TABVLA_2

Page 1



3


İÇİNDEKİLER MAKALE Stoa Felsefesinin Astrolojinin Düşünsel İlkelerine Etkisi

4

Atina’da Demokrasi ve Tiranlık Kavramına Genel Bakış

8

Lykia ve Asırlardır Sönmeyen Ateşi

12

Antik Roma Sosyal Yaşamında Kadının Giyim Kuşamı

16

Antik Kültür Geleneğinde Alyans ve Küpenin Yeri

22

Nilay Yıldırım

Miraç Kurtuldu Denis Çat

Dilara Sözen

Burcu M. Tohum

4

Liber Genesis 2.8 - 3.24 Bağlamında Mulier, Uxor ve Virago Sözcükleri: Kadının Erkek Karşısındaki Konumu

24

A. Doğucan Hanegelioğlu

Hümanist Eğitimin Essentialism (Esasicilik) ile İmtihanı

30

Mert Aysosyal

MİTOLOJİ Kharon’un Kayığına Aldığına Pişman Olduğu Karakterler

38

Dionysos ve Bacchalar

44

Doğan Çabalar Burçak Özcan

ÇEVİRİ Plinius, Epistulae I.XV / Cicero, De Oratore, II. LXVIII İlhan Alagöz / Dorukhan Sacit Nar

14. Alkmaion (B) Fragmanlar Eser Yavuz

42

43

KİTAP TANITIMI Sokrates Öncesi ve Sonrası

15

Zincire Vurulmuş Prometheus

45

Miraç Kurtuldu Gülçin Gündeş

GEZİ YAZISI Batı Anadolu Turu Emre Poyraz

46

BULMACA Sözcük Avı / Çapraz Bulmaca Dilara Sözen / Gülçin Gündeş

48


TABVLA

Klasik Filoloji Topluluğu Dergisi Danışman Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bedia Demiriş Yayın Direktörü Doğan Çabalar Editörler Doğucan Hanegelioğlu Burcu M. Tohum Dilara Sözen Gülçin Gündeş Mert Aysosyal Kerem Balaban Kapak Fotoğrafı Ege Tezcan Baskı Maviay Ofset 2. Matbaacılar Sitesi 1BF2 Topkapı/İstanbul Yayın Türü Yerel, süreli, 6 ayda bir İletişim iuedkft@gmail.com Tel 0 536 483 40 33 Baskı Adedi 500 Baskı Tarihi Nisan 2016 TABVLA Dergisi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klasik Filoloji Kulübü tarafından İstanbul Üniversitesinin desteği ile yayımlanmaktadır. Yayımlanan yazılar yazarların kişisel görüşünü yansııtmaktadır. Yazılarda, editörlerin saptadığı yayın ilkeleri doğrultusunda düzeltmeler yapılmıştır. Yazılar, kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

5


STOA FELSEFESİNİN ASTROLOJİNİN DÜŞÜNSEL İLKELERİNE ETKİSİ

NİLAY YILDIRIM* 6

Düşünce babası Kıbrıslı Zenon olan (MÖ 336-264), Atina’da filizlenmiş1 ve Helenistik çağın (MÖ 334330)2 önemli öğretilerinden Stoa felsefesine göre, Tanrı her canlıyı kendi doğasıyla uyumlu ve kendini bütünleyecek şekilde benzersiz yaratmıştır. Stoa da bireylerin sahip olduğu bu yatkınlıklara uygun yaşamasını hem bir görev hem de kendini gerçekleştirme yolu olarak görür. Yazgısallığın öne çıkarılmasından ve Tanrı iradesinin tek irade ve kaçınılmaz belirleyici olduğunun düşünülmesinden, Stoa felsefesinin Helenistik astrolojiyi de beslediğini ve şekillendirdiğini anlayabiliriz. Stoa’ya göre canlıların birinci ve en önemli eğilimi kendini ve içsel bütünlüğünü korumaktır.3 Neyse ki, doğa da her canlıyı kendi doğasını en iyi biçimde ve kolayca gerçekleştirebilecek şekilde yaratmıştır. Doğanın işleyişine baktığımızda çimenlerin zahmetsizce uzadığını, zamanı geldiğinde ağaçların çiçek açtığını ve tüm bunların büyük bir çaba sarf etmeksizin olduğunu görürüz. Nasıl kuşlar uçmak, balıklar yüzmek için belli özelliklerle dünyaya geliyorlarsa, insanlar da -elbette hayvanlardan çok daha karmaşık ve birbirlerine benzersiz şekilde- kendilerini gerçekleştirmek ve yaşam gayelerine ulaşmak için bazı özelliklerle doğarlar. Macit Gökberk’in vurguladığı gibi doğa, ayarlamayı daha en başında yaparak, “zorunlu olanı kolayca elde edilir gibi yapmış, güç elde edileni zorunlu kılmamıştır.”4 Öyleyse çok daha karmaşık yaratılmış olan insanoğlunun her bir bireyinin yaşam nedenleri ve donanımları da kendine özgü ve biricik olacaktır.

Herkes aynı işi yapmak istemez, aynı şeylerden zevk almaz, ulaşılmak istenilen yer hiçbir zaman iki farklı kişide tam olarak aynı değildir. O halde kişilerin doğum haritalarındaki her bir detay, bu içsel eğilimleri, istekleri, ileriye yönelimlerinde yardımcı olacak potansiyeli göstermesi açısından doğanın kendini gerçekleştirmesi ve insan bedeninde vuku bulmasına güçlü biçimde yardımcı olacaktır. Zenon kişilerin kendileriyle uyum içinde yaşamalarını, Kleanthes ise felsefeyi genişleterek doğa ile uyum içinde yaşamalarını öğütler.5 Bir kişinin doğum anında aldığı enerjiler anlaşıldığında ve en derin istek, ruh hali ve zihin-beden, ruh-beden bileşiklerinin kodları yavaş yavaş kırıldığında hayata geliş nedeni ve neyi başarmak istediğini görmek mümkün olacaktır. Fakat önemli bir nokta şudur: Biz belli bir saatte doğduğumuz için belli bir karaktere sahip olmayız.6 Tersine, bu karaktere ve donanıma sahip olmamız uygun görüldüğü için o saatte doğarız.7 Bu Stoanın en çok arka çıktığı görüşlerden biri hiç kuşkusuz. Evren kendini zamana bağlı bir şekilde kurgular ve biz Tanrı’nın isteğini bu zaman olgusu içinde bedenleriz. O yüzdendir ki Stoa, insan bilgeliğe, zamana, dolayısıyla Tanrı’ya boyun eğerek ulaşacaktır, der.8 Hindu kutsal kitabı Bhagavad Gita’da Tanrı Krişna da benzer şekilde kendisini zaman olarak niteler.9 Zahirî evrenin bizim bildiğimiz haliyle ulaşılabilir ve algılanabilir olması için cisimlerin farklı boyut, görünüm ve renkleri ortaya çıkmaktadır. Oysaki renklerin bu farklılığı bir illüzyondur. Aslen tek renk vardır, bu da İslam’da

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 1. Sınıf Öğrencisi


‘nur’ olarak geçen beyaza yakın bir ışıktır. Tüm maddeleri oluşturan, atomların canlı ve cansız bedenlerde farklı görünümleri yine bizim algımızdır. Oysa tüm varlıklar titreşen atomlardan ibarettir. Bu cisimlerin gözlenmesi için de bir zaman kavramına ihtiyacımız vardır. Uzay-zaman olgusu görünen yaratım sürecinin yalnızca bileşenleridir, fakat asıl hakikatı değil, bu süreci destekleyen bir oluşumudur.10 Einstein’ın Genel Görelilik kanununda uzay-zamanın bizim algımıza göre şekillendiğini, mutlak bir gerçekliğin olmadığını görmekteyiz. Evrenin yaratımında bir mantık, bir sıra, bir matematik olduğunu açıkça görürüz aslında. Kişisel doğum haritalarımızda bazı öğelerin, bazı davranış kalıplarını yaratacak ve kesinleştirecek şekilde birkaç kez vurgulandığını fark ederiz. Keza belli bir karakter özelliğinin ortaya çıkması için haritanın bu şekilde desteklenebilmesi, aynı temaların defalarca vurgulanıyor olması, çok uzak bir ihtimal gibi görünse de evrenin matematiği kişiye o saat ve dakikada can vererek bu ihtimalleri kaçınılmaz olarak sabitler ve onu adeta görevlendirir. Evren işleyişinde bize verilen görevler belli doğrultulardadır. Bir özelliğin haritada özellikle vurgulanması bu yüzden çok önemli görülebilir. Çünkü Tanrı ya da düzen ve işleyiş bizden bunu bir görev olarak üstlenmemizi ve bunu gerçekleştirmemizi beklemektedir. Stoadaki görev anlayışının astrolojide kendini gösterdiği nokta bu olsa gerek. Kişinin kendi doğasını takip etmesini

bir görev olarak niteleyen Stoacılar, bu göreve kesinkes sadık kalınmasını ve kişinin sadece kendi benliğini gerçekleştirmesini beklemektedir. Her birey öte yandan topluma katılmalıdır. Öyle ki, insan yaşam piramidinin, dolayısıyla evrenin bir parçasıdır. Evren, Tanrı’nın beden, zihin ve ruhunun nüfuz ettiği tek bir parça, bir bütündür. Dolayısıyla evrene uymak ve katılmak, Tanrı’yı da kabullenmektir. Bireylerin doğum haritasındaki mükemmelliği simgeleyen dairesellik, onların, toplumsal temalarla yüzleşmedikleri müddetçe bütünlenemeyeceklerini ve kişisel alanlarında kalacaklarını sezdirir. Kişisellik kendi içinde mükemmelleştirilmediği ya da en azından olgunlaştırılıp aşama aşama topluma geçirilmediği takdirde bireyin evrimi tamamlanmayacaktır. Kişi Tanrı’yı, dolayısıyla kendini akışa bırakıp bütünde eritmeyi deneyimleyemeyecektir. Bunu makrokozmosa ulaşmak olarak görebiliriz. Fakat kişi öncelikle mikrokozmosa yani kendi özbenliğine sadık kalmalı ve bunu anlamaya çalışmalıdır. Çünkü halihazırda evrenin yansıması elemental olarak her birimizin içinde hava, su, toprak ve ateş şeklinde tezahür etmiştir. Evrenle, doğayla uyumlu olmak, önce kendi evrenimizle uyumu gerektirir. Stoa felsefesinin yoğun bir şekilde yeniden ele alındığı ve belki de bu sebeple astrolojinin en parlak çağını yaşadığı Rönesans dönemi yazarlarından Montaigne herşeyden önce kendini araştırdığını söyler ve nedenini şöyle açıklar: “İçimizde bir doğa kımıldı-

7


yor, ona kulak verir, yasalarını kavrarsak, erdeme dolayısıyla mutluluğa giden yolu da bulmuş oluruz.”11

8

Stoa, bireylerin kendi potansiyellerini bilmelerini ve alçakgönüllülükle koşullarını zorlamamalarını öğütler. Romalı Epictetus, “Eğer gücünüzün ötesinde bir karakteri sahiplendiyseniz, içini başarıyla doldurabileceğiniz bir karakteri hem görmezden gelmiş hem de bunun içinde kendinizi alçaltmış olursunuz’’ der.12 Zaten zorunlu olan kolay elde edilendir, güç olanı ise isteğe bağlıdır. Zorunlu olan eninde sonunda kişi istese de istemese de yaşayacağı son ya da kader olarak da sabitlenebilir. Bizi doğum anımızda ya da hayatımız boyunca etkileyen güçlü bir gezegenin, örneğin Plüton’un enerjisini ya içselleştirip kabullenerek ya da onunla çatışarak zor yoldan deneyimleriz. Gezegenleri canlı varlıklar, diğer bir deyişle enerji kütleleri olarak düşünürsek, bu enerjileri tekamülümüz ya da Stoanın en yüksek erdem olarak gösterdiği bilgeliğimiz oranında karşılar ve davranışta bulunuruz. Zorunlu olarak döngülerini yaşadığımız tüm bu enerjileri büyük bir erdemle kabullenerek, tek gerçek olan özün isteği doğrultusunda hareket etmiş oluruz. Güç olan ise isteğe bağlıdır fakat insanoğlu ironik şekilde -egosunun yönlendirmesiyle- zor görünenin çoğunlukla daha kıymetli olduğunu düşünmektedir. Alçakgönüllülük Stoacı için elzemdir. Çünkü evrenin işleyişi ve matematiği içinde kendisinin bir araç olduğunu bilir. Olacak olan olaylar, Platonist ve Neo-Platonist felsefeler tarafından vurgulandığı üzere Tanrı’nın ya da özün alt yansımaları olan gezegenler aracılığıyla tetiklenerek en alt bedene ulaşır. Çünkü evren ve tüm organizmalar en küçük noktaya kadar nüfuz etmedikleri sürece hiçbir tesir edemezler. Bhagavad Gita’da konuşan Tanrı Krişna ironik şekilde şöyle der: “Ben onları çoktan katlettim, sen sadece görünürdeki sebep olacaksın.”13 Tanrı’nın istemi yerine gelmiştir, bizim tutumumuz anlamaya çalışmaktan ibarettir. Daha en başında, doğduğumuz andaki gökyüzünün resminde zaten eğilimlerimiz bize adeta enjekte edilmiştir ve bu kaynak noktadan son ana kadar yaşananların elimizde olmadığını anlarız, der Stoa. Bir istek orada varsa Tanrı iradesi ile oradadır, kendinden varolmamıştır. Eğer bu istek nesnesi, haritada kare açıda bir matematikle verilmişse, mücadele ve aksiyona geçerek; üçgenle konumlanmışsa, daha kolayca ve akışkanlıkla ona gelecektir.14 Modern astroloji ile kuantumcu ve düşünce gücünü öne süren ‘sır’ olarak adlandırılan bakış açısının sunduğu ‘kişinin evren düzenini oturduğu yerden etkileyebileceği’ anlayışını Stoa reddetmektedir. ‘Her birimizin içinde Tanrı saklıdır,’ derken bunu gerçek

anlamıyla alan benmerkezci düşünceler kişiyi evrenden üstün ve evrene hakim bir yere konumlar. Fakat biz biliyoruz ki, astrolojide dehayı tanımlayan gezegenler kişisel olanlar değil, Uranüs ve Neptün gibi aşkın olanlarıdır. Büyüklüğe erişmek, kişinin algısını üst benliğe, diğer deyişle Tanrı’ya çevirmesiyle mümkün olabilir. Tanrı bize bir tasarım gönderir ve bunu anlamamızı bekler. Sextus Empiricus’a göre bu tasarım “ruhtaki bir damgadır.”15 V. Goldschmidt bu tasarım ile buna verilen tepkiler arasında ‘zorunlu, doğal ve kolay bir uyum’ olduğunu söyler.16 Çünkü doğa ya da evren de enerjisel olarak çalışarak kendini gerçekleştirmek ister. Bunu da canlılar aracılığıyla yapacaktır. Evrende tüm enerjiler, zaman ve ışık dahil olmak üzere çizgisel değil eğriler çizerek kaynağına dönmek ister.17 Doğum haritalarımızda da enerjiler eğriler çizmeyip çizgisel olarak tamamlansaydı biz kendimizi gerçekleştirmek için sadece birinci ve yedinci evlerde gidip gelir, doğrusu pek yorulmazdık. Oysa karşıt evler aynı doğrultudaki eş özelliği bütünler, oraya ulaşabilmek için bile haritanın alt yarısındaki eğriselliğin katedilmiş olması önemlidir. Bütünlenmek ancak bütün eğriyi aşmakla mümkündür.18 Stoa, Tanrı’nın her şeyin içine nüfuz ettiğini ve arada maddesel bir boşluk olmadığını öne sürer. Çünkü Stoacılara göre “Tanrı bir bedendir, tıpkı balın peteklere yayılması gibi o da maddeye yayılmıştır.”19 Tüm evrene nüfuz eden Tanrı, Stoanın ebedi tekerrür öğretisine göre evreni yok edecek ve yeniden yaratacaktır.20 O halde Yaratıcı, evreni enerjisiyle var edecek ve tüm yaratımların kendi ihtişamına layık olacak şekilde bütünlenmesini bekledikten sonra döngüye bir son verecektir. Çizgisel olmayan, döngüler ve tekrarlar sayesinde ilerleyen zamanda her bir döngünün kendi benzerini getirdiğini ve tamamlanmadan önce mükemmelleştirmeye çalıştığını görüyoruz. Bin yıllık Saros döngülerinden Satürn döngülerine değin belli bir temanın başlayıp yavaşça olgunlaşarak ilerlediğini farkederiz. Satürn döngüsüne atıfta bulunurcasına ruhun yedi yaşında ‘serpileceğini’ ve on dört yaşında ‘diğer varlıkları doğurucu bir ilkeye dönüşeceğini’ söyler Stoa.21 Benzer şekilde ruhun ateşten bir soluk olduğunu ve yaratılışın ateşle başlayıp aynı şekilde sonlanacağına işaret eder.22 Astrolojide yine ruhun ateş elementiyle simgelendiğini görüyoruz. Yine ilginçtir ki Khrysippos hegemonikon, yani ana yönetici olan ruhu kalbe yerleştirir.23 Astrolojide ruhun ve kalbin simgesi Güneş’in, ruhun arzuladığı ve evren tarafından ona verilen yazgının ana noktası ve bir tür orkestra şefi olması paralellik gösterir.


Kendi döngüsünü tamamlamaya çalışan evren, matematiği içinde bunu mikrokozmos olan insana indirger ve nasıl kendi akışkanlığı içinde ilerleyen bir doğa ana yaratıyorsa, kendi içinde tüm gereksinimlerini karşılayabilen bir insan organizması yaratır. Her türlü organizma nasıl en zayıf halkası kadar güçlüyse, Tanrı da yaratımlarını birbirini tamamlayan, bütünleyen karşıtlıklarda ortaya koyarak bunu bizim iyi-kötü çelişkimizden ayırır. Böylece mükemmel ve bütünleyici bir model yaratır. Bir ipek böceğinin kozadan çıkarken verdiği uğraş ne kadar zorlayıcıysa, Satürn’ün insanı sınadığı sınavları da o derece zordur. Fakat bu mücadele ve geçirilen bekleme dönemi aslında tek ihtiyaç duyduğudur. Stoacı için iyi ya da kötü yoktur, fakat bu enerjilere gösterilen tepkiler vardır. Mükemmellik ve erdem bu aslen nötr karşılanması gereken zorluklara verilen kabullenici ve bilgece tepkilerle sağlanır. Stoanın ana felsefelerinden biri, kişiyi göreceli ve bir illüzyon olan zamanın etkisine kayıtsız kılmak, fakat aslî gerçeklik olan ruhun mükemmelliğine eriştirmektir. Astrolojinin de ana konusu ruh ve ruhun gelişimidir.24 Yoksa zahirî bir gerçeklik duygusunun tuzağında kalan insan, kendi dışında süregelen ve kontrol edemediği koşulların esiri olup doğduğu anda ona bahşedilen ruhsal ödevini, yazgısını gereğince algılayamaz. Oysaki Tanrı’nın tüm boyutlarıyla egemen ve dahil olduğu yaratılış, kendini bütünlemek ve daireselliği tamamlamak için tüm bileşenleri en kolay ve ulaşılabilir şekilde kurgular. Nasıl su yolunu bulursa, doğa da ‘aynı yoldan çıkılınca aynı olana varılacağını’ temin eder.25 Her başlangıç sonlanmaya yazgılıdır, her doğum haritası kişinin yaşam döngüsünün bitimine kadar başlangıçtaki yazgısal yönelimlerini ve enerjisel çekimlerini bütünlemeye doğru yerçekimine benzer bir güçle itelenir. Kişinin sahip olduğu özgür irade, yol boyunca yaşadığı olaylar yoluyla deneyimlenen enerjileri kabullenip içselleştirmek ya da bunları reddetmek şeklinde olabilir. Fakat hangi durumda olursa olsun kişinin yaşayacağı her türlü enerji boyutu yazgıdandır. DİPNOTLAR 1. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 2005, s. 91. 2. Oğuz Tekin, Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s. 125.

6. Bedia Akarsu, Mutluluk Ahlakı, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1998, s. 71. 7. R. Hakan Kırkoğlu, Göklerin Bilgeliği, Doğan Kitap, İstanbul 2009, s. 29. 8. Jean Brun, Stoa Felsefesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s. 95. 9. Zeynep Aksoy, Zeynep Aksoy’un Cihangir Yoga’nın Temelleri Hocalık Eğitimi Kitapçığı, Cihangir Yoga, İstanbul 2012, s. 80. 10. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınevi, İstanbul 1976, s. 115. 11. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 2005, s. 171. 12. Erik Wiegardt, Stoic Handbook, Wordsmith Press, California 2010, s. 8. 13. Zeynep Aksoy, Zeynep Aksoy’un Cihangir Yoga’nın Temelleri Hocalık Eğitimi Kitapçığı, Cihangir Yoga, İstanbul 2012, s. 80. 14. Bir doğum haritasındaki gezegenler arasında belli açılar bulunur. Haritanın yorumlanması için bu açıların enerjisel olarak anlaşılması öncelikli iştir. Örneğin, bir kare açı, gezegen kombinasyonuna mücadele ve motivasyon enerjisini verirken, üçgen açılar söz konusu gezegenlerin enerjilerinin daha kolaylıkla açığa çıkarılmasına olanak sağlar. 15. Jean Brun, Stoa Felsefesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s. 42. 16. a.g.e., s. 46. 17. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınevi, İstanbul 1976, s. 114. 18. Astrolojide haritanın alt kısmındaki ilk altı ev kişisel ihtiyaçlar ve benliğin oluşturulması ile ilgiliyken, haritanın üst kısmı gün ışığındaki kısmıdır. Bu bağlamda toplumun gözü önündedir ve kişilerin hayatlarında topluma iştirakin en fazla olduğu alanlardır. 19. Jean Brun, Stoa Felsefesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s. 56. 20. Alexander Moseley, A’dan Z’ye Felsefe, NTV Yayınları, İstanbul 2010, s. 259. 21. Jean Brun, Stoa Felsefesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s. 74. 22. a.g.e., s. 73. 23. a.g.e., s. 76. 24. R. Hakan Kırkoğlu, Göklerin Bilgeliği, Doğan Kitap, İstanbul 2009, s. 27. 25. Jean Brun, Stoa Felsefesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s. 47. KAYNAKÇA Akarsu, Bedia, Mutluluk Ahlakı, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1998. Aksoy, Zeynep, Zeynep Aksoy’un Cihangir Yoga’nın Temelleri Hocalık Eğitimi Kitapçığı, Cihangir Yoga, İstanbul 2012. Barnett, Lincoln, Evren ve Einstein, Varlık Yayınevi, İstanbul 1976. Brun, Jean, Stoa Felsefesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1997.

3. Bedia Akarsu, Mutluluk Ahlakı, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1998, s. 70.

Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 2005.

4. Stoa felsefesinde Tanrı ve doğa kavramları özdeş olarak değerlendirilir.

Kırkoğlu, R. Hakan, Göklerin Bilgeliği, Doğan Kitap, İstanbul 2009.

5. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 2005, s. 90.

Moseley, Alexander, A’dan Z’ye Felsefe, NTV Yayınları, İstanbul 2010.

9


ATİNA’DA DEMOKRASİ VE TİRANLIK KAVRAMINA GENEL BAKIŞ MİRAÇ KURTULDU*

10

Demokrasi, antik çağdan günümüze ulaşmış beşeri bir yönetim biçimidir. Bu kavramı anlamak için, medeniyetin ilk yeşerdiği, filizlendiği, uygarlığın beşiği diye tabir edilen topraklara, Mezopotamya’ya gitmek gerekir. Danimarkalı Sümerolog Thorkild Jacobsen’in çalışmalarından demokrasinin ilk örneğine “ilkel demokrasi” adı altında Mezopotamya’da hüküm sürmüş Sümerlerin antik tabletlerinde ve mitlerinde rastlıyoruz. Bu bölge, Tigris (Dicle) ve Euphrates (Fırat) adlı iki büyük nehrin arasında bulunduğundan adını Yunanca “iki nehir arasında” mesos (orta) ve potamos (nehir)1 sözcüklerinden almıştır. Mezopotamya, İlk Çağ Uygarlıkları üzerine yapılan çalışmalarda geniş yer tutar. Bauer, Antik Dünya adlı eserinde, Sümer’deki Uruk şehrinde dönemin uygarlıklarının aksine, mutlak monarşinin benimsenmediğini, MÖ 2800 ile 2500 yılları arasında hüküm sürmüş olduğu düşünülen Uruk Kralı Gılgamış’ın, Kiş şehrine yapacağı seferden önce ilkin yaşlılar meclisine, ardından da gençler meclisine danıştığını yazmıştır.2 Demokrasi, MÖ yaklaşık 2800’lerde Antik Mezopotamya’dan 5. yüzyılda Yunanistan’a; oradan ise MS 21. yüzyıla kadar ulaşmış bir yönetim şekli olduğundan insanlık tarihinin önemli mirasları arasındadır. Günümüzde anladığımız demokrasi sistemi ile Antik Yunan ana karasında bulunan Atina kent-devleti’ndeki demokrasi sistemi her ne kadar birbiriyle temel ve isim olarak aynı olsa da işleyiş olarak farklılık göstermektedir. Atina demokrasisi günümüze en yakın biçimine örnek olarak MÖ 6. yüzyılda Atinalı bir soylu olan Kleisthe-

nes tarafından anayasal reformdan sonra bizzat açtığı Halk Meclislerinde uygulandı.3 Atina’nın bu yönetim şeklini benimsemesiyle tüm Attika bölgesinin sistemi değişmiş fakat her ne kadar diğer kentler Atina demokrasisini kendilerine uyarlamış olsalar da Atina’da olduğu kadar sağlam temeller üzerine oturtamamış ve bu konuda istikrarlarını sürdürememiş, daimi olamamışlardır. Demokrasinin her toplumda benimsenememesi gayet doğaldır. Bu sistem devletin politikasını halkın hâkimiyetine verdiği için, bu sistemi benimseyecek halkın belli bir eğitim seviyesine ve kültürel olgunluğa ulaşmış olması gerekir. Platon’nun Devlet adlı eseri bu düşünceyi açık bir şekilde betimler: • Demokrasi kanımca, fakirler kazandığı zaman ortaya çıkar. Karşı tarafın bazıları öldürülür, arta kalanlar ise sürülür ve geriye kalanlara vatandaşlık hakları tanınır ve makamlara iştiraklarına izin verilir. Bir demokrasi en nihayetinde ayrım gözetmeksizin herkesin eşitlik temel alınarak muamele gördüğü, içerisinde bir çok unsur bulunduran hukuksuz fakat makbul bir devlet olacaktır.4 Atina demokrasisi, Solon’un ölümünün ardından birkaç oligarşik devrim girişimi geçirmişti. Tiran Peisistratos’un darbesi demokrasiyi iyice zedelemiş ve Atina demokrasisi uzun bir süre kendine gelememişti. Demokrasi, Peisistratos’un darbesinden yaklaşık 157 yıl sonra Eucleides tarafından tekrar eski gücüne kavuşturulmaya çalışılmıştı. Demokrasiye terminolojik açıdan bakacak olursak; iki sözcükten

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 1. Sınıf Öğrencisi


oluşmuş olan bu kavram: demos yani “halk, yurttaş” ikincisi ise “güç ve iktidar” anlamlarını taşıyan kratos’tur. Her ne kadar devletin yönetimi yurttaşların elindeymiş gibi görünse de aslında bu erk tamamıyla üst sınıftaki yurttaşların tekelindeydi. (tüccarlar, hâkimler, askerler vs.) Oy kullanma hakkı ise yalnızca yetişkin erkek yurttaşlara veriliyor, Yunan vatandaşı olmayan ve henüz reşit olmamış erkeklere, kadınlara ve kölelere oy hakkı tanınmıyordu.5 Buna göre günümüzde anladığımız demokrasinin temellerini Atina demokrasisi atmışsa da, günümüz demokrasisi ile kıyasladığımızda klasik demokrasi (Atina demokrasisi) aristokratik bir yapılanma göstermiştir. Atina Devletinde o dönemin hukuk sisteminde eksiklikler olmakla birlikte, rüşvet ve adam kayırma gibi yolsuzluklar da alışıldık bir durum haline gelmişti. O dönem için hukuk sistemi tamamıyla zenginlerin aklanması için kurulmuş bir ticarethane niteliğindeydi. Dokuz arkhon, Kylon’un darbe girişiminden sonra kovulunca bir otorite boşluğu açılmıştı. Zaten halk keyfi davranan arkhon’lardan memnun değildi; kargaşa ve huzursuzluk alışıldık bir durum halini almıştı. Bunun önüne geçebilmek için kanun koyucu Drakon MÖ 621’de sözlü kanunlarla (törelerle) yürüyen Atina hukukunu yazılı yasalara dönüştürmeye üstlenmişti. Bu yasalar o kadar sertti ki Hammurabi yasaları ile neredeyse birebir tutuluyordu.6 Plutarkhos, bu konuda şöyle yazmıştır: “Neredeyse bütün suçlara ölüm cezası öngörülmüştü. Bu yüzden, çalışmamaktan suçlu bulunanlar bile öldürülüyordu; meyve sebze çalanlar, tapınakları soyanlar, adam öldürenlerle aynı cezaya çarptırılıyordu. Drakon’a neden bu kadar aşırı cezalar öngürdüğü sorulduğunda, şöyle yanıt verdiği söylenir: “En küçük suçlar bile ölümle cezalandırılmalı, büyük suçlar içinse daha büyük bir ceza bulamadım.” Drakon’un yasaları o kadar zalimdi ki İngilizce’ye “çok sert, zalim” anlamına gelen draconian diye bir sözcük yerleşmiştir.7 Ayrıca, Drakon’un yasaları, ölüm cezasını Atina halkından herhangi birinin verebilmesine müsaade etmekteydi. Örneğin, bir hırsızı yolda gören bir vatandaşın onu öldürmeye yasal olarak hakkı vardı.7 Drakon’un sert yasalarından sonra ileri görüşçülüğüyle ve demokrat yapısıyla Antik Yunan’ın yedi bilgelerinden biri olan Solon kendi adını verdiği kanunları çıkardı. Solon’dan önce Atina halkı, zengin toprak sahibi yurttaşların köleleri olmuşlardı. Yaşadıkları evler, toprak sahiplerinin mülkiyetinde olduğundan, onlara “Altıda Bir Kiracı” denirdi. Çünkü hem verdikleri kira gelirinin altıda biri hem de tarlalarında çalışıp üretilen meyvelerin çoğunluğunu toprak sahiplerine veriyorlardı.9 Fakat Solon, anayasal reformları sayesinde Atina halkını zengin-

lerin köleleri olmaktan kurtardı ve aristokratların çatışmalarına son verdi. Bu reformların bir bölümü demokratik bir sisteme oturtulmaya çalışılan toprak reformlarıdır. Böylece köylüye kendi arazisini verip, zenginler için değil, köylünün hem kendisi için hem de kendi vatanı için üretmesini sağladı. Böylelikle, devletin daha istikrarlı bir şekilde büyümesine ve gelişmesine önayak oldu. Toprak sahipleri her ne kadar bu anayasaya karşı çıkmış olsalar da, bu anayasanın temelleri atılmıştı artık. Solon’un idareyi devralması (MÖ 594) en başta Attika’da yaşanan toprak krizlerinden ötürü idi.10 Solon’dan sonra, MÖ 570’te doğan Kleisthenes, bugün anladığımız Atina demokrasisinin temellerini atmıştır. Koyduğu yasaya göre on sekiz yaşına ermiş Yunan vatandaşı olan her erkek yurttaşlık haklarına sahipti; devlet işlerine girebilir, oy kullanabilirdi. Toprak reformları ile daha da büyüyen Küçük Yunanistan’da demokrasi Perikles ve Eucleides’in katkılarıyla daha da gelişmişti. Fakat Peisistratos’un darbesiyle devlet demokrasiden aristokrasiye geçmiştir. Bu gibi yasalardan önce Atina’da hak sahibi vatandaşlar nüfusun yalnız yüzde 10 ve yüzde 20’lik kısmına denk geliyordu, fakat daha sonra Solon’nun yasaları ile birlikte Kleisthenes, demokratik atılımlarının temelini daha sağlama almıştır.11 Solon’un koyduğu yasaların üzerinde temellenen Yunan Hukuku Aristophanes’in Eşek Arıları adlı komedyasında şöyle geçer: “Bizim egemenliğimiz bütün egemenliklerin üstündedir.”12 Tiran kelimesinin Lidya dilinde bey ya da efendi anlamına gelen tyrannos’tan Yunancaya geldiği,13 Yunancadan da büyük ihtimalle dünyaya mal olduğu söylenir. Kelimenin ortaya çıkışı ise MÖ 8. ve 7. yüzyıllar arasında Mermnad hanedanlığını kuran Lidya kralı Giges’in doğduğu yer olan Tyrrha’dan yani bugünkü İzmir-Tire’den çıktığı düşünülmektedir.14 Pelasglar15aracılığı ile antik Yunanca’ya aktarıldığı muhtemeldir. Platon ve Aristoteles’in yazmalarından tiran unvanının Antik Yunanistan’da zorba anlamına geldiğini öğrenmekteyiz. “Tiran” Yunan siyasetinde teknik bir terimdi; normal iktidar yollarını (seçilme ve onaylama) atlayan ve kentin yönetimini zorla ele geçiren bir siyasetçi için kullanılıyordu. İktidarda kalmaları için genellikle mutlakiyetçi olmaları gerekiyordu.16 Buna göre, hükümdarlara karşı bir hakaret niteliğindeydi. Bu unvanı ilk defa Atina halkı tarafından MÖ 546’da yasa koyucu Solon’un uzaktan akrabası olan Peisistratos17 almıştır. Fakat kendisi aldığı unvanın aksine halk tarafından gayet sevilen birisi olmayı başarmıştı.18 Kimi tiranlar ve diktatörler daima zorba bir tavır sergilememiş, aksine barışçıl bir yol izleyerek Ianus’un tapınağının kapılarını kapatmayı

11


12

da bilmişlerdir.19 Hatta başına geçtikleri kent-devletlerinin, imparatorlukların veya krallıkların Altın çağlarını yaşatan tiranlardan, diktatörlerden, hükümdarlardan söz edilebilir. (Tiran Korintoslu Kypselos, Tiran Spartalı Khaeron, Tiran Atinalı Kyron, Romalı Diktatör Caesar, Pers Hükümdarı II. Kyros vb.)

Atina’nın savaştan mağlup ayrılması gösterilir. Bu anarşizme neden olan sebepler arasında Perikles’in erken ölümü, ondan sonra idareyi eline alan Kleon’nun beceriksizliği yadsınamaz.23 Demokrasinin onca darbelere ve isyanlara rağmen günümüzde hala kullanılıyor olması manidardır.

Özünde tiranlığın temelinde isyankâr bir ruh yatmaktadır. Genellikle tiranlığa gelenler, orta sınıf halkın ve askerlerin desteğiyle baştaki kişiyi yasal olmayan yollarla devirip kendi egemenliğini kurmakla gerçekleşir. Çünkü tiran olacak kişiler, yaşadıkları ülkedeki hükümetin politikasını beğenmeyip ordudan, devletin içinden veya halktan retorik yeteneği olan birisi, söz konusu bu yeteneğini etrafında yurttaşlar toplamakla yerine getirir ve bu yurttaşlar zamanla gittikçe büyür ve en nihayetinde hükümeti yasal olmayan yollarla devirir. Bu kişilere aynı zamanda MÖ 510’da Solon’nun ve Eucleides’in geliştirdiği Atina demokrasisini yıkan Peisistratos’u örnek vermek yanlış olmayacaktır. Ya da Peisistratos’tan önce MÖ 632’de Atina’da Megaralı bir tiran olan amcasından yardım alarak hükümeti devirmeye çalışan Zeus Olympiyatları şampiyonu Kylon’u örnek verebiliriz. “Kylon Delphoi kâhinine danışır, tanrılar kendisine büyük Zeus Festivali sırasında Atina’daki Akropolis’i ele geçirmesini söyledi,” Thukydides20 Kylon bu haberden sonra kayınpederi Tiran Megaralı Theagenes’e danışır ve kayınpederi, Kylon’a başa geçmesinde maddi olarak destek sağlar. Fakat Kylon’un darbe girişimi başarısız olur; muhtemelen Kylon yanlış festivali seçmişti. Her ne kadar akropolis’e21 kadar girmiş olsa da daha sonra şehrin devlet erkânı tarafından kovulmuş ve bir daha geri gidememiştir (MÖ 632/1). Plutarkhos ve Thukydides’e göre Kylon ve kardeşi Akropolis’deki Atina tapınağından kaçmayı başarmışlar, fakat Kylon’un yandaşlarına Arkhonlar tarafından tapınağı terk etmeleri ve duruşmalara kadar Atina’da kalmaları, bu taleplerini gerçekleştirdikleri takdirde hayatlarının bağışlanacağı uyarısı yapılmıştı. Sonuçta duruşmalardan sonra hayatları bağışlanmış fakat daha sonra kılıçtan geçirilerek hepsi öldürülmüştür. O ölen kişilerin bir kısmı tapınaklara sığınmış fakat orada dahi ölümden kurtulamamışlardı. Bu çok büyük bir suçtu, çünkü tapınağın başında affedilmek için yalvaran bir insanın canına kıyılmazdı. Dönemin dokuz Arkhonu bu affedilmeyi bekleyen Kylon yandaşlarına ölüm emri verdiklerinden ötürü Atina halkı tarafından sürülmüşlerdir.22 Bu gibi tiranlık tehditleri Peisistratos ve Kylon’nun girişimlerinden çok daha fazla gerçekleştirilmiştir. Bir başka örnek ise, Peloponez (Peloponnesos) Savaşı’nda Atina’nın demokrasisinin anarşizme evrilmesidir. Buna sebep olarak,

Bütün bunlar bir yana, medeniyetlerin altın çağlarının çoğu zaman tek kişinin yönetimi altında yaşandığı bir gerçektir. Burada tiranlık ve diktatörlük ayrılmaktadır. Devletin yönetim şeklini beğenmeyip hükümeti devirmek ve tek kişinin yönetimi altında devleti idame ettirmek tiranlık; senatonun kararı ile devletin tüm yetkilerini belli bir süre boyunca devralmak ise diktatörlüktür. Diktatör kelimesinin kökeni Latinceye dayanır: dicto, dictare (söylüyorum, söyleyerek yazdırıyorum, düzenliyorum, salık veriyorum, öğütlüyorum) fiilinden türemiştir. Yunan-Pers Savaşları’ndan sonra Atina’yı en iyi dönemine taşıyan Perikles, Delos Birliği’nin24 askeri-politik gücü ile Atina İmparatorluğunu25 kurmuştur. Bu siyasi gelişme devletin refahını arttırmış ve böylece Atina’yı en parlak dönemine “Klasik Atina Kültürü Çağı”na getirmiştir. Atina kültürünü o kadar geliştirmiş ve temelini o kadar iyi atmıştır ki, Çiğdem Menzilcioğlu’nun26 dediği gibi: “Roma Yunan’ı askeri-politik, Yunan ise Roma’yı sosyo-kültürel açıdan fethetmiştir.” Arkaik Yunanistan’dan çıkmış olan yazmalar daha sonra batıdan yayılmaya başlayarak Anadolu’ya geçmiş; Anadolu’dan ise dünyaya mal olmuşlardır. Bu serüven kısaca şöyle özetlenebilir: Bu serüven kısaca şöyle özetlenebilir: İlk olarak Yunan düşünür ve gezgin Miletli Thales’in Mısır’dan geometriyi alması. Bu düşünce tarihinde bir devir açmıştır çünkü insanlar artık sadece pratik nedenler için çareler tüketmeyecek, aksine doğayı anlamaya çalışacaklardı. Bunu da içinde yanlışı barındırmayan matematikle ve geometriyle yapabileceklerini keşfetmişlerdi. Bu aşamanın bilim tarihindeki yerinin Prometheus’un söğüt dalının içinde ateşin kıvılcımı insanlara indirmesi kadar büyük olduğunu düşünmekteyim. İnsanoğlunun bu adımına sırasıyla her gelişmiş medeniyet sahip çıkmakla kalmamış ayrıca farklı dillere tercümelerini yaptırtarak farklı düşünceler türetmişlerdir (Roma, Bizans, Osmanlı...)27 Avrupa’da Hristiyanlığın yayılmasıyla tehlike altına giren Antik Yunan ve Roma yazmalarının doğuya kaçırılışı İslam Rönesansı’nda felsefenin, tıbbın ve bilimsel yöntemlerin gelişmesine katkı sağlamıştır. Burada İslam ilimlerinin vardığı doruk noktası çok etkili olmuştur. Öyle ki, hem doğunun ve batının kültürel ve bilimsel sentezinden başta hem felsefe hem tıp alanında Türk kökenli matematikçi, hekim, düşünür, astronom olan


Ali İbn Sina; matematik alanında Abdülhamîd İbn; Türk düşünür ve bilim adamı olan Farabi; matematikçi ve düşünür Ömer Hayyam gibi ve daha nice büyük kimseler çıkmıştır. Ne yazık ki bu doruk noktası, ardından gelen uzun gerileme dönemiyle sonra ermiştir.

13. Tekin O., Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş, Yönetim Biçimleri, İletişim Yayınları, İstanbul 2008, s. 78.

Tarihe baktığımızda ellerinde bulundurdukları güç ile aşırıya kaçarak zorba olmuş, fakat diğer yandan o yetkileri gerektiği gibi kullanmayı bilmiş hükümdarlar da var olmuştur. Terentius’un dediği gibi: “İnsanım insana ait olan hiçbir şey bana yabancı değildir.”28 İlk insan hakları bildirgelerinin eski örneğinin, silindir şeklinde bir kil tablete, Pers İmparatorluklarından Akamanış Hanedanı’nı kuran ve ilk kral olan ıı. Kiros (Büyük Kiros) tarafından yazdırıldığı unutulmamalıdır.29 Tarihine Atina’nın en parlak dönemlerinden birini yaşatan ve halk tarafından çok sevilen bir tiran olarak Populares’ler (halktan yana olan aristokratik siyasi grup) tarafından diktatör larak seçilmiş, askeri kişiliğiyle dünyaca tanınmış Caesar; Makedonya’nın sınırlarını Hindistan’a kadar genişleterek tarih yazmış Büyük İskender ve daha birçoğu bize tek kişinin yönetiminin, yalnız doğru ellerde bulunduğu zaman yararlı olduğunu göstermiştir.

16. Bauer S.W., Antik Dünya, Alfa Tarih Yayım Dağıtım, İstanbul 2013, s. 452.

DİPNOTLAR 1. Woodard R., The Cambridge Encyclopedia of the World’s Ancient Languages, Cambridge University Press, Cambridge, 2004, s. 56 2. Bauer S.W., Antik Dünya, Alfa Tarih Yayım Dağıtım, İstanbul 2013, s. 77-78. 3. Söz gelimi Antik Yunanistan’da kadınlar demokratik haktan yoksundu. Keza yetişkin fakat Yunan vatandaşı olmayan erkekler de (Metoikos) bu haktan faydalanamazdı. 4. Plato, Republic, Wordsworth Classics of World Literature, Hertfordshire, 1997, s. 275. 5. Martin T.R., Eski Yunan Tarih Öncesinden Helenistik Çağa, Say Yayınları, İstanbul 2012, s. 156. 6. Bauer S.W., Antik Dünya, Alfa Tarih Yayım Dağıtım, İstanbul 2013, s. 454. 7. a.g.e., s. 454. 8. Yurttaşların birbirlerinin yaşamlarını denetlediği bir kent doğurmuştu. Atina yıkıntılarında bulunan bir stel, Drakon’un ölüm cezasının bizzat Atina yurttaşları tarafından uygulanabileceğini açıkça gösterir: Herhangi birisi, adam kaçıranı, zinacıyı ya da hırsızı, suçüstü yakaladığında öldürebilirdi. (a.g.e., s. 454). 9. a.g.e., s. 453. 10. Martin T.R., Eski Yunan Tarih Öncesinden Helenistik Çağa, Say Yayınları, İstanbul 2012, s. 81/2. 11. Bazı tarihçilerin bir fil ile bir sineğin kavgası olarak nitelemektedir. (a.g.e., s. 178.). 12. Aristophanes, Eşek Arıları, Kadınlar Savaşı ve Diğer Oyunlar, çev. Eyüboğlu S.- Erhat A., İstanbul 2006, s. 29.

14. Thorley, J., Athenian Democracy, Routledge, New York 2005, s. 74. 15. Arkaik Yunan metinlerinde adı geçen bir uygarlıktır. Orta Yunanistan Girit ve Ege adalarında yaşamışlardır.

17. Tekin O., Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş, İletişim Yayınları, İstanbul 2008, s. 79. 18. Peisistratos zamanında Atina en parlak dönemlerinden birini yaşamıştır. Çoğu tiran zalimce ve baskıcı davranışlarıyla anılırken o büyük bir hayranlıkla anıldı. (a.g.e., s. 79). 19. Ianus’un tapınağının kapıları sadece savaş patlak verince açılır ve sonlanana kadar kapanmazdı. (Bauer S.W., Antik Dünya, Alfa Tarih Yayım Dağıtım, İstanbul 2013, s. 459). 20. a.g.e., s.452. 21. Yunanca ἄκρος yukarıda bulunan, πόλις şehir anlamına gelir. Kentlerin etrafında bulunan tepelere verilen addır. Yukarıda bulunan şehir anlamına gelir. (a.g.e., s. 452) 22. a.g.e., s. 453. 23. Thucydidis, Perikles’in Ağıt Nutku, çev. Hakopulos A., Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi, İstanbul 1973, s. 18. 24. MÖ 477 tarihinde sayıları yaklaşık 150-173 küsur olan, Yunan kent-devletlerinin kurmuş olduğu dışarıdan gelebilecek olası saldırılara karşı hazırlanmış bir askeri filo. 25. MÖ 454 birliğin hazinesinin Delos adasından Atina’ya taşınmasıyla resmiyet kazanmıştır. 26. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Öğretim Görevlisi, Doçent Doktor. Başka benzer bir ifade: “Graecia capta ferum victorem cepit et artes intulit agresti Latio.” (Fethedilen Yunan vahşi fatihini fethetti ve yabanıl Latium’a sanatları getirdi. Horatius, Epistulae, II, 156-7 27. Freely J., Alaaddin’in Lambası, çev. N. Üstüntaş, Şenocak Yayımları, İzmir 2010, s. 3. 28. “Homo sum, humani nihil a me alienum puto” Terentius, The Comedies, 1.25.77. 29. Bauer S.W., Antik Dünya, Alfa Tarih Yayım Dağıtım, İstanbul 2013, s. 488. KAYNAKÇA Woodard, Mark R., The Cambridge Encyclopedia of the World’s Ancient Languages, Cambridge University Press, Cambridge, 2004. Bauer, Susan Wise, Antik Dünya, Alfa Tarih Yayım Dağıtım, İstanbul 2013. Durant, Will, The Story of Civilization, Cilt II, MJF Books, New York 1980. Martin, Thomas R., Eski Yunan Tarih Öncesinden Helenistik Çağa, Say Yayınları, İstanbul 2012. Aristophanes, Eşek Arıları, Kadınlar Savaşı ve Diğer Oyunlar, çev. Eyüboğlu S.- Erhat A., İstanbul 2006. Freely, John, Alaaddin’in Lambası, çev. N. Üstüntaş, Şenocak Yayımları, İzmir 2010.

13


LYKIA VE ASIRLARDIR SÖNMEYEN ATEŞİ

DENİS ÇAT*

14

Lykia (Likya) Anadolu’nun güneybatısında, Antalya ile Fethiye körfezleri arasında olup, kuzeyinde Batı Toroslar olmak üzere Akdeniz’e doğru uzanan bugünkü Teke Yarımadası’nın olduğu bölgededir. Sönmeyen Ateş ise Lykia’nın Khimaira (Yanartaş veya Çıralı) bölgesinde yer almaktadır. Anadolu’nun güneybatısında özgün kültürleri ile kendilerine yurt kurmuş Lykialılar hakkında en erken güvenilir bilgileri Hitit ve Mısır kaynakları vermektedir.1 Lukka adı Hitit, Mısır ve Asur belgelerinden öğrenilir.2 Persler Lykialılara Lukkalılar derlerdi. Aynı zamanda Lukkalılar Luvilerin önemli bir kolu olup Luvice konuşmaktaydılar. Aynı tarihlerde medeniyet sahnesinde olan Hititlerin Lykia bölgesine egemen olma girişimleri olmuştur. Hititler Mısır ile olan savaşta Lukkalılar ile müttefiklerdir. Lukkalılar denizci bir ulus olarak güçlü bir deniz filosuna sahipti. Firavun III. Ramses tarafından “Deniz İnsanları” diye adlandırılırlardı. Homeros’un İlyada Destanı’nda da bu yöredeki halklardan “Lik”ler ismiyle söz edilir. MÖ 1200’lü yıllarda yaşanan Troia Savaşları sırasında Troialıların müttefiki olarak “…uzak Lykia’dan suları çağlayarak akan ve anaforlu Ksanthos’tan (Xanthos’tan)…” geldikleri yinelenir.3 Bu cümleden bu yerin Xanthos kentindeki bugünkü Eşen Çayı olduğunu anlıyoruz. Lykialılar genelde bölgenin kıyı kesimlerinde yaşamışlardır. Pers egemenliğine kadar Lykialılar özgürlerdi.

Perslerin Anadolu’yu fethi sırasında Ksanthos ve ordusu ne kadar dirense de teslim olmamışlar, kendilerini yakmışlar ve böylece mücadeleyi kaybetmişlerdir. Sonuç olarak Lykia, Pers Egemenliği altına girmiştir. Peloponnesos Savaşı sırasında ise Lykialılar sahip oldukları kıyılarla çok önemli bir konumda oldukları halde bu savaşa katılmamışlardır. Makedonya’dan Anadolu’ya geçen Alexandros’un (Megas Alexandros) MÖ 334 – 333 kışını Lykia’da geçirdiği bilinmektedir. Alexandros’un (Megas Alexandros) Telmessos’tan Ksanthos vadisine ulaşır ve herhangi bir karşı koyma görmeksizin Pinara, Ksanthos ve Patara’ya gelerek ardından Phaselis’i kuşatır.4 İskender’in ölümüyle Lykia’yı etkisine alan ilk Hellenistik devlet Ptolemaioslar’ın Mısır’ı olmuştur. Bu dönemde Lykia’da Hellenleşme hızlanmıştır. Ptolemaioslar dinsel açıdan kendi Tanrılarını Hellen Tanrılarıyla özdeşleştirmişler ve Lykialılara da bunu yaptırmışlardır. Ptolemaioslar etkilerini kaybedince bölgede Seleukosların etkisi artmıştır. Bu sıralarda Roma gücü ortaya çıkmıştır. Seleukos kralı III. Antiokhos batıda ilerleyince Roma ile karşılaşır. Rhodos ve Pergamon ile müttefik olan Roma da Phaselis’i üs olarak seçer. III. Antiokhos’un yenilgisi üzerine Roma müttefiki Rhodos’a Kayra ve Lykia’yı verir; fakat Lykia Rhodos’un ağır vergileri ve baskıcı yönetiminden bunalıp Roma Senatus’una başvurunca Roma Senatus’u Lykia’yı bağımsız ilan eder. Fakat Lykia’nın zorlu yaşam mücadelesi zaman içinde devam etmiştir. Brutus, Lykia Birliği tarafından yardım göremeyince Ly-

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eski Çağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 2. Sınıf Öğrencisi


kia’ya saldırır, fakat oradakiler saldırıya kahramanca karşı koyunca Brutus saldırıyı durdurur. Lykia’nın ve Birliğin varlığı MS 43 yılına kadar devam etmiştir. Bununla birlikte Claudius, Lykia’daki iç karışıklığı ve Romalılar’ın bu karışıklık sırasında öldürülmelerini bahane ederek Lykia’yı bir Roma eyaleti haline getirir. Son olarak Lykia, Vespasianus Döneminde, MS 74 yılında, Pamphylia ile birleştirilerek çifte eyalet halini alır.5 Doğuda Pers tehlikesi ortaya çıktığında Isauria’nın Lykia – Pamfilya eyaletine katılır. Lykia bölgesini coğrafi açıdan daha yakından inceleyelim: Günümüz modern yerleşimleri Fethiye (Telmessos), Kaş (Antiphellos), Demre (Patara), Kumluca (Korydalla), Kemer (Phaselis), Elmalı, Altınyayla ve Gölhisar (Kibyra) ilçeleri bu topraklar üzerindedir.6 Lykia bölgesinin büyük bir bölümü dağlıktır. Bu yüzden verimli toprakları çok az olup tarıma elverişli değildir. Lykia’nın en önemli dağları batıda Akdağ (Massicytus), doğuda ise Beydağları (Solyma)’dır. Güneyde ise Dumanlı Dağı (Aspordenon) ve Domuz Dağı vardır. Ayrıca bunlar dışında Katran Dağı da bulunur. Lykia’nın en ünlü platoları Korkuteli, Elmalı’dır. Bölgenin belli başlı ovaları Seki Ovası ve Pamphylia Ovası, vadileri ise Ksanthos Vadisi ve Çandır Vadisi’dir. Bu toprakları tarıma elverişli hale getiren ve onlara hayat veren çaylar ise Eşen Çayı (Xanthos), Demre Çayı (Myros), Başgöz Çayı (Arykandos), Göksu ve Alakır Çayı’dır. Lykia Bölgesinde yazları kurak ve sıcak, kışları ise ılık ve yağışlı geçen Akdeniz İklimi hakimdir. Bölgenin bitki örtüsünde ise bu iklim şartlarının en belirgin özelliği olan maki yer alır. Bölge içinde daha yüksek kesimlerin daha fazla yağış almasından dolayı ormanlık alanlar da vardır. Sahillere yakın kısımlarda ise Akdeniz bitki topluluğu olan fundalıklar, zeytin ağaçları ve turunçgilleri sayabiliriz.7 Lykia bölgesi birçok yerleşim yerleri ve kentlere sahiptir. Bunlardan en önemlileri olarak Ksanthos, Patara, Myra (Demre), Pinara, Tlos, Olympos, Telmessos, Phaselis, Khimaira (Yanartaş), Letoon, Araxa’yı sayabiliriz. Bu çalışmamızda bunların içinden asırlardır sönmeyen ateşin yer aldığı Khimaira (Yanartaş veya Çıralı) bölgesini inceleyeceğiz. Lykia’nın asırlardır sönmeyen ateşi Olympos ören yerinden 2.5 km. uzaklıktaki Khimaira (Yanartaş) diye adlandırılan yer olan Çıralı Köyü yakınlarındadır. Burada çukur yerlerden çıkan gazlar sürekli yanmaktadırlar. Yolun son kısımlarında yer yer Roma Dönemi yol kaplamalarına rastlanır. Yanartaş bölgesi ile ilgili birçok anlatım vardır. İlk anlatan Kaptan Beaufort’tur. Ardından Leake, Forbes, Petersen ve von Luschan zi-

yaret etmiştir.8 Lykia’nın bu asırlardır sönmeyen ateşinin bilimsel açıklaması şu şekilde yapılmaktadır: Yanartaş denilen yerde 80 metrelik eğimli alan içinde metan gazı çukurları vardır ve bu çukurlardan sürekli alevler çıkmaktadır. Antik dönemde çok büyük alevler tektonik hareketler nedeniyle küçülmüş, çok sayıda metan gazının yandığı küçük çukurlara dönüşmüştür. Metan gazı çukurlarının olduğu yer bitkilerin olmadığı çıplak bir alandır, çevresi gür ormanla kaplıdır.9 Khimaira bölgesi adını ünlü mitolojik efsaneden alır. Khimaira, önü aslan, arkası yılan ve ortası keçi olan, ağzından alevler püskürten karışık bir yaratıktır. Khimaira betimlemesi Lykia’da MÖ 5. yüzyıldan başlayarak sikkelerde ve mezar anıtlarında sıkça karşımıza çıkar. Khimaira efsanesi Homeros’un ardından Hesiodos, Apollodoros ve Servius tarafından da günümüze aktarılmıştır. Efsanenin başkahramanları Troia Savaşı’na giden Gulaukos’un yakışıklı oğlu Bellerophontes ile garip yaratık Khimaira’dır. Bellerophontes yanlışlıkla Belleros’u öldürdükten sonra kahrından Argos’a göçer.10 Tyrins kralı Priothos’un genç ve güzel karısı Anteia, erkek güzeli, kusursuz Bellerophontes’e aşık olur. Ancak Poseidon soylu Bellerophontes, yanında yaşadığı krala ihanet etmez. Bunun üzerine Anteia kocasına “Bellerophontes’i öldürmezsen lanet sana, o zorla koynuma girmek istedi benim” diyerek iftira atar. Kral bu duruma çok kızsa da delikanlıyı öldüremez. Öfkeye kapılan kral, ölüm fermanı içeren bir mektupla Lykia kralı olan kayınbabası Iobates’e gönderir. Mektupta, “Bu mektubu getiren delikanlıyı bu dünyadan gönder. O, karıma, senin kızına tecavüz etmek istedi,” yazmaktadır. Bunun üzerine Iobates Bellerophonthes’e ölümcül görevi verir: “Khimaira’yı öldür,’’ der. Der ki, bu bahaneyle yok olsun. Canavarı öldürebilmenin tek yolu Pegasos’la saldırmaktır. Ancak, kanatlı at Peagasos’u ehlileştirmek kolay değildir. Athena’nın verdiği altın gemle ata hakim olur. Bu tanrısal yardımla tanrı soylu Bellerophonthes, keçi gövdeli, aslan başlı ve yılan kuyruklu canavar Khimaira’yı öldürür. Öylesine vurur ki son mızrağı, canavar 7 kat yerin altına gömülür. Ancak alevler saçan dili yeryüzünde kalmıştır. İşte o gün bu gündür Yanartaş’ta Khimaira’nın alevleri çıkar.11 Erhat’ın çevirisiyle Hesiodos şöyle aktarır: “Khimaira’yı da doğurdu Ekhidna, söndürülmez ateşi üfleyen Khimaira’yı, korkunç ve büyük, hızlı ve güçlü bir yerine üç kafalı Khimaira’yı: Biri azgın bakışlı aslan kafası, öteki keçi, öteki yılan, ejderha kafası,

15


Pegasos hakkından geldi bu Khimaira’nın Koca yiğit Bellerophonthes’le birlikte.”12 Khimaira bölgesi Olympos’un baş tanrısı, Ateş Tanrısı, Demirci Tanrı ve Aphrodite’nın eşi Hephaistos’un tapınım merkezlerinden birine mekânlık eder. Bu nedenle burası Hephaistaion ismiyle de anılır. Seneca da buradan “Hephaiston” diye bahsederek bu kültün varlığını kesinleştirir. MS 1. yüzyılda yaşayan Plinius Maior, “…geceleri yanan Khimaira dağı, yani Hephaistos’un ocağı, aralıksız yanan alevlerle kendini belli eder. Vaktiyle Olympos kenti oradaydı…,” der. Pseudo Skylax, “o dağda Hephaistos tapınağı ve topraktan kendiliğinden çıkarak hiç sönmeden yanan

16

rülmektedir. Yine aynı apsisin yan tarafında bir gemi grafitisi dikkati çeker. Çeşme yapısı ise kilisenin kuzeyindedir. Her dönemde sadece kült amaçlı olan bu yerleşim Olympos Piskoposluğu’na bağlıdır.14 Olimpiyat oyunlarının başlangıcıyla ilgili birkaç tane değişik efsane vardır. Bu efsanelerden birine göre Olympos’ta Bellerophontes’in zaferini kutlamak amacı ile bir yarış düzenlenir. Atletler Lykia’daki Khimaira/ Yanartaş (Çıralı) bölgesindeki Khimaira’nın Kutsal Ateşi ile meşalelerini tutuşturarak Olympos kentine koşarlar. Bu yarış günümüzde birçok yarışmaların yapıldığı Olimpiyat Oyunları’nın Anadolu’daki ilk örneğidir. Yine günümüzde yakılan Olimpiyat Meşalesi de buradan gelir yani Olimpiyat Meşalesinin Ateşi, Lykia’daki Chmaira’nın sönmeyen ateşinin sembolik bir ifadesidir. Günümüzde Lykia’nın Kihmaira (Yanartaş veya Çıralı) dediğimiz bu bölgesi sadece turizm amaçlı olarak kullanılmaktadır. DİPNOTLAR 1. Erdal Yazıcı, Likya Yollarında, Uranus, İstanbul 2012, s. 18. 2. Nevzat Çevik, Lykia Kitabı, Suna – İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü, İstanbul 2015, s. 30. 3. Erdal Yazıcı, Likya Yollarında, Uranus, İstanbul 2012, s. 19. 4. Tuba Efendioğlu, Likya’da Yerel Tanrı ve Tanrıçalar, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2010, s. 8. 5. a.g.e., s. 10, 11. 6. Erdal Yazıcı, Likya Yollarında, Uranus, İstanbul 2012, s. 15. 7. Oktay Akşit, Likya Tarihi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No. 1218, İstanbul 1967, s. 62.

Efsanedeki Chimaira canavarının bir betimlemesi bir ateş vardır,” der.13 Ayrıca antik dönemlerde burada Hephaistos onuruna belirli aralıklarla şenlikler düzenlendiği de bilinir. Khimaira’da bulunan yerleşime ait kalıntılar çok tahrip olmuşlardı. Taşlarla döşeli antik yolla ulaşılan Mikael Manastırı buradaki kalıntılardan biridir. Ayrıca burada Hephaistos’un bir tapınağı olması mümkündür. Girişi güneyden olan dikdörtgen şeklinde küçük bir şapel bulunur. Kilisenin doğusunda olan bu tek hacimli şapel Roma hamamından dönüştürülmüştür. Giriş kapısının üzerinde bir yazıt vardır. Bu yazıttan da Hephaistos’un Tapınağı’nın varlığı öğrenilmektedir. En büyük kalıntı üç nefli plana sahip olan kilisedir. Kilisenin kuzeyinde olan 2 katlı yapı ise kilisenin görevlilerinin kaldığı konutları olmalıdır. Kilisenin duvarlarından bazıları geometrik şekiller ve bitkisel motiflerle bezenmiştir. Kuzey nefteki baptisterion (vaftizhane) kelimesi seçilmektedir. Yine kuzey nefin apsisindeki haleli aziz ve melek figürleri kısmen gö-

8. Nevzat Çevik, Lykia Kitabı, Suna – İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü, İstanbul 2015, s. 472. 9. Erdal Yazıcı, Likya Yollarında, Uranus, İstanbul 2012, s. 334. 10. a.g.e., s. 335. 11. Nevzat Çevik, Lykia Kitabı, Suna – İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü, İstanbul 2015, s. 472. 12. a.g.e., s. 472. 13. a.g.e., s. 473. 14. a.g.e., s. 474. KAYNAKÇA Çevİk, Nevzat, Lykia Kitabı, Suna İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetieri Araştırma Enstitüsü, İstanbul, 2015. Yazıcı, Erdal, Likya Yollarında, Uranus, İstanbul 2012. Efendİoğlu, Tuba, Helenistik ve Roma Çağlarında Likya’da Yerel Tanrı ve Tanrıçalar, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2010. Dİnç, Senem, Helenistik ve Roma Çağlarında Likya’da Kent Birlikleri, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2010. Akşİt Oktay, Likya Tarihi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No. 1218, İstanbul 1967.


KİtapTanıtımı Cornford, F.M., Çev. Şengör, A. M. C. - Onan, S., Sokrates Öncesi ve Sonrası, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, 88 sayfa Sokrates Öncesi ve Sonrası adlı bu eser, antik Helen düşüncesini daha iyi kavramak ve idrak edebilmek açısından büyük önem taşıyor. Yazar, eserinde Sokrates’in yaşamı ve eserlerinin tarihin akışı içinde neden esas kriz ya da dönüm noktası olarak belirlendiğini açıklamaktadır. Ayrıca kitabın iki çevirmeninden biri olan Prof. Şengör de Cornford’un kaleme aldığı gerek savları gerekse düşüncelerine ne bağlamda katılıp ne bağlamda katılmadığını açıklayan dipnotlarıyla okuyucuya ayrıca bilgi sunuyor. Eserin lise Sokrates ve üzeri eğitim seviyesindeki her bireye hitap etmesiyle birlikte, dilinin akıcılığı üzerine epey uğraşıldığı hissediliyor. Okuyucuya ulaştırılması istenen kitabın esas amacı eserin önsözünde (1-2) verilmektedir. Sokrates’ten Önceki İyonya Bilimi başlığı altında birinci bölüme giriş yapılır (3-20). Ardından üçüncü bölümde Platon (Eflatun) (37-54) ve dördüncü bölüm Aristoteles (55-70) ile ismiyle devam eden eser, Son Notlar (71-86), Dizin (87) ile sonlanır. Birinci bölümde Sokrates’in insan dışı şeylerin incelenmesine nasıl sırtını döndüğü; felsefe anlayışını “neden” sorusundan “niçin”e nasıl dönüştürdüğü hakkında kısa bir giriş yapılıyor. Ayrıca Thales (624546), Anaksimandros (610-546), Anaksagoras (MÖ 500-428), Ksenophanes (570-480), Demokritos (MÖ 460-370) gibi önemli düşünürlerin doğa fiziği hakkındaki görüşleri açıklanmakla beraber, ayrıca Ksenophanes ve Platon’nun (427-347) Sokrates’in hayatı ve görüşleriyle ilgili yazmalarından örnekler veriliyor. Bu tabii ki konunun okuyucu tarafından daha iyi idrak edilmesi ve pekişmesi açısından çok değerlidir. Bölümün ana teması Helen düşüncesinin henüz Sokratik felsefenin etkisi altına girmeden evvelki halini etraflıca açıklamaktır. Kısacası bu eser Antik İyonya biliminin karakterini analiz etmektedir. İkinci bölümde, Sokrates (21 - 36) başlığı altında, Sokrates’in İyonya Bilimine neden katılmadığını, kendinde manevi dünyayı yeniden keşfetme gerekliliğini niçin hissettiğini ve felsefeyi

‘doğayı keşfetmekten, insanın kendisini tanımasına’ nasıl çevirdiğini açıklıyor. Eserin bu bölümünde günümüzde bile aklımızın bir köşesinde bulunan “yaşamın amacı nedir?” sorusu soruluyor ve böylece Sokratik felsefeye giriş yapılıyor. Bu soruya “mutluluk” cevabı verildikten sonra, bu amaca ulaşmak için insanın hayattaki esas meselesi olan “ruh mükkemmelliği” ile Sokratik felsefesinin ana hatları çizilmiş bulunuyor. Eserin üçüncü bölümünde, Platonculuk ile Sokratik felsefe arasındaki ilişki anlatıldıktan sonra Platonculuğa giriş yapılıyor. Yazar ayrıca Platon’un idealarını, Sokrates’in Savunması’nı Phaidon ve Devlet adlı eserlerini kısaca açıklıyor. Cornford, Platon’un Sokratik düşünceyi felsefenin içindeki bir tohum olmaktan çıkartıp gökleri sarıp sarmalayan bir ağacın dalı olarak niteleyerek, hocasının öğretisini çok daha ileriye taşıdığını, geliştirdiğini de vurgular. Merkezinde Sokrates’in ahlak felsefesini bulundurduğu kuşkusuzdur. Fakat Sokratik düşünceden farklı olarak Platon, doğa bilimlerine sırtını dönmemiştir. Kitapta Platon’un Sicilya’ya gidip Pythagorasçılarla tanıştıktan sonra onların öğretilerinden de etkilendiğini görüyoruz. Platon, Sokrates’in maneviyatını ve Pythagorasçıların metafizik öğretilerini benimsemiştir. Aristoteles ise, Platon’un bu düşünce akımını geliştirdiği için Hristiyan kilisesinin kurucu babalarından sayılmaktadır. Yazar, eserin son bölümü olan Aristoteles başlıklı bölümde okuyucuya Aristoteles’in kısa biyografisiyle başlar. Bu biyografide Aristoteles’in nasıl Platonculuğu benimsemeye başladığı ve daha sonra niçin ayrılıp kendi okulunu kurduğu, Makedon sarayında nasıl eğitim verdiği gibi önemli noktalar yer almaktadır. Bölümün ilerleyen sayfalarında ise yazar, Aristoteles’in düşüncesini açıklamaya koyulur. Aristoteles, Platonculuğa ters düşmesine rağmen hiçbir zaman Platoncu olmaktan vazgeçmemiştir. Akademicilerin aksine düşüncesini tecrübelere dayalı olarak gözlemle incelenebilecek nesnelere yönelik kurmuştur. Kitap ayrıca Aristoteles’in Felsefe Hakkında ve Hayvanların Kısımları Üzerine adlı eserlerine de değinir.

MİRAÇ KURTULDU*

*İÜ Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 1. sınıf öğrencisi

17


ANTİK ROMA SOSYAL YAŞAMINDA KADININ GİYİM KUŞAMI Dİlara SÖZEN*

18

Giyim her ne kadar insanoğlunun hayatına bir gereksinim sonucu girmiş olsa da insanın gelişimiyle birlikte bir ifade şekli haline gelmiştir. Roma kadını için de bu farklı değildir. Giyim, tek başına olmasa da, statü belirtmek, farklı olmak ve göze çarpmak amacı ile Romalı kadının kimliğini belirginleştirmesini sağlamıştır. Tarihteki yolculuğuna Etrüsk etkisi ile anaerkil başlayan Roma kadını, zamanla ataerkil yönetimin esiri olmuş ve bu onun giyimine de ister istemez yansımıştır. Erken Cumhuriyet döneminde kadın, evinin dışına çıktığında en fazla zamanımızda yaşayan bir rahibe kadar açıktı. Hatta öyle ki, zamanın konsülü C. Sulpicius Gallus (MÖ 166) dışarıda başı açık yakaladığı karısını boşamıştır.1 Zamanla, özellikle imparatorluk döneminde, bu sıkı ortam kadınların kazandığı bazı haklar ile gevşemişti. Augustus zamanında başı örtme meselesi Vesta rahibeleri haricinde pek de ön planda olan bir unsur değildi. Romalı kadın, Yunan hemcinslerinin aksine yukarıda da anlaşılacağı üzere çıplaklığa daha tutucu bir bakış açısı ile yaklaşıyordu. Kadın, iç çamaşırı olarak intusium (indusium) adı verilen, ince, genellikle keten, kolsuz iç tuniği giyerdi. Zamanın ideal vücut tipine uygun olarak (küçük göğüs ve iri kalçalar) göğüslerini geç Cumhuriyet döneminde strophium, sonradan ise fascia veya mamillare olarak adlandırılan kumaş sargılar ile sararlardı. Bu durum bazen tam tersine de kullanılıyor ve bu sargıların içine dolgu malzemesi koyularak göğüs dekoltesi çekici hale getiriliyordu.2

Senator P. Cladius Pulcher’in sadece kadınlara açık olan Bona Dea törenine MÖ 62’de kadın kılığında katıldığında fascia’yı bu şekilde kullanması ve Ovidius’un da göğüs sargılarının aşk mektupları için iyi bir saklama yeri olduğunu belirtmesi, bu kumaş sargıların ne kadar yaygın olduğuna bir örnek teşkil ediyor.3 Sicilya’da, Villa Romana Del Casale’de görülen, egzersiz yapan kadınların betimlendiği yer mozaiğinden de anlaşılacağı üzere kadınlar, erkekler gibi, bikini altına benzeyen subligaculum (subligar) olarak adlandırılan alt çamaşırları giymekteydiler. Farklı materyallerden yapılan kumaşların zamanımıza kalıntıları kalmamakla birlikte su geçirmez keçi derisinden yapılma bir örneği Londra müzesindedir. Bu tip deri subligar’ları genelde kadınlar regl zamanlarında kullanıyor, tenleri ile çamaşır arasına paçavralar yerleştiriyorlardı.4 Romalı kadınlar ilk önceleri erkekler ile aynı giysileri paylaşıyorlardı. Bunların başında Romalıların ilkel ve ulusal kostümü olarak kabul edilen ve bir tür ihram olan toga geliyordu. Toga geleneklerine bağlı Romalıların uzun süre tercih ettiği yegane giysi iken; tunica, önce halk tabakasından başlamak üzere, ortaya çıkmakta gecikmedi. Tunica her ne kadar ilk başta halk tabakasının karakteristik ve yegane giysisi olsa da (tunicatus populus) daha sonraları soylular tarafından da benimsendi.5 O zamandan itibaren Roma devletinin tüm tarihi boyunca soylu halktan kölelere kadar herkes tarafından kullanılan en temel giyim materyali olmuştur.6 Tunica tüm İtalyan halk-

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 2. Sınıf Öğrencisi


19

Antik Roma’da, halk tabakasından, soylu sınıfa imparatorluk dönemi kadın giyiminden örnekler. Çizer: Dilara Sözen.


20

ları tarafından kullanılmıştır. Samnitler, Etrüskler ve tüm Roma eyaletlerinde de benimsenmiştir. Etrüskler zamanında kemerli veya bol bırakılarak kullanılmışsa da Roma’da üzüntü, yas tutma ve dini ritüellere uyma gibi özel sebepler dışında genel olarak kemerli kullanılmıştır. En basit şekli ile dikdörtgen bir kumaşın - yaklaşık olarak 200 cm x 150 cm - ikiye katlanıp tek bir taraftan dikilmesi ve omuzlardan tutturulması veya yine iki yanından dikilerek tüp şeklini almış kumaşın omuz kısımlarının da dikilerek kol ve baş kısmı için açıklık bırakılması şeklinde yapılıyordu. Tabii ki bu, kumaşın dokusuna ve verilmek istenen tarza göre değişiyordu.7 İki biçim de kolsuz olmakla birlikte, verilen genişliğe göre omuzlardan aşağıya sarkmakta idi. Daha karmaşık varyasyonları ise ayrı dokunmuş ve dikilmiş veya tek parça halinde dokunmuş8 kısa bir kol içermekteydi. Ön ve arka kumaşı omuzdan açıklıklar bırakılarak çeşitli noktalardan birbirine tutturulmuş - ki bu sayı 3 ile 7 arasında değişiyordu - tunica modeli esasen Yunanların Khiton’u (bir tür tunik) idi. Kadınların tunica’ları renk ve doku açısından oldukça çeşitliliğe sahipti. Genellikle iki çizgi veya bordür ile süsleniyordu. Soylu kadınlar uzun tunica’larını ayaklarına kadar sarkan kordon kemerler ile bağlıyor ve üzerlerine stola ve palla giyiyorlardı; fakat çalışan kadınlar ve köleler baldırlarına gelen kısa tunicae giyerken bir sicim ile tutturulmuş veya kemersiz görülmekteydi.9 Tunica’yı giyen kişi eğer 165 cm’nin altındaysa iki kemer veya kordon ile tunica’nun uzunluğunu kendisine uygun hale getirmekteydi. Kumaş yatay katlandığında öne gelen kısım bol bırakılırdı ki önde bollaşan kısım omuzlardan tutturulduğunda göğüs kısmında göze hoş gelen ve giyen için de rahatlık oluşturan “V” şeklindeki bir serbest yaka formunu alsın.10 Tunica üzerine giyilen stola’nın Romalı kadınların yaşamında ne zaman yer almaya başladığı hakkında kesin bilgi bulunmamakla ve erken Cumhuriyet döneminde yazarlar tarafından (Plautus, Terentius vb.) bu bahsedilmemekle birlikte Macrobius’ta adı geçen “uzun giysi” (Macrobius 1.6.13-14) eğer stola ise, ikinci Kartaca savaşı öncesi, sadece geleneksel biçimde, soylu sınıfa mensup kişilerin eşlerinin giydiği bir kıyafet olduğu sonucu çıkarılabilir. Cumhuriyet döneminde de giyildiğine dair bir kaç bulgu olsa da stola, Augustus döneminde altın çağını yaşamıştır. Özellikle zamanında giyimin ahlaki değerlere uygun olması bağlamında getirilen düzenlemeler kadın giyimini de etkilemiş ve stola büyük bir önem kazanmıştır. Stola aynı tunica gibi dikdörtgen, genellikle kalın bir materyalden yapılmış bir kumaşın kenarından dikilerek tüp şekline getirilmesi ve omuzlardan iğne (fibula),

broş veya dikişle tutturulması ile oluşturulur. Roma matronasının karakteristik giysisidir. Tunik üzerine giyilir. Ayak bileğini geçen uzunlukta bulunan kumaş omuzlardan tutturulur, ön kısmı “V” şeklinde bir yaka formu oluşturur ve bir kordon ile belden bağlanır. Çok parlak renkler uygun bulunmazdı. Çünkü stolanın başlı başına sembolik çağrışımları vardı: Sadece Roma vatandaşlarının eşleri tarafından giyilebilirdi. Uzunluğu ve hatlarını gizleyen formu bir dokunulmazlık işareti ve uygunsuz bakışları onlardan uzak tutacak bir kalkandı; Onların saygınlığının, ahlaki karakterinin, evliliklerine karşı olan sadakatlerinin ve statülerinin sembolik bir ifade biçimiydi. Ayrıca saygın görüntüsünün yanında serin havalarda oldukça işlevsel de oluyordu.11 Dışarı çıkarken stola veya tunica’nın üstüne alınan dikdörtgen formlu bir kumaş olan palla, omuzlardan dizlere kadar - bazen bileklere kadar dökümlü olurdu - katlamalarla çeşitli şekiller verilerek zarif bir görüntü oluştururdu. Sıklıkla başı örtme amaçlı da kullanılırdı. Toga gibi vücuda dolanır, kimi zaman da belde toplanırdı.12 Bir el dışarıda iken diğeri genellikle tamamen kumaşın altında gizli olurdu. Pratik işlevi az olduğundan, rahat ve az iş yapan kadınlar, zengin ve soylu kesim dışarı pallasız çıkmıyordu. Horatius kadınların stola ve palla giydikleri için sadece yüzlerinin görünüyor olmasından yakınır. (Saturae 1.2.94– 9) Kış aylarında yün; yazın ise keten, pamuk ve ipek tercih edilirdi. Romalılar, brokar ve fitilli kumaş13 da dahil olmak üzere, bir çok kumaş dokumuşlar ve gelişimini sağlamışlardır. Kumaşı istenilen biçimde dokumakta üzerlerine yoktu: yumuşak, transparan, esnek, kalın veya su geçirmez... En çok kullanılan materyal koyun yünü idi. Keçi kılı ise çoraplar ve kalın pelerinler için kullanılıyordu. İkinci en çok kullanılan kumaş ketendi.14 İpek doğudan ithal ediliyordu ve fiyat bağlamında kilosu altının kilosu ile eşitti. İki cinsiyet tarafından da giyilse bile erkekler için kadınımsı bulunuyordu.15 Pahalı kumaşlar altın ipler de içermekteydi. Altın, kumaşın üzerine işleme şeklinde de kullanılırdı;16 fakat hepsinden öte kadına en önemli etkiyi sağlayan nitelik renkti. Renklere gelince, bir Roma matronası için en tercih edilen renk beyaz (albus) olmakla birlikte birçok renk vardı: deniz yeşili (cumatile), ametist (amethystinus), açık pembe, palamut rengi, badem rengi, mor, koyu gül rengi (nigrantis rosae), scarlet (nimiae eius nigritiae austeritas illa nitorque) ve hatta ilk başta siyah gibi dururken, ışık vurduğunda parlayan, pıhtılaşmış kan rengi... Bu renklerin çoğu bitkisel ve mineral boyalardan elde edilirken mor, mavi ve kırmızının bazı tonları Fenikeliler tarafından bulunup


ihraç edilen bir deniz salyangozundan (murex) elde edilmekteydi. Muhtemelen nadir oluşunun da etkisiyle, özellikle de altın ile buluştuğunda, geleneksel savurganlığın bir özeti oluyordu. Hatta kıyafetlerde morun kullanımına ara vermek için Lex Oppia (Oppia Yasası, MÖ 215) adında bir yasa çıkarılmıştı.17 Roma’da evlilik, merasimli ve meşru olarak yurttaş hukukunun bir parçası olan Ius Conubii’ye (Evlenme hakkı) dayanıyordu. Düğün töreninde gelin adayı genç kız, giymekte olduğu günlük giysisini çıkarır ve onu oyuncaklarıyla birlikte tanrılara adardı. Düğün elbisesi beyazdı. Gelin adayı bu elbiseyi (tunica recta) düğünden bir gece önce yatarken de giyer, sarı bir türban (reticulum lutcum) takardı.18 Üzerinde yün bir kemer olurdu ve bu kemer gece damat tarafından çözülecek özel bir düğüm (nodus Herculaneus) ile bağlanırdı. Gelin başını, flammeum adı verilen kırmızı bir örtü ile örterdi. Evlenmeden önceki saç şeklini değiştirir, saçlarını ortadan ikiye ayırıp örer, bunları yün kurdeleler (vittae) ile başa tuttururdu. Buna hasta recurva veya hasta caelibaris denirdi.

Roma döneminden önce, yaklaşık MÖ VII. yüzyıl civarı, oval veya baklava dilimi şekilli Villanovan kemerler kadınlar veya erkekler tarafından kullanılmaktaydı. Kadınlar Helenistik modayı takip ederek giysilerini yukarıdan sıksalar da bazen bel ve kalça hizasından da bağladıkları görülmektedir. Genellikle çeşitli doku ve renklerde kordonlar kullanılmış, MS III. yüzyıldan itibaren ise daha süslü, uçları daha sarkık kemerler, IV. yüzyıldan sonra da taşlarla süslü tokalı kemerler kullanılmaya başlanmıştır.22 Mücevherat her daim Romalı kadınlar için değişilmez bir dost olmuş; elbiselerini, boyunlarını, kulaklarını ve saçlarını süslemiştir. Romalılar Etrüsk halkının bu konudaki zanaatkarlığından çok şey öğrenmiştir. Özellikle Etrüsk kalıntılarında bulunan kolyeler bugün bile şık ve zarif bulunmaktadır. Roma kolyeleri inci ve taşlarla bezeli olmakla birlikte MS I. yüzyıldan itibaren altın paralar da kolyeleri süslemiştir. Mısır mumya resim portreleri Roma dünyasında kol-

Ayrıca çiçeklerden yapılma bir taç (corona) ile de süslenirdi. Bu saç tuvaleti iffet ve namusluluk işareti idi. Gelin aynı renkten bir ayakkabı (socci) giyer, bizzat kendisi tarafından toplanmış bir çiçek demeti taşırdı.19 Vesta rahibelerinin de Romalı gelin adayları gibi sembolik baş tuvaletleri vardı. Kırmızı ve beyaz yün kurdeleler (infulae) baş etrafında bir kaç kez döndürüldükten sonra sarkık düğümler şeklinde (vittae) bırakılırdı. Rahibelerin saçları muhtemelen kısa kesildiğinden ve gelin başı ile özdeşleştirildiğinden böyle bir baş tuvaleti tercih edilmiştir. Rahibeler ayrıca kurban törenlerinde mor bordürlü dikdörtgen bir örtü (suffibulum) takarlardı.20 Ayakkabılar, özellikle soylu sınıf için, iç ve dış olmak üzere ayrılırdı. Ayakkabı tabanı bir kaç kat deriden yapılsa da bazen son kat mantar meşesi kabuğundan olur ve üst kısım ayakkabıya dikilirdi. Literatürde botların ve sandaletlerin bir çok değişik adı olmakla birlikte (soleae, socci, creppidae), en çok kullanılanlardan biri calceoli veya calcei muliebres adı verilen, yumuşak deriden yapılan, bilekte biten, kimi zaman kapalı, kimi zaman kafes biçimli bir örgüsü olan ayakkabılardır. İçeride ve banyolarda daha çok sandalet tercih ediliyordu. Beyaz renk, kadınlar arasında oldukça popülerdi. Kimi zaman mantar taban kalın tutularak giyen kişiye boy avantajı da sağlamaktaydı. Ayakkabılar kıymetli taşlarla ve incilerle süsleniyordu. Alt sınıf, işçiler ve köleler bir tür takunya olan sculponeae giymekteydiler.21

tunica ve stola’nın kullanım biçimi Çizer: Dilara Sözen.

21


22

yenin nasıl bir moda haline geldiğini göstermektedir. I. yüzyıl portrelerinde bir kolye gözükürken sonradan iki, hatta üç kolye takıldığı gözlemlenmiştir. İmparatorluğun sonlarına doğru büyük taşlarda ve incilerle süslü, tüm gerdan bölgesini kapsayan iri altın kolyeler takmışlardır.23 Halka ve disk şeklindeki sarkık küpeler oldukça popülerdi. Üstlerinde bazen bezemeler, insan veya hayvan başları -özellikle aslan- ve Eros, Victoria figürleri görülüyordu.24 Bilezikler özellikle Roma eyaletlerinde yoğun bir biçimde kullanılmaktaydı. Yılan biçimli bilezikler, bilek ve kollara takılıyordu. Metaller, kemik, fildişi, karakehribar, cam gibi materyaller bezeme şeklinde bileziği süslemekte idi.25 Yüzük Yunan ve Roma kültüründe genel olarak mühür yüzüğü olarak kullanılsa da estetik ve şıklık amaçlı kullanımı da vardı. Ufak bir anahtar içeren ve bir kutuyu veya sandığı açan anahtar yüzükler de bulunmaktaydı. Evli kadın yüzük takardı; lakin, bu evlilik yüzüğü esasına dayanmayan bir davranıştı.26 Romalı kadınlar tunik ve elbiselerini süslü, oymalı iğneler (fibula) ve broşlarla tuttururlardı. Saç iğneleri baş kısımları bezemeli, uç kısımları sivri, çeşitli materyalden yapılmış çubuklardı. Latincede sokak kadınına meretrix denirdi. Öte yandan togata adı da atfedilirdi fakat bu sadece Roma’da yaşayan hayat kadınları için geçerliydi.27 Fahişelik yapan bu kadınlar dans eder, şarkı söyler ve gitar çalmayı bilirlerdi. Bazıları şiir ve edebiyattan anlarlardı. Ve en önemli baştan çıkarma sanatları, Ovidius’un Aşk Sanatı (Ars Amatoria) adlı kitabında bahsettiği gibi, saç ve makyajlarıydı. Mücevherler, akik taşı, değişik saç modelleri, saç boyaları, peruklar, diş macunu, kaş ve kirpik boyaları, omuzları kaldırmak için yastıklar, gerdan düzeltme işlemleri... İşte bu kadınlar güzelliklerini bu ve bunun gibi bir çok ayrıntıya borçluydular. Sokak kadınlarının Roma’da özel giysileri vardı. Bu da onların soylu kadınlarla veya patronları ile karışmalarını engelliyordu. Stola veya palla giyemezlerdi. Bazen uzun, kimi zaman da işlerini yaparken kısa tunica giyerlerdi. Tercih ettikleri kumaş oldukça inceydi. Horatius kıyafetlerinin nerdeyse çıplak sayılabilecek kadar transparan olduğundan bahseder. (Saturae 1.2.95–104) Dışarı çıkarken erkekler gibi soluk renkli bir togaya sarınırlardı. Toga her ne kadar statüsü düşmüş matronanın kullandığı bir giysi olsa da fahişelere togata adının verilmiş olması genel olarak sokak kadınları tarafından kullanıldığını düşündürmektedir. Saçlarına genç kızların ve evli kadınların taktıkları çemberlerden takamazlardı ama bu kadınlar yine de kendi hüzünlü giysilerine bile değişik bir hava, çekicilik katmakta ustaydılar. Elbiseleri kısa olduğu için ayak bileklerine altın halkalar takarlardı.

Bu farklı giyim zamanla kalktı. Hatta öyle ki MS II. asırda Tertullianus, fahişelerle şerefli kadınların ayırt edilemediğinden şikayet eder.28 Roma’da sadece sokak kadınları değil, tüm kadınlar saçlarına çeşitli yağlar sürerek veya saçlarını kestirerek saç bakımı yapıyorlardı. Saç stilleri oldukça hızlı değişiyordu. Bir model hemen tatbik ediliyor ve kısa sürede değişime uğruyordu. Peruklar, yapay örgüler, saç iğneleri ve taraklar bu görünümü zenginleştiriyordu. Saç stilleri statü, yaş ve etnik kökeni de ifade etmekteydi. Çoğunlukla saç modelleri arkada topuz ve önde lüleler şeklinde yapılıyordu ve en dramatik versiyonu Flavius hanedanlığı zamanındaydı. (MS 69-96) Alın üzerindeki lüleler bir sıraya sokularak karmaşık modeller meydana getiriliyordu. Bir çok saç stili yapay saç, saç parçaları, çeşitli doldurma malzemeleri gerektiriyordu. Bazı kadınlar tamamen peruk takmaktaydı. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Vesta rahibeleri ve gelinler için seni crines adı verilen bir işlem uygulanmaktaydı. Bu işlem çeşitli ritüeller için yapılırdı. İçeriği saçın altı parçaya bölünmesi ve örülerek infulae ile toplanması idi. Saygın bir Roma matronası için en çok tercih edilen model, saçın üst kısımdan ayrılıp topuz yapıldığı, altta kalan saç tutamlarının o topuzun etrafında örgüler veya el ile kıvrılarak dolandığı tutulus idi.29 Kozmetik malzemeleri (cultus) Roma kadını için büyük önem ifade etse ve günlük kullanılsa da renkli ve parfümlü vücut yağlarının düzenli kullanımı dışında modern anlamdaki kozmetikle bir değildi. Romalı kadınlar yüzlerini beyazlatmak için lanolin (yünden çıkan yağ) veya domuz yağına karıştırılmış beyaz kurşun (cerussa) kullanırlardı. İs veya kurum da yağlarla karıştırılıp siyah göz boyası olarak, aşı boyası ise yanaklar ve dudaklara renk vermek amaçlı kullanılırdı. Şarap posası ruj, safran tozu far yerine geçerdi. İdeal yüz güzelliği beyaz ten, kırmızı dudaklar, koyu renk kaş ve kirpiklerden ibaretti. Sağlıkları için kimi zaman aşırı tehlikeleri olan bu güzellik ürünlerini eski çağ kadınları her şeye rağmen kullanmaya devam etmişlerdi.30 Eski çağda da tıpkı günümüzde olduğu gibi kadın modası ve giyimi devamlı olarak bir değişim içinde idi. Kimi zaman belki bir savaş, belki bir kanun neticesinde çok hızlı ve ani, kimi zaman farklı kültürlerin etkisi ile kendini hissettirmeden hayatlara sızan bu değişim, Plautus’un, eseri Epidicus’ta konuşturduğu bir karakterinin sözlerine şöyle yansır: “Bu kadınlar, her sene giysilerine yeni isim bularak ne yapıyorlar, efendim? Gevşek örgü tunik, kapalı örgü tunik, keten mavisi, içlik, altın kenar, kadife çiçeği


veya çiğdem tunica, düz inen, belden bağlı, kısa şal, asil veya egzotik, dalgalı veya tüylü, kırışık veya kolay şekil alan ve bunların hiç birisi incir çekirdeğini dolduracak kadar anlam ifade etmiyor”31 Bir anlam ifade etsin veya etmesin, kadın, tarih boyunca her daim yetiştirilmenin, geleneklerin ve belki göze hoş görünmenin kaygısı ile estetiğin peşine düşmüş, giyim ve kuşama farklı anlamlar yüklemiştir. An itibarıyla devam ettirdiği bu eylemi, dikkat çekiciliğin, ilginin ve Romalı kadının durumunda sıklıkla gördüğümüz statü belirtmenin verdiği hoşnutluk sonucu, görünen o ki, tarihin gelecek sayfalarına aynı şekilde aktarmaya devam edecektir. DİPNOTLAR 1. J. P. V. D. Balsdon, Roman Women: Their History and Habits, The Bodley Head Ltd, Londra 1962, s. 252. 2. Liza Cleland, Glenys Davies, Lloyd Llewellyn-Jones, Greek and Roman Dress A to Z, Routledge New York 2007, s. 203. 3. a.g.e., s. 23. 4. Kristina Killgrove, Dr. Sarah E. Bond, Caesar Undressing: Ancient Romans Wore Leather Panties and Loincloths, 19 Haziran 2015. bknz: http://www.forbes.com/sites/kristinakillgrove/2015/06/19/caesar-undressing-ancient-romans-wore-leather-panties-and-loincloths. 5. Nezaket Delen, Eski Roma’da Kadın (Bitirme tezi), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi, İstanbul 1982, s. 36. 6. Liza Cleland, Glenys Davies, Lloyd Llewellyn-Jones, Greek and Roman Dress A to Z, Routledge, New York 2007, s. 100. 7. “Kadınlar kumaşlarını evde dik dokuma tezgahlarında kendileri dokuyorlardı; fakat imparatorluk zamanında bu değişmiş ve dokuma işi zanaatkarlar ve özel işçiler tarafından ele alınmıştır. Bu işlem bir nevi ata yadigarı olduğundan, yine de bazı daha tutucu ev kadınları belki biraz da gurur meselesi yaptıkları için geleneksellikten vazgeçmeyerek, yine kendileri ve tüm ailesi için kumaş dokumaya devam etmişlerdir.” Judith Lynn Sebesta, Larissa Bonfante, The World of Roman Costume, The University of Wisconsin, Wisconsin 2001, s. 221. 8. “Mısır buluntuları göstermektedir ki, parça parça birleştirmektense koldan kola tek bir parça halinde dokumak gayet olağandı.” Liza Cleland, Glenys Davies, Lloyd Llewellyn-Jones, Greek and Roman Dress A to Z, Routledge, New York 2007, s. 200. 9. a.g.e., s. 200. 10. Judith Lynn Sebesta, Larissa Bonfante, The World of Roman Costume, The University of Wisconsin, Wisconsin 2001, s. 221. “Neplos müzesi Herculaneum da dans eden kızlar figürleri tarafından da giyildiğini gördüğümüz ve aslen bir tür yunan tuniği olan peblos’un da Romalı Kadınlar arasında popüler olduğunu görüyoruz.” a.g.e., s. 223. 11. Liza Cleland, Glenys Davies, Lloyd Llewellyn-Jones, Greek and Roman Dress A to Z, Routledge, New York 2007, s. 182. 12. Ara Pacis Augustae sunağının frizlerinde örneği görülmektedir. 13. “Öyle kalın ve kompleks fitilli kumaşlar vardı ki Gallia Cisalpina’da dokundan 3 katlı fitilli kumaş ancak testere ile kesilebilirdi.” (Martialis, 14.143).

14. “İpek her ne kadar MÖ VI. yy.’da Aristoteles tarafından belirtilse de yaygın bir şekilde kullanımı MS VI. yüzyılı bulmuştur.” J.P.V.D. Balsdon, Roman Women: Their History and Habits, The Bodley Head Ltd, Londra 1962, s. 253. 15. “Yine de İmparator Elegabalus ipekten başka bir kumaş tercih etmemiştir.” a.g.e., s. 254. 16. Liza Cleland, Glenys Davies, Lloyd Llewellyn-Jones, Greek and Roman Dress A to Z, Routledge, New York 2007, s. 65. 17. J.P.V.D. Balsdon, Roman Women: Their History and Habits, The Bodley Head Ltd, Londra 1962, s. 254. 18. “Bu türban gelin tarafından, dik dokuma tezgahında dokunur ve koruyucu tanrılara (Lares) adanırdı.” Liza Cleland, Glenys Davies, Lloyd Llewellyn-Jones, Greek and Roman Dress A to Z, Routledge New York 2007, s. 24. 19. Nezaket Delen, Eski Roma’da Kadın (Bitirme tezi), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi İstanbul 1982, s. 27 ve Liza Cleland, Glenys Davies, Lloyd Llewellyn-Jones, Greek and Roman Dress A to Z, Routledge New York 2007, s. 24. 20. a.g.e.,s. 206. 23

21. a.g.e., s. 169. 22. a.g.e., s. 19. 23. a.g.e., s. 128 -129. 24. a.g.e., s. 54. 25. a.g.e., s. 22. 26. a.g.e., s. 161-162. 27. “Mereo: kazanıyorum fiilinden türemiştir” Nezaket Delen, Eski Roma’da Kadın (Bitirme tezi), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi İstanbul 1982, s. 16. 28. a.g.e., s. 20. ve Liza Cleland, Glenys Davies, Lloyd Llewellyn-Jones, Greek and Roman Dress A to Z, Routledge New York 2007, s. 155. 29. a.g.e., s. 86 ve s. 167. “Ovidius Ars Amatoria adlı kitabında, kadınların saçının dökülmesinden ve beyazlayınca German bitkileri ile saçlarını boyadıklarını lakin yeterli bulmadıkları için paralarına kıyıp perukaları hiç utanmadan aldıklarından ve hatta Bona Dea tapınağında, beklenmedik şekilde ismi ile çağrılan kadının, aceleden peruğu ters giyerek geldiğinden bahseder.” J.P.V.D. Balsdon, Roman Women: Their History and Habits, The Bodley Head Ltd, Londra 1962, s. 258. 30. Liza Cleland, Glenys Davies, Lloyd Llewellyn-Jones, Greek and Roman Dress A to Z, Routledge, New York 2007, s. 120. 31. J.P.V.D. Balsdon, Roman Women: Their History and Habits, The Bodley Head Ltd, Londra 1962, s. 253. KAYNAKÇA BALSDON, John Percy Vyvian Dacre, Roman Women: Their History and Habits, The Bodley Head Ltd, Londra 1962. SEBESTA, Judith Lynn, BONFANTE, Larissa,The World of Roman Costume, The University of Wisconsin Press, Wisconsin 2001 CLELAND, Liza, DAVIES, Glenys, JONES, Lloyd Llewellyn, Greek and Roman Dress A to Z, Routledge, New York 2007. DELEN, Nezaket, Eski Roma’da Kadın (Bitirme tezi), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi İstanbul 1982, KILLGROVE, Kristina, BOND, Sarah E., Caesar Undressing: Ancient Romans Wore Leather Panties and Loincloths, 19 Haziran 2015. bknz: http://www.forbes.com/sites/kristinakillgrove/2015/06/19/caesar-undressing-ancient-romans-wore-leather-panties-and-loincloths.


ANTİK KÜLTÜR GELENEĞİNDE ALYANS VE KÜPENİN YERİ Burcu Meltem TOHUM * 24

a. Alyans Kelime anlamı “ittifak, bağlamak” olan alyansın (nuptiarum annulum), Latincede ligo, ligare fiilinden geldiği savunulmaktadır.1 Antik Roma, Mısır ve Yunan kültürlerinde tarih boyunca görülen alyans, eski çağlardan itibaren sol elin parmağına takılırken; bu geleneğin Latin Avrupa inancından geldiği bilinmektedir. Vena Amoris yani, “Aşk Damarı” olarak çevrilen Latince deyiş, bu geleneği doğrularken; sol elin parmağından geçen bir damarın doğrudan kalbe gittiğini anlatmaktadır.2 Antik dönemlerde bitkilerden yapılan alyans çoğunlukla kenevir, kemik ve fildişine yüzük şeklinin verilmesiyle elde edilmiştir.3 Geçmişten günümüze evlilik sembolü olsa da, Antik Roma’da sadece kadınların taktığı, üzerine duygusal sözler yazıldığı alyanslar zamanla demirden yapılmaya başlanmış ve erkekler tarafından da kullanılmıştır. Alyansın evlilik, nişan için kullanımı MS 2. - 3. yy’da başlamıştır.4 Alyansın evlilik sembolü olarak kullanılması Antik Roma halkından diğer uygarlıklara yayılırken yüzük uzun zamanlar boyunca güç ve rütbe belirten bir eşya olmuştur. İtalya Yarımadası’nda kurulan Roma Uygarlığı’nda başlayan alyans kavramı bir kültür çerçevesinde günümüze kadar gelmiştir ve bağlılık, aşk sembolü olarak görülmüştür. Tarih boyunca alyansın daire şeklinde veya yuvarlak olması evliliğin başlangıçtan bitiş noktasına kadar sonsuza dek süreceği inancını yay-

gınlaştırmıştır. Zamanla tüm kültürlerde benimsenen alyans, 1600’lü yıllardan sonra evlilik sözleşmesinin olmazsa olmazı haline gelmiştir.5 Alyans, günümüzde de aynı geleneği sürdürmeye devam etmektedir. b. Küpe Vücut estetiğinde bilinen en eski yöntem olan “kulak delme,” tarih boyunca dünya kültürlerinin pek çoğunda görülürken, küpeyi de beraberinde getirmiş ve kavimlere göre değişik amaçlarla kullanılmıştır.6 Bilhassa kadınlar için güzellik amacıyla kullanılan küpe, eski dönemlerde onlar tarafından sıkça kullanılırken, buna bağlı olarak Antik Roma ve Yunan kabartmalarında iri küpeler takmış kadın şekilleri görülmektedir. Özellikle Antik Mısır’da altın işlemeciliğiyle beraber zarifleşen küpelerin kullanımına özgürlük kısıtlaması getirildiği için Orta Çağ öncesine kadar rahatlıkla kullanılamamıştır. Küpelerin toplumda rahatlıkla takılıp, kullanılmaya başlanması ise Rönesans dönemine rastlar.8 Ortaçağ döneminde halka biçimi alan küpeler kadınlar tarafından iki kulağa da takılıyordu, bunlar aynı dönem içerisinde erkeklerin de tercih ettiği bir eşya olmuştur. Kadınlar için bir süs eşyası olan küpe, erkekler için rütbe belirten; gücü simgeleyen bir eşyaydı.9 Küpenin sosyal konum belirlemesi ve iktidar simgesi olarak kabul edilmesi Bizans, Yunan, Roma, Mısır gibi uygarlıklarda görülmektedir. Frigler, Hititler gibi Anadolu kültürlerinde de görülen küpe, gücü simgelemek için kullanılmamıştır.

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi


Bu kültürlerde küpe daha çok süs eşyası veyahut ihtiyaçtan dolayı kullanılmıştır. Misal, eski çağlarda bir dönem denizciler tarafından tek kulağa takılan küpenin amacı, uzak yolculuklara çıkan, yuvasına ve yurduna geri dönemeyeceği denizcilerin korkusuna dayanmaktadır. Uzun yolculuklarda başlarına bir şey gelmesi durumunda küpe takan denizcilerin buradaki amacı cesetleri karaya vurduğunda cenaze masrafları için ailesine kulağındaki küpeleri bırakmasıdır.10 Bunun dışında bir dönem kölelik simgesi olarak da kullanılan küpe eski medeniyetlerden günümüze farklı inanış biçimleriyle gelmiştir. DİPNOTLAR

GEÇMİŞ KONFERANSLAR KLASİK FİLOLOJİ SEMİNERLERİ 2015-2016/1 İstanbul Üniversitesi Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı tarafından her yıl düzenlenen Klasik Filoloji Seminerleri’nin 2015-2016 akademik yılındaki ilk etkinliğinde 1 Aralık 2015 Salı günü saat 16.00’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kurul Odası’nda Doç. Dr. Ufuk Kocabaş, “Geçmişe Açılan Kapı: Yenikapı Batıkları” adlı sunumunu gerçekleştirdi.

Kocabaş, 10 yıl süren ve bir kurtarma kazısı olan Yeni1. Thomas Martin, R., Ancient Greece, Yale University kapı Batıkları Kazısı’ndaki bilimsel süreç ve yöntemPress, 2013, s. 71. leri anlattıktan sonra bu çalışmalar sonucunda İstanbul 2. a.g.e., s. 71. Üniversitesi bünyesinde Sualtı Varlıklarını Koruma 3. Keith Jonathan, Roman Dress and the Fabrics of Ro- Anabilim Dalının kurulduğunu vurguladı ve projenin man Culture, Phoenix Sipplementary Volumes, 2008, ülkemizde su altı arkeolojisine kattığı yenilikçi yaklaşım ve yöntemlere değindi. s. 98. 4. Thomas Martin, R., Ancient Greece, Yale University Press, 2013, s. 87. 5. a.g.e., s. 89. 6. a.g.e., s. 114. 7. Keith Jonathan, Roman Dress and the Fabrics of Roman Culture, Phoenix Sıpplementary Volumes, 2008, s. 125. 8. a.g.e., s. 125. 9. a.g.e., s. 138. 10. Keith Jonathan, Roman Dress and the Fabrics of Roman Culture, Phoenix Sıpplementary Volumes, 2008, s. 27. KAYNAKÇA JONATHAN, Keith, Roman Dress and the Fabrics of Roman Culture, Phoenix Sıpplementary Volumes, Phoenix 2008. Martin, Thomas R. Ancient Greece, Yale University Press, 2013. Garnsey, Peter, The Roman Empire: Economy, Society and Culture, University of California Press, 2015. Rutter, Keith N., Word And Image In Ancient Greece, Edinburgh Leventis Studies, 2000. Golden, Mark, Sex and Difference in Ancient Greece and Rome, Edinburgh University Press, 2003.

Çarşamba ToplantılarI 25/26 İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü tarafından düzenlenen Çarşamba Toplantıları’nın 25 ve 26.’ları gerçekleştirildi. 10 Şubat 2016’da İstanbul Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Hamdi Sayar, “Eskiçağ Araştırmalarında Zaman ve Mekan” adlı sunumunu gerçekleştirdi. 3 Mart 2016’da “Klasik Filoloji ve Metodolojisi Üzerine” adlı sunumunda İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Ekin Öyken, klasik filolojinin temellerine değindi.

FAYDALI BAĞLANTILAR Topluluk üyelerimizden Kerem Kuddaş’ın derlediği, antik dünyayla ilgili çoklu bağlantılar, çevirim içi / indirilebilir sözlükler ve haritalar gibi pek çok faydalı bağlantıya aşağıdaki adresten ya da QR kod okuyucusu yüklü mobil cihazlarınızdan erişebilirsiniz. www.iuklasikfiloloji.tumblr.com/baglantilar


LIBER GENESIS 2.8 - 3.24 BAĞLAMINDA MULIER, UXOR ve VIRAGO SÖZCÜKLERİ: KaDININ ERKEK KARŞISINDAKİ KONUMU A. DOĞUCAN HANEGELİOĞLU*

26

Söz konusu kutsal metinler olduğunda, dil ve anlatım ilâhî sözün doğru anlaşılması bakımından oldukça önemli addedilmiştir. Hattâ müstakil olmayan birçok gramer çalışması bu doğru anlama ihtiyâcından doğmuştur. Örneğin Hindistan’da Brahmanlar yaratılışın başından beri vârolduğuna inandıkları Vedaları doğru anlayabilmek ve ilâhî sözün saflığını koruyabilmek adına birçok çalışma yapmışlar ve günümüz ölçülerinde dahi çok geniş kapsamlı olan bir terminolojinin oluşmasını sağlamışlardır.1 Yine aynı şekilde konumuzla bağlantılı olarak Yahudî din adamları Tanakh’ı doğu anlamak için İbrânîce üzerine titizlikle eğilmiş ve kendilerine has bir literatür oluşturmuşlardır. Rabbinik Literatür olarak adlandırılan bu alanın temel aldığı metin Yahudîlerin kutsal kitabı olan Tanakh2 olmuş ve tüm Rabbinik yazılar Yehowa’nın sözünün saflığını iyice kavrayıp koruyabilmek adına yazılmıştır.3

kadın ve erkeğin hiyerarşik konumları hakkında bize kayda değer fikirler verecektir. Özellikle Batı düşüncesini, içtimâî hayâtını uzun yıllar boyunca dizayn etmiş olan ve Yahudî geleneğinden gelen metinler -her ne kadar Batı’daki etkileri Hristiyanlık aracılığıyla ortaya çıkmış olsa da- bu konuda önem arz etmektedir. Bunun için de Kitâb-ı Mukaddes’te yaratılışın ve İsrâiloğulları soyunun anlatıldığı Liber Genesis’e başvurulacak, Hieronymus’un orijinal metindeki belli kelimelere Vulgata’da bulduğu karşılıklar incelenecek, adlandırmaların etimolojik ve morfolojik açılımları ışığında kadının erkek karşısında yaratılıştaki hiyerarşik konumu hakkında bâzı mülâhazalar öne sürülecektir.6 Liber Genesis’te Aden Bahçesi Bağlamında Kadın Liber Genesis’teki kadın, yaradılışı bağlamında adlandırmalar üzerinden incelenecek. Gen. 2.8’de başlayan Aden Bahçesi anlatısından önce kadın kavramına dokunan ilk ifâde Gen. 1.27’de karşımıza çıkıyor:

Bu ahvâl içinde bizi ilgilendiren en önemli husus “adlandırma”dır. (Appellatio) Adlandırma bir varlığın neliği üzerine en temel cevâbı verecektir. Özellikle argumentum ex verbo’nun4 hâkim olduğu alanlarda sözün bize anlattığı şey, sözün ilgili olduğu toplumu da bir noktasından açığa vuracaktır. Hâliyle hele ki kutsal metinlerde, adlandırmaları düz bir şekilde okumak yerine gerçeğe dokunduğu ve gerçeği yansıttığı noktalardan yakalamak gerekmektedir.5

“…ve Elohim7 insanı kendi sûretince yarattı Elohim’in sûretince yarattı onu erkek ve dişi olarak yarattı onları.”

İşte nitelik saptamada önemli bir görev üstlenen adlandırma edimi, Liber Genesis (Tekvin) bağlamında,

Bu âyette kadın için doğrudan fēmina kelimesi kullanılmıştır ancak zannımca bu kullanım, kadının

et creavit Deus hominem ad imaginem suam ad imaginem Dei creavit illum masculum et feminam creavit eos

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 4. Sınıf Öğrencisi


27

Albert Durer, Âdem ile Havvâ, 1504


özel ismini alana kadar geçirdiği evreleri es geçerek, vâr edişin son safhasındaki durumu anlatmaktadır ve en nihâyetinde bu fēmina kullanımı doğrudan “kadın”ı değil, “dişi” cinsi karşılamaktadır. Mezkûr âyette erkeğin de vir yerine masculus ile karşılanması sanırım bu durumu pekiştirmektedir.8 Gen. 2.23 kadının yaratılışını anlatan âyettir:

28

et aedificavit Dominus9 Deus costam quam tulerat de Adam in mulierem et adduxit eam ad Adam “Sonra Yehowa Elohim, Âdem’den aldığı kaburgayı bir kadına evirdi ve onu Adem’e yönlendirdi.” Bu yaratım metodu, görünüşte kadını erkeğin bir parçası yapmakla berâber aynı zamanda hiyerarşik olarak erkeği kadının önüne koyar. Gerçi her hâlükarda erkek daha önce yaratılmıştır ama kadın müstakil olarak vâr edilmemiş, erkeğin kaburgasından vücûda gelen bir canlı olmuştur. Erkek bu silsilede “öz” konumundadır. Bu âyette dikkat çeken esas nokta kadının adlandırılmasıdır. Bu adlandırma İbrânîce metinde ayrı, Lâtince metinde ayrı vurguları da berâberinde getiriyor. İbrânîce metinle ilgili etimolojik bir çıkarım daha sonra virāgo kelimesi üzerinden yapılacağı için şimdilik Gen. 2.23’teki adlandırma üzerine tartışılacak. Gen. 2.23’te kadın fēmina olarak değil mulier olarak adlandırılıyor. Mulier’in sème’lerinden en önde geleni en nihâyetinde “kadın”dır fakat genel olarak evli kadını işâret eder.10 Mulier kelimesi bâzı Lâtin yazarlarında şu şekillerde kullanılıyor: …uti videant et investigent ecqua virgo sit aut mulier…. “…bir bâkirenin yâhut evli bir kadının olup olmadığını görmek ve tetkîk etmek için…” (Cic. Ver. 2.1.63) *** ut Cicero obiurgantibus, quod sexagenarius Publiliam virginem duxisset, cras mulier erit, inquit. “Altmış yaşındaki Cicero’nun, bâkire Publilia’yla evlenmesi sebebiyle kendisini ayıplayanlara “yarın kadın olacak” demesi gibi…” (Quin. Inst. 6.4.75) Bu iki örnekte ve bundan başka örneklerde de görüleceği üzere mulier evli kadını işâret ediyor.11 De Vaan bu kelimenin kökeninde mollis sıfatının olduğuna dâir görüşlerin varlığından söz eder.12 Son olarak Liber Genesis’in ilk dört bâbında kadın için mulier kelimesi toplamda dokuz kez kullanılmış.13 Mulier’den başka, hem spesifik olarak Tevrat hem

Liber Genesis (Elyazması), Pergamenthandschrift Koleksiyonundan de belki de bütün bir Kitâb-ı Mukaddes için kadının rolünü esas mânâsıyla belirleyen kelime ise uxor kelimesi. Uxor ilk dört bölümde Âdem’in eşi bağlamında dokuz kez kullanılmış.14 Uxor kelime anlamı olarak da doğrudan “zevce”dir.15 Erkeğin eşidir. Aden Bahçesi’nde erkeğin kaburgasından yaratılmış olan kadın, en çok uxor sıfatıyla anılmıştır. Bu da kadına verilen rolün en başta erkeğin yoldaşlığını yapmak, erkeğin zevcesi olmak olduğunun adlandırma yoluyla dışa yansımasıdır.16 Lâtince’de genel olarak “insan” anlamına gelen homo kelimesi Âdem için defaatle kullanılmışken, kadın için hiçbir zaman kullanılmamıştır, örn.: quam ob rem relinquet homo patrem suum et matrem et adherebit uxori suae et erunt duo in carne una “Bu yüzden insan annesini ve babasını terk edecek ve sâdık olacak karısına ve ikisi aynı bedende can olacaklar.” (Gen. 2.24)


Görüldüğü gibi Âdem homo’dur. Kadın ise uxor’dur. Vir – Virāgo Kadının erkek karşısındaki hiyerarşik konumunu en iyi yansıtan morfolojik ilişki ise vir ve virāgo kelimeleri arasındaki ilişkidir.17 Gerçi semantik olarak virāgo sözcüğü, kadın için kullanıldığını daha önce gördüğümüz mulier sözcüğüyle bir tezat yaratıyor gibi görünmektedir. Yine de Hieronymus’un esas amacının İbrânîce metni bozmadan erkek ile kadın arasındaki ilksel ilişkiyi olduğu gibi yansıtmak olduğu kanaatindeyim. Çünkü Hieronymus’un vir ve virāgo arasında kurduğu etimolojik ve morfolojik ilişki, tamâmıyla İbrânîce metne dayanmaktadır. Hieronymus’un Gen. 2.23 çevirisi şu şekildedir: dixitque Adam hoc nunc os ex ossibus meis et caro de carne mea haec vocabitur virago quoniam de viro sumpta est. “Âdem dedi ki: bu kemik benim kemiklerimden, bu et benim etimden, o (kadın) virago olarak anılacaktır çünkü vir’den (erkek) çıkmadır.” Hieronymus tarafından virāgo sözcüğünün kullanılması, daha önce belirtildiği gibi mulier sözcüğünün özüyle çelişiyor. Bunun sebebi mulier’in “nezâket; incelik” vb. eğilimlere sâhip olmasına rağmen virāgo’nun bilâkis “savaşçı, erkeksi kadın” anlamına gelmesidir.18 Burada bu tezatı daha da ileri götüren edim, âyet sıralamasında Gen. 2.22’de mulier’in, Gen. 2.23’te virāgo’nun kullanılmış olmasıdır. Kanaatimce Hieronymus’un virāgo’yu seçmesinin temel sebebi, orijinal metne sâdık kalmaktır. Torah’ta19 geçtiği hâliyle Gen. 2.23 şöyledir: ‫ ּובָ ׂשָ ר ִמּבְ ׂשָ ִרי; לְ ז ֹאת‬,‫ ז ֹאת הַ ַּפעַם עֶצֶ ם מֵ עֲצָ מַ י‬,‫ הָ אָ דָ ם‬,‫ַוּי ֹאמֶ ר‬ ‫ ּז ֹאת‬-‫ ּכִ י מֵ ִאיׁש לֻקְ חָ ה‬,‫יִ ּקָ ֵרא ִאּׁשָ ה‬ (Wayyōmer, hā’adām, zōt haffa’am ‘etsem me’atsāmai uvāssār mivvesāri; lezōt yiqqāre’ işşāh, ki me iş luq’khāh-zōt)20 Âyetin İbrânîce orijinalinde sırasıyla vir ve virāgo sözcüklerine karşılık gelen kelimeler ‫( ִאיׁש‬Îş)21 ve ‫ִאּׁשָ ה‬ (İşşah)22 sözcükleridir. Hem Brown & Driver & Briggs’e göre, hem Strong’a göre Gen. 2.23’teki, ‫ ִאּׁשָ ה‬,‫ִאיׁש‬ kelimesinden türemiştir.23 ‫ ִאיׁש‬maddesinde Brown kelimenin Lâtince karşılığı olarak vir kelimesini oturtmuştur. Brown’da ‫אּׁשָ ה‬, ִ “opposite of man”24 olarak verilmiş. Strong ise kelimenin sème’lerinden birini yine “zevce” olarak vermiş. Klein’da ise bu iki kelime arasındaki bağlantı mutlak değildir ancak ‫ ִאּׁשָ ה‬kelime-

sinin anlamı “zevce” olarak geçer.25 Hieronymus’un Vulgata’daki genel tavrı göz önüne alındığında kendisinin, eserin genelinde olduğu gibi müstakil olarak bu âyette de, orijinal metindeki eğilimi bozmamak adına, semantik tezatı bile göze aldığını zannediyorum. Bu âyet Septuaginta’da26 şu şekilde geçer: Και είπεν Αδάμ τούτο νυν οστούν εκ των οστέων μου και σαρξ εκ της σαρκός μου αυτή κληθήσεται γυνή ότι εκ του ανδρός αυτής ελήφθη. Görüldüğü gibi Helence metinde, vir – virāgo ilişkisi gibi bir ilişki kurulmadan γυνή (kadın) ve ἀνήρ (erkek) kelimeleri doğrudan kullanılmıştır. Bu muhafaza çabasını Septuaginta’da görememekteyiz. Sonuç Liber Genesis’in yaratılışı anlatan bölümlerinde kadının uxor, mulier, virāgo isimleriyle adlandırıldığını gördük. Her ne kadar virāgo “erkeksi, savaşçı kadın” anlamına gelse de, bu da Hieronymus’un orijinal metne sâdık kalmak adına yaptığı bir kelime oyunu görünümünde. Öte yandan bu durumda dahi yine kadın erkekten türemiştir. Hiyerarşide erkekten aşağıdadır. Adlandırmalar (mulier ve uxor) itibârıyla göründüğü kadarıyla kadının ilk görevi zevceliktir. Breyfogle da kadının görevinin Eski Ahit boyunca zevcelik olduğunu belirtmiştir. Bunun yanında kadının eşler arasındaki konumunu belirleyen ise onun anneliği, doğurduğu çocuklardır. Yine Breyfogle’a göre kadın, “emeğini yalnızca hânesine bir değer katmak, hânesini yüceltmek için” sarf eder. Kadını yansıtan önemli kavramlar “zevcelik, annelik ve emek” kavramlarıdır.27 Bu şekilde belki de Hieronymus’un virāgo’su da emek kavramı üzerinden anlamını bulabilir. DİPNOTLAR 1. Hint Kültürü’ne ait ögelerin Batı Kültür Dâiresi içine girmeye başlaması Büyük İskender’in yayılmacı politikalarının bir getirisi olmuştur. O döneme dek Helenler için Helence’den başka mâkul ve makbûl dil yoktu. İskender’in doğuya açılması sonrası önce Farsça, ardından Hintçe, Helenler tarafından keşfedilmiştir. Themistokles’in Farsça öğrenmesi, dönemi için sıradışı bir Helen davranışıdır. İskender Brahman bilginleriyle bire bir diyaloglara girmiştir ve o dönemden sonra Helenler için de Hindûlar “en derin gizemlere mâlik” kişiler olarak tanınmıştır. Brahmanlar dînî metinlerin doğru anlaşılıp kusursuz okunabilmesi adına kendilerine has dev ölçekte bir terminoloji oluşturmuştur ve bu, özellikle o dönemde Helenler için anlaşılması zor bir terminolojidir. Daha geniş bilgi için bkz.: Friedrich Max Müller, The Science of Language, Longmans Green and Co., Londra, 1885 2. Yahudîlerin kutsal kitabı. Hristiyan literatüründe “Eski Ahit” olan ismi Yahudîlerce tanınmaz. 3. Rabbi: Yahudî din adamı. Tanakh’ı ve özellikle Torah’ı (Tevrat) yorumlamak ve doğru anlaşılmasını sağlamak adına çok geniş bir yazın oluşturmuşlardır. Bu yazının tümü Rabbinik Lite-

29


ratür olarak adlandırılır. Bu yazının temel direklerinden biri de mutlakâ dil ve gramer çalışmalarıdır.

30

4. Heidegger’de Argumentum ex Verbo ile Argumentum ex Re karşılaştırması modern bilimin oluşma aşamaları ile ilgili bir süreç karşılaştırmasıdır. Gerçi Heidegger için Argumentum ex Verbo bilimin oluşma evresi içindeki bir Orta Çağ tutumudur. Yine de kanımca bunun Semitik dinler için de geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Argumentum ex Verbo basitçe deneye dayanmayan, öncekilerin sözlerinin yorumlanmasına dayanan bir tutumdur. Bu tutum uyarınca örneğin “Evreni yaratan Yehowa mıdır?” sorusunun cevâbı aranmaz, zîrâ bu bir problem değildir. Problem olan Yehowa’nın evreni nasıl yarattığıdır ve bu sorunun cevâbı deneysel olarak değil, kutsal metinler ve dînî otoritelerin sözlerinden yola çıkılarak verilmeye çalışılır. Otorite mutlaktır. Buna ilâveten Heidegger Lâtince experiri ile experientia kavramlarını birbirinden ayırır ve experiri kavramını Aristoteles’in ἐμπειρία’sı ile bağdaştırır. Experiri basitçe “deneyimlemek”tir. Experientia ise “deney” kavramının ta kendisidir ve etken bir dinamiği vardır. Experientia salt diyalektiğin ve geçmişteki sözler üzere tartışmanın karşısındadır. Ona göre modern bilimin tutumu Argumentum ex Re’dir ve bu da experientia ile bağlantılıdır. Hâliyle dînî metinler ve dînî bakış açısı söz konusu oluğunda takınılan tavır Argumentum ex Verbo olacaktır. Bu konu ile ilgili bkz.: Martin Heidegger, Contributions to Philosophy, (çev.) Parvis Emad ve Kenneth Maly, Indiana University Press, Indianapolis, 1999; Trish Glazebrook, Heidegger’s Philosophy of Science, Fordham University Press, New York, 2000. 5. Adlandırma edimi özellikle kutsal metinlerde kapsamlı bir nitelik saptamasının ilk ayağıdır. Misâlen Arkaik Çağ’dan bu yana Helen yazınında gördüğümüz ad çözümlemeleri, dönemin yansıtılması bakımından önemlidir. Arkaik Çağ ile Klasik Çağ arasında bir köprü konumundaki Hesiodos’un tanrılarla, mitolojik varlıklarla ilgili etimolojik çıkarımlar yapmaya çalışması, adlandırmanın düşünsel bazda ilâhiyat ile olan alâkasını yansıtmaktadır. Yine Platon’un Kratylos diyaloğundaki ilkel etimolojik incelemeler adlandırmanın, tabii olsun îtibârî olsun, bir “şey”in neliğini belirlemede birincil seviyede öneme sâhip olduğuna dâir kanaati gösterir. Sokrates öncesi dönemde görülen νόμῳ καὶ φύσεί tartışması da her ne kadar dil tartışmaları içindeki bir süreç olsa da özünde adlandırma üzerine bir tartışmadır. (Bkz.: Fâruk Z. Perek, Eski Çağ’da Dilbilgisi Araştırmaları (Gramerin Doğuşu), İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1961, ss. 3 – 6) Bununla berâber adlandırma edimi yalnızca kutsal metinlerdeki önemine de indirgenemez. Belki çok farklı kültürlerde, çok farklı şekillerde, adlandırmanın, ad vermenin varlıkla doğrudan alâkası vardır. Adlandırmanın çeşitli toplumlarda ne tür anlamlar ifâde ettiğine dair bkz.: Erman Gören, “Klasik Atina’da Ad(landırman)ın Ritüel Bağlamı: Amphidromia,” Eskiçağ Yazıları 6, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2014, s. 17 - 42. 6. Özellikle 18. yy. sonrası başlayan, Fransız kadın yazar ve düşünür Olympe de Gauges’un fitilini ateşlediği Feminizm hareketiyle berâber kadının erkek karşısındaki sosyal statüsü sarsıcı tartışmalara yol açmıştır ve modern toplumdaki kadın imajı o çağlardan bugüne gelen tartışmalarla şekillenmiştir. Gerçi “Feminizm” kavramı Fransız Ütopyacı Sosyolog Charles Fourier tarafından 19. yy.’da îcât edilmişti ama de Gauges ironik biçimde bu kavramın içini, sâdece erkek yurttaşların haklarını koruyan ve cinsiyet ayrımcılığına dâir en ufak bir kaygı taşımayan 26 Ağustos 1789 târihli “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”ne karşı “Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi”ni yayımlayarak doldurmaya başlamıştı (1791). Bu bildirinin ardından 1792 yılında Birleşik Krallık’ta yayımlanan “A Vindication of the Rights of Woman: with Strictures on Political and Moral Subjects” başlıklı eser, de

Gauges’un bildirisine alenen gelen ilk destektir. Gerçi Feminizm akımının başlangıcı için târihleme 19. yy.’a yapılır ancak mezkur bildiriden 100 sene sonra Birleşik Devletler’deki “Decleration of Sentiments” adlı bildiride dahi kadın haklarına olan atıfla de Gauges’a gönderme yapılmıştır. Kadının modern toplumdaki yeri ve Feminizm bu yazının konusu olmamakla berâber bu yazı, kadın hareketleri ortaya çıkmadan önce kadının hiyerarşik rolünü belirleyen dînin kadını en baştan nasıl konumlandırdığı noktasında bir fikir verebilir. Öte yandan unutulmamalıdır ki kadının yeri toplumların yaşayış tarzına göre şekillenmektedir. Örneğin yerleşik hayâta geçmiş bir toplumla, konar göçer hayat yaşayan bir toplumda kadının yerleri ayrıdır. Karşılaştırma için bkz.: Christine G. Allen, “Plato on Women,” Feminist Studies, Vol. 2, No. 2/3, 1975, ss. 131 - 138; Nurdin Useev, “Köktürk Harfli Yenisey Yazıtlarındaki Kadını Bildiren Kelimelerin Anlamına Göre Eski Türklerde Kadın İmajı,” Dil Araştırmaları, Sayı 11 (Güz), 2012, ss. 57 – 66; Mehmet Mandaloğlu, “İslâmiyetten Önce Türkler’de Aile Hukûku,” Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 33, 2013, ss. 133 – 159. Feminizm ve kadın hareketiyle ilgili bkz.: Leslie F. Goldstein, “Early Feminists in French Utopian Socialism: The St. Simonians and Fourier,” Journal of The History of Ideas, Vol. 43, No 1. (Mart – Haz.), 1982, ss. 91 - 108; Darlin G. Levy, Harriet B. Applewhite, Mary D. Johnson, Women in Revolutionary Paris, 1789 – 1795, University of Illionis Press, Illionis, 1981. 7. (İbrânîce ‫“ )אֱֹלהִ ים‬Tanrı.” Hieronymus Vulgata’da bu kelimenin Lâtince karşılığını, yâni deus, kullanmış. Bu çeviride ise orijinal metne sâdık kalındı. 8. İbrânîce metinde Gen. 1.27’de kullanılan ve Hieronymus’un çevirisinde fēmina ile karşıladığı ‫( נְ קֵ בָ ה‬nekevah) kelimesi, cinsiyeti dişi olan herhangi bir canlıyı işâret eder. Bu âyette erkek için, kelime türü olarak sıfat olan masculus, kadın içinse kelime türü olarak isim olan fēmina kullanılmış. Lewis & Short’a göre masculus cinsiyeti eril olan canlı veyâ cansız herhangi bir şeyi nitelerken, fēmina ise cinsiyeti dişi olan herhangi bir canlıyı işâret ediyor. Fēmina’dan türemiş olan fēmininus sıfatı genel olarak dişilik niteliği sağlarken, masculus’tan türemiş olan masculinus da gramer terimi olmak hâricinde genel olarak cinsiyeti eril olan herhangi bir canlıyı işâret ediyor. Sonuçta masculus ile birlikte düşünüldüğünde bu âyette anlatılan şey, insanın son tahlilde erkek ve dişi olarak yaratıldığıdır. Zâten metin boyunca Âdem genellikle “insan” anlamına gelen homo ismiyle adlandırılmıştır. Etimolojik bilgiler için bkz.: Michael de Vaan, Etymological Dictionary of Latin and The Other Italic Languages, s.v. fēmina; Robert Maltby, A Lexicon of Ancient Latin Etymology, (Ed. Francis Cairns), s.v. femina; Ernest Klein, A Comprehensive Etymological Dictionary of Hebrew, s.v. ‫ ;נְ קֵ בָ ה‬James Strong, Strong’s Hebrew Dictionary, s.v. ‫ ;נְ קֵ בָ ה‬Francis Brown vd., The Enhanced Brown-Driver-Briggs Hebrew and English Lexicon, s.v. ‫נְ קֵ בָ ה‬ 9. (İbrânîce: ‫ )יְ הוָה אֱֹלהִ ים‬İbrânîce Yehowa, tanrının özel ismidir. Hieronymus burada Yehowa’yı Lâtince “efendi (özl. köle için)” anlamına gelen Dominus ile karşılamış. Türkçe çevirisinde orijinaline sâdık kalındı. 10. De Vaan, Etym. Latin, s.393; Ludwig Döderlein, Döderlein’s Handbook of Latin Synonymes, (çev.) H. H. Arnold, Smith, English & Co., Philadelphia, 1858, s.78. 11. Ayrıca bkz.: Hor. Epod. 2, 39; Suet. Vit. 2. 12. De Vaan, age. Mollis “nâzik; alıngan; kadınsı” vb. anlamlar taşıyan bir sıfattır. 13. Gen. 2.22; 3.1, 2, 4, 6, 12, 13, 15, 16. 14. Gen. 2.24, 25; 3.8, 17, 20, 21; 4.1, 25. 15. Döderlein, Handbook, s. 78; De Vaan, age., s. 648.


16. Sâdece Âdem ve Havvâ bağlamında değil, genel olarak Kitâb-ı Mukaddes’te kadının esas görevi zevceliktir. Çok eşliliğin sıradan olduğu bilinmekle berâber, eşler arası statüyü belirleyen şey ise genelde ilk erkek çocuğu doğurmaktır. Kadınların eşler arasındaki konumu annelik üzerine kuruludur. Bkz.: Caroline M. Breyfogle, “The Social Status of Woman in The Old Testament,” The Biblical World, Vol 35., No 2., Şub. 1910, ss. 106 – 116. 17. Lewis & Short’a göre vir ile erkek arasındaki ilişki, kadın ile fēmina arasındadır. Mezkur sözlükte verilen etimolojiye göre Latince fēmina kelimesi, Helence φύω (üretmek, ortaya çıkarmak; doğurmak) fiiliyle özdeş olan fe-, fev- köklerinden türetilmiştir. Bkz: Lewis & Short, s.v. fēmina; LSJ, s.v. φύω. 18. Michael de Vaan, Walde & Hofmann’ın 1938 târihli çalışmasından yola çıkarak virāgo kelimesinin doğrudan vir kelimesinden türediğini belirtir. Bu kullanım Plautus’tan bu yana vardır. De Vaan’da bu kelimenin -āgo- sonekiyle yapıldığı belirtilmiştir ancak yine de bu etimolojik açıklamayla ilgili bir şerh vardır. Mezkûr -āgo- soneki genellikle ā- gövdeli kelimelere gelmektedir. Bu yüzden bu kelimenin esâsen vir- değil, vira- (kadın) gövdesi üzerine inşâ edildiği görüşü de vardır. De Vaan bu görüşe karşı, Walde & Hoffman’daki açıklamayı koyar ve virāgo kelimesinin kronolojik olarak, imitare fiilinden türemiş olan imago kelimesinden daha sonra türetilmiş olduğunu ve hâliyle genel temâyülden ayrı, bir istisnâ olarak bulunduğunu söyler. (bkz: De Vaan, age., s. 692) Plautus’un “Mercator” adlı eserinde bu kelime “kadın köle” anlamında kullanılmıştır. (bkz.: Plaut., Mer. 2.3) 19. Tevrat. 20. Transkripsiyonda kesme işâretli yerler, okunurken es verileceğini işâret eder. Okurken “q” harfi kalın, “k” harfi ince sırada okunacaktır. Yine “w” harfi dudak ünsüzü, “v” ise diş-dudak ünsüzüdür. Makronlu vokaller uzun okunmalıdır. Âyetin transliterasyonu ISO 259 standartlarına göre şu şekildedir: “waẏŵmȩr, hå’ådåm, zŵt haṗaʿam ʾȩṣȩm meʿăṣåmay, wẇḃåśår miḃ°śåriy; l°zŵt yiqåreʾ ʾis̀åh, kiy meʾis̀ luq°ḥåh-żŵt” 21. Erkek. 22. Kadın. 23. Francis Brown, Hebrew and English, s.v. ‫;איׁש‬ ִ James Strong, age., s.v. ‫אּׁשָ ה‬. ִ

Socialism: The St. Simonians and Fourier,” Journal of The History of Ideas, Vol. 43, No 1. (Mart – Haz.), 1982, ss. 91 – 108. GÖREN, Erman, “Klasik Atina’da Ad(landırman)ın Ritüel Bağlamı:Amphidromia,” Eskiçağ Yazıları 6,Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2014, ss. 17 – 42. HEIDEGGER, Martin, Contributions to Philosophy, (çev.) Parvis Emad ve Kenneth Maly, Indiana University Press, Indianapolis 1999. KLEIN, Ernest, A Comprehensive Etymological Dictionary of Hebrew, Carta Jarusalem, Jarusalem 1987. LEVY, Darlin G. vd., Women in Revolutionary Paris, 1789 – 1795, University of Illionis Press, Illionis 1981. MALTBY, Robert, A Lexicon of Ancient Latin Etymology, (Ed. Francis Cairns), Redwood Press, Wilshire 1991. MANDALOĞLU, Mehmet, “İslâmiyetten Önce Türkler’de Aile Hukûku,” Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 33, 2013, ss. 133 – 159. MÜLLER, Friedrich Max, The Science of Language, Longmans Green and Co., Londra 1885. PEREK, Fâruk Z., Eski Çağ’da Dilbilgisi Araştırmaları (Gramerin Doğuşu), İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1961. STRONG, James, Strong’s Hebrew Dictionary, AGES Software, Albany 1999. USEEV, Nurdin, “Köktürk Harfli Yenisey Yazıtlarındaki Kadını Bildiren Kelimelerin Anlamına Göre Eski Türklerde Kadın İmajı,” Dil Araştırmaları, Sayı 11 (Güz), 2012, ss. 57 – 66. WALDE, A., HOFMANN J.B., Lateinisches Etymologisches Wörterbuch, Carl Winter’s Universitatsbuchhandlung, Heidelberg1938. Kitâb-ı Mukaddes İçin Kullanılan Edisyonlar Vulgata, (ed. Deutsche Bibelgesellschaften), Stuttgart, 1985 The Septuagint with Apocrypha: Greek and English, (ed. Lancelot C. Brenton), Samuel Bagster & Sons, London, 1986 Biblia Hebraica Stuttgartensia, (ed. Karl Elliger), Stuttgart, 1998

24. “Erkeğin karşıtı.” 25. Ernest Klein, Dictionary of Hebrew, s.v. W. 26. Kutsal Kitap’ın Helence çevirisinin literatürdeki ismi. Yetmiş bilgin tarafından yazıldığına inanıldığı için adı Septuaginta’dır. 27. Caroline M. Breyfogle, Woman in Old Testament, s. 116. KAYNAKÇA ALLEN, Christine G., “Plato on Women,” Feminist Studies, Vol. 2, No. 2/3, 1975, ss. 131 – 138. BREYFOGLE, Caroline M., “The Social Status of Woman in The Old Testament,” The Biblical World, Vol 35., No 2., Şub. 1910, ss. 106 – 116. BROWN, Francis vd., The Enhanced Brown-Driver-Briggs Hebrew and English Lexicon, Logos Research Systems Inc., Washington 2000. DE VAAN, Michael, Etymological Dictionary of Latin and The Other Italic Languages, Brill, Boston 2008. DÖDERLEIN, Ludwig, Handbook of Latin Synonymes, (çev.) H. H. Arnold, Smith, English & Co., Philadelphia 1858. GLAZEBROOK, Trish, Heidegger’s Philosophy of Science, Fordham University Press, New York 2000. GOLDSTEIN, Leslie F., “Early Feminists in French Utopian

KISALTMALAR Cic.

Cicero

Epod.

Epodon

Gen.

Liber Genesis

Hor.

Horatius

Inst.

Institutio Oratoria

Mer.

Mercator

Plaut.

Plautus

Quin.

Quintilianus

Suet.

Suetonius

Ver.

In Verrem

Vit.

Vitellius

31


HÜMANİST EĞİTİMİN ESSENTİALİSM (ESASİCİLİK) İLE İMTİHANI MERT AYSOYSAL* 32

Quis custodiet ipsos homines academicos? --Doğruluk ile harflere sadrdır elif Yâ harfini ayağa bırakmışdır i’vicâc A-) Eğitim ve Hümanist Eğitim Konumuza geçmeden önce eğitim kavramının etimolojik anlamlarına ve tarihine bakmak yararlı olacaktır. Eğitim kavramının/kelimesinin Türkiye Türkçesinde 1950’li yıllardan itibaren kullanıldığı görülür. Türkçede “Eğitim”, Latincede educâtiô şeklinde ifade edilen bu iki kelime1, saydığımız diller nezdinde polysemic mahiyette olup çok ilginç ve taşıdığı önemi vurgulayıcı nitelikte bir “ortak anlama” sahiptir. O anlam da “beslemek”dir. Binaberin Latince educâtiô kelimesinin türediği educâre2 fiili ve Türkçe “Eğitim” kelimesinin kökeni olan Göktürkçe İgit kelimesi “eğitmek” ve “beslemek anlamlarını ihtiva eder. Yine aynı şekilde Arapçadan Türkçeye geçmiş ve modern Türkçeye kadar “Eğitim” anlamına gelen “Terbiye” kelimesi de Arapça Rübüv’den (besleme, büyütme, yetiştirme) türemiş bir isimdir. Farklı kültürlerin bir kelimeye/kavrama yüklediği bu ortak anlamın bize işaret ettiği nokta eğitimin zihin için vazgeçilmez (hayati) unsur olduğudur. Nasıl ki bir beden gıdasız kalamazsa, bir zihnin eğitimsiz kalması da düşünülemez. Yine bir bedene bayat, hijyenik olmayan gıdalar vermek nasıl ki onu hasta ederse, nasıl kalitesiz gıdalar bedeni tatmin edemezse, işte yanlış eğitimin ve

kalitesiz eğitimin zihin üzerinde yaratacağı tezahürlerden de farklı bir şey beklenemez. O halde eğitimin tekdüze bir bilgi alışverişinden ibaret olmadığı, olamayacağı makalemizde vurgulamamız gereken esas konudur. Bu konuyu en iyi şekilde işleyebilmek için okuyucuya öğrenci ve eğitimci açısından ideal bilimsel eğitim metodu ile karşıt eğitim metodu arasında bir kıyas yapma imkânı sunduk. Ne yazık ki bazı çevreler farkında olarak veya olmayarak eğitimi öğrenme ile eş anlamlı görmekteler. Öğrenme, eğitimin gereklerinden yalnızca biridir. Eğitim, öğrenilenleri davranış olarak gösterme, yalnızca bilgi değil; bilinç sahibi olmaktır. Yeterince bilgi-haber edinmeden, düşünmeden ulaşılan yargı anlamındaki önyargı da çoğu zaman yanıltıcı sonuçlar üretir. Bir sonuca ulaşmadan önce, onunla ilgili bilinenleri çoğaltmak, düşünmek, mutlaklığa saplanmamak ve bunlar için de eğitimi öğrenmeyle sınırlamamak elzemdir. Altını iyice çizmek gerekirse, eğitim, türediği söylenen fiilin (eğmek) aksine kişiyi istediğimiz gibi eğip bükmek değil, öğrenilenleri gereken durumlarda yapıyor olmaktır. Bu farkın dikkatten kaçıp, eğitimin eğmek olarak algılanmasına bilhassa talebe olan şahsım ve öğrenciler hiç de yabancı değildir. Bunu bilfiil uygulayan eğitimciler de öyle. Oysa eğitim, değişim içindir, değişim demektir. Literatürde “eğitimin tarihinin insanlık tarihi kadar eski olduğu” pek çok kaynakta yer almaktadır. Kutsal

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Eski Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 3. Sınıf Öğrencisi


kitaplara bakıldığında insanoğlunun yaratıcısı tarafından eğitilmesinin dem Peygamberin yaratılışı ile başladığı söylenebilir. Eski Ahit - Yaratılış Bölümü Genesis 2:19’da Tanrı’nın her şeyi yarattıktan sonra onları tek tek dem’e gösterdiği ve onların isimlerinin dem tarafından konulduğu söylenmektedir. Öncesinde ise kendisi için yaratılan bahçede bulunan ağaçların bir tanesi hariç hepsinin meyvesinden yiyebileceği yasak ağacın meyvesini yememesi öğretilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Bakara Suresinin 31 ila 34. ayetlerinde dem Peygamberin yaratılışı ve meleklerden ona secde etmelerinin istenmesi anlatılırken Rabbinin dem’e nesnelerin ismini öğrettiği bu yüzden de meleklerden üstün olduğu ve dolayısıyla ona secde etmeleri söylenmektedir.3 Kramer ise günümüzde var olan düşünsel (entellektüel) ve bilimsel başarıları Sümer eğitimcilerinin azmine ve kıvrak zekâsına bağlamanın abartı olmayacağını dile getirmektedir.4 Eğitim bazında sadece kendi zamanını değil modern zamanı da etkileyen böyle bir medeniyet okul kültürünün de başlangıcıdır. Yapılan kazılarda Shuruppak’da bulunan ve MÖ 2500’e ait çok sayıdaki ders kitabına ya da tabletine dayanarak MÖ III. binyılın ortalarında yazı yazmanın resmi bir şekilde öğretilmeye başlandığı bazı okulların mevcudiyetinden bahsedilebilir. Aynı yüzyılın sonlarına doğru ise okul sisteminin önemli ölçüde geliştiği söylenebilir. Edubba (tablet evleri) olarak adlandırılan Sümer okullarının ilk kuruluş amacı saray ya da tapınaklarda görev yapan yazıcılar yetiştirmekti. Ancak, zaman içerisinde okumanın yanı sıra yaratıcı yazı tekniklerinin de öğretildiği ve müfredatın din bilimlerinden botaniğe, coğrafyadan matematiğe ve gramere kadar geniş bir yelpazede ilerlediği okullara dönüşmüşlerdir. Eğitimi kavram bakımından açarsak ise ortaya tek bir tanımlama çıkmaz. Bunun nedeni birçok düşünür ve eğitimci tarafından değişik biçimlerde yorumlanmış olmasıdır. Bu yorumlamaların temeli de dayandırıldığı felsefi görüşlerdir. Örneğin, idealizme göre eğitimi insanın bilinçsizce tanrıya ulaşmak için sürdürdüğü aralıksız bir çabadır. Realizme göre eğitim, yeni kuşağa kültürel kalıtı aktararak onları topluma uyuma hazırlama sürecidir. Natüralizme göre, kişinin doğal olgunlaşmasını artırma ve onun bu özelliğini göstermesini sağlama işidir. Pragmatizme göre eğitim, kişiyi toplumda kalifiye ve verimli bir kişi yapmak için koşulan toplumsal bir iştir. Bir başka görüşe göre ise eğitim insanı çok yönlü eğitme, doğayı denetleyerek onu değiştirecek ve üretimde bulunacak biçimde yetiştirme sürecidir.5

Eğitim nasıl tanımlanırsa tanımlansın temelinde toplum düzeninin etkisi vardır. Öyle olduğu içindir ki, her eğitim, sınıfsal bir nitelik taşır; üzerinde iktidardaki sınıfın damgası bulunur. Eğitim derken onun “sınıfsal öz”ünü gözden uzak tutmamak gerekir. Bu bakımdan, çağımızda kapitalist sistemin eğitimi ile sosyalist toplumdaki eğitimi birbirinden ayırmak gerekir. Kapitalist toplumda eğitim, egemen sınıf olan burjuvazinin gereksinim ve isteklerine uygun olarak düzenlenmiştir. Burjuvazi için amaç sermaye düzeninin yaşaması ve sermaye sahibinin güçlenmesidir; eğitim de aslında bu amaca yöneliktir. Sosyalist toplumda ise eğitimin başlıca görev ve hedefleri kısaca, kişiyi yeni bir toplumun insanı ve kurucusu olmaya hazırlamak; kişinin bedensel ve zihinsel tüm yeteneklerini geliştirmek; insanı üretici güç olarak ve birey olarak; kişinin yaratıcılığını, kendini aşma olanaklarını geliştirmek; üretimin tüm toplum yararına en fazla gelişmesi için, üretici insanı gerekli üretim bilgileriyle, teknik bilgilerle donatmak; insanların siyasal bilinçlerini yükselterek, onları toplumun yönetimine katkıya ve doğrudan katılmaya hazırlamak; teori ile pratiği, bilimsel bilgi ve düşünce ile davranışı kaynaştırmaktır. Peki, şu ana kadar gelinen noktada o ünlü Hümanist eğitim nerede kalıyor? Bunu önce biçim sonra da metot alanında ele alalım. Biçim olarak Hümanizmin özelliği, çıkış noktasının bütün Batı kültürünün bel kemiğini oluşturmasıdır. Diğer bir deyişle Hümanizm bir yaşam görüşü; yaşamı ve her şeyi insan açısından değerlendiren, insanı her şeyin merkezi ve ölçütü yapan bir inançtır.6 MÖ V. yüzyılda yaşayan Hellen filozofu Protagoras bunu şu sözlerle özetlemiştir: anthropos metron pânton.7 Batı kültürü gibi, batı eğitim sistemi de Antik Hellen ve Roma eğitim anlayışından etkilenmiştir. Bu aşamalı bir etkilenmedir. Örneğin Hellen Arkaik Çağında, aristokratik Hellen eğitimini “kahramanlık” ideali teşkil ederken bu ideal; kuvvet, beceriklilik şan, şeref vb. unsurları içermiştir. Böylece vücudun disiplinleştirilmesi, ruhun cesur bir duruma sokularak çevik bir savaşçı yetiştirilmesi amaç edinilmiştir. Oysa köylülük doğal olarak aristokrat kültürün dışındaki bir unsuru teşkil ettiğinden, burada asillerin egemenliği yani güçlü olanın egemen olacağı görüşüne karşı çalışkanlık ve haklılık esas ilke olarak alınmıştır. Böylece asillerin savaşçılığı yerine, yaratıcılık esasındaki yarışma geçmekte ve demokratik bir eğitim idealini ortaya çıkartmış olmaktadır. Demokrasi döneminde (klasik dönem) aynı örneğin benzerini Lakedaimonia ve Atina karşılaştırmasında da görürüz. Lakedaimonia’da eğitim ve öğretimin askeri bir karaktere sahip olduğu, yeni doğan çocuklardan zayıf yapılı olanların

33


34

öldürüldüğü, kuvvetli olanların ise hayatta bırakılıp, yedi yaşından itibaren devlete ait eğitim kurumlarına teslim edildiği ve otuz yaşına kadar savaş ve devlet işleri üzerine eğitim aldığı bir gerçektir. Vücudu kuvvetlendirme, savaşa hazırlama eğitimine önem verildiği için yazma ve hesap işleri de dolayısıyla ihmal edilmiştir. Bu yüzden Hellen dünyasında bilim ve felsefenin gelişemediği yer de Lakedaimonia olmuştur. Oysaki Atina’da, eğitime Lakedaimonia’dan çok daha farklı bir önem atfedildiği görülür. Bu önemin en belirgin farkı şüphesiz eğitime entelektüel bir formasyon kazandırmayı amaç edinmesidir. Atina’da entelektüel eğitim bir devlet işi olarak değil; özel kişilerin işi olarak serbest bırakılmıştır. Bu ihtiyaca cevap vermek üzere birçok yerde matematik, felsefe ve rhetorica öğretmenleri okullarını açmaya başlamış, böylece Atina, rasyonalist bir eğitim sağlayan okullar şehri niteliğine bürünmüştür. Öte yandan Jaeger Werner’e göre Antik Hellenistan’da eğitim sadece bireye yönelik bir pratik değildir: Öncelikle topluluğun bir fonksiyonudur. Bir topluluğun karakteri onu oluşturan bireylerce ifade edilir ve politik bir hayvan (zoon politikon) olan insan için davranışlarının kaynağı diğer tüm hayvanlardan daha fazla olacak şekilde toplumsaldır. Topluluğun üyeleri üstündeki şekillendirici etkisi, her yeni nesil bireyi yetiştirmek üzere gösterilen kasti çaba biçiminde sürekli canlı tutulur. Toplumların yapısı, hem toplumu hem de her üyeyi ayrı ayrı bağlayan yazılı olan ve olmayan yasalardan (nomoi ve thesmoi) oluşur. Bu nedenle her toplumda eğitim (paideia) belli bir standartın aktif farkındalığı biçimini alır.8 Aynı şekilde Platon’un mağara alegorisinin göstermek istediği ve eğitim kuramlarında çokça göz ardı edilen başka bir şey de eğitim kavramının (paideia) ne bilgiyi boş bir zihne doldurmak ne de bir bilgi hiyerarşisi oluşturmak anlamında kullanılmasıdır. Etimolojik kökeninde yön verme yüklemini içeren pedagojik süreç (paidos-ago), insanın etrafında olan bitenin arka planını görmeye başladığı, kendini bu süreçte yeniden konumlandırdığı ve genel olarak bütün var olanlarla ilişkisi çerçevesinde kendine yeni bir yön verdiği süreçtir. Bu sürecin temel özelliği, insanın bilgileri pasif bir şekilde alması değil, öğrenme sürecinde o zamana dek benimsediği bilgilerin, değerlerin ve alışkanlıkların tersyüz olmasının verdiği rahatsızlıklara dayanma, bu yeni gerçeklikleri öğrenmeye çabalama, dışlanma korkusunu yenip bunları mağaradaki tanıdıklarıyla paylaşma sorumluluğunu alma gibi varoluşsal tutumlardır. Platon Devlet - VII. kitabın sonlarında bu varoluşsal zemin değişiklikleri ve bunun etkileri üzerinde özellikle durur. Eğitim sürecinin son yıllarının öğretmenin en

dikkatli ve hassas olması gereken dönem olduğunu söyler ve bunun nedenlerini açıklar: Platon’a göre öğretmen, daha önce bu süreçten geçmiş biri olarak öğrencisini en iyi anlayan kişidir ve ona bu süreçte yalnızca kılavuzluk hatta arkadaşlık edecektir. Öğrenci, artık mağaranın dışına çıkmıştır; o zamana kadar çevresinden ve ailesinden öğrendiği örneğin etik, politik, felsefi kavramların ve anlamların tersyüz olmuş halini görecek ve kandırıldığını düşünerek acı çekip isyan edecektir (537d-539a). Ancak bu süreç, tam da insanın niteliklerinin gelişme süreci olarak Paideia’nın özüdür. Apaideusia’dan Paideia’ya, eğitimsizlikten eğitim sürecine geçişin başlangıcıdır.9 Atina’daki Klasik Dönem eğitim anlayışı, Hellenistik eğitimin de temel karateristiği haline gelmiştir. Bu karakteristik ise özellikle Bellum Poenicum’un ardından Hellen kültür ve edebiyatının yanında Roma’yı etkisi altına almış diğer bir faktördür. Hellenistanlı öğretmenler, sanatçılar özellikle bu tarihten itibaren Roma’ya akın etmiştir. Aristokrat aileler de bu öğretmenleri yanına almış, birçok alanda onlardan esinlenmiştir. Zamanla Hellen dili de aristokrat kesimin, politikacıların, tüccarların dili haline gelmiştir. Doğal olarak birtakım felsefi akımlar da Roma’ya girmiştir. Hellen Stoa felsefesi, tutucu ve ahlaki özellikleri nedeniyle Roma’da tercih edilmeye başlanmıştır. Roma’da kabul gördüğünü belirttiğimiz Hellen dili eğitimde kullanılmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda da iki dilli bir eğitim anlayışı ortaya çıkmıştır. Roma’da eğitimli ve kültürlü çevrelerin, hem Hellence hem de Latince bilmeleri gerektiği kanısı yerleşmiştir. Roma’daki çocukların devam ettikleri okullar konusunda şu bilgilere sahibiz: Roma devleti, sadık ve itaatkâr yurttaşlar üzerinde yükselmekteydi. Devlete bağlı askerler onun güçlü bir konuma sahip olmasında önemli bir yer tutuyordu. Romalı çocukların yetiştirilmesi ve eğitim sistemi de bu düşünceyi gerçekleştirmeye yönelik biçimde düzenlemişti. Roma’da öğrenciler, belli başlı üç tür eğitim aşamasından geçmekteydiler: 1. Trivial okullar 2. Grammaticus okulları 3. Rhetorika okulları Roma’da Hellen kültürünün, felsefesinin ve dahi eğitim anlayışının yerleşip, Roma kültür, felsefe ve eğitimiyle bütünleştiği böylece görülebilir. Buna vesile olan simalardan biri ise kuşkusuz Cicero’dur. Cicero’nun eğitim anlayışına yönelik belki de en büyük katkısı ise Hellen Paideia’sına getirdiği Roma yorumu, yani Humanitas kavramıdır. Bu kavramın ilk anlamı “özgür sanatlarda eğitim-öğretim, kültür” olup, ikinci anlamıysa philanthropia kavramını kapsaması


hasebiyle insanseverlik, yardımseverlik, diğer insanlara saygı gösterme manalarını teşkil eder.10 Söz konusu kavram, günümüzde hümanizm diye tanımladığımız ve merkeze insanı koyan anlayıştan döneminin koşulları gereği farklıdır. Zira antikçağda insandan kastın özgür insanlar olduğunu, kölelerin insan sayılmadığını hatırlarsak humanitas teriminin antikçağ için özünde aristokrasiyi barındıran ve tamamıyla özgür insanlara yönelik bir anlayıştan ibaret olduğu net şekilde açığa çıkar.11 Bununla beraber Cicero’yu anlatırken de Roma’nın onun zamanındaki durumuna bakmakta yarar var. O dönemde, aynı Hellen dünyasında olduğu gibi okullar özeldir ve devlet sadece dışarıdan bu konu ile ilgilenmektedir. Meşhur Roma komutanlarından Pompeius, MÖ 64 yılında Seleukos Krallığı’nın başkentini alarak krallığı yıkmış, Antakya (Antiokhia) bu tarihten sonra Roma İmparatorluğu’na bağlı Suriye eyaletinin başkenti olmuştur. Böylece Antakya’da bir Hellen-Roma eğitim sistemi uygulanmaya başlamıştır. Roma İmparatorluğu’nun, Makedonya ve Seleukos Krallıklarını topraklarına almasıyla onlardan kültürel olarak etkilenmiş ve bu eğitim alanında büyük bir etkileşimi de beraberinde getirmiştir. Roma’nın o ana kadar eğitimden beklentisi atalara, aileye, devlete bağlı ve saygılı vatandaşlar yetiştirmekti.12 Atina’nın ise değindiğimiz gibi (s. 4) eğitim konusunda bir teorisi veya önemli bir geleneği vardı. Bu gelenek Antakya’da da yürürlükteydi. Belli bir yöntemi olmayan, sadece ahlaki ve fiziki bir takım bilgilerin aşılandığı Roma eğitim sistemi, siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan gelişmekte olan Roma’nın gereksinimlerini karşılayacak yeterlilikte değildi. Fakat zorlu siyaset yaşamı ve gelişen toplumsal koşullar bir Romalı için ahlaki ve fiziki eğitimin yanında zihinsel eğitimi de gerekli hatta zorunlu kılıyordu. Çünkü gün geçtikçe genişleyen devlet sınırları mücadeleci, saygın, kendini en iyi şekilde ifade edebilen ve kontrol gücü yüksek devlet adamları gerektiriyordu. Bu amaca uygun olarak Hellen eğitim sisteminde ileri düzeyde eğitim veren Rhetorica okulları Roma eğitim sistemine uyarlandı ve toplum yaşantısında gerekli olacak tüm dilbilim teknikleri, mantık ve edebiyat bilgileri bu okullarda verildi. Zira Hellen eğitim sistemi felsefe yanında, ikinci büyük zihinsel disiplini olan Rhetorica sanatının öğretilmesini amaçlıyordu ve bu amaç, faydacı, uygulamaya yönelik eğitim anlayışına sahip Romalıların, dilini iyi kullanan ideal devlet adamı oluşturma düşüncelerine çok uygundu. Roma, miras olarak aldığı Hellen Rhetoricasını kendi toplumsal ve siyasal yapısına hatta kendine özgü akli ve ahlaki düşünüş modeline uyarlayarak belki de, Rhetorica eğitimine Hellenlerden daha fazla sahip çıktı. İşte

yine bu noktada Cicero’yu görürüz. Çünkü Cicero’ya göre hatiplerin yetiştirilmesi konusu çok önemli olup, kendisi bu konu üzerinde ısrarla durmuştur. Hatiplik için yetenek ve iyi bir eğitim gerektiğini söylemiştir. Öyle ki ona göre dünyada iyi bir hatipten daha mükemmel insan mevcut değildir. Hatip yetiştirmek için yetenekliler seçilmeli, onlara teorik ve pratik eğitim verilmeli, hukuk, felsefe, tarih alanlarında da derin bilgi ile donatılmalıdır.13 Böylelikle Cicero’nun ideal insanı olan Doctus Orator oluşmuş olacaktır. Bu ideal insan, yani Doctus Orator, Eski Hellen idealizmi ile pragmatist Romalı zihniyetinin ortak ürünüdür.14 Cicero’nun yanında Lucius Annaeus Seneca ve Quintilianus’dan da söz etmek gerekir. Lucius Annaeus Seneca’ya göre öğretmenler, öğrencilere iyi örnek olmalıdır ve eğitimin birinci görevi, gençleri erdemli bir hayata hazırlamaktır. Eğitimde, konudan konuya atlanmamalı, bir çırpıda pek çok şey öğretilmeye kalkışılmamalıdır. Öğretimde temel unsurlardan hareket ederek önce bütün kavratılmalı, gereksiz bilgilere yer verilmemelidir. Aynı şekilde özellikle şu sözü dikkat çekicidir; “ [ne yazık ki]... biz hayat için değil, okul için öğreniriz.” Quintilianus ise pedagoji ile ilgilenmiştir. Ona göre, öğretmen, öğrencilerin yeteneklerini ölçebilmelidir. Çocukları dövmemelidir. Çünkü dayak çocuğu huysuz yapmaktadır. Sınıflar kalabalık olmamalıdır. O, okulda verilen genel eğitim ve öğretimi, evde ve ailede verilen özel eğitim öğretimden üstün tutmaktadır. Çocuğun kişilik ve karakterini arkadaşları ile birlikte yaşayarak kazanacağı görüşünü savunmaktadır. Kişiliğe çok önem vermekte ve öğrencilere verilecek en büyük ödülün onların kişiliğini anlamak olduğuna inanmaktadır. Şu sözler ona aittir: “Ders, çocuk için oyun gibi olmalı, ona soru sorulmalı, övülmeli, hatta küçük bilgileri için alkışlanmalıdır.” “Çocuğa önce harflerin şekilleri, sonra adları öğretilmelidir.” “Eğitimde en büyük meziyet faaliyettir.” Özgür insana ve onun yaşamının her yönüne verilen bu önemi hemen hemen bütün Eski Hellen ve Lâtin edebiyatlarında görmekteyiz. Ortaçağın bağlarından kurtulmak isteyen John Reuchlin, Erasmus, Ulrich von Hutten gibi aydınlar ilkçağın bahsettiğimiz hümanist kültürü- nü yeniden canlandırmayı başarmışlar ve dolayısıyla hümanist olarak anılmışlardır. Nitekim Hümanist kelimesi, XV. yüzyıl İtalya’sında

35


36

klasik edebiyatla ilgilenen kimseler için söylenen umanista sözcüğünden de bağımsız değildir. Sonuç olarak bahsi geçen Antik Hellen ve Latin kültürüne ait eğitimin her bir parçası hümanist eğitim olarak nitelenmektedir. Hümanizm deyimi de ilk olarak filolojik açıdan değerlendirilmiştir. Fakat şu da bir gerçek ki, hümanizm, batı dünyasının hele ki Eski Hellen ve Roma uygarlıklarının tekelinde bir kavram olarak düşünülemez. Buddha ve Konfüçyüs gibi düşünürlerde hümanizmi görmek kaçınılmazdır. Örneğin Budizm’de dini ayin düşünceden (tefekkür) ibarettir. Tefekkürle akıl arasındaki ilişki, insan ile dünya, ruh ile akıl, kültür ile uygarlık arasındaki ilişki gibidir. Bu yüzden Erich Fromm’a göre ilk dönem Budizm’i, hümaniter dinlere en iyi örnektir. Buddha aydınlanmış, büyük bir öğretmendir ve insan varlığının gerçeğini bilir. Doğaüstü bir gücün adına değil, akıl yolunda konuşur. Aklın temsilcisidir ve bunu kendi başına ilk bulan olduğu için, diğer insanları da kendi akıllarını kullanmaya ve gerçeği tanımaya çağırır.15 Konfüçyüs düşüncesinin, yani ahlaki felsefesinin temel özellikleri, Tanrı ve manevi varlıklara olan inançtan ayrılabilir ve Konfüçyüs’ün görüşlerinin, insanlığa verilen değer, insan eğitimi ve faziletleri üzerinde durması sebebiyle hümanist olduğu söylenebilir.16 B-) Hümanist Eğitimin Essentialism (Esasicilik) ile İmtihanı ve Progressivist Eğitim Metoduna Giriş Eski dönemlerin en değerli insan tipini oluşturan çok bilen insan, yerini, bilgiyi gerektiğinde nerede, nasıl bulabileceğini bilen insana bırakmıştır. Yine çağlar boyu bilginin değişmez ve kalıcı olduğuna inanan insan tipi, yerini bilginin kısa zamanda değişip eskidiği, bu nedenle sürekli yeni bilgiler peşinde kendini durmadan geliştirmeye çalışan insan tipine bırakmıştır.17 Bilgi çağında birey hak ve özgürlüklerinin önemi ve demokratik anlayışı ön plana çıkmaktadır. Okulların geleceğin bireylerini yetiştirme görevi, bu kurumların öngörü sahibi olmalarını ve buna paralel olarak insanları içerisinde yaşayacakları koşulların gerektirdiği davranışlarla donanımlı hâle getirmelerini zorunlu kılmaktadır. Bu anlamda okullarda otorite figürlerinden ziyade öğrencilerin kendi potansiyellerini optimum düzeyde geliştirecekleri, birbirleriyle ve öğretmenleri ile rahat bir şekilde iletişim kurabilecekleri ve demokratik ortamın olduğu bir sınıf atmosferinde eğitim almaları sağlanmalıdır. Ele aldığımız konu bilhassa yaşadığımız coğrafya açısından önemli olup, eğtimci ve öğrenci açısından büyük bir soruna işaret etmektedir. Bunu teşhir etmek adına önce Essentialism kavramını ele alalım. 1930’larda kurulan Essentialism, Realizme ve İdea-

lizme dayanır. Bu akıma göre insan genel olarak kültürel bir varlıktır. Eğitim, insanlığın mirası olan bilgi ve beceriye dayandırılmalıdır. Doğuştan hiçbir bilgiye sahip değilizdir. Bilgi a posterioridir ve onu elde etmenin yolu da genelde dedüksiyondur. Dedüksiyonla elde edilen bilgi, mutlak (kesin) doğrudur. İşte bu mutlak inancı Essentializmin kaderini tayin eden en önemli etkendir. Diğer etken ise onun pratikteki yansımalarıdır. Essentializmin eğitim hedeflerinde; başat kültürel değerleri kişiye kazandırma, değişme ve çatışmayı önleme, topluma uyumu sağlama olsa da eğitim durumu; ezberleme, tekrarlama, gözleme dayanır. Bu görüşü savunanlar sınama durumunun ezberleme ve tekrarlama ile gerçekleşeceğine inanırlar. Dahası üzerinde anlaşılmayan, çözülmemiş ve gelecekle ilgili sorunlar içerikte yer almamalı ve sınıf ortamına getirilmemelidir. Eğitim durumunda öğrenci görüş, sav üretecek, beceri gösterecek durumda görülmez. Bu nedenle öğretmenin dediklerini ezberlemek, yapmak ve tekrarlamak zorundadır. Problem çözme ve tartışma teknikleri kullanılmaz. Sınıf dışındaki yaşamda olup biten tüm olgu ve olaylar, değişmeler eğitim ortamında ele alınmaz. Bu görüşü savunanlar öğretmenin, eğitim ortamında gerektiğinde cezaya başvurmasını ve otoriteyi elden bırakmamasını ister. Öğrenciye gerekirse çekinmeden zor kullanılması önerilir. İşte bu yüzden kâğıt üstünde bir eğitim metodu olmakla birlikte eğitimin misyonuna taban tabana zıt bir görünüm çizer. Daha da açarsak, Essentialistlere göre: 1. Öğrenmenin doğasında, çok ve sıkı çalışma ve çoğu zaman zorlanma/zorlama vardır. 2. Öğrenme zorlu ve çok çalışmayı gerektirir. Disiplin eğitimde çok önemli bir yer tutar. Bu nedenle öğrenciye “kendisini disiplin altına alma” öğretilmelidir. Öğrencilere başlangıçta bazı şeyleri öğretmek zor gelebilir. Bu güçlükler disiplin içinde çözümlenebilir. 3. Eğitimde ve öğretimde “girişim” öğrenciden çok öğretmende olmalıdır. Bu nedenle öğretmen duygusal ve entelektüel yönden ehliyetli ve sınıfta lider olacak şekilde yetiştirilmelidir. 4. Eğitim sürecinin özünü, “Konu Alanı”nın çok iyi özümlenmesi oluşturur. Essentialistlere göre, tarihin süzgecinden geçmiş temel bilgiler çocukluğun kendi tecrübelerinden daha önemlidir. Programların çekirdeğini oluşturan teorik dersler, matematik, fen ve yabancı dillerdir. 5. Okulda zihinsel disiplin yaklaşımının geleneksel yöntemleri kullanılmalıdır. Eleştirel sonuç; ilerlemecilerin önem verdikleri “problem çözme” ye-


teneği her konuya uygulanamaz. İnsanlığın süzgecinden geçen temel bilgiler soyut niteliktedir. Bunları pratik problemlere uygulamak her zaman mümkün olmayabilir. Bu nedenle genel kavramların geliştirilmesi ve hayatın bütününü kavratacak şekilde bir öğretimin yapılabilmesi için soyut düşünme, alıştırma ve ezberleme yöntemleri kullanılmalıdır.18 Peki bu metoda karşı gerek eğitimin gerekse hümanist eğitimin savunusu nedir? Bunun yanıtını Progressivismde (İlerlemecilik) buluruz. Progressivismi açarsak pragmatizme dayandığını ve tabii ki Essentialisme bir tepki olarak ortaya çıktığını görmekteyiz. Zira geleneksel eğitimin baskıcı ve tutucu niteliğine karşı daha radikal ve daha özgürlükçü bir söylem kullanmasının yanında “gerçeğin özü değişmedir” görüşü ilerlemeciliğin temel çıkış noktası olmuştur. Buna göre, doğadaki gelişme ve farklılaşma eğitimin betimleyici bir normu olarak kabul edilmiştir. Şüphesiz, gelişen yaşamla iç içe olan eğitim de doğal olarak ilerlemeci olacaktır. Progressivismde eğitim sisteminin merkezinde kendi yaşantıları aracılığıyla gelişen ve “öğreten muallim” figürü yerine öğrenmeyi öğrenen öğrenciler vardır. Eğitim programlarında ise değişmenin doğasını kavrayan, demokratik tutum geliştiren davranışlar hedeflenmiştir. Öte yandan “Hümanist eğitimin” doğal metodu da Progressivismden başkası değildir. Zira Progressivist eğitim anlayışı ile Hümanist eğitim (studia humanitatis) aynı kaynaktan çıkan bir ışık gibidir. Blumfeld de ilerlemeci eğitimle hümanist eğitimin aslında aynı olduğunu söyleyerek bizi aydınlatır. Ancak bazı eğitimciler için ilerlemeci ve hümanist eğitim anlayışının benzer nitelikler taşısa da aynı olmadığını belirtmek gerekir. Gage ve Berliner’e göre hümanistik eğitim anlayışında beş temel hedef vardır: 1. Kişisel yönlendirme ve bağımsızlığı teşvik. 2. Ne öğrenilmesi gerektiğini seçme sorumluluğunun verilmesi. 3. Yaratıcılığın geliştirilmesi. 4. Şüphecilik. 5. Sanatsal bir yön.19 Hümanistik yaklaşımın yukarıda belirtilen hedeflere ulaşmak için eğitim programlarına koyduğu ilkeler şunlardır: 1. Tam bağımsız birey yetiştirmek amaçlanır. Öğrenciler sadece birer numara değil birer bireydir.

2. Zorlama ve direktif yoktur, ilgi ve saygı vardır. 3. Öğrenci aktif olmaya özendirilir ve kendi tercihlerini yapmaya teşvik edilir. 4. Öğrenciler öğrenmek istedikleri ve ihtiyaç duydukları şeyleri en iyi öğrenirler. 5. Nasıl öğrenileceğini bilmek çok miktarda bilgi almaktan daha değerlidir. 6. Öğretim öğrencinin ilgi, yetenek ve ihtiyaçlarını temel almalıdır. 7. Kuralları, kaynakları ve uygulamaları öğrenci belirlemelidir. 8. Düşüncede çeşitlilik ödüllendirilir. 9. Öğrenci başarısı için en anlamlı değerlendirme öğrencinin öz değerlendirmesidir. 10. Duygular da gerçekler kadar önemlidir. 11. Tehdit edici olmayan ortamlarda öğrenciler daha iyi öğrenirler.20 Hümanist eğitim anlayışının temelinde hümanistik psikolojinin insan varoluşuna ilişkin varsayımları bulunur. Bu varsayımlar insan faktörünü diğer kuramlardan daha çok ön planda tutar. Bireyin dünyayı nasıl algıladığı üzerinde durarak ve kişinin kendi algılarının davranışlarını belirlediği görüşünü ileri sürer.21 Hümanist bakış açısı irdelendiğinde, insanın temelde hür bir varlık olması gerektiği koşul olarak karşımıza çıkar.22 Hümanist eğitimin merkezinde birey olarak öğrenci vardır. Her öğrenci ulaşılması gereken ayrı bir amaçtır. Okula göre öğrenci değil, öğrenciye göre okul esastır. Bireyin, kendi kendine bilinçlenme, anlayış geliştirme, bireyselleşme, kendi sorumluluğunu alma, yeteneklerini geliştirme, yaratıcı olma ve olaylar karşısında esnek bir tutum geliştirme becerilerini sergilemesi hümanist eğitimin temelini oluşturur. Bu eğitim anlayışında plan ve programlar her bir öğrencinin kişilik özelliklerini, gizil güçlerini, yeteneklerini ve ilgilerini etkilemeden, olduğu gibi kabul ederek öğrencinin bu özelliklerini daha ileri, daha üstün bir duruma getirmeye yardımcı olmak için yapılandırılır.23 Hümanist teorinin öğretim ilkeleri arasında öğrenci merkezli olması, sosyal bir kişilik gelişiminin esas olması, performans temelli, test ve sınav ağırlıklı eğitim anlayışına karşı olması, buluş yoluyla öğrenme ve öğrencilerin duygu ve kişisel tercihlerine saygı duyulması ön plana çıkmaktadır. Nihayetinde hümanist teori de, progressivist teori de tek yönlü, tek taraflı, tek bir kişinin odak olduğu ve ezbere dayalı bir eğitim metodunu içermez, bu metodun karşısındadır. Bu yüzden öğrencilerin Progressi-

37


vist eğitim metoduna sahip çıkması, topluluklar nezdinde konunun tartışılması ve değişim için çaba sarf edilmesi en öncelikli görev olarak addedilmelidir. DİPNOTLAR 1.Tam olarak eğitmek anlamını taşımasa da “yetiştirmek” anlamına gelen Tρέφω (Antik Hellence) fiili için de aynısı söylenebilir.

38

2. Ray Billington, Education (eğitim) sözcüğünün etimolojik olarak Latince tek kökten educâre ve educere biçiminde türediğini ileri sürmüştür. (bkz: Felsefeyi Yaşamak, çev. A. Yılmaz İstanbul: Ayrıntı Yayınları) Yine ilginç olarak bu sözcüklerin yazılış ve okunuş bağlamında benzer gibi görünseler de aralarında oldukça derin bir uçurum olduğunu belirtir. Billington’a göre, Educare, öğreneni özel bir beceriyle donatmak için “talim ettirmek” anlamına gelmektedir. Söz konusu beceri, genellikle fiziksel bir beceridir. Buna, bir mühendis ya da cerrahın, bir tamirci ya da sıvacının el mahareti ya da bir dansçı ya da futbolcunun ayak mahareti örnek olarak verilebilir. Bunlara ek olarak; aritmetik, mantık ya da dilbilimsel çözümleme gibi zihinsel beceriler denilmesi daha doğru olan ve talim gerektiren başka beceriler de vardır. Sıralanan bu beceriler educâre yaklaşımının özel bir iş ya da meslekle bağlantılı olduğunu göstermektedir. Educâre sözcüğünün iki uzantısı söz konusudur. Bunlardan birincisi, toplumun ya da devletin ekonomik ya da sosyal ihtiyaçları çerçevesinde belirlenecek konuların bir müfredat içerisinde, okul/meslek kuruluşunca sunulması meselesidir. Burada öncelikli amaç hem öğreten hem de öğrenen için sunulan konunun, öğrenene özel bir meslek açısından ne kadar vasıf kazandırdığı olacaktır. Şüphesiz bu bazı mesleklerin önemli ya da önemsiz olduğu ayrımını getireceği gibi geniş istihdam olanakları olan mesleklere de öncelik verileceği anlamına gelir. Sözcüğün ikinci uzantısı ise, müfredatta neye değer verileceğinin en büyük belirleyicisinin‚ faydalı görülmeyle ilişkilendirilmesi meselesidir. Örneğin, matematik ve fizik öğrenilmeye değer konular olarak görülürken, edebiyat, güzel sanatlar, sosyoloji gibi konular, ‘ilginç’ olabilmekle birlikte, çalışma alanında doğrudan uygulama alanı olmadığından öncelikler listesinin alt sıralarında yer alacaktır. Eğitime educâre yaklaşımı öğrencileri hâlihazırda mevcut sisteme alıştırmayı tasarlayan bir yaklaşımdır ve sertifika, diploma ya da konuyu bildiğini/çalıştığını gösteren bir belge vermek suretiyle bir vasfın kazanıldığının yazılı onayı, müfredatın olmazsa olmaz bir tamamlayıcısı olmaktan öteye gitmeyecektir. Educere ise‚ ‘sürmek’ ile ‘götürmek’ anlamlarına gelmekte ve educâre sözcüğünden oldukça farklı bir anlamı ifade etmektedir. P. H. Hirist ve R. S. Peters’e (The Logic of Education, London 1975, s. 23) göre, educere kelimesi her zaman olmamasına rağmen, uzun bir süre fiziki gelişme anlamında kullanıldı. Hatta Roma’nın parlak dönemlerinde de hem bitki ve hayvan, hem de çocukların bakım ve yetiştirilmesi anlamında kullanılan educere kelimesi, İngilizcede de oldukça genel bir tarzda, çocukların ve hayvanların yetiştirilmesi anlamında kullanıldı. Ancak Herbert’ın da belirttiği üzere, gerçek anlamıyla hayvanlar eğitilemezler; onlar ancak yetiştirilebilirler. Eğitim insan üzerine bir etkidir. Bir kişinin iyi eğitilmiş olduğundan bahsedildiği zaman sadece fiziki nitelikleri düşünmeyiz. Ayrıca eğitimin bilişsel açıdan insanı geliştirmeyi amaçladığını da düşünmeliyiz. (Bkz: Adams, J. Education. in J. Hastings [Ed.], Encyclopedia of Religion And Ethics. Vol 5. Scotland:Tand T. Clark Ltd., 1994, s.170) Aydınlanma döneminde bile educere kelimesi genellikle hayvan ve bitkilerin yetiştirilmesi, bakımı anlamlarında kullanılmıştır. Oysa günümüzde genel olarak hayvanların eğitiminden değil, onların yetiştirilmesi, bakımı ve terbiye edilmesinden söz edilmektedir. Dolayısıyla eğitime karşılık gelen educere kelimesi bilişsel bir perspektife sahip ol-

masından dolayı insana özgü bir özellik kazanmıştır. Eğitilmiş insan denildiği zaman aslında kastedilen insanın bilişsel yönden yetiştirilmesidir. Yine aydın insan, düşünen insan denildiğinde de aynı şey kastedilmektedir; yani aydın ve düşünen insan ahlâkî, fizikî ve karakter yapısı ve bütün diğer yönleri bakımından tam bir gelişmişliği ifade eder. Buna göre eğitim, kavram olarak bireyde entellektüel, ahlâki ve fiziki mükemmelliği meydana getirme gibi önemli bir anlam içerir. (Bkz: Tozlu, Eğitim Felsefesi, MEB Yayınları, İstanbul 1997, s. 93) 3. Kur’ân-ı Kerim ve Karşılıklı Muhtasar Meali, 2011: 5 4. Kramer, S. N., The Sumerians: Their History, Culture, and Character, University of Chicago Press, Chicago 1963 5. Marxist politeknik eğitim anlayışı insanı çok yönlü yetiştirmek, bu yolla doğaya egemen olup onu değiştirme ve üretimde bulunmak olduğundan, okullarda doğa ve toplum bilimlerine; iş ve teknik, beden eğitimi ve estetik derslere yer verilmelidir. Temele politik ve teknik konuları içeren dersler alınmalıdır. Derslerin içeriği, kişiyi bilinçlendirecek, onun diyalektik akıl yürütmesini sağlayacak nitelikte olmalıdır. Dersler ve içirik; öğrencinin ilgisini çekecek, onun üretici yaratıcılığını geliştirecek, kolektif üretimi, çalışmayı, yaşamayı sağlayacak; somuttan soyuta, basitten karmaşığa, kolaydan zora, bilinenden bilinmeyene ve birbirinin önkoşulu olacak şekilde düzenlenmelidir. Eğitim ortamında kişilik eğitimine de yer verilmelidir. Kişiler hem yaratıcılıklarını geliştirmeli; hem de yaşantılarında buyruk beklemeden görevlerini yerine getirmelidirler. Bu amacın gerçekleşmesi için eğitim durumunda öğrencilerin tartışarak, üretim ortamında karar vermeleri, görevlerini buyruk beklemeden yapmaları sağlanmalıdır. Eğitim durumunda, özeleştiriye yer verilmelidir. Üretici işin planlaması, değerlendirilip geliştirilmesinin her aşamasında yapılanların tümü grupça tartışılmalı, herkesin görüşü alınmalıdır. Eğitim ortamında diyalektik akıl yürütmeyi, öğrencilerin kullanması sağlanmalıdır. Bunun için, tez, antitez ve sentez sürecinin işe koşulduğu doğal ve toplumsal olgular sınıfa getirilmelidir. Ayrıca bu süreç, değişik üretim araçlarında öğrencilerce kullanılmalı; böylece onların çok yönlü yetişmeleri de gerçekleştirilmelidir. Okul öncesi eğitimde ve ilköğretimde, diyalektik materyalizmin ilkeleri genellikle eğitsel oyunlarla kazandırılmalıdır. Eğitim ortamında, disiplin sağlamada gerektiği zaman ceza kullanılmalıdır; fakat bu, insanı tekrar topluma kazandıracak şekilde yapılmalıdır. Politeknik eğitimin sınama durumlarında öğrencinin diyalektik akıl yürütmeyi kullanıp kullanmadığını, üretime katkısını, kuram ve uygulamadaki başarısını, kolektif çalışma gücünü topluma katkılarını vb. ölçen sorular sorulmalıdır. Bir başka deyişle kişi, üretici işteki yapıp ettiklerine, tutumuna, emeğine vb. göre değerlendirilmelidir. [Bkz: Kaygısız, İbrahim - Eğitim Felsefesi ve Türk Eğitim Sisteminin Felsefi Temelleri sf 9] 6. Burada insandan (insanoğlu) kastın tamamıyla “özgür insanlar” olduğunun altını çizmek gerekir. Antikçağda köleler insan olarak kabul edilmeyip, Antik Hellenistan’da Metoikoslar özgürlerin haklarına sahip olmaktan uzaklardı. 7. İnsan her şeyin ölçüsüdür. 8. Werner Jaeger, Paideia, The Ideals of Greek Culture. Vol. 1, çev: Demet Evrenosoğlu, Oxford University Press, Oxford 1967, s. 14. 9. Albayrak, Mehmet Barış, “Platon’un Eğitim Modelindeki Çelişki Üzerine,” Eleştirel Pedagoji, 20 10. Dürüşken, Çiğdem, “Cicero’da Hümanitas Anlayışı ve Rhetorica Eğitimi,” Klasik Filoloji Seminerleri, 1. Kitap


11. İnsanların yanında sanatların ve işlerin dahi özgür olanları ve olmayanları mevcuttur. Özgür olmayan sanatlar (Artes Illiberales): Sadece ekonomik kaygılar taşıyan, insanı geçindirmeye yönelik, el becerisiyle iş görmeyi öngören, yani maharet gerektiren sanatlar. Özgür sanatlar (Artes Liberales): Kişiyi hakiki bilgiye (scientia) ulaştırabilecek salt zihinsel eğitimi kapsayan sanatlar. Bu eğitim insanı zihinsel anlamda kalkındırmaya yönelik, ekonomik anlamda değil. Öyle ki insan zihninin en sırlı noktalarına hitap edebilecek içeriği ile yerel değil evrensel bir eğitimdir söz konusu olan. Temel amacı da hakiki bilginin peşinde koşan, toplumda hem bedensel hem de ruhsal anlamda dengeli, kültürler üstü şahsiyetler yetiştirmek. Bunlardan yedi özgür sanat (septem artes liberales) denilen ve Ortaçağ ile Rönesans’a damgasını vurmuş disiplinler:

22. Rogers, R. C., On Becoming a Person, Houghton Mifflin Boston 1961.

a) Trivium (Üçlü grup):

DÜRÜŞKEN, Çiğdem, “Cicero’da Hümanitas Anlayışı ve Rhetorica Eğitimi,” Klasik Filoloji Seminerleri, 1. Kitap.

I- Gramer, II- Mantık III- Rhetorica b) Quadrium (Dörtlü grup): I- Aritmetik II- Geometri III- Müzik IV- Gökbilim Özgür ve özgür olmayan işlerin (Operae Liberales ve Operae Illiberales) ayrımına yönelik ise 3 görüş vardır. I- Operae Liberales fikri çalışmanın ürünü olan yüksek düzeydeki faaliyetleri içerir. II- Bilimsel eğitim gerektiren faaliyetler ifade edilir. III- Operae Liberales’in para ile ölçülebilen değerin yanında para ile ölçülemeyen bir değerde, yaratan faaliyetler olduğu şeklindedir. Son görüşe göre yapılan ayırımda sadece yapılan işin faaliyetin niteliği değil, faaliyette bulunan toplumsal ve hukuki durum da dikkate alınarak hareket edilmektedir. [Bkz: Somer, Pervin – Roma Hukukunda Hekimin Sorumluluğu s.142]

23. Weinstein, G. & Fantini, D. M., Toward Humanistic Education, Praeger Publishers, New York 1970. KAYNAKÇA KRAMER, S. N., The Sumerians: Their History, Culture, and Character, University of Chicago Press, Chicago 1963. JAEGER, Wener, Paideia, The Ideals of Greek Culture. Vol. 1, çev. Demet Evrenosoğlu, Oxford University Press, New York 1967. ALBAYRAK, Mehmet, Barış, “Platon’un Eğitim Modelindeki Çelişki Üzerine,” Eleştirel Pedagoji, 20.

AYTAÇ, Gürsel, Ah Avrupa, Edebiyat Yazıları, Cilt 3, Gündoğan1992. FROMM, Erich, Psikanaliz ve Din, çev. Aydın Arıtan, İstanbul 1996. MARTIN, Michael, Ateizm ve Din, çev. Dr. Yaşal Ünal, 2002. OKTAY, A., “21. Yüzyılda Yeni Eğilimler ve Eğitim”, ed: O. Oğuz, A. Oktay ve H. Ayhan, 21.Yüzyılda Eğitim ve Türk Eğitim Sistemi, Dem Yayınları, İstanbul 2004. ERDOĞAN, Hamit, Eğitim Bilimine Giriş, Karabük Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi. AKYÜZ, Hüseyin, Eğitim Sosyolojisinin Temel Kavram ve Alanları Üzerine Bir Araştırma, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi; 575, İstanbul 1991. DÜRÜŞKEN, Çiğdem, Antikçağ Felsefesi, Alfa Yayıncılık, Felsefe Dizisi, İstanbul 2014. AYTAÇ, Kemal, Avrupa Eğitim Tarihi, Marmara Ünv. İlahiyat Fak. Vakfı Yay. No: 58, İstanbul 2012. EVRENSELOĞLU, Demet, “Sokratik Diyaloglarda Mit ve İşlevleri,” Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi 13, İstanbul 2012, ss. 145-163

12. Bahsettiğimiz Lakedaimonia eğitim sistemini hatırlayalım.

OKÇU, Davut, “Eğitim Hakkı ve Tarihsel Gelişimi,” Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Dergisi 1, Van 2007, ss. 45-59

13. Aytaç, Gürsel, “Ah Avrupa,” Edebiyat Yazıları, 3, Gündoğan 1992.

ALBAYRAK, Mehmet Barış, “Platon’un Eğitim Modelindeki Çelişki Üzerine,” Eleştirisel Pedagoji Dergisi 20, Ankara

14.Dürüşken, Çiğdem, “Cicero’da Hümanitas Anlayışı ve Rhetorica Eğitimi,” Klasik Filoloji Seminerleri, 1. Kitap

BABADOĞAN, Cem, “Hümanistik Eğitim ve Öğretim Anlayışı,” AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 25: 2, Ankara 1992, ss. 743-752

15. Fromm, Erich, Psikanaliz ve Din, çev. Aydın Arıtan, İstanbul 1996, s. 66.

ROGERS, Carl R., On Becoming a Person, Boston 1961.

16. Martin, Michael, Ateizm ve Din, çev. Dr. Yaşal Ünal, s. 585.

WEINSTEIN, Gerald, FANTINI Mario D., Toward Humanistic Education: A Curriculum of Affect, New York 1970.

17. Oktay, A., 21. Yüzyılda Yeni Eğilimler ve Eğitim. (ed. O. Oğuz, A. Oktay ve H. Ayhan). 21.Yüzyılda Eğitim ve Türk Eğitim Sistemi. İstanbul 2004, Dem Yayınları.

ŞAHİN, Mustafa, ÖZBAY Yaşar, “Üniversite Öğrencilerinin Empatik Sınıf Atmosferine İlişkin Algılamaları,” Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi 15, Ankara 1999, s. 74-83

18. Erdoğan, Hamit, Eğitim Bilimine Giriş, Karabük Üniversitesi. Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi, s.12. 19. Şahin, İsmet, Postmodern Çağ & Humanist Eğitim. XIII. Ulusal Eğitim Bilimleri Kurultayı, Malatya 2004. 20. Ibid 21. Babadoğan, C. “Hümanistik Eğitim ve Öğretim Anlayışı”. AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 24, 2, 1991.

SOMER, Pervin, “Roma’da Hekimin Hukiki Sorumluluğu,” Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Araştırmaları Dergisi, Roma Hukukundan Modern Hukuka Sorumluluk Sempozyum Özel Sayısı, İstanbul 2008.

39


KHARON’UN KAYIĞINA ALDIĞINA PİŞMAN OLDUĞU KARAKTERLER Roma edebiyatının en büyük destan şairi kabul edilen Vergilius, Roma edebiyatındaki diğer destan şairlerinin hemen hepsinde olduğu gibi, Aeneis destanındaki mitolojik öğe ve öyküleri kendi yaratmış değildir. Önceki Latin ve Yunan kaynaklı söylencelerden yararlanarak eserinin kurgusunu yapmıştır. Roma edebiyatını, özellikle de Aeneis’i iyice anlayabilmek, onun mısra mısra tadını çıkarabilmek için Yunan-Latin dünyası ile ilgili pek çok şey bilmek gerekir. Bunun ufak bir kanıtı olarak VI. kitaptaki bir bölümü Yunan söylencelerinde geçen bağlam doğrultusunda incelemeye çalışacağız.

40

Yunan mitolojisi öğelerinin devamlı kullanıldığı VI. kitaptaki yeraltı dünyası tasvirinde karakterler Aeneas ve Sibylla arasında Styx nehrine gelirler. Nehirden karşıya geçmenin tek yolu kayıkçı Kharon’un kayığına binmektir. Karşıya geçmeye niyetli canlı bedenleri karşısında gören Kharon, ikiliyi sert bir dille karşılar ve dirileri kayığında taşımaya izni olmadığını şöyle belirtir: quisquis es, armatus qui nostra ad flumina tendis, fare age, quid venias, iam istinc et comprime gressum. umbrarum hic locus est, somni noctisque soporae: corpora viva nefas Stygia vectare carina. nec vero Alciden me sum laetatus euntem accepisse lacu, nec Thesea Pirithoumque, dis quamquam geniti atque invicti viribus essent. Tartareum ille manu custodem in vincla petivit ipsius a solio regis traxitque trementem; hi dominam Ditis thalamo deducere adorti. (Aeneis VI, 388-397)

Styx Nehri, Gustave Doré, 1861.

“silah kuşanmış olarak benim nehrime yaklaşan kişi, her kim olursan ol, orada olduğun yerde dur, söyle bana, neden yaklaştığını. burası gölgelerin, uykunun ve uyku veren gecenin mekânıdır:

Styx kayığında canlı bedenleri taşımama izin yoktur. doğrusu pişman oldum hem Alcides’i yolculuğunda nehirden geçirdiğime hem Theseus’u hem de Pirithous’u, tanrı soylu ve yenilmez olmalarına rağmen. biri bağladı titreyen Tartarus bekçisini zincirlerle onu sürükleyerek bizzat kralın komutasından kopardı; diğerleri de Dis’in kraliçesini yatağından kaçırmak istediler”

Vergilius’un dile getirdiği bu üç isim, Kharon’un dediğine göre onun kayığına binerek nehirden karşıya geçmişler ve yer altı ülkesinde işlememeleri gereken suçlara karışmışlardır. Yazar, destanda bu isimlerden sadece bu dizelerde bahseder. Yeraltı dünyasına inen bu cesur mitolojik karakterler hakkında daha fazla


bilgi edinmek ve ne yapıp da Kharon’u pişman ettiklerini daha detaylıca incelemek için, onların Yunan edebiyatı bağlamında geçtiği bazı yerlere göz atalım. Alkides Alkides, Yunan edebiyatında adı hemen her destan ve şiirde geçen Herakles’in asıl adı, yani dedesi Alkaios’tan gelme soyadıdır. Herakles adının “Hera’nın ünü” anlamına geldiği ileri sürülse de heros yani kahraman sözcüğüyle ilişkisi akla daha yakındır. Karakter dilimizde yaygın olarak Herkül olarak bilinir. İnsanın doğaya karşı yenilmez saldırma ve dayanma gücünü simgeleyen yiğit Herakles’in anlatımlarına özellikle Alkmene, Amphitryon, Eurystheus, Thespios gibi Yunan tragedyalarında sıkça rastlanır. Grek boylarının ve özellikle Dorların kahramanlık görüş ve anlayışlarını kişiliğinde toplayan Herakles’in yakasından, ilk doğduğu günden itibaren Hera’nın kin ve öfkesi eksik olmaz ve son demine kadar onu rahata kavuşturmaz. Herakles’in annesi Alkmene de ölümlü babası Amphitryon da Perseus’la Andromeda’nın soyundandır. Zeus, Alkmene’nin atası Danae ile birleştiği gibi Alkmene’yi de kandırarak elde eder. Aynı gece Alkmene, Herakles ve Iphikles’e gebe kalır. Alkmene gebe kalır kalmaz tanrıça Hera ona karşı korkunç bir kıskançlık beslemeye başlar. Zeus’a söz verdirir ki, Perseus soyundan ilk doğacak çocuk, insanlar arasında büyük bir egemenlik kuracaktır. O sırada Perseus soyundan başka bir kadın yedi aylık gebeyken, Hera, kızı ebe tanrıça Eileithyia’ya onu erkenden doğurtturur ve Alkmene’nin doğumunu geciktirir. Böylece Perseus soyundan doğan ilk erkek Herakles değil, Eurystheus olur. Hera, Herakles’in elinden haklarını almakla kalmaz, sekiz aylık olup ikizi Iphikles’le birlikte beşiğinde yattığı bir gün iki kocaman yılan gönderir çocukları boğmak için. Iphikles avaz avaz bağırdığı halde Herakles yılanlara sarılır ve her iki elinde bir yılanı boğazından sıkıp boğar. Herakles’in hemen tüm hikayeleri buna benzer kahramanlık hikayeleridir. Çocukluğunda üstün bir eğitim görür ve delikanlılık çağına gelince boyu posu ve gücü olağanüstü bir seviyeye ulaşır.. Günün birinde Hera, yiğidin cinnet geçirmesini sağlar ve kendi çocuklarından birini öldürtür. Bununla yetinmeyen kinci tanrıça, Apollon kahini Pythia aracılığıyla yiğidin gidip Eurystheus’un hizmetine girmesini buyurur. Suçlarının kefareti olacak on iki yıllık hizmeti başarıyla sona erdirirse ölümsüzlüğe kavuşacağını vâdeder. Böylece Herakles bir köle gibi insafsız bir efendinin buyruğunda yıllarca birbirinden zorlu görevleri yerine getirir. Herakles bu on iki işin

tümünü yalnızca kollarının gücü ve silah olarak elinden hiç bırakmadığı topuzuyla başarır. İşte bu görevlerden sonuncusu ve en zoru Kerberos bekçi köpeğinin ölüler ülkesinden kaçırılmasıdır. Kerberos Kerberos ölüler ülkesinin bekçisidir. Onun görevi dirilerin içeriye girmesini ve bir girenin bir daha dışarıya çıkmasını önlemektir. O, çoğu anlatıda üç başlı kimi anlatımda da elli ya da yüz kafalı bir köpek olarak tasvir edilir. Kuyruğu kocaman bir yılandır, sırtında kara yılanlar dikilidir. Bu korkunç hali ve Hades’in giriş kapısında zincirlerle bağlı olduğu yerden havlamalarıyla ölü ruhları bile dehşete düşürür. Hesiodos, Thegonia adlı eserinde Hades’in köpeği Kerberos’un başka birkaç canavarla birlikte Typhon’la Ekhidna’dan doğma olduğunu söyler. (Thegonia. 310 vd.) “Ekhidna bir azgın canavar daha doğurmuş: Adı dile alınmaz Kerberos’u. Hades’in o tunç sesli, elli başlı, o aman vermez, yırtıcı köpeğini” (çev: Azra Erhat) Herakles’in Kerberos’u kaçırması Herakles son görevini tamamlamak için Hermes ve Athena’nın yardımıyla o zamana dek hiçbir ölümlünün inip de geri gelemediği yer altı ülkesine iner. Yer altı ülkesi nehrine geldiğinde kayıkçı onu öte tarafa geçirmek istemez, yiğit ise Kharon’u kayıkçının kendi küreğiyle döver, karşıya kendini zorla geçirtir. Kharon ise bu işe razı olduğu için bir yıl boyunca Hades’ten sürülür. Herakles de orada bağlı bulunan Theseus’u kurtarır ve Kerberus köpeğini alıp yeryüzüne kaçırır. Odysseia destanında Herakles’in ruhu Odysseus’a olayı şöyle aktatır (Od. XI, 623 vd.): “Bir ara buraya göndermişti beni o (yani Eurystheus), Kerberus köpeğini al getir, demişti, Aklınca bu onun bana yüklediği en güç işti, Ama ben köpeği alıp çıkıverdim Hades’ten dışarı, Hermeias’la gök gözlü Athena bana kılavuzluk etmişti.” (çev: Azra Erhat) Son görevini tamamlayan Herakles, köpeği efendisine getirir. Eurystheus bu azmanı görünce ödü kopar, yiğit de köpeği Hades’e geri götürüp bırakır. Theseus ve Pirithous Kharon’un Aeneis destanında Alkides dışında karşıya

41


42

Herakles ve Kerberos, Antonio Tempesta, 1608 geçirdiğine pişman olduğunu söylediği diğer 2 isim ise Theseus ve Pirithous’dur. İlyada’ya göre Dia’nın Zeus’tan, başka kaynaklara göre de Ikson’dan oğlu olan Lapithlerin ünlü prensi Pirithous, Theseus’un yakın dostu olarak yiğidin bütün serüvenlerine katılır. Theseus’un annesinin ölümlü, babasının ise Poseidon olduğu söylenir. Yunan edebiyatında Theseus efsanesi, Dor ırkının büyük kahramanı Herakles efsanesinin motifleriyle bir araya getirilmiş, bu yakıştırmalara Atina’nın ülkülerini yansıtan kişisel ve toplumsal bazı temalar eklenmiştir. Cesurluğu ve gücüyle ün salan Theseus, babasının kral olduğunu öğrendikten sonra bölgeye gelir ve yaptığı türlü yiğitlikler sonucunda Attika’nın efsanevi kralı olur. Anlatılan kahramanlık hikayelerinde Attika halkını devamlı tehlikelerden kurtarır. Kral olduktan sonra ülkede yeni ve çok hayırlı bir düzen kurar, halkın çıkarlarını gözeten, zenginlerle soyluların ayrıcalıklarını kısıtlayan yasalar çıkartır.

Theseus ve Pirithous, tanrı soyundan oldukları için tanrı kızlarıyla evlenmeleri gerektiğini düşünürler. Theseus Pirithos yardımıyla Helen’i kaçırır. Pirithous ise kendisine eş olarak yeraltı ülkesinin kralı Pluton’un eşi Proserpina’yı (Persephone) layık görür ve Pluton’un gelinini kaçırmak için ikili beraber yeraltına inerler. Ancak yeraltı ülkesinin kralı Hades bu durumdan haberdardır. İkili Hades’le Persephone’nin sofrasında yemek yedikleri sırada oturdukları iskemlenin üstüne mıhlanırlar. Uzun zaman oturdukları iskemlenin üstünden kalkamazlar, sonunda Herakles, Hades’e inip Theseus’u kurtarır; ama Pirithous “unutma sandalyesi” denen bu yerden bir daha kalkamaz ve ebediyen Tartorus’ta cezanlandırılır. KAYNAKÇA Erhat Azra, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitapevi, İstanbul 1997. VIrgIl, The Aeneid, çev. W. F. J. Knight, Penguin Classics, London 1956.

DOĞAN ÇABALAR*

*İÜ Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 3. Sınıf Öğrencisi


YENİ ÇIKAN KİTAPLAR KLASİK FİLOLOJİ SEMİNERLERİ 1-2-3 Alfa Yayıncılık / Felsefe Dizisi, İstanbul 2016 Klasik Filoloji Seminerleri 1, ed. Eyüp Çoraklı Çiğdem Dürüşken, Roma’da Entellektüelliğin Temeli: Cicero’da Humanitas Anlayışı ve Rhetorica Eğitimi Ali Dinçol, Anadolu’da Diller ve Yazılar Ş. Teoman Duralı, Eskiçağda Felsefe-Bilimin Ortaya Çıkışı Şafak Ural, Kosmostan Kaosa Cemil Güzey, Mitosun Külleri Bedia Demiriş, Antikçağ Eserleri Günümüze Nasıl Ulaştı? Cengiz Çakmak, Sokrates-Öncesi Düşünürlerde Tıp Sanatı Belkıs Dinçol, Eski Önasya’da Müzik Aletleri Sedef Çokay-Kepçe, Antik Yunan Vazo Resimlerinde Müzik Aletleri Ekin Öyken, Antikçağ Yaşantısında Müzik Sanatının Yeri

Klasik Filoloji Seminerleri 2, ed. Pelin Atayman Erçelik Çiğdem Dürüşken, Ruhların Dünyası: Hades Sema Bulutsuz, Alkestıs: Kadına Ölüm Yaraşır Elif Tül Tulunay, Omoplatoskopia-Scapulamanteia (Kürek Kemiği Kehaneti) ve Pelops Kerem Karaboğa, Antik Yunan Oyunlarının Çağdaş Yorumları Sanem Yazıcıoğlu, Yirminci Yüzyıl Felsefesinin Antikçağ Kökenleri Zühre İndirkaş, Gustave Moreau’da Mitoloji ve “Jupiter ve Semele”nin İkonografik Çözümlemesi Dr. F. Deniz Özden, Avrupa Resminde Müzikli Mitolojik Figürler Hasibe Kocabay, Ritüel ve Tiyatro

Klasik Filoloji Seminerleri 3, ed. Ekin Öyken Ayça Tiryaki, Erken Hıristiyanlık Döneminde Manastır Sisteminin Doğuşu Mustafa Hamdi Sayar, Latin Epigrafisine Genel Bir Bakış Oğuz Tekin, Roma Tarihini Sikkelerden Okumak: Roma Cumhuriyet Dönemi Sikkeleri Gürkan Ergin, Anadolu’da Roma Hâkimiyeti: İsyanlar, Tepkiler, Huzursuzluklar Sema Bulutsuz, Philoktetes’in Yarası

NavISalvIa: DR Sİna Kabaağaç'ı Anma Toplantısı 2014/SÜRGÜN İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı tarafından, 2003’ten bu yana her yıl düzenlenmekte olan Navisalvia: Dr. Sina Kabaağaç’ı Anma Toplantısı, klasik filoloji ve Antikçağ kültür tarihi başta olmak üzere felsefe, sanat tarihi, arkeoloji, tarih ve edebiyat gibi farklı disiplinlerden akademisyenlere her sene farklı bir konu başlığıyla, Antikçağ’a ilişkin fikir alışverişinde bulunma ve bilimsel bulgularını ortaya koyma olanağı sağlayan bilimsel bir toplantıdır. Navisalvia - Dr. Sina Kabaağaç’ı Anma Toplantısı’nda sunulan bildiriler her yıl arkeoloji Sanat Yayınları tarafından kitaplaştırılmaktadır. Şimdiye kadar yayımlanan kitapların konu başlıkları şöylerdir: Çeşitlemeler, Trajedi, Komedi, Mythos, Ars Poetika, Satyros, Memoria, Iustitia, Passio, Büyü, Sürgün. Musica konulu, geçen yılki toplantının kitabı da yayımlanmak üzeredir.

43


ÇEVİRİ

44

*C. Plinii Caecili Secundi Epistularum Libri Novem Editio Teubneriana MDCCCLXVIII [Liber I.XV]*Heus tu! Promittis ad cenam, nec venis? Dicitur ius: ad assem impendium reddes, nec id modicum. Paratae erant lactucae singulae, cochleae ternae, ova bina, halica cum mulso et nive - nam hanc quoque computabis, immo hanc in primis quae perit in ferculo -, olivae betacei cucurbitae bulbi, alia mille non minus lauta. Audisses comoedos vel lectorem vel lyristen vel - quae mea liberalitas - omnes. At tu apud nescio quem ostrea vulvas echinos Gaditanas maluisti. Dabis poenas, non dico quas. Dure fecisti: invidisti, nescio an tibi, certe mihi, sed tamen et tibi. Quantum nos lusissemus risissemus studuissemus! Potes apparatius cenare apud multos, nusquam hilarius simplicius incautius. In summa experire, et nisi postea te aliis potius excusaveris, mihi semper excusa. Vale. Latinceden çeviren: İLHAN ALAGÖZ*

Gaius Plinius, dostu Septicus Clarus’a selam eder. Sana yazıklar olsun! Akşam ziyafeti için söz veriyorsun ve lakin gelmiyorsun. (Hakkındaki) Karar açıklanıyor: “Kuruşuna kadar zararı tazmin edesin, bir kuruş dahi az olmamak kaydıyla.” Hazırlananlar; birer marul, üçer salyangoz, ikişer yumurta, halica (kızıl buğday ezmesi) bal şarabı ve karla – evet, kesinlikle servis tepsisinde tükenen bu halica ilk getirilenlerdendi, yani bunu da hesaba katacaksın- zeytinler, pancarlar, kabaklar, soğanlar, bir o kadar lezzetli diğer bin çeşit şey. Komedyenleri dinlemiş olabilirsin ya da bir okuyucu ya da lir çalgıcısını veyahut, benim cömerliğim hepsini birden. Ama sen, kim olduğunu bilmiyorum, bir zatın evinde midyeleri, bumbarları, deniz kestanelerini, Gaditanlı (İspanya, Kadizli dansçı) kadınları tercih ettin. Nasıl olur bilmem, ceremesini sen çekeceksin. Yakışıksız davrandın. Bilemiyorum acaba kendine mi, kesinkes bana; ama hayır, bilakis kendine karşı bir garezin vardı. Ne kadar da eğlenmiş , gülmüş, neler öğrenmiş olurduk! Hiç birinde (bizimkinden ) daha neşeli, samimi ve pervasız olmayacağın çok ortamlarda, ziyadesiyle mükellef ziyafetlere katılman mümkin. Demem o ki, tecrübe et de, bundan sonra tercihan başkalarını geri çevirmeyeceksen beni büsbütün geri çevir. Hoşçakal.

*İÜ Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 3. Sınıf Öğrencisi

Cicero’nun De Oratore eserindeki bir bölümle, Nasrettin Hoca öykülerinden Eşeğin Sözü anlatısındaki benzerlik Bir gün bir ahbabı hocaya gelir, 2 saat için eşeği ister, kasabaya gitmek niyetindedir ve ‘Kasaba dönüşü getiririm der.’ Hoca bilhassa düşünür, sonra vermemek için şöyle bir şey uydurur: ‘Bu işini görmeyi doğrusu çok isterdim ama yok hayvan evde, demin birine verdim.’ Tam ahbabın ayrılacağı sıra içeriden bir ses gelir, gittikçe de yükselir. Eşek ahırdan anıra anıra evde olduğunu bildirmededir. Öyle bir ses ki, ne pencere kalır ne cam, fena bozulur adam ve ‘Aşk olsun hoca,’ der, ‘evdeymiş eşek. Beni kandırdın demek.’Hoca kızmaktan başka yol bulamaz, bir bağırır dostuna avaz avaz. ‘Bakın hele nezaket var mı şunda? Sen karşındakini ne sanıyorsun? Benim sözüme inanmıyorsun da eşeğinkine mi inanıyorsun?’ der. Orhan Veli Kanık, Nasrettin Hoca Hikayeleri, YKY, İstanbul 2003. ‘...qui cum ad poetam Ennium venisset eique ab ostio quaerenti Ennium ancilla dixisset domi non esse, Nasica sensit illam domini iussu dixisse et illum intus esse ; paucis post diebus cum ad Nasicam venisset Ennius et eum a ianua quaereret, exclamat Nasica se domi non esse ; tum Ennius: ‘Quid ? ego non cognosco vocem,’ inquit, tuam?’Hic Nasica: Homo es impudens. Ego cum te quaererem, ancillae tuae credidi te domi non esse; tu mihi non credis ipsi?’ CICERO, DE ORATORE, II. LXVIII. 276 from THE LOEB CLASSICAL LIBRARY

Vakti zamanında Nasica, şair Ennius’u görmek ve hal hatır sormak için onun evine doğru giderken , Ennius’un hizmetçisi evin kapısından seslenmişti Nasica’ya Ennius’un evde olmadığını. Fakat Nasica, aslında Ennius’un evde olduğunu ve hizmetçisinin de Ennius’un emriyle bunları söylediğini sezmişti. Bu olaydan birkaç gün sonra, bu sefer Ennius hal hatır sormaya gelir, eve (kapıya) yaklaştığı sırada Nasica evde olmadığını bağırarak söyler. O vakit Ennius: ‘Hadi canım oradan, senin sesini bilmem mi ben?’ der. Bunun üzerine Nasica: ‘Ne utanmaz ne arlanmaz birisin sen Ennius. Ben seni ziyarete geldiğim vakit hizmetçine inandım, peki sen bana niye inanmıyorsun?!’ Latinceden çeviren: DORUKHAN SACİT NAR* *İÜ Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 3. Sınıf Öğrencisi


14. Alkmaion (B) Fragmanlar* 1. DIOG. VIII 83 [s. A 1, 1] <Ἀλκμαίων Κροτωνιήτης τάδε ἔλεξε Πειρίθου υἱὸς Βροτίνωι καὶ Λέοντι καὶ Βαθύλλωι· περὶ τῶν ἀφανέων, περὶ τῶν θνητῶν σαφήνειαν μὲν θεοὶ ἔχοντι, ὡς δὲ ἀνθρώποις τεκμαίρεσθαι>

Peirithoos’un oğlu Krotonlu Alkmaiôn, Brotinos, Leôn ve Bathyllos’a şunları söyledi: Görünmez şeyler üzerine, ölümlü şeyler üzerine saf bilgiye sahip olan tanrılardır, insanlarsa çıkarımda bulunur.

1a. THEOPHR. d. sens. 25 [A 5] <ἄνθρωπον> γάρ φησι <τῶν ἄλλων διαφέρειν ὅτι μόνον ξυνίησι, τὰ δ’ ἄλλα αἰσθάνεται μέν, οὐ ξυνίησι δέ>.

Çünkü diyor: İnsan diğer canlılardan sırf kavrayabildiği için farklıdır; diğerleri duyumsarlar, ancak kavrayamazlar.

2. ARIST. Probl. 17, 3. 916a 33 <τοὺς ἀνθρώπους> φησὶν Ἀ. <διὰ τοῦτο ἀπόλλυσθαι, ὅτι οὐ δύνανται τὴν ἀρχὴν τῶι τέλει προσάψαι>.

Alkmaiôn, insanların başlangıcı sona bağlayamadıklarından öldüğünü söylüyor.

3. AËT. V 14, 1 Ἀ. τῶν ἡμιόνων τοὺς μὲν ἄρρενας ἀγόνους παρὰ τὴν λεπτότητα τῆς θορῆς καὶ ψυχρότητα, τὰς δὲ θηλείας παρὰ τὸ μὴ <ἀναχάσκειν> τὰς μήτρας· οὕτω γὰρ αὐτὸς εἴρηκε.

İşte, Alkmaiôn, erkek katırların tohumlarının inceliği ve soğukluğu; dişilerinin de rahimlerini tam açmamaları yüzünden kısır olduklarını belirtti.

4. AËT. V 30 1 (D. 442) Ἀ. τῆς μὲν ὑγιείας εἶναι συνεκτικὴν τὴν <ἰσονομίαν> τῶν δυνάμεων, ὑγροῦ, ξηροῦ, ψυχροῦ, θερμοῦ, πικροῦ, γλυκέος καὶ τῶν λοιπῶν, τὴν δ’ ἐν αὐτοῖς <μοναρχίαν> νόσου ποιητικήν· φθοροποιὸν γὰρ ἑκατέρου μοναρχίαν. καὶ νόσον συμπίπτειν ὡς μὲν ὑφ’ οὗ ὑπερβολῆι θερμότητος ἢ ψυχρότητος, ὡς δὲ ἐξ οὗ διὰ πλῆθος τροφῆς ἢ ἔνδειαν, ὡς δ’ ἐν οἷς ἢ * αἷμα ἢ μυελὸν ἢ ἐγκέφαλον. ἐγγίνεσθαι δὲ τούτοις ποτὲ κἀκ τῶν ἔξωθεν αἰτιῶν, ὑδάτων ποιῶν (?) ἢ χώρας ἢ κόπων ἢ ἀνάγκης ἢ τῶν τούτοις παραπλησίων. τὴν δὲ ὑγείαν τὴν σύμμετρον τῶν ποιῶν κρᾶσιν.

Sağlığın idamesinin, güçlerin - yaşın, kurunun, soğuğun, sıcağın, acının, tatlının ve geri kalanların - eşitliği [isonomia] olduğunu; onlar arasındaki tekhâkimiyetin [monarkhia] hastalığın yaratıcısı olduğunu söylüyor. Çünkü içlerinden herhangi birinin hâkimiyeti tehlikelidir. Sıcak ya da soğuğun aşırılığıyla, besinlerin bolluğundan ya da kıtlığından, (…) kan, ilik ya da beyinde hastalıklar baş gösterir. Bazen de bunların dış nedenlerden – belirli tür sulardan, çevreden, yorgunluklardan, zorunluluklardan ya da bunlara benzeyen şeylerden - kaynaklanması mümkündür. Sağlık, bu tür karışımların tam ölçüsüdür.

5. CLEM. Strom. VI 16 (II 435, 9 St.) Ἀλκμαίωνος γὰρ τοῦ Κροτωνιάτου λέγοντος <‘ἐχθρὸν ἄνδρα ῥᾶιον φυλάξασθαι ἢ φίλον’>

…çünkü Krotonlu Alkmaiôn’un söylediğine göre, bir düşmana karşı kendini savunmak bir dosta karşı savunmaktan daha kolaydır.

Edisyon: *Diels, H. (1906). “Die Fragmente der Vorsokratiker” Berlin. Eski Yunancadan çeviren:

ESER YAVUZ*

*İÜ Felsefe Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi

45


DIONYSOS VE BACCHALAR Şarap ve bereket tanrısı Dionysos, Zeus ile Semele’nin oğludur.Thebai’de doğmuştur. Roma’daki karşılığı da Bacchus olan Dionysos’un talihsiz öyküsü şöyledir:

46

Zeus Semele’ye tutulmuştur ve hatta Styx nehri üzerine Semele’nin tüm isteklerini yerine getireceğine yemin etmiştir. Bir gün Semele, Zeus’tan ona tüm tanrısal ışığıyla birlikte görünmesini ister ki, Semele’nin bunu aklına sokan kıskanç Hera’dır. Zeus başta dirense de ettiği büyük yemin nedeniyle Semele’nin bu isteğini istemeden kabul eder ve sevgilisinin yanına tüm tanrısal ışığıyla birlikte gelir, elbette Semele zayıf insan bedeniyle Zeus’un ışığına dayanamaz ve alev alır. Tüm bunlar olurken Semele Dionysos’a hamiledir. Semele’nin ölümü üzerine Zeus vakit kaybetmeden onun karnından Dionysos’u alır ve baldırında açtığı yarığa yerleştirir ve Dionysos’u doğacağı güne kadar orada tutar. Zamanı geldiğinde ise sanki Semele’nin rahminden doğmuş gibi hayata gelir. Dionysos’u Nysa Dağı perileri büyütmüştür. Doğumunun ardından Dionysos hızlıca büyümüş ve Hindistan’a kadar ilerlemiştir fakat Dionysos için önemli olan şehir Thebai’dir, çünkü burada doğmuştur.Dionysos büyüdüğü zaman bacchalarla beraber Trakya’ya gelir. Kral Lykurgos nereden geldiği bilinmeyen ve yanında gürültü yapıp dans eden ahlaksız kadınlarla dolaşan bu adamı istemez. Dionysos henüz yeterince büyümemiştir ve onu kovalamalarında korkup kendisini suya atar ve burada onu deniz tanrıçası Thetis saklar ve bütün bu gizlenmenin ardından Dionysos yollara koyulur. Hindistan’a kadar her yerde dinini yayar ve ardından büyüdüğü yer olan Thebai’ye geri döner. Dionysos’un Thebai’ye döndüğü sırada Ageve’nın oğlu Pentheus kraldır. Dionysos Thebai’de kendini Dionysos olarak değil, Dionysos’un sarı saçları beline kadar uzanan garip giyimli rahibi olarak tanıtır. Kral Pentheus şehir kadınlarını evden kaçıran, çayırlarda garip giyinerek şarkı söyleten ve onları vahşi hayvanlarla dost eden, içkisiyle kendilerinden geçiren ve ayin sırasında hayvanları parçalayıp çiğ etlerini yemelerini sağlayan bu dinin rahibinin şehrinden gitmesini ister ve türlü yollar dener. Kahin Teiresias’ın uyarılarını bile dinlemeden Dionysos’a türlü saygısızlıklar yapar. Dionysos’un tutuklanıp zindana atılmasını emreder, fakat Dionysos her seferinde zindandan kaçar ve Pentheus’u tanrılara

hakaret ettiği doğrultusunda uyarır. Fakat Pentheus onu yakalatmakta kararlıdır ve Dionysos’u tekrar zindana atar, fakat Dionysos tekrar zindandan kaçar ve Pentheus’u kadınların yerini göstereceğine dair ikna eder ve onu kadın gibi giydirerek annesi ve kız kardeşinin de aralarında bulunduğu genç kızların ve kadınların yanına götürür ve şimdi gücünü gösterecektir. Dionysos bütün kadınları delirtir ve Pentheus’u fark eden kadınlar ona saldırır ve onu parçalara ayırırlar. Kendilerine geldiklerindeyse Pentheus’un parçalarını görürler ve kahrolurlar. Pentheus Dionysos’un tanrılığından şüphe duyduğu için cezalandırılır. Nefret ettiklerine yaptıkları şeyler kendisinin de başına gelir ve Zargeus olarak paramparça edilir ve daha sonra tekrar dirilir. Kantharos Dionysos’u diğer tanrılardan ayıran en büyük özelliği insanlarla daha iç içe olmasıdır. Ettiği sayısız mücadele nedeniyle ise Olympos tanrıları arasına sonradan giren bir tanrı olarak algılanmıştır. Dionysos bütün bastırılmış duyguları uyandıran tanrıdır. Dionysos’un bütün hastalıkları iyileştiren kadehinden (kantharos) içki içenler korkuyu unutur ve cesaretlenirler. Bacchalar’ın simge ve silahı, sarmaşık ve asma yapraklarının sardığı ucu genelde çam kozalağı ile süslü olan Thyros değneğidir. Kırlarda ve ormanlarda sarhoş ve mest olmuş bir şekilde dolaşırlar. Öyle mest olurlar ki Pentheus’a olduğu gibi kendi oğullarını ya da kardeşlerini bile parçalara ayırabilirler. Genelde ceylan postu giyerler. Tanrı’nın bayramındaki büyük ve neşeli yürüyüşler ve karşılıklı söylenen şarkılar sayesinde Atina’da hem komedya hem de tragedya ortaya çıkmıştır. Ancak kadınların cinsel sapkınlık yaptığı ve töresel cinayetlerin yaşandığı gerekçesiyle Roma Senatosu senatus consulium de bacchanalibus adlı yasa ile bacchanalia’yı yasaklar ve yaklaşık 7000 kişiyi idam cezası ile cezalandırır.

BURÇAK ÖZCAN*

*İÜ Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 1. Sınıf Öğrencisi


Kİtap Tanıtımı Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus (Prometheus Desmotes) (çev.: Erhat, A., Eyüboğlu S.), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, 78 sayfa Zincire Vurulmuş Prometheus (Prometheus Desmotes) adlı eser ünlü düşünür ve yazar Aiskhylos’a atfedilir. Bir tragedya oyunu olan bu eser, insanlığın dramını mitolojik unsurlarla anlatır. Tragedyanın başkahramanı olan Prometheus yarı tanrı yarı devdir. Tanrılar tanrısı Zeus insanlardan medeniyetin simgesi olan ateşi saklamıştır. Prometheus’un ateşi çalması ve insanlara vermesi, Zeus’un Prometheus’u bir kayaya zincirlemesine sebep olmuştur. Üstelik ceza bununla kalmamış, devin ciğerini yemesi için başına bir kartal musallat etmiştir. Bu ceza Prometheus’u caydırmamış, aksine Zeus’a karşı duyduğu öfkeyi hiddetlendirmiştir. Prometheus’un özgüveni sahip olduğu öngörüden gelmektedir. Prometheus’a göre Zeus bir gün tahtından olacaktır. Zeus’u tahtından edecek olan

kişiyi de yalnızca Prometheus bilmektedir. Prometheus’un hesabına göre, Zeus nihayetinde ona mecbur kalacaktır. Zira Zeus elinde tuttuğu gücü kaybetmemek uğruna kendi kurallarını dahi yıkabilecek bir tanrıdır. Aiskhylos, eserinde Prometheus’u insanın önderi olarak yansıtmıştır. Tragedyada Zeus mutlak gücü temsil eder; Prometheus ise aklın gücünü. İnsanların tanrıların yanından kovulmasını Aiskhylos, aklın egemenliğine yormuştur. Artık insanlar kendi kararlarını kendileri verecekler ve Zeus’a boyun eğmeyeceklerdir. Azra Erhat bize önsözde tragedyanın ana fikrini verir. “Akıl gücü kaba güçten üstündür, düşünceye gem vurulamaz özgür düşünce tutuklanamaz, susturulamaz, alt edilemez; olaylar nasıl gelişirse gelişsin, gelecekte egemenlik kaba kuvvetin değil, özgür düşüncenindir.” (Erhat, A., 1967: xiv) Aiskhylos, bu eseri için Hesiodos’un Theogonia adlı eserinden çokça yararlanmış olup, kendi üslubuyla ve bakış açısıyla eserini kaleme almıştır. Aiskhylos çağının aydınlarındandır. “Ateşi tanrılardan çalıp insanlara vermek ne demektir? Başkalarının bir efsane niteliğinden öteye götüremedikleri bu sembolü, Aiskhylos insanlık açısından ele alıp, uygarlığın tarihçesini çizmek gibi tiyatro eserlerinde eşine rastlanmayan güç bir işi başarmaktadır.” (Erhat, A., 1967: xv) Eserin özgün dili eski Yunancadır. Çevirmenler Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu’dur. Kitap, Azra Erhat’ın önsözüyle başlar. Azra Erhat önsözde Zeus’un tanrıların başına nasıl geçtiğini; Prometheus’un kim olduğunu ve hangi antik çağ yazarlarının ondan bahsettiğini; Zeus ve Prometheus arasındaki kavganın sebebini Hesiodos’tan ve Aiskhylos’tan yararlanarak anlatır. Kitabın bir sonraki kısımda bölümler gelir. Dizeler Yunanca aslına göre numaralandırılmıştır. Bundan sonra kişiler başlığı altında tragedyadaki karakterlerin adı yazar. Bir sonraki kısım artık tragedyanın kendisidir. Tragedyanın bitiminden sonra ekler kısmı gelir. Ekler kısmının ilk sayfasında Erhat ve Eyüboğlu’nun çevirisiyle Hesiodos’un Theogonia’sından Iaepetosoğullarının anlatıldığı dizelerin çevirisi vardır. Bir sonraki şiir ise Erhat ve Eyüboğlu’nun çevirisiyle yine Hesiodos’un İşler ve Günler adlı eserinden Pandora Efsanesidir. Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisiyle Goethe’nin Prometheus adlı şiiriyle de kitap sonlanır.

Prometheus

GÜLÇİN GÜNDEŞ*

*İÜ Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 4. Sınıf Öğrencisi

47


BATI ANADOLU TURU Klasik Filoloji Topluluğu olarak 2014-2015 eğitim yılının ilk toplantısında, başta İstanbul olmak üzere bir çok noktaya, aldığımız eğitimin çerçevesinde geziler yapmaya karar vermiştik. Aldığımız bu kararın ardından, yaptığımız planlamada, ilk hedefimizde Roma İmparatorluğuna başkentlik yapmış İstanbul vardı. Yaptığımız Sultanahmet ve Pera-Karaköy gezilerinin ardından, üzerinde yaşadığımız ve tarihin en kadim topraklarından olan Anadolu’yu gezmeye karar verdik, tabii ki yine bu gezilerimiz aldığımız eğitimin ışığında olacaktı.

48

Planımız Anadolu’nun batısından başlayarak, zaman içerisinde tüm Ege ve Akdeniz kıyılarını görmekti. Tüm bu programa ise Troia’dan başlama kararı aldık, çünkü Troia bizim için hemen her şeyin başlangıç noktasıydı. Troia, Eski Yunan Dili ve Edebiyatı okuyan arkadaşlarımız için Homeros, Latin Dili ve Edebiyatı okuyan arkadaşlarımız için Aeneis, Hititoloji okuyan arkadaşlarımız için de Wiluşa demekti. Troia’nın ardından programımıza Assos, Pergamon, Asklepion, Didyma, Miletos, Priene ve Ephesos’la devam edecektik. Harika bir takım çalışmasının ardından, çok cüzi bir maliyetle turumuzun programını hazırladık ve yola çıkmak için gün saymaya başladık. Turumuzun ilk günü, Çanakkale’de harika bir kahvaltı yaptık, ardından ulu canlarını Hades’e atan nice yiğitlerin izinden Troia kentine hareket ettik. Troia bölgesini ziyaretimizin ardından, Assos’a doğru yola çıktık. Anadolu’nun ilk ve tek Arkaik Dor düzende inşa edilen tapınağı, Assos Athena tapınağını gördük. Bu tapınağın diğer bir özelliği ise Dor düzeninde olmasına rağmen Ion düzeninde bir arşitrava sahip olmasıydı, bu da bu tapınağı başka bir özelliğiyle de

Asklepion, foto: Ege Tezcan

ilk ve tekler arasına sokmaktaydı. Belki bir zamanlar Aristoteles’in yürüdüğü, bastığı taşlara basarak Assos’un eşsiz Ege manzarasını izledikten sonra buradan ayrıldık ve geceyi geçireceğimiz Bergama’ya doğru yola çıktık. Bergama’da gecelememizin ardından, Pergamon kentine doğru yola çıktık. Burası Hellenistik Dönemde I. Attalos’la başlayan devirde, oldukça güçlenmiş Bergama Krallığının yönetim merkeziydi. Hellenistik Çağ Anadolu’sunun kültürel bakımdan zirve yaptığı yıllardan Pergamon Kütüphanesi meşhur İskenderiye Kütüphanesiyle bir rekabet halindeydi. Bu rekabetin sonucu olarak, bahsi geçen dönemin en yaygın yazı malzemelerinden olan papirüsün dışarı satılması Mısır’da bulunan Ptolemaios Hanedanlığı tarafından yasaklandı, bunun ardından parşömen, bir yazı malzemesi olarak Pergamon kentinde geliştirilerek, daha kullanışlı bir hale getirildi. Pergamon denince akla gelen bir başka durum ise Zeus sunağının Almanya’ya götürülmesiydi. Aziz Yuhanna’nın Pergamon Sunağı için “Şeytan’ın Tahtı” benzetmesi yapması belki de abartı değildir çünkü; sunak, uzaktan bakıldığında bir


tahtı andırmaktaydı. Sunağın şu anda bizim ülkemizde değil de Almanya’da olması ayrı sinir bozucu, bu muazzam eserin bizim müsaademizle verilmesi ise bir başka sinir bozucu konudur. Bu noktada Yaşar Yılmaz’ın Anadolu’nun Gözyaşları kitabını tavsiye edebilirim. En azından elimizde kalan eserleri itinayla korumaya devam edebiliriz. Pergamon’un ardından antik dünyanın en önemli sağlık merkezlerinden olan Asklepion’a doğru hareket ettik. Yaklaşık yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından Asklepion’a vardık. Burası, genelde ruhsal hastalıklarla ilgilenilen bir sağlık merkeziydi. Sütunlu bir caddeyle girilen bölgede, hala ayakta duran kutsal tiyatro alanı ve kutsal çeşme oldukça dikkat çekiciydi. Asklepion’un ardından, geceyi geçireceğimiz Selçuk’a doğru yola çıktık. Selçuk’ta konaklamamızın ardından Ionia bölgesinin en ilgi çekici üç destinasyonuna doğru yola çıktık. İlk durağımız, antik dünyada sivil yapılanmayı en net görebileceğimiz kent olan Priene’ydi. Bir zamanlar deniz kıyısında olan Priene’nin kaderi de komşusu Ephesos gibi olmuş ve Menderes nehrinin taşıdığı alüvyonların etkisiyle, şehrin denizle bağlantısı kesilmişti. Priene’nin eşsiz bouleuterion’unda oturarak hep beraber kent hakkında konuştuk ve bilgi verdik. Ionia bölgesindeki tek kare planlı Bouleuterion burada bulunmaktaydı. Bu durum Priene’yi diğer Ion kentlerinden ayırmaktaydı. Ardından Anadolu’nun en önemli bilicilik merkezi olan Didyma’ya, Apollon Tapınağı’na doğru yola çıktık. Bu devasa tapınağı ziyaretimiz sırasında, dönemin bilicilik merkezleri hakkında ve kehanet kültleri hakkında bilgi verdikten sonra Miletos’a doğru hareket ettik. Miletos’a vardığımızda bu güzel kentte bizden başka kimseler yoktu. Miletos da diğer iki komşusu Ephesos ve Priene gibi Menderes Irmağı’nın taşıdığı alüvyonlar nedeniyle denizden kopmuş ve sahille arasında yaklaşık 10 km.’lik bir mesafe oluşmuştu. Hippodamos tarafından geliştirilen ve onun adıyla anılan ızgara planlı şehir uygulamasının güzel örneklerinden biri olan Miletos’a, devasa tiyatrosunun olduğu yerden girdik ve kent hakkında bilgilerimizi vererek günün yorgunluğunu su ile dolmuş hamam yapılarının etrafında oturarak attık. Ardından Selçuk’ta konakladığımız otelimize dönmek üzere Miletos’u ardımızda bıraktık. Turumuzun son günü, sabah eşyalarımızla beraber otelimizden ayrıldık ve Ephesos’u görmek üzere yola koyulduk. Antik Dünya’nın yedi harikasından biri sayılan Efes Artemis Tapınağı hakkında bilgi verdikten sonra Ionia bölgesinin en iyi korunmuş antik kenti olan Ephesos’a girdik. Kuruluş efsanesiyle başladığımız anlatımımıza Ephesos’un eşsiz su yollarından

49

Pergamon Traianus Tapınağı, foto: Ege Tezcan bahsederek devam ettik. Kentte gördüklerimizin büyük çoğunluğu Roma İmparatorluk döneminden kalmaydı. Roma İmparatorluk dönemi ile Hellen dönemini birbirinden ayıran en belirgin özellik, kentlerde kullanılan su yolları olsa gerek. Anadolu’daki su yollarının en güzel örneğini de Ephesos’da görebiliriz desek iddialı konuşmuş olmayız. Daha sonra kentte bulunan üç büyük caddeden yani Kuretler Caddesi, Mermerli Cadde ve Liman Caddesi’nden bahsettik. Kentin Bouleuterion’u hakkında bilgi verdikten sonra turumuza devam ettik. Belki de Batı Anadolu turunun en yorucu günü Ephesos’da geçti ama Ephesos, kendisi için harcanan her dakikaya değecek bir şehir. Turumuzu kentin muazzam tiyatrosunda sonlandırdık ve ardından İstanbul’a dönmek üzere yola çıktık. Dört gün boyunca Batı Anadolu’da gücümüzün yettiği destinasyonlara ulaşmaya çalıştık ama eminim ki Anadolu’daki yerleşimlere gitmek için daha çok vaktimiz olacak. Batı Anadolu’da geçirdiğimiz her an, üzerinde yaşadığımız bu toprakların, tarih ve eğitimini aldığımız bilim dalı açısından ne kadar önemli olduğunun farkına vardık. İlerleyen dönemlerde yola devam edeceğiz, Anadolu’nun bize anlatacağı çok şey var.

EMRE POYRAZ*

*İÜ Eski Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 2. Sınıf Öğrencisi


50




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.