Sunuş Yüreğe bir defa dostluk ve arkadaşlık duygusu düşmesin. O zaman insan olduğunu hissediyorsun. Daha da iyisi bu duyguların kökünü derinlere uzatıp büyümesi, büyümesi, büyümesi... İşte o zaman da daha farklı bir insan olunuyor. Bu kitapta çocukluk ve lise yılları birlikte geçen ama daha sonra değişik kentlerde yaşayan ama yüreğindeki dostluk ve arkadaşlık duygularını hiç kaybetmeyen bir grup insanın umutlarını, kavgalarını, hüzün ve sevinçlerini bulacaksınız. Bu insanların üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen yine bir araya geliyor, birlikte gülüyor, birlikte hüzünleniyorlar. Amacımız, bu insanların öyküsüne bir belge olarak sunmak ve resimlerini kalıcı kılmaktı. Aslında, her ne kadar bir grup insanın öyküsü gibi görünse de bir ülkenin nereden nereye gittiğinin öyküsü de denilebilir. Günümüze Türkiye’si tam bir tüketim toplumu haline geldi diyebiliriz. Her şeyi ama her şeyi çok hızlı bir şekilde tüketiyoruz. Sadece maddi şeyleri tüketmekle kalmıyor; bizleri insan eden değer yargılarımızı, alışkanlıklarımızı, inançlarımızı da hızla tüketmeye devam ediyoruz. Bu birliktelik belki de buna itirazın en güzel ifadesidir. Bu anlamda asidir, umuttur, gelecektir. Gerek tersane günlerimizde gerekse gezilerimizde yanımızdan hiç eksik olmayan başta Reşit Aydın abimiz olmak üzere; Ceddihan Özdemir, Nedim Ayaz, Nesim Yazıcı, İsmail Karaman, Kadir Karaman, Mehmet İncesu, Ferhat Sağnıç, Dilaver İdikurt, Kemal Bayram, Bari Tunç, Celal Vecel, Eşref İrget, Sadri Çınar, İbrahim İkiler ve diğer arkadaşlarımıza/dostlarımıza teşekkürler ederiz. 3
Tatvan; Van Gölü’nün kıyısında şirin bir yerleşim yeri. Üç bir yanı dağlarla çevrili. Bir yanı da mavinin her tonunu içinde barındıran Van Gölü’nün engin suları. Güneyinde Güneydoğu Torosların bitiş noktası, kuzeyinde Nemrut dağı. Dağlarından çıkan suların bir kısmı medeniyetin beşiği sayılan Mezopotamya’nın Dicle Nehri’ni beslerken bir kısmı da Van Gölü’nün masmavi sularına kavuşur. Tarih kitaplarında Tatvan tarihinin MÖ 3000 yıllarında başladığını görebiliriz. Bugün hala topraklarının altında Urartulara ait kentlerin olduğu söylenmektedir. Böyle bir coğrafi konuma sahip olmak tarihin her döneminde bu yerleşim yerine bir farklılık yaratmıştı. Bulunduğu tarihsel dönemlerde meydana gelen değişimlerin ilk yansımalarını Tatvan’da görmemek mümkün değildi. Bunu yakın tarihimizde de görebiliriz. Örneğin 2. Dünya savaşı sonrası ticaretin gelişmesinin birinci koşulu olan; karayolu, demiryolu, denizyolu gibi farklı ulaşım araçlarının ilk Tatvan’da gelişmesiydi. 4
Özellikle ABD den alınan Marshall Truman yardımlarının sonucu olarak önce karayolunun gelişmesi, sonra Van Gölü’ne gemilerin yapılması için Haliç Tersanesi’ne bağlı Van Gölü İşletme Atölyesi’nin kurulması ve en son demiryolunun Tatvan’a kadar getirilmesi çarpık da olsa ticaretin gelişmesi sonucunu doğurmuştu. Bu gelişmeler Tatvan’ın ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel değişimlerini hızlandırmış; çevre il ve ilçelere göre okuma yazma oranının artmasını ve özellikle gençlerin toplumsal, kültürel ve sanatsal olaylara daha duyarlı hale gelmesini sağlamıştı. Tatvan’ın bu tarihsel değişimlerinden birisi de 11.11.1974 tarihidir. Bu tarih ortaokulunu yeni bitirmiş 45 tane gencecik insanların Tatvan’dan ayrılış tarihidir. Belki de hayatlarında ilk defa yaşadıkları yerin dışına annesiz, babasız çıkacaklardı. Yolculukları öyle Bitlis’e veya Van’a değildi. Türkiye’nin bir ucundan diğer ucuna gideceklerdi. Hayatlarında hiç görmedikleri ama duydukları, ama hayal ettikleri, ama merak ettikleri o rüya kent İstanbul’a gideceklerdi. Çocuklar umutluydu. Acılı toprakların hüzünlü çocukları gidecekler ve okuyacaklardı. Gidecekler ve farklı birer insan olarak geri döneceklerdi. Gidecekler ve değişeceklerdi. Değişecek ve geleceklerdi. Gelecekler ve değiştireceklerdi. Gittiler de… O kara trenin siren sesi ile birlikte arkalarında ailelerinin ve arkadaşlarının gözyaşlarını, hüznünü, kederini bırakarak gittiler. 48 saate yakın o kara tren yolculuğu ile İstanbul’un Anadolu’ya açılan kapısı tarihi Haydarpaşa garına ulaşmışlardı. O küçücük ellerinde valizleri ile trenlerden peronlara inen Tatvan’lı gençler hayranlıkla çevrelerine bakıyor, sanki kendilerini bir tarihi ibadethaneye girmiş gibi hissediyorlardı. Bu mistik ortam içinde Haydarpaşa garının basamaklarından inerken birkaç basamak indikten sonra arkaya dönerek tekrar binaya bakıyorlardı. Vapur ile Karaköy’e giderken önce boğazın o eşiz güzellikleri, sonra Kız kulesi; sonra İstanbul’un tarihi siluetlerinden birisi olan Eminönü sahili tarihi binalar ve arkasında Sultanahmet camisi. Vapur iskeleye yaklaştıkça aralarında kendilerini getiren tarihi Denizcilik Bankası binası ile birlikte tarihi binaları hayranlıkla seyrediyorlardı. Karaköy’de vapurdan inen Tatvan’lı gençler Bankalar caddesinden geçerek Haliç tersanesine, oradan da ilk yerleşim yeri olarak Ankara gemisine yerleştiler. Yaklaşık 2 ay sonra da yurt olarak kiralanan Kasımpaşa’daki Deniz Palas oteline yerleşirler. İşte bu 45 öğrencinin ve sonraki yıllar aralarına katılan arkadaşlarının gelişmesine/değişmesine büyük katkıları olan Gemi Yapı Meslek ve Teknik Lisesi ve Haliç tersanesinde başlayan yeni bir hayat mücadeleleri başlamış oldu. Bir yandan Anadolu’nun küçücük bir ilçesindeki değer yargıları ve alışkanlıkları; diğer yandan özellikle okul müdürleri Hamdi Karahasan’ın kent kültürü, modern yaşamdaki davranış biçimlerinin eğitiminin harmanlanması ile biçimlenen bu gençlerin birçoğu; insanı insan eden değer
yargıları ile donatıldılar. Küçük bir ilçeden gelerek ailelerinin gönderdiği kısıtlı aylık gelirleri ile metropol bir kentte yaşamak arkadaşlık, dostluk, yardımlaşma, dayanışma, paylaşma, dürüstlük gibi değer yargılarının gelişmesini sağlamıştı. Herhangi bir arkadaşlarını sıkıntısı veya sevinci olur ise mutlaka yanında birçok arkadaşını görebiliyordu. Bir yandan okulda ve haliç tersanesinde mesleki eğitimlerine devam ederken diğer taraftan okuldaki sosyal ilişkilerini geliştiriyorlardı. Özellikle ikinci yıllarında bu gençlerin öncülüğünde folklor ekibi kuruluyor ve okul adına liseler arası yarışmalara katılıyorlardı. Okul içindeki birçok sosyal etkinliklere katılıyor veya organize ediyorlardı. O tarihler Türkiye’nin çalkantılı günlerin başlangıcı da sayılabilirdi. Politik mücadelede şiddetin her geçen gün biraz daha arttığı, özellikle üniversite gençliğine yönelik saldırıların ve cinayetlerin başlandığı yıllardı. Bu gelişmelerin Tatvan’dan İstanbul’a gelen bu gençleri etkilememesi mümkün değildi. Örneğin geçici olarak Bitlis talebe yurdunda kalan okul öğrencisi Necdet Balkay 17.10.1975 de yurda yönelik bir saldırıda sırtından yaralanıyordu. Önce üniversite gençliğine yönelik bu tür saldırılar ve öldürmeler daha sonra halka ve aydınlara yönelmişti. Bu gençleri toplumsal olaylardan soyutlamak da mümkün değildi. Büyük bir çoğunluğunun yaşamları gereği genellikle sınıfsal ve ulusal bir bakış açıları ön plana çıkıyordu. Okul mezunlarının kurduğu derneğe gidiyorlar ve kendi aralarında tartışmalar düzenliyorlardı. Düşünsel farklılıkları olmasına rağmen kendi aralarında tartışırken arkadaşlık ve dostluk ilişkileri asla zarar görmüyordu. Bazen Türkiye’nin ilklerine de tanıklık ediyorlardı. Örneğin 8 Mart 1976 Karaköy’de ilk çok katlı otopark açılmıştı. Yine herhalde okul tarihinde bir ilk gerçekleşiyorlardı. Cumartesi ve Pazar günleri sabah kahvaltısından sonra akşam 17.00 ye kadar yurtta kalmak yasaktı. Ayrıca dışarıda okulun resmi kıyafetleri ile dolaşmak zorundaydılar. Ekonomik gelirleri sınırlı olduğu için bu uygulamayı protesto için akşam 17.00 den sonra da yurda girmeyerek yurdu boykot ediyorlardı. İşte o gün bir grup arkadaşları belki de ilk defa Tarlabaşı Gazinosunda Aşık İhsani ve Cem Karaca’nın konserini de dinlemişlerdi. İlk defa sloganlar atmışlardı. Birçoğu hayatlarında ilk defa sabahlara kadar Taksim, Tepebaşı, Tarlabaşı, Kasımpaşa sokaklarında, parklarında gezinmişlerdi. İlk defa tarlabaşı tepelerinde oturarak halici seyretmiş, günün doğuşuna tanıklık etmişlerdi. Ancak Türkiye hızla karanlık sürecin içine girmeye başlamıştı. Bir bir ölümler, saldırılar yerini önce ikilere sonra üçlere, dörtlere, beşlere hatta kitlesel katliamlara bırakmıştı. Türkiye deki bu gelişmelere paralel bu gençleri yakından ilgilendiren olaylarda yaşanmıştı.
5
Okul müdürümüz Hamdi Karahasan görevden alınacağını anlayınca emekliye ayrıldı. Hamdi Karahasan genelde tüm okul öğrencileri tarafından sevilen birisiydi. Ancak siyasal iktidar okulu da kendi anlayışına göre biçimlendirmek istediği için okulun kurucusu sayılan Hamdi Karahasan’ı tasfiye etmeyi düşünmüştü. O da görevden alınmayı gururuna yedirememiş ve kendi isteği ile emekli olmuştu. Ve Van Çaldıran depremi; ailelerinin, akrabalarının bulunduğu bölgede deprem meydana geliyordu. 24 Kasım 1976 tarihinde merkez üssü Van’ın Muradiye ilçesi Çaldıran bucağı olan 7,5 Ms büyüklüğündeki deprem meydana gelmişti. Depremde 3840 kişi ölmüş 9232 bina hasar görmüştü. 2000 kilometrekarelik bir alandaki evlerin %80’i yıkılmıştı. Depremin yanı sıra bölgede gece hava sıcaklığının -17 dereceye kadar düşmesi sonucu donma nedeniyle de ölümler olmuştu. Okulda başlatılan bir kampanya ile özellikle giyecekler toplatmış ve 1 haftalık izin vererek Tatvanlı gençleri Van’a göndermişti. Yolculukları çok maceralı geçti. Önce otobüsleri Kayseri’de arıza yaptı. Bunun üzerine Kayseri Valiliğinden araç temin etmesini talep ettiler. Verilmemesi üzerine valilik önünde eylem gerçekleştirmişlerdi. Bu eylemleri sonucu valilikten bir otobüs temin ederek yollarına devam etmişlerdi. Ne var ki bu defa kar yağışından dolayı yollar kapanmış, uzun süre Uzunyayla’da kar altında kalmışlardı. Sonuçta iki gün gecikmeli de olsa deprem bölgesine ulaşılarak Liseden toplanan yardımlar ilgili makamlara teslim edilmişti. 1 Mayıs 1977 : Kanlı ‘1 Mayıs’. DİSK’in İstanbul Taksim Meydanı’nda kutladığı ‘1 Mayıs kutlamaları’ sona ermek üzereyken, bazı binaların pencere ve damlarından meçhul kişiler tarafından açılan ateşle kana bulanmıştı. On binlerce kişinin üzerine açılan ateş sonucu çoğu çıkan panik neticesinde özellikle Kazancı yokuşunda ezilerek olmak üzere 34 kişi ölmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı. Tarihte en karanlık olaylardan biri olarak geçen bu katliama birçok arkadaşları gruplar halinde katılmışlardı. Olayların başlaması ile birlikte herkes bir yana dağılmış ve bağlantıları kopmuştu. Ateşler arasında kalmış bu gençler katliamın tanığı olmuş, bazıları cesetlerin ve yaralıların taşınmasına yardım etmiş ve gece geç saatlerde yurda dönmüşlerdi. O gün yurtta olan veya erken gelenler sürekli öldürülen kişilerin isimlerini heyecanla dinlemişler acı, hüzün ve öfke duyguları yanında burukta olsa sevinci de yaşamışlardı.
Son olarak da 14 Mayıs 1977 Okul müdürleri Hamdi Karahasan vefat etmişti.
Büyük umutlar ile İstanbul’a gelen ve eğitimini tamamlayan Tatvan’lı 45 kişilik ilk grup okuldan mezun oldu. Gemi Yapı meslek lisesine geliş amaçları Tatvan’daki Vangölü
6
işletme atölyesinde teknik eleman açığını kapatmaktı. Ancak Denizcilik Bankası yönetimi bazı sendikacıların ve yöneticilerin şikâyeti sonucunda bu uygulamadan vazgeçerek mezun öğrencilerin çoğunluğunu Tatvan’a göndermeme kararı aldı. Genellikle okul yıllarında politik etkinliği ile ön plana çıkan arkadaşların Tatvan’a gönderilmediği gibi, o tarihe kadar okul mezunu hiç kimsenin gönderilmediği küçük atölyelere gönderilmişti. Denizcilik bankası yönetimi ve sendikanın amacı, mevcut sendika yönetimine muhalif sendikal hareketin güçlenmesini engellemekti. Bu öğrenciler Denizcilik Bankasına ait İstanbul’daki çeşitli tersaneler ve atölyeler başta olmak üzere İzmir, Tatvan ve Antalya’ya dağılarak iş hayatlarına başlamış oldular. Üç yıl süren öğrencilik yıllarını çok kısa özetlemek gerekirse; yüreklerinde taşıdıkları büyük umutları için Türkiye’nin bir ucundaki küçücük bir kasabasından yola çıkan bu gençler kısıtlı gelirleri ile hayallerindeki kent İstanbul’a gelmişlerdi. Umutları gerçekleşecek ve geri döneceklerdi. Başları dumanlı, coşkuları okyanus dalgaları gibiydi. Çocuksu aşklar yaşadılar şişhane yokuşunda, madamın kahvesinde. Bazen Taksime çıkar istiklal caddesinde dolaşırlar, çiçek pasajında sohbet ederler veya tarlabaşı gazinosunun bahçesinde halice bakarak gün batımını seyrederlerdi. Bazen bir martı olur kanatları kanamasına rağmen kavgaya, aşka ve dostluğa uçarlardı. Hep birlikte gülüyor, hep birlikte hüzünleniyor ve hep birlikte ağlıyorlardı. Sanki uçurumun kenarında oturmuşlar ve hep birlikte dağların, denizlerin arkasındaki güneşin doğuşunu bekliyorlardı. Güneş doğacak ve her taraf aydınlanacaktı, güneş doğacak ve çiçekler açacak kelebekler ve kuşlar uçacaktı. Artık günün 24 saati birlikte olma şansları yoktu. İstanbul’da kalanlar üçerli dörderli gruplar halinde evler tutmuştu. Tatvan, İzmir ve Antalya’ya gidenler aileleri ile birlikte kalmaya başlamıştı. Her biri yeni yaşama alışmaya çalışıyorlardı. Bir yandan çalıştıkları işyerlerinde sendikal mücadele içinde yer alırken diğer taraftan toplumsal sorumluluk duyguları ile bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Önce; 45 kişinin mezuniyetinden sonra Denizcilik bankası yönetimi yurdu kapatmaya karar vermişti. Oysaki sonraki yıllar Tatvan başta olmak üzere İstanbul dışından gelen öğrenciler mevcuttu. Bu öğrenciler için yurdun kapatılmaması için bir heyet oluşturulmuş ve Ankara’ya gönderilmişti. Her türlü bürokratik yollar denenmiş ancak sonuç alınamamıştı. Sonra Tatvan’daki gemi yapılı öğrencilerin katkıları ile Tatvan’lı gençlerin kurdukları dernek, senaryosunu 2 arkadaşın yazdığı ve tüm oyuncularının Tatvan’lı gençlerden oluşan ekip ile o bölgenin en önemli sorunu olan başlık parası ve kan davasını konu alan tiyatroyu gerçekleştiriyorlardı. Askere gitme ve evlenme dönemleri de başlamıştı. Her biri tarihi geldiğinde askere gidiyor sonra da evleniyorlardı. Ne var ki ülkedeki gelişmeler hiç de iç açıcı değildi.
hep birlikte bahçelere dalıp şaraplaşmaya dem tutmuş üzümleri çaldılar. Bu süreçte ülkede durumda hiç iyiye gitmiyordu. Artık tek tek siyasal cinayetler normal hale dönüşmüştü. Hayat pahalılaşıyor, yoksulluk artıyor, tek tek cinayetler kitlesel cinayetlere dönüşüyor, artık bilim adamlarına, yazarlara yönelik suikastlar yapılıyordu. Ve 12 EYLÜL 1980 askeri darbesi: Darbeciler “terörü yok etmek, ülkeye istikrar getirmek” için darbe yaptıklarını söyleseler de, terörle, işkenceyle, idamlarla, sürgünlerle ülkeyi yönetmeye başladılar. Amaçları 60 anayasası ile özellikle emekçilerin elde ettikleri kısmen demokratik hakları ortadan kaldırmak, insandan ve emekten yana olan tüm yasaları yok etmek, tüm kamu kurumlarını tasfiye etmek veya özel sermayeye devretmek, sermayenin güçlenmesini ve gelişmesini hızlandırmaktı. Bunu gerçekleştirmenin tek yolu da; tüm toplumsal muhalefeti yok etmek, özgür düşünce ortamı ortadan kaldırmak, düşünemeyen, tartışamayan, bireyci, uyuşuk bir gençlik ve toplum yaratmaktı. Başarılı da oldular. 12 Eylül 1980 tarihi Türkiye’nin en karanlık günlerinin başlangıç tarihide diyebiliriz. Bu kadar büyük bir değişimin bu insanları etkilememesi de olanaksızdı. Bütün tersanelerde genelde sarı sendikacılık anlayışına karşı mücadele eden bu kişilerin bir kısmı tutuklandı, işten atıldı veya sürgüne gönderildiler. İşyerlerinde artık huzur ve güvende kalmamıştı. Bir yandan ekonomik haklarındaki kısıtlanmalar diğer yandan işyerlerindeki huzursuzluk bir kısım arkadaşlarında işlerini bırakmasına veya bölüm değiştirmelerine neden oldu. Toplumdaki korku, yılgınlık ve yozlaşma o kadar ileri boyuta ulaşmıştı ki; geçmişin sıradan sayılan dostluk, arkadaşlık, paylaşım, yardımlaşma ve dayanışma değer yargıları yok olmaya başlamıştı. Bir kısım arkadaşları bu sürece uyum sağlamış ve kendi kabuklarına çekilirken diğerleri bütün olumsuz koşullara rağmen başlangıçta zayıfta olsa bu ilişkileri sürdürmüşlerdi. İstanbul’daki arkadaşlar işyerlerinin dağınık ve yaşam koşullarının zorluğundan yılda iki defa bir araya gelebiliyorlardı. Ayrıca herhangi bir kente diğer kentlerden bir arkadaşları geldiğinde mutlaka bir araya gelinir, sohbet edilirdi. Kendiliğinden gelişen bu buluşmalar 2002 yılına kadar devam etti. 2002 yılı 1977 yılı mezunlarının mezuniyetinin 25. Yılı idi. Bu nedenden dolayı ilk defa 06.11.2002 tarihinde İzmir Gümüldür’de iki günlüğüne bir araya gelmişlerdi. İstanbul, İzmir, Antalya ve Tatvan’dan gelen arkadaşlar toplu halde ilk defa bir araya gelmişlerdi.
İki gün dolmuştu. Ayrılık vakti “her yıl iki gün bir arada olma” kararı aldılar. Artık her yıl en çok Antalya olmak üzere bir araya gelmeye başlamışlardı. Her buluşmalarında önce gündemde olan bir konu hakkında sohbetler ediyor, sonra da anıları ile baş başa kalıyorlardı. Bu buluşmalarının birinde çocukluğu Tatvan’da geçirmiş ve Haliç tersanecine bağlı Van gölü İşletme Atölyesinin kuruluşuna tanıklık etmiş yazar Atila Algon’un Van gölünün Gemiler isimli kitabı alınmış, yazar misafir edilerek kitabın tanıtımı yapılmış ve anıları ile ilgili sohbetler edilmişti. Yine bu toplantıda Tatvan’ın sembollerinden birisi sayılan ve 12 eylülden sonra kırılarak yerinden kaldırılan denizci heykelinin yeniden yaptırılarak yerine dikilmesi için bir kampanyanın başlatılması kararı alınmıştı. Kampanya Tatvan’da büyük bir ilgi görerek bütün giderleri gönüllülerin küçük katılımları ile karşılanmış, heykeltıraş arkadaşları Şiyarbar Epözdemir’e yaptırılmış ve yeni denizci heykeli 30 Haziran 2012 de eski işletme parkına dikilmişti. Yine 2013 yılı buluşmasında Tatvan’daki antik sit alanının talan edilmesinin amaçlandığını ve Kültür bakanlığınca bölgenin antik sit alanı olmadığına dair kararı tartışılmıştı. Tarihe ve tarihi eserlere sahip çıkılması için bir kampanyanın örgütlenmesi için çaba harcanmış ve desteklenmişti. Prof. Dr. Mehmet Demirtaş’ın öncülüğünde başlattığı bu etkinlikte başarı ile sonuçlanmış, bölge tekrar antik sit alanı olarak ilan edilmesi gerçekleştirilmişti. 2015 yılı toplantısında ise Haliçport projesi altında Haliç tersanesinin talan edilmesi tartışılmış ve bir sonraki gezinin İstanbul’da yapılması kararı alınmıştı. Böylece başta Haliç tersanesi, camiye dönüştürülen okulları Gemi Yapı Teknik ve Meslek lisesi ve Deniz palas yurdu ziyaret edilecekti. Bütün gezileri anlamlıydı. Fakat ../nisan/2016 tarihindeki İstanbul buluşmaları bir başkaydı. En çok duygusal anların, en çok hüznün, en çok gülüşmelerin ve mutluluğun yaşandığı bir gezi olmuştu. 15 yaşlarında geldikleri, gördükleri yerlere 55-60 yaşlarında tekrar gelmişlerdi. Hepsi artık emekli olmuştu ama gezi anında tekrar genç olmuştular. Üre-
timin ve tarihin nasıl yok edildiğine şahit olmuşlardı. Önce yurtları Deniz Palace Hotelde buluştular. Kaldıkları odanın pencerelerinden Halice, Tepebaşına, Şişhane yokuşuna ve hemen karşılarındaki Kalyoncular Kışlası ya da Cezayirli Gazi Hasan Paşa Kışlası olan ve bahriyeli askerlerin kaldığı tarihi binaya ve içindeki camiye bakmışlardı. Kalyoncu kışlası geçmişten kalan tek eserdi.
Bir sonbahar günüydü. Bir yandan sararmış yapraklarını yüreklerine gömerken diğer yandan yeni filizler açıyorlardı. Yine hep birlikte yediler, içtiler. Hep birlikte halaylar çekip türkü söylediler. Hep birlikte anılarını denizlere savurdular. Çocukluk yıllarındaki gibi
7
(Ne var ki bu bakışlarının son bir bakış olduğunu da bilmiyorlardı. Çok değil 3 ay sonra onu da yok etmişlerdi. Oysaki 1782 yılında yapılmış ve Osmanlı mimari sanatı açısından çok özel bir konuma sahipti) İlk toplantıyı yurtta yapmışlardı. Toplantılarına Deniz Der başkanı Abdullah Demirdöven’de katılmış, Deniz Der ve haliç tersanesi hakkında kısa bir sunum yapmıştı. Sonra da Kasımpaşa’dan Beyoğlu’na doğru yürümeye karar verdiler. Gençlik yıllarında geçtikleri sokaklardan tekrar geçtiler. Âşık oldukları, kavga ettikleri, top oynadıkları, sarhoş oldukları, şakalaştıkları, güldükleri, ağladıkları, duvarlarına yazılar yazdıkları, slogan attıkları sokaklarda tekrar dolaşıyorlardı. Değişmişlerdi hepsi; binalar, sokaklar, evler ve insanlar. Hüzünleniyorlardı ama komik anılarını anlatarak gülmeye çalışıyorlardı. Akşam olmuştu artık; gittiler bir mekâna. Kadehleri hüzün ile doldu, kadehleri özlem ile doldu, kadehleri hasret ile doldu, kadehleri gülücükler ile doldu, umut ile mutluluk ile doldu. Yani insan ile doldu. Doldu kadehler, boşaldı kadehler. Sonra çıktılar sokaklara. Yine bildikleri ama kendilerine yabancı yollardan yürüyerek döndüler yurtlarına.
Sıra Haliç tersanesi ve okullarını ziyarete gelmişti.
Haliç tersanesini tarihinden bahsetmek gerek. Haliç tersanesi İstanbul’un kuruluşundan itibaren önce Bizans donanmasının inşası ve barındırılması; sonra da İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra Osmanlı tersanesinin merkezi olmuştu. Fatih Sultan Mehmet ile başlayan Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın katkılarıyla hızla gelişmiş ve tarihin belli dönemlerinde dünyanın sayılı denizcilik merkezlerinden biri de olmuştu. Yine Osmanlı döneminde sınıf mücadelesi tarihi açısından da, en önemli grev haliç tersanesinde gerçekleşmişti. Kimi tarihçilere göre Osmanlıdaki ilk, kimi tarihçilere göre de ikinci grevin haliç tersanesinde gerçekleştiği söylenmektedir. Haliç tersanesi Cumhuriyet tarihinde de ülke ekonomisinin en önemli kurumlarından birisi olmaya devam etmişti. 1980 yıllarına kadar ülkenin yolcu gemileri, feribotlar, araba vapurları üretimini gerçekleştirdi. Denizcilik Bankasına bağlı Haliç Tersanesi 1984’te Ulaştırma Bakanlığı Türk Gemi Sanayii A.Ş.’ye bağlandı. 2005 yılından itibaren ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne aktarılan Şehir Hatları Genel Müdürlüğü’nün 2010 yılında yine Büyükşehir Belediyesi bünyesinde kurulan İstanbul Şehir Hatları Turizm Sanayi ve Ticaret A.Ş,’ye dönüşmesiyle tersane de bu kuruluş bünyesine alındı. Artık bu tarihten sonra yeni gemi inşaat durdurulmuş, sadece bakım ve onarım hizmetleri vermeye başlamıştı. Cumhuriyet dönemi sendikal mücadelesi tarihinde de tersane işçilerinin özel bir yeri vardı. Örneğin; 1970 lerden önce sınıf sendikacılığı anlayışını temel alan Tersane İş sendikasının tasfiyesi için 06.Mart 1970 de Marmara gemisinin batırılması ve 28 Haziran 1970 Eminönü arabalı vapuru batırıl-
8
mıştı. Bu gemilerin batırılmasını solcu sendikacılar yapmıştır iddia edilerek başkanı Hilmi Taşdemir ve arkadaşları tutuklanmış ve davalar açılmıştı. Yine Haliç tersanesi ve Camialtı tersanesi işçileri; 1980 sonrası sendikal mücadelede önemli bir adım olan 1989 yılı bahar eylemlerini gerçekleştirmişlerdi. Kasımpaşa kapısından içeri girdiklerinde dikkatlerini çeken binaların eskimiş ve bakımsız oluşu ve sessizlikti. Öğrencilik ve gençlik yıllarında çok uzaklardan duyulan çekiş ve balyoz sesleri, çalışan makinelerin sesleri, koşuşturan insanlar, çalışan insanların haykırışları, gülüşleri, küfürleri yoktu artık. Gezi başlamıştı artık; bir tarihin nasıl yok edildiğini, bulunduğu dönemlerde ülke ekonomisinin dinamosu sayılan tesisin nasıl yok edildiğini göreceklerdi. İsteksiz ve hüzünlü adımlar ile sıra ile önce1 nolu havuzun başına geldiler. sonra makine atölyesi, 2 nolu havuz, ince sac ve inşaiye atölyesi, 3 nolu havuz kızakları dolaştılar. Belki de Türkiye’de sayılı bulunan O devasa iş makinelerini; değişik büyüklükteki torna, freze, planya, vargel, matkap makineleri; gemi şaftlarının son işlemlerinin yapıldığı kocaman torna tezgahı; dikey torna tezgahı … çalışır durumdaki bu cihazların çürümeye terk edilişlerini şaşkınlıkla izlediler. Yerlerde hala kullanılabilecek makine parçaları, anahtarlar, işlenmeyi bekleyen onlarca motor parçaları pislikler ve çöpler arasındaydı. Gemi sanayi nin ve Deniz kuvvetlerinin en büyük gemilerinin üretildiği ve şenliklerle denize indirildiği kızaklarda artık gemiler yoktu. Paslanmış dubalar ve variller, hurdaya çıkarılmış sandallar, tahta parçaları, demir parçaları ile doluydu. Atölyelerin ve binaların duvarları yıkık, pencereleri kırıktı. Tarihi taşların arasından yosunlar, otlar yeşermişti. Sanki kapkaranlık bir fırtına Haliçin üzerine çullanmış; üretime ve insana dair ne varsa talan etmişti. Hüzün ve öfke dolu tersane gezisi bitmiş sıra okullarına gelmişti. Okul haliç tersanesi içinde kuzeyde ve yüksek bir tepe üzerinde bulunuyordu. Öğrencilik yıllarında her gün en az 3-4 defa yürüdükleri bir nolu havuzun yanından merdivenlerden yukarı doğru çıktılar. Okul yoktu artık. Binası duruyordu yerinde; ama ne sınıflar, ne sıralar, ne öğretmenler ne de koşuşturan öğrenciler yoktu artık. Bina restore edilmiş; üstüne bir minare, bahçelerine sanki başka topraklardan getirilmiş süs ağaçları, çiçekler ve suni çimler ekilmişti. Restore edilen binanın üzerinde bir tabela da asmışlardı. Tabela da kafalarına göre uydurdukları bir yalanla Osmanlı arşivlerinde buranın bir cami olduğunu ama savaş sonrası (hangi savaş olduğunu bile yazmamışlar) cami işlevi değiştirilerek “Havuz Mektebi” olarak kullanıldığı yazılıydı. Okulun adını yani Gemi Yapı Teknik ve Mes-
lek Lisesi ni bile yazmamışlardı. Unutulsun istiyorlardı. Hafızalarda, belleklerde yok olsun istiyorlardı. Cami olmuştu ama dört bir tarafı duvarlarla çevrili, kapıları kilitli bir cami. Kilitli kapıları hafta da sadece 2 saat Cuma namazı için açılır sonra tekrar kilitlenirdi.
Bir saate yakın dolaştılar binanın etrafında. Bir yandan dernek başkanının verdiği bilgileri dinliyorlar, diğer yandan kafalarını sağa sola çevirerek geçmişten kalan bir şeyler var mı diye merakla bakıyorlardı. Yoktu artık. Ne resim çektirdikleri yeşil alanlar, ne atölyeleri, ne de sınıfları kalmıştı. Hatta biraz uzakta da olsa çapkınlık yapmaya çalıştıkları Kız meslek lisesi de, öğrencileri de yoktu. Ayrılık vakti gelmişti artık. Tepelerden Haliç’e ve okullarına baktılar, baktılar. Artık yurtlarına dönme vakti gelmişti. Canları yanıyordu. Hem de çok. Merdivenlerden aşağı doğru inerken sanki yüreklerinden, ciğerlerinden bir sızı hissediyor ve incecik bir kan vücutlarına yayılıyordu. Arkadaşlarından birisinin dudaklarından Şair Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “İstanbul deyince aklıma bir masal gelir Bir varmış, bir yokmuş” dizeleri çıkıyordu. Hüzün dolu gezinin ardından akşam boğazda tekne turuna çıkacaklardı.
Tekne, Kasımpaşa iskelesinden grubu aldıktan sonra önce Karaköy iskelesinden diğer okul arkadaşlarını sonra da Kadıköy iskelesinden yeğenleri Dilan Balkay ve müzik grubunu alarak boğazın eşi benzeri olmayan güzelliklerine açılmıştı. Her yıl bir araya gelen Tatvanlı gemi yapılı arkadaşlar; bu yıl 35-40 yıldır ilk defa karşılaştıkları okuldaki diğer bazı arkadaşları ile buluşmuşlardı. Yürekleri bir tekne gibiydi. Bazen fırtınaya kapılıyor, dalgaların arasında boğuşuyor, bazen de gün doğumunun durgun sularında hafifçe yol alıyordu. Martılar katıldı sohbetlerine, balıklar, kuşlar. Yine türküler söylediler; hüzünlü türküler, umut dolu türküler, neşeli türküler. Şiirler okudular. Yine dostluk kadehleri çınladı havalarda. Yine gülücükler kapladı suratlarını. Bazen bir martı olup bulutlara gittiler, bazen de bir balık olup boğazın engin sularına daldılar. Kısacası bu insanlar her buluşmalarında hem bugünü, yarını ve umudu konuşuyorlar hem de; gözlerini kapatıyor, yaşanan sorunlardan uzaklaşarak anılarına uzanıyorlardı. İlk aşklarını, ilk kavgalarını, ilk buluşmalarını, ilk hüzünlerini, ilk hayal kırıklıklarını, ilk ihanetlerini, ilk sevinçlerini, ilk şakalarını hatırlıyorlardı. Heyecan ve coşku ile unutuldu sanılan ama beklenmedik bir anda külleri savrulan, ateşe kesiliveren anılarını tekrara tekrar anlatıyorlardı. Bazen gülüyor, bazen hüzünleniyorlardı. Bazen yürekleri kanayan bir nehrin çıkış noktası olurken bazen de denizlerin ve dağların arkasında doğan güneşin çıkış noktası oluveriyordu.
9
OKUL VE GENÇLİK YILLARI
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
2002 GÜMÜLDÜR BULUŞMASI
22
23
2009 ANTALYA BULUŞMASI
24
25
26
2010 ANTALYA BULUŞMASI
27
28
29
30
2011 KUŞADASI BULUŞMASI
31
32
33
34
2012 ANTALYA BULUŞMASI
35
36
37
38
39
40
41
2013 ANTALYA BULUŞMASI
42
43
44
45
46
2014 ANTALYA BULUŞMASI
47
48
49
2016 İSTANBUL BULUŞMASI
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
YILLIK
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
80