarına hedef olmuş, Laertios bunlardan bir kısmını da olduğu gibi bize aktarıyor. Platon’un yazdığı bir diyaloğu dinleyen Socrates ise bu metnin kurmaca olduğunu, kendisine çokça yalan söylettirildiğini ifade etmekte. Platon’un diyaloglarındaki karakter Socrates değil, ama gerçek hayattaki Socrates’in ünlü tragedyacı Euripides ile olan yakın dostluğu bilinen bir durum (Nietzsche 13). Politeia hakkında ise onun neredeyse baştan sona kadar Protogoras’ın İtirazlar’ında yazılı olduğundan bahis edilmiştir. Laertios 10. kitapta Platon’un Antik Yunan dünyasında önemini ve edebi kişiliğini şöyle açıklıyor: “Nasıl ki eskiden tragedyada önceleri yalnızca koro gösteri yapardı, sonra Thespis koronun soluk alması için bir oyuncu buldu, Aiskhylos ikinci oyuncuyu, Sophokles de üçüncü oyuncuyu bulup tragedyanın gelişimini tamamladı, aynı şekilde felsefenin konusu da önceleri bir tek doğa ile ilgiliydi, Sokrates ikinci olarak ahlak konusunu, Platon da üçüncü olarak diyalektiği ekledi, böylece felsefenin gelişimi tamamlandı. Thrasyllos’un söylediğine göre diyaloglarını tragedya dörtlemeleri gibi yayımlamış: Tragedya ozanları Dionysia, Lenaia, Panathenaia ve Khytroi şenliklerinde dört oyunla yarışırlardı, bunlardan dördüncüsü satir dramı idi. Bu dört oyuna ‘dörtleme’ denirdi.” The True Tragedy’nin girişinde Helmut Kuhn, Paul Elmer More’un şu sözüyle konuya giriş yapıyor: ”Platon, filozofların ilki olmasına rağmen yine de Homeros, Pindaros, Aeschylos gibi şairlerin neslindendir” (Kuhn 1). Kuhn ardından iki soru soruyor: Aeschylos ve Sophocles’ten Platon’a uzanan bir gelişim çizgisinin keşfedilip edilemeyeceği ve tragedyanın Platoncu felsefenin gelişimindeki öncüllerden biri olup olmadığı (Kuhn 2).

İnceleyeceğimiz eser Politeia, üç bölümden oluşuyor (Russell 129). İlk bölüm mükemmel topluluğu, bu topluluğun muhafızlar sınıfının eğitimini anlatan ve adaleti tanımlamaya çalışan I’den V’e kadar olan kitaplardır. İkinci bölüm ise mükemmel topluluğun yöneticileri olan filozofların tanımlandığı, betimlendiği VI. ve VII kitaplardır. Son bölüm ise X. kitaba kadar devam edip artı ve eksi yönleriyle yönetim biçimlerini konu edinir. Plato’nun kurguladığı ütopik bir kent devletinden bahseden Politeia, kurgusu itibariyle ütopik olsa da Platon’dan önce Phythagoras tarafından İtalya’nın güneyinde Croton’da kurulmuş, filozofların kontrolünde olan bir idareden esinlenmiş gibidir. Buna göre ütopik değil, gerçek olarak uygulanmıştır. Platon’un esarete düşmek pahasına İtalya’yı birkaç kez ziyaret ettiği, Phythagorascı gizli cemiyetin son öğrencileri ile temasa geçtiği; devlet görüşü, eğitim biçimi, ruh ve sayılarla ilgili soyutlamalardan etkilendiği anlaşılıyor. Georg Rohde, Politeia için yazdığı ön sözde şunları demekte: ”Çevirisine başladığımız eser, Symposion ve Phaidon’la birlikte Platon’un bütün eserlerinin en yüksek noktasını oluşturur. Platon’un hemen hemen hiçbir gençlik dönemi diyaloğu yoktur ki, herhangi bir yönüyle Devlet’i hazırlamış olmasın; son diyaloglar arasında hemen hemen hiçbiri yoktur ki kökleri Devlet’te bulunmasın, ya da hiç olmazsa onunla ilgili olmasın.” Eser her ne kadar eutopia olarak bilinse de ideal bir devlet biçimi olarak çok katı ve yasaklayıcı, kast sistemi barındıran totaliter bir polis devlet önerdiğinden dystopia olarak da adlandırılabilir. Ya da ütopya olarak kurgulanmaya çalışılan anlatıdaki devlet, her yeni gelen detay ve sorunla beraber distopya şekline dönüşüp, gittikçe daha dramatik bir şekle bürünüyor. Fakat konuşmacı karakterler tüm buna rağmen durmadan iç daraltan bu devleti överler. Bir ütopya olarak Politeia’da devletin kuruluş aşamasından önce tüm tartışma adaletin veya doğruluğun ne olduğu üzerine başlıyor. İlk kitapta Socrates haricinde beş karakter var. Uzun tartışmalardan sonra doğruluk kavramını ya da adaleti tanımlamada üç farklı görüş ortaya çıkar. Karakterlerden Cephalus, adaleti borcunu ödemek olarak tanımlar; Polemarchus, dosta fayda, düşmana zarar sağlayanın adalet olduğundan; Thrasymachus ise adaleti güçlünün çıkarına olan şey olarak savunurken görülür. Socrates adil olmanın lehimize, adil olmazsak bunun bizim aleyhimize bir durum oluşturacağından yani sonuçtan hareketle görüşlerini sunar. İlk kitapta diyalog belirli bir neticeye bağlanmadan tartışmalı bir şekilde sonlanır.

31


32

İkinci kitap Platon’un abisi Glaucon’un ve diğer bir kardeşi Adaemantos’un tartışmaya katılmaları ile başka bir çehreye bürünür. Takip edeceğimiz üzere ikinci ve üçüncü kitap ideal devlette edebiyatın, ki bu düzyazı ile şiir içeren bir çok sanat türlerini kapsıyor, tragedya, komedya gibi sahne sanatlarını da buna dahil ederek, bunların reddedilmesi ile ilgili konuya varacaktır. Konunun nasıl olup sanatlara geldiğine ve tragedyanın niçin özellikle hedef alındığını anlamak için tartışmanın safhalarını ele almamız gerekiyor. Birinci Safha: Adalet ve Haksızlık Glaucon adaletin sağlayacağı fayda ve zarardan ziyade bizzat adaletin ne olduğu, kökeninin neye dayandığı üzerine konuyu getirmek ister. Bu maksadı sağlamak için anlatacaklarını üç başlık altında toplar. Birinci olarak hem haksızlık eden hem de haksızlığın mağduru olan insanlar, bu durumun götürüsünün getirisinden fazla olması sebebiyle, haksızlık etmemek konusunda ortak bir sosyal anlaşmaya varmışlardır. Bu anlaşmalara yasa denmiş ve adil olup olmama bu sosyal anlaşmaya, yani yasaya daya olmuştur. Sonuç olarak adalet bir nesne değil, haksızlık etmek ile mağdur olmak arasında bir durum olarak konumlanır. İkinci olarak Glaucon, cezalandırılmaktan korktuğu için insanların mecburen adil davrandığını açıklar. Son olarak da adil davranmayan bir insanın yakalanmadığı ve kendisini gizlediği takdirde, bu hayatta daha büyük yararlar elde ettiğini belirtir. Glaucon meselenin daha iyi anlaşılması için iki hayali karakter ortaya çıkarır. Bunlar salt biçimleri ile haksızı ve adili temsil eder. İlk karakter kötüdür fakat adilmiş gibi görünür ve fayda sağlar; diğeri ise gerçekten iyi olmak için iyilik yapar; yasalar karşısında haksız biri olarak ortaya çıkarılır. İkinci adamın durumu Aiskhylos’un bir tragedyasından alıntıyla; “...iyi adamın niyeti iyi görünmek değil gerçekten iyi olmaktır.” şeklinde betimlenir. Glaucon bu küçük anlatısı üzerinden iki trajik karakterin durumunu sorgular. Buna göre tüm ömürlerini bu şekilde geçiren iki karakterden hangisi daha mutludur? Zira gerçekten iyi olan adam, haksızlık yapan birisi gibi toplumda ortaya çıkarsa cezalandırılacak ve işkence görecektir. Glaucon kendi yaşadığı toplumda adil olmanın gerçekten adil olmak değil fakat adilmiş gibi görünmek olduğunu, adil gözüken kişinin devlette politik etkiye sahip olduğunu, servet ve prestijin görüntüyle, adil olmayı taklit etmeyle elde edildiği ve yine bu şekilde zengin olmuş birinin Eski Yunanın dinsel toplumunda çok kurbanlar keserek dindar bir görüntü dahi çizeceğinden bahsediyor. Daha sonra Plato’nun diğer kardeşi Adaemantos konuşmaya dahil olur ve adil olmanın istenme se-

bebinin adaletin kendisi içindeki bir iyilikten değil, getireceği saygınlık ve ünden dolayı istendiğini ileri sürer. Haksızlığın kolayca idare edilebilir bir durum olmasından ve haksızlık denen şeylerin toplumun kınadığı şeyler olduğundan bahseden Adaemantos konuyu abisi Glaucon gibi dine dokundurur. Dinsel anlayışta da haksızlık edenin Eski Yunan’ın dinsel anlayışındaki arınma törenlerinden birini icra edip, mistik bazı ayinlere katılarak temizlenebileceğini ve yeraltı dünyasına temizlenmiş bir şekilde girilebileceği düşüncesinin zamanının toplumunda hakim olduğunu aktarmakta. Platon’un iki kardeşi tarafından adaletin, pratik faydalar çerçevesinde değerlendirildiğini gerçekten adil olmanın bozuk bir toplumda bir işe yaramadığı noktasına taşındığını görmekteyiz. Sonuç olarak iki kardeşin anlatımlarından şöyle dramatik bir sonuç çıkartılır: “Hayatta mutlu olmak istiyorsak haksızlık yapıp başkalarına doğru gözükmeliyiz.” Dahası, haksızlıkları gizlemek için insanların dernekler, cemiyetler kurması gerektiğinden; meclis ve mahkemeleri etkilemek için retorik ustalarından yararlanılması gerektiğinden bahsederler. Gerçekten iyi olmayı ve bu nedenle adil davranmayı dinsel kaygılara bağlayacak olanlara ise Adeimantos, o ana kadar Yunanların ‘tanrılar’ olarak bildiklerinin bir takım eski şairlerden kalma söylentiler olduğunu, tanrılara inanmayanlar için ise herhangi bir yaptırımın olmadığını da ekleyerek bu yönde gelecek itirazların önüne set çeker. İkinci Safha: Basit Devletten Gelişmiş Devlete Geçiş Bu noktadadan sonra diyalogta Socrates etkin olmaya başlar. Bir insanın karakterinde adaleti görmenin zorluğundan bahsedip adaleti büyük ölçekte değerlendirmek için devleti incelemeyi önerir. Karşı fikirde olanlar, görüntüde adil bir toplum yahut adaletsizliği tespit edemeyen bir toplum ve o toplumdaki iki tip insanı ön plana çıkarmış, trajik durumu birey üzerinden anlatmışlardı. Socrates ise yeni baştan bir devlet ve toplum kurgusu üzerinden adalet ve adaletsizliği göstermek ister. Sonuç olarak bireyin trajik durumu devlete taşınacaktır. Evvela Socrates, dinleyicilere basit ve sade bir devlet tasarımı çizer. İnsanların kendi kendilerine yetememelerinden, bir insanın her şeyi yapamayacağından, başka şeylere ve insanlara olan ihtiyaçtan hareketle, devletleşme sürecini bir temele dayandırır. Ortak ihtiyaçlardan dolayı bir yerleşkede toplanan cemaate devlet adını verir. Socrates “Kafamızda bir devlet doğuralım.” der. Temel ihtiyaçları sağlayan bu devlette herkes çalışır, fakat herkes sadece ve sadece en iyisi


olduğu mesleği icra eder. Aksi halde başka mesleklerle uğraşacak olursa, en iyi bildiği mesleği yapamaz ve ihtiyacından fazla üretemeyip devletin diğer bireylerinin ihtiyacını karşılayamaz. Bir devlet dört kişiden oluşuyorsa bir vatandaş temel mesleklerden birinde dört kişilik üretim yapmalıdır. Başka bir şeyle uğraşmamalıdır. Aksi halde devlete faydası olmayan, devletin işleyişini bozan biridir. Socrates’in bu ilk devlet tasarımında bireyler üretimde bulunurlarsa o toplumun bireyidirler. İhtiyaçlar arttıkça Socrates kafasında doğurduğu bu devleti büyütür. Çiftçiler, zanaatkarlar, tacirler, denizciler, pazarcılar, işçiler ekler. Fakat sadece temel ihtiyaçlar barındıran böyle basit devlet yapısı Glaucon’u tatmin etmemiştir. Yunan toplumunun alıştığı pek çok rahatlık ve lüks bu devlette yoktur. “Yemekleri, tatlıları, katıkları günümüz insanlarınınki gibi olmalı.” der Glaucon. Buradan da anlıyoruz ki Glaucon, Atina gibi bir devletin idealize edilmesini arzulamaktadır. Bu noktadan sonra asıl devletin anlatımı başlayacaktır ve felsefeyle uğraşanların, Platon’un ideal devleti diye zannettikleri adı konmamış Atina devleti şekillenmeye başlar. Şekillenmeye başlayacaktır diyoruz çünkü basit devlette halihazırdaki Atina hayal edilememektir. Dolayısı ile ütopik bir devlet hayali değil, bildiğimiz Atina bu kurmacanın içine alınmak istiyor. İlk basit devlet tasarımı dolayısı ile rafa kaldırılır. Nitekim bu basit devlet tasarımında haksızlığı, adaleti yürütecek örnek bulmak da zordur. Basit devlet tasarımında mesleğini icra ederse o toplumda yer alır, icra etmezse oraya alınmaz, sonucu çıkıyor. Tek yasa, işini doğru yapmakla, eksiksiz yapmakla ilgili. Tam da burada eserin dönüm noktası sayılabilecek bir yere geliniyor zira bir devlette sorunların asıl ortaya çıkma sebebini ve ilk kıvılcımı Socrates’in Glaucon’un isteği üzerine verdiği yanıtta görüyoruz. Dikkat edilecek olursa temel ihtiyaçlara dayalı bir devlet sisteminde ne bir yasa koyucu ne özel ne kamu hukuku ne de sorunları çözecek, davalara bakacak özel kuruluşlar, avukatlar yok, estetik bir kaygı olmadığından sanatsal bir faaliyet ya da sanatçı da yok. Socrates şöyle diyor: “Şimdi anladım. Siz benden öyle sıradan bir devleti değil, bolluk içindeki bir devleti tasarlamamı istiyorsunuz. Belki bunu yapmak daha iyi olur; çünkü belki de, adaletin ve haksızlığın nereden çıktığını bu tür devletleri inceleyerek daha iyi anlayabiliriz. Gerçi bence, gerçekten de sağlıklı bir devlet yapısı arzu ediyorsak, benim bu bahsettiğim devlet biçimini kendimize örnek almamız gerekir. Ama istiyorsanız, kendini olduğundan önemli gösteren, abartılı devleti de inceleyebiliriz. Bizi engelleyen hiçbir şey yok. Besbelli ki bu bahsettiğim basit yaşama tarzından tatmin olma-

makta, yanında bir de koltuklar, masalar, yemek üstü yiyecekler, kokular, tütsüler, kadın, kız arkadaşlar, tatlılar hem de her çeşidinden istemektedirler. O zaman da sadece başta söylediğimiz ev, elbise ve kundura gibi temel ihtiyaçlar değil, resim ve nakışla birlikte altın, fildişi ve buna benzer değerli maddelerin de bir yerlerden bulunması gerekecek.” (Pl. Resp. 373a). Üçüncü Safha: Gelişmiş Devlette Kast Sistemi ve Bekçiler Sınıfının Doğması Socrates’e göre temel ihtiyaçlarla yetinmeyen insanlar yeni isteklerle devletin büyümesine sebep olurlar, aşırı tüketim hastalıklara ve bu da hekimlere ihtiyacı doğurur, kaynakların yetmemesi başka devletlerin kaynaklarına saldırmayı ve hırsı körükler. Bu maksatla da sefer düzenleme gücü olan, üretici değil tüketici hazır bir ordunun beslenmesi, eğitimi gerekli olur. Zira bu ordu, yeni kaynakları ele geçirmek için başka devletlere saldıracak, ya da saldıranlara karşı savunma için sürekli tetikte tutulacaktır. Daha sonra Socrates’in kast sisteminin, işçiler sınıfı üzerindeki bu ikinci basamağını oluşturacak iç topluluğa bekçiler denecektir. Bekçilerin devleti savunmak, korumak için doğuştan bu işe kabiliyetleri olmalı ve yapabilecekleri en iyi meslek bu olmalıdır. Çünki Socrates ideal bir devlette bir kişinin sadece tek bir mesleği en mükemmel yapması durumunda verimli olunacağını baştan tespit etmişti. Bekçiler de bu işe en kabiliyetlilerden seçilmeli, yani ne aniden öfkelenen, saldırgan biri olmalı ne de tavizkar ve aşırı müsamahakar olmalı, bilakis iki zıt karakteri dengeli şekilde bir yapıda barındıracak, vatandaşına saygılı düşmana sert davranan yapıdaki insanlardan seçilmelidir. Ardından Socrates bekçiler sınıfı için asıl düşündüğü hedefi belirler: “Gelecekte devletin bekçileri hem bilgisever-filozof, hem öfkeli, hırslı hem güçlü hem de becerikli, çalışkan ve kusursuz karakterli olacaktır.” (Pl. Resp. 376b). Bu düşüncesi ile

33


34

Socrates yönetici kastı olan birinci sınıf toplum tabakasını yani filozofları devletin içine almaya başlar. Dördüncü Safha: Bekçilerin Eğitimi Fakat bekçiler nasıl yetiştirilmelidir? Eski Yunan’ın eğitim sistemini temel almayı ve üzerinde değişiklik yapmayı kabul ederler. Buna göre bedeni eğitmek için jimnastik, ruhu eğitmek için de çoşkulu sanatçılara ait müzikler kullanılacaktır. Müziğin kapsamına anlatılar da dahil edilir ve bunlar iki sınıfta “gerçek ve uydurma” olmak üzere ayrılır. İlerde bekçi hatta filozoflar çıkartacak seçilmiş çoçukların eğitimi, uydurma ya da kurgulanmış bu masal anlatıları üzerinden yapılmasının faydalarından bahseder Socrates. Bertrand Russell, buradaki jimnastikten kastın genel olarak atletizmden daha kapsamlı bir tanımı olduğunu, müzikle de tüm kültürel faaliyetlerin anlaşılması gerektiğini söylüyor (Russell 130). Bu noktada, görüleceği üzere müzik ve edebiyatın anlatı kısmı, dolayısı ile sahne sanatları devletin temel eğitimi ve özellikle en önemli sınıfının, bekçilerin, eğitimi için olmazsa olmaz bir konumda. Beşinci Safha: Eğitimde Yasak ve Sansürlerin Gerekliliği Socrates bu safhayı şu sözleri ile başlatır: “Peki çocuklarımıza hiç göz kulak olmayalım da önlerine çıkan ilk ozandan dinledikleri biçimiyle ilk masalı benimseyip büyüyünce sahip olmaları gerektiğini düşündüğümüz fikirlerin tam zıttı fikirlerin ruhlarına yerleşmesine göz mü yumalım?” (Pl. Resp. 377b). Görüleceği üzere burada temel kaygı eğitime alınacak bekçiler sınıfının yanlış eğitime kurban gitmemeleri ve ideal devletin ideallerine uygun masallarla yetiştirilmeleri. Buna uygun olarak da Socrates bir denetim mekanizması kurmaları, bir sansürlemenin yapılmasının lüzumundan bahseder. İyi masallara izin verecek, kötü masalları yasaklayacak bir devlettir artık bu. Tabi Socrates bu aşamada hangi masalın iyi hangi masalın kötü olacağını denetleyeceklerin kimler olacağından bahsetmiyor. Yeter ki bekçiler sınıfı bekçiliğe uygun yetiştirilsin ve onları cesur, gözü pek; aynı zamanda vatandaşına karşı saldırgan olmayacak şekilde eğitilsinler. Altıncı Safha: Kötü Örneklere İlk Saldırılar Tartışmanın bu noktasında Socrates artık isim vererek yasaklanmasını istediği kişileri ve sansürün sebeblerini dillendirmeye başlar. Peşpeşe, eğitim sisteminin geleceği adına, yetişmesi istenen bekçiler sınıfının formasyonu adına, yasakların çercevesi genişletilir. Eski Yunan dininin “tanrıları ve kahramanlarını”, ideal tanrı ve ideal kahraman gibi anlatmadıkları, bunları tanrılığa ve kahramanlığa yakışmayan vasıflarla nite-

leyen ilk masalcılar, ilk ozanlar Homeros ve Hesiodos; çizdikleri resimleri asla orijinaline benzetemeyen ressamlarla kıyaslanıp üstleri çizilir. Çünkü onların hatalı anlatıları genç dimağlarda yerleşip sonraki zamanlarda onların bozulmalarına ya da bu kötü örnekleri taklit ederek uygulamalarına yol açacaktır. Yalnız burada tekrar etmek gerekir ki, Socrates bu tür yasaklamaları eğitimin kapsamı ile sınırlı tutmuş; çünkü bu iki ozanın kötü masal örnekleri hakkında şöyle demekte: “Bunların illa da sözünün edilmesi gerekiyorsa, bunu mümkün olduğunca az kişiye gizli bir şekilde anlatmak gerekir” (Pl. Resp. 378a). Devamında teolojinin nasıl anlatılacağı konusunda ise Socrates destan, şarkı ve tragedyanın tanrı kavramını olduğu gibi anlatmasının doğru olduğunun, yani tanrının iyi olarak anlatılıp, iyi olarak gösterilmesi üzerinde duruyor. Bu önermeyi de temel alarak, Homeros ve Hesiodos’ta geçen, yasaklanmasının uygun olduğu öngörülen örnekler sunularak ütopik zannedilen devletin hiç de ütopik olmadığı ve reel dünya üzerinden düşünüldüğünün, az da olsa bir gerçeğe uyarlanmasına geçmekte Socrates. Çelişkili, yararsız ve saygıdan uzak, ‘iyi tanrı - iyi kahraman’ çerçevesine uymayan masal kısımları sansürleniyor. Ayrıca masalcılara bir ilke, bir yasa sunar bu konuda Socrates, şöyle ki: “Tanrı her şeyden değil, sadece ‘iyi’den sorumludur.” Tragedyaya Politeia’da ilk gönderme de bu noktada gelir. Socrates şöyle diyor: “O halde sevgili dostum hiçbir ozan bize şu dizeleri söylemesin: ‘Benzeyerek en yabancı (tuhaf) insana, Girip türlü türlü kılığa, şehirleri dolaşır tanrılar.’ Ve kimse Proteus ve Thetis’e iftira atmasın ve tragedyada ya da başka bir şiirde Hera’yı Inachosstromes’in Argos Irmağı’na hayat veren çocukları için bir rahibe kılığında dilenirken göstermesin. Bu tür ve benzer masalları bizden uzak tutsunlar. Ve anaların bir kez daha çocuklara, tanrıların geceleri çeşitli kılıklara girip dolaşmaları üzerine düşüncesiz hikâyeler anlatarak onları korkutmalarını engelleyelim. Aksi takdirde hem tanrıları lekeleyeceğiz hem de çocukların pısırık büyümelerine neden olacağız” (Pl. Resp. 381d). İkinci kitabı sonlandırırken ise Socrates: “Biri tanrılar hakkında bu biçimde konuşursa ona kızacağız, koro vermeyeceğiz ona. Eğer kentimizin koruyucularının olabildiğince tanrısal ve tanrı korkusu taşıyan insanlardan oluşmasını istiyorsak, öğretmenlerin de gençlerin eğitiminde bunları kullanmalarına izin vermeyeceğiz.” İkinci kitapta görüldüğü üzere Platon altı safhalı bir geliştirme ile eğitim bağlamında sanatları ve nihayet tragedyayı değerlendirmiştir. Buna göre uydur-


maca masallar da olsa şiir de olsa, tragedya eseri, koro şarkıları da olsa eğer içerik olarak bekçiler sınıfının yetiştirilmesi için ideal örnekler barındırıyorsa bunların hepsi serbest olacak. Fakat bekçileri çoçukluktan itibaren fesada uğratacak tüm kötü imajlara, anlatılara fikirlere yasaklama ve sansür gelecektir. Özellikle de bekçiler sınıfının görev bağlılığını temsil eden Eski Yunan pantheonu iyilik timsali şeklinde betimlenip, iyiliğin kaynağı olarak alınacak, Eski Yunan kahramanları da bekçiler sınıfının olmaları hedeflenen ideal insanlar olarak düşünülecektir. Üçüncü kitap yine sansürlenmesinin iyi olacağı düşünülen bir başka konu, yeraltı dünyası ‘hades’le başlatılmış. Cesur olmaları beklenen bekçiler kastının içlerindeki ölüm korkusunu söküp atmaları için küçüklüklerinden itibaren onlara korku salan canlandırmaları, masalları terketmek gerektiğine hatta tam tersi bir tutumla hadesi övücü betimlemeler yapmaları gerektiğine vurgu yapılıyor. Burada dikkat çeken unsur, Socrates’in sanatın gücüne yaptığı temastır. “Homeros ve diğer ozanlar bize kızmasınlar” (Pl. Resp. 387b) diye başlayan Socrates hafızalardan silinmesini lüzumlu gördüğü şiirlerdeki trajedik anlatımların yüksek sanatsal etkileyicilikleri sebebiyle hür yetişmesi gereken çoçuklarda hatta yetişkinlerde olumsuz ve kalıcı etkiler bıraktığını tespit ediyor. Özgür yetişmesi gereken bir kişi ancak esaretten korkmalı, ama bu tür sanatsal değeri yüksek trajedik anlatımlar başka korkuların da insanlarda yer bulmasına yol açıyor, nitekim ölüm korkusu bunlardan bir tanesidir. Socrates bir adım daha öteye gidip Hadesle ilişkin bazı isimlerin bile sansürlenmesini savunur noktaya gelir. İnilti Irmağı Kokytos, Ürperti Irmağı Styks, yeraltı yaratıkları, ‘damarlarında kan dolaşmayanlar’... gibi bütün o korkunç ve ürkütücü isimlerin ve tanımlamaların terkedilmesini önerir. Yalnız, ikinci kitapta da geçen şu vurgu burada tekrarlanmaktadır. Sanatsal anlatımın ters yüz edilerek, sansürlenerek anlatıyı tersi yönde yapmanın biricik sebebi bekçiler kastıdır, bu kast için yetişecek nesli korumaktır. Bekçiler kastı dışında insanlar bu tür masallar dinleyip, feryat figan etmişler, bir tragedya izleyip yanlış bir izlenime, aşırı bir korkuya kapılmışlar, ozanların destanlarını dramatik sahneleri gerçek zannedip dinsel inançlarını, ahlaksal çıkarımlarını oralardan elde etmişler. Bu tür davranışlara yasaklayıcı sert bir tutum takınılmamasına rağmen tüm bu davranışları bayağı ve sıradan görmekle aşağılamaktadır Socrates : ”... haklı olarak ünlü kahramanların yanıp yakınmalarını, onlardan alıp kadınlara –o da ciddi olmayan kadınlara– ve korkak erkeklere bırakalım ki bu ülkenin koruyucuları

olsunlar diye eğittiğimiz insanlar, bunları, aşağılık insanların davranışları olarak görsünler” (Pl. Resp. 388a) demekte. Burada Socrates’in önerdiği eğitim modeline de değinmekte fayda var. Socrates yeni nesillerin eğitimi için kurmaca da olsa masallarla üst model tiplerin taklit edilmesi şeklinde bir eğitim modelini bekçiler kastı için öngürmüş durumda. Yani eğitim modeli taklide dayanıyor. Oysa taklidi ilerde bu kitabın sonlarında geleceği üzere reddedecek, onuncu kitabta ise idealar kuramı bağlamında ele alıp ret edecektir. Çünkü Socrates idealar kuramına göre eğitimden değil hatırlamaktan bahseder. İdealar bilgisi öğrenilmez fakat hatırlanır. Politeia’nın bu aşamasında ise episteme şeklindeki bilginin hatırlanması henüz gelmedi. Socrates’in iyilik ideasının temsilcileri saydığı Eski Yunan pantheonu ve kahramanlarını masallardaki iyi anlatılarla model almaya yönelik bir eğitim - öğrenim biçimi yani öykünme-taklit öngörülmüş durumda. Sonuç olarak diyaloğun bu noktasında ideal tanrı ve ideal kahraman betimlemelerini başarılı yapmış bir şiir, bir tragedya ile ilgili olumsuz bir eleştiri bir sansür olmadığı gibi bu tür bir eseri bekçiler kastı için eğitim amaçlı kullanılmasının önünü açıyor Socrates. Öyleyse şu episteme şeklindeki idealar bilgisine ulaşacak, onu hatırlayacak olan kast, bekçiler kastı değildir. Bu ihtimaldir ki ilerde geleceği üzere bekçiler kastı içinden çıkaracağı daha yetkin idareciler-filozoflar kastıdır. Dolayısıyla devletin vatandaşı hangi sınıftansa o sınıfa uygun bir eğitim öngörülmüş olup, genel olarak Socrates’in devletinde eşitlikçi bir eğitime rastlanmaz. Alt sınıf işçiler kastı için sanatın her türü -özelde ise tragedya- her halükarda tüm biçimleri ile sansürsüz serbest görünmekte. Savaşan asker sınıfı, korumacı sınıf olan bekçiler kastı için ise sansürlenmiş yahut belirli bir tipe izin veren bir eğitim modeli; sanatlar ve özelde tragedyanın düzenlenmiş terbiye edilmiş bir türü kullanılıyor. Daha sonra geleceği üzere filozofların eğitim modelinde ise taklit içeren hiçbir sanatsal çalışmaya izin yok, bu da idealar öğretisi sebebiyledir. Bir diğer trajedik unsur olan “yalan söyleme”ye de değinilmekte. Yalan söyleme anlaşılacağı üzere taklitten daha aşağı ve kötü görülecek bir davranış tipidir. Tragedyalarda yalan üzerine düşülen dramatik olaylar yer alır. Burada Socrates devletinde ‘yalan söyleyen işçi sınıf cezalandırılır’ şeklindeki görüşü savunup, “İlle de söylenecekse yalan, sadece devlet yöneticileri, ancak kamuya yarar sağlayacağı durumlarda, düşman veya kendi yurttaşları karşısında yalanı kullanabilirler ” (Pl. Resp. 389b) demektedir. Bu durumda, devlet yö-

35


36

neticileri nazarında işçi sınıfı hatta kontrol etmeleri gereken bekçiler sınıfı da dahil, politik maksatlarla kendilerine karşı trajedik bir unsur olan yalanın kullanılması gerekli muhataplar konumuna indirgenmektedir. Şu soruyu sormak gerekir: Politik bir maksatla yalan söyleyen idareci ile toplumsal bir çarpıklığı göz önüne getirmek için yalan üzerine kurmaca bir anlatı ortaya koyan bir tragedya yazarını karşılaştırırsak, Socrates’in kast sistemi benzeri bir dünyada yaşayan insanlara daha sevimli gelen bu ikisinden acaba hangisidir? Bu noktada Socrates devleti temsil edecek olan yönetici kastının, bilgin filozoflarına yalanı gerektiği halde kullanma görevini vermektedir. Oysa onlar ilerde idealar kuramına göre eğitilecektirler ve idealar ile yalanı bağdaştırmak başlı başına trajedik bir çelişkidir. Sonuçta Socrates’e göre yönetici kastı olan filozoflar tragedyayı daha iyi yaparlar ve oynarlar gibi bir sonuç çıkmaktadır. Çünkü politikacıların yani Sokratik devletteki filozofların yalan unsurunu alt sınıflara inandırmak için bir tragedya oyuncusundan daha başarılı sahne almaları gerekir. Yine bu duruma göre Sokratik bir ideal devlet için tragedyacı-filozof olmak sadece filozof olmaktan daha fazla yararlıdır. Ya da diğer bir sorumuz şudur? Socratik filozoflar aslında tragedyacı mıdırlar? Diğer bir şekilde bakacak olursak yönetim kuramı olarak politika, tragedyanın kullanıldığı büyük bir sahne konumuna geçiyor. Yalanla alt sınıfları eğitmek, kurmaca masallarla zihinleri biçimlemek ve karakter kazandırmak; yine bu araçları yani mimetik sanatları, edebiyatı, şiiri, tragedyayı politika için kullanmak Sokratik ütopyada bir itiraz görmüyor, bilakis gerekli kabul ediliyor. Esasen bunun alt yapısında faydacılık belirgin şekilde kendini göstermektedir. “Benim sanatım, benim edebiyatım, benim tragedyam, benim yalanım iyidir.” diyen bir söylev; ya da resmi sanat, kurumsal edebiyat, kahramanlık hikayeleri ile ayakta tutulan bir hamasi politika. Devlet yalanla ayakta tutulmalı ve sanat da bu yalanı yaşatmak için budanmalı, adam edilmeli, diyen bir algı sunuyor bize Socrates konuşmaları. Platon ise devleti kendi yazdığı bir tragedyanın sahnesi yapmış durumda. Tragedyada sahneleninin ne olduğu ve nasıl sahnelediği konusunda Hegel üzerine yapılan bir yorum Platon’nun yaklaşımını sunması açışından aydınlatıcıdır: ”Tragedya devletle aile arasında, amaçla eylem arasında, mes’uliyet ile sorumluluk arasındaki ahlaki çatışmayı sahneler. Çatışma ahlaki prensiplerin temel kaygılar olmadığı alanlarda da çıkabilmekte, çünkü trajik karakter Hamlet ve Othello’da olduğu üzere bir iç çatışmayı da deneyimliyor olabilir. Tragedya iki taraf arasındaki mutlak anlamda doğruluğun inkar edilmesi

ya da eşit haklara sahip olmanın tasdik edilmesi noktasında ortada yer alır ve dürüstlüğü uzlaşıda göstererek manevi bir tatmin meydana getirir. Düzenin elde edilmesi diyalektik temele bağlı estetik bir sunum kullanarak karışıklık (düzensizlik) yoluyladır. Hegel kader ya da kötülüğü trajik çatışmanın önemli faktörleri olarak hesaba katmaz.” Buna göre Platon’un Politeia’sı tragedya eseri olarak incelenirse devletle birey arasındaki çatışmayı trajik olay olarak bize sunduğundan bahsetmek olasıdır. Zira eserde Socrates karakteri diğer karakterlerle “Doğruluk veya adalet nedir?” üzerine tartışmakta ve bunu devlet-toplum bağlamında konuşmacılardan birinin iki uç karakteri betimlemesi üzerinden bize göstermekte. Yine Socrates’in ideal devletinin çatışan kast sistemi ve bu kast sistemi üzerinden eğitim bağlamında, sanat bağlamında hatta tragedyanın kendisi bağlamında çatışmaya konu edildiği anlaşılıyor. Bu çatışma diyaloğun okuruna yansımış gibidir. Çünkü bazen kendimizi Socrates’in ideal devletindeki en alt kast sisteminde buluyoruz ve itiraz etmek istiyoruz. İdeal bir devlet ama en alt tabakadayız ve hayat boyu bu devlette yalanlarla yaşamak zorundayız. Orta tabakada bekçiler kastında kendimizi düşünsek sürekli emirler alan ve uydurmaca kahramanlık hikayeleri ile zihinleri biçimlendirilmiş bir topluluğu temsil ediyoruz. Socrates’in ideal devletinde filozof olmak avantajlı gibi görünüyor fakat idealar peşinde koşması gereken bu topluluk da kendi içinde çatışıp gerektiğinde devleti idare etmek için yalan söylemek zorunda olan, iç çelişki yaşayan bir topluluk. Bu üçlü piramit yapıdaki Socratik ideal devlet kendi tabakaları arasında çatıştığı gibi sistem olarak da uzun ömürlü durmayacak gibi görünüyor. Platon’un, karakteri Socrates üzerinden kurgulamış olduğu Sokratik devlete ütopya diyorsak, moden zamanların George Orwell distopyası 1984’üne süper-ütopya demek gerekir. Oysa tam tersidir. Orwell’in anlatısında devletin politikacıları devleti ayakta tutmak için sürekli yalan üreten, tüm görsel ve basılı yayınları tarayıp, edebiyat eserlerini ve hatta dili bile tekrardan yazan kurumlar kurmuştur. Burada Platon’un Herakleitosçu gelenekten de beslendiğini hatırlamakta fayda var. Herakleitos kosmosu karşıtlıkların çatışma sahası olarak gören ve çatışmanın varoluşu sağlayan bir harmonia (uyum) olduğunu düşünmektedir. Herakleitos’a göre değişmeyen çatışmayan tek şey kozmik bir söz yani logostur. Logos düşünce, akıl ve anlam olarak da kendini gösterir. Herakleitos evren tasarımının göreceli olmasından dolayı, logosun insanlar tarafından yanlış anlaşıldığını öne sü-


rer. Herakleitosçu Kratylos’a öğrencilik yapmış hatta diyaloglarında onu da kullanan Platon, Politeia’sındaki tragedyaya bu Herakleitosçu karşıtların çatışma felsefesi metodunu başarılı şekilde aktarmış gibi görünüyor. Politeia’nın üçüncü kitabında diğer önemli bir bahis anlatım biçimleri üzerinedir. Anlatım biçimleri doğrudan ve dolaylı anlatım olmak üzere ikidir. Anlatımda canlılığı sağlamak ve izleyicileri ya da dinleyicileri anlatının, gösterinin içine çekmek için tercih edilen biçim doğrudan anlatımdır. Dolaylı anlatım hikaye edicidir ve aktarıma dayanır. Doğrudan anlatımda ise canlandırma esastır. Tragedya kaçınılmaz olarak doğrudan anlatıma dayanır. Oyuncular, yazarın kurmaca karakterlerinin yerine geçip onların karakterlerine bürünerek, bir taklit sunarlar. Ya da bir ozan şiir okurken, bizzat olayları yaşamış gibi birinci ağızdan anlatır. Socrates buna “Eğer Homeros, anlatının her yerinde kendini kişilerin arkasına gizlemese, taklitsiz bir manzum yapıt ya da anlatı, dolaylı aktarım şeklinde (bir metin) ortaya çıkardı” (Pl. Resp. 393d). şeklinde yaklaşıyor ve Homeros anlatısında, artık Homeros olmaktan çıkıp anlattığı karakterin yerine geçtiğine işaret ediyor. Diyalogda Adeimantos ise şiirdeki bu durumun tragedyadaki doğal anlatım biçimi olduğuna konuyu taşır, böylece üçüncü kitabın devamında şiir için gelecek olan sınırlandırmalar, sansürler ve yasaklar aynen tragedya içinde önerilmiş olur. Socrates doğrudan anlatımın temelini ve kapsamını şöyle netleştiriyor: “Şiirin tarzı tamamen taklide, dolaysız söyleme (aktarıma) dayanır; dediğin gibi, tragedya da, komedi de bu biçimin içine girer. Öteki tarz, edebiyatçının kendi anlatısıdır. Buna uyan en iyi örnek dithyrambos olmalı. Destanlarda ve daha diğer pek çok şiir türünde her iki anlatış tarzına da rastlanabilir” (Pl. Resp. 394c). Socrates daha sonra biçim üzerine yaptığı bu ayrımı bir sonuca bağlamak ister. İçerik üzerine daha önce tartışma olmuş ve içerikten yasaklanması gereken kısımlar örnekleri ile beraber sunulmuştu. Diyaloğun bu noktasında ise biçim üzerine bir yasak getirilip getirilmemesi masaya yatırılır. Bu daha genelleştirici bir yasak kapsamının altyapısını oluşturan temel düşüncedir. Teker teker içerikle uğraşmak yerine edebi biçim hedef alınır. Fakat Adeimantos, Socrates’in hedefinin biçimden ziyade belirli sanat türleri olduğunu sezinlemiştir. Bunu apaçık dile getiren Adeimantos, kapalı kutu gibi konuşan ve çekinceli davranan Socrates’in önünü açar: “Yanılmıyorsam, kentimizde tragedyaya ve komediye izin verecek miyiz, onu düşünmek niyetindesin” (Pl. Resp. 394d). Socrates ideal devletinde taklide dayanan tüm

mimetik sanatları yasaklamaya baştan hazır da, içerik ve biçim üzerine tartışmakla bu niyetini birden ortaya dökmemeye çalışan bir izlenim uyandırıyor. Tüm mimetik sanatları yasaklayacaktır ideal devletinde fakat yine bunu bekçiler sınıfının iyiliği için yapacağını da belirtir. Temel argümanlarına geri döner, herkes tek bir meslekte en iyidir; bekçiler bekçilik mesleğinde, savunma işlerinde iyi olmalıdırlar, başka türlü işlerle ilgilerini kesmeliler; bu iş taklit içeren bir sanat faaliyeti de olsa hakeza böyledir. İlla birşey taklit edeceklerse de olmaları gereken kahraman figürünü taklit etmeleri gerekiyor bekçilerin. Socrates’in konuyu tragedya oyuncularına getireceği artık netleşmiştir. Socrates’e göre “Neler taklit edilmeyecek?” sorusunun cevabı “Bekçiler hangi mesleği yapamayacak?” sorusunun cevabı ile eş niteliktedir. Şöyle ki: “...becerikli, erdemli birer erkek olsunlar diye, özenle yetiştirmeye çalıştığımız kimselerin, erkek oldukları halde bir kadını taklit edip canlandırmalarına izin vermemeliyiz; ister genç ister yaşlı, erkekle kavga eden ya da tanrılara karşı günah işleyen ve sözde mutluluğuyla şişinip duran ya da bahtsız, acı çeken ve yanıp yakınan, hatta hasta, âşık, hamile bir kadını taklit etmelerine müsaade etmemeliyiz... Ayrıca, fahişeleri ve köle erkekleri de kölelik yaparken taklit etmemeliler” (Pl. Resp. 395d). Fakat taklidin yasaklanması işinin sınırlarını aştığını görebiliyoruz, çünkü kapsam ‘’Boğaların böğürmesini, ırmakların çağıltısını, deniz dalgalarının gürültüsünü, göğün gürlemesini” taklide kadar gelir. Burada bekçileri korumaktan ziyade tragedya oyunculuğunun hedefe konduğu, tiyatro sahnesindeki canlandırmadan bahsedildiği sezinlenmektedir. Çünkü bir savaş borusu öttüren bekçi ve asker de doğadaki bir böğürme sesini bir alet yardımıyla taklit etmiş olmaktadır. Ya da savaşta hile olarak sahte ricat ya da ölü taklidi de yapmamalıdır askerler. Sonuç olarak savaşın bir hile olduğu gerçeği de bekçiler için tragedya oyuncularına sataşmak için baltalanan bir düşünce oluyor. Nitekim doğa seslerini taklit eden kişiyi “değersiz insan” olarak niteleyen Socrates, canlandırmaya eşlik eden ses ve ritmi de bu kapsama dahil etmekte. Socrates’in ideal devletinde tragedyacı yazarlar ve oyuncuları, istenmeyen adam ilan edilmeden önce onların meslekleri, edebi biçimleri, konu içerikleri, oyunculuğun araçları; kısaca akla gelen tüm tragedya ilişkileri kötülenip yasaklanır. Bundan sonra nazik bir üslupla bu kişileri devletten uzaklaştırmanın yolunu da bize öğretiyor Socrates Fakat bunu yaparken hem ironik hem trajik bir çelişkiyle sunuyor: “Bu yüzden, günün birinde akıllılığı sayesinde, her şeyi taklit

37


38

etmesini bilen, her şeyi yapması mümkün birisi gelip de bize kendini tanıtıp şiirlerini okumaya kalktığında, onun ne kadar hoş, kutsal ve harika bir varlık olduğunu söyleyerek, önünde derin bir saygıyla eğiliriz. Ama, aynı zamanda ona, devletimizde onun gibi bir insan olmadığını ve böyle insanların da buraya giremeyeceğini kibarca söyleriz. Başına kokular döküp, boynuna yün sargılardan bir çelenk takarak, onu başka bir devlete uğurlarız; bize gelince, yararlarından ötürü çok daha katı, sert bir edebiyatçıyı yeğleriz. Zaten ancak böyle bir insan askerlerin nasıl eğitilmesi gerektiğini tartışırken ortaya koyduğumuz ilkelere sadık kalabilir ve anlatısını bu ilkelere göre biçimlendirip en uygun olanı canlandırır” (Pl. Resp. 398a). Neticede basit bir mantıksal çıkarım olarak, ‘askerleri korumak için tragedyacıları kovalım’ sonucuna çıkan bir tutumla karşılaşıyoruz. Politeia’nın üçüncü kitabının bundan sonraki devamı da yine bekçiler sınıfının eğitiminde öngörülen ayrıca tragedyanın sahnelenmesinde önemli bir yeri olan müzik üzerine bir tartışmayla devam ediyor. Ruhu kötü yönde etkileyecek bazı müzik makamları da bekçiler sınıfının geleceği adına sansürleniyor. Socrates jimnastik eğitimine ve beslenme konularına değinmekte, çeşitliliğin uçarılığı doğurduğunu, bunun da devlette düzensizlik ve hastalığa bir gerekçe olduğunu çıkarsamakta, sadelik ve ölçülü olmanın esas olduğunu belirtmekte. Bu bağlamda Socrates’in tragedya ve genel bağlamda mimetik sanatların çeşitliliğe sevk ettiren yapıda olduklarını düşündüğünü çıkarsamak da mümkün. Kendisinden kötülüğün her an bir temsilinin çıkacağını düşündüğü sanatçıların geneli için bir önlem düşünüyor Socrates: “Öbür sanatçıları da göz önüne alarak, onların da eserlerinde karaktersiz olanı, ölçüsüzlüğü, bayağılığı, köleye özgü olanı, ilkesizliği resimde, mimaride ve diğer tüm yaratıcı faaliyetlerde işlemelerini yasak etmeyecek miyiz? Bizim bu kurallarımıza uymayacak tarzda sanat etkinliğinde bulunanlara izin vermemeliyiz ki bekçilerimiz kötülüğün görüntüleriyle yetiştirilmesinler” (Pl. Resp. 401b). Bedenen ya da ruhen sağlıklı olanlarla yargıçların ve hekimlerin uğraşması gerektiğini savunan Socrates, ideal devletinde hasta olanların ölüme terkedilmesi, doğuştan kötü ve iyileştirilemez olanların ise öldürülmesi gerektiğinden bahsederken, devletinde istemediği tüm sorunları ruhsal ya da bedensel hastalıklar altına sınıflamanın da kapısını aralamış gibi görünmektedir. Bunun içine sanatın da girmesi kaçınılmaz. Şiir, müzik, tragedya, komedya insan ruhunu etkilemektedir, hatta bunlar bedensel olarak acıya ve rahatlamaya sebep olur. Öyleyse sanatsal etki nedeniyle ruhen hasta

ve ruhsal hastalıkları bedensel hastalıklara dönüşmüş insanlar ölüme terkedilirken; bu faaliyetlerle insanları hasta eden sanatçılar örneğin bir ozan, şair, tragedya yazarı doğuştan kötülüğün temsilcisi olarak Sokratik devlette öldürülmekle karşı karşıya kalmakta. Şurası da ilginç ki bunları söyleyen Socrates, Adeimantos’a “Korkarım da tragedya ozanları gibi üstü kapalı konuşuyorum ki anlamıyorsun” (Pl. Resp. 413b) diyerek kendisinde bir tragedyacı tavrın olduğunu peşinen kabul ediyor. Gerçek Socrates ise, Atina’nın gençlerini ayarttığı gerekçesi ile ölüm cezası alan birisiydi. Bozuk olan, çatışan trajik yön, Politeia’daki Socrates’in ideal devleti midir ya da idamcı Socrates midir; yoksa Platon’nun yaşadığı, yine Platon’nunkomedyalarda alay konusu olduğu, tragedya gibi sahne sanatlarının, edebiyatın, retoriğin etkisiyle yönetilmeye çalışılan Atina devletinin bozuk yapısında, traji-komik bir dalga konusu karakter oyuncusu yapılan, ölüm cezası alan Socrates midir? Gerçek Socrates niçin öldürüldü, devlet idealı yüzünden mi? Şunu da sormak gerekir: Politeia’daki Socrates karakterinin ideal devletinde, kovmak, öldürmek istediği kişiler, ellerine fırsat geçse gerçek hayatta Socrates’i kovmak, öldürmek istemezler mi? Socrates karakterine anlattırılan bu ideal gibi görünmeyen devlet zaten anlatıdaki özellikleri barındıran gerçek dünyadaki çelişkili, trajik Atina yani bildiğimiz Atina olmasın? Platon sanat, sanatçı, felsefe bağlamında tragedya eseri Politeia’da bunları Socrates trajik karakterine de dedirttiği gibi ‘Korkarım tragedya ozanları gibi üstü kapalı konuşarak’ veriyor. KAYNAKÇA PLATON, Devlet. çev. V. Atayman. (2005). İstanbul: Bordo Siyah. NIETZSCHE, F. Tragedyanın Doğusu. çev. M. Tüzel. (2005). İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. DIOGENES, L. Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri. çev. C. Şentuna. (2003). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. KUHN, H. The True Tragedy: On the Relationship Between Greek Tragedy and Plato. (1941). Harvard Studies in Classical Philology. RUSSELL, B. Western Philosophy. (1941). Allen And Unwin Ltd London: George Allen And Unwin KISALTMALAR Politeia Resp. Platon Pl.


ANTİK SİKKELER

39

Caesar’ın kendi adına bastırdığı gümüş (denarius) sikke, (MÖ 49). (İç savaşta Pompeius’la çarpışan Caesar’ın lejyonlarına gümüş parayla ödeme yapması gerekmekteydi. FakAT Caesar o dönemler (MÖ 49) para sıkıntısı çekiyordu. Bu sebeple, Saturnus Tapınağında bulunan devlet hazinesini -yasalara aykırı olmasına rağmen- el koydu. El koyduğu parayla yukarıda görülen denarius’u bastırdı.) Ön Yüz Sikkenin önyüzünde sağ istikamette ilerleyen bir fil tasviri görürüz. Filin önünde boynuzlu bir yılan görülmektedir. Sikkenin altında büyük harflerle CAESAR lejandı vardır. Yılan kötülüğü temsil ederken, fil tasviri Caesar’ın kendisini ve iktidarının ebediliğini simgeler. Bu sikke Caesar’ın propagandasını yapan sikkedir, öyleyse bu sikke Caesar’ın kötülüğü ezip geçen kişi olduğunu anlatıyor olmalıdır. Caesar’ın fil figürünü seçmesinin ardında iki yorum öne sürülmüştür: Caesar’ın sülalesinden birinin tek başına bir fil öldürdüğüne inanıldığından, ilk yorum, fil figürünün Iulia hanedanlığıyla özdeşleştiği üzerinedir. Bununla birlikte, Pompeius bir zaferinin ardından gösteriş olsun diye Roma’ya dört adet fil ile girmeye kalkışmış, fakat geçidin dar olması sebebiyle bu hayali suya düşmüştür. Diğer yorum ise bununla ilgili olup Caesar’ın iç savaşta düşmanı olan Pompeius’a nispet yapmak istemiş olabileceği üzerinedir.

Arka Yüzü Pontiflik (Rahiplik) sembolleri; yahut başrahiplik araçları görürüz. Araçlar: solda simpulum (toprağa şarap dökmek için kullanılan uzun saplı kepçe), simpulum’un hemen üzerinde aspergillum (ayinin sonunda kullanılan, ucunda at kılından yapılmış püskül bulunan sap), ortada securis (hayvanları kurban ederken kullanılan balta), sağda apex (başrahip tarafından kullanılan başlık). Ek bilgi Iulius Caesar o yıllar Pontifex Maximus (başrahip) olarak Roma dinini temsil ediyordu. Bu sikke ile adeta hem askeri hem dini gücü elinde tuttuğunu ima etmiştir. Tüm sikkeler arasında bu sikkenin yeri ayrıdır, çünkü bu sikke Caesar’ın en olaylı dönemlerini temsil etmektedir; yani iç saGÜLÇİN GÜNDEŞ* vaşları. *İÜ Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 4. Sınıf Öğrencisi


EĞİTİM FELSEFESİ: ÜNİVERSİTELER VE HAKİKAT

HATİCE ŞEYMA SELBESOĞLU* 40

Üniversite, etimolojik olarak Latince universitas kelimesine dayanmaktadır. Universitas da tüm, bütün anlamlarına gelen bir sıfat olan universus’tan türemiştir. Universitas, ilk anlamında ortak bir amaçla bir araya gelen kişiler topluluğuna işaret eder. Bu anlamdaki universitas, yani bir birlik oluşturan insanlar topluluğuna karşılık gelen bu sıfat, üniversite kelimesinin kökenini oluşturur. Universitas, bugün kullandığımız anlama daha yakın bir anlamda ilkin 1300’lerde akademik birliğe karşılık olarak, Universitas Magistrorum et Scholarium’un (Hocaların ve Alimlerin Birliği) kısaltılmışı olarak kullanılmaya başlamıştır. Günümüz dünyası üniversite algısı ne yöndedir diye baktığımızda, üniversitenin öngörülen çok yönlü ve inkişafa dayalı yapısının içinin boşaltıldığını görüyoruz. Günümüz dünyasının en ciddi problemlerinden bir tanesi olan bu sığlaşma ve acımasızca yapılan araçsallaşmadır. Araçsallaşma, bilginin ve hakikat uğruna çabalamanın yerini tamamen ele geçirmiştir. Eğer gerçek bir praksis’ten bahsedilemiyorsa, kaldı ki bu praksis bile Eski Yunan bağlamındaki formuyla muhafaza edilememiştir, ne theoria’nın ne de poiesis’in bir niteliği kalmamış demektir. Burada insanın asıl gözden kaçırdığı, gerektiği gibi işleyecek bir süreç olmaksızın elde edilecek sonucun da hiçbir bağlamda tatmin edici olamayacağıdır. Yani, amacımız yalnızca praksis de olsa yahut salt meslek edinmek de olsa, önceki süreç olmadan pratik uygulama da sakat olur. Bilgi ve bilgiyle ortaya çıkarma,

bilgiyi derinleştirme adımları olmadan hiçbir alanda sağlıklı bir uygulamadan bahsedilemez. Aristoteles’in ayrımında karşımıza çıkan bu teorik, pratik ve poetik disiplinler de bilgi (episteme), prat ik bilgelik (phronesis) ve teknik beceri sanatı (techne) ile ilişkilidir. Teorik disiplinler ( doğa felsefesi, matematik, metafizik) hakikati tespit etmeyi, pratik disiplinler (siyaset, ahlak felsefesi) kişinin toplumsal olayları değerlendirebilme yetisi kazanmasını hedefler (Dürüşken 124). Poetik disiplinler ise yaratıcı disiplinlerdir; Eski Yunanca poiein yani varlığa getirme anlamında bir üretmedir. Bir şeyin varolmayandan varlığa, gizlilik halinden aydınlığa geçmesidir. Poiesis’in, yani poetik disiplinlerin esas mahiyeti açığa çıkarma: aletheia, yani Arapça keşf kökünden gelen inkişaf’ır. İşte disiplinlerin bu kategorizasyonu bağlamında, aynı disiplinlerin karşılıklı ilişkileri ve ortaklığı ile yedi özgür sanat eğitimi karşımıza çıkar. Yedi özgür sanat ise en nihayetinde bizi Antik Roma’da Cicero’nun humanitas’ına götürecektir. Latincesiyle Septem Liberales Artes, yani özgür sanatlar, insanın hem ruhunu hem de zihnini geliştirmeyi ve beslemeyi amaç edinmiş, multi-disipliner bir eğitim olarak karşımıza çıkar. Özgür sanatlarla eğitilen, yani theoria, poiesis ve praksis’i tedrici (aşamalı) olarak özümseyen kişi doğruyu yanlıştan ayırt etmeye muktedir hale gelir ve kendi doğrularını biçimlendirebilecek yetkinlik kazanır. Her ne kadar Antikçağ ve Ortaçağ bağlamındaki huma-

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 4. Sınıf Öğrencisi


nitas kavramına içkin olan totaliter bir ahlak ve ahlaklı insan anlayışı varsa da, bugün özgür insan denildiğinde ulaşılmak istenen, ahlaki olanın bireysel anlamda yeniden yaratımı söz konusudur. Özellikle eğitim alanında, dışkutsallığın yaygınlaştığı günümüz dünyasında özgür sanatların, bireydeki özgür yaratımı önplana çıkmıştır. Latince, kavşak anlamına gelen ve gramer, retorik, mantık disiplinlerini kapsayan trivium ile, yine Latince dört yol anlamına gelen ve aritmetik, geometri, astronomi, müzik bilimlerini kapsayan quadrivium’un birleşmesinden doğan özgür sanatların asıl mahiyeti, sanat ile bilimin içiçeliğinden, biri olmadan ötekinin eksik kalacağı anlayışından yola çıkan dengeli ve özgür düşünebilen insanı yetiştirmektir (Dürüşken 124). Kişinin ufkunu ve zihnini açan bu metod sayesinde, kişi ona verilenin, yani bilincinin dışına çıkabilecek idrake ve cesarete sahip hale gelecektir. Kaldı ki cesaret de yine bilgiden gelen bir erdemdir. Herhangi bir ilimde tebahhur1 sahibi olmak için diğer ilimleri de kapsayan bütünlüklü bir eğitim gereklidir. Bunun gerekli addedilmesinin en başat sebebi de evrensel bilgiye, hakikate ulaşan, temaşa eden kişinin diğer herşeye de daha çok yönlü bir algıyla bakması ve diğer şeyleri de daha rahat kavramasıdır. Bu durum, klasik eğitimin geliştirici yönüyle de bağlantılıdır. Klasik eğitimin zihni geliştirici mahiyete sahip bulunması da hem özgür sanatlardan, hem de Latince öğreniminden kaynaklıdır. Her bir yeni dil öğrenimi farklı kavramlar düşünmeye zorlayarak zihni beslerken, günümüz için Latince’nin öğrenimi bilhassa böyledir. Çünkü eskilerin ifade tarzı bizimkinden, modern dillerin birbirlerine göre gösterdiği farklılıktan daha farklıdır (Schopenhauer 42). Bu sebeple modern dil ile eski dil arasında yapılacak olan çevirilerde “yapının yıkımı” ve asla birebir karşılamayacak yakın kavramlarla “yeniden inşası” söz konusudur. İşte eski dillerin öğreniminden elde edilen en mühim şey de bu “yeniden inşa” yönteminde pratik kazanmaktır. Kazanılan bu pratik, hayatın her alanında kişiye kavramlara daha esnek bakma ve onlarla oynama becerisini kazandıracaktır. Kaldı ki bir çok bilgiye ancak çevirinin teleskobu ardından bakabildiğimiz böyle bir dönemde, üzerinde çalışılan ortak bilim dili uğraşının çok farklı açılardan önemi vardır. Günümüzde eğitim anlayışının akademilerde ne şekilde tezahür ettiğine gelecek olursak, ne yazık ki bu tezahürün artık çoğu zaman gerçek olandan kademelerce uzak alegorik bir durumu gözler önüne serdiğine şahit oluruz. Günümüzde üniversiteleri, yani

belli bir amaç uğrunda bir araya gelen bu insan topluluklarını üçe ayırmak mümkündür. Bunlardan ilki bilgi üniversitesidir ki bilgi üniversitesi, klasik manada bir humanitas’a hala en yakın olan, hala bilgi üretimi yapılan üniversitedir. Gerçek manada bir bilgi üniversitesinin amacı; insanı, insan yapmaktan geçer. İnsan, yeryüzünde kendini aşabilmek arzusuyla, güç istenciyle (Nietzsche 11) gelişimini sağlayan tek canlıdır. Evet, insan belki her şekliyle, her farklı yorumda trajik bir varlıktır, ancak modern ve post-modern çağ insanının en büyük yanılgısı da trajik varlığının reddidir. İnsan, trajedisini taşıyabildiği, onu idrak edip ona tahammül2 gösterebildiği ölçüde kendisini aşabilir. İnsan, ancak trajikliğinin, eksikli varoluşunun farkına vardığı takdirde onu tamamlamaya yönelim gösterebilir ki bu yönelim de bir insan ömrüne karşılık gelmektedir. Yedi özgür sanatın Ortaçağ tasvirlerinde, insan yaşamının yedi evresine karşılık gelecek şekilde tasvir edilmiş olması da buna örnek niteliğindedir.3 İşte gerçek bilgi üniversitesinin ilk işi, kişiye trajik varlığını kabul ettirmektir. Trajik varlığını kabul eden birey, hırçınlığından, öfkesinden, idrakini perdeleyen her türlü gölgeden ve iştihadan bağımsız bir düşün sistemine ulaşır ve sonrasında donanacağı mesleki uzmanlığa hazır hale gelir. Ancak bağımsız düşün sistemi içerisinde yeni fikirler üretilebilir ve bilgi doğuşu gerçekleşebilir. Bundandır ki bir üniversite, Kant’ın deyişiyle alt fakülteler, bugünkü manada edebiyat fakülteleri olmaksızın, kısır, yüzeysel, tebahhurden uzak ve işe yaramaz kalacaktır. İkinci üniversite çeşidi olan piyasa üniversiteleri bile her ne kadar piyasa odaklı olsalar bile, bahsettiklerimiz olmadan piyasa bağlamında bile tatmin edici olamayacaklardır. Finansal zorunluluklar, değişen toplum ihtiyaçları, teknoloji ve piyasa güçleri her ne kadar üniversiteyi değişime ve dönüşüme zorlasa da bu değişim sırasında hakikatin kaybedilme tehlikesi vardır. Üçüncü üniversite ise ticari üniversitedir ki bu üniversitelerin büyük bir çoğunluğunun, içleri boş diplomaların satış merkezleri olmaktan öteye geçemediğini görüyoruz. Piyasa ve ticari üniversitelerin yaratımı olan, zihinsel ihtiyaçları gözardı edilen insandır. Elbette düşüncenin, salt düşünce olarak kendi başına bir amaç olduğu, gerçeğin peşinde olmanın yeter anlamı barındırdığı bir dünyanın çok uzağındayız. Ancak bu, düşünce üretiminin tamamıyla yok edilmesi anlamına da gelmemelidir. Düşünme ile pratiğin birbirinden ayrılması her ikisini de sakat bırakır.

41


42

En nihayetinde amaçlanan bu bilgi üniversitelerinin sağlıklı oluşumu bağlamında; edebiyat fakültelerine verilecek önemin üzerinde daha fazla düşünmek için çok fazla sebebimiz var. Yanlış bilinen kanının aksine, teknik fakültelerden daha maliyetli olan edebiyat fakültesi kurma işi, meslek ve uzmanlık edinme işinden evvel kaçınılmaz bir hazırlıktır. İnsanın, insan olarak kendisini tamamlayabilmesi için gereken zemindir. Kendi alanını bilen, anlaya(bile)n, mesleki manada iyi donanmış bireylerin, aynı zamanda mutlu4 ve özgür düşüne(bile)n insanlar olabilmesinin yoludur. Eleştirel, sorgulayan, hoşgörülü, dünyayı anlayan adam elbette kendi uzmanlığında da çok daha başarılı olacaktır. Hülasa üniversiteler, içi doldurulmamış bir meslek eğitimi vermeye yarayan, dört duvardan mürekkep soğuk binalar, cansız yapılar değillerdir. Üniversite, insanın insan olmaya içkin tüm potansiyellerini özgürce açığa çıkarabildiği, insanın tam bir insan olarak yeniden doğduğu yerdir. Yani üniversite, nihai insan potansiyellerinin tam anlamıyla gerçekleştirilebilmesi imkanıdır. Üniversiteler, insanın trajik insan olarak yeniden doğmasıdır.5 DİPNOTLAR 1. Tebahhur arapça “bahr” , yani deniz, kökünden gelir ve “denizin derinine dalma, bir ilimde derinlik kazanma, derinine varma anlamlarına karşılık gelir. 2. Tahammül, Arapça “hamil” kökünden gelip yine taşımaya karşılık gelmektedir. 3. Beinecke Elyazması (416), Speculum Theologiae (f.6r), Arbor Sapientiae. 4. Eski Yunan bağlamında bir mutluluktan bahsedilmektedir. Bakınız: Eudaimonia. 5. Bu bildiri 14-15 Aralık 2016 tarihleri arasında gerçekleştirilen Edebiyat Fakültesi Felsefe Topluluğu 27. Öğrenci Kongresinde sunulmuştur. KAYNAKÇA DÜRÜŞKEN, Ç. (2007). Yedi Özgür Sanat: İnsan. İzmir: İstanbul Kültür Üniversitesi Yayınları. SCHOPENHAUER, A. (2013). Okumaya ve Okumuşlara Dair. çev. Ahmet Aydoğan. İstanbul: Say Yayınları NIETZSCHE, F. (2014). Güç İstenci. çev. Nilüfer Epçeli. İstanbul: Say Yayınları

HABER IV. Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Öğrenci Sempozyumu 21-22 Nisan 2016 tarhileri arasında Samsun’da gerçekleştirildi Geçtiğimiz Nisan ayında Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nin ev sahipliği yaptığı IV. Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Öğrenci Sempozyumu’nda kültürel etkileşim, Bizans, Roma, Yunan, Hitit tarihi, kültürü ve sanatına dair sunumlar yapılmıştır. Sempozyum, öğrencileri bilime teşvik etmeyi, eskiçağ dillerini kültürlerini ve disiplinlerini tanıtmayı, üniversiteler arası disiplinleri ve öğrencileri bir birlerine yakınlaştırmayı amaçlamaktadır. Sempozyum doğal gerçekliği olarak farklı disiplinleri hemzeminde buluşturmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken lisans öğrencileriyle birlikte yüksek lisans ve doktora öğrencilerini bir araya getirmektedir. Sempozyumun bir öğrenci geleneği olarak sürdürülmesi ve her yıl farklı üniversitelerde, tek bir disipline bağımlı kalmayarak eskiçağ bilimleri dışındaki bilimleri de dahil ederek sürdürülmesi ve mümkün mertebe her bölümden her dönemden öğrenciyi bu sempozyuma dahil etmeyi ve eskiçağa dair her şeyin tanıtımını amaçlamaktadır. Sempozyuma dahil olacak öğrenciler ve yapılacak sunumlar bölümlerle, akademisyenlerle ve öğrencilerle görüşülerek belirlenmiştir. Sunum yapmak isteyen öğrenciler kendi sunumlarını bu doğrultuda belirlemişlerdir. Bu sunumlara kaynak, üslup, etik gibi konularda destek verilmesi amacıyla bazı akademisyenlerden danışman olması istenmiştir ve öğrencilerinden desteğini hiçbir müddette eksik etmeyen hocalarımız sempozyumumuzu desteklemişler ve bilim kurulumuzu oluşturmuşlardır. Sunumlar, öğrencilerin oluşturduğu ve danışman hocalarından faydalandıkları bir şekilde hazırlanmıştır.


ANTİK SİKKELER

43

İmparator Titus dönemi, Bronz sestertius (MS 80/81). Ön Yüz Sikkenin üzerinde Colosseum’un tam tasvirini görürüz. Yapı, yarı kuş bakışı resmedilmiştir. Colosseum’un içindeki podium (teras) ile caveada (tiyatroda oturma yerleri) oturan izleyicilerin başları görülmektedir. Bölümleri ayıran merdivenler resmedilmiştir. İzleyicilerin ortasında yarım daire şeklinde çizilmiş imparator locası bulunmaktadır. Yarım dairenin içinde bulunan nokta imparatoru temsil etmektedir. Colosseum’un dışında, solda Meta Sudans (koni şeklinde çeşme yapısı); sağda iki katlı portikli yapı görünür. Muhtemelen MS 80/81 yılında basılmış bir bronz sestertiustur. Arka Yüzü Çevresinde bulunan ganimetle, sella curulis (resmi makam koltuğu) üzerinde başında taçla oturan İmparator Titus, elinde bir zeytin dalı ve parşömen tomarı tutmaktadır. Zeytin dalı barışı simgelerken, parşömen ise bilgelik, hukuk, adalet, güç ve seçkinlik gibi kavramları simgeler. Parşömeni tutan imparatorun kendisi

olduğundan, burada gücün, hukukun ve adaletin imparatorun elinde olduğu ima edilmiştir. Sikke Çevresindeki Lejand IMP• T• CÆS• VESP• AVG• P M• TR P• P P• COS• VIII• S C Lejandın Açılımı IMP(erator) T(itus) CÆS(ar) VESP(asianus) AVG(ustus) P(ontifex) M(aximus) TR(ibunicia) P(otestate) P(ater) P(atriae) CO(n)S(ul) VIII S(enatus) C(onsultus) Çevirisi İmparator Caesar Titus Vespasianus Augustus, Başrahip, Tribünlük yetkisiyle donatılmış, Vatanın Babası, 8. konsüllüğünde senatonun kararıyla (basılmıştır.) GÜLÇİN GÜNDEŞ*

*İÜ Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 4. Sınıf Öğrencisi


edebİyat eleştİrİsİ Robert Graves, Ben, Claudius (çev. Dost Körpe), İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, 528 sayfa

44

İngiliz şair, romancı, eleştirmen ve klasik kültür uzmanı Robert Graves’ın 1934’te yayımlanan tarihi romanı Ben, Claudius, İmparator Augustus döneminden itibaren Claudius’un imparator ilân edildiği döneme kadar olan süreci anlatır. Kitap, dönemin politik sorunlarına ve savaşlara değinse de, daha çok Iulius-Claudius hanedanlığı içinde geçen entrikalar üzerinde durur. Gelecekte dördüncü imparator olacak olan Claudius, romanda yalnızca olaylar içinde bulunan bir karakter değil, aynı zamanda bu olaylar döngüsünü anlatan kişidir. Claudius, tüm bu olayları bize imparator olduktan sonraki döneminde anlatmaktadır. Yani anlatılan olayların hepsi Claudius’un geçmişinde yaşadığı ve şahit olduğu olaylardır. Claudius tarihe meraklı birisidir. Henüz delikanlıyken Etrüsk ve Kartaca tarihini yazmıştır. İmparator olduğunda artık ailesinin biyografisini de yazmaya karar vermiştir. Romanda Augustus dönemi en uzun anlatılan dönemdir. Romanın başında karşımıza çıkan Augustus yaşlanmış, yorgun bir Augustus’tur. Manipüle edilmeye yatkın, çevresinde olup bitenlerin çoğu zaman farkında değildir. İlerleyen zamanda çekilmez, bıkkın ve hatta pişmanlık duygusu yaşayan bir imparator haline bürünecektir. Öte yandan, Claudius olup bitenleri en iyi biçimde analiz eden, her zaman olayların merkezinde olmasa da, olayların nasıl geliştiğini iyi saptayan karakter rolündedir. Kimi zaman okuyucuya olaylar hakkındaki görüşlerini dile getirir, kimi zaman okuyucu imparatorluk öncesi dönemlere götürür: İç savaşlardan tutun Roma’nın kuruluşuna kadar. Claudius’un her fırsatta okuyucuyu tarihte geriye götürmesi, okuyucu tarafından garipsenmez, çünkü Claudius bir tarihçidir. Etrüsk ve Kartaca tarihi kadar, Roma’nın kuruluşuyla da ilgilenen Claudius’un tarihçiliğinin yabana atılmayacak düzeyde olduğunu, döneminin ünlü tarihçileri Titus Livius ve Asinius Polio ile girdiği münakaşadan anlarız. Bundan başka, Claudius bir Cumhuriyet aşığıdır. Romanda Claudius’un Cumhuriyet’e dönme arzusu sık sık karşımıza çıkan bir unsurdur. Bu Cumhuriyet aşkı, babası Drusus’tan gelmektedir. İronik bir şekilde Drusus’un annesi, Claudius’un ise babaannesi olan Livia, oğlunun ve torununun bu Cumhuriyet sevdasını son derece gülünç bulmaktadır. Romanda zaman zaman geriye gidilip, oku-

yucunun konuyu daha iyi idrak etmesi sağlanır. Claudius’un ağzından bizzat okuyucuya hitap ettiği bölümlerde yazar detaylı bilgilerle okuyucunun kafasındaki soru işaretlerini silmeye çalışır. Graves, okuyucuya sempatik gelen bir Claudius yaratmıştır. Okuyucu, çabuk düşünen, kıvrak zekâlı bir Claudius’a şahit olurken; Claudius, ailesinin gözünde yarım akıllı, kekeme ve topal biridir. Ailenin utanılacak ferdidir. Bu yüzden onu sosyal yaşantıdan uzak tutmuşlardır. Bir köşede ilgisiz bırakılan küçük Claudius’un meraklı yapısı onu tarih bilimine yönlendirmiştir. Claudius’un doğrucu kişiliği, onu tarih biliminde nesnel olmaya itmiş ve gerçekleri yazmasına vesile olmuştur. Ayrıca, Claudius iyi bir gözlemci olmuş, aile fertlerinin birbirinin ardından nasıl kuyularını kazdıklarını fark etmiştir. Claudius onca fesatlığın, hırsın ve oyunun içinde daima adaletten ve doğrudan yana olmuş; bu duruşu, geç de olsa, Augustus’un da dikkatini çekmiş ve takdirini kazanmıştır. Bu sakar, kekeme ve topal gencin bir gün imparator olacağını kimse aklına getirmemiştir. Romanda olayların temposu hızlıdır, bu sayede okuyucu sıkılmaz. Roman yer yer dramatik, yer yer gülünç öğelerle kurgulanmıştır. Graves’in dili sadedir; İngilizce’den Türkçeye çeviri de akıcıdır. Kitabın bir artısı, bu hanedan hakkında herhangi bir fikri olmayan bir okuyucu bile, Iulius-Claudius Hanedanlığı içerisindeki akrabalık ilişkilerini bu roman sayesinde çok kolay öğrenebilir. Kitabın dikkat çeken bir diğer özelliği de, Graves’ın dönem hakkındaki kendi eleştirilerini Claudius’un ağzından veriyor oluşudur. Graves olayları kurgularken antik kaynaklardan yararlanıp, aynı olay hakkında tarihi kaynakların tutarsızlığını, hikâyesinin temposuna en uygun olan kaynağı tercih ederek çare bulmuş, bu sayede hikâyede aksama olmasını engellemiştir. Bununla birlikte, Graves romanda dönemin de-


dikodularına da yer vermiştir. Graves’ın bu dedikodul ları görmezden gelmediği bellidir, fakat onlardan bahsederken dikkatli davrandığı da gözden kaçmaz. Claudius’un kişiliğinin bir özelliği olan ‘doğruculuğu’ sayesinde bu dedikoduların üstesinden gelmiştir. Nitekim söz konusu bu dedikodulara Claudius’u daima temkinli yaklaşırken ve sorgularken buluruz. Graves’ın klâsik edebiyat uzmanlığı, romanı yazarken ona kolaylık sağlamış; bu dönem hakkında yazılmış tüm eski çağ kaynakları özenle tarayıp, değerlendirmesinde etkin bir rol oynamıştır. Bu romanı yazmadan önce konunun uzman akademisyenleriyle görüşüp, otorite kabul edilen makaleleri okumaktan yorulduğuna dair şikâyet eden Graves, romanı finansal sebeplerden ötürü yazdığını dile getirmişse de, tarihi romanlar arasında ortaya çok değerli bir eser çıkardığı aşikârdır. Romanın yayımlandığı yıl, Britanya’nın en eski edebiyat ödüllerinden biri olan ve en iyi İngilizce edebiyat eserlerinin seçildiği James Tait Black Memorial Prize’a aday olması romanın tanınmasında etkili olmuştur. Bu romanın belki de en etkileyici tarafı, romanda geçen tüm tarihi figürlerin muhtemel duygusal dünyalarına yer vererek, okuyucunun onlarla empati kurmasına vesile oluyor olmasıdır. Son olarak, Andrew Bennett’ın güzel bir noktaya dikkat çeken bir yorumuna da değinmeden edemeyeceğim. Bennett’a göre Graves kendisi ve romanı hakkında özeleştiri de bulunmuştur. Ne var ki, Graves bunu çok akıllıca yapmıştır. Claudius’un tarihçi Livius ve Pollio ile tarih bilimi hakkında girdiği münakaşada, Livius’un hatalarına değinen Claudius, gayet tabii Livius’u öfkelendirirken Pollio’yu sevindirir. Hemen ardından Claudius, -Livius’un gönlünü almak için mi bilinmez- onun da kitaplarının kolay okunabilir olduğunu söyler. Pollio, Claudius’a bu yorumu neye dayanarak yaptığını sorunca, Claudius, Livius’un olayları ve kişileri şu anda yaşıyorlarmış gibi yazdığından bahseder. Bunun üzerine Pollio, Claudius’un yargıları konusunda hemfikir olur; Livius’un kitaplarının kolay okunabildiğini, ama tarih olmadığını ifade eder (sf. 124-125). İşte tam burada Graves aslında özeleştiri yapmaktadır; Graves de tıpkı Livius gibi tarihi kişilikleri günümüzdeymişçesine canlandırır. Bennett’ın yorumu yabana atılacak türden değildir. Kitapta Pollio’nun, Livius’un eseri için dile getirdiği ifade otoritelerce Livius için geçerli midir bilemem, ama Ben, Claudius kesinlikle kolay okunabilir bir kitaptır, fakat tarih değildir.

GeçmİŞ KONFERASNLAR Klasik Filoloji Seminerleri Güz 2016 İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı tarafından her yıl geleneksel olarak düzenlenen Klasik Filoloji Seminerleri Güz 2016’da 3 konuğu ağırladı. Seminer dizisi kapsamında 22 Kasım’da Prof. Dr. Cengiz Çakmak “Oddysseus’un Adaları”; 6 Aralık’ta Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı “Aristoteles yada Felsefe-Bilim”; 14 Aralık’ta da Yrd. Doç Dr. M. Kayahan Özgül “Ha bu diyar, ha o diyar: Edebiyatta DoğuBatı” isimli bildirileri sundu.

Yedi Özgür Sanat ve İnsan İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dekanlığı tarafından düzenlenen Edebiyat Fakültesi Konferansları’nın “Üniversite” temalı dizi konuşmalarının ikincisi, İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken tarafından yapıldı. Dürüşken’in “Yedi Özgür Sanat ve İnsan” başlıklı konferansı, 20 Aralık 2016 Salı günü, saat 17:00’da, Edebiyat Fakültesi Amfi 5’te gerçekleştirildi. Dürüşken, konuşmasında insanı insan kılan, zihnin pasını silen, düşünüşü süzüp arıtan, görüş sahasını genişleten, ruhun hoyratlığını gideren ve insanı doğadaki diğer canlıların en üst basamağına yerleştiren kültür, dil ve matematiğin bilginin bütünlüğüyle yoğrulursa kusursuzlaşacağına değindi.

Arkaik Yunan’da Adlandırma ve Hakikat İstanbul Üniversitesi Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölünü, Eski Yunan Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyelerinden Yrd. Doç Dr. Erman Gören 17 Aralık 2016 günü saat 15.00’te Bilim ve Sanat Vakfı’nın Vefa’daki merkezinde kendisinin geçen sene Kasım ayında yayınlanan “Arkaik Yunan’da Adlandırma ve Hakikat” başlıklı kitabına dair bir konuşma gerçekleştirdi. Gören, yeni doğmuş bir bebeğe adını koyarken, yakın arkadaşımıza lakap takarken, namlı bir sokağın adını değiştirirken, kökensel bir adlandırma itkisinin varisleri olarak davrandığımıza ve bu kökensel mirasın meGÜLÇİN GÜNDEŞ* diniyetler ötesi bir bakış açısıya Arkaik Yunan’a kadar *İÜ Latin Dili ve Edebiyatı götürülebileceğine değindi.

Anabilim Dalı 4. Sınıf Öğrencisi

45


sİnema eleştİrİsİ

46

I, Claudius Yönetmen : Herbert Wise Senarist : Jack Pulman Tür: Tarihi – Drama Yapım: İngiliz, 1976 İngiliz şair, roman yazarı, eleştirmen ve klasik kültür uzmanı Robert Graves’ın Ben, Claudius (I, Claudius) ve onun devamı olan Tanrı Claudius (Claudius The God) adlı tarihi romanlarından uyarlanan, ilk romanın adıyla 1976’da çekilen dizinin yönetmenliğini İngiliz yönetmen Herbert Wise yapmıştır. 1978’de BAFTA ödülüne layık görülen dizinin senaryosunu Jack Pulman kaleme almış, jenerik müziğini Wilfred Josephs bestelemiştir. Oyuncu kadrosunda, Kenneth Branagh’nın hem senaryosunu yazdığı ve oynadığı hem de yönetmenliğini yaptığı -şu ana kadarki en iyi Hamlet filmi seçilen- 1996 yapımı Hamlet’inde hayalet rolünde karşımıza çıkan İngiliz aktör Brian Blessed, ve yine aynı yapımda Hamlet’in amcası rolüyle izlediğimiz İngiliz aktör Derek Jacobi, ünlü Galli aktris Siân Phillips, ünlü İngiliz aktör ve ses sanatçısı John Hurt ve Star Trek’in kaptanı Jean-Luc Picard rolünden tanıdığımız Patrick Stewart öne çıkan isimlerdir. Çekimler iç mekânda gerçekleştirilmiş, kamera merceğinden izleyiciye âdeta bir tiyatro yapıtı sunulmuştur. Oyuncuların tümünün tiyatro oyuncusu olması, kadronun özenle seçildiğini gösterir. Diğer yandan, deneyimli tiyatrocuların diziye getirdiği dezavantajlar da olmuştur. Bunlardan ilki, karakterler arasındaki yaş farklarının birbirine çok yakın olması; neticede yaşlı ve genç karakterlerin izleyiciye sunduğu inandırıcılığını bir nebze kaybetmesidir. Örneğin, gerçekte Drusus, Antonia’dan iki yaş büyük iken, dizide Drusus’u canlandıran Ian Ogilvy, Antonia rolünde izlediğimiz Margaret Tyzack’tan göze batacak derecede on iki yaş küçüktür. Özenle yapılan plastik makyaj bile durumu tam manasıyla kurtarmamıştır. Aynı şekilde, yirmi beş yaşında imparator olan Caligula’yı dizide o dönem orta yaşlarında olan John Hurt’ün canlandırması, tarihteki Caligula’dan bir nebze olsun uzaklaştırmıştır. Diğer dezavantaj ise, oyuncu seçimi yapılırken deneyimli tiyatrocu oynatmak ümidiyle, tarihi kişiliklerin fiziksel özelliklerinin bazı oyuncuların fiziksel özellikleriyle uyumlu olmaması rağmen deneyime ağırlık verilmiş olması ve bu gerçeğin göz ardı edilmesidir. Örneğin, hiçbir zaman güçlü bir fiziğe sahip olamamış, sık sık hastalanmış, zayıf bünyesiyle bildiğimiz Augustus’u

dizide iri yarı fiziğiyle meşhur Brian Blessed oynamıştır. Ne var ki, bu türde birkaç olumsuz detaya rağmen, oyuncuların karakterlerini oynarken sergiledikleri müthiş performansları, tüm bu olumsuz detayların bir süre sonra görmezden gelinmesine yol açabilmektedir. Dizi, İngilizlerin deyişiyle bir soap opera (pembe dizi) niteliğindedir. Olaylar Iulius-Claudius hanedanlığı içinde geçer. Gelecekte dördüncü Roma imparatoru olacak Claudius’u (Derek Jacobi) dizinin merkezinde izleriz. Claudius, hanedanlık içinde geçen entrikaların anlatıcısıdır da. Claudius, ailenin silik üyesidir. Herkesin gözünde zararsız, kekeme ve topal, alık Claudius’tur. Öyle ki, Augustus’a Claudius hakkında ne zaman bir şikâyette bulunulsa, Augustus’u, onun zararsız olduğuna dair yorumlar yaparken izleriz. Büyükannesi Livia, öz be öz torunu olmasına karşılık Claudius’u ezmekten geri durmaz. En yakın arkadaşı Herod (James Faulkner) bile onunla zaman zaman alay eder. Hatta yeğeni Caligula henüz çocukken, amcası Claudius’u inceden inceye alaya almaya başlar. Fakat Antonia torunu Caligula’yı patakladığı sırada, Claudius, Caligula’yı kendi annesinden koruyacak kadar iyi kalplidir. Yahut Livia ölüm döşeğindeyken, zamanında onun tarafından ezilmesine rağmen, büyükannesini tanrıça ilan edeceğine söz verecek kadar iyi kalpli. Sık sık oradan buraya koşuşturan, -daha doğrusu topallayan- sevimli ve sakar genç bir Claudius izleriz. Sakarlığı, kekemeliği, topallığı onu yalnızca ailesinin gözünde değil, izleyicinin gözünde de masum ve biraz safdil kılar. Fakat izleyici aileden farklı olarak bu delikanlının aptal olmadığını çok iyi bilmektedir. İlerleyen yıllarda yeğeni Caligula onunla alay etmek için Vulcanus ismini takar. Hakikaten Claudius tıpkı Vulcanus gibidir; topal ve silik, ama bir o kadar zeki. Augustus (Brian Blessed) sabırsız ve biraz çenesi düşük bir imparator olarak karşımıza çıkar. Kolaylıkla manipüle edilmektedir. Agrippa’ya (John Paul) karşı duyduğu dostluk duygusunun her defasında üstün gelmesi, çok sevdiği yeğeni ve Agrippa arasında kaldığında bocalaması; torunu Postumus’u (John Castle) sürgüne yolladıktan sonra pişman olup ağlaması, imparator olarak duygusal bir profil çizmesine sebep olur. Öte yandan, karısı Livia’ya olan sevgi ve saygısına rağmen, üvey oğlu Tiberius’a duyduğu antipatiyi her fırsatta karısına dile getirmekten çekinmez. Hatta ona göre, eski hasmı Antonius bile Tiberius’tan daha adamdır. Augustus uzun süre yöneticilik yapmaktan


47

Claudius (Derek Jacobi), saray muhafızları tarafından imparator ilân edilir. bezmiştir. Üstelik etrafında sürekli iş çeviren bir sürü kişi vardır. En başta karısı bunlardan biridir. Daha sonra torunu Postumus’u sürgüne yolladığında, Claudius sayesinde Livia’nın yalanlarını ve Postumus’u sürgüne yollayarak ne kadar haksızlık yaptığını öğrenecektir. Ve bu süreç içerisinde Claudius’un aslında göründüğü gibi yarım akıllı olmadığı kanaatine varacaktır. Bundan sonra Claudius, Agrippa’nın ölümünden beri yalnız kalan Augustus’un en yakın dostu ve sırdaşı olacaktır. Livia (Siân Phillips) ise son derece soğukkanlı ve ihtiyatlı bir profil çizer. Augustus’u nasıl kolaylıkla manipüle ettiğini izleriz. Sarayda her şey onun kontrolü altındadır. Augustus’un kızı Iulia’nın (Frances White) sürgüne yollanmasında, imparatorun torunlarının ölümlerinde hep parmağı olmuştur. Livia’nın tek bir amacı vardır: Oğlu Tiberius’u başa geçirmek. Bunun için imparatorun kendisini bile harcayacak bir hırsa sahiptir. Bundan başka, dizide ilginç olan sahnelerden biri, Livia’nın her fırsatta devlet meseleleriyle ilgilenmesinden ötürü Augustus, zamanında büyük dayısı Caesar’ın da böyle davrandığını söyleyerek, Livia’ya zamanlı zamansız gelen resmi evrakları okumamasını tembihlediği sahne olsa gerek. Claudius izleyiciyle iletişim kurduğunda Augustus’un devleti, Livia’nın da Augustus’u yönettiğini söyler. Hatta oğlu Drusus ağabeyi Tiberius’a yolladığı bir mektupta annesinin imparatorun üzerinden yönetme hırsına kapıldığından

söz eder. Tüm bunlar bize, devleti Augustus’un değil, Livia’nın yönettiği izlenimini verir. Tiberius (George Baker) imparator olduğunda türlü sapkınlıklarını ve Roma İmparatorluğunu nasıl bir terör devletine çevirdiğini görürüz. İmparator Tiberius’un saray muhafızı, en yakın dostu ve sırdaşı Seianus’un (Patrick Stewart) iktidar hırsı, Tiberius’un öfkesine maruz kalmasına sebep olur ve ülkede terör hâkim olur. Tiberius’un halefi Caligula’nın (John Hurt) sergilediği türlü türlü delilikleri, imparator olduğunda had safhaya çıkar. Claudius’un hazırcevaplığı onu Caligula’nın hışmından kurtarır. Caligula’ya göre kendisi tanrılar tanrısı Zeus’tur, Claudius ise topal tanrı Vulcanus. Caligula topallayan amcasına bunu yakıştırmıştır, fakat bir şeyi öngöremeyecektir: Hikâye mitlerdeki gibi bitmeyecektir; Vulcanus topallaya topallaya ulaştığı Zeus’un tahtına oturacaktır. Nitekim İmparator Caligula, Tiberius’un yarattığı terörü devam ettirir. Sağı solu belli olmayan Caligula herkesi alaya alır. Her fırsatta alaya aldığı amcası Claudius bile Caligula’yı kurtaramayacak; muhafızlarıyla dahi alay etmesi imparatorun sonunu getirecektir. Caligula’nın ardılı olarak tahta geçen Claudius, imparator olmak istememektedir. Caligula’nın ölümünden sonra başa geçecek bir halefi yoktur. Saray muhafızlarının Claudius’u saklandığı perdenin


48

ardından bulup, nasıl zorla imparator ilan ettiklerini seyrederiz. Claudius bir cumhuriyetçidir ve en büyük hayali Roma’nın Cumhuriyet yönetimine geri dönmesidir. Fakat kader ağlarını örmüşçesine, o, imparator olur. İmparator oluşu bile onu Cumhuriyet sevdasından vazgeçirmez. Ne var ki, attığı her adım, yaptığı her eylem imparatorluğun daha da güçlenmesine sebep olmaktadır. Claudius’un insani tutumu, imparator olmasıyla artık yavaş yavaş kaybolmaya başlar. İmparator unvanını alması, aleyhine işleyen bir saat gibi ilerleyecek, hayal bile edemeyeceği düşmanlar edinmesine yol açacaktır. Güven, saygı ve sevgiden yana olan Claudius, gittikçe kontrollü ve hesapçı bir karaktere bürünecek, elindeki mutlak gücün ona sunduğu ayrıcalığı düşmanları üzerinde kullanmaktan çekinmeyecektir. Geçmişte herkesin iyiliğini isteyen Claudius, bunun mümkün olamayacağını acı deneyimlerle öğrenecektir. Daha acı verici olanı, daima Cumhuriyete sadık olan Claudius, imparator olur olmaz, Cumhuriyet’i geri getirmek için Caligula’nın canını alan suikastçının ölüm cezasını kendisi vermek durumunda kalacaktır. İmparatorluğun kendi elinde güçlendiğini gördükçe, Claudius tutumunu değiştirmeye yönelir. Ölmeden önce bir plan yapar; tıpkı bir zamanlar deli yeğeni Caligula gibi, üvey oğlu Nero’nun da deli olduğunu anlamıştır. Nero’nun akıl dışı eylemlerinin devleti çökerteceğinden emin bir şekilde onu evlatlık alır ve halefi ilan eder. Planına göre işte tam bu sırada oğlu Britannicus gelip Cumhuriyeti kuracaktır. Claudius ölüm döşeğinde, yönetimin cumhuriyete döneceği umuduyla gözlerini kapar. Dizide en çok dikkat çeken ayrıntıların başında, kullanılan İngilizcenin zaman zaman günümüz tabirleriyle harmanlanmış olmasıdır. Örneğin, Augustus’un yurttaşlarına evlilik yapmadıkları gerekçesiyle kızgınlığını dile getirirken kullandığı; ‘Who the Hades you think you are?’ gibi çağdaş İngilizceyle antik çağ dilinin kavramlarını birlikte kullandığına şahit oluruz. Bunun dışında, diyaloglar son derece içtendir; bu, izleyicinin olaylarla duygusal bir bağ kurmasına vesile olur. Öte yandan, en çok göze batan yanlışlarından biri ise, hakkında yapılan araştırmalar hiçbir zaman kesin bir sonuca ulaşamamış ‘Roma selâmı’nın pek çok sahnede izleyicinin -tabiri caizse- gözüne sokulmasıdır. Örneğin bir sahnede, Rodos’ta gönüllü sürgünde olan Tiberius’u bir Romalı asker, günümüzde Nazi selâmı olarak bilinen tarzda selamlar. Bunun her fırsatta vurgulanarak ne amaç edinildiği bilinmez, ama belli bir jestle yapılan ve Nazi selâmını andıran bu selâmlama biçimi, senaryoyu haliyle bir nebze basitleştirmekte-

dir. Bundan başka, dizide zaman zaman, bazı sahnelerde devlet adamlarını temsil eden büstler gözümüze ilişir. Fakat bu büstlerin bir kısmı dönemin gerçekliğiyle çelişir. Örneğin bir sahnede Lucius Verus’u andıran oldukça sakallı bir erkek büstüne rastlarız. Oysa Augustus döneminde böyle yoğun sakal kullanımı yoktur. Aslında sakallı olma durumu Romalılar arasında yaygın değildi. Cumhuriyetin son yıllarında yaşamış Caesar’ın seferlerinde bile yanında berberini getirdiğini düşünürsek, bu sakallı devlet adamları büstleri periyodik açıdan hatalı duracaktır. Roma’da sakal modası ancak MS 2. yüzyılda İmparator Hadrianus ile başlamıştır. Hadrianus bir Yunan hayranıydı ve sakallı devlet adamları Eski Yunan’a özgüydü. Oyunculara ve performanslarına göz atacak olursak, hakkında tarihi kaynaklar yoluyla bilgi edindiğimiz kekeme, topal ve tikli Claudius’un, Derek Jacobi’nin bedeninde âdeta can bulduğunu söyleyebiliriz. Jacobi’nin başarılı oyunculuk yeteneği ve üslubu, Roma’nın dördüncü imparatoru Claudius’la empati kurmamızı sağlar. Claudius’u Claudius yapan tiklerine ve gülünç durumlarına en ciddi sahnelerde bile Jacobi’nin yer vermesi, dizinin trajik yapısını yumuşatmaya vesile olur. Oyunculuğun yalnızca mimikler ve jestlerden ibaret olmadığını, sesin kullanımının da önemli bir unsur olduğunu göz önüne alırsak, Jacobi’nin bunu hakkıyla başardığını görürüz. Claudius’un yaşlandıkça, konuşması ve sesini kullanma eğilimi değişir artık. Genç Claudius’un toy, ince ve çoğu zaman titreyen sesi, yaşlandıktan sonra yerini daha gür, oturaklı ve kendinden emin bir adamın ses tonuna bırakır. Her daim kekeleyen Claudius, ihtiyarlığında bunu azaltmıştır. Herkesin dalga geçtiği adam, artık ölüm fermanları bile verecek konuma geçmiştir. Brian Blessed’in Augustus’u ise oyuncunun kendisinden izler taşır. Enerjik ve konuşkan bir adam olan Blessed, İmparator Augustus’u da kendisine benzetmiş, gerçekte yaşlandıkça kabuğuna çekilmiş olan imparatoru, dizide heyecanlı ve olan bitenle ilgili bir adam haline getirmiştir. Aslında oyunculara rol dağıtımının yapıldığı günler Blessed’in, Tiberius’u oynayacağı anons edilmense karşın, daha sonradan Augustus’u oynamaya ikna edilmiş; bunun üzerine Blessed, nasıl bir Augustus canlandırması gerektiğine yönelik dizinin yönetmeni Wise’dan tavsiye almıştı. Wise, ona “kendin ol, sürekli zevzeklik et,” demişti. Neticede Blessed, Augustus’u bir imparatordan çok sıradan bir adam olarak canlandırmıştır. Buna karşın, çıkarları uğruna çevresinde dolanan herkes, en üst rütbeye sahip olan fakat sıradan davranan bu adama ne olduğunu


hatırlatacaklardır. Siân Phillips, kendi sahnelerinde neredeyse çoğu zaman kaşını dahi oynatmadan canlandırdığı Livia’yı son derece soğukkanlı, hesapçı ve ihtiyatlı bir karakter olarak göstermekle birlikte, olaylar sırasındaki kriz anlarında bile, Livia’nın bu abartılı duygusuz duruşu karakterin gerçekçiliğinden biraz alıp götürmektedir. Livia’yı yalnızca Augustus’un ölümünde gözyaşı dökerken izleriz. Fakat bu durum da çok uzun sürmez ve oğlu Tiberius imparator olur olmaz, Livia eski soğuk duruşuna geri döner. Phillips, her şeyi kontrol altına alan, her detayı düşünen, erkeklerin dünyasında pek çok erkekten daha eril olan bu kadını hakkını vererek canlandırmıştır. Tiberius rolünde izlediğimiz George Baker ise, Tiberius’un karanlık, içine kapanık karakterinin üstesinden gelmiştir. Tiberius’un antik kaynaklarda zaman zaman vurgulanan antipatik duruşu, Baker’ın karakterle bütünleşmesi sonucu dizide biraz yumuşar. Özellikle Augustus’un onu görmezden gelmesine içerlediğini annesi Livia’ya itiraf ettiği sahnede, sürekli hor görülen bu adam, Baker’ın performansıyla izleyicinin gözünde sempati kazanır. Fakat Tiberius imparator olduktan sonra izleyicinin gözünde tüm antipatik duruşunu geri kazanır. İmparator olana kadar annesinin boyunduruğunda bir gölge gibi yaşayan ve duygularını saklayan Tiberius, Baker’ın sesi ve mimiklerinde kendi dramasını ortaya serer. Abartılı jest ve mimiklerinin yanı sıra, ani çıkışlarında kullandığı güçlü sesiyle Hurt, Caligula’nın en belirgin profilini bize başarıyla sunar: Deliliğini. Ayrıca amcası Claudius’la girdiği diyaloglarda, Caligula’nın her fırsatta Homeros destanlarından dizeleri ezberden söylediği, dahası buna Claudius’u da alet ettiği sahnelerin diziye ayrı bir renk kattığı bir gerçektir. Caligula gibi empatiden son derece yoksun bir kişiyi, John Hurt’ın eşsiz performansıyla izlemek ayrıca keyiflidir. Dizi toplam 13 bölümden oluşur. Dizi boyunca Augustus’un imparatorluğunu uzun uzun izleriz. Augustus’un ölümünden sonra artık olaylar daha hızlı geçilir. Dizide yer yer Augustus’un Iulius Caesar ve Marcus Antonius gibi Cumhuriyet Döneminin önde gelen simalarını anması hikâyenin gerçekliğini pekiştirir. Dizide anlatılanların çoğu romanla birebir gider, bu, romanı okumuş olan izleyicileri de memnun eder. GÜLÇİN GÜNDEŞ*

*İÜ Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 4. Sınıf Öğrencisi

FAYDALI BAĞLANTILAR Topluluk üyelerimizden Kerem Kuddaş’ın derlediği, antik dünyayla ilgili çoklu bağlantılar, çevirimiçi / indirelebilir sözlükler ve haritalar gibi pek çok faydalı bağlantıya aşağıdaki linkten ya da QR kod okuyucusu yüklü mobil cihazlarınızdan erişebilirsiniz. goo.gl/gfcv34

49

TEBRİKLER İstanbul Üniversitesi Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 4. Sınıf Öğrencisi Samet Özgüler’in, Caesar’ın Galya Savaşları adlı eserini Latince aslından çevirdiği çalışması DoğuBatı Yayınlarından çıktı. Klasik Filoloji Topluluğu olarak arkadaşımızı tebrik eder, başarılarının devamını dileriz.


50




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.