PANORAMA Khas 27

Page 1

Bir Fiyatlandırma Deneyinin Enteresan Sonuçları

FIFA Dünya Kupası ve Futbol Topunun Tarihi

Balat’tan Cihangir’e Vintage’ın Öyküsü

Bahar 2018, Sayı 27

DOSYA: TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ "Khas Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı" araştırmasının sonuçlarına yer verilirken kırsal yerleşimlerdeki kadınların görünmeyen emeği, eşitlikçi politikaların kurumsal düzlemde hayata geçirilmesi, öteki odaklı habercilik ve popüler dizilerdeki toplumsal cinsiyet temsilleri mercek altına alınıyor.


2

14. Kadİr Has Ödüllerİ saHİplerİnİ BULDU. “Osmanlı’yı anlamak/araştırmak: Sosyal ve ekonomik tarih çalışmaları” alanında Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihi çalışmalarında yeni bulgular ortaya koyması, her iki alanın verilerini analitik yaklaşımla ele alan çığır açıcı ve öncü çalışmalarıyla uluslararası planda kabul görmesi, makro kriterlerden yola çıkarak ortaya koyduğu dünya ölçeğindeki karşılaştırmalı çalışmaları ile ekol oluşturması, aldığı saygın görevler ve ödüllerle Türkiye’nin uluslararası alandaki tanınırlığına yaptığı katkılar nedeniyle

Prof. Dr. Şevket Pamuk “üstün Başarı Ödülü”ne; Arşiv belgelerini kullanarak ufuk açıcı ve derinlikli çözümlemeler getiren çalışmaları, Osmanlı sosyal tarihini Avrupa ve Akdeniz tarihi çerçevelerinde incelemeyi mümkün kılan yaklaşımı, yeniçağ Akdenizi’nde Osmanlı, Venedik ve İspanya coğrafyalarını sosyo-ekonomik temalar üzerinden karşılaştırmalı şekilde inceleyerek, Osmanlı tarih yazınına getirdiği çığır açıcı katkıları nedeniyle

Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan “Gelecek Vadeden Bilim İnsanı Ödülü”ne layık görülmüştür.

Ödül alan bilim insanlarımızı kutluyoruz. deĞerlendİrMe KUrUlU*: prof. dr. Mustafa aydın Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi dr. Hakan erdem Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi prof. dr. Şükrü Hanioğlu Princeton University Öğretim Üyesi ve Kadir Has Üniversitesi Mütevelli Heyet Üyesi prof. dr. Hasan Bülent Kahraman Kadir Has Üniversitesi Rektör Yardımcısı prof. dr. Heath W. lowry Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi prof. dr. Zafer Toprak Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi prof. dr. Mete Tunçay Bilgi Üniversitesi E. Öğretim Üyesi

* Soyadı sırasına göre yazılmıştır. T: 212 533 65 32 www.khas.edu.tr

facebook.com/Khasedutr

twitter.com/khasedutr


1

iCiNDEKiLER 03 Sunuş 04 Açıkça Gizli Oyun

Hasan Bülent Kahraman Khas Galeri’de açılan Daron Mouradian sergisi tekinsizlik, ironi ve masumiyet bağlamında ele alınıyor

08 Bir Fiyatlandırma Deneyinin Enteresan Sonuçları Nur Ayvaz Çavdaroğlu

Davranışsal ekonomi alanının yönetimi konusunda ilginç bir deneyin detayları

13 Türkiye’nin Yoğun Gündeminde Kamuoyu Öncelikleri Cihan Dizdaroğlu

“Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması”nın güncel sonuçlarından öne çıkan başlıklar

18 Bitmeyen Hikâyelerin ve Renklerin Diyarı: Hindistan

Nur Eradlı

Tac Mahal’ı, pembe şehir Jaipur’u, Yeni Delhi’si ve günlerce süren düğün gelenekleri ile rengarenk bir Hindistan yazısı

22 DOSYA: TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ Editör: Sevda Alankuş

“Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı” araştırması sonuçları; kırsal yerleşimlerdeki kadınların görünmeyen emeği; eşitlikçi politikaların kurumsal düzlemde hayata geçirilmesi; öteki odaklı habercilik ve popüler dizilerdeki toplumsal cinsiyet temsilleri

25 Kadınların En Büyük Sorunu Şiddet Mary Lou O’Neil

29 Kırda Kadınlık Halleri: Görünmeyen Emek ve Çözülen İlişkiler Perrin Öğün Emre


2

ISSN: 2146-4820

33 Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projeleri ve İşdünyası: Bir Deneyim Paylaşımı Ebru Nihan Celkan

37 Toplumsal Cinsiyet ya da Öteki Odaklı Habercilik Sevda Alanku ş

40 Televizyon Dizilerinde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Doğru Elif Akçalı - İrem İnceoğlu

45 Balat’tan Cihangir’e Vintage’ın Öyküsü İpek Sevda Söğüt

Özge Tan Özbek’in yarattığı Vintage İstanbul markasının Balat’tan Cihangir’e uzanan ilham verici hikâyesi

49 Dünya Vatandaşı Olmak Murat Akbıyık

Günümüzde dünya vatandaşı olabilmenin olmazsa olmazları...

53 Kenneth Branagh ve İngiliz Klasik Sinemasının Yeniden Doğuşu Murat Akser

2018’de Belfast belediyesinin her yıl verdiği “yılın kişisi” ödülünü Kenneth Branagh aldı

57 FIFA Dünya Kupası ve Futbol Topunun Tarihi Emir Güney

Dünya Kupası tarihi aynı zamanda “futbol topu”nun da tarihi ve takımlar kadar toplar da birbiriyle yarışıyor

İlkbahar 2018, Sayı 27 Kadir Has Üniversitesi Adına Sahibi Sondan Durukanoğlu Feyiz Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Aydın Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Şehnaz Şişmanoğlu Şimşek Genel Koordinatör İpek İli Erdoğmuş Yayın Kurulu Aslı Çarkoğlu Feza Kerestecioğlu Hasan Bülent Kahraman Didem Kılıçkıran Lerna K. Yanık Olgun Akbulut Sevda Alankuş Tasarım Sibel İlkin Uçuran Web Tasarım Sercan Tan Web Tasarım Asistanı A. Kadir Özdemir Fotoğraf Ulaş Tosun Baskı G.M. Matbaacılık ve Ticaret A.Ş. 100 Yıl Mah. Mas-Sit 1. Cad. No: 88 Bağcılar – İstanbul 0212 629 00 24 - 25 Baskı Tarihi Nisan 2018 Yönetim Yeri Kadir Has Üniversitesi Kadir Has Kampüsü 34083 Cibali İstanbul İletişim 0 212 533 65 32 panorama@khas.edu.tr www.khas.edu.tr Yayın Türü Ulusal - Süreli - 3 ayda 1 yayınlanır. Yayınlanan yazı ve fotoğrafların tüm hakları PANORAMA Khas Dergisi’ne aittir. Önceden yazılı izin alınmaksızın hiçbir iletişim, kopyalama ve yayın aracı kullanılarak yeniden yayınlanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, satılamaz veya herhangi bir şekilde kamunun ücretli/ücretsiz kullanımına sunulamaz. Akademik ve haber amaçlı alıntılar bu kuralın dışındadır. Yayınlanan yazılarda belirtilen fikirler yalnızca yazar/yazarlarına aittir.


3

SUNUS Değerli Okurlar, 2018 yılını Toplumsal Cinsiyet Eşitliği yılı ilan eden üniversitemizin anlamlı kararı doğrultusunda PANORAMA Khas’ın bu sayıdaki dosya konusunu toplumsal cinsiyet eşitliği olarak belirledik. Sevda Alankuş’un editörlüğünde hazırlanan dosyanın ilk yazısını, Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi tarafından 2014 yılından bu yana gerçekleştirilen “Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı” araştırmasının sonuçları oluşturuyor. Geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bu yıl da toplumsal algıda kadının en önemli sorununun şiddet olduğu görülüyor. Dosyamızın diğer konuları arasında ise kırsal bölgelerdeki kadınların görünmeyen emeği, eşitlikçi politikaların kurumsal düzlemde hayata geçirilmesi konusu, öteki odaklı habercilik ile popüler dizilerdeki toplumsal cinsiyet temsilleri göze çarpıyor. Bahar sayımızda toplumsal cinsiyet eşitliği dosyasının dışında da ilginç ve önemli yazılar var. Örneğin, 2011 yılından bu yana Türkiye’nin gündemini meşgul eden siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda kamuoyunun nabzını tutan “Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması”nın epeyce konuşulacak özet sonuçlarını bu sayımızda okuyabilirsiniz. Ayrıca davranışsal ekonomi alanında gerçekleştirilen ilginç bir deneyin detaylarını da son sayımızda bulabilirsiniz. Bu sayımızda yalnızca akademik araştırmalar değil gezi, sinema ve futbolseverlerin ilgisini çekecek yazılar da yer alıyor. Haziran 2018’de Rusya’da düzenlenecek olan 21. Dünya Kupası yaklaşırken futbol topunun tarihine dair her yerde bulamayacağınız ilginç ayrıntıların ilginizi çekeceğini düşünüyoruz. Bu güzel bahar günlerinde Khas Galeri’de yer alan sergimize uğramayı ve dergimizdeki yazıdan ilhamla Balat sokaklarındaki göz kamaştırıcı vintage mağazalarına göz atmayı unutmayın. Yaz sayımızda buluşmak dileğiyle...


4

AÇIKÇA GİZLİ OYUN Hasan Bülent KAHRAMAN Khas Öğretim Üyesi

Mouradian’ın resimleri karşısında duyduğumuz bir hayranlık ve suskunluk var. Bunu yaratan ilk koşul yapıtların mükemmel estetiğidir. Resim ifadesinin git gide daha sorunlu bir hal aldığı bir dönemde Mouradian’ın yakaladığı yüksek estetik elbette hayranlık uyandıracaktır. Bu saptama ve duygu her türlü estetik tercihin ötesindedir. Fakat bu olgu tek başına mevcut durumu açıklamaya yeterli değildir. O zaman ötesine geçip yapıtların içeriğine bakmak gerekiyor ki, Lenz’in işaret ettiği yöntem çerçevesinde Stendhal sendromunun mekanizması da bunu gerektiriyor.

O yönden değerlendirince bizde etki uyandıran koşulun içerikle ilgili olduğunu belirterek başlayalım. Bu içerik kapsamlı ve karmaşıktır. Son kertede sembolizmlerin oluşturduğu bir resmin önünde duruyoruz. Sembolizm doğrudan insanı etkilemeyebilir. Onun bilinç dışındaki çevirisi (translation) söz konusu etkiyi yaratacaktır. Sembolizmin bilinç dışında oluşturduğu etki kültüreldir. Ve bu kültür en geniş manadadır. Sadece bir insanın biriktirdiklerini kapsamaz. Bütün insanlığın birikimini içerir. Tüm maddi üretim, tüm yaşama biçimleri, tüm hiyerarşik toplum kurguları, bunları barındıran antropolojik birikim bahsettiğimiz kültürü meydana getirir. Bugün herhangi bir kültürün ürettiği maddi birikimin de sembollerin de bir başka kültürde üstelik de çok canlı bir biçimde yaşadığını biliyoruz. Jung’un oluşturduğu ortak bilinç dışı kavramı bu bakımdan hayati derecede önemlidir. Mouradian’ın resimleri karşısında bizi etkileyen sahip olduğu muhteşem estetiğin ötesinde tamı tamına budur: kullandığı sembollerin üzerimizdeki çarpıcı etkisi. Söz konusu semboller insanın ortak bilinç dışında etkili olmuş görüntülerdir. Bunlar hayvan ve insan resimleridir. Mouradian’ın bu ögeleri içermeyen bir tek resmi söz konusu değil. Bütün resimlerinde bakanı yakalayan, etkileyen, yeri geldiğinde güldüren, yeri geldiğinde düşündüren, hepsinden önemlisi yeri geldiğinde rahatsız eden hayvan ve insan görüntüleri söz konusudur.

Bunlar bazen gayet olağan görünen, bazen abartılmış, bazen çarpıtılmış hayvan ve insan figürleridir. Bu görüntülerin neden bu kadar etkili olduğu sorusunu cevaplamak başlangıçta zor değil. Stendhal sendromunu Caravaggio’nun Baküs isimli yapıtından hareketle anlatırken belirttiğimiz gibi resimler bilinç dışımızda yerleşik bazı başka görüntülere/olgulara karşılık geldiği için bizi etkiler saptamasını yaptık. Bu lineer ilişki içinde Mouradian’ın hayvanlarının hatta insanlarının ve makinelerinin “öte” anlamlarının bizi etkilediğini belirtmek gerekir. Ve bu Mouradian’ın resimlerine açılan en büyük kapılardan biridir. Mouradian’ın resimlerindeki insan, hayvan, makine hatta çok küçük parçalar halinde görünen peyzajlar bizi etkiliyor çünkü bunlar yer yer büyük bir “nesnellikle” çizilmiş olsalar da, tıpkı Magritte’in, Delvaux’nun, kısmen Dali’nin resimlerindeki “gerçekliği” bize çağrıştırır. Bunların hepsi mükemmel bir ressamsı hassasiyet içinde resmedilmiş nesneleri içeren resimlerdir. O noktada da gerçeküstücülüğün perdesi açılır. Çünkü tüm o nesneler zaman, mekan ve bağlam ilişkisinden koparılmıştır. Yarattıkları yeni uzamda açılırlar ve bu izleyeni irkiltici bir boyuta taşır. Psikanalizin üstünde hayli düşündüğü boşluk, uçurum ve düşme korkusu, düşlerin çarpıcı evrenidir bu. Kendisini alıştığı nesneler düzeni içinde hissetmeyen insan ürkecektir. Magiritte bu anlayışın büsbütün üstüne


5

gider. Nesnelerin ilişkiler düzenini büsbütün bozar. Resmini bütünüyle bu amaç doğrultusunda gerçekleştirir. Hatta yeri geldiğinde resmin dilini yazının diliyle aşmaya çalışır.

Mouradian’ın Resimlerinde Tekinsizlik ve İroni

doğallıkla çekingenlik yaratır. Çünkü nesneleri olsun yaratıkları olsun bizim için güvenli kılan aramızdaki mesafedir. Korku mesafenin bittiği, aşıldığı ve aşındığı yerde başlar. Mouradian bu gerçeğin üstüne gidiyor. Yakın planda, büyütülmüş gerçeklikler olarak gördüğümüz “tipler” bizi irkiltiyor.

Mouradian’ın yarattığı duyguyu, evet, tekinsizlik diye tanımlamak mümkün. Neticede bize çok tanıdık ve yakın gelen bazı nesneler bu resimlerde ansızın ürpertici olabiliyorlar. Bu duygu ebatla ilgili olabilir. O düzeye büyütülmüş balık, kuş, insan, o kadar “yakından” resmedilmiş yaratıklar ve nesneler

Gene de bütün bunları aşacak bir nokta var. Mouradian’ın yapıtlarındaki tekinsizlik duygusunun kaynağı tüm bu ögeler olmakla birlikte daha ötede yer alan bir başka kavramdır, ironidir. Gerçekten de ironi aslında yumuşak kabul edilen, benimsenen, haz duyulan bir kavram olmakla birlikte haddinden fazla sert bir kavramdır. Bu nedenledir ki, Freud, “ironi bilinç dışını ortaya getirmeye gerek duymaksızın anlaşılabilir” diyordu (Freud, Jokes and Their Relation to Subconscious, çev. J. Strachey, The St. Complete Psychological Works of Sigmund Freud. V. VIII, Londra, Penguin Books; 1905 s. 174). Freud’a göre ironiyi var eden zıddıydı. İroni, şaka değildi. Ondan farklıydı ve komik olanın bir alt kategorisiydi. Özünü insanın başkalarına iletmek istediğinin tam zıddını söylemesi oluşturuyordu. Fakat kritik nokta şuydu: İroni yapan bir şey söylüyordu ve şu veya bu şekilde asıl söylemek istediğinin tam da onun zıddı olduğunu karşısındakinin anlamasını sağlıyordu. Bunun yolu “stilistik göstergeler” (stylistic indications) yaratmaktan geçiyordu. Kısacası ironi karşıdakinin başka bir şey söylenmesini beklediği anda doğabilir, oluşabilirdi. Freud’un özenle vurguladığı nokta, bütün bunlardan sonra

Mouradian’ın resmi bu yaklaşımda değildir. Olağanüstü derecede ressamsıdır. Bütün nesneler “oldukları gibi” resmedilmişlerdir. Fakat bir ürkütücülükleri vardır. Bu ürkütücülük hızla Magritte’de ve Delvaux’da olmayan bir tekinsizlik duygusuna bizi taşır. Tekinsizlik duygusu, aşağıda değineceğim nedenlerle birlikte, Mouradian’ın resminin âdeta belkemiğidir. Bunu Freud’un getirdiği tekinsizlik tanımı hazırlar. Freud, unheimlich diye saptadığı bu kavramın heimlich yani tekinlik sağlayan olguyla aynı olduğunu belirtiyordu (Freud, The Uncanny, çev. H. Houghton, Londra, Penguin, 2003). Mesela göz hem tekinlik yaratan koruyan hem de tekinsizlik yaratan kahreden bir nesne/varlık/olgudur. Nitekim bilinen yazısında Hoffmann’ın masallarını ele alır Freud ve masalsı dünyanın tekinsizlik duygusunun asal “mekânı” olduğunu belirtir.


6

şuydu: Şakalar bilinç dışıyla ilgilidir, fakat, hayır, ironi açık bir iletidir ve bu nedenle de bilinç dışıyla ilgili değildir (agy). Freud’un bu çözümlemesinde doğrudan doğruya sözel ironiyi kast ettiği bellidir. Fakat bu bir sorun teşkil etmez. Elbette görsel ironinin daha farklı boyutları olabilir. Ama onlar boyutlardır. İşin yapısal gerçekliğini dışlamaz ve dönüştürmez. Bu nedenledir ki, Mouradian’ın resimleri tümüyle bu bağlamda, bu kapsamda ele alınabilir. Gerçekten de bu yapıtlar karşısına geçenin görmek istediğini eğer dilbilimin bir terimiyle ifade edersem, sözcelem (ennunciation) haline getiren, yani o resmi resim yapan unsurdur. Yani bu resimlerdeki ironi resmin dilini/anlatımını meydana getiren unsurdur. İroni olmasaydı bu resimler “bu” resimler olmayacaktı. Yapı ve söylem olarak tümüyle farklı olacaktı. Ama gene Freud’a dönersek, izleyen bu resimlerdeki ironik boyutu derhal görür. “Bu” resimlerin başka bir şey “söylediğini” anlar. Ama Freud’un söyledikleriyle çelişen bir boyutu ısrarla vurgulayalım: Mouradian’ın resimlerindeki “söz” değil ama görsellik düzeyi (Freud’un söylemsel ironide ısrar ederek ihmal ettiği nokta budur) bilinç dışına kesinlikle ses yöneltir. Elbette bütün o görsel unsurların bilinç dışımızda yerleşik anlamları

vardır. Bizi oraya iterler ve daha önce değindiğimiz “tekinsizlik” boyutu bu yoldan önümüze açılır. Balıklar, uçaklar, sepetler, şişman ve bıyıklı adamlar, şişman ve gösterişli kadınlar sadece ve basit birer “komik” unsuru değildir. İroninin tanımı gereği onları aşar. Kendisine özgü dinamikleri işletir. Çelişkileri (zıtlıkları) vurgular. Böylece ikili bir eksende ilerlemektedir Mouradian’ın resmi. Söylem olarak ironik planda işleyen ve hoşluk/zevk yaratan bu resimler referans düzeyinde doğrudan bilinç dışıyla ilişkilenerek ürkütücü, tekinsiz bir nitelik kazanırlar. Peki, bu ironik olgu sadece görsel unsurlar aracılığıyla mı sağlanıyor, o duyguyu yaratan başka bir olgudan, elemandan söz etmek olanağı var mıdır? Bu soruyu iki farklı düşünürün değerlendirmesiyle birlikte yanıtlamak mümkün. Önce ironi konusunda bir kitap yazmış olan Kierkegaard’a bakalım. Danimarkalı filozof kitabında ironiyi “sonsuz mutlak olumsuzluk” (infinite absolute negativity) olarak nitelendiriyordu. Böyleydi, çünkü, ironiyi kuran özne kendisini her şeyden olumsuz yönde bağımsızlaştırmak (negative independence) için sürekli olarak her şeyin zıddını ortaya getirmek, her şeyi kendi gerçekliğinden (reality) uzaklaştırmak zorundadır (Soren Kierkegaard, The Concept of


7

Irony: With Continual Reference to Socrates, der. ve çev. H. V. Hong ve E. Hong. Princeton, NJ, Princeton University Press, 1989). Bu kitabın Hegelci bir muhakeme izlediği açıktır ve bu metni elbette daha da çekici kılar. Ayrıca Fichte’yi de tartışır Kierkegaard ki, bu başlı başına bir başka boyuttur. Kitabın kısıtlamalarını da gene bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Kierkaagard’ın bu tanımı çok tartışılmıştır. Gene de “negatif bağımsızlık” kavramı önemlidir. Buradaki negatif kavramı, Mouradian bağlamında, izleyiciyi değil elbette ressamı kapsamaktadır ve kuşkusuz gerçeğin gerçekliğine teslim olmayan ama ondan da kopmayan diyalektik bir perspektifi işaret eder. Söz konusu bağımsızlık izleyeni de sürekli olarak diken üstünde tutan bir husustur ki, onu ironinin başka bir özelliği saymak gerekir. Bir yanıyla nesneye yani izleyene el uzatan, onu sürekli olarak gözeten, çeken bir söylem ama bir yandan da ona teslim olamayan bir tutum.

Can Alıcı Bir Olgu: İronideki Masumiyet

Mouradian’daki ironinin işleyişiyle ilgili sorduğumuz, “ironiyi yaratan nedir” sorusuna ikinci cevabı bu konudaki en dikkat çekici kitaplardan birini yazmış olan Douglas Muecke verir. Muecke, ironiyi tanımlarken önemli bir öge daha katar işin

içine ve ironide bir “masumiyet” (innocence) boyutu olduğunu ekler (Douglas Muecke, Irony, Londra, Methuen, 1970). Gerçekten can alıcı bir olgudur bu. Masumiyet olmaksızın ironinin kendisini gerçeklemesi olanaksızdır. Söz konusu masumiyet gerçekleşmezse nesne-özne arasında başka çatışmaların doğacağı aşikârdır. Masumiyet kavramı Mouradian’ın yapıtları bakımından hayatidir. Bu yapıtlara belki de her şeyden daha fazla tadını veren yansıttıkları masumiyet duygusudur. Bir ölçüde çocuksuluğu ve onun ayrılmaz parçası olan oyun duygusunu yansıtan bu resimlerin içerdiği, yansıttığı ‘ciddi’ bir masumiyet evreni bulunuyor. Dediğimiz gibi bu büyük ölçüde bu resimlerin ilk bakışta dışa vurduğu oyun duygusunun bir uzantısı. Ama her oyunun masum olmadığı açık. Oysa Mouradian kurduğu sahneye/ tiyatroya büyük bir başarıyla masumiyeti ekleyince izleyici tuvalin/sahnenin içine çekiliyor ve oradan adım adım değindiğimiz duyguları yaşamaya başlıyor: tekinsizlik, çelişkiler, şaka ötesi bir ironi. Ressamın başarısını tam da burada aramak gerek: hem oyunsu ve masum hem tekinsiz. Bu diyalektik pek az ressamda bulunabilir.


8

BİR FİYATLANDIRMA DENEYİNİN ENTERESAN SONUÇLARI Nur AYVAZ ÇAVDAROĞLU Khas Öğretim Üyesi

Davranışsal ekonomi alanının hızla popülerlik kazandığı bugünlerde biz de gelir yönetimi konusunun en temel problemlerinden birinin teorik sonuçlarını gerçek hayattaki karar vericilere yaptığımız bir deneyle test etmek istedik. Sonuçta teorinin hiç hesaba katmadığı bazı ilginç davranış örüntüleri bulduk. Bu yazı, ekonomi ve operasyonel yönetim alanlarındaki davranışsal çalışmalar hakkında genel bilgi ve bahsi geçen deneyin detaylarını içermektedir.


9

Teori mi, Gerçek Hayat mı?

İktisat biliminde teori ve pratiğin birbirleri ile örtüşme durumu her zaman ilgi çekici bir konu olmuştur: Ekonomi kitaplarına bakarsanız karar vericilerin son derece rasyonel olduğu ve kendi faydalarını maksimize etmeye odaklandığı varsayımını görürsünüz; tüm klasik ekonomi teorileri bu varsayım üzerine kuruludur. Oysa gerçek insanlar sık sık akıldışı seçimler yapar, geçmişi unutur (yahut geçmişin gereğinden fazla etkisinde kalır) ve kolayca manipüle edilebilirler. Aslında gerçek hayattaki karar vericilerin sıklıkla ne gibi yanılgılara düştüğü ve bu yanılgıların ekonomik sonuçları nasıl etkilediği konusu Kahneman ve Tversky gibi önemli araştırmacıların başını çektiği pek çok bilim insanı tarafından detaylıca incelenmiştir. Hatta bu ilgi çekici konu zaman içerisinde “davranışsal ekonomi” altalanının oluşmasına yol açmış ve bu alandaki çalışmaları Profesör Richard Thaler’e 2017 Nobel Ekonomi Ödülü’nü getirmiştir. Benzer biçimde operasyon yönetimi alanında da insan davranışlarının incelenmesi konusu son yıllarda hızla popülerlik kazanmaktadır. Bu alandaki davranışsal çalışmaların tarihini 1960’larda MIT’de geliştirilen “bira oyunu”na dek götürmek mümkündür. Bira oyunu, bir grup öğrencinin bir tedarik zincirinin oyuncuları rollerine bürünerek, “kamçı etkisi” olarak bilinen “talepteki küçük değişikliklerin tedarik zincirinin üst katmanlarına fazlasıyla artarak yansıması” fenomenini ilk elden tecrübe etmelerini sağlayan bir oyundur. Oyun boyunca son derece rasyonel kararlar aldıklarını zanneden öğrencilerin birdenbire ellerinde aşırı derecede büyüyen stok miktarı ile şaşkınlığa uğraması görülmeye değer bir durumdur! Operasyon yönetimi alanındaki davranışsal çalışmalar, özellikle Schweitzer ve Cachon’ın 2000 tarihli “Decision bias in the newsvendor problem with a known demand distribution: experimental evidence” (Management Science 46) başlıklı makalesinden sonra hız kazanmıştır: Bu makalede yazarlar envanter yönetimi konusunun en temel ve popüler problemlerinden biri olan “gazeteci çocuk” problemine

odaklanırlar. Gazeteci çocuk her sabah satmak üzere dağıtımcıdan satın alacağı gazetelerin sayısına karar vermek durumundadır. Eğer talepten daha az miktarda gazete alırsa elde edebileceğinden daha az kâr elde eder, ancak talepten daha fazla miktarda gazete alırsa bu defa da elinde kalan gazetelerden zarar eder. Problemin çözümü, “kârdan kayıp” ve “elde kalma maliyeti” arasında bir dengeyi tutturan miktarda sipariş vermektir. Ancak Schweitzer ve Cachon, bu çok ünlü problemi farklı deney parametreleri ile test ettiklerinde şöyle ilginç sonuçlarla karşılaşırlar: Teoriye göre talebin ortalama değerinin optimum sipariş miktarı üzerinde etkisi olmaması gerekirken denekler bu değerden etkilenmektedir. Ortalama talep optimum sipariş miktarından fazlaysa, denekler olması gerekenden daha fazla; ortalama talebin optimum sipariş miktarından az olduğu durumda ise olması gerekenden daha az sipariş vermektedirler. Yani ortalama talep, yazarların deyimiyle bir “merkeze çekme etkisi” yaratmaktadır. Üstelik bu durum deneklerin risk sever ya da riskten kaçar olmaları gibi özelliklerden bağımsız olarak gözlenmektedir! Schweitzer ve Cachon’un bu ilginç deneyinin ardından operasyon yönetiminin diğer teorileri de hızla deneysel olarak incelenmeye başlanır. Özellikle üretici-perakendeci ilişkileri, tedarik zincirini oluşturan aktörlerin birbirleriyle pazarlık yaparak oluşturdukları anlaşmaların esasları, bu anlaşmaların gerçekten de teoriye uygun biçimde iki tarafın da kârını maksimize edip etmediği vs. gibi konular sıkça deneysel çalışmalara tabi tutulur. Son on beş - yirmi yılda “davranışsal operasyon yönetimi” literatürü hiç olmadığı kadar zenginleşmiştir.

Gelir Yönetimi ve Bizim Deneyimiz

Operasyon yönetiminin özel bir alanı olan “gelir yönetimi” hâlâ deneysel olarak yeterince çalışılmamış bir alandır. Gelir yönetimi, farklı müşteri gruplarına farklı fiyatlar sunularak firmanın kârını maksimize etmesi olarak tanımlanır; en genel tanımı ile ürünü “doğru zamanda doğru müşteriye doğru fiyattan satmak”tır. İlk olarak havayolu şirketlerinde


10

geliştirilmeye başlanan gelir yönetimi teknikleri zamanla oteller, araba kiralama şirketleri, etkinlik planlama gibi pek çok sektör tarafından sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Ancak gerçek hayattaki karar vericilerin gelir yönetimi ilkelerini uygularken tam olarak teoriye göre davranıp davranmadıkları henüz araştırmacılar tarafından yeterince incelenmemiştir. Biz de, Kadir Has Üniversitesi Bireysel Araştırma Projeleri kapsamında Özyeğin Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’nden Dr. Ümmühan Akbay ile yürüttüğümüz “Gelir Yönetimi Alanında Davranışsal Çalışmalar” isimli projede literatürdeki bu boşluğa yönelmek istedik. İlk etapta gelir yönetimin en klasik modeli olan iki müşteri sınıflı modelde karar vericilerin fiyatlandırma kararlarının teoriye ne ölçüde uygun olduğunu anlamayı amaçladık. Bu amaçla, deneklerin bir havayolu şirketi yöneticisi gibi davranıp, “ekonomi” ve business sınıfı müşterilerine satış yapacağı bir deney tasarladık. Ekonomi ve business sınıfları arasında fiyat dışında bir fark olmadığını varsaydık; yani uçaktaki her koltuk ekonomi ya da business yolcularına satılabilmekteydi. Ancak ekonomi sınıfının talebi tüm uçağı doldurabilecek kadar fazlayken, business sınıfının talebi belirlenen fiyata göre değişkenlik göstermekteydi (fiyat yükseldikçe daha az talep gözlemleniyordu). Deneyimiz iki aşamadan oluşmaktaydı: İlk aşamada, deneklere ekonomi sınıfı fiyatı verilerek business sınıfı fiyatını belirlemeleri istendi. Business sınıfı fiyatı en düşük ekonomi sınıfı fiyatı kadar, en fazla ise 125 olacak biçimde değerler alabilmekteydi. Deneklerin belirlediği business sınıfı fiyatına göre business yolcularına ayrılması gereken optimum koltuk sayısı ilk

deneyde bilgisayar tarafından otomatik olarak belirlendi. İkinci aşamada ise deney daha da zorlaştırılarak deneklerden önce business sınıfının fiyatını, daha sonra da onlara ayrılması gereken koltuk sayısı kararını belirlemeleri istendi. Denekler kararlarını sabitledikten sonra rassal business sınıfı talebi gerçekleşti ve denekler verdikleri karar(lar) ve gerçekleşen talebe göre belli bir gelir elde ettiler. Bu oyunu 40 periyot boyunca oynayarak toplam kârlarını maksimize etmeye çalıştılar. İlk aşama deneyi BA 351 Operations Management dersi öğrencilerine, ikinci aşama deneyi ise BA 325 Quantitative Decision Making ve BA 435 Supply Chain Management dersi öğrencilerine uygulandı. Deneklerin oyunu oynadığı karar ekranı aşağıdaki gibiydi.

Deneydeki Püf Noktası ve İlginç Sonuçlar

Henüz ikinci aşama deney sonuçlarının analizi sürmekle beraber ilk bulgular ikinci aşamada verilen kararların ilk aşamadakinden daha kötü olduğunu gösteriyor. Bu durum literatürdeki başka çalışmaların sonuçları ile uyumlu; yani karar vericilerin belirsizlik altında ne kadar çok sayıda karar vermesi gerekirse, performansları da o ölçüde düşüyor. Ancak bizi bu deneyde ilgilendiren başka bir konu vardı.


11

Ortalama Business Sınıfı Fiyatı (Yüksek Ekonomi Sınıfı Fiyatı)

Ortalama Business Sınıfı Fiyatı (Düşük Ekonomi Sınıfı Fiyatı)

120

95

115

91

110

85

105 100

81 1

6

11

16

Periyotlar

Ortalama Business Sınıfı Fiyatı

21

26

31

36

Optimal Fiyat

75

1

6

11

16

Periyotlar Ortalama Business Sınıfı Fiyatı

21

26

31

36

Optimal Fiyat

Tıpkı Schweitzer ve Cachon makalesinde olduğu gibi acaba karar vericilerin kararını etkileyen, onları farkında olmadan manipüle eden başka faktörler söz konusu olabilir mi diye araştırmak istedik. Bu nedenle, her iki deneyde de ikişer senaryo planladık. Buna göre, ilk tretmanda ekonomi sınıfının fiyatını 30 olarak belirleyip deneklerin business sınıfına 30125 aralığında bir fiyat vermesini isterken, ikinci senaryoda ekonomi sınıfının fiyatını 90’da sabit tutup deneklerin business sınıfı için 90-125 aralığında fiyatlandırma yapmasını istedik. Teoriye göre, her iki senaryoda da deneklerin optimal fiyatı bulma ihtimalinin (ve deneklerin belirlediği fiyatların optimal fiyat çevresindeki dağılımlarının) değişmemesi gerekmekteydi. Ve yine teori, her iki durumda da optimal fiyatın verilen business sınıfı fiyat aralığının aynı noktasında (%66’lık persantilde; yani 30-125 aralığı için yaklaşık 89, 90-125 aralığı için yaklaşık 112 noktasında) gerçekleşeceğini belirtiyordu. Ancak deney sonuçlarını incelediğimizde yukarıda hazırlanmış iki grafikte verilen sonuçlarla karşılaştık.

optimalden sapmalara neden olmaktaydı. İstatistiksel analizle anlamlılığını kanıtladığımız bu sapma, gerçek hayattaki karar vericilerin aslında ortam koşullarından ne denli etkilendiğinin bir kanıtı mahiyetindeydi. Üstelik bu sonuçlar, karar vericilerin risk algıları, rasyonellik seviyeleri, optimumu arama veya mevcut durumdan memnun olma eğilimleri gibi faktörlerden bağımsız olarak ortaya çıkmaktaydılar. Kısacası deney sonuçları gösteriyor ki, siz bir yönetici olarak ne kadar rasyonel olsanız da, risk almayı sevseniz (ya da sevmeseniz) de, kararlarınız çözümle direkt ilgili olmayan ama problemde var olan bir başka parametrenin değeri tarafından etkilenebilir. Hatta daha fenası, bu gibi parametreler ortama bilhassa eklenip sizin algılarınızı çarpıtmaya çalışanlar tarafından kararlarınız yönlendirilebilir ve siz bu durumun farkında bile olmayabilirsiniz. Gerçek hayattaki karar vericilere yardımcı olmak üzere tasarlanan DSS’nin (decision support systems – karar destek sistemleri) bu gibi durumları göz önüne alarak geliştirilmesi gerekmektedir.

Yani deneklerin verdiği ortalama fiyat, ekonomi sınıfı fiyatının düşük (30) olduğu senaryoda optimal fiyat olan 89’un genellikle aşağısında seyrederken, ekonomi sınıfı fiyatının yüksek (90) olduğu senaryoda optimal fiyat olan 112’nin üzerinde gerçekleşmişti! Tıpkı Cachon ve Schweitzer’in bulduğu gibi, teoriyle ilgisiz olması gereken bir faktör (onlarda ortalama talep, bizde ise ekonomi sınıfı fiyatı) deneklerin algısı üzerinde bir manipülasyon yaratıp

Kısacası operasyon yönetiminde özellikle gelir yönetimi alanında gerçek karar vericilerin davranışsal örüntülerini incelemek ilginç bir konu. Bu çalışmalarda yalnızca matematiksel analizler değil, psikoloji teorileri de önem kazanıyor. Ayrıca son Nobel Ödülü’nün benzer çalışmalara verildiği ve davranışsal çalışmaların hâlâ görece bakir bir alan olduğu düşünülürse, bu konular uzun yıllar daha popülerliğini koruyacağa benziyor.


12

Kadir Has Üniversitesi

20 yaşında!

ÖTEKİ Kadİr Has Ödüllerİ 2003 - 2017

TOPLUMSAL CİNSİYET @ KHAS Eşitliğe Giden Yol

TÜTÜN İŞLEYEN FABRİKADAN, BİLİM ÜRETEN ÜNİVERSİTEYE

Kadir Has Üniversitesi’nin 20 Yılı

20. Yıl Yayınları Yakından İncelemeniz İçin Sizleri Bekliyor... www.khas.edu.tr

facebook.com/Khasedutr

twitter.com/khasedutr


13

TÜRKİYE’NİN YOĞUN GÜNDEMİNDE KAMUOYU ÖNCELİKLERİ Cihan DİZDAROĞLU Khas Öğretim Görevlisi

Demokratik rejimlerde kamuoyunun gücü ve önemi göz önünde bulundurulduğunda, siyasi kararların alınması ve uygulanmasında kamuoyunun göz ardı edilmemesi gerekti en azından teorik olarak hâlâ geçerliliğini koruyor.

Türkiye’de iç ve dış politika gündemlerinin durmak bilmeyen yoğunluğu, siyasetin toplumsal izdüşümlerini incelemeyi her ne kadar zorlaştırsa da, bu konuya odaklanan araştırmalar dönemsel olarak kamuoyunun resmini çekmek açısından önemli işlev görmekteler. Söz konusu araştırmalarda ortaya çıkan tablo, karar alıcılara kamuoyunun beklenti ve düşüncelerine dair önemli veriler sağlayarak, siyasi kararların şekillenmesinde de önemli rol oynamaktadır. Demokratik rejimlerde kamuoyunun gücü ve önemi göz önünde bulundurulduğunda, siyasi kararların alınması ve uygulanmasında kamuoyunun göz ardı edilmemesinin gerekliliği en azından teorik olarak halen geçerliliğini korumaktadır. Pratikte zaman zaman farklı uygulamalar göze çarpsa da siyasetin kamuoyundan bağımsız şekillenmemesi ilkesi demokrasinin etkin işleyişi bakımından önem arz etmektedir. Siyasi karar alma süreçlerinde kamuoyunun öneminden yola çıkan Kadir Has Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Merkezi, 2011 yılından bu yana Türkiye’nin gündemini meşgul eden siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda kamuoyunun nabzını tutan araştırmalara ev sahipliği yapıyor. Her yıl Prof. Dr. Mustafa Aydın, Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman, Prof. Dr.

Osman Zaim, Prof. Dr. Banu Baybars Hawks’tan oluşan bir ekip tarafından düzenli olarak tekrarlanan ve “Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması” adıyla bilinen çalışmanın sonuncusu, 11 Aralık 2017 - 8 Ocak 2018 tarihleri arasında yürütülen saha araştırmasında elde edilen verileri içeriyor. Türkiye’yi temsilen 26 ilde, 18 yaş ve üzeri toplam 1000 kişiyle yüz yüze görüşülerek hazırlanan araştırma çıktıları, Türk kamuoyunun gündeme dair bakış açısını 7 yıllık bir süreci kapsayacak şekilde karşılaştırmalı olarak inceleyebilmeyi mümkün kılıyor.

Kamuoyunun Önceliği İş ve Aş

Türkiye’de hızla değişen ve yoğun siyasi gündeme rağmen halk nezdinde son üç yıldır en önemli sorun halen terör. Türkiye’nin 1980’lerden bu yana ülke içinde ve dışında devam eden terörle mücadelesi ve 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişimi gibi olaylar düşünüldüğünde, terör ve daha özelde ise Fettullahçı Terör Örgütü (FETÖ) konularının kamuoyu gündeminde başı çekmesi elbette şaşırtıcı değil. Buna karşın, bu yıl her iki konuda da bir düşüş söz konusu. Geçtiğimiz yıl %35’lik bir orana sahip olan terör, bu yıl %29’a; %25,2’lik bir orana sahip olan FETÖ ise bu yıl %18,1’e gerilemiş durumda.


14

Buna karşın, kamuoyu gündeminde üçüncü ve dördüncü gündem maddesi olarak sıralanan işsizlik ve hayat pahalılığının artışta olduğu da gözlemlenmekte. Nitekim, 2016’da %10,5 olan işsizlik bu yıl %17 oranına ulaşırken, hayat pahalılığının ise %9,8’den %13,2’ye yükseldiği görülüyor. Bu iki sorun, ekonomide öne çıkan işsizlik, Türk Lirası’nın değer kaybetmesi ve gıda ürünlerinin fiyatlarındaki artışla birlikte değerlendirildiğinde, vatandaşın asıl kaygısının yine iş, aş ve geçim derdi olduğu araştırmaya yansıyor.

Ekonomiyi önceleyen bir yaklaşıma sahip olan kamuoyunun hükümetin ekonomi politikalarına yönelik değerlendirmelerinin ise genel olarak olumlu olduğunu söyleyemek mümkün. 2012’den bu yana hükümetin ekonomi politikalarını “başarılı” ve “kesinlikle başarılı” bulanların oranında düzenli artış eğilimi görülüyor. Araştırma sonuçlarına göre, 2012’de %31,5 olan destek oranı, bu yıl %47,7’ye ulaşmış. Bu yükseliş eğilimini daha doğru okuyabilmek için ankete katılanlar parti desteği bağlamında değerlendirildiğinde, AK Parti’ye oy verdiğini ifade edenlerin %77,4’ü hükümetin ekonomi politikalarını başarılı bulurken, bunu %29,2’lik oranla MHP

ve %24,6’lık oranla CHP’ye oy verenler takip ediyor. Hükümet politikalarını başarılı bulma oranının en düşük olan ise %11,2 ile HDP’ye oy verenler.

Farklılıklara Karşı Toplumsal Kutuplaşma

Son yıllarda dünyada etkisi giderek artan popülizm çerçevesinde, farklı kimlik ve kültürlerden olan “öteki”lerin dışlanacağı ve tek kültürlülüğün hakim olacağı toplumsal bir düzeni savunan anlayışın yayılması demokratik rejimlere yönelik ciddi tehditleri de beraberinde getirdi. Farklı siyasi, kültürel, sosyal, dinsel ve dilsel kimliklerin bir arada yaşamasının toplumsal zenginlik olmaktan çıkarak, tehdit olarak algılanmaya başlaması işte böylesi bir popülist söylem ve siyasetin toplumsal tezahürü. Elbette dünyadaki bu gidişat Türkiye’ye de belli ölçülerde yansıyor. Nitekim, Türkiye Çalışmaları Merkezi


15

araştırmasının sonuçları incelendiğinde, Türk kamuoyunun %52,7’lik oranla ülkede siyasal kutuplaşma olduğuna inandığı ve kutuplaşmanın laik-dindar ekseninde şekillendiği görülüyor. Farklı kimliklere yönelik bakış açısını tespit etmek amacıyla sorulan “farklı kimliklerle komşu olma isteği” veya “bireylerin çocuğunu evlendirmek istemediği kişiler” yönündeki sorulara verilen cevaplarda ise kamuoyunun %51,9’luk bir kesiminin eşcinsellerle komşu olmak istemediği, çocuğunu sırasıyla eğitim düzeyi farklı (%17), gayrimüslim (%16,5) ve etnik olarak farklı (%11,2) birileriyle evlendirmek istemediği sonucuyla karşılaşıyoruz.

Benzer bir tablo, İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Araştırma Merkezi tarafından yürütülen ve “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları”na odaklanan bir diğer araştırma tarafından daha teyit edilmiş durumda. Söz konusu araştırmaya göre kamuoyu, kendisine uzak hissettiği partinin taraftarlarıyla ne komşu olmayı, ne çocuklarının bu kişilerin çocuklarıyla arkadaşlık etmesini, ne evlenmesini, ne de iş yapmayı istiyor. Toplumsal olarak geçişkenliklerin azaldığı, siyasi ve sosyal bölünmüşlüğün giderek arttığı bir toplumsal yapının uzun vadeli sonuçları kuşkusuz üzerinde düşünülmesi gereken ciddi bir tablo.

Seçimlerin Gölgesinde Türkiye’de iç siyaset seçimlere odaklanmışken, kamuoyunun konu hakkındaki düşünce ve beklentileri, siyasilerin politikalarını şekillendirirken göz önünde bulundurmaları gereken noktalara ışık tutuyor. Partileri başarılı bulma oranlarına bakıldığında, tüm partilerin başarılı bulunma durumlarında genel olarak iyileşme söz konusuyken, özellikle parti desteği bağlamındaki sonuçlar farklılık göstermekte. Parti seçmenleri bazındaki sonuçlar incelendiğinde, CHP’yi başarılı bulan parti seçmenlerinin oranının arttığı görülüyor. Araştırmaya katılan kişilerden CHP’ye oy verdiğini söyleyenlerin partilerini başarılı bulma oranı geçtiğimiz yıl %54,2 seviyesindeyken, bu yıl %75,7’ye yükselmiş durumda. Buna karşın, parti seçmenleri arasında partilerini başarılı bulanların gerilediği tek parti MHP. Geçtiğimiz yıl parti seçmeninin %60’ının başarılı bulduğu MHP’nin başarı puanı bu yıl %51,7’ye gerilemiş durumda. Kamuoyunun %43,2’si Türkiye’de siyasi boşluk olduğunu savunurken, İYİ Parti’nin bu boşluğa çare olacağını düşünenlerin oranı %45,6. Gelecek seçimlerdeki performansı merak konusu olan İYİ Parti’nin siyasi yelpazedeki konumu kamuoyu tarafından %41,5’luk bir oranla milliyetçi sağ olarak nitelendirilmekte; en çok oy alacağı

düşünülen seçmen kitlesi ise sırasıyla %37,7 ile MHP, %18,9’la kararsızlar, %17,8 ile AK Parti ve %15,8 ile yeni seçmenler olarak değerlendiriliyor. Halihazırda sıkça tartışılan ve hukuki alt yapısı hazırlanan ittifaklar konusunda ise kamuoyunun kafasının net olmadığını söylemek mümkün. Partilerin ittifak kurarak seçime birlikte girmesi fikrine kamuoyunun %30,8’i sıcak bakarken, %37,6’sı buna gerek olmadığını ve %31,6’sı ise konuyla ilgili fikri olmadığını beyan ediyor. Olası bir ittifak durumda ise başarı ihtimali en yüksek görülenin, %46’lık oranıyla AK Parti ve MHP arasında kurulacak ittifak olacağı araştırmanın öne çıkan bulguları arasında.


16

Dış Politika Tercihleri

İç ve dış politika ilişkisinin muğlaklaştığı ve dış politikada atılan adımların iç politikada yaratacağı etkilerin giderek daha da önemli hale geldiği bir ortamda, kamuoyunun bu konudaki tercihlerine de kulak vermenin gerekliliği yadsınamaz. Araştırma sonuçlarına göre, özellikle kamuoyunun Türkiye’nin dış politikada yalnız başına hareket etmesi gerektiği yönündeki düşüncesini yansıtan “yalnız kurt” sendromunun yıllar bazında giderek düştüğü ve işbirliği eğilimlerinin arttığı sonucu ortaya çıkıyor. 2013’te %49,4’lük oranıyla zirve yapan yalnız hareket etme eğilimi, 2017’de %16 seviyesine düşmüştür. İş birliği yapılması istenen ülkelerin başında ise %25,4 ile Türki cumhuriyetler gelirken, bunu %15,4 ile Müslüman ülkeler ve hükümetin izlediği politikaya uyumlu olacak şekilde %13,2’lik oranıyla Rusya takip ediyor.

Kamuoyunun sadece %38,5’luk bir kesiminin Türkiye’nin AB’ye üye olabileceğini düşünmesine rağmen, Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik destek halen %57,8’lik bir orana sahiptir. Üyelik alternatiflerinin ve müzakerelerin devam ettirilip ettirilmemesinin tartışıldığı bir ortamda ise kamuoyunun %43,6’sı tercihini müzakerelerin devam etmesi yönünde kullanırken, %29,8’i askıya alınmasını ve %26,6’sı ise tamamen sonlandırılması gerektiğini ifade ediyor. Türkiye’nin NATO’ya üyeliği konusunda ise kamuoyunun %59,2 oranla üyeliği desteklediği görülüyor. Türkiye’nin NATO desteği olmadan güvenliğini sağlayıp sağlayamayacağı konusundaki görüşler sorulduğunda, %39,8’lik bir kesimin sağlayabileceğini, %37,7’lik bir kesimin ise sağlayamayacağını düşündüğü ortaya çıkmaktadır.


17

Sosyo-kültürel Göstergeler

Araştırmaya bu yıl eklenen ve çarpıcı sonuçlarıyla üzerinde bir kez daha düşünülmesi gerektiğini ortaya koyan sosyo-kültürel göstergelerde Türk halkının okumak yerine, televizyon izlemekten ve/veya sosyal medya başında vakit geçirmekten hoşlandığı tespit edilmiştir. Araştırmaya katılanların %37,1’i hiç gazete okumadığını belirtirken, hiç kitap okumayanların oranı %52,8, tiyatroya gitmeyenlerin oranı ise %69,9’dur. Buna karşın, araştırmaya katılanlar günde ortalama 2,9 saat televizyon izlediğini belirtirken, sosyal medya ve bilgisayar oyunlarına ayrılan süre günlük ortalama 2,4 saat olarak belirlenmiştir. Türkiye’nin değişmekte olan bir ülke olduğu yönünde tercihini belirtenlerin oranı bu yıl %48,2 olarak tespit edilirken, bu değişimin yönünün iyiye gittiğini düşünenlerin siyasi partilere dağılımına bakıldığında sırasıyla %91,9’luk oranıyla AK Parti, %64,5 ile MHP, %43,4 ile CHP ve %26,7’lik oranıyla HDP seçmeninin olduğu görülmektedir. Türk halkının sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve dış politika gibi konulardaki bakışına ayna tutan ve geçtiğimiz yedi yıla dayanan bir veri setini bünyesinde barındıran “Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması”, bu alanda çalışan kişilere ışık tutan önemli bir referans kaynağı olarak nitelendirilebilir. Seçim gündeminin hâkim olduğu ülkemizde kamuoyunun önceliklerinin siyasi yansımalarının hangi boyutta olacağını şu aşamada tespit edebilmek zor olsa da kamuoyunu görmezden gelen siyasi kararların başarı şansının düşük olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var.


18


19

BİTMEYEN HİKÂYELERİN VE RENKLERİN DİYARI: HİNDİSTAN Nur ERADLI Khas Uluslararası İlişkiler Ofisi

“Hindistan deyince aklınıza gelen ilk şey nedir?” diye sorsam, dünyanın Çin’den sonra en kalabalık nüfusu oluşu mu, baharatlı ama bir o kadar da lezzetli ve geniş mutfağı mı, bölgeler arası kast sistemi mi, İngilizce’nin ülkede ortak dil olarak konuşulması mı, Ghandi ve bağımsızlık mücadelesi mi, kısaltılmış hali 5 gün süren düğün gelenekleri mi, kadın erkek farketmeden sizinle fotoğraf çekilmek için çabalayan güleryüzlü insanları mı, dansları mı, yoksa Bollywood mu aklınıza gelirdi? Benim Hint kültürü ile ilk tanışmam Kanada’daki yüksek lisans eğitimim sırasında oldu. Hindistan’ı görebilmek için yakın arkadaşlarımın düğününü dört gözle bekler olmuştum. Ve sonunda geçtiğimiz yıl 12 günlüğüne Hindistan’a gitme fırsatı buldum. Böylesi çokkültürlü ve farklı bir ruhu olan ülkeyi, ülke insanını, yaşam biçimlerini, düşünce tarzlarını anlayabilmek için 12 gün çok çok kısa; fakat yine de algılarınızın açılmasına imkân veriyor. Hani hepimizin hep duyduğu bir cümle vardır ya “Hindistan’ı ya seversin, ya da Hindistan’dan nefret edersin”; tüm farklılığıyla, baharat kokularıyla, sokaklarda dolaşan maymunları, filleri ve inekleriyle ve asıl enerjisi ve renkleriyle ben seven taraftayım. Çünkü bu ülke dünya üzerindeki gezginler için kültürü ve mirası ile adeta bir vaha! Ülkede 200’ün üzerinde ayrı dil konuşuluyor ama uzun yıllarca İngiliz sömürgesinde yönetildiği için ortak dilleri İngilizce. Ülke o kadar büyük ki kısıtlı zamanla ancak kuzeyindeki “Altın Üçgen” (Delhi-Agra-Jaipur) olarak adlandırılan bölgeyi ve Bollywood’un efsane şehri Bombay’ı görme fırsatı yakaladım. Hepsi bir yana geleneksel bir Hint düğününde bulunmak paha biçilmezdi!


20

Dünyanın Yedi Harikasından Biri: Tac Mahal

Hintli şair Rabindranath Tagore şöyle diyor: “Nehrin kıyısından zamanın yanağında asılı kalmış tek bir damla gözyaşı gibi yükseliyor Tac Mahal…” İngiliz Lordu Edward Lear ise “İnsanlar ikiye ayrılır: Tac Mahal’i görenler ve görmeyenler”. Benim fikrimi de sorarsanız, karanlık bir koridorun ucunda büyüleyici beyazlığının yansıttığı enerjisi ile gözleri kamaştıran güzellik… Peki nedir Tac Mahal? 17. yüzyılda Babür İmparatorluğu’nun 5. Hükümdarı Şah Cihan’ın eşi Ercümend Bânû Begüm’e duyduğu sevginin bir göstergesi olduğu kadar, Babür Devleti’nin güç ve kudretinin de bir sembolü olarak kabul edilen, aynı zamanda İslam türbe mimarisinin en önemli anıt mezar eserlerinden biri. Tac Mahal 1983’ten bu yana UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde. Tahminî olarak yılda Hindistan’a Tac Mahal’i görmeye gelen 3 milyon ziyaretçiden söz ediliyor. Benzin veya dizel motorlu araçlarla Tac Mahal’e ancak belirli bir mesafeye kadar yaklaşabiliyorsunuz. Egzoz dumanı Tac’ın beyaz mermerlerine zarar verebileceğinden girişe kadar olan yaklaşık bir kilometrelik yolu farklı araçlarla gitmenize izin var: Elektrikle çalışan minibüsler, Tonga denilen faytonlar ve Rikşa’lar (Rickshaw). Ya da yürüyebilirsiniz. Seçim size kalmış… Ama şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; Tac Mahal’i gördüğünüz ilk an karşısında

sakince durup enerjisini hissetmek istiyorsunuz; ardından o meşhur kareyi çekmek için adım atıyorsunuz ama nafile, çünkü sizin gibi yüzlercesi arkanızda ve yanınızda bir anda beliriyor. Bu yüzden o ilk şoku atlattıktan sonra başka açılardan da hayalini kurduğunuz fotoğrafınızı çekebilirsiniz, endişelenmeyin ve orada bulunmanın tadını çıkarın. Bu söylediğim aslında sadece Tac Mahal için değil, tüm Hindistan için geçerli. Çünkü Hindistan farklı yaşam standartlarına alışkın insanlar için hiç de kolay bir ülke değil. Daha da zorlaştırmamak adına kendinizi o ülkenin hayat akışına bir süreliğine bırakmanızı içtenlikle tavsiye ederim. Sonra da izleyin bakalım, bu karmaşık görünen ülke size neler sunuyor…

Pembe Şehir: Jaipur

Agra’dan araba ile Rajasthan’a geçtiğiniz anda farklı bir bölgede olduğunuzu birazdan sıralayacağım sebeplerle anlayabilirsiniz: Çeşit çeşit insanlar, değişik hayvanlar, içi tıka basa dolu minik arabalar, yol kenarlarında ve arabalardan uçuşan fosforlu sariler; elinde çuvalı yol kenarında otobüs beklemekte olan bir kobracı, develer, maymunlar, üzeri içinden daha kalabalık yolcu otobüsleri; Rajasthan’da olduğumuzu bize haber veren fosforlu türban takan esmer ve bıyıklı adamlar; arkasında “Blow Horn” yani “Korna Çal” yazan süslü ve rengarenk dev kamyonlar; bir motosiklete beş-altı kişi binen aileler… Bunlar gördüğüm yüzlerce ilginç enstantaneden aklımda kalanlar… Ve bu anlattıklarım tek tek karşınıza çıkmıyor; her şey sürekli ve aynı anda, insanın başını döndüren bir hızda gerçekleşiyor. “Pembe Şehir” olarak adlandırılan Jaipur, adeta renklerin ve geleneğin patlaması. Regal saraylar ve kalabalık çarşılar arasında, Jaipur antik mimarisinin güzel detaylarını keşfedebilirsiniz. Nefes kesici. Zaten Jaipur’a inince de nefesiniz kesiliyor.


21

kuru ve kışın yapraklarını döken ormanlarla kaplı ve etrafını sardığı şehrin 12 milyon sakini için akciğer görevi görüyor. Hatta Eski Delhi’nin büyük bir kısmı bu dağ sırasının üzerinde kurulu. Yeni Delhi’yi keşfetmek bir ömür sürer, ama bir yerden başlamak gerekirse bunun için en ideal nokta UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ndeki Jama Camii. Aynı anda ibadet eden cemaat sayısı açısından Hindistan’daki birinci, dünyadaki yedinci en büyük cami Eski Delhi bölgesinde. Burası yalnızca bir ibadethane değil, aynı zamanda kentlilerin sosyalleşmek ve vakit geçirmek için uğradığı bir nokta. Bizdeki camilerden farkı avlusuna dahi ayakkabıların çıkarılarak girilmesi. 1656’da Babür İmparatoru Şah-ı Cihan tarafından inşa ettirilen mescidin asıl adı “tüm dünyaya hâkim cami” anlamına gelen Mescid-i Cihannüma’ydı.

Binaların bir kısmında terra cota ve pembe taşlar kullanılmış, güneş vurduğunda pek romantik oluyor. Güzel, estetik, sıcak bir şehir Jaipur. Güneş bir başka batıyor. Şehrin göbeğindeki ağaçlarda ve binalarda ise kırmızı popolu maymunlar. Aheste aheste dolaşan kutsal inekleri unutmayalım. Buradaki sokak hayvanları onlar. Yolun ortasından yürüyorlar, ama onlar kutsal, her şeye hakları var, kimse karışmıyor! Eski Jaipur, yedi kapı ile dışarıya açılan kale gibi surlarla çevrili. O yedi kapı da görülmeye değer. Eski şehrin içindeki bütün binalar pembe. Hint-Moğol mimarisinin tipik kubbeli yapıları göze çarpıyor. Bu arada alışveriş yapın ve yaparken sonuna kadar pazarlık edin. Hiç ayıp değil, oranın kuralı. Hawa Mahal yani Rüzgâr Sarayı mutlaka görülmeli, sabahın erken saatlerinde özellikle. Bence adı bile havalı. Mihrace’nin ailesindeki kadınların ve haremdekilerin şehrin ana caddesini gözleyebilmeleri için yapılmış bir saray. Kadınlar için gözlemevi. Tabii ki pembe. City Palace’ın şahane binalarında, avlularında ve bahçelerinde mutlaka vakit geçirin. Ayrıca şehre yakın mesafe dağın tepesinde inşa edilmiş Amber Fort’a geleneksel yöntemle mutlaka o heybetli fillerle tırmanıp gürültüden uzak, dinginlikle sabahın erken saatlerinin tadını çıkarın. Gürültüden uzak diyorum çünkü Hindistan’da böyle bir alan bulmak neredeyse imkânsız! Bir açık hava müzesi olan Jantar Mantar Astronomik Gözlemevi’ni mutlaka ziyaret edin. Adı biraz ilginç gelebilir, doğru. Bana sorarsanız buranın en büyük özelliği tarih boyunca astronomiyi, gezegenleri ve bunların açıları ile birbirleriyle etkileşimlerini yakından takip eden Hintlilerin bu devasa gözlem modellerini 1700’lü yıllarda yapmış olmaları.

Delhi: Yeni mi Eski mi?

Kulağa tezat gibi gelse de, Yeni Delhi dünyanın en kirli ama aynı zamanda en yeşil metropollerinden biri. En eski sıradağlardan biri olan ve Delhi Dağları olarak da bilinen Aravalli Tepeleri

Yeni Delhi’ye gelip de Eski Delhi’yi ziyaret etmemek olmaz. Hatta karşılaştırma yapmak gerekirse Eski Delhi (ya da diğer adıyla “surlu şehir”) daha hareketli, tarihî ve kaotik! Burada dinler arasındaki muhteşem uyumun yanı sıra, insanların gerek ibadetleri gerek işleri konusunda birbirlerine gösterdikleri hoşgörüye tanıklık edebilirsiniz. Bisiklet rikşa (üç tekerlekli bir tür taşıma aracı) ile çıkacağınız turda yoğun ve hareketli pazar yerleri, tapınaklar, kadim kiliseler ve camiler, dar yollar ve tıklım tıklım ara yollar ile kendinizi şehre şaşkınlıkla bakar halde bulacaksınız. Rikşa, yani halk arasında “tuk-tuk” olarak adlandırılan küçücük bisikletle, ara sokakları gezerken tepenizden sarkan onlarca karmakarışık elektrik kablolarını gördükçe bir an panik atak da geçirebilirsiniz. Yeni Delhi gelenekselin ve modernin rahatça bir arada yaşadığı şaşırtıcı tezatlar kenti. Birçok görkemli hanedanlığın yükseliş ve düşüşünü gören şehir, bir yandan geçmiş dönemlerin muhteşem hatıralarını yaşatırken bir yandan da Hint orta sınıfının artan alım gücü ve gelişmekte olan göçmen nüfusun ikilemini yaşatıyor. Bahsetmek istediğim son şey ise Hint Düğünleri! Kısaltılmış haline (gündüzüyle gecesiyle 5 koca gün) tanık olmuş biri olarak söyleyebilirim ki, gelenekler onlar için çok önemli. Çocukları veya kendileri Batı’da eğitim görmüş, hatta hâlâ orada yaşıyor olsalar da, düğünlerini kendi geleneklerine harfiyen uyarak gerçekleştiriyorlar. Farklı bölgelerden evliliklerin gerçekleşmesine çok sıcak bakmasalar da, karşı durmuyorlar. Fakat iş böyle olunca, düğünün süresi ve aktiviteleri de artıyor; çünkü her bölgenin kendine has evlenme şekli ve geleneği var. Ben hem kız hem de erkek tarafının misafiri olduğum için tüm ritüellere katıldım. Ve itiraf ediyorum ki, çok yorulsam da, hayatımda bir daha şahit olamayacağım anları yaşadım; iki elime Hint kınası, giydiğim sariler ve bir günde öğrendiğim Hint dansı gösterim! Fakat Türk geleneksel düğün adetleri ile benzer noktaların olmasını da şaşırtıcı bulduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. Hindistan, tüm bu kısaca bahsettiğim özellikleriyle tam bir renkler diyarı. Bu ülkede hikâyeler asla bitmez…


22

DOSYA: TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ


23

DOSYAYI AÇARKEN Dosya Editörü: Sevda ALANKUŞ Khas Öğretim Üyesi Kadir Has Üniversitesi, 2018 yılını “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Yılı” ilan ederek, son yedi yılda bu konuda yapılanları, yapılması gerekenler açısından bulunduğumuz noktayı ve hedeflenenlerle ilgili aksiyon planını kamuoyu ile paylaşarak, bunu üst yönetim düzeyinde bir politika olarak benimseyip, stratejik planı içerisine dahil eden az sayıdaki akademik kurumdan birisi oldu. Uluslararası diğer paydaşlarla ortaklaşa yürütülen ve kısaca SAGE Projesi olarak adlandırılan aksiyon planı, Panorama Khas’ın 26. sayısında yayınlanmıştı. Bu sayıdaki dosyamızın ilk yazısı, üniversitemizin Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi tarafından 2014 yılından bu yana gerçekleştirilen “Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı” araştırmasının sonuçlarını içeren rapor. Raporun dayandığı araştırma Türkiye’deki kentli nüfusu temsil eden bir örneklem ile gerçekleştirilmiş ve geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi kadının en önemli sorunlarının sırasıyla şiddet, işsizlik, eğitim, sokakta karşılaşılan baskı ve tacizler olarak görüldüğünü ortaya çıkarıyor. Rapora göre şiddeti sorun olarak görenlerin oranında geçen yıla göre önemli bir artış var ve bu geçtiğimiz yıl içerisinde erkek faillerce öldürülen kadın oranının son yıllardaki ortalamasının da üzerine çıkarak artmış olduğunu gösteren diğer araştırma verileriyle örtüşüyor. Ayrıca bu sonuçlar kadının kamusal ve özel alanda güven içinde olmadığı gibi, bu güveninin gelişmesine katkıda bulunacak eğitim ve ekonomik özgürlükler açısından durumuyla ilgili farkındalığı da ortaya koyuyor. Araştırmanın önemi, şiddet başta olmak üzere bu sorunlarla mücadeleler için politikalar üretilmesi yönündeki taleplerin de arttığını ortaya çıkarması. Ancak araştırma, kadın ve erkeklerin kamusal hayata eşit hak ve duruşlara sahip şekilde katılımı konusunda eşitlikçi toplumsal cinsiyet algısının güçlendiğini ortaya koymakla beraber, bunun özel hayata yansımadığı yönünde veriler de sunuyor. Başka ifadeyle, kadınların eğitiminin önemi, çalışma


24

hayatına katılımı ve ekonomik özgürlüğü savunulurken, özel alanda geleneğin kadınlara yüklediği ev ve çocuk bakımı gibi konularındaki eşitliğe olumlu bakılmıyor. Dosyamızın diğer yazıları ise hem bu verileri tamamlayıcı, hem de kısmen de olsa açıklayıcı nitelikte. Bu çerçevedeki ilk katkıyı, Perrin Öğün Emre’nin kır kadınları üzerine gerçekleştirilmiş geniş kapsamlı bir araştırmanın odak grup görüşmelerinin sonuçlarını özetlediği yazı yapıyor. Araştırma toplumsal cinsiyet eşitliği meselesine, hızla çözülen tarım ekonomisi ve geleneksel aile ilişkilerinin, kadınlar ve erkeklerden oluşan katılımcılar tarafından nasıl yorumlandığı üzerine odaklanıyor. Tarımın modernizasyonu ile birlikte hane içi üretimle ekonomik değer yaratan kadın emeğinin, tıpkı ev işleriyle yarattığı değer gibi görünmezliğinin altını çiziyor. Ancak diğer yandan bunun erkek katılımcılarda memnuniyetsizlik yaratacak şekilde geleneksel aile ilişkilerini çözerken, Deniz Kandiyoti’nin ifadesi ile kadının ataerki ile pazarlık gücünü artırmasına yol açtığı, ancak yine de mevcut toplumsal cinsiyet rollerinin kadınlar tarafından da içselleştirilmiş olması nedeniyle bunun onları erkek karşısında her zaman güçlendirici bir etki yaratmadığını ortaya koyuyor. Böylelikle, tam zamanlı sigortalı bir işte çalışıyor olmanın ve kamusal alana çıkmanın toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması açısından önemini hatırlatmış oluyor. Emre’ye göre, kır kadınlarının örgütlenme kültürünün gelişmesi, kendi sorunlarının çözümünde aktif rol oynayabilmelerinin sağlanması önemli ve bu konuda devlet başta olmak üzere bütün paydaşlara önemli roller düşüyor. Buna karşılık Ebru Nihan Celkan’ın yazısı, kentlerde toplumsal cinsiyet politikalarının hayata geçirilmesi açısından önemli paydaşlardan birisi olan üniversiteler de dahil olmak üzere kurumların yapmaları gerekenleri konu ediniyor ve bunu kendisinin söz konusu politikalara dair içerik üreticisi, danışman, eğitmen olarak yaptığı çalışmalar çerçevesinde sunuyor. Celkan öncelikle ölçülebilir olan kriterler üzerinden kurumların “toplumsal cinsiyet açısından nerede bulundukları” sorusunu kendilerine sormak durumunda olduklarını söylüyor ve bu kriterler etrafında ilerlenirken söz konusu sorunun sürecin her aşamasında cevaplanmasının önemini hatırlatıyor. Diğer yandan, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunun sadece kamusal alanın kurumlarına yönelik ya da onlar tarafından geliştirilen politikalarla hep gündemde tutulmasının yeterli olmadığını, özel alanda toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık ve değişiklik yaratılabilmesi için yeni yöntemler geliştirilmesi gerektiğini, bu arada ortak bir dil geliştirilmesinin önemli olduğunu belirtiyor. Bu açıdan en önemli bilinçlendirme kaynaklarından birisinin medya olduğuna dikkat çekiyor. Dosyamızın son iki yazısının sorun edindiği konu ise tam da bu, yani medyanın halihazırda oynadığı ve oynaması gereken

role ilişkin. Benim yazım, ana akım medya haberciliğinin neden kadın hakları ihlali yapan bir eril tür, anlatı formu olduğunu, haberciliğin ilke ve kodları ile etiğinin tanımlanıp norm haline geldiği 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarının sosyolojik, bilimsel bağlamını bize hatırlatarak, kadınların haber merkezlerinden dışlanmışlığı ile açıklıyor. Sonraları kadınların haber merkezlerinde aktif olarak yer almaya başlamaları ile birlikte kimi önemli değişiklikler olsa bile, yaygın medya gazeteciliğinin bu erkek-egemen anlatıyı yeniden-üreten niteliğinin yerinden edilemediğini ekliyor. Toplumsal cinsiyet odaklı, dolayısıyla kadın hakları, LGBTİ+ hakları ihlali yapmazken, şiddet ve çatışmaları da körüklemeyen bir haberciliğin ancak onun ABC’si sayılan bütün kuralların ve etiğin öteki odaklı bir epistemolojik temelde yeniden-tanımlanmasıyla mümkün olabileceğini söylüyor. Dosyamızın Elif Akçalı ve İrem İnceoğlu’na ait son yazısı ise, bir diğer medya anlatı formu olan diziler üzerine gerçekleştirilen araştırma sonuçlarını özetliyor. Türkiye televizyonlarında en çok izlenen 12 dizideki kadın erkek temsillerine dair verileri bizimle paylaşırken, dosyamız yazılarının çerçevesini oluşturan araştırma sonuçları ile de örtüşecek şekilde bizi toplumsal cinsiyet eşitsizliği açısından bulunduğumuz durum ile yeniden yüzleştiriyor. Ancak araştırmanın hayata dönen önemli bir sonucu da var. Çünkü, Türkiye Sanayici ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Çalışma Grubu tarafından geliştirilen bir proje dahilinde gerçekleştirilen bu araştırmanın ortaya çıkardığı sonuçlar, dizi hikâyelerinin iyileştirilmesi hedefine uygun olarak dizi film senaristleri, yapımcı ve yönetmen ve oyuncuları, kanal yöneticileri ile reklam verenler ile de paylaşıldı. Böylelikle, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık ve bilinçlilik yaratmak açısından önemli roller oynayabilecek medya sektörünün paydaşlarına sorumlulukları hatırlatıldı. Sonuç olarak, dosyamızı oluşturan bu beş yazı, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından bulunduğumuz durumu verilerle tespit etmekle kalmıyor, söz konusu eşitliğin sağlanmasına yönelik politikalar konusunda önemli ipuçları veriyor.


25

KADINLARIN EN BÜYÜK SORUNU ŞİDDET Mary Lou O’NEIL

Khas Öğretim Üyesi

Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi tarafından her yıl gerçekleştirilen “Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması”nın 2018 sonuçları açıklandı. Araştırmaya göre 2018 yılında kadının en büyük sorunu şiddet. İkinci sırada işsizlik, üçüncü sırada ise eğitimsizlik yer alıyor. Kadının toplumda yaşadığı en büyük dördüncü sorun ise sokakta baskı ve taciz. Türkiye’de kadınlık ve erkekliğe atfedilen özelliklerin ülkedeki aile, çalışma ve siyaset dünyasındaki yansımalarını da değerlendiren araştırma birçok çarpıcı veriyi ortaya koyuyor.


26

Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi’nin bu yıl dördüncüsünü gerçekleştirdiği “Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması”, Şubat ayında 23 ilde, 18 yaş ve üzeri Türkiye kent nüfusunu temsil eden kadın ve erkek toplam 1205 kişi ile gerçekleştirildi. 2017 Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verilerine göre kent nüfusu, toplam nüfusun yüzde 92’sini oluşturmaktadır. Araştırmanın saha çalışması, Frekans Araştırma tarafından Ocak-Şubat 2018 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Kadınların yüzde 48’i ilk-orta eğitim seviyesindeyken bu oranın erkeklerde yüzde 40 olduğu ortaya çıkmıştır. Kadınların genel eğitim düzeyi geçen sene yapılan araştırmaya göre yükselmiş olsa da, hâlâ erkeklere göre daha düşüktür.

En Büyük Sorun Şiddet

Türkiye genelinde kadınların en büyük sorunu yüzde 61 ile “şiddet” oldu. Araştırma yapıldığından bu yana en önemli sorun olarak belirtilen şiddet, giderek daha fazla bireyin sorunlar listesinde 1 numaraya oturuyor. Oran 2016’da yüzde 53, 2017’de ise yüzde 55 idi. Bu yıl ise yüzde 61’lik bir kesim tarafından “Kadının 1 numaralı sorunu” olarak belirtildi. Toplum, özellikle kadınlar, kadına yönelik şiddetle mücadele politikaları üretilmesini talep ediyor. Şiddetten sonra sırasıyla en büyük sorunlar işsizlik ve eğitimsizlik olarak rapor edilmiş olsa da, şiddeti en büyük sorun olarak gören kişiler katılımcıların %61’i iken, işsizlik ve eğitimsizliği en büyük sorun kategorisine ekleyenler katılımcıların yalnızca %9’u.

İşsizlik ve eğitimsizliğin şiddet kadar önemli bir sorun olarak görülmüyor olması başlı başına önemli bir problemdir. Çünkü, araştırmalar gösteriyor ki istihdam sahibi ve yüksek eğitimli kadınların şiddete uğrama oranları daha düşüktür. O nedenle, bu araştırma bizlere işsizlik ve eğitimsizlik konusunda bilincin artması gerektiğini göstermektedir.

Toplumda Fikir Birliği: “Aile İçi Şiddet Boşanma Sebebi”

Araştırmada ortaya çıkan bir başka çarpıcı sonuç ise boşanma ve şiddet arasındaki ilişki oldu. Katılımcıların yüzde 72’si aile içi şiddetin boşanmak için yeterli bir sebep olduğu konusunda fikir birliğine ulaştı. “Erkek, ailenin dirlik düzeni için zaman zaman şiddete başvurabilir” seçeneğine olumlu yaklaşan katılımcıların oranında ise düzenli bir düşüş sözkonusu. Oran 2016 yılında yüzde 14, geçen yıl ise yüzde 11 idi. Bu yıl bu ifadeye olumlu bakanların oranı yüzde 5’e düştü. Bunlara ek olarak, “boşanmış bir kadının iffeti eski kocasını ilgilendirmez” ifadesine katılım oranının hem kadın hem erkekler için artmakta olduğu gözlenmiştir. Kısaca “ailenin devamı için gerekirse aile içi şiddet görmezden gelinmelidir”, “evli bir çift, hiçbir şart altında boşanmamalıdır” ifadelerine katılım oranının da hem erkek hem kadınlar için zaman içerisinde düştüğü gözlemlenmiştir. Güven konusunda ise genelde kadın-erkek farkı görülmezken tek anlamlı sonuç eşlere güvende gözlendi. 2018’de kadınların %87’si “eşime güvenirim” derken erkeklerin %96’sı güvenirim demiş.


27

Erkeklerin Ev İşlerine ve Çocuk Bakımına Katkısı

Erkeklerin ev işlerine düzenli katkısı evin “dış işleri” diyebileceğimiz; alışveriş ve tamirat yapmak gibi faaliyetlerle sınırlanmış durumda. Temizlik yapmak, evi toplamak, yemek yapmak, bulaşık ve çamaşır yıkamak gibi evin “iç işleri” faaliyetlerine katkıları her biri için yüzde 10’u geçmiyor. Babaların çocuk bakımına düzenli katkısı da genel olarak düşük. Artış görülen alanlar; gezme, oynama, okul işleri ile ilgilenme, ders çalıştırma ve genel olarak ilgilenme alanları olarak göze çarpıyor. Ancak bu artışlar sonrası dahi “düzenli bakım” yüzde 48 oranını geçemezken, babaların yüzde 20’si çocukları ile hiç oynamadıklarını bildiriyorlar. Ayrıca babaların yüzde 37’si, “çocuğunuzun günlük bakımına bu söylediklerinizin ötesinde daha fazla dâhil olmak ister miydiniz?” sorusuna “hayır dâhil olduğum kadarı uygundur” diyor.

Kadınlar için Kadın Siyasi Lider

Kadın sorunlarına yaklaşım oy verme eğilimlerini etkiliyor. Ankette geçen yıl ilk kez sorulan “Bir kadın sizin görüşlerinizi savunan bir partinin lideri olsa, o partiye oy verir misiniz?” sorusuna kadın katılımcıların yüzde 81’i “evet” demiş; erkek katılımcılarda aynı oran yüzde 73 olmuştu. Bu yıl rakamlarda artış var. Aynı soruya bu yıl kadınlar yüzde 85, erkekler yüzde 74 oranında “evet” dedi. “Diyelim ki bir seçim sezonunda çok benzer özelliklere sahip bir erkek ve bir kadın cumhurbaşkanı adayı var, hangisini tercih ederdiniz?” sorusuna geçen yıl kadın katılımcıların yüzde 63’ü, bu yıl ise yüzde 70’i “Kadın adayı tercih ederdim” dedi. Erkek katılımcıların yüzde 30’u da kadın adayı tercih edeceği yönünde cevap verdi. Geçen yıl bu oran yüzde 36 olarak gözlemlenmişti. Yerel veya genel seçimlerde oy verilecek partinin diğerlerine göre daha fazla kadın aday göstermesi ve kadına yönelik şiddetle mücadele edeceğini vadetmesi oy verme eğilimlerini etkiliyor. Bir partinin seçimlerde daha fazla kadın aday göstermesi geçen yıl yüzde 30, bu yıl ise yüzde 36’lık bir kesimin desteğini alıyor. Partinin kadına yönelik şiddete karşı çalışacağını söylemesi kadınlar için büyük önem taşıyor. Kadın seçmenin yüzde 58’i bu vaadin oy verirken etkili olacağını belirtiyor. Oranda geçen yıla göre yüzde 10’luk artış gözlemleniyor.

Kadınların %28’i İş Dünyasında Aktif

Kadının çalışma hayatındaki varlığının da sorgulandığı araştırmada ortaya çıkan sonuç, yüzde 28’lik bir kesimin şu anda aktif olarak çalıştığını gösterdi. Katılımcıların yüzde 35’i geçmişte çalıştığını, yüzde 46’sı ise hayatında hiç çalışmadığını ifade etti. “Kadınların iş hayatına katılımı ülkenin refahı açısından gereklidir” ifadesine katılma oranı kadınlarda yüzde 84; erkeklerde ise yüzde 73 olarak gerçekleşti.

Küçük Yaşta Evliliğe Hayır

Resmî nikâhın imamlar veya müftüler tarafından kıyılması konusunda erkekler kararsız kalırken, kadınlar “hayır” dedi. Erkeklerin yüzde 49’u “hayır”, yüzde 52’si ise “evet” dedi. Kadınların yüzde 64’ü “hayır” diyerek bu yetkilendirmeyi onaylamadıklarını gösterdi. Kız-oğlan farkı gözetmeksizin 18 yaşından küçük çocukların evlendirilmesi %74 tarafından onaylanmazken, kalan %25 aile onayı, çocuk rızası ve mahkeme onayı gibi şartlar karşılandığı takdirde çocukların evlendirilmesini onaylıyor.

Muhafazakâr Feminizm Yükselişte

Araştırmanın verdiği sonuçlardan biri de eşitlikçi toplumsal cinsiyet algısının güçlenmesi. Kadın ve erkeklerin kamusal ve özel hayatta eşit hak ve duruşlara sahip olmaları konusundaki tutumların ölçüldüğü araştırmada; hem kadın hem erkekler arasında eşitlikçi toplumsal cinsiyet algısının güçlendiği gözleniyor. Ancak bu artışın genelde kadının kamusal alandaki hakları ve duruşu ile sınırlı kalıp, özel hayata yansımaların daha geride kaldığı görülüyor. Bir çeşit “muhafazakâr feminizm” yükselişinden bahsetmek mümkün. Örneğin kürtaj, ev ve çocuk bakımında eşit sorumluluk paylaşımı, evlilik dışı çocuk sahibi olmak veya birlikte yaşamak gibi konularda tutumların olumsuzlaştığı görülürken, özellikle çalışma hayatına kadınların katılımı ve ekonomik özgürlükleri konusunda eşitlikçi tutumların arttığı gözlemleniyor.

Feminizm Algısı Tırmanışta

2017 yılı anket sonuçlarında erkeklerin yüzde 55’i feminizm ifadesini daha önce duyduklarını belirtmişti. 2018 yılı anket sonuçlarında bu oran yüzde 62’ye yükselmiştir. Ayrıca bu yıl, geçen yıllara oranla daha fazla kişi feminizm ifadesinin kadınerkek eşitliğini savunduğu fikrine katılmaktadır.

Kürtaja Düşük Destek

Bu sene “kürtaj yasaklanmalıdır çünkü kürtaj savunmasız bir cana kıyımdır” ifadesine katılanların oranı yüzde 55’ten yüzde 63’e, “kürtaj yasaklanmalıdır çünkü günahtır” ifadesine katılanların oranı ise yüzde 53’ten yüzde 58’e yükselmiştir. Aynı zamanda “kürtaj kadının en temel haklarındandır, yasaklanamaz” ifadesine katılımda da geçen yıla oranla anlamlı bir düşüş gözlemlenmiştir.

Avrupa Birliği Üyeliği ve Kadın Hakları

Avrupa Birliği’ne katılım sürecinin Türkiye’deki kadın hakları üzerinde etkisi konusunda kadın ve erkek katılımcıların görüşleri arasında büyük bir fark olmadığı gözlemlenmiştir. Kadınların yüzde 55’i, erkeklerin yüzde 52’si AB üyeliğinin kadın hakları yönünden faydalı olacağını düşündüklerini belirtmişlerdir. Fakat, geçen yıllara oranla incelendiğinde, yıllar içinde AB’ye katılım sürecinin Türkiye’deki kadın haklarına olumlu etki edeceği düşüncesine onayda istikrarlı bir düşüş olduğu gözlemlenmektedir.


28

Fotoğraf

ULAŞ TOSUN


29

KIRDA KADINLIK HÂLLERİ: GÖRÜNMEYEN EMEK VE ÇÖZÜLEN İLİŞKİLER Perrin ÖĞÜN EMRE Khas Öğretim Üyesi

Bu yazı TÜBİTAK 1001 proje desteği ile desteklenen ve yürütücülüğünü Prof. Dr. Ferhat Kentel’in yaptığı, Doç. Dr. Murat Öztürk ile birlikte araştırmacısı olduğum “Kır Mekanının SosyoEkonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekanlar ve Anlamlar” başlıklı proje raporunun toplumsal cinsiyet başlığından derlenmiştir. Söz konusu projenin toplumsal cinsiyet kısmını, ekip olarak gerçekleştirdiğimiz iki farklı saha çalışmasından derlenen ve farklı birçok başlık arasından seçtiğim kadın emeği ve aile içinde çözülen ilişkilere dair tespitlerin olduğu anlatılarla aktarmaya çalışacağım. Bu dergi yazısının sınırları içerisinde toplumsal cinsiyet boyutunda kadın üretimi, mobilizasyonu ve aile ile ilişkilere dair odak grup görüşmelerinden çıkan sonuçlarla, dar kapsamlı olsa da, önemli özellik ve değişimlere işaret eden bir seçki sunmayı amaçlıyorum. Ancak akademik anlamda burada paylaşabileceğim bilgilerin yanında, sahadaki kadın bursiyer arkadaşlarımla tanık olduğumuz kırda yaşayan kadınların anlatıları ve bu vesileyle yaşadığımız duygular kuşkusuz ömür boyu hatırlayacağımız anı ve deneyimlerimiz arasında olacak. Kış için erzak


30

Kars’ın Bir Köyü... O zaman, birçok kategoride dezavantajlı konumda olan kır kadınlarının tanık olduğumuz hikâyelerini iki temel konu üzerinden anlatmaya başlayayım: Görünmeyen kadın emeği ve çözülen ilişkiler...

Görünmeyen Kadın Emeği...

Tarım politikaları, tarım faaliyetlerinde ve kır yaşamında metalaşma nedeniyle gerçekleşen kırsal yerleşimlerdeki gerileme ya da gelişme evreleri kadınları doğrudan veya dolaylı olarak etkiliyor. Kadınların üretici konumundaki aktivite alanları refah düzeyine göre değişiklik gösterdiği gibi, ataerkilliğin getirdiği normların özellikle yeni nesilde zaman içinde aşındığı da gözlenmekte. Tarım işlerinin ağır ve güvencesiz olması, köy mekânının üretim alanlarının daralması gibi değişimler, köy ve köylülüğün cazibesini azaltıyor. Aile emeği ile sürdürülen tarım faaliyetlerinde çocuk emeğine muhtaç olunması, kız çocuklarını cinsiyetler arası eğitim fırsatlarından yararlanma konusunda dezavantajlı duruma düşürüyor. Kadınların çalışma hayatını evlendikten sonra sonlandırması ve kendini evine, evlatlarına ve eşine adaması kadınlar tarafından da destek görüyor. Görüştüğümüz bir kadın bunu “[Kadın] ilk önce eştir, sonra annedir, sonra özgürdür” (Şanlıurfa) diye ifade etmekte. Özellikle orta yaş üstü grupta, eşlerine ekonomik olarak bağımlı olmak kadınların ortak rahatsızlığı olarak karşımıza çıkıyor. Kadınlar, ihtiyaçları hakkında erkekten onay alma deneyimlerinde yaşadıkları sıkıntı ve aşağılanmaya çokça vurgu yapıyorlar. Kadınların günlük rutin işleri arasında ev işleri, çocuk bakımı, yemek, temizlik, bahçe, bazen de ahır işleri bulunmakta. Ancak odak grup görüşmelerine katılan bazı erkekler, kadınların evde gerçekleştirdikleri işleri görmezden gelerek, kadınların makineleşmeyle birlikte pek çok tarım işinden el

çektiğini söylüyorlar. Buna dair bir ifade şöyle: “Makineleştikten sonra kadınlar çok modern oldu. Şu köyde diyelim 90 kadın varsa 80’i tarlasını bilmez” (Erkek, Kars). Kadınların formel işlerde çalışmasının önündeki engeller varlığını sürdürse de, araştırma sonuçları makineleşmeyle birlikte artan “boş zamanın” gıdaya dayalı hane içi üretim için kullanılmadığını gösteriyor. Kuşkusuz, hane içindeki üretim kısıtlılığında köylerdeki nüfus kaybı önemli rol oynamakta. Katılımcı bir kadın; “...Ama onlar eskideymiş şimdi ekmek yapan yok ki herkes fırından alıyor” (Şanlıurfa) şeklinde bunu ifade ediyor.

Kış için Erzak

Kadınların hane içi üretimlerinin satışı konusunda da toplumsal cinsiyet eksenli bir eşitsizlik görülüyor. Satış için köy dışı mobilizasyon gerekli. Oysa, kadınların köy dışı mobilizasyonunun erkeğe göre daha sınırlı olduğunu hem niteliksel, hem niceliksel göstergeler doğruluyor. Toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlik İç Anadolu, Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da diğer bölgelere göre daha derin olarak karşımıza çıkıyor. Bu bölgelerde kadının köy dışı mobilizasyonu oldukça kısıtlı. Bu mahrumiyetin nedeni, eş kaynaklı baskı olduğu kadar, köyde yapılabilecek dedikodulardan kaçınmak olduğu anlaşılıyor. Katılımcılarımızdan birisi şöyle diyor; “Yok, erkeklerimiz bizi göndermez. Alışveriş için gideriz de satış yapmak için göndermezler, mümkün değil. Çalıştırmazlar” (Malatya). Bir diğeri ise; “Biri bizi görse kınarlar. Kadın kadına, erkek yanlarında yok, çıkmışlar derler” (Konya). Kadınların mobilizasyonunun kısıtlı olduğu kesimlerde, “tanıdıklar” aracılığıyla alınan siparişlere göre hane içindeki üretimin satışı yapılıyor. Kadınlara özgü üretim faaliyetleri arasında gıda üretimi yanında el işi üretimi ve satışına da rastlanıyor. Katılımcılar, el işinin köydeki kadınlar arasında


31

revaçta olduğunu, köylerde açılmış olan kurslardan öğrenilerek yapıldığını ve ailenin ihtiyaçlarını karşılamak için satıldığını da ifade ediyorlar. Ancak günümüzde hazır giyimin tercih edilmesi, kursların olmaması ve gençlerin öğrenme ve kullanma konusundaki isteksizliği el işi üretiminin sınırlı kalmasına yol açtığı görülmektedir. Bunun tersine bir durum olarak, oya gibi rağbet gören bazı otantik el işlerinin satışı ile harçlık çıkarıp, haneye kazanç sağlayan kadınlar kıyı köylerde daha yaygın. Nitekim sosyo-kültürel koşullar nedeniyle Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinin, kadınların pazar satışı yapmaları açısından daha elverişli bölgeler olduğu anlaşılıyor. Bir katılımcımızın ifadesiyle; “Bizde satış yapan kadın daha çok. Beylerimiz sabah götürüyor bizi pazara, kendileri başka işe gidiyor. Sipariş alıyoruz İstanbul’dan falan. Koliyle konserve falan gönderiyorum” (Aydın).

Aydın’ın Bir Köyünde Pazara Hazırlık...

Kadınlar, her ne kadar informel üretimler aracılığıyla haneye destek olsa da, bunun ev içinde söz haklarını arttırmadığını ifade ediyorlar. Kadına söz hakkı tanınmasının, özgürce dolaşabilme imkânının, kocasından bağımsız bir hayatın ancak tam zamanlı sigortalı bir işte çalışarak mümkün olacağını düşünüyorlar. Diğer yandan kadınlarla yürütülecek eşit bir ilişkinin evliliğe zarar vereceği düşüncesi, erkeklerde yaygın olmakla birlikte kimi kadınlar tarafından da destek görüyor. Ailenin inşasında sayılmayan kadın, rahatlıkla aile çözülmelerinin baş sorumlusu sayılabiliyor. Nitekim, bir erkek katılımcı şöyle söylüyor; “Bana sorarsanız ben kadınların söz sahibi olmasından memnun değilim. Öyle bir şey olduğu zaman evladına laf söylemiyor anası. Evlat büyüyünce dengesizlik oluyor. İleriye dönük pek parlak olmuyor ama ahlâklı, aile terbiyesi almış olsalar daha iyi olur” (Amasya). Ancak katılımcı kadınlar gerek aile içi ilişkiler, gerekse toplumsal ilişkilerde konumlarının güçlenmesinde çalışma

hayatına katılımın önemine vurgu yapıyorlar. Kendileri için “artık çok geç olduğunu” düşünen kadınlar kızları için umut besliyor ve onlara destek oluyor.

Çözülen İlişkiler

Araştırma alanımıza giren bölgelerde, köyün dinamiğine bağlı olarak aile yapısının zaman içinde geniş aileden çekirdek aileye doğru bir değişim gösterdiği anlaşılmakla birlikte, bunun geniş aileye özgü ilişkilerin tümüyle yok olduğu anlamına gelmediği görülüyor. İster köyde, ister il/ilçede çekirdek hale dönüşen ailede güçlü akrabalık ve hemşehrilik bağları devam ediyor. Ancak aile aynı zamanda hane bireyleri ve hanedeki kadınlar arasında güç ilişkilerinin de yaşandığı bir alan. Kırsal kesimde kadınlar arasında güç ilişkileri söz konusu olduğunda en çok vurgulanan, hatta şikâyet edilen ilişki gelin - kaynana ilişkileri. Gelin-kaynana ilişkisi daha çok güçlü bir kaynana fenomeni etrafında dönüyor ve kayınvalideler için gelinler oğullarını elinden alan bir rakip konumunda. Gelinler haneden uzaklaşmaya yönelik kararları destekleyerek konumunu güçlendirmeye çalışıyorlar. Evlilik öncesi gelin annelerinin kızlarına “ayrı ev” konusunda telkinlerde bulunması gelin kaynana ilişkisinde özgürleşmekten başka, çözülen ataerkil tahakküme de işaret ediyor. Nitekim aileler çekirdek hale geldikçe yaşlılara hizmet etme kültürü de zayıflıyor. Gelinler il ve ilçelerde yaşamayı, köyde kalınacak ise ayrı ev kurmayı tercih ediyorlar. Bir kadın katılımcının ifadesiyle; “Önceden herkes bakardı kaynanaya şimdi kimse bakmıyor. Şimdi herkes ayrı ev istiyor, olmadan evlenmiyorlar” (Malatya). Erkek katılımcılardan birisinin ifadesine göre ise; “Genç burada çiftçilik yaptığı sürece, hayvancılık yaptığı sürece istediği kızla evlenme konusunda sorun yaşıyor. Gelin gelmiyor köye. Oğlan çocuklar evlenme konusunda sıkıntı yaşıyorlar. Kızlar gelmiyorlar. Şehire gidip oturursan geleceğim diyorlar” (Balıkesir).


32

Yıpratıcı köy faaliyetlerinin gençler tarafından yeterince itibar görmemesi sonucunda erkek annelerinin kaybettikleri otoritenin gelinlere geçtiği ve karar mekânizmalarında daha aktif rol oynamaya başladıkları anlaşılıyor. Yeni nesildeki çözülmeyi, farklı mekânlardaki kadınlar “kaynanalar gelin, gelinler kaynana olmuş” (Ankara) şeklinde ifade ediyorlar. Bizim gözlemlerimiz de Kandiyoti’nin Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar: Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler (2013) başlıklı kitabında vurguladığı şekilde, patriyarkal aile yapısında kadınların hep boyun eğmediğini, “patriyarki ile pazarlık” içinde oldukları görüşü ile uyumlu. Hatta bu pazarlık aşaması, genelde kadının var olan sistemi içselleştirmesine neden oluyor. Kadının otoritesini erkekten aldığı bir yapıda kadınlar güvenliklerini sağlamak için Kandiyoti’nin deyişiyle kocalarının ya da oğullarının sevgilerini manipüle ediyorlar.

Kırıkkale’nin bir köyünde tanık olduğumuz kadının hayat mücadelesi hepimizin yüreğini acıtmıştı. Bu resmin altına şu notu düşmüşüm: “Bazı kadınların hayatlarındaki tek renk, evlerinin eşiğinde saklı”.

Mülk sahibi olmak babayı aile içinde güçlü kılan faktörlerden birini oluşturuyor. Hanenin arazisinin az olması, az kazanması ise babanın aile içindeki otoritesini zayıflatıyor. Mesela köyden göç etmek ya da evlenmek isteyen gençler, bu kararlarını bağımsız olarak almaya başlıyorlar, bunun da kimi durumlarda aile içinde rahatsızlık yarattığı görülüyor. Buna benzer kararların alınma biçimi ve doğurduğu rahatsızlıklar gençler üzerindeki denetimin çözüldüğünü de göstermekte. Aile büyüklerinin ekonomik denetimi elinde tutamayışı, kırsal üretimin sınırlı olması ve gençlerin güvenceli iş arayışına yönelmeleri, genç erkeklerin erken bağımsızlaşmasına ve kendi çekirdek ailesini kurmasına yol açıyor. Bir erkek katılımcının ifadesiyle; “... Ama eskiden babaya bağımlılık vardı. Arazi veya ev babanındı. Babanın çatısı altında toplanılıyordu. Şimdi aile bireyleri ekonomik bağımsızlığını aldığı için sözü artık zayıflıyor. Dolayısıyla rencide oluyor” (Ankara). Yeni nesil kadınlar artık “hanım” olmak için mücadele veriyorlar. Kırdaki genç kadınların ataerki ile en büyük pazarlığının bu olduğu görülüyor ve bu çoğunlukla kız anneleri tarafından da destekleniyor. Sonuç olarak, kırsal kesimde kadının, ekonomik eşitsizliklerin yanında toplumsal eşitsizlikler de dahil olmak üzere hak ve imkânlar bakımından dezavantajlı durumda olduklarını görüyoruz. Ancak, kadınların toplumsal cinsiyet kaynaklı mağduriyetlerinin farkına varan, ataerkil düzende çocuk, eş, gelin olarak yaşadıkları ezilmişliklerden ders çıkaran yeni nesil kadınlar, eğitim, ulaşım imkânlarının iyileşmesi ve kır hayatının sınırlılığı sayesinde kendi hayatları üzerinde karar verme inisiyatifi konusunda fırsat da yakalamış durumdalar. Kadının iş gücü piyasasına katılımı için geleneksel baskı ve kısıtlamalarla mücadele etmek ise önemli. Kır ekonomisinin ve hayatının canlandırılması için alınacak önlemlerin yanında, dayanışma ve kolektif çalışmaya yatkın kır kadınlarının örgütlenme kültürünü geliştirmek ve kendi sorunlarının çözümünde aktif rol oynayabilecekleri konularda, ilgili bakanlıkların, sivil toplum örgütleri, meslek odaları gibi paydaşların desteği ile karar mekânizmalarında yer almalarını sağlamak, hem kır kadınlarını hem de kır toplumunu daha ileri götürecek imkânlar barındırıyor. Özellikle, kır kadınlarının emek ve özgüveni ile dengelenen, toplumsal rollerinin yeniden inşa edildiği sağlıklı işleyen bir zemine ihtiyaç var. Kuşkusuz, kadınlar mevcut koşullarda, kendi hayat alanları ve sosyal ortamları içinde, toplumsal konumlarını geliştirme gayreti gösteriyorlar. Ancak kadın haklarının evrensel haklar çerçevesinde içselleştirilmesi, sadece mikro düzeyde değil hayatın her alanında, özellikle devlet politikaları tarafından desteklenmesi gerekiyor. Bunun yanında, siyasetin dili de eril olmaktan çıkarılmalı, hiyerarşik, dikey, ayrımcı dilden uzaklaşılmalı ve kadınların kendi hayatlarına dair politikalar üretecek alanlar ve imkânlar demokratik anlayış ve yatay iletişimle teşvik edilmeli.


33

TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ PROJELERİ VE İŞDÜNYASI: BİR DENEYİM PAYLAŞIMI

Ebru Nihan CELKAN Y+O Kurucu -Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kültürel Çeşitlilik Danışmanı ve Eğitmeni

Toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili olarak kurumların ihtiyaçlarının belirlenmesinden bu ihtiyaçlara dair aksiyon planlarının geliştirilmesine ve uygulanmasına pek çok farklı katmanda içerik üreticisi, danışman ve eğitmen olarak çalışmalar yapıyorum. Bu yazıda amacım genel hatlarıyla bu çalışmaların başlangıç ve gelişim sürecini hangi perspektiften ele aldığımı ortaya koymak.


34

Nereden Başlamalı?

Toplumsal cinsiyet eşitliği konusu kurumlar için özellikle de şirketler için sadece doğru olanı yapmak anlamına gelmiyor. Son yıllarda birbiri peşi sıra açıklanan araştırma raporları bu alanda yapılan çalışmaların fark yarattığını oldukça açık bir şekilde ortaya koyuyor. Kadın ve erkek çalışan sayılarını eşit seviyeye taşımanın, kadın yönetici sayısını arttırmanın akıllıca bir tercih olduğunu yine bu raporlarda net olarak görmek mümkün. Herkesin erişimine açık ve internetten kolayca ulaşılan Gallup (2014), McKinsey (2015), Morgan Stenley (2016) ve McKinsey (2017) tarafından yapılan araştırmalar toplumsal cinsiyet eşitliğinin kârlılık ve değer yaratmaya pozitif etkisini sayısal olarak ortaya koyuyor. Bu raporlara göre özellikle yönetici kademesinde kadın ve erkek profesyonel sayısını eşitlemeye yaklaşan şirketler diğer şirketlere göre EBIT (Earnings Before Interest and Taxes - Faiz ve vergiden önceki gelir) gibi finansal verilerde avantajlı sonuçlar elde ediyor. Farklı denetim ve araştırma şirketleri tarafından hazırlanan benzeri raporlar kurumları hem doğru olanı, hem de akıllıca olanı yapmak üzere harekete geçiriyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği konusuyla ilgili harekete geçen şirketler, üniversiteler, kamu kurumları veya sivil toplum kuruluşlarına yaptığım ilk ziyaretlerde toplantı genelde aynı soruyla açılıyor: “Nereden başlamalı?” Ben ise soruya şöyle bir soruyla yanıt veriyorum: “Şu an neredesiniz?” Neden soruya, bir soruyla yanıt vererek başlıyorum derseniz, bunun birden fazla sebebi var. Sebeplerden en önemlisi toplumsal cinsiyet eşitliği konusunun olgusal ve ölçülebilir bir içeriğe sahip olması. Konunun her adımının ölçülebilir

olduğunu vurgulamak, kurumların özellikle şirketlerin konuyu sadece bir proje olarak değil uzun soluklu ele alma yaklaşımını güçlendiriyor. Kurumun nerede olduğunun objektif şekilde tespit edilmesi, hangi alanlarda neler yapabileceğini de belirleyen başlangıç çizgisini oluşturuyor. Açılış toplantılarında aşağıdaki cümlede mutabakat sağlamak iyi ve güçlü bir başlangıç yapmayı kolaylaştırıyor.

Ölçülebilir Bir Konu: Toplumsal Cinsiyet Eşitliği

Toplumsal cinsiyet eşitliğinin hayata geçirilmesi projesi konusunda ilk adım bunun ölçülebilir olduğu şeklindeki temel bakış açısında ortaklaşmak. Ancak bu ortaklaşmayla birlikte, olası projeyi belirleme, adımları şekillendirme ve çıktıları netleştirme konularında hızlıca harekete geçilebiliyor. Kurumun kendisini, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından nerede gördüğüne dair sorgulamaya başlaması hem geçmişe yönelik bir analizin, hem de gerçekçi bir gelecek tahayyülü kurmanın kapılarını açıyor. Durum tespitinin tanımlanabilir olduğunu fark etmek, diğer adımları atmak için kuruma cesaret veriyor. İkinci önemli aşama kurumun toplumsal cinsiyet eşitliği konusunun neresinde olduğunun olgusal olarak ortaya konması oluyor. Farklı alanlarda ve değişik şekillerde karşımıza çıkan eşitsizliğin standart tek bir reçeteyle çözümlenmesi mümkün değil. Genel olarak üç ana başlıkta durum tespiti yapmak başlangıç için yeterli oluyor

• Temsil: Çalışan sayısı dağılımı, çalışanların hangi

görevlerde olduğu, ne kadarlık bir bütçeye sahip oldukları, STEAM (Science, Technology, Engineering, Art, Math - Bilim, Teknoloji, Mühendislik, Sanat, Matematik) ile bağlantılı alanlarda kadın istihdamı vb. oranlarının ortaya konması. • Haklar: Kadın ve erkek çalışanların şirketin sağladığı haklardan hangi oranlarda faydalandıklarının belirlenmesi. • Uygulama: Toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik gündelik pratiklerin tespiti. Dil kullanımı, ast-üst ilişkisi v.b.


35

Küresel Cinsiyet Uçurumu’nun Neresindeyiz?

Bir örnek üzerinden bu ikinci aşamayı şöyle somutlaştırabiliriz: Dünya Ekonomik Forumu’nun her yıl dört ana başlıkta (kadınların ekonomiye katılımı, eğitime katılımı, sağlığa erişimi ve politikaya katılımı) hazırladığı Küresel Cinsiyet Uçurumu Raporu’nun 2017 sonuçlarında İsveç 4. sırada yer aldı. 2016 yılında da aynı sıradaydı. 144 ülkenin değerlendirildiği bu raporda Türkiye 131. sırada. Geçtiğimiz yıl, yani 2016 yılında ise 130. sıradaydı. Türkiye’nin öncelikle kaybettiği sıraya geri dönmesi gerekirken İsveç’in takılıp kaldığı bu sıralamayı yukarı yönde değiştirecek adımları atması gerekiyor. Ölçümlemenin yapıldığı her bir başlık için ayrıca sıralamaya bakmak ve tam o alandan yani mevcut durumdan hareketle ölçülebilir hedefler belirleme noktasına geçmek ikinci adımı şekillendiriyor. Bu aşamada kurumun toplumsal cinsiyet eşitliği yaklaşımını ana akımlaştırması, yani bir yönetim yaklaşımı olarak merkeze alıyor olması oldukça önemli. Ana akımlaştırmayı ise basitçe şöyle tarif edebiliriz: Toplumsal cinsiyet eşitliğine dair politikaların belirlenmesi, uygulama koşullarının netleştirilmesi, hedeflerin açıkça paylaşılması ve hedeflerin ölçülerek sonuçların ortaya konması. Bütün bu aşamaların şeffaf süreçlerle yürütülüyor olması ve bu süreçlerde katılımcılığın en yüksek seviyede sağlanması da bir başka önemli konu başlığı. Eşitlik konusu merkeze alınmadığında ortaya çıkan projeler sadece bir takım komplikasyonları ortadan kaldıran ve konuyu uzun süreçte görünmez kılan sonuçlar üretiyor. Bunun en güçlü örneklerini bir çok kurumun 8 Mart yaklaşımında gözlemlememiz mümkün. Kadınları merkeze alan reklam kampanyaları kadınların görünürlülüğünü arttırırken, sorulması gereken diğer soruları gölgede bırakmamalı. Bu nedenle konuya mümkün olan her alanda olgusal yaklaşmak uzun vadeli ve kalıcı çözümler üretmenin de garantisi oluyor. Reklam kampanyasını yapan markanın kadın çalışanlarına yaklaşımının olgusal olarak sorgulanması gerekiyor: Kaç kadın çalışanı var? Kadınlar hangi görevlerde? Kurumda kadın işi/erkek işi şeklinde bir bölünme yaşanıyor mu? Kadın ve erkek çalışanlar ücret, ek imkânlar gibi konularda haklara sahip mi? Yönetim kadrosunda kadın ve erkek yönetici dağılımı nasıl?

Benzeri soruları çoğaltmak ve yıllar içinde sormaya devam etmek eşitliği sağlamaya dönük çabaları sürekli kılmak açısından önemli. Üçüncü basamak sürekliliği de belirlememize alan açıyor.

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği için Net Hedefler Eşitsizlik dikkat edilmediğinde kendini tekrar ve farklı şekillerde üretme kapasitesi olan oldukça yaygın bir sorun. Sadece tek bir projeyi hayata geçirmiş olmak tek başına eşitsizliğin ortadan kalkmasını sağlamaya yeterli değil. Süreklilik başlığı da diğer başlıklarda olduğu gibi kurumun belirleyeceği öznel hedeflerle bağlantılı.

“Kadınların istihdama katılımını arttırmak” bir hedef gibi görünse de, aslında bu haliyle kullanıldığında sadece iyi niyet temennisi olma işlevini yerine getiriyor. İyi niyetlere de ihtiyacımız var. Ancak eşitsizliği ortadan kaldıran, iyi niyetleri uygulamaya dönüştüren projeler. Aşağıdaki sorulara verilen cevaplar uygulamaya geçişi netleştirme işlevini görüyor.

• Kadınların istihdama katılımı nerede, kurumun hangi alanında arttırılması hedefleniyor?

• Katılımın ne oranda arttırılması hedefleniyor? • Bunun için hangi araçlar kullanılacak? • Katılımın sonuçları nasıl ve hangi süreçlerle ölçülecek? • İstenen sonuç elde edildiğinde bir sonraki basamak ne olacak? Hedef belirlenirken sorulacak sorular kuşkusuz her bir kurum için farklılaşabilir ve daha da çeşitlendirilebilir. Proje başladıktan sonra değişebilir. Soruların hedefi projeye başladıktan sonra bir noktada sürecin neresinde olunduğuna dair tespitleri yapabilmek. Toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda çalışma yapmak isteyen kurumlarla yola çıkarken başlangıç etabı çalışmalarını bu şekilde özetlemek mümkün. Bu çalışmaları masa başında tamamladıktan sonra ilk hedef saha çalışmaları oluyor. Saha çalışmalarının başında da kurum için toplumsal cinsiyet eşitliğine dair ortak dil oluşturmak geliyor.


36

Olmazsa Olmaz Ortak Dil

Bir takım temel kavramlara dair algıyı ortaklaştırmadan aynı hedefe doğru hareket etmek oldukça zor. Ortaklaşmaya dair yürüttüğüm çalışmaların merkezini atölyeler oluşturuyor. Atölyelerin merkezine üç temel başlığı ve içeriğini yerleştiriyorum.

• Toplumsal cinsiyet eşitliği ne demek? • Hangi kavramlar çerçevesinde şekilleniyor? • Bu kavramların temeli/kaynağı ne? Bir taraftan konuya dair bilgimizin kaynağının nereden geldiğini anlamaya ve keşfetmeye çalışırken, diğer taraftan toplumsal cinsiyeti yeniden düşünmeyi sağlamak atölyenin asli amacını oluşturuyor. Bugüne kadar yaptığım çalışmalarda konuya dair bilginin kaynağının ağırlıklı olarak medya olduğunu gözlemlediğimi söyleyebilirim. Aile, çevre, gelenekler gibi başlıklar da rahatlıkla sayılabilir, ancak medyanın bunların çok daha ötesinde bir etkisi olduğunu gözlemlemek mümkün. Bu çalışmalarda üzerinde durduğum en önemli konulardan biri konuşulanları hayata geçirme alanlarının fark edilmesi. Kavramlara hakim olmak önemli, ancak bu kavramların hayatta nereye tekabül ettiğinin de fark edilmesi de önemli.

Sayıları azımsanmayacak birçok kurum toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda adımlar attılar ve atmaya devam ediyorlar. Bu kurumlarda çalışan insanları aileleri ve çevrelerindeki insanlarla birlikte düşündüğümüzde etki alanının ne kadar geniş olduğunu daha net fark edebiliriz. Etki alanı oldukça geniş bu adımlar sürekli olduğunda herkes için özgürlüğü ve eşitliği mümkün kılabilir. Hem kamusal hem de özel alanların toplumsal cinsiyet eşitliği ilkelerine sadık kalınarak şekillendirilmesi için bir takım metodlar geliştirmeli ve uygulama alanlarını arttırmalıyız. Global kurumlar kültürel çeşitliliği sağlamaya yönelik adımları hızla atmaya başlamışken ülkemizin kurumlarının da hızlıca öncelikle toplumsal cinsiyet eşitliğini, sonrasında da daha kapsayıcı yaklaşımları barındıran kültürel çeşitliliği ana akımlaştırmasına ihtiyacımız var. Beraber çalışırsak, konuya uygun yöntem ve metodlar geliştirirsek bizler de hızlıca değişimi başarabiliriz. Eşitliğe hepimizin ihtiyacı var. Sonuç olarak, eşit bir gelecek için basit ve önemli şu soruyu usanmadan ve her aşamada sormalıyız: “Toplumsal cinsiyet eşitliği konusunun neresindeyiz?


37

TOPLUMSAL CİNSİYET YA DA ÖTEKİ ODAKLI HABERCİLİK Sevda ALANKUŞ

Khas Öğretim Üyesi

Günümüz haberciliğinin temel ilkeleri ve kodları 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’nın özgül siyasal, ekonomik, bilimsel/akademik koşullarında oluşmaya başladı ve 20. yüzyılın başlarından itibaren gazeteciliğin profesyonel ideolojisine dönüştü. Örneğin, “iki tarafın da görüşleri alınırsa” hayata geçirilebileceği, gerçeğin öznel değerlerden (duygulardan) arınarak, olduğu gibi kavranarak yansıtılabileceği üzerine kurulan “tarafsızlık” ve “objektiflik” ilkelerinin bir gazetecilik miti haline gelmesi, entelektüel dünyada pozitivist bilim anlayışının egemen olmasıyla ilgiliydi. Pozitivizm de zaten rasyonel, dolayısıyla eril/erkek aklın, duygulardan arındırılmış bir yaklaşım ve bilimsel yöntemlerle “gerçeği” tarafsızca ortaya çıkarabileceği varsayımına dayanıyordu. Dolayısıyla bilim gibi, haber de bize “gerçeği” sunmak iddiasındaydı. Ama “gerçeklik” diye tek, yalın ve öyle de kavranabilir, aracısız olarak bize ulaşabilecek bir şey acaba var mıydı?

Ya da “gerçek” hep temsiller aracı ile bize ulaşıyorsa, haberin yaptığını, her zaman bir yeniden temsilden ibaret, dolayısıyla sadece mevcut iktidar ve güç ilişkileri içinde taraflanan kurgulardan birisi saymak gerekmez miydi? Örneğin, medyanın çıkarlarının siyasal, askerî, ekonomik iktidar ve güç merkezleriyle iç içe geçmiş olduğu bir ulusal ve küresel bağlamda, konu enerji kaynakları seçimleri ile yatırımlarına dair siyasal iktidar tasarrufları olduğunda, yaygın medya haberleri bize ideal enerji yatırımı konusunda kimin gerçeğini veriyor olabilirdi? Ya da başka bir örnek; dış politika, terör, ülke ekonomisi vb. konu edilecekse önce erkek askerî, siyasi elitler,


38

sivil uzmanlar, stratejistler vb. ilk akla gelen haber kaynağı olurken, kadınların görüşlerine neden ancak çocuk yetiştirme ve yaşlı bakımı, ev ekonomisi gibi konularda başvuruluyordu? Böyle yapıldığında kim(ler)in “gerçeği”, hakim kılınmış oluyordu? Erkek gazeteciler birinci sıralamadaki konulara dair yazarlarken, neden kadın gazetecilerin “öteki” ikincil konularda yazmaları, haber yapmaları bekleniyordu? Böylelikle diyelim, eğitim, sağlık vb. alanında gidilen bütçe kısıtlamaları pahasına artan askerî harcamalar gibi “asli” sayılan bir konuda anlama çerçevemiz “beyaz”, varsıl, elit ve aslında zaten hep yıllarca dinleye geldiğimiz hegemonik bir azınlığın eril gerçeklik çerçevesi içinde kurulurken, “öteki” bakma ve açıklama biçimleri dışlanmış, marjinalleştirilmiş olmuyor muydu? Ve bu nihayetinde iletişim özgürlüğü, bilgiye erişim anlamında bir hak ihlali değil miydi? Bu sorulara eleştirel haber araştırmaları yapanlar tarafından verilen cevaplar, bütün o objektiflik, tarafsızlık, dengelilik, gerçeği yansıtma iddialarına rağmen haberin aslında, çıkar ortaklığı içinde olunan iktidar ve güç merkezleri lehine bir anlatı kurduğunu ortaya koydu. Zaten medya yasama, yürütme, yargı güçlerini dengeleyen bir dördüncü güç değildi, dolayısıyla haber de “sadece ve sadece gerçekleri söylüyor” dediğinde inanmamak gerekiyordu. Olsa olsa yaygın medyanın

kendi çıkarlarının peşinde bir güç olduğu iddia edilebilirdi. Bu durumda, haber de bu çıkarların korunmasının araçlarından birisiydi, ancak kabul edilmeli ki, en etkilisiydi. Etkisi de diğerlerinin aksine “gerçeği söylemek” iddiasındaki tek anlatı türü olmasından kaynaklanıyordu. Nitekim, doğruları söylediğine bizi inandırmak için haberin, yazımından, çerçevelenme ve görsel malzeme kullanımına sonra da sunulma biçimine kadar, çeşitli tedbirler geliştirilmişti. Örneğin, televizyon haberlerinde diyelim, ankor kişinin gerçeği söyleyenin tek kendisi olduğuna inanmamızı sağlamak üzere, nasıl giyineceği, nasıl doğrudan evimizin oturma odasındaymış gibi gözlerimizin içine bakarak konuşacağı, mekân düzeni içinde konuklarını nasıl bir hiyerarşi ile hangi taraflarına oturtup, ne kadar serbestiyetle konuşmalarına izin vereceği gibi yazılı ve yazılı olmayan kurallarla belirlenmişti. Ama gerçeklik etkisi yaratmak açısından bazen bu tedbirlerin de yeterli sayılmadığı oluyordu. Nitekim, Türkiye’deki televizyon kanallarından birisi yıllarca akşam haberlerinden sonra bir de “gerçekleri dinlediniz” demek ihtiyacını duyarak programı sonlandırmıştı. Buna karşılık feminist teori ve onunla buluşan haber eleştirisinin mevcut haberin ve haberciliğin anlaşılmasına yaptığı katkı daha da önemliydi. Buna göre, yaygın medyanın ve haberciliğinin yapısal yanlılığının nedeni medyanın sermaye yapısına bakılarak ancak kısmen anlaşılabilirdi. Nitekim feminist eleştiri, psikanalizin, “ben” ve “öteki” ilişkisi


39

cinsiyetçiliği, eşitsizliği, ayrımcılığı, mizojini (kadın düşmanlığı) ve onun üzerinden ötekine duyulan nefreti, şiddeti ve ırkçılığı besler, meşrulaştırır bir anlatı kılınmıştı.

ile bunun bilinç dışı süreçlerine dair analizlerine dayanarak, dilin ve söylemin eril/seksist niteliğine dikkatimizi çekti. Ayrıca haberin ABC’si ile etiği, 19. yüzyılın; kadınların ya dışlanmış olduğu ya da kadınlara ait ve gayriciddi sayılan konularla sınırlanan bir habercilik yapmalarına izin verilen haber merkezlerinde oluşmuş ve norm haline gelmişti. İşte bu yüzden “erkekler neye haber derse, o haberdi”, ya da “haber erkeklerin birbiriyle konuştukları veya en fazla erkekler için gazetecilik yapan kadınların, kadınlarla konuşabilmelerine izin verdiği ölçüde erkek dünyasına ait, bir anlatıydı”. Böylelikle, feminist eleştiri, haberin bütün o ağır başlı, aklı başında, kendinden emin duruşunun arkasına sakladığının, aslında bugüne dair bir diğer eril [hi(s)tory] öykü anlatma biçiminden başka bir şey olmadığını ortaya koyuyordu. Ve bu öykünün yapı taşları da, içinde kadına dair bir gösteren/ imleyen içermeyen dil aracılığıyla, binlerce yıllık mücadeleyle bu dili dönüştürücü kıyılarda serpilen kadın sözleri ve anlatı formları dışlana dışlana kurulmuştu. Yani tekrarlarsam haber [erkek gibi], kesin, güvenilir, adil, akılcı, dengeli olma iddiasını bunların tersine sahip olduğu düşünülen kadın dilinin, dolayısıyla konularının, mücadelesinin, bakış açısının dışlanması pahasına kazanmıştı! Böyle olunca da, dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar haberlerde yeterince temsil edilmiyorlardı. Şöhretler dünyasına ait değillerse, ancak bir suçun faili ya da kurbanı olduklarında ve çoğunlukla bedenleri üzerinden yürütülen bir trafikle haber konusu oluyorlardı. Haberin öznesi olmadıkları durumlarda bile, örtük olarak nesneleştirilerek eril iktidarın yeniden üretilmesine hizmet edecek bir anlatı içinde ötekileştiriliyorlardı. Hatta, “arketipik” (ilksel) bir ikili karşıtlık gibi kurulan erkek-kadın karşıtlığı içinde kadının ötekileştirilmesi yetmezmiş gibi, ötekilere de kadın(sı) laştırılarak, hadleri bildiriliyordu. Bu durumda haliyle, ötekinin bile ötekisi olmak, “öteki kadına” düşüyordu. Yani haber, bizzat ataerki, başka ifadeyle kadın aleyhine

Örnekler mi istersiniz? “Geleceğin otomobili görücüye çıktı” gibi bir başlık atılarak -gündelik hayatın dili ve eylemi yeniden üretilerek- kadının nesneleştirilmesi, edilginleştirilmesi. “Erkek sürücü kaza yaptı” gibi bir haberle hiç karşılaşılmazken, “kaza yapan kadın sürücü sinir krizi geçirdi” haberiyle, hem elinin hamuru ile erkek işine girişen kadına yerinin hatırlatılması hem de neden zaten iyi sürücü olamayacağının bir klişe (“sinirlilik”) ile açıklanması. Ören Bayan firmasının Musevi sahibesi katledildiğinde, eşi de kendisiyle birlikte öldürülmüş olduğu halde bunun, “Ölen Bayan” başlığıyla haberleştirilmesi, böylelikle hem kadın, hem de öteki dine dair düşmanlığın tek habere sığdırılması. Kadına veya LGBTİ+ bireylere yönelik erkek cinayetlerinin “Kıskanç koca cinayeti”, “Kadın sandığı travesti çıkınca öldürdü” gibi başlık ve içeriklerle verilerek, cinayetlere fail lehine bir gerekçe bulunması, eylemlerinin istisnai kılınması, meşrulaştırılması, şiddetin sistematik niteliği ile toplumsal nedenlerinin saklanması. İşte tam da bu nedenlerle, haberciliğin dönüştürülmesine öncelikle hegemonik ve hetero-normatif seksist anlayışı sürekli yeniden kuran dil/söylem üzerine ince ince düşünülerek, işe başlanmalı, kullanılacak her sözcük özenle seçilmeli, çoğu zaman okuyucu/izleyici toplamak için değilse bile, kolaya kaçmak için seçilen klişe ifadelerden kaçınılmalı. Haber değeri tanımı genişletilmeli, “kan varsa, haber var” anlayışından vazgeçilerek haber yapılmalı. Kadınlar ve LGBTİ+ bireyler haber kaynağı olarak kullanılmalı, olumlu haberlerin konusu kılınmalı, farklı bakış açılarının, yaşam deneyimlerinin temsil edilmesi, suskunlaştırılmışların sesinin duyulması sağlanmalı. En önemlisi, bütün bunların, biz/benmerkezli değil, öteki merkezli bir etik tercihte bulunularak yola çıkılması halinde mümkün olacağı unutulmamalı. Yani haberciliğin ABC’si feminist bir epistemoloji ile etiğe göre yeniden tanımlanmalı. Bu arada tabi iletişim fakültelerinde habercilik eğitimi verilirken de artık bu hak/öteki odaklı habercilik tercihiyle davranılmalı. Hem bakın Sandra Harding ne diyor; “özneler olarak zaten hep taraflı bir duruş içinde olduğumuza göre, etrafımızda olup bitenleri objektif biçimde anlamamıza ‘asıl’ yardım edecek olan marjinalize edilen grupların, baskılananların bakış açılarını bilmek, onlara kulak vermektir” (Harding’in “güçlü objektiflik” tanımı için “Rethinking Standpoint Epistemology: What is Strong Objectivity” başlıklı makalesine bakılabilir: A Mind’s of One’s Own içinde, E. Keller ve H. Longine (der.), Oxford: Oxford University Press, 1996.)


40

TELEVİZYON DİZİLERİNDE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİNE DOĞRU Elif AKÇALI - İrem İNCEOĞLU Khas Öğretim Üyeleri

Geçtiğimiz yıl Türkiye Sanayici ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Çalışma Grubu desteğiyle gerçekleştirdiğimiz “Türkiye Dizilerinde Toplumsal Cinsiyet Temsilleri Araştırması”nın sonuçları 5 Mart 2018 tarihinde basın ve kamuoyu ile paylaşıldı. Araştırmanın soruları Türkiye’de ulusal televizyon kanallarında yayınlanan popüler dizilerde toplumsal cinsiyet rollerinin yer alış biçimlerini ortaya çıkarmak ve sektör paydaşlarıyla da beraber toplumsal cinsiyet eşitliği yaratabilmek üzere dizi hikâyeleri ve senaryolarındaki sorunları ve iyi örnekleri tespit etmeyi amaçlayarak oluşturuldu.

DİZİ

KANAL

Diriliş Ertuğrul

TRT

Arka Sokaklar

Kanal D

Vatanım Sensin

Kanal D

Eşkıya Dünyaya...

atv

Kırgın Çiçekler

atv

Aşk ve Mavi

atv

Savaşçı

FOX

Kalbimdeki Deniz

FOX

İçerde

Show

Yeni Gelin

Show

Anne

Star

Söz

Star

Özellikle toplumsal cinsiyet ekseninde gelenekselleşmiş ve kalıplaşmış kadınlık ile erkeklik algılarının dizi senaryolarında nasıl yeniden üretildiğine bakıldı ve bu algıların görsel ile sözel dilde seyirciye nasıl aktarıldığına odaklanıldı. Söz konusu araştırma için 1-31 Mayıs 2017 tarihleri arasında yayınlanan ve izlenme oranlarına göre ilk 20 sırada bulunan dizilerin yer aldığı listeden 6 ulusal kanal ve toplam 12 dizi seçildi. Araştırmada belirlenen 12 dizinin 4’er haftalık bölümlerinin her birinde yer alan karakterler ana ve yardımcı olmak üzere sezon boyunca devamlılığı olan karakterlerdi. Dolayısıyla iki boyutlu, az sahnesi ve/ veya diyaloğu olan, hikayede ağırlığı ve devamlılığı olmayan karakterler seçim dışında tutuldu. Seçilen – 75’i kadın ve 86’sı erkek olmak üzere – toplam 161 karakter üzerinden toplumsal cinsiyet temsillerinin incelenmesi aracılığıyla, olası eşitsizliklerin, süregiden basmakalıp yargıların, ataerkilliği yeniden üreten kalıpların ya da bunlara alternatif oluşturabilecek yeni anlatıların tespit edilmesi amaçlandı. Bakılan dizilerin hiçbirinde kendisi veya başka birisi tarafından açıkça veya dolaylı yoldan LGBTİ birey olarak tanımlanan bir karakter olmadığı için bu araştırma toplumsal cinsiyet rollerini heteroseksüel kadın ve erkek algısı dahilinde incelemiştir. Araştırmada yöntem olarak içerik analizi kullanıldı. Seçilen diziler araştırmaya davet ettiğimiz toplam 11 lisans ve yüksek lisans öğrencisi tarafından kodlanarak incelendi. Araştırma dahilinde en önemsediğimiz


özelliklerle ilgili yorumların 3/4’ü kadınlara yapılıyor

kadınların %100’ünün medeni durumu biliniyor

2’si zayıf

Yorumların %70’i olumlu

Genç kadın karakter sayısı, genç erkek karakter sayısının 2,5 katı. “Kadın gibi” olmak…

Ebeveyn rollerinin %79'u kadınların. Erkekler, babalık rolünde görünmüyor

Televizyon Dizilerinde

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği

Kadınlar için bile %62 oranında "aşağılama"

Her 3 kadından 1'i ev kadını Ev içi sorumlulukların %92'si kadınların

Araştırması %80

Kadınların iş hayatında görünürlüğü sınırlı Kadınlar %80 oranında Bu araştırma iş dışı mekanlarda Türkiye’de ulusal bulunuyor.

%20

televizyon kanallarında yayınlanan popüler dizilerde, toplumsal cinsiyet kalıplarının ve yer alış erkekler Araştırma raporunuiçin Şiddetrollerinin ve tehdit için karekodu biçimlerini tespit etmek indirmekokutun amacıyla yapılmıştır

%82

%92

İş içerikli söz ve eylemlerin %82'si erkeklerin.

Ağlama ve hüzün kadınlar için

Şiddet ve tehdit içeren sahnelerde ARAŞTIRMA KÜNYESİ erkekler

Ağlama ve hüzün içeren sahnelerde Araştırmacılar: Doç. Dr. İrem İnceoğlu, Yrd. Doç. Dr. Elif Akçalı, Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyeleri Araştırma Tarih Aralığı : 1-31 Mayıs 2017 kadınlar

%79

%73 Dengesiz

İncelenen Dizi Sayısı : 12* Bölüm Sayısı : 48 Kanal Sayısı : 6 Ulusal Karakter Sayısı : 161 Karakter Dağılımı: 75 Kadın, 86 Erkek Karakter Konumu: Ana Roller, Yardımcı Roller**

Görünürlük

Dizilerdeki ana ve yan

karakterlerin sayısı %53 %47Erkekler, agresif ve kaba

En çok izlenen dizilerde Kadınlar, uysal ve hayalperest toplam görünürlüğün yaklaşık 2/3’ü erkek karakterlere ait.

Dengeli

Kadın karakterler kalıplara sıkışıyor Fiziksel özellikleriyle AGRESİF KABA ön plandalar. Fiziksel karakterler karakterler özelliklerle ilgili yorumların Yorumların 3/4’ü kadınlara yapılıyor %70’i olumlu

%62

KadınHer karakterler 3 kadın DUYGUSAL karakterden 2’si zayıf

%69

%80

Medeni durum kadınları UYSAL tanımlıyor HAYALPEREST Erkeklerin karakterleraksine karakterler kadınların %100’ünün medeni durumu biliniyor

%64

%77

* Söz konusu tarih aralığı içinde en fazlasayısı, reyting alan ilk 12 dizi erkek ** Hikaye kurgusunda sürekliliği ve olay akışına etkisi2,5 olan roller Genç kadın karakter genç karakter sayısının katı.

“Kadın gibi”

Her 3erkeklerin kadından ve kadınların dünyalarının süreçlerden birisi de, öğrenciler ile birlikte çalışmaktı. olmak… Kodlayıcı olmasına rağmen, Ebeveyn rollerinin 1'i ev kadını %79'u kadınların. olarak araştırmaya katılan öğrenciler, verdiğimiz kısa dönemli ayrıştırılmış ve rollerin de buna göre dağılmış olduğu görüldü. Evaçıklayacak içi sorumlulukların Erkekler,yöntemleri babalık eğitimler sayesinde hem araştırma konusunda Bunu en iyi şey, belki de en çok izlenen 12 dizinin, Kadınlar için bile %62 %92'si kadınların rolünde görünmüyor yetkinlik kazandılar hem de toplumsal cinsiyet eşitliği ve 7’sinin erkek odaklı hikayelere sahip olması. Şaşırtıcı olmayacak oranında "aşağılama" temsiliyeti konusunda bilimsel bir çalışma aracılığıyla bu konuda şekilde bu erkeklik hikâyelerinde savaş, çatışma ile şiddet ön duyarlılıklarını artırdılar. planda ve erkek odaklı dizilerde toplam görünürlüğün 2/3’ü erkek karakterlere ait. Kadınların iş hayatında %80 Araştırmanın odaklandığı başlıklar kadın ve erkek karakterlerin %20 görünürlüğü sınırlı İş içerikli sayısal dağılımları, ekran görünürlükleri, aralıkları, Kadın karakterler hem duygusal, hemsöz de fiziksel özellikleri ile Kadınlaryaş %80 oranında ve eylemlerin medeni durumları, fiziksel halleri, karakter belli başlı kalıplara sıkıştırılmış halde. Genç diye tanımladığımız iş dışıözellikleri, mekanlardaişe ve %82'si erkeklerin. eve dair sorumlulukları, sahne içindeki söz vebulunuyor. eylemleri oldu. (yani 16-25 yaş aralığında görünen) kadın karakter sayısı genç Araştırmaya dahil ettiğimiz dizilerde ana ve yan karakterlerin erkek karakter sayısının 2,5 katı. Erkek karakterler ise çok daha kadın ve erkek olarak sayısal dağılımında bir denge bulunuyor geniş bir yaş aralığında (26-64) rol alabiliyor. Yetişkin (26-39) ve

%92

%82

Şiddet ve tehdit erkekler için Şiddet ve tehdit içeren sahnelerde

Ağlama ve hüzün kadınlar için Ağlama ve hüzün

41


42

Fiziksel özellikleriyle ön plandalar. Fiziksel özelliklerle ilgili yorumların 3/4’ü kadınlara yapılıyor

Her 3 kadın karakterden 2’si zayıf

Yorumların %70’i olumlu

kadınları tanımlıyor Erkeklerin aksine kadınların %100’ünün medeni durumu biliniyor

Genç kadın karakter sayısı, genç erkek karakter sayısının 2,5 katı. Ebeveyn rollerinin %79'u kadınların. Erkekler, babalık rolünde görünmüyor

%20

“Kadın gibi” olmak… Kadınlar için bile %62 oranında "aşağılama"

Kadınların iş hayatında görünürlüğü sınırlı Kadınlar %80 oranında iş dışı mekanlarda bulunuyor.

%80

Şiddet ve tehdit erkekler için orta yaşlı (40-64) erkekler hem rol dağılımı olarak sayıca fazla, Şiddet ve tehdit hem de baş rolde yer alabilirken, aynı şeyi kadın karakterler içeren sahnelerde için söylemek mümkün değil. Kadınların büyük bir çoğunluğu erkekler (%65) “zayıf/narin” olarak tanımlanıyor, buna ek olarak cazibesi olan kadın, genç/yetişkin ve zayıf olarak tarif edilirken, orta yaş üzeri kadınlar şişman/kilolu ve dul/boşanmış stereotipinde gösteriliyor. Bu fiziksel özellikler dizi içinde geçen diyaloglarla da olumlanıyor. Fiziksel özelliğe dair yapılan yorumların 3/4’ü kadınlara yöneltiliyor. Bu yorumların kadınların “zayıf, Erkekler,%70’i agresif ve kaba güzel, bakımlı” olmalarıyla ilgili olumlu yorumları içerdiğinden fiziksel kalıpları güçlendiriyor.

%79

Her 3 kadından 1'i ev kadını Ev içi sorumlulukların %92'si kadınların

%82

%92

İş içerikli söz ve eylemlerin %82'si erkeklerin.

Ağlama ve hüzün kadınlar için Duygusal karakterlerin %80’ini ve hayalperest karakterlerin de %77’sini kadınlar oluşturuyor. Bu verileri destekler nitelikte Ağlama ve hüzün başka bir sonuç ise sahnelerde sahne üzerinden incelenen birtakım içeren eylemler. Ağlama ve hüzün içeren sahnelerin %73’ü kadınlar için kadınlar yazılırken, şiddet ve tehdit içeren sahnelerin %79’u erkekler için yazılıyor.

%73

Ebeveynlik ve bu rolde görünürlük, araştırmanın odaklandığı birKadınlar, başka başlıktı. İncelenen 75 kadın ve 86 erkek karakterin uysal ve hayalperest sırasıyla %30 ve %21’i ebeveyn olarak tanımlanmış; neredeyse eşit sayıda anne ve baba ile karşılaşılıyor. Ancak ebeveynlik yapılan sahnelere baktığımızda %79’unun anneler için yazıldığını görüyoruz. Bir başka deyişle “baba” karakterler hikâyelerde olduğu halde, onları babalık yaparken izleyemiyoruz.

Araştırma sonuçları bize medeni durumun da kadınları tanımlayan bir özellik olduğunu söylüyor. Erkeklerin aksine, bütün kadın karakterlerin medeni durumunu biliyoruz. Bir başka deyişle, kadınların hikâye içindeki kimlikleri medeni durumdan Kadınların iş hayatındaki görünürlüğü ana ve yan karakterler AGRESİF KABA Kadın karakterler UYSAL HAYALPEREST bağımsız yazılmamış. Çarpıcı başka bir sonuç ise, dul ve boşanmış incelendiğinde oldukça düşündürücü. Tahmin ediyoruz ki karakterler karakterler DUYGUSAL karakterler karakterler kadın karakterlerin aynı medeni durumdaki erkek karakterlerden yan roller ve figüranlar da bu incelemeye dahil edilse oranlar beş kat fazla olması. Fiziksel özellikler verileriyle yapılan çapraz daha çarpıcı hale gelecek. Kadın karakterlerin sahne sayılarına okuma sonucunda dul ve boşanmış kadın karakterlerin çoğu, orta baktığımızda, %80’inin hayatının keyfî (iş dışı) mekanlarda yaşlı ve kilolu kategorisinde* karşımıza çıkarılıyor. geçtiğini görüyoruz. İncelediğimiz kadınların üçte biri ev kadını; Söz konusu tarih aralığı içinde en fazla reyting alan ilk 12 dizi ** Hikaye kurgusunda sürekliliği ve olay akışına etkisi olan roller bununla bağlantılı olarak da ev işi içerikli sahnelerin %92’si Sahne içinde geçen söz ve eylemlerden yola çıkarak incelediğimiz kadınlara yazılmış. İş içerikli sahnelerin ise %82’si erkeklere ait. bir başka kategori de, “kadın gibi” benzetmesinin dolaylı veya Yani kadınların daha çok evde ve keyfî mekanlarda, erkeklerin ise doğrudan geçtiği sahnelerdi. Diyaloglarda kadınlık atfedilen iş dünyasında göründüğünü söyleyebiliriz. Kadınların ekonomik yorumların hangi cinse yapıldığı ve niteliği bizim için önem hayata katılımıyla ilişkili rakamlara bakıldığında dizilerdeki taşıyordu. Bu tip yorumların %6’sının erkeklere ve %94’ünün temsiliyetin pek iç açıcı olmadığını söyleyebiliyoruz. Örneğin, kadınlara yapıldığı gözlemlendi. İlginç olan sonuç ise, diziler incelenen 75 adet kadın karakterin içinde sadece bir adet iş dünyasında “kadın gibi” olmak aşağılama niyeti ile kullanılırken, kadını bulunuyor ve bu karakterin öne çıkan özellikleri “agresif, “erkek gibi” olmanın bir iltifat olarak karşımıza çıkmasıydı. dışa dönük, rekabetçi, kaba” olması. Orta yaşlı ve dul olarak tanımlanmış bu kadın karakterin ebeveynlik rolü hikâye içinde Kadın ve erkek karakterler duygusal yapıları açısından da öne çıkıyor ve oğlu ile ilişkisi geçimsizlik biçiminde gösteriliyor. birtakım kalıplara sıkıştırılıyordu. Araştırma sonuçlarına göre İncelenen Mayıs ayı bölümleri içerisinde bu karakter, hiç iş agresif ve kaba karakterlerin sırasıyla %62’si ve %69’u erkek. yerinde gösterilmiyor. Bu veriler bize incelenen diziler içinde

%62

%69

%80

%64

%77


%82

Kadınlar %80 oranında iş dışı mekanlarda bulunuyor.

Şiddet ve tehdit erkekler için

43

Ağlama ve hüzün kadınlar için

Şiddet ve tehdit içeren sahnelerde erkekler

Ağlama ve hüzün içeren sahnelerde kadınlar

%79

Erkekler, agresif ve kaba

AGRESİF karakterler

%62

KABA karakterler

%69

* Söz konusu tarih aralığı içinde en fazla reyting alan ilk 12 dizi

var olan yegâne iş kadınının, olumsuz özellikleriyle öne çıkan ve hikâye içinde olumlanmayan bir karakter olduğunu göstermesi açısından önemli. Sonuç olarak araştırmanın bulguları bize Türkiye’de ulusal kanallarda yayınlanan ve popüler olan dizilerde toplumsal cinsiyet kalıp yargılarını yeniden üreten bir temsiliyet ve rol dağılımı olduğunu gösteriyor. Yani kadınların büyük bir kısmı eş ve/veya anne olarak ev işlerinden sorumlu rollerde yer alırken, erkekler karar verme mekanizmalarında, iktidar sahibi, ekonomik bağımsızlıkları olan bireyler olarak karşımıza çıkıyor. Kadınların medeni halinin her dizide doğrudan ya da dolaylı olarak bilinir kılınması, bize kadınların aile içine hapsedilmiş halde ve bir erkek ile ilişkilendirilerek temsiliyet bulabildiğini gösteriyor. Bizim araştırmamızda da, yapılan diğer benzeri araştırmalarda karşımıza çıktığı gibi, kadınların fiziksel özelliklerine ve yaşlarına dair temsiliyetin, sınırlı, belli kodlar dahilinde ve kalıp yargıları üretir biçimde olduğu gözleniyor. Dolayısıyla kadınlar görsel medyada tarihsel olarak kendilerine sürekli atfedilen iki rol olan “cazibeli ve güzel” ile “anaç ve cinsellikten arındırılmış” kalıplarının içine hapsedilerek temsil edilmeye devam ediyorlar. Benzer sonuç, temsil edildikleri mekanlar açısından da karşımıza çıkıyor. Kadınların, iç mekanlarda daha çok görüntülendikleri, bunların çoğunun özel mekan olduğu ve karakterlerin buralarda keyfî (iş dışı) bulunduklarını gözlemliyoruz. Buna karşılık erkekler daha fazla hareket özgürlüğüne sahip karakterler olarak ortaya çıkıyor. Yine bu verilerle

İş içerikli söz ve eylemlerin %82'si erkeklerin.

%73

Kadınlar, uysal ve hayalperest

Kadın karakterler DUYGUSAL

%80

UYSAL karakterler

%64

HAYALPEREST karakterler

%77

** Hikaye kurgusunda sürekliliği ve olay akışına etkisi olan roller

desteklenen başka bir çıkarımımız da kadınların profesyonel olarak çalışmayan karakterler olarak temsiliyet bulduğu, ev kadını ve ebeveyn rollerine sıkıştırıldıkları, erkeklerin ise ekonomik olarak özgür, söz sahibi oldukları ve çeşitli işlerde temsiliyet bulabildikleri yönünde. Literatürde sıkça karşımıza çıkan kadının özel alanla ve erkeğin de kamusal alanla özdeşleştirilmesi konusu dizilerde de benzer şekilde karşılık buluyor ve bu ayrışmayı tekrarlayarak normalleştirip yeniden üretiyor. Buna ek olarak, erkeklik makbul cins olarak kodlanıyor. Dilde sıkça karşılaştığımız cinsiyetçi söz ve kalıplar dizilerde de anlatı içerisinde yer bulurken kadınlık özelliklerinin dilde hem kadınlar hem de erkekler için hakaret ve aşağılama amaçlı kullanıldığını buna karşılık erkeklik özelliklerinin her iki cins için de iltifat niteliğinde olduğu sahneleri görebiliyoruz. Araştırmamızın yukarıda özetlenen sonuçları TÜSİAD Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Çalışma Grubu tarafından bir araya getirilen senaristler, oyuncular, yapımcılar, yönetmenler, kanal yöneticileri ve reklam verenlerden oluşan sektör paydaşlarının da destekleri ile dizi hikâyelerini iyileştirmek amaçlı kullanılmak üzere paylaşıldı. Bu yolda ilk adım birtakım ilkeler belirlenerek atıldı. Toplumsal cinsiyet kalıp yargılarını kaldırmak hedefiyle kadınların ve erkeklerin fiziksel görünüm, karakter, duygu ve meslek çeşitliliğini arttırmak, hayata, işe ve eve dair sorumlulukları dengeli dağıtmak, şiddeti olağanlaştırmamak, toplumsal cinsiyet eşitliğine uygun bir dil kullanmak ve rol model karakterlerin görünürlüğünü sağlamak ve artırmak üzere çalışılmasına karar verildi.


44


45

R Ö P O R TA J

BALAT’TAN CİHANGİR’E VINTAGE’IN ÖYKÜSÜ Geçmişin izlerini taşımak isteyenlerin, anneannesinin aksesuarlarından vazgeçemeyenlerin, bir döneme damgasını vurmuş kombinleri keşfedenlerin, yaşanmışlıkların izini sürenlerin, geçmişe, hatıralara yolculuktan keyif alanların tutkusu vintage...

İpek Sevda SÖĞÜT Khas Öğretim Üyesi

Lise yıllarından beri tam bir vintage aşığı olan Özge Tan Özbek, İstanbul Üniversitesi Orman Endüstrisi Mühendisliği’ni bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi Global Pazarlama yüksek lisansını tamamladı. Bahçeşehir Üniversitesi’nde “dijital pazarlama” eğitimi alarak kurumsal hayatta marka müdürlüğü yaptıktan sonra şimdilerde tüm enerjisini vintage kıyafet, takı ve aksesuar toplamaya ayırmış durumda. Uzun yılların birikimiyle edindiği vintage parçalarıyla Balat’taki Ayan Caddesi’nde bulunan küçük ve sevimli bir dükkanda başlayarak, Cihangir’deki mekânında devam eden, İstanbul Sarıyerli Özbek, “Vintage İstanbul” adı ile harikulade bir marka yaratmış. Özge Tan Özbek’in Vintage İstanbul’unun hikâyesini ve vintage ile ilgili merak edilenleri keyifli bir sohbet eşliğinde kendisinden dinleyelim.


46

Çok klasik ancak temel bir soru ile başlayalım: Vintage nedir?

En az 25 yıllık bir ömre sahip, var olduğu dönemlerde güçlü bir etki yaratmış, moda olmuş, ikonlaşmış eşya, aksesuar ve kıyafetler için bu kelimeyi kullanıyoruz. Vintage’ın Türkçedeki karşılığı da zaten “dönem” demek.

25 yıldan daha yeni ürünleri vintage olarak nitelendirmemiz mümkün değil o halde?

Buna tam olarak ben cevap verebilir miyim bilmiyorum ama belki şu anlamda olabilir de; 1998 yılını düşünün, 20 yıl oluyor ancak teknoloji o kadar hızlı ilerliyor ki, sanki zaman daha çabuk geçiyor ve daha çok şeyi daha hızlı tüketiyoruz, yani bu 20 yılda eski zamanlara göre çok daha fazla şey oluyor, çok daha fazla şey görüyoruz. 1998’de etki yaratmış bir ürün de bizim için artık vintage gibi oluyor.

Peki vintage’ın antika veya retro ile farkı nedir?

Aslına bakarsan vintage ve antika arasında ciddi bir fark var. Öncelikle tabii ki zaman farkı var. Antika aslında 50 yıl ve üzerinde bir zaman sürecini geçirmiş (hatta bazı kaynaklar 100 yıl olarak kabul ediyor) ve günümüze kadar gelmiş, maddi ve manevi (tarz, biçim vb.) anlamda değerli olan eşyalar diyebiliriz. Vintage ise yukarıda belirttiğimiz üzere en az 25 yıllık olan, antika kadar özellikle maddi anlamda değerli olmasına da gerek olmayan parçalardır. Bir de tabii ulaşılabilirlik söz konusu. Antika parçalar vintage parçalar kadar kolay ulaşılabilen parçalar değildir. Aslında vintage bir bakıma yıllanmış demek. Zaten ilk olarak şaraplar için kullanılmış, daha sonra eşya, kıyafet vb. için de kullanılmaya başlanmış. Retro ise kelime anlamı bir çoğumuzun bildiği üzere geriye dönüş demek, o her geri gittiğinde hayatımızı altüst eden “Merkür Retro”su mesela. 2000’li yılların da retrosu 1950-70 arası yıllar. Bu kelimeyi daha çok tarz olarak kullanabiliyoruz aslında. Örneğin bazı mobilya mağazaları ürettikleri bir sandalyeye/koltuğa retro diyebiliyor, bu ne demek, geçtiğimiz yıllardaki bir sandalyeyi retro olarak kopyalıyor, yani eski gibi gösteriyor demek.

O halde, komşu semtimiz Balat’ta tanıştığım Vintage İstanbul’un, Balat’tan şimdiki showroom’unun bulunduğu Cihangir’e uzanan hikâyesini senden dinleyelim..

Evet, enteresan bir hikâyemiz var. Vintage İstanbul tam bir boşlukta olduğum dönemde ortaya çıktı. 2014 Nisan ayında pazarlama iletişimi müdürü olarak görev yaptığım özel bir şirketten bir anda istifa etmiştim. Bu arada üniversite yıllarımdan beri, kendim için vintage ürünleri toplarım, yani kazandığım para ya seyahate ya da vintage kıyafet, aksesuar ve takılara giderdi. İstifa edince toplama takıntım aksadı. Galata’da bir arkadaşımın küçük bir dükkanı vardı. Onun dükkanında haftada iki üç gün boşta kalmayayım, en azından toplamak için para kazanayım diye çalışmaya başladım. Kararlıydım, kurumsal hayata dönmeyecektim, “limon satarım daha iyi” dediklerinden.

O sıralarda Galata Anglikan Kilisesi’nde (Kırım Kilisesi) bir pazar olduğunu duydum. O zamana kadar topladığım parçaları satmayı hiç düşünmüyordum. Ancak sürekli vintage parçaları toplayabilmem için, maddi olarak daha fazla kazanç sağlamam gerekiyordu. Kilise’deki pazarda bir stant açıp topladığım vintage parçalarını satmaya karar verdim. Çok güzel bir eşarp koleksiyonum, çantalar ve aksesuarlar vardı. O gün oraya gelen herkes bu parçalara bayıldı ve hepsi satıldı. Vintage İstanbul online olarak bu pazardan sonra başladı. İlk iş Instagram’da bir hesap ve web’te bir dükkan açmak oldu. İnternet üzerinden Vintage İstanbul devam ediyordu ancak topladığım parçalarla evim tamamen dolmuştu. Bir gün yakın arkadaşlarımdan biri ile, Eminönü’nde bir kahve dükkanına gitmiştik, kahvelerine bayılmıştık. Profesyonel iş hayatımızı bırakıp, Balat’ta o kahvecinin franchise’ını açıp açamayacağımızın hayallerini kuruyorduk. Balat’ın tarihî dokusunu çok seviyordum. Firma ile görüşmeye gittik ve firma bize Balat’ın bu iş için uygun bir yer olmadığını söyledi ama ben hala Balat’ta dükkan ilanlarına bakıyordum. Ayan Caddesi’nde çok sevimli bir dükkan buldum. Unesco’nun restore ettiği tarihî bir binanın giriş katı.


47

Kahveci açmak üzere dükkan arayışımız ile Balat’ta bulduğum o küçük sevimli dükkanı tutma kararı aldım. Ama kahveci değil, Vintage İstanbul için depo olarak. Bu konuda bir arkadaşım da bana destek oldu. Önceleri evime sığmayan topladığım vintage parçaları koyabileceğim bir depo olarak düşündüğümüz dükkanı sonraları her hafta sonu gelip açmaya ve satışlarımın bir kısmını da orada yapmaya başladığım bir mekâna dönüştürdük.

tabii ki belli bir kültür de gerekiyor dediğin gibi, mesela ben teyzemin elinde, Yeşilçam filmleri ile, babamın Fatih Reşat Nuri Sahnesi’ndeki kafesinde, tiyatroda büyüdüm. Küçükken sinemadan çok tiyatro izledim. Okuldan eve geldiğimde, kapı açıldığında annemin radyodan gelen Türk sanat müziği sesleri, teyzemin Gypsy Kings kasetleri ile büyüdüm. Eminim bunlar da bir tarzın oluşması konusunda etkili oluyordur.

Özge, İstanbullu bir ailenin kızısın ve çocukluğun Sarıyer’de geçmiş. Ben vintage’a dair ilginin, eskiye duyulan özlemle ilgisi olduğunu düşünüyorum. Aslında belirli bir kültürel birikimin sonucu gibi geliyor bana, sence de öyle mi?

Bu mağazadaki parçaları, kıyafetleri, takı ve aksesuarları nereden temin ediyorsun? Esasen “temin etme” beni de rahatsız etti söyler söylemez, fark ettim ama söyledim bir kere. Çünkü biliyorum ki, vintage’a gönül verenler ve profesyonel anlamda bu parçaların satışını yapanlar, ilgi, beğeni ve tarzlarını konuşturarak ve esasen bir “iş” olarak görmedikleri, vintage parçaları toplama tutkuları ile yaşıyorlar. Dolayısı ile cebinde parası olan herkesin yapabileceği bir ticari faaliyet olmadığını düşünüyorum.

Şimdi şaşıracaksın belki ama vintage kıyafetleri en çok öğrenciler giyer biliyor musun? Çünkü hem ucuz, hem de farklıdır. Çünkü böylece, az para ödeyerek farklı görünebilirsin, kendine ait bir tarz yaratabilirsin. Vintage İstanbul’un popülerliği öğrencilerin keşfi ile başladı diyebiliriz. Çünkü benim zamanımda şu anki tekstil pazarında yer alan yerli - yabancı “fast-fashion” markaların çoğu yoktu. Güzel ve uygun fiyatlı kıyafetler için butiklere gitmek zorundaydık. Atlas pasajındaki dükkanlara giderdik ve oralarda vintage kıyafetleri keşfettik. Ama bu arada

Tam da dediğin gibi, hem alıcı olarak hem de bu parçaları toplayan ve satışa çıkartanların, zevk sahibi olmaları gerekiyor. Hatta tam ifadesi ile insanın bu konuda “gözünün olması” gerekiyor. Seçici, belli bir zevke sahip, farklı bir göz. Herkes kendinde bunun doğal olarak olduğunu düşünüyor ve dolayısı


48

ile çok fazla vintage butik açıldı. Aslında birçok vintage butik açılması oldukça iyi, hem pazar büyür hem de geri dönüşüme katkı olur. Ama Türkiye’de vintage adı altında açılan butikler (hali hazırda yıllardır var olanlardan bahsetmiyorum) bence bu işin sadece çekiciliğine kapılıyorlar. Ama tabii zamanla iyiler kalacak, diğerleri gidecek. Bu son tüketici açısından da sıkıntılı, artık kime güvenip kimden alışveriş yapacağını şaşırmış durumda.

Müşteri kitleni nasıl oluşturdun? Daha doğrusu Vintage İstanbul’un bilinirliğinin sağlanmasında sosyal medyanın rolü ne kadar?

Tam anlamı ile sosyal medyayı iyi kullandım ve çok şanslıydım, blogger’lar Vintage İstanbul’u sevdi, Vintage İstanbul da onları. Blogger’ların Vintage İstanbul’un tanıtımında rolü çok büyük. Balat’ın popülerliği de var tabii. Bu popülarite blogger’ları çekti, Balat’a gelen blogger’lar da beni keşfetti diyebiliriz. Genelde insanlar tüm bu blogger’lara hediye gönderdiğimi düşünüyor, o şekilde keşfedildiğimi sanıyor. Ama hayır. 2018 yılı başına kadar hiçbir blogger’a hediye vs. göndermedim, sadece bu yılbaşında Vintage İstanbul’dan alışveriş yapan blogger’lara, teşekkür mahiyetinde bir yeni yıl hediyesi gönderdim, her biri için özenle seçtim, tamamen içimden geldiği için. Yani her şey organik büyüdü, bunda sanırım iyi iletişimin de rolü büyük.

Yurt dışına gittiğimizde görüyoruz ki, yerleşmiş bir kültür olarak vintage alışverişi sokak pazarlarında herkesin erişimine açık şekilde, bazen tarihî mekânları da kullanarak, antika pazarları ile bir arada yer alıyor ve Kara Avrupası’nda bu çok yaygın. Bizde bu kadar yaygın olmamasının sebebi sence nedir? Bence biz toplum olarak, hatta ta Osmanlı’dan gelen bir kültürle, gösterişi, şaşaayı ve yeni şeyleri seviyoruz. Pazardan alışveriş yapmayı, bir başkasının kullandığı eşyayı almayı, kıyafeti giymeyi pek sevmiyoruz. Bu toplumda insanların giyim tarzı aynı zamanda sosyal statülerini de belirliyor. Neyse ki son 5 yıldır antika/bit pazarları oluşumu bizde de başladı. Kadınlar akıllı modaya önem verir oldu, birçok ikinci el ürününüzü satabileceğiniz web sitesi, mobil uygulama ortaya çıktı. Bunların hepsi çok iyi gelişmeler. İnsanların kıyafetlerini bir yere bağışlaması ya da satması, geri dönüşümün farkında olup katkıda bulunması çok önemli. Ancak tabii bir kesim hâlâ ikinci el kıyafeti, vintage dahi olsa, kötü enerjili, eski ve kirli olarak görüyor. Halbuki bu butikte gördüğün tüm kıyafetler kuru temizleme yapıldıktan sonra burada sergileniyor. Enerji kısmına hiç girmiyorum, eğer enerjiye takıksak hiçbir fastfashion markayı giymememiz gerekiyor, üretildiği koşulları ve üreten işçileri düşünürsek… Vintage ürünlerde, bir kıyafette belli bir oranda deformasyon olması veya kondisyonunun düşüklüğü ya da bir aksesuarın kararması, esasen çok normal bir durum olmakla birlikte, bizim toplumumuzda halen kabul görmüyor ve müşteriler bu tür ürünleri satın almak istemeyebiliyor.

Son dönemde vintage’a olan ilginin artması ile insanların eskiye duyduğu özlem arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyor musun? Aslında her konuda eskiye duyulan özlem bu ilgiyi besliyor diyebilir miyiz? Özellikle son dönemde, sanırım ülkenin durumu sebebi ile de, her konuda “eski”ye duyduğumuz özlem, evet, bu ilgiyi perçinliyor. Vintage butikleri, eskicileri, antikacıları gezdiğimizde geçmişimizden parçalar görmek insanı mutlu ediyor. “Ne varsa eskilerde var” diye boşuna dememişler.

Geçen yaz, Roma Hukuku Yaz Okulu münasebeti ile Napoli’de bulunduğum sırada, Ferzan Özpetek’in son filmi olan Napoli Velata’nın çekimlerine rastladım. Çekimlerde kostümlerinin kullanıldığı Retrophilia Vintage’ın sahibesi ile tanışma ve sohbet etme imkânım oldu. Gerçekten her bir parça çok etkileyiciydi. Aklım hâlâ, satın almakta zafiyet gösterdiğim vintage güneş gözlüğünde diyebilirim...Vintage İstanbul’un ürünlerinin de, böyle bir film projesinde veya bir tiyatro oyununun kostümleri olarak yer almasına dair bir teklif var mı ya da senin bu yönde bir düşüncen var mı? En son bir film için teklif geldi ancak kabul etmedim. Ama söz konusu Ferzan Özpetek gibi bir yönetmen olursa ve kıyafet tasarımcısı benden kıyafet ya da aksesuar talebinde bulunsa tabii ki seve seve kabul ederim. Bu çok güzel olurdu. Ancak bizim işimiz çok butik ve ben daha çok günlük kullanıma uygun vintage parçaları topluyorum. Belirli bir döneme ait ama bugün de kullanılabilen ürünleri tercih ediyorum. Bu arada özellikle belirtmek isterim ki, eski kalıplarla yeni üretim yapılan hiç bir şey vintage değildir ve butiğimde bu tarz ürünlere yer vermiyorum.

Son olarak, 2018’de Vintage İstanbul’un içinde yer alacağı bir projen var mı, varsa biraz bahsedebilir misin?

Yeni yıla girmeden, benim çok sevdiğim bir tasarımcı olan Der Liebling ile ortak projeye imza attık. Bunun için çok heyecanlıyım. Der Liebling’in yaratıcısı Banu Kent ile dükkanda tanıştık. Benden balık şeklinde bir kolye ucu satın almıştı ve bunu Der Liebling bir kolye ile kombinleyip, sosyal medya hesabında paylaştı ve sonrasında herkes bu kolye ucunu sormaya başlamış. Bunun sonrasında beraber bir koleksiyon hazırlamaya karar verdik. Benim her sene gittiğim bir vintage fuarı var. O fuardan topladığım değişik kolye uçları ile bu on parçalık mini koleksiyonu oluşturduk. Koleksiyonu paylaştığımız gün tükendi. Bu tarz iş birlikleri devam edecek. Müşterilerime ayrıcalıklar sağlayacak çalışmalar yapmak var planımda. Yine atölyeler ve etkinlikler olacak. PANORAMA Khas adına, bize vakit ayırdığın için ve gerçekleştirdiğimiz bu keyifli sohbet için, sana çok teşekkür ederim.


49

Daron Mouradian

“AÇIKÇA GİZLİ OYUN” 14 Mart - 1 Temmuz 2018 :Küratör: Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman :Açılış: 14 Mart 2018, 18:30 :İletişim: Kadir Has Üniversitesi, Cibali - İstanbul, 0 212 533 65 32


50

DÜNYA VATANDAŞI OLMAK Murat AKBIYIK Khas Yabancı Diller Yüksekokulu

Her insan bir dünya, ama insanın kendi dünyasını tanıyabilmesi için öncelikle içinde yaşadığı dünyayı tanıması gerekiyor. Ve tabii ki, dünya vatandaşı olabilmek için öncelikle dünyamızı coğrafi, sosyal ve idari yönleriyle bilmemiz gerekli. Bu noktada “çok okuyan mı, çok gezen mi?” ikilemi karşımıza çıkıyor, ama en iyisi olabildiğince ikisini bir arada yapmak; teknolojinin ve bilgi çağının nimetlerinden faydalanarak, bilgiyi tecrübe ile damıtarak içinde bulunduğumuz dünyayı, içimizdeki dünyayı anlayabilmemize yardımcı olacak şekilde kullanmak.


51

Dünya vatandaşı olmak, aslında, bir merdivenin en üst basamağına ulaşmak, yukarıdaki hâkim noktadan geniş bir açıyla dünyaya bakmak, olan biteni kapsamlı bir şekilde değerlendirebilmek ve gerektiğinde müdahale ederek dünyanın seyrini değiştirmek şeklinde betimlenebilir. Peki bu merdivenin basamakları neler? Nasıl dünya vatandaşı oluruz? Tabii ki belirli bir sıra ile ilerlemek elzem değil, ama mutlaka erişilmesi gereken boyutlar var dünya vatandaşı olma yolunda.

İlk Adım: Aktif Vatandaşlık Gerek sosyal hayata gerekse demokratik süreçlere aktif olarak katılan, çevresindeki gelişmelere sadece seyirci olmanın ötesine geçerek müdahil olan, fikirlerini, görüşlerini paylaşan ve yaşadığı çevreyi şekillendirmeye çalışan insanları aktif vatandaş olarak nitelemek mümkün. Tabii ki aktif vatandaş olabilmek, tek başına kişinin kendi çabası ile çok da kolay değil. Seçimlerde sandığa gidip oy kullanmak kadar dar bir kalıba da sığdırılamayacak kadar geniş bir kavram bu. Toplumun, kültürün, devlet yapısının, sivil toplumun, fiziki ve teknik altyapıların ve diğer sosyal faktörlerin de kişiyi aktif vatandaş olma açısından olumlu bir yöne sevketmesi, düşüncelerini özgürce ifade edebileceği ve özgürce hareket edebileceği bir ortamı sunması gerekiyor. Bu noktada, yaşadığımız yüzyıl aktif vatandaşlık için son derece elverişli bir ortam sunuyor. Demokrasi ve insan haklarının dünya genelinde yaygın bir geçerliliği var, bilgi ve iletişim teknolojileri geniş kitlelerin erişimine açık ve refah düzeyi de temel ihtiyaçların oldukça ötesinde bir noktada. Öyle ki, özellikle gelişmiş Batılı ülkelerin çoğunda aktif vatandaşlık ilköğretimden itibaren millî eğitim müfredatlarında zorunlu bir ders olarak bile okutuluyor. Türkiye’de de vatandaşlık ve insan hakları dersi uzun yıllardır ortaöğretimde zorunlu bir ders. Yani, ülkemizde aktif vatandaş olmak için bir umut var diyebiliriz.

Bilgi ve Teknoloji Çağında Aktif Vatandaşlık = Dijital Vatandaşlık “Nasıl dünya vatandaşı olabiliriz?” sorusunun cevabı günümüzün teknolojik nimetleri sayesinde aslında çok net: dijital vatandaşlık. Dijital vatandaşlık, artık bir çoğumuzun aşina olduğu bir tabir. Şöyle ki, dijital ortamlarda dış dünya ile iletişim kurabilen, bilgiyi aktif şekilde kullanıp düşüncelerini ve eleştirilerini paylaşabilen, içerikler üretip ve tüketebilen, dijital ortamlarda alışveriş yapabilen, eğitim alabilen ve tüm bunları yaparken de etik kurallara uyan, hak ve sorumluluklarının bilincinde olan kişilere “dijital vatandaş” diyoruz. Detaylı bir şekilde inceleyecek olursak dijital vatandaşlığın şu boyutları olduğunu söyleyebiliriz: Dijital erişim, Dijital ticaret, Dijital iletişim, Dijital okuryazarlık, Dijital etik (ahlak), Dijital kanun, Dijital haklar ve sorumluluklar, Dijital sağlık, Dijital güvenlik.

Dünyayı Tanımak Artık Bir Tık Ötenizde! Gördüğünüz gibi, aktif vatandaşlığın gerçek hayattaki tüm yansımaları “dijital ortam” diye nitelendirdiğimiz çevrimiçi ve sanal platformlarda da mevcut. Öyle ise dünya vatandaşı olmamız için dijital ortamları etkili bir şekilde kullanabiliyor olmak çok önemli. Dünyayı tanımadan bir dünya vatandaşı olamayacağımız için, dünyayı tanımanın en pratik yolu, dijital ortamları, bilgi kaynaklarını etkili ve verimli bir şekilde kullanarak bilgiye ulaşmak. O kadar ki, yazının başında da dile getirdiğim “çok gezen mi çok okuyan mı çok bilir?” sorusunun bana göre cevabı çok farklı: “Google’ı en iyi kullanan en çok bilir!” Artık yüzyıllar önceki atalarımızın sicil kayıtlarına bile birkaç tıkla ulaşabildiğimiz bu dijital dönemde, aktif vatandaş olmak, bilgi kaynaklarını doğru kullanmak bizi dünyayı anlayabilen, yorumlayabilen ve hatta şekillendirebilen bir “dünya vatandaşı” yapacaktır.


52

Dünya Elimizdeki O Küçük Ekranda! Ben derslerimde -farklı bir durum olmadıkçaöğrencilerimin cep telefonu kullanmalarına müsaade ediyorum. Hem derse katılımları için hem de bilgiye hızlıca ulaşmaları için bu çok faydalı oluyor. Derslerimde çok sık kullandığım web sitesi ve uygulamalar da var. İngilizce Hazırlık Programı’nda Hazırlık Sınıfı’nda henüz üniversiteye alışmaya çalışan genç öğrencilerimin her defasında heyecanla dinledikleri ve dünyayı daha yakından keşfetmek için etkili birer araç olan bu web sitelerini kullanma sebebim sadece eğlence değil tabii ki. Avrupa Birliği’nin Dijital Eğitim Eylem Planı’na göre eğitim – öğretim faaliyetlerinde dijital teknolojilerin daha etkin kullanılması, dijital dönüşüm için ilgili dijital becerilerin kazandırılması ve veri analizi ve öngörüler kullanarak eğitimin geliştirilmesi gibi önemli vurgular da benim derslerimde dijital içerikleri teşvik etmemde önemli faktörlerden. Ve son olarak, gezmek, görmek ve dünyayı bilfiil yaşayarak tanımak konusuna değinmek istiyorum.

Farklı ülkeleri gezmek kadar, kendi ülkemizi tanıyarak da dünya vatandaşı olma yolunda büyük bir adım atmış oluruz, o yüzden Türkiye’nin kültürünü, tarihini, insanlarını tanımak çok önemli. Zaten dünya vatandaşı olabilmek, o merdivenin üst basamaklarına çıkabilmek için kıyaslamalar yapmayı, iyiyi, kötüyü ayırabilmeyi, başta birey ve genel anlamda toplum olarak “nasıl daha iyi olunur”u düşünmeyi, kendini ve toplumu daha iyi olma yönünde geliştirmeyi gerektirir. Ne kadar okusak da, videolar izlesek de, bir yeri tanımanın en iyi, en etkili yolu tabii ki orada bulunmak, orayı yaşamak. Şahsen benim yaşım kadar ülkeye gitmek gibi kişisel bir amacım var. Henüz 30’lu yaşlarda olduğum için bu konuda çok da söz söyleyemem diye düşünüyorum. Dünyayı gezerek tanıma konusunda duayen olan 62 yaşındaki Barcelonalı Jorge Sanchez 193 ülkeye ve çok sayıda bölgeye giden, en çok gezenler listesinde ikinci sırada yer alan bir gezgin. Onun güzel bir nasihatı var: “Kitap okuyarak yüzme öğrenilmez; kendinizi denize ya da havuza atmanız gerekir… Dünyayı tanımak için de gezmeniz gerekir.”

Ayrıntılı bilgi için şu kaynaklara bakılabilir Active Citizens https://www.britishcouncil.org/active-citizens Digital Competence Framework https://ec.europa.eu/jrc/en/digcomp/digital-competence-framework AB Digital Education Action Plan https://ec.europa.eu/education/sites/education/files/digital-education-action-plan.pdf Türkiye’de Aktif Vatandaşlık http://sivildusun.net/vatandaslik-arastirmasi-dda/ How Digital Are You? https://www.slideshare.net/cristinagila/results-of-the-survey-how-digital-are-you En Gezginler http://www.bbc.com/turkce/vert-tra-38461646

Kullandığım dijital–online araçların ve web sitelerinin bazılarını burada da paylaşmak isterim Google’ı iyi kullanma konusunda ciddiydim! Ve bu konuda dikkat etmemiz gereken birçok nokta olduğu kesin. Buyrun, Google kullanma rehberi ile istediğimiz bilgiye tam ve doğru şekilde ulaşma konusunda yetkinliğimizi arttıralım. https://support.google.com/websearch/answer/134479?hl=tr Bu konuda, Türkiye’de hâlâ devam eden Wikipedia’ya erişim yasağının bilgiye ulaşmanın önünde büyük bir engel olduğunu ve bu yasaktan artık vazgeçilmesi gerektiğini de vurgulamak isterim. Bir diğer web sitesi de, bizim bu koca dünyadaki yerimizi, insanların, ülkelerin ve biribiriyle içiçe geçmiş demografik dengelerini bilmemizi sağlayacak bir adres: www.worldometers.info/tr İstatistiki verileri sevenlerin ilgilenebileceği bir diğer site de www.worldofstatistics.org 2016 yılında okuduğum bir makalede, 2025 yılında internetteki içeriklerin %80’inin videolardan oluşacağı yazıyordu. Görsel-işitsel zihin becerilerini bir arada kullandırdığı için eğitim içeriklerinde de öğrencilerin en keyif aldığı unsurlardan olan videolar aslında gerçekten öğretici olabiliyor. Hele ki, İngilizce dil becerileri alanında pratik yapılabileceği içerikler olursa âdeta tadından yenmez bir hal alıyor. Bu konuda Youtube tabii ki en kapsamlı ortam, ama özellikle İngilizce pratiği de yapmak için ed.ted.com en zengin içeriğe sahip olan site. Ufuk açıcı konuşmaların yer aldığı TED videolarından birkaçını mutlaka izlemişizdir. Ed.ted ise bunları biraz da eğitim içeriği haline getiriyor. Öğrencilerin ilgi alanlarına göre seçebilecekleri onlarca farklı konu var. Dünyayı tanımak için keyifli bir ortam... Ve oyunlar... Çocuklar, gençler, ve hatta yetişkinler boş zamanlarında ya da sosyalleşmek için oyunlar oynar, oynamalı da. Bu oyunları da dünyamızı tanımak için bir fırsata dönüştürebiliriz. Hatta en güzeli, öğrenme sürecini oyunlaştırmak ve daha etkili bir öğrenme gerçekleştirmek. Bu yüzden, dijital öğrenme araçlarını, mesela, Kahoot, Padlet, Testmoz, Edmodo, Socrative, Breaking News, Coursera, Udemy, Future Learn.


53

KENNETH BRANAGH VE İNGİLİZ KLASİK SİNEMASININ YENİDEN DOĞUŞU Murat AKSER Khas Eski Öğretim Üyesi

2018’in ilk günlerinde Belfast belediyesinin her yıl geleneksel olarak verdiği yılın kişisi ödülünü kariyerinin zirvesindeki Kenneth Branagh aldı. Branagh, Belfast doğumlu ve hayatının ilk dokuz yılını bu şehirde geçirmiş. 1970’lerdeki Kuzey İrlanda mezhep çatışmaları (The Troubles) sırasında İngiliz kökenli oluşunun yaratabileceği sorunlar nedeniyle ailesi İngiltere’ye taşınmış. Kuzey İrlanda aksanı ilk başlarda okulda sorun olunca hemen standart İngiliz aksanı öğrenmiş ve bu, onu Shakespeare ile tanıştırmış. İngiliz Kraliyet Tiyatro Akademisi’ni (RADA) bitirince ilk olarak 1982 yılında Kuzey İrlanda’da BBC’nin Billy Plays adlı dizisinde rol alan Kenneth Branagh ile Dünya Sineması’nın ilk tanışması 1989 yılında sinemaya uyarladığı Shakespeare’in 5. Henry filmi ile oldu.


54

2017 yılında Branagh oldukça aktifti. Bol ödüllü Dunkirk filminde başroldeyken ünlü Agatha Christie romanı Doğu Ekspresi’nde Cinayet’in yeni sinema uyarlamasında hem oyuncu olarak rol aldı hem de yönetmen olarak seçkin bir oyuncu grubunu yönetti. Kenneth Branagh,2017’de tam beş farklı kategorideki Oscar Ödülleri dâhil pek çok film ve televizyon ödülüne aday gösterildi. Sinema kariyerindeki başarısını temsilen Los Angeles’taki Hollywood Bulvarı’nda Grauman Çin Tiyatrosu’nun önünde el ve ayak izleri bulunmaktadır. Belfast’taki ödül töreni vesilesiyle bu oyuncu-yönetmenin sanatsal yaklaşımına 30 yıllık perspektiften bakabiliriz. İngiliz sineması devamlı üretim ve değişim geçirmesine rağmen ana dilinin İngilizce olmasının getirdiği dezavantajla daima seyircilerinin büyük çoğunluğunu Hollywood filmlerine kaybeder. Kültürel olarak her on yılda yeni ve başarılı yönetmen ve oyuncular çıkarsa da bunları sıklıkla Hollywood’a kaptırır. Bu nedenle İngilizliğin temsili olmaya her zaman devam eden yönetenoyuncu ortaya çıkarması zordur. Bu istisnanın en güzel örneklerinden biri de Kenneth Branagh’dır. Kenneth Branagh klasik Shakespeare aktörlerinden. Shakespeare oyunlarının ve oyunculuğunun İngiliz tiyatro sanatı tarihinde kalıplaşmış bir geçmişi var. Örneğin bir Shakespeare oyununda sözlerin değiştirilmesine ve güncelleştirilmesine ne eleştirmenler ne de seyirciler hoş bakıyor ve hatta bu türden oyunlar başarısız bulunup küçümseniyor. Aynı zamanda oyunların sahneye konuluşunda 20. yüzyılla doğallaşan oyunculuktan kopuk daha teatral performansa dayalı eski tip oyunculuk yakıştırılıyor. Oysa günümüzde hem genç hem de yaşlı seyircileri çekebilmek için birbiriyle çelişen yöntemler uygulamak gerekli. Bir Shakespeare oyununun sahneye konulması geçmiş sahne geleneklerine devam etmeyi gerektirdiği gibi günümüz seyircisine de çekici gelecek

beğenen gelenekçiler onun John Gielgud, Laurence Olivier ve Alec Guinness gibi İngiliz tiyatrosunda yer eden klasik Shakespeare oyuncuları gibi metne sadakati ve sahne hâkimiyeti ile ayakları yere basan oyunculuğunu övüyor. Aynı grup günümüze yönelik sinemasal Shakespeare uyarlamalarını ise güncelleştirdiği mekân ve dekor nedeniyle kaba ve çirkin buluyor.

Branagh’ın Shakespeare Uyarlamaları

sade oyunculuk yeni sahne düzenlemeleri yapmayı gerektiriyor. Bu birbiriyle çelişir gibi gözüken iyi yön, gelenek-yenilik çekişmesi, Kenneth Branagh’ı seven ve eleştirenlerin birleştiği ortak bir tutum. Branagh’ın Shakespeare uyarlamalarını

V. Henry Branagh’ın sinemaya uyarladığı ilk Shakespeare oyunu. Film ana metne sadık kalırken (ki büyük bir kısmı Fransızcadır) aynı zamanda sinemasal çerçeveleme, ışık ve müzik kullanımı gibi öğeleri ile de sinemasal deneyselliği kullanıyor. Branagh’ın tiyatrodan gelerek sinemaya soyunması Laurence Olivier’in 1941 yılındaki Hamlet film uyarlamasında yaptığı yeniliklere benzetiliyor. 29 yaşında yaptığı bu ilk film ile Kenneth Branagh en iyi yönetmen ve en iyi oyuncu kategorilerinde Oscar’a aday oluyor. Bu başarı ona Hollywood yolunu açıyor ve birbiri ardına Shakespeare film uyarlamalarına devam ediyor. 1993’te Kuru Gürültü (Much Ado About Nothing) filmi etkin bir güldürü olmasının yanı sıra maddi açıdan en başarılı olan Shakespeare film uyarlaması oldu. 1996 yılındaki Hamlet uyarlaması Branagh’ın yaratıcı bir sinema yönetmeni olarak ününü pekiştirdi ve ona En İyi Uyarlama Senaryo Oscar Adaylığı’nı getirdi. Film eleştirmenler tarafından sevilmesine rağmen hasılat açısından başarısız oldu. Bu durum özellikle Hollywood yapımcıları açısından bir zaaf olarak görülünce Kenneth Branagh daha çok oyuncu olarak Amerikan filmlerinde görülmeye başladı. Bundan sonraki Shakespeare uyarlaması Aşkın Çabası Boşuna (Love’s Labour’s Lost, 2000) da benzer şekilde başarısız bulundu. 2006 yılında yaptığı Size Nasıl Geliyorsa (As You Like It) özgün Shakespeare sahneleme ortamından uzaklaşıp Orta Çağ Japonyası’nda geçmesi ile çok ilginç bir uyarlamadır.


55

Harry Potter’dan Doğu Ekspresi’nde Cinayet’e

Kenneth Branagh 2000’li yıllarda birbirinden farklı rollerde oyuncu olarak karşımıza çıkar. Harry Potter film serisinde beceriksiz gülünç öğretmen Gilderoy Lockhart ile bir neslin sevgisini kazanır. 2008’de Valkyrie filminde Hitler’e karşı darbe yapmayı planlayan Alman General Henning von Tresckow olur. Laurence Olivier’i canlandırdığı My Week with Marilyn ile En İyi Yardımcı Oyuncu Oscarı’na aday olur. Branagh’ı Hollywood’da tekrar başarılı bir

yönetmen yapan film ise Marvel Comics’in çizgi dünyasından uyarlanan ve film evreninin ilk önemli filmi Thor’u yönetmesi olur. Bundan sonra Jack Ryan Shadow Recruit, Cinderella ve Doğu Ekspresi’nde Cinayet gibi hem bütçesi yüksek hem de gişede başarılı filmleri yeniden yönetecektir. 2017’de de Christopher Nolan’ın yönetiminde Oscar’a aday olan Dunkirk filminde Branagh’ın önemli bir rolü olur. Kenneth Branagh’ın unutulan bir yönü ise kısa bir dramatik film olan Swan Song (1992) ile Oscar’a aday olmasıdır. Ekip arkadaşları ile uzun süreli dostluklar sürdürmesiyle de bilinen Branagh’ın, filmlerinin yıldızı olan Emma Thompson ile biten bir evliliği de olmuştur. İkili halen beraber filmlerde rol almakta. Bunun ötesinde Branagh çok çeşitli medya platformlarında

ürünler vermiştir. Radyo oyunları, sesli kitaplar, televizyon ve belgesel seslendirmelerinde bulunur. Yönetmen olarak Branagh teknik olarak geniş ekran çalışır (65mm/70mm film), filmlerinde müzisyen Patrick Doyle’un yarattığı klasik film müziğini tercih eder. Filmde çalışmasının yanı sıra, Kenneth Branagh sahneye çıkmaya da devam eder. 2011’de Belfast’ta yenilenen Lyric Theatre’ın açılış sezonunda ilk kez sahneye konan ve arkadaşı Rob Brydon’la oynadığı The Painkiller önemli performanslarından biridir. 2015-16 yıllarında Londra’da West End’de başarılı bir sezon geçirir. The Winter’s Tale ve The Entertainer oyunları İngiltere genelinde sinemalarda canlı gösterilir ve tiyatro ekibi sezon başarıları nedeniyle bir


56

Olivier Ödülü kazanır. Kenneth Branagh ayrıca yıl içinde BBC için BAFTA ödüllü Wallander dizisi serisinde oynamıştır. C4 için çektiği Shackleton’ın yanı sıra Amerikan televizyonu için de Conspiracy ve Springs dizilerinde çalışmıştır.

Belfast’ta Branagh’ın Mirası

Branagh’ın sanat alanındaki birçok hizmeti doğduğu şehrin hayatı için önemli bir isim olmasını beraberinde getirmiştir. 1989 yılında Branagh, Kuzey İrlanda’da gönüllü yardım kuruluşu NICVA için bir bağış toplama haftasında bulundu ve onlarla uzun soluklu bir ilişki kurdu. Ulster Youth Theatre Gençlik Tiyatrosu’na film ve tiyatro oyunlarının galalarını Belfast’ta düzenleyerek toplanan geliri bağışladı. Filmleri Much Ado About Nothing, Mary Shelley’in Frankenstein’ı, Hamlet ve Cinderella galaları ile yardım gösterimlerinde bulundu. Kuzey İrlanda’da film ve televizyon geliştirme ajansı olan NI Screen ve topluluk ve gönüllü sektörün şemsiye kuruluşu olan NICVA’nın Onursal Başkanı ve Kuzey İrlanda’da tam 750 sinema kulübünü destekleyen Into Film’in iyi niyet elçisi olarak çalıştı. Branagh 2012 yılında Kraliçe Elizabeth tarafından şövalye yapıldı ve “Sir” unvanı aldı. Mezun olduğu Kraliyet Tiyatro Akademisi RADA’nın da başına geçti. Bunun yanında Kuzey İrlanda amatör tiyatro gruplarına katkıda bulunmaya devam ediyor. Tüm bu nedenlerle Belfast Belediyesi 30 Ocak 2018 tarihinde Ulster Hall opera salonunda Branagh için özel bir gece düzenledi. Bu gecede sadece Sir Kenneth Branagh’ın küresel başarısı değil, onunla çalışan tüm sanatçı ve sanat kuruluşlarının da rolüne dikkat çekildi. 1970’lerin sokak çatışmalarını yaşayan Kenneth Branagh, dokuz yaşındaki bir çocuk olarak ayrıldığı şehre uluslararası bir üne kavuştuğu zaman geri geldi ve ilişkisini devam ettirdi. Belfast’ın film ve televizyon üretiminde son yıllarda önemli ölçüde etkisini arttırmasında Branagh’ın rolü vardır. Kariyeri boyunca, Sir Kenneth Branagh Belfast ve ötesinde sanatçıları cömertçe destekledi. Bu nedenle, Belfast Şehir Konseyi 2018’de Branagh onuruna Belfast’ta bir sanatçıya verilmek üzere özel bir burs yarattı. Bu gecenin ilginç olan yanı sanatçının kariyerinden kesitler içermesi ve kendisiyle birlikte Kuzey İrlanda’daki gençlik tiyatrosunda çalıştırdığı oyuncuların sahneye çıkmasıydı. Gece boyunca sahneye konan çeşitli oyun kesitlerine de Ulster Orkestrası klasik besteler ile eşlik etti. Gece, Branagh’ın ilk Shakespeare uyarlaması V. Henry’nin sonunda yaptığı epik konuşması ile sona erdi. Kariyerinde 30 yılı geride bırakan Branagh, İngiliz tiyatro geleneğini çağdaş sinema teknikleriyle harmanladığı İngiliz ulusal sinema mirasını 21. yüzyılda da çeşitlendirmeye devam edecek gibi gözüküyor.


57

FIFA DÜNYA KUPASI VE FUTBOL TOPUNUN TARİHİ Emir GÜNEY

Khas Spor Çalışmaları Merkezi

Futbolda dünyanın en iyisi olma iddiasını kanıtlama imkânı her dört yılda bir düzenlenen FIFA Dünya Kupası vesilesiyle sağlanıyor. 1930’dan bu yana devam eden bu yarışmanın son galibi olan Almanya milli futbol takımı 2014’te Brezilya’da kazandığı unvanı Haziran 2018’de Rusya’da düzenlenecek 21. Dünya Kupası ile korumaya çalışacak.

1930, Uruguay’da ilk dünya kupası açılış töreninde kullanılan futbol topu


58

Takımlar sahadaki mücadeleleri ile tarih yazmaya çalışırken, aslında milyonları peşine takan, binlerce insanı stadyumlara dolduran bu oyunun ana unsuru olan topun tarihi yeterince ilgi görmüyor. Fakat futbol tarihinde oyun kadar eski olan tek unsur olan ve herkesi hipnotize eden topun yuvarlanarak ilerleyişini izlemek bu oyunu belki de dünyanın en çok ilgi gören sporu haline getiriyor. Dünya Kupası tarihi aynı zamanda “futbol topu”nun da tarihi ve takımlar kadar kupada kullanılan toplar da aslında birbiriyle yarışıyor.

İlk Dünya Kupası Finali: İlk Top Tartışması

1930 yılında Uruguay’da düzenlenen ilk FIFA Dünya Kupası final maçında ev sahibi ve son iki Olimpiyat Oyunları şampiyonu Uruguay millî takımı ezelî rakibi Arjantin ile karşılaştı. 1904’te kurulan FIFA’nın ilk küresel organizasyonu olan bu turnuva aslında ilk defa dünyanın en büyük futbol ülkesinin kim olduğu iddialarına da resmî olarak son verecekti. 30 Temmuz 1930’da oynanan final karşılaşmasının müthiş bir rekabete sahne olacağı konusunda herkes hemfikirdi. Fakat mücadelenin daha ilk vuruş yapılmadan dahi başlaması heyecanı bir kat daha arttırdı. Dönemin kurallarına göre maçlar standart resmî bir topla oynanmıyordu ve iki taraf da maçın kendi toplarıyla oynanmasını istiyordu. Topun yaratacağı fark küçük bir avantaj gibi görünse de, bu imkânı rakibine vermek istemeyen haşin bir rekabet vardı. Maçın hakemiyle yapılan müzakereler sonucu para atışı yapıldı ve karar verildi: İlk devre Arjantin üretimi Tiento futbol topuyla, ikinci devre ise Uruguay üretimi T-Model futbol topuyla oynanacak ve adalet yerini bulacaktı. Arjantin üretimi topla oynanan ilk yarının sonunda skor tabelasında Uruguay 1-2 Arjantin yazıyordu. Top değişimiyle başlayan ikinci yarının sonunda ise Uruguay’ın ataklarına ve üç golüne Arjantin cevap veremeyince Uruguay milli takımı maçı 4-2 kazanarak ilk FIFA Dünya Kupası’nın şampiyonu unvanıyla dünyanın en iyisi olduğu iddiasını taçlandırmış oldu. Böylece dünya kupaları tarihiyle birlikte futbol topunun tarihi de yazılmaya başlandı. Uruguay’ın kazandığı ilk kupanın ardından ikinci kupa 1934’te İtalya’da düzenlendi. Fakat tıpkı 1930’da olduğu gibi mesafenin

uzaklığı ve masrafların yüksekliği sebebiyle kıta aşırı ülkeler bu kupaya fazla rağbet göstermediler. İlk kupada olduğu gibi 1934’te de FIFA’nın resmî bir futbol topu yoktu; fakat Mussolini hükümetinin bu turnuva için ürettiği Federale 102 topu ve İngilizlerin ürettiği top kullanılıyordu. Futbolu keşfeden ve 1800’lerin ortasından itibaren oyunun kurallarını koymaktan ekipmanlarının üretilmesine kadar her alanda öncü olan İngilizler, ürettikleri futbol topları ile de özellikle Avrupa piyasasına hakimdiler. Mussolini ise İtalyanların bu piyasaya girmesini istiyordu ve Federale 102 topu bunun için iyi bir fırsattı. Dünya Kupası’nda top kullanımı anlamında hâlâ resmî bir kural yoktu. Turnuva boyunca her maçın öncesinde takım kaptanlarına iki seçenek sunuluyor ve toplardan birinin seçilmesi isteniyordu. İtalya ile Çekoslovakya arasında oynanan final maçında kaptanların İtalyan yapımı top yerine İngiliz yapımı topu seçmeleri Mussolini’yi pek memnun etmemiş olsa gerek. Fakat uzatmaların ardından İtalya’nın maçı 2-1 kazanarak şampiyon olmasının bu konuyu unutturduğunu tahmin edebiliriz. 1938’de Fransa’da düzenlenen üçüncü turnuvada ise Paris yapımı Allen topu piyasaya sürüldü. İtalyan yapımı Federale 102’den çok farklı bir yapısı olmayan Allen ile oynanan finalde İtalya’nın Macaristan’ı 4-2 yenerek peş peşe kazandığı bu turnuvanın sonunda, Allen fazla ses getiremeden dünya kupası tarihinin tozlu raflarındaki yerini aldı.

2. Dünya Savaşı ve Sonrası

1938 İtalya’nın ardından başlayan 2. Dünya Savaşı Avrupa’da her alanda olduğu gibi sosyal ve kültürel alanda da büyük bir yıkıma sebep olmuştu. Her ne kadar FIFA’nın merkezinin bulunduğu İsviçre savaşın dışında kalmayı başarabilmişse de, ortam bir dünya kupası düzenlemeye müsait değildi ve bir sonraki kupa ancak 1950’de Brezilya’da düzenlenebildi. 1950 Dünya Kupası topun tarihindeki önemli dönüm noktalarından biriydi. O döneme kadar kullanılan toplardaki büyük dikişler özellikle oyuncuların kafa


59

vuruşları sırasında bu dikişlere denk gelmeleri halinde ciddi yaralanmalara sebep olabiliyordu. 1950 Brezilya için özel üretilen Duplo T ise bu dikişleri kullanmadan topun dış yüzeyindeki on iki parçayı bir arada tutan ve bu şekilde şişirilebilmesini sağlayan, aslında günümüzde de kullanılan sibop yöntemini kullanıyordu. Uruguay’ın dünya kupalarına döndüğü ve finalde ev sahibi Brezilya’yı 2-1 yenerek tekrar hükümranlığını ilan ettiği bu kupadaki bir başka ilk ise Duplo T ’nin tüm takımlar tarafından onay görüp istisnasız tüm maçlarda kullanılmasıydı. 1954 İsviçre’de kullanılan Swiss World Champion topu birkaç ufak dizayn değişikliği dışında bir yenilik getirmedi. 1950’deki kupaya katılmasına FIFA tarafından izin verilmeyen Federal Almanya, savaşın ardından dünya futbol sahnesine çıktığı ilk kupanın finalinde dönemin gözde ekibi Macaristan’ı 3-2 yenerek şampiyonluğunu ilan etti.

1958 yılında İsveç’te düzenlenen kupa ise FIFA’nın artık kupalarda resmî tek bir top kullanılması kararı alması açısından önemliydi. Top üzerinden yapılan tartışmalar ve bu konuda bir istikrar sağlanamaması sebebiyle 1958 İsveç öncesinde FIFA tüm top üreticilerinden birer örnek yollamalarını talep etti. Gelen 102 örnek arasından seçilen İsveç ürünü Top Star oldu. Top Star’ın bir diğer özelliği de birden fazla dünya kupasında kullanılan ilk futbol topu olmasıydı. Kupa’nın finalinde ev sahibi İsveç’i 5-2 geçen Brezilya takımı aynı zamanda Top Star firmasına fazladan sipariş veren ülkelerden biri de olacaktı. Top Star futbol topu markalaşma anlamında bir ilki gerçekleştirmişti. 1962 Şili için özel üretilen Crack futbol topu hem Avrupa’da üretilen topların dış yüzey kesimlerinden farklı asimetrik bir kesim kullanılması sebebiyle, hem de Top Star’ın başarısı sebebiyle istenilen ilgi düzeyine ulaşamadı. Crack ve Top Star toplarının kullanıldığı


60

grup ve eleme maçlarının ardından final maçında Çekoslovakya’yı 3-1 ile geçen Brezilya takımı peş peşe ikinci defa dünya şampiyonu oldu. 1966 Dünya Kupası futbolun en iyi oynandığı yer olduğu iddia edilen, ancak bu unvanı henüz taçlandıramayan İngiltere’de düzenlendi. Tıpkı 1958’deki gibi turnuva öncesinde FIFA’ya sunulan toplar arasından seçilen Challenge 4-Star topu ilk defa Slazenger gibi büyük bir firma tarafından üretildi. Bu gelişme futbolun bir pazar olarak küreselleşmeye başlamasının da işaretlerinden biriydi. Topun seçim süreci de daha önce olmadığı kadar detaylı analizlerle gerçekleşmiş ve turnuvaya altı ay kala seçilen top tüm katılımcı ülkelere yollanarak takımların alışmasına olanak sağlanmıştı. İngiltere’nin finalde Federal Almanya’yı 4-2 yenerek dünyanın zirvesine çıkması da dünya kupası tarihinin önemli başlıklarından biri olacaktı.

1970’ler ve Adidas’ın Pazara Girişi

1970 Meksika Dünya Kupası topun tarihsel sürecindeki en önemli dönüm noktalarından biri oldu. FIFA 1958’den beri kullandığı tek top kuralını bir adım öteye taşıyarak tek top ve tek marka sistemine geçti. Böylece Adidas firması FIFA Dünya Kupası’nın resmî top tedarikçisi oldu. Meksika 1970’in en önemli değişikliklerinden biri de o döneme kadar 12-24 arası panelden oluşan dış yüzeye sahip futbol toplarının yerine 32 eş hektagonel panelden oluşan bir topun dünya kupasında kullanılması oldu. Adidas’ın ürettiği Telstar aynı zamanda o güne kadar genel kabul görmüş kahverengi tonlar yerine siyah beyaz televizyon yayınında daha iyi gözüken siyah beyaz renkleri seçmişti. Brezilya’nın finalde İtalya’yı 4-1 geçerek son dört kupada üçüncü defa şampiyon olmasıyla artık dünyanın en iyi futbol takımının kim olduğu konusunda kimsenin şüphesi de kalmadı. Adidas’ın resmî tedarikçisi konumuna gelmesiyle futbol toplarının üretiminde istikrar da sağlanmış oldu. 1974 Almanya’da kullanılan Telstar Durlast, 1978 Arjantin’de kullanılan Tango, 1982 İspanya’da kullanılan Tango Espana, 1986 Meksika’da kullanılan Azteca, 1990 İtalya’da kullanılan Etrusco Unico, 1994 Amerika Birleşik

Devletleri’nde kullanılan Questra ve 1998 Fransa’da kullanılan Tricolore futbol topları aslında birbirine çok benzer 32 panelli siyah-beyaz ağırlıklı toplardı. İsimlerinden de tahmin edilebileceği gibi Adidas’ın önceliği topun teknolojisi ve dizaynına odaklanmak yerine topun ismi üzerinden ev sahibi ülkenin tarihine dokunmaktı. Güney Kore-Japonya ortaklığında düzenlenen 2002 Dünya Kupası ise futbol topları tarihinde bir dönüm noktası niteliğindeydi.

Fevernova: Bir Toptan Fazlası

1970 ile 1998 arasında top dizaynı ve kalitesine gelen istikrar sayesinde Adidas firması teknolojiden de faydalanarak topun hafifliği, falso alması, uçuş hızı, esnekliği ve benzeri unsurlarda çalışmalar yaptı ve 2002 Güney Kore-Japonya’da teknolojinin etkilerinin fazlasıyla hissedileceği Fevernova topunu piyasaya sürdü. O zamana kadarki toplardan daha hafif olduğu hissiyatını vermesi ve falso alma konusunda çığır açan dış yüzey panelleri oyuncular ve kaleciler açısından önemli bir değişiklikti. Türkiye’nin şampiyon Brezilya’ya yenilerek üçüncü bitireceği bu kupada ilk defa topun kendisi de en az kupadaki maçlar kadar gündemde kaldı. 2002’deki bu inovatif ve cesur hamlesi dünya çapında kabul gören Adidas, FIFA’nın da desteğiyle 2006 Almanya’nın topu Team Geist, 2010 Güney Afrika’da kullanılan Jabulani ve 2014 Brezilya’nın resmî topu Brazuca’da yeni teknolojilerin kullanımı ve renklendirme anlamında yeniliklere devam etti. Artık dünya kupalarının futbol topları, teknolojileri NASA’da tartışılan, ev sahibi ülkelerin kendi ulusal kimliklerini yansıttıkları dizaynlara sahip ve FIFA Dünya Kupası markasının önemli temsilcilerinden biri haline gelmişti. 14 Haziran – 15 Temmuz 2018 tarihleri arasında Rusya’nın ev sahipliği yapacağı Dünya Kupası’nın resmî topu Telstar 18 ise isminden de anlaşılacağı üzere 1970 Meksika’daki adaşına gönderme yapıyor. 1994’ten beri Adidas’ın tercih ettiği bol renkli ve farklı dizayndaki toplardan ziyade, siyah-beyaz ağırlıklı sade bir dizayna sahip olan Telstar 18’in bu anlamda nostaljik etki yaratması hedefleniyor. Tabii arkasındaki araştırmanın ve üretiminde kullanılan teknolojilerin 1970’lerdeki adaşı gibi olmayacağını tahmin edebilirsiniz.


KADİR HAS ÜNİVERSİTESİ

LİSE YAZ OKULU Ders Ücreti: Bütün Dönem için 250 TL

Son Başvuru Tarihi: 1 Haziran 2018 1. Dönem (2 - 13 Temmuz 2018), 2. Dönem (16 - 27 Temmuz 2018).

Mühendislik

Fen Bilimleri

Sosyal Bilimler

Başarı ve Meslek

Bilgisayar Mühendisliğine Giriş

Arttırılmış Mekanik Yoğun Programlı Ders

Uluslararası İlişkilerde Güncel Konular ve Türkiye

Meslek Olarak ve Her Ortamda İletişim

Büyük Veri – Akıllı Veri: Siz de Yaratabilirsiniz, Yönetebilirsiniz

Kuantum Mekaniğe Giriş

Hukuk Eğitimi ve Meslekleri

Moleküler Biyoloji ve Genetik Mühendisliğine Giriş

Mimarlık ve Tasarım: Etkin Yaşamın, Toplumsal Duyarlılığın ve Estetiğin Buluştuğu Pratikler

Üniversiteler ve Meslekler: Bilgilenmek, Seçmek ve Başarmak

Endüstri Mühendisliğine Giriş Elektrik-Elektronik Mühendisliğine Giriş

Beyin Bilimi ve Nörobilim: Geleceğin Bilimi Mandelbrot, Feynman, D’Arcy Thompson, Lavoisier: Temel Bilimde İngilizce

Dünyada ve Türkiye Ekonomisinde Son Gelişmeler, Yapay Zeka ve Sizin Geleceğiniz

Web Tasarım ve Pazarlama: Şirketinizi Kurun ve Başarın Erken Girişimcilik: Fırsatlar Yaratmak ve Yararlanmak

Meslek Olarak ve Yaşamda Psikoloji

Başarılı öğrencilere üstün başarı sertifikası veya başarı sertifikası verilecektir. Üstün başarılı öğrencilere tavsiye mektubu yazılacaktır. Üstün başarılı öğrencilere araştırma projeleri verilebilir.

Kimler başvurabilir? Kadir Has Üniversitesi Lise Yaz Okuluna, lise ve üniversite öğrencileri başvurabilir.

Nasıl başvurabilirim? Kadir Has Üniversitesi Lise Yaz Okuluna başvurular online olarak web sitesi üzerinden yapılır.

Başvuru ve Ayrıntılı Bilgi için: liseyazokulu.khas.edu.tr


0 212 533 65 32 panorama@khas.edu.tr

www.khas.edu.tr

facebook.com/khasedutr twitter.com/PanoramaKhas Kadir Has Üniversitesi Kadir Has Kampüsü 34083 Cibali İstanbul


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.