Shi

Page 1

Burak Serinp覺nar

b.serinpinar@kalabalikdergi.com


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’ Gözleri birden gümüş kesildi, ay gibi... İfadesi düştü yüzünün… Ağırlaşan gövdesini tutmak için anî bir hareketle elini yanağından çekti. Kollarını kenetleyerek sardı onu, canından can vermek ister gibi sarıldı… Tam o anda çevredeki diğer insanların yükseldiğini gördü. Neler oluyordu? Rüya olmalıydı, değil mi? Tabi ya, rüya… Fakat rüyadan ayrı başka bir sıkıntı daha hissediyordu, rüya diye rahatlatamadığı başka bir sıkıntı… Kucakladı onu, ayağa kalktı. Evet! Kesinlikle rüya olmalıydı, yoksa nasıl bir balon taşırmış gibi hafif olabilirdi kollarında. Zihni bu atmosferin gerçekçiliğini öyle reddediyordu ki, rüya denen o eski deneyimine yormaya devam ediyordu olanları. Fakat başka bir sıkıntı daha vardı ve belki aynı sebepten bünyesi de, vermesi gereken tepkileri uyandırmamıştı, başka bir sıkıntı daha... İnsanlar sessizce havalanmaya devam ederken, gözleri dünya dışı formlar aradı. Belki burada istila edilecekti dünya… Her bir insan öylece yükseliyorken sayıları giderek fazlalaştı. Kısa bir süre sonra anladığı şey, koca bir deprem gibi sarstı aklını, diğerleri gibi yükselmemesi için onu taşımıyor, tutuyordu! Kolları gitmemesi için siperdi… O kadar garip bir zamanda oluyordu ki her şey, bir bütün oluşturamıyordu. Birbirinden bağımsız cümleler arka arkaya dizilmiş gibiydi, belki bu yazı bile… Sanki zaman kopuktu... Sürekliliği bozulmuş olabilir miydi? Bağımsız bir birliktelik vardı zamanda… Bir önceki an bir sonrakini sonuçlandırmak yerine sebepsizleştiriyordu. Sayı doğrusundan kopmuş sayılar gibi aynı hat üzerindeki ‘’anlar’’ başıboş dolaşıyor, birbirlerini itip çekiyorlardı. Zamanda bir sıkıntı vardı, daha önce bildiği gibi akmıyordu, bir dakika, işte bulmuştu! Rüya diye rahatlatamadığı sıkıntısı zamandı! Sıkıntı zamandaydı ve içini işgal ediyordu… Konuşmak istedi onunla, bulduğunu anlatmak... Yanlış olan şeyi ona söylerse her şey düzelebilir miydi? Yanlış olan neydi? O baygındı! Baygın mıydı? Yoksa… Ah! Saçmalıyordu, bu bir rüyaydı, ne çabuk unutmuştu! Rüyada çok fazla düşünmek, seni girdiğin alemle bir mi eder sanki! Gümüş kesen gözlerine baktı, iki küçük ay gibi duruyorlardı… Neler olduğunu anlatmak için başını yüzüne yaklaştırdığı anda, eli, kollarının arasından sıyrılıp yükseldi. Bileğinden tuttuğu sırada gördüğü harekete ürktü, işaret parmağıyla başının arkasını gösteriyordu! Bunu görür görmez gözlerini saptırdı ve diğerlerini fark etti, hava da süzülen insanlar da aynı haldeydi, hepsi işaret parmaklarıyla aynı yeri gösteriyordu, başının arkasını… Gösterilen yere, arkasına dönerken bütünüyle irkildi, göreceği şeyin azametini seziyordu. Teninin içinden dışarıya doğru minik iğneler battı, baştan aşağı… Ay, düşüyordu… Birden koşmaya başladı, her şeyin suçlusunu bulmuş gibi ay’a doğru koşuyordu… Zaman da bunun için mi rayına oturmuyordu? Yoksa bu kopuk anlatının sebebi de mi buydu? Bu nasıl detaysız kalırdı, ay, düşüyordu… Koşuyordu, uykusuna başkaldırı niteliğinde… Yavaşça aşağı doğru süzülen ay’a doğru koşuyordu, rüyanın sonu orası olabilir miydi?… Neden diğerleri gibi yükselmemişti? Böyle koşmak için mi? Öyleyse doğru yolda mıydı? Koşmaya devam ederse rüyası böylece mi sonlanacaktı?

2


Hiç ses yoktu, ne bir uğultu, ne bir çınlama duymuyordu. Ay, sakin düşüşüne devam ederken insanlar yükselmeye devam ediyordu. Ay aşağı, insanlar yukarı… Aralarında bir bağlantı olmalı mıydı? Bu arada onu kollarında tutmak giderek daha mı zorlaşıyordu? Tersine dönecek gibiydi? Kim kimi taşıyordu? Çekim bu şekilde artarsa ne yapardı? Yer çekimi yer değiştiriyor olabilir miydi? Neden bir tek kendisinin yerde durduğu sorusunu ‘’kendi rüyam’’ diyerek itiyordu aklı, belki de farkında bile değildi bunu yanıtlarken, aklı engel oluyordu idrakine… Nefesi göğsüne battığında yavaşladı. Ne yani, ay düşüyor, ışık yer değiştiriyor, insanlar yükseliyor ama gelgelelim koşudan nefesi mi tıkanıyordu? O sırada içinden söylendi, ‘’esrarengiz bir olayım, meçhulüm…’’ Bulunduğu yere baktı, ne kadar ilerledi? İkinci bir depremle daha sarsıldı zihni. Bu nasıl olabilirdi! Nasıl farkına varamadı? Belli bir mekanda değildi! tabi ya, hiç anlatılmamıştı bulunduğu civar, yoksa ay’ın düşüşü sebebiyle, ışığının hareketleri, çevreyle anlatılmaz mıydı? Feda edilir miydi bu anlatı? Ay ışığının farklı açılardan tasvirini kim istemez? Aslında kim görmek istemez nur’u… Çimleri hatırlıyordu halbuki, üstünde oturuyorlardı, gözleri gümüş kesilmeden önceydi… Fakat sonra, sonrası bu, ayağı yere basıyordu ama yer yoktu, yükselenler kendi boyunu aştığı için yukarıda gözüküyorlardı, ay yine düşüyordu çünkü ışığı aşağıya doğru kayıyordu… Işığının ulaşmadığı yer ise karanlık… Zifiri gıyap… Gerçekten giderek ufuk çizgisinin ardında kalıyordu artık. Kolları daha fazla dayanamadı, anlaşılan herkes kendi idraki kadar yükselecekti… Onu bırakamazdı, bırakmamalıydı, olamazdı… Ansızın bir ses aldı onu, ırmaklar gibi aktı içinde, dalga dalga vurdu benden içeri benine;

‘’Bir orman bekliyor seni, Sadece bir adımla gel, Ay’ın düştüğü yere doğru, Işığına uyan, uyan!

Bir kutlama bekliyor seni, Ağaçlarla yükseliyor renkler, Masalın aslına ayak bas, Işığına uyan, uyan!’’ Devam edebilir…

3


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’ Tekrarladı, ‘’esrarengiz bir olayım, meçhulüm…’’ Sonra bir adım daha attı, ‘’Bir orman bekliyor seni’’ Bir adım daha, ‘’Ay’ın düştüğü yere doğru’’ Bir adım daha, ‘’Bir kutlama bekliyor seni’’ Bir adım daha, ‘’Masalın aslına ayak bas, Işığına uyan, uyan!’’ ‘’That was just a dream, just a dream, just a dream.’’ Gözlerini böylece açtı ve ‘’Tabi ya,’’ dedi. ‘’ ne demezsin.’’ başının ucundaki radyo alarm saatine çoktan ulaşmıştı. R.E.M. çalıyordu…

Merhaba… Uykudan yeni uyandığıma göre, yüzünü yıkamış ve yeni güne hazırlanan biri olarak size biraz kendimden bahsedeyim. Ben o’yum. Şu karmakarışık rüyanın içindeki… İsmimi henüz bilmiyorum fakat diğer taraftan bu satırları yazan da buna ihtiyaç görmedi. İki odalı bir evde yalnız yaşıyorum. Serbest fotoğrafçıyım. Kendileriyle çalıştığım mecralar, dergiler, gazeteler ve kitap kapakları için bazı yayın evleri. Aslında bana sorarsanız diğerlerine kıyasla keyif aldığım çekimleri kitap kapakları için yapıyorum. Hatta öyle ki, beğendiğim kareleri ilk olarak bir kitabın üstünde hayal ediyorum. Nasıl olduğunu bilmemekle birlikte size günlüğüm üzerinden ulaşıyorum. Zira bunu bana veren yine bu satırları yazan oluyor. Sonuç olarak bu çizgisiz güncemin üzerine yazdıklarımı okuyabiliyorsunuz ve anlaşılan arada bir konuşmama izin verilecek… Evden çıkmadan önce radyonun yanında duran çerçeveye yaklaştı. Oradaydı, rüyasının içinde, kollarının arasından yükselmişti gümüş gözleriyle. Hemen yanındaydı. Gözleri fotoğrafa daldığında gördüklerini hatırladı. ‘’iki sene oldu’’ dedi. Bu dünyadan ayrılalı iki sene… Boynundaki kamerasını düzeltti, ceplerini yokladı ve dışarı çıktı. Çekilebilecek sayısız karenin arasına karıştı. Hayat, seyrine devam ediyordu…

Galiba burayı seviyorum. Ne zaman nereye gideceğimi bilmeden dışarı çıksam, kendimi burada otururken buluyorum. Yanılmıyorsam, bu hâl iki senedir tekrar ediyor. Tuhaf olansa, burada her bulunduğumda düşündüğüm onca şeye rağmen, aynı soruyla baş başa kalmam; bu yere ilk olarak ne zaman geldiğim?

4


Hangi amaçla? Tuhaf diyorum zira, hiçbir amacım olmadan da burada bulunmuş olabilirim. Fakat nedense böyle düşünmek de bu sorunun içimdeki sinsi açlığını gidermiyor. Evet, bir fotoğrafçıyım, bir nevi de gezgin, fakat bu da başarısız bir telkinden öteye geçemiyor. Bir bağlantı bulmak adına hayatımdaki önemli noktaları gözden geçiriyorum. Kırılma noktaları, dönüm noktaları, henüz bilmediğim vesaire noktaları… Belki yaşımdan dolayı ama bu hiç de zor olmuyor (kaç tane var ki), gelgelelim hayatım başlı başına bu önemli noktalardan bir silsile de olabilir. Pekâlâ, şu an için buradan ayrılsam iyi olacak… Yol boyunca seyretmeye devam etti... Çevreyi çekilmiş bir film gibi izliyordu. Bir şeyler eklemeksizin, müdahalesizce, nasıl görünüyorsa… Kendince, şimdiye kadar kimsenin hayır demediği bir usul uydurmuştu; gördüğü herhangi bir kişiye kamerasını uzatıyor ve onun için bir fotoğraf çekmelerini istiyordu. Başlarda bunu bir araştırma için kullanmak istemişti, oysa sonradan içinden çıkamayacağı bir hal alacağını tahmin edememişti. Her elma Newton’a olan gibi bir dizi bilimsel düşünceyi tetikletmiyordu ama o zamanlar aklına düşenin buna benzer bir şey olduğunu sanıp heyecanlanmıştı… Geriye sadece ‘’bir gün’’ umuduyla bunu sürdürmek kaldı. Nedense kendini iyi hissediyordu bunu yaparken, üzerinde kalan bir takıntı olmadığı için de mutluydu. Belki bir takıntı olsaydı ileri safhaları hastalık olabilirdi. Kimseye belli bir yargıyla yaklaşmıyordu, yaş ayırt etmiyordu, suretlere takılmıyordu, yalnızca nasıl bir kareyi yakalayacaklarına karşı bir kıpırtıyla bekliyordu… Eve dönerken hava kararmıştı. Günden elinde kalanı ve ne yiyeceğini düşünerek yürüyorken başını yukarı kaldırdı. Ay, dans ediyor olmalıydı… Dans! Ay hareket ediyordu! Başını eğdi, ayaklarıyla betona değil de yumuşak şekere basıyor gibiydi, elini yanında yürüdüğü duvardan destek almak için kaldırdı. Dizleri yere çarptığında yumuşak şeker masalı birden betona döndü ve canını yaktı. Yere düştüğünde emeklemeye başlayacak gibi durdu, bunu kendisine göstermemesi için gözlerini sıkıca yumarak uyarmaya çalışıyordu. Derin bir nefes alabilecek kadar gücünü topladığında ‘’sadece başın döndü’’ dedi, ‘’şimdi kalk…’’ Tekrar ayağa kalktığında rüyada gördüklerini bir bir hatırlamaya başladı. Sebepsizce buna engel olmaya çalıştı. Avazı çıktığı kadar bağırsa işe yarar mıydı? Hatıraların ses geçirgenliği var mıydı? Olsa ne olacaktı? Yerleşik olarak bulundukları yeri bulmak mümkün müydü? Mümkünse bu bölgeye taarruz yapılabilir miydi? Gözleri doldu, kalbi sızlayarak göğsüne vurmaya başladı; kollarına bir sancı oturdu, kayıp gittiği yerlere… Basamakları çıkıp dairesinin kapısını açtı. Kamerasını masaya bırakmasıyla kendini yatağa atması bir oldu. Başı hafifçe dönmeye devam ederken bu gelgite Ay’ın sebep olduğunu düşündü. Gözlerini kapatmadan önce odasına bakındı. Üstünde uzandığı örtüyü ucundan gövdesine doğru olabildiğince çekti. Böylece daldı onu bekleyen ormana… Böylece ayak bastı, masalın aslına…

5

Devam edebilir…


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’ Başı dönüyordu, ayaklarıyla betona değil de yumuşak şekere basıyor gibiydi… Sonra o vücutsuz ses çıkageldi; ‘’Bir kutlama bekliyor seni’’ Elini yanında yürüdüğü duvardan destek almak için kaldırdı. İçindeki yörünge bozukluğu nereden geldiği belli olmayan dalgalarıyla şiddetini arttırdı. Sersemliği büyüdü. ‘’Ağaçlarla yükseliyor renkler’’ Dizleri yere çarptığında yumuşak şeker masalı betona döndü ve canını yaktı. ‘’Masalın aslına ayak bas, Işığına uyan, uyan!’’ Alarm, sesini bir horoz gibi olmasa da duyurmayı bildiğinde, dizlerinde duyduğu ağrıyla uyandı. Doğruldu ve ‘’Masalın aslı’’ dedi. ‘’Hah! İşte sana masalın… neyse.’’ Pantolonunu sıyırdı, dünden kalan hasara göz gezdirdi. Hafif kırmızı ve sıyrılmış derisi şişikti, dizini ovdu. Ayağa kalktığında yok olan saniyelik tedirginliği, dizlerinin üstünde rahatça adım atmasıyla yerini başka meşguliyetlere bıraktı ki, bugün yapması gereken çok işi vardı… Kahvaltı diye kendini kandırdığı bir şeyler yerken ‘’Bu da ne demek?’’ dedi ve sızma operasyonu başarıyla sonuçlanan bir dizi olayın üstüne farkında olmadan düşünmeye başladı. Bunların içinde; üst üste gördüğü üçüncü rüyada aynı sesi, aynı şeyleri söylerken duyduğu, farklı olaraksa dün gece eve girmeden önce yaşadığı baş dönmesinin rüyasında tekrar karşısına çıkması ve tekrar betona çakılması, bir de bu akşam ne yiyeceğini bilmemesi gibi başarısız ve komik tespitler vardı. Vals müzikleri edasında bir şeyler mırıldanarak etrafı toparladı. Buna belki üşengeç olup pasaklı olmamak denebilirdi. Pencereleri kontrol etti, kamerasını boynuna astı, ceplerini yokladı ve dışarı çıktı. Hayat, her hâle uygun ayrı bir fon müziği çalar mıydı? Çalsa ne olurdu? Duygularını hitapta kullanabileceğin araçlar bir yerden sonra aciz kalmaz mıydı? Peki başka yolu var mıydı? En yalın ya da ilkel olanı kullanmak bir şeyi değiştirir miydi? Sokağından çıkmak üzereyken yapması gereken işleri hızlıca planladı, buna göre yaklaşık olarak iki saat fazladan vakti vardı. Hiç düşünmeden yola koyuldu, oraya doğru, sevdiği yegâne yere…

Burada olmayı sevdiğimi söylemiştim değil mi? Yoksa ‘’burayı’’ sevdiğimi mi söylemiştim? Pekala, hemen kesinleştiriyorum, burayı ve burada olmayı seviyorum... Sevdiğimi tekrar etmeyi de seviyorum galiba. Tekrar diyorum ama belki bu benim için bir telkindir, neyse, bundan emin değilim fakat sevdiğimi biliyorum ve yine buradayım... Aslında burada oturmuş 6


kameramla oynarken, fotoğrafçılığa nasıl başladığımı anlatmadığımı fark ettim ve bu satırları yazmaya başlamakla iyi halt ettim! Çünkü o sırada gördüm ki, anlatmaya kalkışmamakla daha iyi ediyormuşum. Başlangıçta fotoğrafçılık hikâyemi anlatmak için aklımda çakan şimşek, büyük bütçeli bir filme senaryo teklifi gibi bir şeydi, ah, ne ahmaklık! Özetle şöyle ki; ‘’peh!’’ Manidar bir hikâyem yok. Nesini anlatabilirim ki, bu sadece laf kalabalığı olur. Yani, hayır, kameramı ölen sevgilim hediye etmedi ya da babamdan kalan emektar bir makineye olan bağlılığımdan işi buralara kadar getirmedim. Gayet sıradan ve basitti. Bir gün biriktirdiğim paralarla iyi bir kamera almak istedim, hepsi bu. Daha sonra da okul için hazırladığım bir proje için kullanmaya başladım ve işin altından kalkamayınca çalışmam yarım kaldı. Proje başka bir yöne kaydırılıp tamamlanınca, elimde kalan kareleri bir yayıncıyla paylaştım ve şimdi olduğum yerdeyim. Fakat şimdi birkaç kare yakalamak üzere buradan ayrılmam gerek... Gitmeden şunu denemek istiyorum; ‘’sevgilerimle...’’ İşte, oldu. Bulunduğu yerden uzaklaşırken, sırtlarında çantalarıyla sanki bir gökkuşağı topu olmuş minik öğrenciler kendisine doğru koşuşturuyorlardı. Aynı cıvıltıyla tebessüm edecekken tahminini aşan bir şey oldu. Ön sırada olanlar işaret parmaklarını kaldırarak işaret ettiler, başının arkasını! Ufak bir tutuklukla içi burkuldu. Zihninden tekrar yanıt aldığında zorlandı, anlamadı, rüyasının hayatına köprüler kurmaya başladığını ve geç kalmış bir idrake gebe olduğunu… Şehir gürültüsünün buğulanmış sesini dinlemeye çalışarak en yakınındaki gerçekliğe tutunmak istedi. Hayır, bu olmazdı değil mi? Şimdi, böylesine aydın bir günde… Başını büyük bir patlamanın içindeki bilinçsiz biri gibi geriye doğru hareketlendirdi. Hemen ardından da kazayı atlatan sersem biri gibi arkasında yürüyen tonton amcayı gördü. Elindeki balonlarla çocuklara gülümsüyordu. Bu sıcak sersemliği üstünden atarken ‘’uçan balon’’ diye bağıran amcanın sesi netleşti, kulaklarındaki buğu kalktı. Böylece kazayı atlattığını düşündü içten içe… Kırık tebessümünü selametle giyinip tamam etti dudaklarında… Yapması gereken işleri için yol almadan önce söylendi, ‘’Esrarengiz bir olayım, meçhulüm…’’

7

Devam edebilir…


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’ Kırık tebessümünü selametle giyinip tamam etti dudaklarında… Yapması gereken işleri için yol almadan önce söylendi; ‘’Esrarengiz bir olayım, meçhulüm…’’ Hazırlaması icap eden işlerle peşinde koşuyordu şimdi, olanca sırrıyla akmaya devam eden zamanın. Sadece tek poz daha gerektiren bir işi kalmış olsa da, başından beri içine girdiği temponun çekiciliğiyle devam ediyordu hızlı adımları… Her şey bittiğinde elinde olanları kontrol etti; elli adet fotoğraf, evet, hepsi tam da istenilen açılarda. Bazı aksesuarlar, stüdyo için. Önceden çekilmiş fotoğrafların baskıları, bu sefer daha canlı renklerde. Başka bir ekibe katalog çekimleri için destek, eğlenceli bir sette. Vergi dairesi ziyareti, muhasebeciye destek. Ufak bir toplantı, neyse ki, ufak bir toplantı. Baskısı kalmamış Don Kişot, hey, bu gerçekten iyi korunmuş bir kopya! Artık geriye bu listedeki öğeleri yerli yerlerine götürmekle tamamlanacaktı günün işleri… Eve dönüş yolunu tutarken bir dolu işi eksiksiz yapmanın memnuniyeti, keyif duyduğu bir günden arta kalan zamanla, bütün azalarında dolaştırdı gülümsemesini… Henüz aynı haldeydi ki, önüne çıkan bir çocuğa takıldı gözü, yanına yaklaştı, kendince bulduğu ve şimdiye kadar kimsenin hayır demediği şeyi yaptı; çocuğun boyuyla aynı hizaya gelecek kadar çöktü yere, kamerasını uzattı ve ‘’Fotoğraf çekmek ister misin?’’ dedi. ‘’Burasına mı basacağım?’’ der demez ‘’Evet.’’ dedi, küçük ayaklarına sandalet giymiş çocuğa. Sağa sola bakındı, yarısını zar zor kavrayabildiği elleriyle tuttu fotoğraf makinesini. Uzun parlak sarı saçları, yuvarlak beyaz bir yüzü vardı, o kadar beyazdı ki, tombul yanaklarının ardı görülebiliyordu, şeffaf gibiydi cildi… Kamerayı, bulundukları yerdeki tersaneye doğrulttu şeffaf çocuk. Hangi gözünü kırpacağını bilememiş olmalı ki, başta ikisini birden yumdu. Daha sonra bu iki kapalı gözden birini açtı ve kameraya yaklaştırdı. Parmağını deklanşöre doğru tırtıl gibi tırmandırdı ve… ‘’Tamam.’’ dedi. Kamerayı elinden alıp teşekkür ettikten sonra ‘’Tersaneyi mi çektin?’’ diye sordu şeffaf yüzlü çocuğa. ‘’Hayır.’’ dedi, ‘’Kırmızı topu çektim, bak…’’ Vedalaştıktan sonra yüzündeki gülümsemeyle kameraya dönüp ‘’Kırmızı top mu?’’ dedi. Yürümeye devam ederken yarım gözle resmi incelemeye başladı. Kırmızı topu bulmak zor olmazdı değil mi? Bir yandan resmi çekilen tersaneye canlı olarak bakarken, bir yandan da gördüğü kırmızılıkları, makinesinden yakınlaşarak denk getirmeye çalışıyordu. Durdu, ‘’Bunu top mu sanmış?’’ dedi. O Kırmızı yuvarlak, demir yığınının içinden yarısı görünen bir dubaydı…

8


Bir çocuk, her neredeyse bulur muydu oyunu? Görmek istediğini görebilir miydi yıkıntıda dahi? Yoksa biz büyümüş vücutların bir başka hayal gücü müydü bu da? Zihin için feza mıydı hayal gücü? Öyleyse hayal gücünün feza diye götürdüğü yer sığ kalabilirdi bir kâmil gönül için… Sabaha kıyasla, ensesinde daha ağır bir kamerayla adımlıyordu sokakları artık. Evine yaklaşırken bir yandan şeffaf çocuğun çektiği resimdeydi gözü. ‘’Kırmızı duba’’ dedi. Ardından ‘’Kırmızı top…’’ Gözleri doldu… Üzerinde memnuniyetle taşıdığı yorgunluk yaşaran gözlerine karşı koymasına engel oldu, resme bakmaya devam ederken. Koca yıkık tersaneye, kokusu burnuna gelen paslı demirlerine, yağlı büyük makinalarına, deniz dalgalarının beslediği yosunlu çatlak beton zeminine bakarken, tersanenin paydos zilini duydu… Aynı anda yanağında asılı kalan gözyaşı ağırlaşıp resmin üstüne düştü. Birden yavaş bir hareketlenme gördü resimde, ağzından ilk çıkansa ‘’Hayır.’’ oldu. Hareketlilik menzile varmak üzere, yavaşça ve sürekli bir değişim içindeydi… Ayaklarını istemsizce atsa da, bildiği gerçekliğe tutunmanın yolu şimdi de bu olmuştu, yürümeye devam etmek… Bu, yakasına yapışmak istediği ikinci bağlantı duygusuydu, gerçeklik adına… Oysa gözlerinin önünde tersanenin paslı demir parçaları birbirine hızlıca kaynıyor ve ayaklanıyordu. Demirler ağaç şeklini alıyorken, ses, yine oradaydı; ‘’Bir orman bekliyor seni…’’ Çatlak beton zemindeki yosunlar da taze çimenler gibi doğrulmaya devam ediyordu, kırmızı dubanın demirlerin arasından yukarı doğru yükseldiğini gördü. İkinci kez ‘’Hayır.’’ dediğinde sesinin çıkmadığını fark etti. Yağlı büyük makinalar eğilip köprü olmuştu, deniz dalgalarıysa altında çağlayan bir dere… Demirden ağaçların ortasından yükselen kırmızı duba bu manzaranın tepesine doğru yükselişini bitirdiğinde gövdesi gümüş kesmişti. ‘’Ay’ın düştüğü yere doğru…’’ Artık bir gümüş Ay olmuş kırmızı duba, ışığını giderek arttığında ağaçtan kabuklarını giymişti kaynayan demirler… Apartmanına geldiğinde elleri titriyordu, yatağına girdiğinde resim bilincinde son şekillini almıştı ve minik bir ormana bakarak solumaya devam etti… ‘’Işığına uyan, uyan!‘’

9

Devam edebilir…


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’ Uzun süre boyunca öylece bekledi yatağında. Belleğindekilerle oyalanırken kesik uykulara dalıp çıktı. Bir yandan da oyalanmanın kimin ya da neyin tarafında cereyan ettiğiyle ilgili bir dizi çapraşık düşüncelere battı. Nasıl düşünüyordu? Teknik olarak mı? İçsel mi? Çıkarmak istediği şeye göre kurgu yaparak mı? O halde deneyler bile söylenmek istenen şeye göre kurgulanabilir miydi? Zihnin rahatsız olduğu soruları bilen bir başka zihin, o sorulara kapı açacak düşüncelere çöp kutusundan kapan yapar mıydı? Uyku-uyanıklık arasındaki sorularla boğulmaya başlarken alınan ilk vurgunun sarsıntısıyla uyanmaya sevinmek ne garipti. Uyku böyle anlarda uyanıklığı selamlıyor, onunla konuşuyor, hakkında rapor veriyor gibiydi… Büsbütün ayıldığını sezdiğinde, masa saatine bakıp günün yirmi dört saatinin henüz yeni dolduğunu gördü. Doğrulup sırtını duvara yaslarken gözünün önüne eski tavuklu çalar saati geldi. Fotoğraf makinesinin çantasına uzanıp çizgisiz güncesini aldı. Boş bir sayfasını açıp göğsüne doğru kıvırdığı dizlerinin üzerine koydu. Neyi yazacağını iyi biliyordu.

Bilmiyordum... Henüz on üç yaşlarında bisiklet için zıpzıp zıplarken, babamın ve annemin kaygılarına sadece bisikleti ne kadar iyi sürdüğüm değil, asfalt zeminlerin doğal engebelerinin, arabaların sokak aralarındaki seyirlerinin de sebep olduğunu... Fakat bir gün, ilk bisikletim alındığında, evin içine gazete kâğıtlarının üstüne koyduk onu. Ertesi sabaha kadar pedallarına basmak için sabırsızlanırken, gece yarısına kadar öylece üstünde oturduğumu hatırlıyorum. Daha sonra planlanmamış olan o güzel yerleşimi yatağıma girdiğimde görmüştüm ki, yattığım yerden görebiliyordum bisikletimi... Sabah olduğunda onu sürmek için önce taşımam gerektiğini anladım, hem de halen çıkmakta olduğum rampalardan düzlüğe kadar... Onu fazla yorduğumdan mı bilmiyordum ama sürekli zinciri attı o gün. Ayak bileklerim, ayakkabım ve şortumun bazı yerleri siyah bir yağ içindeydi aynı gün boyunca... Fakat aslında o yağın içinde sokakların tozunun da olduğunu, ellerime de bulaştığında anlamıştım. O kaygan siyahın içinde parmaklarıma yapışmış minik taşlardan dolayı... Aynı günün akşamı babam yeniden eve geldiğinde, annemin, aldığım kirli hali anlatması üzerine bisikleti kontrol ettik. Hani şu ayaklarına oturabilecek kadar kıvırabildiğin zamanlarındaki gibi dizlerini, baktım, izledim babamı... Şöyle demişti: ‘’Yok! Bunu geri götüreceğiz.’’ Ama neden! Neden ki? Çünkü bilyeleri sorunluymuş, hep zinciri atarmış bisikletimin. Fakat yine bilmeyecektim, satıcının elinde aynı bisikletten kalmadığını, yenisini veremeyeceklerini, farklı bir modeli içinse üstüne para vermek gerektiğini ve neticenin para iadesiyle sonuçlanacağını...

10


Tam dört sene sürecek bisikletsiz zamanlarım başlamıştı ardından... Tabi ya, zaten onu sürmek için rampalardan taşıdığım zamanlar, sürdüğüm zamanlardan daha fazlaydı... Ne de olsa hepsi bir yerde bozuluyordu... Hepsinin zinciri atıyordu... Hatta bisikleti olanlar bisikletten sıkılmıştı, kimse sürmüyordu artık... Bu cümleleri bisikletimin olmadığı zamanlarda teselli için söylemelerinden, ezberler olmuştum. Ama hala bilmiyordum, bu sürekli tekrarladıkları önermelerin, yeniden bisikletim olmayacağına işaret olduğunu... Bir gün, bundan çok sonra, bir bisikletimin olabileceği umuduyla fırlamıştım babamın yanına. Buna sebep olansa şans oyunlarından çıkmış bir paraydı. Yoğun ısrarlarımla babamın kafasını şişirmiştim. Öyle ki, teslim olduğunda bisiklet almamak için son kez direnmesini gerektiren bir kozu kalmamıştı. Öncekinden daha büyük olan yeni bisikletimi eve gelene kadar sürmüştüm. Ancak bu kez olacak şeyi ne babam, ne ben biliyorduk. Ta ki iki gün sonra babamın benden izin alarak onu sürmesine kadar... Meğer bisikletimin lastiği yamukmuş! Yani lastiğin takıldığı jant, şu lastiğin iç tarafındaki demir şey... O günden sonra, gidip değiştirene kadar tekrar sürmemem gerektiğini söyledi babam. Tuhaftır, bisikletimi değiştireceğimiz zamana kadar büyüdüm... Sürmesem de oldu... Defterini elinden bırakırken aklındaki sonat sonlandı. İçindeki bu akıbet bulunduğu yörüngeyi bir başka veçheyle avuttu… Kıvrılıp yatmaktan başka bir şey gelmedi içinden. Hâlihazırda uyku, ayacak güne en hızlı bağlantısıyla geri dönmüş, göz kapaklarına istirahat tozlarını bırakmıştı… Devam edebilir…

11


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’ ‘’Gözleri birden gümüş kesildi, ay gibi... (Uyku böyle anlarda uyanıklığı selamlıyor…) İfadesi düştü yüzünün… (Onunla konuşuyor…) Ağırlaşan gövdesini tutmak için anî bir hareketle elini yanağından çekti. (Hakkında rapor veriyor gibiydi…) Kollarını kenetleyerek sardı onu…’’ Rüya olduğunu bildiği bir rüyadan uyanmak için ne yapmalıydı? Kolunu ısırmak üzere hareket ettiremediğinde, üzerine felç inmiş bir kuvvetin varlığına ışık tutuldu… Uyanmak için ne yapmalıydı? Aylar önce tanıştığı o rüya, aylar sonra yeniden uğramıştı uykusuna… Üstelik baştan sona her anı, içine girip çıkan ayrı bir fotoğraf karesi halindeydi. Havada asılı halde duruyorken üzerine yaklaşan bu fotoğraflar, içlerinde o ana ait her ne yaşadıysa aynı yoğunluğuyla birlikte gövdesinden geçiyordu. Her resim ayrı bir başka duygu… Diğer bir fotoğraf yaklaşırken aradaki boşluktaysa anlatıcının geçmişteki bazı satırlarını duyuyordu. Dayanılacak gibi olmaması aniden uyanmasına yetmemişti anlaşılan, belki adına bu yüzden kâbus deniyordu bu gibi rüyaların. Her bir karede iğnesini omurgana batıracak hemşirenin hareketlerini tahmin etmek… ‘’Nefesi göğsüne battığında yavaşladı. (Hâlihazırda uyku, ayacak güne en hızlı bağlantısıyla geri dönmüş…) Ne yani, ay düşüyor, ışık yer değiştiriyor, insanlar yükseliyor ama gelgelelim koşudan nefesi mi tıkanıyordu? (Göz kapaklarına istirahat tozlarını bırakmıştı…) O sırada içinden söylendi, esrarengiz bir olayım, meçhulüm…’’ Ağrının asıl mahallîndeki ızdırabın yanında, göğsündeki ağırlığın kaburgalarına yüklediği acı hiç mesabesindeydi. Dişlerinin çatırdayıp kırılacak kadar çenesini sıktığına engel olamadığını fark ettiğinde, her şey kayboldu, birden… Görüntüler, sesler, nereden olduğunu anlamadığı ağrıları… Gelişi önceden anlaşılmayan mutluluk nasıl ağırlanırdı? Bu gelen mutluluk muydu? Oysa olan şey her şeyin kaybolduğu değil miydi? Hiçlik mutluluk barındırabilir miydi? O halde ona hiç denir miydi? Kelimenin doğru, algının yanlış olması mıydı kelime türettiren? Yüzdüğü boşlukta ‘’Anlaşılan bir gün her şey kaybolur da biz kalırsak işimiz daha zor.’’ Dedi. Çok kısa bir süre için adına ‘’emin olma’’ diyebileceği bir şey tattı. Sonra sırasıyla huzur adına ne söylenirse kabul edebileceği duygular... Eksiklik varlıkta mı olurdu? Belki de hiçlikte eksiklik olamayacağından olabilirdi bu tattığı. O kadar hızlı ve kaçınılmaz bir ferahlık içine daldı ki, bu ona denizler dibindeki vurgunu hatırlattı, uzun kalamadı ve suyun yüzüne çıkartıldı yeniden. Bu seferde, aynı boşluğa dönmek gözlerini kamaştırdı. Çocukken gözlerini kapayıp karanlığı görmeye çabaladığı zamanlardaki gibi... Farklı olarak burada gözleri açıktı ya da öyle sanıyordu. Buradan sonra her şey değişti, göğsündeki ağrı gitmişti, çenesi gevşemiş, dişleri acımıyordu, belki en önemlisi kalbinin üstündeki hafiflikti. Fakat asıl değişen şey bir fotoğrafın daha kendisine doğru yaklaştığıydı…

12


Fotoğraf yaklaşırken değişecek şeyin şimdi içinde bulunduğu memnun halin güzelliği olmasından korktu, böylece hala uyanamıyor olduğuna sinirlendi, hâlbuki fotoğraf yaklaşmasına rağmen halen iyiydi. Yaklaşmaya devam eden kareye odaklandı. Hâlâ iyiydi. Resmin üstündekiler seçilir hale geldiğinde istemsiz olarak başını hafifçe geri çekti. Fakat üzerine hâlâ kötü bir hal konmadı. Olabilir miydi? Bu onun evi miydi? Fotoğraf göğsüne girerken uzaktan yavaş görünen bir gök taşının yakına geldiğindeki hızıyla yüz yüze kaldı. Neler oluyordu? Sence de bir sorun yok muydu tümcelerde ya da bütünlükte? Aylar önce olduğu gibi, yoksa bu kopuk anlatının sebebi de mi buydu? Bir sevgili kucağıyla aynı sıcaklıktaydı gözlerindeki ıslaklık… Odanın ortasında öylece duruyordu. Başını ise yerden kaldırmaya cesaret edememişti. Bu onun odasıydı. Hayatı boyunca huzur bulduğu kaç yer olurdu insanın? Bu onun odasıydı ve iki sene olmuştu, bu dünyadan ayrılalı iki sene… Gözlerini odanın içinde gezdirmeyi öyle çok istiyordu ki, zihni, bunu onun için çoktan hazırlamış, başını kaldırmadan da bunu yapabilecek hale getirmişti. Kafatası onun odasıyla dekore edilmiş gibiydi… Ne yapacağını bilemediği bir halde gözlerini sıkıca kapatıp açarken görüntü kararmaya başladı. Bayılıyor muydu yoksa oda mı uzaklaşıyordu? Ansızın, başını bu karartıya kaldırdı. Gözünün ilk gördüğü şey çalışma masasının köşesinde titreşip duran, dikdörtgen, gümüş çerçeveli, siyah boyalı tablonun düşüşü oldu. Odanın hudutlarından çıkan tablo düşmeye devam ederken, oda tamamen kararmış, gümüş çerçeve parıldamaya başlamıştı. Tablonun içinde sadece siyah yağlı boya vardı ve altında henüz seçemediği iki satır beyaz yazı. Onu izlerken yeniden aynı boşluğa dönmüş, gözlerini kilitlediği tabloya bakarak süzülüyordu. Gümüş dikdörtgen çerçeve parıltısını arttırırken genişlemeye başladı. ‘’Hayır!’’ Dedi. Giderek büyüyüp onu içerisine alacağını sandı fakat artık kendisinden de yüksek bir hızla uzaklaştığını gördü. Uzaklaştıkça büyüyor, büyüdükçe şeklini yitiriyordu. Parlayan çerçeve genişledikçe üstündeki gümüş renk siyah yağlı boyayla buluşuyor birbirlerinin içine karışıyorlardı. Gözlerini başka bir tarafa çevirmeye çabalarken, bu hareketi korkudan değil olacakların azametinden dolayı yaptığını anladı çünkü aslında içini kaplayan ferahlık hâlen yanındaydı. Kısa süre sonra genişleyen tablonun içindeki beyaz yazı da büyüdü. Çerçevenin parlak gümüşü, içindeki siyah yağlı boyayla karışmış, başının önünde koca bir yuvarlak olmuştu. Son olaraksa sahneye büyük beyaz yazı girmiş ve bu yuvarlağın içinde kraterler açmıştı. Ay’a dönen bir çerçeve karşısında boşlukta süzülmek, ışığı gövdesinden geçen bir gezegeni selamlamakla son buldu… Neyse ki, gözleri bu zifiri siyah tablonun altındaki iki satır yazıyı krater olmadan önce okuyabilmişti; ‘’ Ay’a öfkelenmişim ben, işte böyle kapkaranlık bir gece olmuşum.’’

Devam edebilir…

13


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’ Gözlerini yan dairenin televizyonundan gelen çizgi film sesleriyle açtı. Başının ucundaki radyoya uzanıp sessizce, sakın bana ‘’That was just a dream’’ deme dedi ve alarmını çalmaya başlamadan kapattı. Ardından yeniden radyosuna seslendi, ‘’Ne oldu, formdan mı düştün?’’ Bir eli yastığının uç köşesindeki başının altındaydı. Sırtüstü uzandı, kollarını havaya kaldırıp birkaç kez salladı, parmaklarını olanca açarak esnetti ve serbest bıraktı. Gözlerini ovuşturup saçlarını avucunun içiyle geriye yasladı ve bir müddet tavana bakarak bekledi. Gördüğü rüyadan kalan şarapnel parçalarına rağmen içindeki bir şey ona deliler topluluğundan bir tartışmaya maruz kalmışçasına aldırmazlık aşılıyordu. Bu başa gelen veya gelebilecek şeyler için, kendini bir şeylerle ikna olmak ve ikna etmek üzere gard almış bir kişilik ürünü olabilir miydi? Banyoya doğru ilerlerken, kendini kandırarak neler yapabileceğini açıkça görebildi; yatağından uzaklaştıkça kafasının içindekileri ve içine işleyen diğer şeyleri yatağa bıraktığını, tekrar gece olduğunda yatağa girmeden önce yorganını silkelerse yatağında bıraktığı bu şeylerden kurtulacağını ve temiz bir çarşafta uyuduğunda bunun temiz bir sayfayla aynı şey olduğuna ikna olabilmişti... Komik olansa bu saçmalığı bir rüya komplikasyonu olarak gördüğünde başladı ve bunu kontrol edemediği bir tiyatro olarak tanımladı. Bir taraftan yaşadıkları üzerine samimiyetle hazırda bekleyen kalbi diğer taraftan deliliğin dilini çözmeye başlayan aldırmazlık kuşatması… Banyonun kapısını araladı. Dikdörtgen, gümüş çerçeveli, siyah boyalı tablo! Hayır! Gözlerini yumdu ve açtı. Dikdörtgen, gümüş çerçeveli, ayna! Hayır! Gözlerini sıkıca kapattı, başını eğdi, iki eliyle lavabonun hatlarını yakaladığında, alarmlı radyosundan ‘’That was just a dream’’ sesinin yükselmesi ve gözlerini açması neredeyse bir oldu. Tek hamlede aynaya arkasını dönüp banyodan ayrıldı ve odasına girip çalmakta olan radyoyu susturdu. Uyku sersemliğiyle alarmı ertelemiş olmalıydı. Anlaşılan bugün oyun günüydü ve kafatası yerine avucunun ortasına radyosunu yerleştirip ‘’Evet,’’ dedi. ‘’Konuşamıyorsun ama cevap veriyorsun.’’ Kısa süre elinde radyosuyla birlikte bir dizi hafif kırık vaziyette durdu ve ‘’Antrakt.’’ Dedi. Artık yüz yıkamanın tam vaktidir diye düşündü ve hızlı adımlarla banyoya ilerledi. Açık bıraktığı banyo kapısından içeriyi hızlıca süzdü, aynasının kendi endamında, yerli yerinde olduğuna sevindi ve karşısına geçti. Elinin tersini alnına koyup, mat ve ifadesiz bir sesle, ‘’Hah,’’ dedi, ‘’Ömrümün karıncalı dönemini rüyalarda geçiriyorum. Ah! Ne esrarengizim, ne meçhul...’’ Burnuna kadar gelen bu cıvık tiyatral havadan gırtlağını temizleyerek, ufak gülücükleriyle yüzünü yıkayarak ve yan daireden gelen çizgi film seslerini dinleyerek geçirdi. Başka zaman olsa en sulu şakalar bile onu çözmeye yetmezdi ama bazı günler iyi hissetmek, kimseye hatta kendini kandırmana bile müsaade etmeden sarıverirdi insanı.

14


Üstünü değiştirdikten sonra etrafı toparladı. Sehpanın üstü, dolabın içi, mutfak tezgâhı, üzeri tozlanmış bazı eşyalar… Son olarak kahvaltısını yapıp dışarı çıkmadan önce pencereler, prizler ve ceplerine baktı. Kamerasını boynuna geçirip kapıyı kilitledi. Merdivenlerden inmek üzere döndüğünde minik bir ses; ‘’Sana masal anlatıyım mı?’’ diye sordu. ‘’Demek çizgi filmi beğenmedin?’’ dedi. Minik kız bu soruyu ‘’Cık!’’ diye cevapladığında yüzündeki gülücük bir başka şeffaf yanaklı çocuğun karşısında derinleşti. ‘’Tamam, hadi anlat bakalım!’’ dedi ve dinlemeye koyuldu. Şeffaf yanaklı kız ellerini birbirine geçirerek derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya başladı; ‘’Bir düşmüş kız varmış, bu düşmüş kız bir gün cadıya denk gelmiş, resim yapmayı sevdiği için,’’ ‘’Kız mı resim yapmayı severmiş?’’ ‘’Evet,’’ ‘’Hah, sonra.’’ ‘’Gerisini yarın anlatayım mı?’’ ‘’Unuttun mu yoksa!’’ ‘’Cık,’’ ‘’Tamam, o zaman, hadi anlat.’’ ‘’İşte, cadı düşmüş kıza resim yapmayı sevdiği için fırça vermiş,’’ ‘’Hah, anladım.’’ ‘’Ama cadının fırçası siyah renkten başka bir resim yapamıyormuş,’’ ‘’Hi!’’ ‘’Ama kız çok güzel resimler yapmak istiyormuş hep…’’ Annesi seslendiğinde hızlıca uzaklaşan şeffaf yanaklı kız, arkasında koca bir kramp bıraktı neredeyse boş olan midesine. Duvardan destek alarak eğildiği yerden ayağa kalktı, kamerasını düzeltti ve ‘’Bir gün, ondan benim için bir resim çekmesini istemeliyim.’’ Dedi. Devam edebilir…

15


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’ ‘’Bir düşmüş kız varmış, bu düşmüş kız bir gün cadıya denk gelmiş, resim yapmayı sevdiği için,’’ ‘’Kız mı resim yapmayı severmiş?’’ ‘’Evet,’’ ‘’Hah, sonra.’’ ‘’Gerisini yarın anlatayım mı?’’ ‘’Unuttun mu yoksa!’’ ‘’Cık,’’ ‘’Tamam, o zaman, hadi anlat.’’ ‘’İşte, cadı düşmüş kıza resim yapmayı sevdiği için fırça vermiş,’’ ‘’Hah, anladım.’’ ‘’Ama cadının fırçası siyah renkten başka resim yapamıyormuş,’’ ‘’Hi!’’ ‘’Ama kız çok güzel resimler yapmak istiyormuş hep…’’ Üzerinden uzun zaman geçmiş çocukluk sabahına yakın sabahlardan biri sayılabilirdi çizgi film sesiyle uyanmak. Neyse ki bugün o günlerdendi, çünkü bazıları büyüme bayrağını yavaşça göndere çekmek gibiydi; çalan telefonla uyanmak, vurulan kapıyla uyanmak… Günün devamında aklında kalan tek diyalog o küçük kızın sesiyle, diline inatla takılan şarkılar misali tekrar edip durdu. ‘’Ama cadının fırçası siyah renkten başka resim yapamıyormuş…’’ Günlük rutinlerini yoluna koyarken aklında geviş getiren bu diyalog sayesinde hangi işleri bitirdiğini bile fark edemedi. Bunu anlaması ise arka arkaya gelen küçük sürprizlerin şaşkınlıkları sırasına denk düşüyordu. Ne garipti, oyalandığı bir diyalog onu meşgul olduğu şeyden kopartıyor, başka bir vadiye sürüklüyor, gözlerinin önünde olan şeylere verdiği önemi değiştiriyor ve böylece durgunlaştırıyordu… İtiraf etmese de ve bazen bilmeden de olsa, seçimleri, hatıralarına yapabileceği bağlantılara göre yön buluyordu. Kimi zaman bir filmi izlemekten vazgeçiyor, bir müzikten kulağını alıyor, bir sokaktan sıyrılıyor…

16


Bazense içinde rahatça salınan bir konuşma hiç bilemediği bir damarda ilerleyerek aynı bağlantıyı kurabiliyordu; hatıra yatağına üzerindeki örtüyü kaldırarak girebiliyordu. Bu olduğundaysa, yaptıklarıyla korkaklığı beraberce düşünme başlıyordu. Eve dönmeden önce bu duygularla yola koyuldu, oraya, sevdiği yegâne yere… Kamera çantasındaki defterini çıkarttı;

Seninle karşılaşmayı başarıyorum, belki de, başarıyoruz… Çoğunlukla ansızın olan rastlaşmalarla, seninle hâlen buluşabiliyorum. Çoğunlukla ansızın çünkü bazen bu çoğunluklarda fark etmiyorsun beni... Kimi zaman yanından geçip gidiyorum, hem de ne gitmek! Belirsiz bir süre, orada beliren tavrının yanına kamp kurabiliyorum adım atmaya devam ederken. Galiba birbirimizi nasıl bulacağımızı iyi biliyoruz. Ve nedense seni her gördüğümde, göğsümde yaban bir mutluluk beliriyor, canımı yaksa da ona hürmetle muamele etmeye çabalıyorum… Zamanın aldatıcılığına burada eşlik etmek ne güzel…

Eve dönmek üzere oturduğu yerden kalktı. Kamerasını boynuna astı, gömlek yakalarını düzeltti, yürümeye başlamadan önceyse ceplerini yokladı.

17

Devam edebilir…


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’

Şehre yabancılaşmış bir çift göz, diğer gözler tarafından görüldüğünde, güvensiz bir mesaj mı iletirdi içinde? Eve dönmek üzere oturduğu yerden kalktı. Kamerasını boynuna astı, gömlek yakalarını düzeltti, yürümeye başlamadan önceyse ceplerini yokladı. Defterini çantasına koydu. Yanından geçen dolmuşların içindeki insanların gözlerine baktı, etrafı seyreden gözler haricinde göz göze geldiği diğerlerinin bakışlarını kaçırmaktaki acelelerinden rahatsız oldu ve nedense o anda hasta olabileceğini düşünmeye başladı, bir iki adım sonraysa önünde duran ilk dolmuşa adımını attı. Eve dönüyordu fakat ‘’hasta olabilir miyim?’’ sorusuyla yaptığı gizli mülâkat henüz sonlanmadığından yapılacaklar listesinden yapabileceği bir-iki madde ertesi güne sessiz sedasız devretmişti. O sırada önündeki bir genç oturduğu yerden kalkarak dolmuşun kapısına ilerledi. Anlaşılan mülâkatına birkaç saniye ara verecek ve meselesine oturduğu yerden devam edecekti… Boş koltuğa oturmadan önce ayakta duran diğer yolculara göz gezdirdi ve hızlı bir kararla koltuğa kuruldu. Çantasını kurcalarken önündeki koltuğun filesinde duran beyaz sayfa dikkatini çekti ve çekingen davranmadan uzanıp aldı. Eski bir mecmuanın kötü bir kopyasıydı; üzerindeki yazılar belli belirsizdi, kenar şeritleri silikleşmiş köşelerinde yırtıklar olduğu belliydi fakat kâğıda yamuk basıldığından isminin ne olduğu anlaşılmıyordu. En üstteki büyük harfli satırdan sadece iki harf okunabiliyordu, diğerleri sayfanın dışında kalmıştı. Aceleyle çekilmiş bir fotokopi gibiydi, sanki kopyayı alan çocuk bunu yaptığı sırada makinenin başında sağa sola bakmaktan sayfayı ortalayamamıştı. İçerisindeki metinlerden küçük bir paragraf işaretlenmiş ve yanına notlar düşülmüştü. Biraz önce dolmuştan inen gence ait olabilir miydi? Öyleyse dolmuşu hemen durdurup hızlıca ona doğru koşmalıydı değil mi? Fakat ne yazık ki, aklındaki mülâkatın şiddeti dikkatini etrafında olanlardan sıyırmıştı ve maalesef bu gençle ilgili belleğindeki tek görüntü şimdi oturduğu koltuktan kalktığı sırada olandı; yüzünü bile göremediği bir küçük hareket… Günün yorgunluğu bu polisiye eyleme ne kadar önem vermesi gerektiğini belirlemiş bütün gizemi saf dışı edecekken gözlerini satırlara dikti. İlk cümle işaretlenmiş paragraftandı; ‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun?’’

18


El yazısı olmayan hangi paragraf basit görünmezdi ilk bakışta? Hangileri ilk cümlesinde duraklamak ve nefes almakla sonuçlanırdı? Hangisi o ilk cümleyi okumaya iterdi kişiyi? Peki, hangileri onu saklama açlığı verirdi? Elindeki sayfayı hızlıca katlayıp çantasına koymadan önce okuduğu cümle ona garip bir heyecan bırakmıştı. Dolmuştan indiğinde yaptığı bu hareketin ilgi çekip çekmediğini görmek için içerideki yolcuları hafifçe süzdü. Birkaç yüz metre sonra evine vardığında çantasından çıkan Pandora’nın kutusu mu olacaktı? Evet, belki bir sebeple herkes bu kutunun bir parçasına el sürdüğünü düşünmüştü, oysa şimdi o, bu parçalardan birini yanında taşıyor gibiydi. Eve girdiğinde masa lambasını yaktı, çantasını kucağına alıp yatağa oturdu, sayfayı çıkartıp okumaya başladı; ‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun? Kendi dünyamızın sınırlarını sadece yukarı doğru yüzerek anlayabiliriz de ondan, bu edep dudaklarımızı memnuniyetle mühürler… Sizler mi? Tâbi ya! Sonsuz boşluğu umut edinen sizler…’’

Devam edebilir…

19


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’

‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun?’’ İçinde, okuduklarına karşı doymamış bir şeyler olmalıydı ki, elindeki bu silik kopyayı ikinci kez okumaya başladığında heyecanının azalmasını istemedi. Yatağında oturmaya devam ederken, gözlerini sayfadan ayırmadı. ‘’Kendi dünyamızın sınırlarını sadece yukarı doğru yüzerek anlayabiliriz de ondan,’’ Diğer cümleye geçiş oldukça anlaşılmaz görünüyordu ve belki de sırf bundan dolayı elindeki kâğıdı yatağın üzerine bırakıp kahve hazırlamak için mutfağa girdi. Fincanın içini kahveyle doldurdu ve su kaynarken kaşlarını yukarı kaldırarak sıkılgan nefesler verdi. Sıcak suyu kahvenin üzerine döktü, içindeki kaşıkla birkaç kez karıştırdı ve oracıkta iki yudum aldı. Odasına döndüğünde yatağa oturmasıyla kâğıdı yakalaması bir oldu. Okuduğu son cümleye kahvesini ikinci kez yudumlamadan önce göz gezdirdi ve hemen ardından fincanına bakıp; ‘’Hey, içerideki balıklar, hadi, yukarıya doğru yüzün! Bize anlatacak şeyleriniz olmalı!’’ dedi ve gülümsedi. ‘’bu edep dudaklarımızı memnuniyetle mühürler…’’ Devam eden cümleyi okurken kahvesinin son yudumu boğazından geçiyordu ve nedense kendini kahkahalar atan ayyaş biri gibi hissetti. Kahve fincanı, dev bir bira bardağına; yatağı, hırpalanmış ahşap bir masaya dönmüştü. Okudukları, onlarsa masum olan diğer şeyleri temsil ediyordu… Fincanını mutfağa bırakıp üst üste yığılmış, yıkanmayı bekleyen bulaşığa baktı. ‘’Tamam,’’ dedi. ‘’Yarın yıkanıyorsunuz, anlaştık.’’ Ardından yüzünü yıkadı, aynaya baktı, yanaklarını parmaklarıyla yukarı-aşağı oynattı. Okuduklarıyla oyalanmaya devam ediyordu; bir şeyler anlamış mıydı, sindirmeye mi çalışıyordu, yazanların içinde henüz göremediği şeyler olduğundan mı yeniden okumak istiyordu işaretli yerleri? Yarının mesaisi, güneşi ve bütün bunlarla birlikte geleceğe dair bir cezbe… Başını yastığa böylece koyarken rüyasında onu nelerin beklediğini tahmin edebilir miydi? Yastıklarımız içindeki bir düğmeyle küçülüp cebimize girse neler olabilirdi? Uyku saydam, sıcak ve yalın örtüsünde, dünü, bugünü, yarını ve sinenin gizlisiyle üzerindeydi artık. Gözlerini bu âleme açalı aslında epey olmuştu. Ancak bilmediği bir hızla karşısında onu gördüğünde her şey daha gerçek oluvermişti…

20


Gözleri birden gümüş kesilmişti, ay gibi… Suskundu ve kollarında öylece duruyordu. Yüzüne bakakalmışken ses onu yeniden ziyaret etti. ‘’Aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun? Sadece bir adımla gel,’’ Aldırmadı, ona bakmaya devam etti, elini yüzünde gezdirirken kollarından yavaşça yükselmeye başladı. ‘’yukarı doğru yüzerek anlayabiliriz de ondan. Masalın aslına ayak bas,’’ Ses devam ediyordu, o tanıdık, kararlı ses... Ondan bir şey mi istiyordu? Yoksa bir şey mi göstermeye çalışıyordu? Belki ikisi de değildi veya aklına gelmeyen başka bir şey olabilir miydi? O yükselmeye devam ederken ışık kayboldu, başını ardından yukarı doğru kaldırdı. Gördüğü, karanlık, zifiri gıyap… ‘’sonsuz boşluğu umut edinen sizler… Işığına uyan, uyan!’’

Devam edebilir…

21


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’

Yıllar önceki bir hatıra onu rüyasında yokluyor ve aylar sonra aynı rüya yoklamasını içtima havasıyla güçlendirerek tekrarlıyordu; daha katı, daha soğuk… ‘’sonsuz boşluğu umut edinen sizler… Işığına uyan, uyan!’’ Buram buram taze hava açlığıyla açtı gözlerini. Gün ışığı perdesinin aralarından yatağının yanındaki duvara bazı figürler çıkartmıştı. Neydi tüm bu olanlar? Rüyalar, sesler… Gördüğü diğer bütün şeyler… Bir alâmet mi? Alâmetler mi? Başından, ortasından, sonundan bir şeyler mi çekmeliydi olanların? Bu zincirleme anlaşılmazlığın içerisinde yadsımadığı tek şey bazı şeylerin onu buyur etmesiydi. Diğer yandan bu durum gerçekse ona ulaşmak için kendi içindeki dolambaçlardan geçmek zorundaydı şüphesiz. ‘’Ha!’’ dedi. ‘’Şimdi oldu.’’ Yatağında doğrulurken konuşmaya başladı. ‘’Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!’’ Daha sonra elini kamera çantasına uzattı ve defterini aldı; Merhaba… Uykudan yeni uyanmış ve kafası allak bullak olan biri olarak birkaç paragraf denemem olacak. Sizin için… Bunu yaparken işe geç kalmayı bile göze alıyorum üstelik. Peki, neden mi yazıyorum? Hah, hem de böyle bir zamanda! Hayır, hayır. Durum değerlendirmesi ya da belli bir zamanın anlaşılmayan akışına özet olsun diye değil yazacaklarım. Hayatımın içine etmiş birine ne kadar dolduğumu sergilemek için de değil. En son ne zaman konuştuğumu hatırladınız mı? Ne demiştim en son? Belki de beni unuttunuz kim bilir! Neyse neyse, yorulmayın, şöyle demiştim en son; zamanın aldatıcılığına burada eşlik etmek ne güzel… Her neyse, yazacaklarım küçük bir romancı oyunu olacak, hepsi bu. O minik parçaları toparlayacak olan ben değilim, şu hep sözü geçen puzzle lakırdısına el atmaya da niyetim yok. Ha, nerede kalmıştım, romancı oyunu! Ama önce birkaç sorum olacak, kime mi? Bu defterin sahibine; ‘Olmazlar’ ordusu yenilir mi? ‘Olurlar’ ordusuyla tanışılır mı?‘Olur olmaz’ ordusuna denk gelinir mi? Ve işte ilk denemem, romancı oyunum… Eğer bir gün roman yazarsam böyle başlasın istedim; ‘Ondan ayrılırken elini kalbine koydu, ağrısını teselli eder gibi sıvazladı göğsünü. Oysa bu hareketine sebep olabilecek bir şeyler yaşamadığımızı ikimizde biliyorduk. Nedense, o hareketi yaptığı anda ondan soğudum, ellerine yabancılaştım...’ İşe geç kaldım, sevgilerimle… Devam edebilir…

22


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’

‘Ondan ayrılırken elini kalbine koydu, ağrısını teselli eder gibi sıvazladı göğsünü. Oysa bu hareketine sebep olabilecek bir şeyler yaşamadığımızı ikimizde biliyorduk. Nedense, o hareketi yaptığı anda ondan soğudum, ellerine yabancılaştım...’

İşe geç kaldım, sevgilerimle…

Masasında duran fotoğraf makinesini aceleyle çantasına koydu, ön gözüne de defterini sıkıştırdı. Metropolde işe geç kalmak henüz ismi konmamış bir aktivite olabilir miydi? Aynanın yanından geçerken hızlıca kendine baktı, çantasını omzuna doladı, ceplerini yokladı, ayakkabısını giydi, masasındaki notlarını almayı unuttuğunu fark edip yarım ayak tekrar içeri daldı, kapı eşiğinde anahtarını çıkarttı ve kapıyı kilitledi. Uzun olmayan uzun yolu aştı. Trafik, fizik kurallarını bilse ne olacaktı? Ya Coğrafya? Otobüsteki mırlamalarla seyrettiği görüntüleri otomatik kapının tıslamasıyla geride bıraktı. Daha sonra sokağın başından sonuna, bol selamlı yürüyüşü başladı. İş yeri sokaklarının herkese görünmeyen yüzleri mi olurdu? Kimilerine göre sofistike ofisine uğrayıp etrafa göz gezdirdikten sonra duvardaki tarih cetvelinden, günün yapılması gereken fotoğraf çekimlerine baktı. Keyifli ses tonları ve gülüşmelerle birbirlerinin açılmamış uykularını hedef aldıkları ofisteki bu konuşmalardan payını, rastgele denk düşen bir soruyla aldığında, sadece bakakaldı. ‘’Baksana, Ecebey yazar olabilir mi sence?’’ Bugün epeyce işi olduğunu anlatamadan devam etmişlerdi oysa. ‘’Hadi ama! Bu adamın tarih bilgisi yok. Tarihe gömülmüş birinin tozlu sayfalarını araştıramayacak kadar da tembel! Üzerine konuşmalar yapabilecek birini tanımadığından uydurduğu bir karakterin etrafında dönüp durmalar yapar en fazla, bu kadarlık öykü olur işte! Dolayısıyla bu işe girmemesi lazım.’’ Dışarı çıkarken bu konuşma yüzünden uykuların değilse de dozun kaçacağını anlamıştı ve maalesef haklı çıktı. ‘’Ne! Nen var kuzum! Sürekli neyi yapmamam gerektiğini söylüyorsun ya da benzeri şeyleri ima ediyorsun. Aslında ne var biliyor musun? Senin olduğun yerde söz sahibi olmak istemem çünkü bu söze hakaret olur! Bugünden itibaren iş alışverişi dışında bir şey olmasın aramızda, tamam, bu kadardı… Şimdi de hava durumuna geçiyoruz; bugün hava kasvetli, basık, kara bulutlu ve yağmursuz çünkü bulutlardan biri çarpışmayı kabul etmedi ve çekip gitti, ben çıkıyorum!’’

23


Anlaşılan ofisten tek başına çıkmayacaktı. Bu konuşmanın bu noktaya geleceğini bildiği kadar, sadece iki saat içerisinde eski hallerine döneceklerini de biliyordu. Kendilerince oyalandıkları barizdi. Bu tarz insanların kendilerine göre bir itme-çekme kuvvetleri vardı. Hesapladığına göre çekmesi gereken yetmiş kare poz vardı. Bu hesabın en aşağı rakam olduğunu bildiğinden güneşin doğru zamanlarını yakalamak pek kolay olmayacaktı. Bütün bunlara alışık olmasıysa aklına bir başka yorgunluk şekli enjekte ediyordu. Bilinen yorgunlukla alışık olunan yorgunluk arasında usanma denen bir köprü olmalıydı. Nihayet denizi gördüğünde fotoğraf makinesini boynuna astı. Çevreye iyice bakındıktan sonra deniz kenarına yaklaştı ve dolmuşta bulduğu o sayfayı okuduğundan bu yana balıklara ikinci kez bu denli yaklaştı. Fotoğraf makinesini rastgele kaldırdı; ‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun?’’

Devam edebilir…

24


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’

Nihayet denizi gördüğünde fotoğraf makinesini boynuna astı. Çevreye iyice bakındıktan sonra deniz kenarına yaklaştı ve dolmuşta bulduğu o sayfayı okuduğundan bu yana balıklara ikinci kez bu denli yaklaştı. Fotoğraf makinesini rastgele kaldırdı, rastgele... ‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun?’’ Umut ettiği bir şeyler olmaksızın hareket eder miydi insan? Kamerasını ne diye suya doğrultmuştu o zaman? Ne düşünüyordu? Bir balığın ona poz vermesini mi? Hem de suyun yüzeyine doğru! Çekeceği yetmiş kare pozu burası için kurgulamıştı, fotoğraf makinesi bir olta olacaktı! Önce yemini objektife dolayacak sonra gökyüzüne doğru sallayacaktı... Hesaplarına bakılırsa güneş dönene kadar yetmiş kare poza ulaşabilecekti. Toplamda yüz elliye yakın çekimden, istediği durumda olan yetmiş pozu yakalayabilecekti. Kamera gökyüzüne doğru yükselecek, suya dalacak, içeridekileri selamlayacak, su yüzüne doğru yüzecek ve yeniden karaya dönecekti. Gelişi güzel resimler çekecekti öncelikle. Bunu yaparken basit bazı yöntemler kullanacaktı; optik yaklaştırmalar, diyafram oyunları, kadraj bozmaları, gren dereceleri... Aklına yer etmiş bir kağıt parçasına kendince yapacağı bir gönderme içindi bütün bunlar... Ne de olsa insanlar tornadan çıkma gibi aynı değildi, bu resimlere bakanların her biri ayrı şeyler görecekti. Belki de bu sebeple yaptığı şeylerde demek istediklerini, üstüne basarak göstermemişti hiç, burada da öyle olacaktı... Çekimlerdeki son pozu yoldan geçen bir çocuğa çektirmek istemişti, şu henüz kimsenin hayır demediği ve kendi uydurduğu usulle... Bir kaç şey anlattıktan sonra kamerayı oralardan geçen bir çocuğa bırakacaktı. Neler olacağını merak ediyordu. Kamerası ucundaki yemle yukarı doğru yükselmiş, belli bir eğimle suya düşmüş, ağırlığınca derinlere inmiş, bazı balıkları yakalamış ve yeniden suyun yüzüne çıkmış etrafı seyrediyordu. Şimdiyse onu makarasından sarıp karaya çıkaracak çocuk oltanın başına geçmişti... Ensesine kadar sarı saçları olan büyük gözlü bir çocuktu. Annesinin elini bırakıp suya yaklaşmıştı. Bunu fırsat olarak gördüğünde neler olacağını bilmeden çocuğa yaklaşmıştı. Ona sadece bir kaç küçük şey anlattı, anlayacağı dilden bir resim çekmesini istedi. Çok konuşkan bir çocuktu; geleli henüz beş dakika olmamasına rağmen soruları bu sürenin üç katıyla seyrediyordu. ‘’Bu olta mı, bu fotoğraf makinesi mi, bu amcaların balıkları mı bitmiş, bu amca güneşten mi böyle eskimiş?’’ Böyle bir çocuğun yanında bittiğini gördüğünde söylendi; ‘’Esrarengiz bir olayım, meçhulüm…’’

25


Fotoğraf makinesini minik elleriyle sıkıca tutup ne yapması gerektiğini bilen bir tavırla elini uzatmasını istedi. ‘’Benim boyuma kadar gel,’’ dedi. ‘’Elini böyle yap.’’ Ellerini fotoğraf makinesinin objektifinden çıkıyormuş gibi yere paralel uzatmasını istiyordu. Kamerayı vermeden anlattığı bir kaç şeyi bu kadar doğru anlamış olmasına şaşırıyordu; kollarını oltanın kamışı olarak göstermeye çalışıyordu! Oysa neler olacağını anlatırken neredeyse dinlememişti, gözü sürekli başka şeylerle meşguldü, elleri durmak bilmiyordu. ‘’Parmaklarını da uzat, hıh, tamam.’’ Hava giderek kararıyordu ve bu son poz olacaktı. Tedirgin değildi, sadece merak ediyordu. Bir yandan çektiği diğer fotoğrafları düşünüyordu, eve vardığında onlarla ilgilenmeliydi, başka yapacak neler vardı? Zihni bu garip meşgalelere takılmıştı. Gözleri, kendini iyice gösteren Ay’a dalmışken kulağından içeri tadını bildiği bir ağrı sokuldu. ‘’Bir adım daha gel,’’ Ellerini fotoğraf makinesine sıkıca dolamış gözünü yapıştırdığı vizörden ayırmadan sesleniyordu büyük gözlü çocuk; ‘’Bir adım daha gel,’’ Dediğini yaparken birilerinin o anda neler yaşadığını bildiğini düşündü. Kendini bu şekilde sakinleştirmek istiyordu çünkü bu çok tanıdık bir rüyanın bir başka hatırlatıcısıydı. Tamamen hortlamasından nedense çekiniyordu. Garip bir sesle çocuğa; ‘’Tamam,’’ dedi, ‘’böyle mi?’’ Deklanşöre basmasıyla göğsünde bekleyen ağrının yok olacağına odaklandı. Fakat çocuk ikinci hamlesini fotoğraf makinesine yapışık dudaklarını oynatarak yaptı; ‘’hayııır, Ay’a yere doğru!’’

Devam edebilir…

26


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’

‘’Bu olta mı, bu fotoğraf makinesi mi, bu amcaların balıkları mı bitmiş, bu amca güneşten mi böyle eskimiş?’’ Böyle bir çocuğun yanında bittiğini gördüğünde söylendi; ‘’Esrarengiz bir olayım, meçhulüm…’’ Ellerini fotoğraf makinesine sıkıca dolamış gözünü yapıştırdığı vizörden ayırmadan sesleniyordu büyük gözlü çocuk; ‘’Bir adım daha gel,’’ Dediğini yaparken birilerinin o anda neler yaşadığını bildiğini düşündü. Kendini bu şekilde sakinleştirmek istiyordu çünkü bu çok tanıdık bir rüyanın bir başka hatırlatıcısıydı. Tamamen hortlamasından nedense çekiniyordu. Garip bir sesle çocuğa; ‘’Tamam,’’ dedi, ‘’böyle mi?’’ Deklanşöre basmasıyla göğsünde bekleyen ağrının yok olacağına odaklandı. Fakat çocuk ikinci hamlesini fotoğraf makinesine yapışık dudaklarını oynatarak yaptı; ‘’hayııır, Ay’a yere doğru!’’ Artık kesindi. Rüyasında uyuyan sahneler uyandığında hortlayabildiğini kanıtlamıştı. Kulağından içeri sızan ağrı deklanşöre basmakla kaybolmamıştı. Flaşının keskin ışığı da bu hortlayabilen rüyanın görüntülerini boğamamıştı. Çekilen son fotoğrafsa planındaki en önemli parçayı işgal ediyordu. Puzzle bitirme tezi... ‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun?’’ Odasında, zemine gelişi güzel koyduğu fotoğrafları 180 derecelik açıyla serpiştirmişti, ortasına bağdaş kurup oturdu. Eve ne zaman girdiğini hatırlamıyordu. Sanki fotoğrafları basmasıyla odadaki son hâlini alması arasında zamandan firar etmiş bir süre vardı. Fotoğrafları planına göre sıraya koyarken nereden çıktığını anlamadığı bir gözle kendine tepeden baktı. Tavus kuşu! Bu gözle tepeden bir resim çekilse Tavus kuşunu andırmaz mıydı vaziyeti? Hava karardığında gözleri bardağının dibindeki kahveye daldı. Kahverengi... Daha sonra içinde tutamadığı bir şeyler cereyan etti; acele etmeliydi... Yapmak istediğini sadece resimlerle anlatmakla kalmayacaktı bu sefer. Baştan sona sıraladığı resimlerin son altı karesini eline alıp arkalarını çevirdi. Her birine bir şeyler yazacaktı... Aklındakiler uçup gitmeden önce onları defterine yazmalıydı, sonra da hikayesindeki resimlerin son altı karesine işleyecekti...

27


‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız?’’

1- Diyecek bir şeyler olmalı, merhaba gibi. Nasılsın’a bir cevap, neler yapıyorsun’a bir tepki... (Bu, bir gün yüzü manifestosu, güzel filmlerdeki son sahne özlemidir. Ne olur bir şeyler söyle, ne halt ettiğimi biliyorum ama artık geçti çağrısı gibi bir şeydir ki, aslında yeri de değildir, değil mi?) 2- Sonra her ne düşüneceksen düşündür. Peşinden koşan biri ya da bir delidir. Hem yaşlanıyoruz değil mi giderek? Mimarinin yıkıntılarından arda kalanlara müze vitrini, nasibini bulanların göğe kalkmış elleri ya da bu bir ‘’ne olur konuş’’ süsü... 3- Öyle olsun ki, en umursamaz halinle, sinir bozukluğuyla gül. Geçmiş bütün bayramları, kandilleri en baştan kutla. ‘’Ne diyor bu çocuk!’’ de ama sonra ne olur konuş benimle... 4- Yaraya doğrudan basılan tentürdiyot gibi yanlış alanlara tutulmuş çocuk bu. Şimdi kanıyorsa hala... Ne olur konuş benimle, eğer bunları okuyorsan. Çünkü bu bir protesto. 5- Ne olur, oradaysan ve dizlerimdeki kabuğun en az senin kadar büyüdüğünü anladıysan konuş benimle. Geçmiş gün tümörünü ve kinini eritemediysem, bunu başarısız sulu şakalarımın çözemediği katı espriler olarak farz et ve konuş benimle. Bir şans daha’lık bir şeyler olmadığını bilen ama misketlerini göstermek için hâlâ peşinde olan bir çocuk için yüzünü dön... Konuş benimle... 6- Ne olur, Allah aşkına konuş benimle... Her ne olduysa, içinde duramayan bu şeyin eskilere ait olduğunu anladı. Yazdıklarındaki sapmalar açıkça görülüyordu. Bunları balıklara yazmamıştı. Balıklar içinde susmuş bir yükün mührüydü...

Devam edebilir…

28


‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa, kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’

5- Ne olur, oradaysan ve dizlerimdeki kabuğun en az senin kadar büyüdüğünü anladıysan konuş benimle. Geçmiş gün tümörünü ve kinini eritemediysem, bunu başarısız sulu şakalarımın çözemediği katı espriler olarak farz et ve konuş benimle. Bir şans daha’lık bir şeyler olmadığını bilen ama misketlerini göstermek için hâlâ peşinde olan bir çocuk için yüzünü dön... Konuş benimle...

Her ne olduysa, içinde duramayan bu şeyin eskilere ait olduğunu anladı. Yazdıklarındaki sapmalar açıkça görülüyordu. Bunları balıklara yazmamıştı. Balıklar içinde susmuş bir yükün mührüydü... Bunca zaman yazan, soran, merak eden, belli bir cezbeyle bir şeyin ardına düşmüş kaç kişi insanın şu muamma iç âlemini konuştu? Kaçı zihinden bahsederken kendine yakalandı? Kaçı o bilinmezleri; kütüphane, oda, otel olarak adlandırdı hatıralarında bocalarken. Hepsi de derindeki bir perdenin varlığına müptela olmamış mıydı en başta? Çektiği fotoğraflar, kahvesini bitirdiği bardağı, kurduğu bağdaşın içindeki çizgisiz defteri ve yazdığı bu altı maddeyi çektiği resimlerin son altısına birer birer yazmak için elindeki kalemi hazırda bekliyorlardı. Oysa bir an bekleyip paragraf başı yaptı ve ‘’Hafızasında dışlanmış biri olmaktan korkuyorum.’’ yazdı. Bununla birlikte artık açıkça kabullenmiş oluyordu; gerçekten de yazdıklarındaki sapmaların işaret ettiği şey, hâlen daha ağırlığını hissettiği şeydi... Buradan ayrılan sevgili. İlletli zamanlar... Siz ona ne derseniz deyin olacağa ilerleyen zaman... Bitmeyecek gibi hissettiren nekahet dönemi canını burnuna getirdiğinde, bunların bir başka vadiye açılacak kapının habercisi olduğunu asla bilemezdi... Yüzünü yıkamak üzere doğrulduğunda, önce evinin kapısını kilitlemek için anahtarına yöneldi. Kapısının altında duran beyaz zarflı mektup, ifadesindeki kararsızlığa ve içindeki minik heyecana yuva yaptı. Neyin nesiydi şimdi bu mektup? Önce yüzünü yıkasaydı hayal sandığı bu şeyi yaşamayacağını düşündü, eğilip mektubu aldı ve açmadan önce yüzünü yıkadı. Bu eylemi içten gelen gerilimine karşı koyamadığından yaptı çünkü üzerinde adres veya isim yer almıyordu. Olanca hızıyla ve kafasında dönen türlü fikirle yatağına geçti. Kim ona bir mektup yollayabilirdi? İhtimal verdiği kişileri ve olası görünmeyen sürprizleri hesaba katarken zarfı elinde tutuyordu. Şehrin geceye dair sesleri kuşlarınkiyle birlikte penceresinden içeri girerken zarfı açmak üzere bir hamle yaptı. Gözünün önüne mektubu açarken zarftan çıkan sesle birlikte diğer bütün seslerin bir süre için dineceğiyle ilgili bir sahne getirdi. Ardındansa ‘’Hadi ama!’’ Diyerek tek hamlede zarfı açtı.

29


Merhaba... O çizgisiz deftere ta ilk başta bunu yazarak başlamıştın değil mi? ‘’Merhaba...’’ Bendeniz de öyle başlamak istedim. Hemen şunu arz edeyim, kim olduğumu sorup durmayı bırak! Söylemek istediklerin için defterine yazıyor olduklarını gören biriyim... Bilmen gerekenlerse; -Mektuplarımı öyle zamanlarda alacaksın ki, onları okuyup uyuya kalmamak elinde olmayacak. -Sabah olduğunda her nereye saklarsan sakla, onu tekrar bulamayacaksın. Sadece bir kez okuyabileceksin. -Okuduklarını defterine yazıp saklayabileceğin zannında olma, bunu deneyeceğini biliyorum fakat yazdıklarım hiç bir yere not edilemez. Evet, sadrından başka hiç bir yere. -Hayır, bu öyle sandığın gibi bir oyun değil! Sen söylemek istediklerini defterinle söyleyebiliyorsun, bendenizdense sana doğrudan ulaşan bu mektuplar olacak. Sabahlara varasın...

Devam edebilir…

30


31


Devam覺 Kalabal覺k derginin yeni say覺lar覺nda...

32


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.