Bir milletin asıl gücü, topu, tüfeği, tankı değil; imanlı ve
inançlı
evlatlarıdır.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan
SİYASAL BÜLTENİ
SUNUŞ
S
ekiz yıl aradan sonra, geçen dönem yayın hayatına tekrar başlayan Siyasal Bültenimizin 35. sayısını çıkarmış olmanın mutluluğuyla yeniden karşınızdayız.
Yıllar önce Siyasal Bülteni ailesini oluşturan ve bugün de bültenimizi tekrar çıkarmamıza maddi-manevi destek olan mezun ağabeylerimize ve her türlü fedakârlığı, azmi ve kararlılığı gösteren teşkilatımızın güzide mensuplarına teşekkürü bir borç biliriz. Allah kendilerinden razı olsun. Bu sayımızda “İslam Coğrafyası” dosyasını ele aldık. İslam Coğrafyasında yaşanan zulümlere ve ümmetin suskunluğuna değindik. Geçen sayımızda başlatmış olduğumuz; Tarihten Örnek Şahsiyetler bölümümüzde Bediüzzaman Said Nursi’yi ağırladık. Ayrıca üniversite, ülke ve dünya gündemi bölümlerimizle içeriğimizi zenginleştirdik. Bir sonraki Bültenimizde daha coşkulu, daha dolu, ve daha nitelikli çalışmalarımızla, daha farklı dosyalarımızla beraber olmak dileğiyle, Allaha emanet olun. Selam ve dua ile. Teşekkürler: Mezun abimiz Mustafa YELEK’e, Dergimizi baskıya hazırlayan Bilal TURAN’a, Fakülte sorumlumuz Furkan BAYER’e, Gökhan ADIGÜZEL’e ve emeği geçen herkese...
4
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
5
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
6
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
AKIL BİR ŞEYİN SONUNU GÖREBİLMEKTİR! 1. Akıl bir şeyin sonunu görebilmektir. Bölge de muhtemel bir savaşın, Ortadoğu’nun tamamını kaosa sürükleyeceği; masum insanların hayatına mal olacağı ve ekonomik olarak tüm bölgeye yıkım getireceği mutlak suretle görülmelidir. 2. Türkiye büyük bir devlettir. Her türlü dış tehdit ve saldırıya karşılık verecek güçtedir. Elbette bu olay karşısında da tarihsel tecrübesine ve bölgesel ağırlığına uygun bir sorumlulukla hareket edecektir. SALDIRIYI KİMLERİN YAPTIĞI KESİN TESPİT EDİLMELİ! 3. Ancak, söz konusu saldırı ile ilgili şüpheli sorular henüz tam anlamıyla aydınlığa kavuşturulamamıştır. Bombayı kimin ya da kimlerin attırdığı konusunda, kesin sonuçlara sahip değiliz. Bu yüzden, bu müessif saldırıyla ilgili soruşturma bütün yönleriyle ele alınmalı ve titizlikle araştırılmalıdır. AJANLAR ENGELLENMELİ! 4. Maalesef bölgeden aldığımız güvenilir bilgilere göre, olayın vuku bulduğu Akçakale ve Şanlıurfa’da yabancı istihbarat güçlerinin yoğun faaliyetleri söz konusudur. Aynı yoğun faaliyetlerin Suriye tarafında olduğu da bilinmektedir. Bu ajanlarının faaliyetleri dikkatle takip edilmeli ve engellenmelidir. PROVAKASYONA GELİNMEMELİ 5. Bu süreçte Türkiye ile Suriye’yi sıcak bir savaşın içerisine sürüklemek isteyen küresel plan ve oyunlar, göz ardı edilmemeli provokasyon ihtimali unutulmamalıdır. 6. Atılacak her adım, Türkiye’nin tarihi tecrübesine uygun bir hassasiyet ve teenni ile atılmalıdır. BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ UNUTULMAMALI! 7. Bölgemiz ve İslam coğrafyası üzerinde “Büyük Ortadoğu Projesi” uzun zamandır yürürlüğe konulmaya çalışılmaktadır. Irak, Libya ve Afganistan’da yaşanan son gelişmeler bu proje kapsamında değerlendirilmektedir. Bu çerçevede bölgemizde yaşanacak, yeni bir sıcak çatışma coğrafyamıza değil, Büyük Ortadoğu Projesinin planlayıcılara hizmet edecektir. 8. Suriye, İran, Türkiye arasında ki ilişkilerin güçlenmesi en fazla İsrail ve ABD’yi rahatsız edeceği gibi, bozulması da yine en fazla bu iki ülkeyi sevindirecektir. Bu nedenle iki ülke arasındaki krizi savaşa dönüştürecek provokasyon ve tahriklerine karşı dikkatli olunmalıdır. NATO MÜDAHALESİNE KARŞIYIZ 9. NATO’da dahil olmak üzere, Suriye’ye batılı bir müdahaleye şiddetle karşıyız. Bu kirizi İslam ülkeleri kendi aralarında çözmelidir. Batı eksenli askeri müdahalelerin acı sonuçları Irak, Afganistan, Libya gibi ülkelerde açıkça görülmüştür. ÇÖZÜM İÇİN D-8’LER HAREKETE GEÇİRİLMELİ 10. Hak ve Adalete dayalı bir çözüm için D8’ler mutlaka harekete geçirilmedir. D-8 kuruluş amacı ve yapısı itibariyle bu konuda en uygun çözüm platformu olarak değerlendirilmelidir. 11. Aynı çerçevede Mısır Cumhurbaşkanı Sayın Muhammed Mursi’nin gündeme getirdiği dörtlü çözüm önerisi mutlaka desteklenmeli ve çalışma takvimi hızlandırılmalıdır. 12. Biz Milli Görüş olarak, Milli Görüşün İslam ülkelerinde ki kırk yıllık birikim, tecrübe ve etkinliğini harekete geçirmeye, İran, Suriye, Türkiye ve Mısır ekseninde arabuluculuk yapmaya hazırız.
7
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
GÖNLÜMDEN TAŞAN BİRKAÇ KELAM Abdulkerim SOYLU
“Sonu hatırladım ilki duyunca” diyor bir şair. Gerçekten öyle değil mi? Bir şeyin başlamış olması onun sona ereceğini göstermiyor mu? Her şeyin bir sonu var.
S
ondan başlamak istedim yazıma. Son noktadan.. Çünkü bu dünyada yaşayıp giderken dikkatimizden kaçan bir şey var; son. Dikkatimizden kaçtığı için ya da dikkat etmek istemediğimiz için bizi hazırlıksız yakalayan… “Sonu hatırladım ilki duyunca” diyor bir şair. Gerçekten öyle değil mi? Bir şeyin başlamış olması onun sona ereceğini göstermiyor mu? Her şeyin bir sonu var. İlkokula başladık, sona erdi. Liseye başladık nihayete erdi. Üniversiteye başladık, o da bitti. Şimdi yaşam kavgası denilen o ortamın içine giriyorum. Öyle bir ortam ki; pek çok insan onun çarkları arasında kaybolup gidiyor, kendini kaybediyor, neyi niye yaptığını, yola ne hayallerle çıktığını hatırlayamaz hale geliyor. Ben o ortama, orada kaybolmama ümidiyle giriyorum. Gerçi, çoğu insan bunu arzuluyordur belki de… Ben onlardan çok mu üstünüm? Pek sanmıyorum… Yukarıda yazdıklarıma bakınca, sanki karamsar bir tablo çizmişim gibi geliyor bana. Peki, o zaman nasıl hala Cemil Oktay hocamın ifadesiyle “hayat jungle”ına ümitle girebiliyorum? Kendimi diğer insanlardan üstün görmediğimi söylemiştim. Onlardan üstün değilim, ancak çoğu insanla aramda bir fark var. Bu fark Allah (cc)’ın bana Anadolu Gençlik Derneği’nde bulunmayı nasip etmesidir. “İstanbul
8
Ekim 2012
Siyasal” gibi bir fakülteyi kazanmış biri olarak pek çok farklı yola gidebilirdim. Yapılacak çok daha farklı faaliyetler bulabilirdim. Ancak Anadolu Gençlik’te bulunmak nasip oldu. Anadolu Gençlik Derneği’nin hayatımda bu kadar önemli bir yere sahip olmasının nedeni nedir? Her şeyden önce, bu dünyada neden var olduğumu, Allah (cc)’ın beni neden yarattığını unutmamamı, imanımı muhafaza edebilmemi sağladı. Bu vakıfta hiç kimsenin yararına bir şey yapmamış, hiçbir faaliyette aktif olarak yer almamış olsaydım bile, imanımı muhafaza edebilmem tek başına burada bulunmama yeterli bir sebep teşkil ederdi. Arkadaşlarla beraber yaptığımız hadis dersleri, çok değerli hocalardan aldığımız tefsir, siyer, ilmihal dersleri ve bunlar gibi pek çok faaliyet yalnızca imanımı muhafaza etmekle kalmayıp, bilmediğim pek çok bilgiyi de öğrenmeme vesile oldu. Ancak bu vakfın bana bunun dışında da pek çok katkısı oldu. Necmettin Erbakan Hocam burayı “4 fakülte” olarak nitelendiriyor. Gerçekten de insana 4 fakülte bitirmiş gibi nitelikler kazandırabilen bir vakıf burası. Dört senelik üniversite hayatımda çeşitli görevler verildi bana. Bu görevleri yerine getirmeye çalışmak, sorumluluk bilincimin artmasını ve görevimi başarıyla
SİYASAL BÜLTENİ
yürütmek, özgüvenimin artmasını ve bir şeyleri yapabilmenin getirdiği mutluluk hissini tadabilmemi sağladı. İnsanlara hizmet etmenin zorluklarını ve insana verdiği o değişik hazzı öğrendim bu vakıfta. Elbette her şey güllük gülistanlık değildi. Hata yaptığım zamanlar da oldu, yanlış kararlar aldığım zamanlarda, insanların bana karşı hata yaptıkları zamanlarda… Üzüldüğüm canımın sıkıldığı zamanlar da oldu. Ancak bunların hepsi benim için ayrı birer tecrübe niteliğindeler şimdi. Bu zorluklarla beraber öğrendim insanları yönetmenin nasıl bir şey olduğunu, nasıl sıkıntılar çıkarabildiğini, bu problemleri nasıl çözmem gerektiğini. Bir “Siyasallı”nın kesinlikle bilmesi gereken şeyleri öğrendim. Herhangi bir konuda bir organizasyon nasıl yapılır, bir sorun çözülürken ya da bir konuda çalışılırken bir ekip nasıl oluşturulur, bu ekipte görev dağılımı nasıl yapılır, görevlilerin takibatı nasıl yapılır gibi. Pek çok katkısı oldu bu vakfın bana demiştim. Bir diğer katkısı da; birbirinden değerli mezun abilerle tanışmama vesile olması. Bu değerli abilerimin hepsi benim geçeceğim yollardan daha önce geçmiş insanlardı. Bu yollardan daha önce geçmiş ve bir yerlere gelebilmiş insanlar. Birbirinden değerli derken abartmıyordum, çünkü hiçbiri bizlere ellerinden gelen maddi-manevi desteği vermekten kaçınmadı. Bizlerle tecrübelerini paylaştılar, zorlukların üstesinden nasıl gelebileceğimiz konusunda bize güzel tavsiyeler verdiler. Kendimizi nasıl daha çok geliştireceğimiz, hangi faaliyetlerin bizleri bir adım daha ileriye götüreceği konusunda bir yol haritası çizmemizde yardımcı oldular. Aramızda oluşan bu sami-
miyet sayesinde bir sıkıntıya düştüğümüzde ümitsizliğe kapılmadık, çünkü bir şekilde abilerimizin bize yardım edeceğini, sıkıntımızı kendileri çözemeseler dahi bize nasıl çözeceğimiz konusunda yol göstereceklerini biliyorduk. Allah onlardan razı olsun. Lisede kurulan arkadaşlıklarla üniversitedekiler arasında bir fark vardır. Lisedekilerde samimiyet daha fazladır genellikle. Bunun bir sebebi, daha az kirlenmiş olmamız, bir diğer sebebiyse aramızda çıkar ilişkisinin olmamasıdır galiba. Üniversitede çıkarlar daha fazla göz önüne gelmeye başlıyor, insanlar daha fazla kendi çıkarlarına göre hareket etmeye başlıyorlar nedense. Bu da samimiyeti ister istemez azaltıyor diye düşünüyorum. Vakfın bir diğer güzelliği de samimi olabileceğin insanları tanıyabilmen. Bu vakıfta pek çok iyi insanla tanıştım ve aramızda çok çabuk bir samimiyet oluştu. Çünkü buradaki insanlar Allah rızası için buradalar. İşin içinde mal, mevki, para gibi çıkarlar değil de Allah rızası olunca samimiyet bir başka oluyor. Hatalı, kusurlu insanlar hiç mi yok? Tabii ki var, çünkü kusursuz insan yoktur. Lakin insanlar Allah rızası için bir araya geldiğinden birbirinin kusurunu görmezden gelmek ya da birbirinin yanlışlarını düzeltmek daha kolay oluyor. Her insanın tabiatı farklıdır, bu yüzden herkes birbiriyle iyi anlaşacak diye bir kaide yoktur. Ama niyet Allah rızası olunca, normalde anlaşamayacağın tabiattaki insanlarla da beraber vakit geçirebiliyorsun. Bir de Allah rızası için gerçekten sevdiğin insanlar vardır. Özellikle Siyasal’daki arkadaşlarım başta olmak üzere diğer pek çok fakültede sevdiğim iyi insanlarla tanışmama
vesile oldu, bu vakıf. Bu değerli insanların içinde de hepsinden daha çok sevdiğim başımın belası bir arkadaşla olan samimiyetim gönlümde ayrı bir yer oluşturuyor. Başımın belası diyorum ya, gerçekten öyle. Adam dört senedir benim peşimi bırakmadı, ne zaman derdim varsa yanıma geldi, ne zaman sevinsem benimle beraber sevindi. Onun yüzünden hiç yapayalnız kalamadım. Onunla beraber pek çok zorluğa göğüs gerdim, sıkıntıları aştım. İnsanın hayatı her zaman hayal ettiği gibi olmuyor. Bazen istediğin bir şeyi yapamıyorsun, bazen işler senin istediğin biçimde gelişmiyor. Hiç beklemediğin insanlardan beklenmedik tepkiler alabiliyorsun. Bir olaya nasıl karşılık vereceğin konusunda kararsız kaldığın zamanlar olabiliyor. Böyle durumlarda yanında seni Allah rızası için seven bir arkadaşının olması, sana sabrı tavsiye etmesi, seninle beraber dertlenmesi insana gerçekten yardımcı oluyor. Her şeyin bir sonu var demiştim başlarken. Bu yazının da sonu geldi; yazılabilecek pek çok şey, eksik kalmış düşünceler olmasına rağmen. Zaten mükemmel bir yazı yazma gibi bir amacımda yoktu yazıya başlarken. Bu yazıyı okuyan arkadaşlarımın kendilerini Allah rızası için seven ve Allah rızası için sevdikleri insanlarla tanışabilmelerini, benim için bir yuva haline gelmiş olan Anadolu Gençlik Derneği’nde bulunabilmelerini, bu hayatı kendilerine ve bu millete faydalı olarak geçirebilmelerini diliyorum. Selam ve dua ile…
9
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
FİLİSTİN TOPRAKLARININ TARİHİ VE ‘İSRAİL SORUNU’ Gökhan ADIGÜZEL
O
rtadoğu topraklarının en eski yerleşim yerlerinden biri olan ve tüm insanlık için büyük önem ifade eden bu topraklar, tarih var olduğundan beri büyük savaşlara ve bunun sonucu olarak kan ve gözyaşına tanık olmuştur. İslam’dan önceki dönemlerde Filistin topraklarında Mısırdan, Hititlerden, doğudaki Sami nüfusundan ve Girit adasındaki Minos topluluklarından oluşan karma bir medeniyet bulunuyordu. Bu karma nüfusun doğal sonucu olarak da bu toprakların yönetiminde birçok sıkıntı ortaya çıkıyordu. Bu sebeple de İslam’ın doğuşuna kadar bu topraklar Filistin, İran, Mezopotamya, Grek, Roma, Mısır ve Makedonya devletleri arasında sık sık el değiştiriyordu. Filistin Topraklarının İslam ile Tanışması: İslam’ın doğuşundan sonra Müslümanlar tarafından 641 de fethi tamamlanan Filistin toprakları İslam medeniyeti ile tanıştı. İslam ordusu bu toprakları Romalıları büyük bir bozguna uğratarak fethetmiştir. Fetihten sonra İslam ile tanışan halkın çok büyük bir bölümü Müslüman olmuştur. Fetihten sonra birçok kez haçlıların saldırılarına uğrayan bu topraklar 1516 da Osmanlı imparatorluğunun egemenliğine girmiştir. Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilen bu topraklar 1917 ye kadar Osmanlı İmparatorluğu tarafından siyasi istikrar açısından en rahat dönemlerinden birini yaşadı. Zaten bu tarihten itibaren Filistin tarihi
10
Ekim 2012
açısından kan ve gözyaşı artarak devam etmiştir.
‘İSRAİL SORUNU’ Bize okul yıllarımızdan beri kitaplarda öğretilen bir ‘Filistin Sorunu’ vardır. Bu ifade birçok kişiyi Filistinlin Ortadoğu’da bir sorun olduğunu düşündürmeye yetmiştir. Ama aklı başında takva sahibi bir Müslümanın Ortadoğu’daki sorunun ne olduğunu çözmesi için fazla düşünmesine gerek yoktur. Resmi olarak 1948 de başlayan ama siyonistlerin yüzyıllar süren planlarının sonucunda dünyaya gözlerini açmış olan sorun ‘İsrail Sorunu’ ‘İsrail Sorunu’nun Tarihi Arka Planı: Siyonistler Yahudilerin dini duygularını harekete geçirebilmek için dini terminolojiyi çarpıtarak kullanmayı bir yöntem olarak benimsemiştir ve bu durumu istismar etmek içinde en çok Tevrat’ta geçen Tekvin 15/18 ayetini kullanmıştır. (Tekvin 15/18 :Mısır ırmağından Büyük ırmağa , Fırat nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.) Bu ayeti kendine hedef olarak koyan Siyonistler, özellikle Osmanlı’nın güçsüz dönemlerini kendilerine fırsat bilmişlerdir. Siyonizmin ana çizgileri ilk olarak Dünya Siyonist Kongresin’de
(1897) de ortaya konulmuştur. Bu kongrede dünyadaki tüm Yahudilere ‘Ana Yurtları’na dönme çağrısında bulunuldu. Bu çağrı ile birlikte günümüzde de süren ‘İsrail Sorunu’nun temelleri atılmış oldu. Siyonistlerin Artan Faaliyetleri ve İsrail Devleti’nin Kuruluşu: Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru 1917 yılında İngilizlerin Kudüs’ü ele geçirmesiyle başlayan süreç 1948 de İsrail devletinin resmi olarak ilan edilmesiyle sonuçlanmıştır. Böylece Siyonizm sözde ‘Vaad Edilmiş Topraklar’ için ilk adımını atmış oldu. 1948’den Günümüze ‘İsrail Sorunu’: Terörü bir metot olarak kullanan çetecilerin kurduğu ve yaşattığı ‘İsrail Devleti’ , Filistinlileri topraklarından kovmak için sayısız katliama imza attılar. Bunlardan filistin topraklarında gerçekleşen önemi haiz katliamlar şunlardır:
SİYASAL BÜLTENİ
Hayfa Katliamı (20 Haziran 1947) Siyonist çeteler tarafından düzenlenen bombalı saldırıda 74 filistinli hayatını kaybetti 24’ü de yaralandı.
Semiramis Oteli Katliamı (5 Ocak 1948) Filistinlileri Kudüs’ten kaçırtmak amacı ile düzenlenen saldırıda 26 filistinli hayatını kaybetti 20’si de yaralandı.
Nasruddin Katliamı (13-14 Nisan 1948) Bu katliamda bir Filistin köyüne saldıran çeteler 50 Filistinliyi katletti.
Lida Katliamı (9-18 Temmuz 1948) Lida’yı kuşatan Siyonist birlikler 250 Filistinliyi katletti. Daha sonrasında camiye sığınan 176 sivilinde öldürülmesiyle bu sayı 426’ya yükseldi.
Kibya Katliamı (14-15 Ekim 1953) Ariel Şaron liderliğinde ki Siyonist birliklerinin yaptığı katliamda 67 Filistinli hayatını kaybetti 75’i de yaralandı. Kudüs Katliamı-1 (5-7 Haziran 1967) Siyonist birliklerinin Kudüs’e havadan ve karadan yaptığı saldırılar sonucu 300 sivil hayatını kaybetti.
Hz. İbrahim Camii Katliamı (25 Şubat 1994) El-Halil’deki Hz. İbrahim Camii’nde Ramazan ayında sabah namazı esnasında Yahudi yerleşimcilerinin el bombası ve makineli silahlarla gerçekleştirdiği katliamda 50’den fazla Filistinli hayatını kaybetti,300’ü de yaralandı. Koruyucu Kalkan Operasyonu ve Cenin Kampı Katliamı (29 Mart-3 Mayıs 2002) 1967 savaşından sonra Batı Şeria’ya en büyük hava ve kara operasyonu gerçekleştirildi.Cenin Kampın’da büyük bir katliam gerçekleştiren İsrail askerleri 1.300 Filistinliyi şehid etti.1.500 kişi yaralanırken 4.258 kişi işgalciler tarafından tutuklandı.
Han Yunus Katliamı (3-4 Kasım ve 12 Kasım 1956) Süveyş Kanalı krizi sırasında İsrail ordusu, direniş olduğu gerekçesiyle Gazze’de ki Han Yunus şehrini ve mülteci kampını işgal etti. Rastgele yapılan baskınlar sonucu iki günde 325 sivil katledildi.8 gün sonrasında ise yeni bir katliama girişen işgalciler bu defa da 250’den fazla Filistinliyi katletti. Kudüs Katliamı-2 (8 Ekim 1990) Mescid-i Aksayı yıkarak yerine Süleyman mabedini yeniden inşa etmek isteyen ‘Mabed Koruyucularının’ çağrısıyla 200 bin Yahudi Harem-i Şerife doğru yola koyuldu. Yahudiler ve Filistinliler arasında çıkan tartışmalara İsrail askerleri müdahale etti ve bunun sonucunda 30 filistinli hayatını kaybetti 850’si yaralanırken 250 filistinli ise gözaltına alındı. Gökkuşağı Operasyonu (18-23 Mayıs 2004) Gazze’de ki Refah Mülteci kampına düzenlenen saldırıda 53 Filistinli hayatını kaybetti 120’side yaralandı. Saldırı sonucunda 1.960 Filistinli ise evsiz kaldı.
Deir Yasin Katliamı (9 Nisan 1948) Siyonist çetelerin düzenlediği bu katliamda 254 Filistinli hayatını kaybetti. Bu katliamın amacı ise Kudüs yolunu Arap güçlerinden ‘temizlemek’ ve Araplara korku salmaktı. Darayima Katliamı (29 Ekim 1948 ) El-Halil’deki Darayima köyüne giren İsrail birlikleri evlerde ve sokaklarda gördükleri çoğu kadın ve çocuk 80-100 Filistinliyi katletti. Ardından camiye Cuma namazı için giden 75 kişiyi de katletti. Köyün dışında saklandığı fark edilen 35 ailenin de makineli tüfeklerle taranması sonucu Darayima’da öldürülen Filistinli sayısı 580 kişiyi buldu. Kudüs Katliamı-3 (24-27 Eylül 1996) Mescid-i Aksa’nın altında sözde ulaşım amacıyla kazılan tünelin İsrail yönetimince açılması sürecinde Filistinliler ayaklandı. Çıkan olaylarda 76 Filistinli hayatını kaybetti,200’e yakını da yaralandı. Tövbe Günleri Operasyonu (30 Eylül-16 Ekim 2004) Gazze’de ki Beyt Hanun,Beyz Lahiya ve Cebaliyye mülteci kampına yönelik saldırılarda 138 Filistinli hayatını kaybetti. Gazze Savaşı (28 Haziran-26 Kasım 2006) İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına ve suikast politikasına devam etmesi üzerine Hamas’ın16 aydır süren ateşkesi tek taraflı bozması ve iki İsrail askerini öldürmesi sonucunda yapılan katliamda 400 filistinli hayatını kaybetti ve yaklaşık 1000’i de yaralandı.
11
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
Mavi Marmara’ya yapılan saldırı, Siyonizm’e karşı tarihi bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Bu saldırı dünyadaki tüim Müslümanları ümmet bilinci içinde birlik olmaya yöneltmesi bakımından çok önemlidir. Rabbim dünyanın her noktasında, zulüm gören tüm dünya Müslümanlarını muzaffer eylesin inşallah.
Sıcak Kış Operasyonu (28 Şubat-3 Mart 2008) Gazze’ye operasyon düzenleyen İsrail işgalci kuvvetleri 117 filistinliyi katletti 200’ü de yaralandı. Dökme Kurşun Operasyonu (27 Aralık 2008-18 Ocak 2009) Roket atışlarını durdurmak ve Hamas’ın altyapısı ile insan gücünü hedef almak üzere 27 Aralık’ta hava ve denizden Gazze’ye saldıran İsrail birlikleri 3 Ocak’ta kara harekatı başlattı. Aralarında 418 çocuk,111 kadın,123 yaşlı,16 yardım ve sağlık görevlisi ile 4 gazetecinin de bulunduğu 1.320 kişi hayatını kaybetti.1.900’u çocuk,800’ü kadın 5.500’ü aşkın kişi de yaralandı. Saldırılar sonucu harabeye dönen bölgede zararın en az 2 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. .Nüfusunun %80’ninin insanı yardıma bağlı yaşadığı Gazze’de, saldırılar sonucu tam bir insanlık felaketi yaşandı. Siyonizmin, sözde ‘vaad edilmiş topraklar’a ulaşma hedefi ile gerçekleştirdiği bu katliamlar Anadolu’daki ve tüm dünyadaki Müslümanları çok derinden etkilemişti. Siyonist rejim bu topraklarda birçok neslin hayatına, ümitlerine ve yaşamına mal olmaya devam ediyordu. Siyonist rejime ve katliamlara dur demek için Anadolu’dan yükselen destansı ses ‘Mavi Marmara’…
Siyonizmin Son Hedefi ‘Mavi Marmara’ İsrail’in 1967’den bu yana Gazze’ye uyguladığı denizden ablukayı kırmak,2006-2007 yılla-
12
Ekim 2012
rından itibaren süregelen ambargoyu sonlandırmak üzere dünyanın dört bir yanından toplanan 700 civarında gönüllü 29 Mayıs 2010 günü Antalya’dan demir alarak Gazze’ye yola çıktı Dünyadaki hükümetlerin ‘reel politik’ kaygılar nedeniyle Filistin’de yaşananları görmezden geldiği bu dönemde yüzlerce kişi sadece insan olduklarından Gazze’deki ambargonun son bulması için yola koyulmuştu. 31 Mayıs 2010 sabahı sadece insani yardım taşıyan, tamamen sivillerden oluşan bir girişim olan Gazze Özgürlük Filosu’na saldıran Siyonist rejim bir katliama daha imza attı. İnsanlık tarihine iz bırakan bu sivil girişime yapılan bu müdahale literatüre ‘Mavi Marmara Saldırısı’ olarak geçti. Yapılan bu vahşice saldırıda dokuz Türkü şehid eden İsrailli teröristler, tüm dünyanın gözü önünde bir katliam daha yapmaktan çekinmemişti. Rabbim tüm şehitlerimizin şehadetlerini kabul eylesin inşallah. Mavi Marmara’ya yapılan saldırı, Siyonizm’e karşı tarihi bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Bu saldırı dünyadaki tüim Müslümanları ümmet bilinci içinde birlik olmaya yöneltmesi bakımından çok önemlidir. Rabbim dünyanın her noktasında, Çeçenistan’da, Arakan’da, Doğu Türkistan’da, Patani’de, Bosna Hersek’te, Filistin’de zulüm gören tüm dünya Müslümanlarını muzaffer eylesin inşallah. Hz. Ali(r.a)’nın buyurduğu gibi ‘’Mazlumun zalimden öcünü alacağı gün,şüphesiz zalimin mazluma zulmettiği günden daha çetin olacaktır…’’
SİYASAL BÜLTENİ
BOSNA RAPORU
1
995 yılının Temmuz ayında Sırp caniler sistematik olarak yürüttükleri katliamlarda 8.372 müslüman’ı öldürdü, yüzlerce kadın ve küçük yaştaki kız çocuğuna tecavüz etti. Bir gün içerisinde 20.000’in üzerinde mülteci Srebrenitsa’dan zorla çıkarıldı. Dünyada Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin ardından yaşanan gelişmeler altı federe cumhuriyetten oluşan Yugoslavya’nın da dağılmasına neden oldu. Yugoslavya’yı meydana getiren cumhuriyetlerden biri olan Bosna, 1992 yılının Şubat ayında yapılan bir referandumun ardından bağımsızlığını ilan etti. Ancak Bosna’nın bağımsızlık kararını tanımayan Sırplar, Saraybosna’yı kuşatma altına alarak üç buçuk yıl süren Bosna Katliamı’nı başlattılar. 1995’in Temmuz ayında ise Srebrenitsa’da Sırplar caniler tarafından 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan en büyük soykırım gerçekleştirildi. Sırp kuvvetleri Srebrenitsa’da 8.372 Boşnak’ı öldürdü, yüzlerce kadına ve küçük yaştaki kız çocuğuna tecavüz etti. Bir gün içerisinde 20.000’in üzerinde mülteci Srebrenitsa’dan zorla çıkarıldı. 1992-95 yılları arasında sistematik olarak yürütülen büyük çaplı bir etnik temizliğe maruz kalan Bosna’nın doğu yakasında, tüm dünyanın gözleri önünde, Sırp kuvvetleri müslümanlara karşı her türlü savaş suçunu işledi.
Srebrenitsa Katliamı Sırp saldırılarından kaçan binlerce Boşnak BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilen ve 400 Hollandalı barış gücü askeri tarafından korunan Srebrenitsa’ya sığındı. Sığınmacılardan yaklaşık 25.000’i, barış gücü askerlerince Srebrenitsa’ya birkaç kilometre mesafedeki Potaçari’de bulunan bir akü fabrikasına yerleştirildi. Fabrikadaki savunmasız binlerce Boşnak, Hollandalı askerlerce 11 Temmuz 1995’te Ratko Miladiç, nam-ı diğer “Sırp Kasabı”, komutasındaki Sırp askerlerine teslim edildi. Askerler 12 yaş üstü tüm erkekleri bir yana, kadınları da diğer yana ayırdılar. Kadınlara tecavüz edildi, erkekler ise kamyon ve otobüslere doldurularak ölüme götürüldü. Srebrenitsa’daki kıyımdan Tuzla’ya kaçmaya çalışan 12.000’i aşkın Boşnak, dağlık güzergâh üzerinde pusu kuran keskin nişancı Sırp askerler tarafından âdeta tek
tek avlandı. Dağlardaki bu zorlu kaçış yolundan yaklaşık 3.000 kişi sağ olarak Tuzla’ya ulaşabildi. Srebrenitsa’dan Tuzla’ya uzanan yolda 10 gün içerisinde 10.000’den fazla kişi katledildi. Srebrenitsa’da yaşanan bu katliam Avrupa’da hukuksal olarak belgelenen ilk soykırım olarak tarihe geçti.
Bosna Savaşı’nın bilançosu Bosna’da üç buçuk yıl devam eden savaşta 312.000 kişi hayatını kaybetti, 2 milyon kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. 27.734 kişi resmî kayıtlara kayıp olarak geçti. Toplu Mezarları Araştırma Enstitüsü’nün 17 yıldır sürdürdüğü çalışmalarda 20.000 kaybın cesedine ulaşıldı, bunlardan yaklaşık 18.000’inin kimliği belirlendi. Toplu mezarlarda bulunan cesetlerin çoğu parçalandığı ve yakıldığı için kimlik tespit çalışmaları zorlukla sürdürülüyor. Kimlikleri tespit edilen kurbanlar her yıl 11 Temmuz günü düzenlenen törenle toprağa veriliyor.
13
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
BOSNA SEN BENİM AMCAMSIN Ömer SİRKECİ
1
993 Haziran ayı... Bosna’dan gelen bir haber : “Hayatının baharındaki Ömer şehit düştü!” Memleketi Karaman’da bulunan ailesi, biricik anası, kan ağlamıştı. 19 yaşındaki Ömer şehit düşmüştü. Bu günlerde onun akranları sıcacık evlerinde aileleriyle beraber çaylarını yudumlarken o hayatının baharında Müslümanlar için canını vermişti. Allah onu bu dünyadan alırken, yaklaşık iki ay sonra bu sözleri 19 yıl sonra kaleme alacak yeğenini dünyaya getirmişti. Ben ve benim gibi Allah yolunda yakınlarını kaybetmiş binlerce genç; babalarımızdan, amcalarımızdan, dayılarımızdan İslam sancağını devraldık ve bu sancağı kıyamete kadar dalgalandırmaya hazırız. Allah bu yolda şehit düşmüş ve düşecek bütün inananların şehadetini kabul etsin. Bu senenin mayıs ayında AGD’nin düzenlediği Bosna gezisiyle amcamın şehit düştüğü toprakları görme fırsatı buldum. Yukarıda bahsettiklerimden dolayı Bosna benim için özeldi. Bu nedenle bu fırsatı kaçırmak istemedim ve 4-5 gün Bosna’da bulundum. Aslında Bosna’ya gittiğim zaman yoğun düşüncelere kapılacağımı tahmin etmiştim. Çünkü Bosna’da yaşananlarla ilgili bazı belgeseller izlemiş, yazılar okumuştum. Mesela, Sırp caniler binlerce Müslümanı katletmekle kalmayıp şehid Müslümanları parçaladıktan sonra her parçasını başka yerlere gömmüşlerdi. Sadece bunu düşünmek bile insanın kanını donduruyorken olaylara şahit olan insanların ruh hallerini düşünemiyorum. Aslında her şey, kendilerini medeni olarak gören Avrupa devletlerinin yanı başında oluyordu. Ancak hiç biri sesini çıkarmıyordu. Hatta Hollanda’nın barış için gönderdiği iddia edilen ordusu Sırpların bu katliamları yapmaları için ellerinden gelen kolaylığı sağlıyordu. Ancak her şeye rağmen Aliya önderliğindeki Müslümanlar direnmişti ve sonunda birçok şeyi başarmışlardı. Buna rağmen yapılan zulmün etkileri kolay kolay silinebilecek gibi değil. Çünkü yolda giderken bile birçok binada savaşın izlerinin halen varolduğunu gördüm. Kurşun ve bomba izleri sanki dün olmuştu. Aradan geçen yıllar o izleri silememişti. Ancak bu zulümün etkileri sadece binalarda devam etmiyordu. Bir gün arabayla çarşıya çıkmıştık. Yürüyerek
14
Ekim 2012
gezinmek için arabayı bir otoparka park etmiştik. Otopark görevlisi yanımıza gelince şaşkın ve üzgündüm. Çünkü görevli birkaç gün sonra göreceğim parktaki çöpçüler gibi, ara sokaklardaki esnaflar gibi, fırıncılar gibi kadındı. Çünkü cani Sırplar birçok Boşnak erkeğini katletmişti. Boşnakların bu konuya bakışını rehberimiz bize şu şekilde anlattı: “IGMG(Avrupa Milli Görüş Teşkilatı)’den birkaç ağabeyimiz bir gün bir köyü ziyarete gitmişler. Köydeki teyzelerimiz onlara tatlılar yapmış ve ikram ederlerken şöyle demişler : “Biz bu tatlıları erkeklerimize yapardık. Ne yazık ki neredeyse hiç erkeğimiz kalmadı. Lütfen bu tatlıları onların yerine siz kabul ediniz.” Her şey aslında gayet açık. Şu an Filistin’de, Suriye’de ne yapılmak isteniyorsa bundan 20 yıl önce de Sırpların katliamına sesini çıkarmayan Siyonist güruhun amacı aynıydı. Onlar İslam düşmanı canilerdir, amaçları İslamı yok etmektir. Ancak bunu amaçlayan ahmak güruh İslam nurunun asla sönmeyeceği gerçeğini atlayanlardır. Bilinmelidir ki 19 yıl önce bir Ömer’in gidip başka bir Ömer’in geldiği gibi yeni Ahmetler, Mehmetler gelecektir. Bu nedenle mücadelemiz asla bitmeyecektir. Allah’ın izni ile elbet bir gün Müslümanlar huzur içinde yaşayacak. Bizler de bu uğurda mallarımızı hatta canlarımızı feda etmeye hazırız. İnanıyoruz ve bu yüzden güçlüyüz. Yazımı Bosna için söylenmiş bir ağıtın sözleriyle bitirmek istiyorum. Anne... Anne, hala seni hayal ediyorum... Ablam... Abim... Her gece sizi düşünüyorum... Yoksunuz... Yoksunuz... Yoksunuz... Sizi arıyorum, sizi arıyorum... Nereye gidersem gideyim sizi görüyorum... Anne... Baba... Neden yoksunuz? Bosna Sen Benim Annemsin... Bosnam benim, sana annem diyeceğim... Annem Bosna, ablam Srebrenica... Yalnız kalmayacağım... Bosna Sen Benim Annemsin... Annem Bosna, ablam Srebrenica... Yalnız kalmayacağım... Bosna sen benim amcamsın!
SİYASAL BÜLTENİ
KAFKASYA’NIN İMANLI VE MERT İNSANLARININ ÖYKÜSÜ -ÇeçenistanMehmet YAROĞLU Yüreğim usul usul vuruyor Kafkasyalım Namludan yeni çıkmış sıcacık kurşun gibi Dağlılar dağlar gibi ormanlar ordu gibi ağaçlar asker gibi Bir şimal rüzgarı değil bir Şamil fırtınası Tutsaklık haritası değil bir zafer coğrafyası / Erdem Beyazıt
D
ünya siyasetinde etkin bir rol almak isteyen Rus devleti bir taraftan sıcak denizlere inme politikasıyla Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çeşitli oyunlar oynuyor diğer taraftan ise Kafkasya’da işgale devam ediyordu. Kafkasya’nın imanlı, inançlı ve mert insanları olan Çeçenler katil ve zalim bir devlet olan Rusya’nın 1556’da Astrahan’ı işgaliyle Rus devletiyle karşı karşıya geldi. 1595’te Çeçen ve Dağıstan kuvvetleri tarafından bozguna uğratılan Rusya daha güçlü ve sistemli şekilde işgal politikasını sürdürmeye kararlı bir yol izledi. Tarih 1783’ü gösterdiğinde Rusya bugünkü Çeçenistan topraklarına ulaştı ve savaş bütün Kafkasya’ya yayıldı. Yapılan işgale sessiz kalmayan Çeçenler Kuzey Kafkasya’da İmam Mansur’un etrafında toplanmaya başladı ve müridizm hareketi ortaya çıktı. Kadirilik ve Nakşibendîliğe bağlı özel bir hareket olan müridizmle beraber Çeçenler bir direniş cephesi oluşturdular. Rus çarının General Yermolov’u Kafkasya Komutanı tayin etmesiyle beraber
Ruslar 300 bin kişilik orduyla beraber Kafkasya’da harekâta geçtiler. Bu harekâtla beraber Yermolov Çeçenleri ve diğer Kafkasya halklarını büyük bir katliama tabii tuttu. Rusların artan baskısı ve yaşanan katliamlar üzerine halk önce İmam Gazi Muhammed ve daha sonra İmam Hamzat önderliğinde ayaklandı. İmam Hamzat’ın şehit
edilmesiyle beraber Şeyh Şamil imam seçildi. Şeyh Şamil’in imam seçilmesiyle direniş yeni bir boyut ve heyecan kazandı. Çeçenler Şeyh Şamil önderliğinde Ruslara karşı özgürlük cihadı diye nitelendirdikleri direnişleriyle 25 yıl boyun eğmediler, direndiler. Hatta Rus yazar N. Çerniserskiy, bu savaştan bahsederken ‘’Rusya bu savaşa se-
nede yirmi beş bin asker gönderdi. ‘’ diye yazmaktadır. Şeyh Şamil’in 1859’ da General Bariatinski’nin kuvvetlerine esir düşmesiyle Çeçenistan toprakları fiilen işgal edilmiş oldu ve ardından Kafkas halklarının acı ve ızdırap dolu büyük sürgünü başladı. 1917 Çarlık Rusya’sında Bolşevik Devrimi gerçekleşti. Bunu fırsat bilen Çeçenler 1918’de topraklarını geri aldılar ve Kuzey Kafkasya Cumhuriyetini ilan ettiler. Cumhuriyeti ilk tanıyan Osmanlı İmparatorluğu oldu. 1920’ye gelindiğinde Komünistler Kuzey Kafkasya’yı işgal ettiler ve bölgede sıkı yönetim ilan ettiler. Başta din adamları olmak üzere âlimler ve binlerce kişi kurşuna dizildi. Bu katliamları 1944’te çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 700 kişinin yakılarak öldürüldüğü Haybah katliamı ve 1945’te katliamdan kurtulmak için Avrupa’ya kaçan fakat zorla iade edilen 8000 Kafkasyalının sınırda kurşuna dizilerek öldürüldükleri Drau Katliamı izledi. İnsanlıktan nasibini alamamış olan, şeref yoksunu Rus canileri katliamla-
15
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
rın yanı sıra bölgeye on binlerce Rus vatandaş yerleştirerek Kuzey Kafkasya’nın Ruslaştırılmasını hedefliyorlardı. 1988’de Çeçen-İnguş Halk Cephesi kuruldu ve 1990 da Çeçen Ulusal Kongresi toplandı. Çeçenler tarafından Bağımsız Çeçenistan Deklarasyonu ilan edildi. 1991 de yapılan seçimlerde oyların % 91.9 ‘unu alıp başkan seçilen Cevher Dudayev 1 Kasım 1991 de Çeçenistan’ın bağımsızlığını ilan etti. Rusların Çeçenistan’ın Rusya’ya bağlı özerk bir cumhuriyet olması fikrine şiddetle karşı çıkan Cevher Dudayev Ruslara karşı genel seferberlik ilan etti. Bu sırada Çeçenistan’da da Rusların desteğiyle Cevher Dudayev’e karşı bir muhalefet oluşturuldu ve Cevher Dudayev’i başkanlıktan uzaklaştırabilmek için her yol denendi. Ruslar 1994’te Grozni’ye hava saldırıları düzenlemeye ve bölgeye binlerce asker yığmaya başladı. Şamil Basayev komutasındaki özel bir birlik yapılan işgali ve katliamları dünyaya duyurmak için bir eylem düzenleyerek 2000 kişiyi rehin aldı. 21 Nisan 1996’da Cevher Dudayev gerçekleştirilen bir saldırı sonucu şehit edildi. Dudayev’in başkanlığı sırasında başkan yardımcığı görevini yürüten Zelim-
16
Ekim 2012
han Yardanbiyev Çeçenistan başkanı oldu. 1997 de % 57 oy alarak Aslan Mashadov cumhurbaşkanı seçildi. 1997 de Ruslar’a ait son birlikler de Çeçenistan’dan çekildi. Ancak 1999’da Ruslar yeniden Çeçenistan topraklarına girmeye başladı ve 6 Şubat 2000 de Rus birlikleri Grozniyi ele geçirdiler. Aslan Mashadov Rusların Grozni’yi ele geçirmesinden sonra dağa çekildi. Aslan Mashadov’un 8 Mart 2005’te şehit edilmesi üzerine yerine Abdulhalim Sadualev geçti fakat o da 17 Haziran 2006’ da şehit edildi. Günümüzde Çeçenistan fiilen ülke sayılmıyor. Rusya’ya bağlı özerk bölge konumundadır. Resmiyette Rus pasaportu ve Rus bayrağı kullanıyor. 5 Ekim 2003’te yapılan seçimde eski müftü Rus yanlısı Ahmet Kadirov başkan seçildi. Ahmet Kadirov’un kendisine karşı yapılan bombalı saldırıda ölmesinin ardından Ramazan Kadirov başkan seçildi. Rus yanlısı politikaları ve İslamla bağdaşmayan tavırlarıyla dikkat çeken Kadirov şu an bir kukla konumundadır. Çeçenistan’da direniş şu an yalnızca Kafkasya İslam Emirliği tarafından gerçekleştiriyor. Ülkemizde ve birçok Avrupa ülkesinde Çeçen mülteciler yaşamaktadır. Avrupa’daki Çeçen mültecilerin çoğu asimile olmuştur. Ancak ülkemizdeki Çeçen mülteciler gelenek ve göreneklerini devam ettirmektedirler. Başta İstanbul olmak üzere birçok ilimizde Çeçen kamp-
Rus yanlısı politikaları ve İslamla bağdaşmayan tavırlarıyla dikkat çeken Kadirov şu an bir kukla konumundadır. Çeçenistan’da direniş şu an yalnızca Kafkasya İslam Emirliği tarafından gerçekleştiriyor. ları kurulmuştur. Bu sene İstanbul Kadıköy Fener’deki Çeçen kampına gerçekleştirdiğimiz ziyarette gördüğümüz tablo ve anlatılanlar bizleri hüzünlendirdi. Kulübe tarzı evlerde hayatlarını devam ettirmeye çalışan Çeçen kardeşlerimizin sağlık ve çalışma hakları bulunmuyor. Devletimizin bir an önce Çeçen vatandaşlarımıza yıllardır verdikleri sözleri tutup daha insanca yaşayabilecekleri konutlar yapması gerekiyor. Devletimizin bu konudaki çabaları son derece yetersizdir. Çeşitli sivil toplum kuruluşları ülkemizde Çeçen vatandaşlarımız için sağlık ve barınma hizmeti sağlıyor. Bunların başında İmkan-Der, Cansuyu, İHH gibi sivil toplum kuruluşları geliyor. Sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra siyasi partilerden Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi de ülkemizde yaşayan Çeçen kardeşlerimizin dertlerine derman olmaya çalışıyor. Selam olsun Şamile, Dudayeve, Basayeve, Mashadova ... Selam olsun Çeçenistan’ın isimsiz kahramanlarına... Ve şanlı mücahidlerine...
SİYASAL BÜLTENİ
Çeçen Liderlerden Sözler “Üzerimdeki üniformam kefenim, şehadete talibim. Şehitliği rütbe ve şeref kabul ediyorum. Kanımın son damlasına kadar ülkemin bağımsızlığı ve milletimin hürriyeti için savaşmaya hazırım’’ “Cihad’ı Anlımızın Çatına Vurduk Ve Her Sabah Şehadeti Koyduk Dua’mızın Başına.”
Cevher Dudayev
Bu savaş, Volga’dan Don’a kadar tüm müslümanlar kurtarılıncaya kadar sürecek. Bütün dünyayı alevler kaplasa da bu cihada devam edeceğiz. Dünyadaki tüm Müsmanlar uyanıyor. Savaş 20 - 25 yıl sürebilir. Tüm Rusya savaş alanı olacak. Nihai hedef ise Kudüs’ün Siyonist işgalden kurtarılmasıdır. “Kimse ALLAH’ın müsaade ettiğini yapmama engel olamaz” Şamil Basayev “Bizi üzen Rusların saldırıları değil, bizi üzen İslâm dünyasının vurdumduymazlığıdır.” Aslan Mashadov
17
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
HEPİMİZ MÜSLÜMANIZ PATANİ MERDEKA Ömer Fatih AKBABA
S
okaklarda çırılçıplak yerlere yatırılan genç Müslüman erkekler ve kadınlar… Mescidlerde namaz esnasında işgal askerleri tarafından başlarından vurularak şehid edilen Mü’minler… Askerî birliklerde toplu tecavüz partilerinde heder edilen minik kızlar… Onurları zedelenen, hakir görülen, katledilen, dinlerine ve kültürlerine savaş açılan koca bir coğrafya. Burası Filistin değil! Burası ümmetin unuttuğu İslam beldesi: Patani… Patanideki Müslüman kardeşlerimizin başlarına gelenler ve Budist Tayland yönetiminin yaptığı zulümler hakkında bir yazı kaleme alarak bilenler bilmeyenlere anlatır inşallah diyorum. Biz elimizden geldiği kadarıyla sesimizi ulaştırabildiğimiz her alanda Patani’nin ve onun mustazaf evlatlarının sesini duyurmaya çalışacağız. Allah bu yardım çığlıklarına icabet edenlerin yardımcısı olsun. Patani günümüz Türkiye’sinde maalesef yeterince bilinmeyen ve ilgi görmeyen bir Müslüman coğrafyası. Patani’yi bildiğimden beri çevremdeki herkese soruyorum ve cevap olarak verilenler o kadar utanç verici ki Müslüman hassasiyetimizin çok gerilerde kaldığının aslında bir göstergesi durumunda. Tayland, Güney-doğu Asya’da-
18
Ekim 2012
ki bir ülkedir. Krallıkla yönetilen Tayland’ın resmi adı ‘Tayland Krallığı’dır. Güneydoğu Asya’nın Avrupa sömürge olmamış tek ülkesi Tayland’dır. 513 bin km2 yüz ölçümü olan Tayland’a komşu ülkeler ise Kamboçya, Laos, Burma ve Malezya. Meleklerin şehri anlamına gelen ‘Bangkok’ Tayland’ın başkenti.1939’a kadar Tayland ‘’Siyam’’ olarak bilinirdi. 1238’de kurulan krallık 1932’ de bir kansız devrimle anayasal monarşiye geçti. Tayland’ın toplam nüfusu yaklaşık 66 milyondur. Nüfusun çoğunu Tay kökenliler oluşturmaktadır. Bunun dışında Çin kökenliler ve Malay kökenliler de bulunmaktadır. Halkın %94,5’ini Theravada Budistler, %4,5’ini Müslümanlar ve %1’ini ise Hıristiyanlığa, Hinduizme ve yerel inançlara tabi olanlar teşkil etmektedir. Müslümanların çoğu Sünni ve Malay kökenlidir. Patani Malayları, Tayland’da, Çinlilerden sonra ikinci büyük etnik gruptur. 65 milyonluk Tayland’ın (2005 sayımlarına göre) %4’lük bir kısmını teşkil eden Malay Müslümanlar, Tayland genelindeki tüm Müslümanların %80’ini oluşturmaktadır. Benzer şekilde; Patani, Yala ve Narativat’taki toplam nüfusa oranları da %80’dir. Satun ve Songla eyaletleri de göz önünde bulundurulduğunda bölgedeki toplam Malay nüfus 3 milyon civarındadır.
SİYASAL BÜLTENİ
Patani, Tayland’ın güneyinde yer alan ve Tayland sınırları içerisinde, nüfusunun %80’ini Malay Müslümanların oluşturduğu Yala, Narativat, Satun ve Patani eyaletlerinden oluşan bölgenin Malay literatüründeki adıdır. Köken olarak Malay ırkına ait olan Patani halkı, günümüzde Tay Müslümanları olarak bilinir. Patani; Malezya, Singapur, Endonezya ve Brunei’nin oluşturduğu Malay takımadasının, Asya’ya uzantısının son kısmıdır. Bu yüzden Malay yarımadasının bir parçası olarak kabul edilir. Patanilileri Müslüman olan ve olmayan diğer azınlıklardan ayıran en önemli özellik, bu bölgenin yerli halkı olmalarıdır. Tarihte, Güneydoğu Asya’nın en önemli Müslüman krallıklarından olan Patani’nin, bu topraklardaki geçmişi 15. yüzyıla dayanmaktadır. Bu yüzden Tayland nüfusu içerisinde sayıca az olan Patani Malayları, anavatanları olan bu bölgede çoğunluğu oluşturmaktadır.
İslam Krallığı’nın ilk yöneticisi oldu. Patani İslam Krallığı iki yüz seneden fazla sürdü ve bu süre zarfında Patani’yi kırk kral yönetti. Patani İslam Krallığı zamanında Portekiz’den, Hindistan’dan, Çin’den gelen insanlar Patani’de ticaret yapıyorlardı. Ayrıca Asya’daki birçok bölgeden Patani topraklarına gelen öğrenciler İslami ilimleri öğrenmek için buradaki medreselerde eğitim görüyorlardı. Kamboçya, Vietman ve Burma’da İslam’ın yayılmasında Patanili âlimlerin ve davetçilerin büyük etkileri oldu. Tarih boyunca Patanililerle Taylandlıların dedeleri olan Siyamlar arasında pek çok savaş gerçekleşti. 1700’lü yıllardan sonra Patani İslam Krallığı iç karışıklıklar ve Siyam saldırıları nedeniyle zayıf düştü ve Patani topraklarına Budistler hâkim olmaya başladı. Daha sonraki yıllarda Patani İngilizler tarafından işgal edildi ve 1902 yılında İngiltere ile Taylandlılar arasında yapılan anlaşmayla Patani toprakları resmi olarak Budist hâkimiyetine girdi.
2. Dünya Savaşı’nda bölge Japonlar tarafından işgal edildi. Onların savaşta yenilmesi üzerine Patani yeniden bağımsız oldu. Ama İngilizlerin tekrar Tayland’a destek vermesi üzerine bu krallık işgali gerçekleştirdi. Hâlen de askerî şiddet ve baskı yoluyla sürdürüyor. Patani İslam Krallığı her ne kadar inişli çıkışlı dönemler geçirse de 1786 yılında Tayland’ın eline geçene kadar bir Müslüman ülkesi olarak varlığını devam ettirmiştir. Bu tarihten sonra artık işgal edilmeye başlanan bu diyarlarda yaşayan halk asla teslim olmadı. Vatanlarının Budistler tarafından işgal edilmesini kabul etmeyen Patani halkı o tarihten başlayarak günümüze kadar defalarca yönetime baş kaldırmışlardır. Ve her başkaldırı toprağını, vatanını, dinini, dilini, namusunu, kitabını ve Müslümanlığını koruma çabasının sonucu kardeşlerimizin şehit olması ile neticelenmiştir fakat Patanili kardeşlerimiz asla ümitlerini kaybetmemişlerdir ve asla bu işgali
Patani’nin tarihi milattan önceki yıllara kadar uzanıyor. Köken olarak Malay ırkından olan Patanililer Müslüman olmadan önce genel olarak Hinduizm’e inanıyorlardı. İslam Patani’ye ilk olarak 1200’lü yıllarda Yemen’den gelen Müslüman tüccarlar vasıtasıyla girdi ve kısa zamanda bütün Patani’de yayıldı. Patani Kralı Antira 1500’lü yıllarda Müslüman oldu ve Patani İslam Krallığı’nı ilan etti. Kral Antira ismini de Muzaffer Şah İsmail olarak değiştirdi ve Patani
19
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
kabul etmemişlerdir.
Patanili Müslüman kardeşlerimiz her şeye rağmen Müslümanlıklarını yaşamaya çalışıyorlar ve kendilerine geçmişte destek olan Osmanlı hilafetine ve Türkiye’ye büyük sevgi besliyorlar.
Tayland’ın Patani’yi işgal politikası her alanda kendini gösteriyor ve uygulanan asimilasyon politikası o kadar yoğun ki adeta kimlik, din, kültür ve isimler özellikle unutturulmaya çalışılıyor. Tayland işgali yüzünden Patani’de Müslüman ismi kullanmak için dağlarda mücahid olmanız gerekmektedir. Asimilasyon sonucunda birçok Müslüman ismi değiştirilerek yerlerine putperest isimler verilmiştir. Müslüman ismini kullanmak isteyen devlette çalışamıyor ve isim kaydı yapılırken birçok zorluklarla karşılaşılıyor. Bununla birlikte Patani’ye yapılan barlar, genelevler, halka ve özellikle gençlere ucuza satılan uyuşturucular, birçok yere açılan Budist tapınaklar, Buda heykelleri, ülke halknını Malay olmasına rağmen eğitimin herkese Tay dilinde verilmesi, Bangkok’tan getirilen Budist ailelerin yoğun olarak Patani’ye yerleştirilmesi… Asimilasyon alanında uygulanan bu politikalar karşısında bile Patanili kardeşlerimiz Allah’ın izni ile Müslüman kimliklerine tutunabilmişler ve daha çok bağlanmışlardır Allah’a hamd olsun. Bu asimilasyon politikalarıyla birlikte o kadar pis bir zulüm var ki görenlerin kanlarını donduracak bunu yapan insan olamaz dedirtecek biçimdedir. Sokaklarda çırılçıplak yerlere yatırılan genç Müslüman erkekler ve kadınlar… Mescidlerde namaz esnasında işgal askerleri tarafından başlarından vurularak şehid edilen Mü’minler… Askerî birliklerde toplu tecavüz partilerinde heder edilen minik kızlar…
20
Ekim 2012
Dağlarda işgal altındaki ülkesi için savaşan Mücahidlerin ailelerinin alınıp götürüldüğü sistematik tecavüz kampları… Onurları zedelenen, hakir görülen, katledilen, dinlerine ve kültürlerine savaş açılan koca bir coğrafya. 25 Ekim 2004’te haksız yere Budist askerler tarafından 6 Müslüman gencin tutuklanmasını protesto eden 1300 kişinin insaniyet dışı ve vicdansızca istif edilir gibi kamyonlara bindirilerek 85 Müslüman’ın hayatını kaybetmesine neden olmuşlardır. 2009 yılının Haziran ayında Patani’deki Furkan Mescidi’ne sarhoş ve pis ayaklarıyla giren Budist Tayland askerleri namaz kılmakta olan 12 Müslüman’ı namaz esnasında yakın mesafede başlarından vurarak şehit etmişlerdir. 12 Müslüman Patanili başları secdede iken şehit oldu. Budist askerler sırf sabah ezanından rahatsız oldukları gerekçesi ile birçok Müslüman’ı şehit etmişlerdir. Bunlara rağmen yinede camiler tıklım tıklım doluyor. Patanili Müslüman kardeşlerimiz her şeye rağmen Müslümanlıklarını yaşamaya çalışıyorlar ve kendilerine geçmişte destek olan Osmanlı hilafetine ve Türkiye’ye büyük sevgi besliyorlar. Sultan Abdülhamid Han Patani’nin İngilizler tarafından işgali karşısında Patani’ye askeri destek vermiş ve direnişi örgütlemesi için Patani’ye Şeyh Ahmet Patani isimli bir âlimi atamıştır. Âlimler İttihad-ı İslam fikrinin etrafında örgütlenmeler sağlamış ve siyasi olarak bilinçlen-
SİYASAL BÜLTENİ
mişlerdir. Patani’de bu sebepten dolayı Abdulhamid ismi oldukça yaygındır. Patanili Mücahidler Rahmetli Erbakan Hocamızın Başbakanlığı sırasında örtülü ödenekten özel destek aldıklarını da dile getirmişlerdi. Peki, sorguladığımız zaman bu Tayland Budistleri neden İslam beldesi olan Patani’ye saldırıp işgal etmeye çalışıyor ve bu kadar zulüm yapıyor? Aslında cevap Filistinli kardeşlerimizin dudakları
En önemli benzerlikleri her ikisinin de gayri meşru işgal altında bulunmalarıdır. Bu işgal her iki ülkede de askerî şiddet ve tehdidin sınırsız bir şekilde kullanılması suretiyle sürdürülüyor. Şiddetin sınırsız bir biçimde ve insan haklarıyla ilgili uluslararası anlaşmalara hiçbir şekilde riayet edilmemesi suretiyle kullanılması sebebiyle her iki beldede de mağduriyetler azami düzeydedir. Bir diğer önemli benzerlik de ülkeleri işgal edilen, toprakları gasp edilen toplumlar
işbirliğinin de neredeyse iki kardeş devlet düzeyinde olduğunu da hatırlatmakta yarar var. Onlar tam anlamıyla Nisa suresinin 75.ayetinde tasvir edilen tablodaki mustazaflardır. “Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” Şimdi biz, Patani’den haberdar olan, onların canını kendi canımız gibi kutsal sayan Müslümanlar olarak bulabildiğimiz bütün vesilelerle mustazaf kardeşlerimize yardım etmeliyiz. Onları Tayland zulmünden kurtarmak bize namaz gibi oruç gibi farzdır. Onlar gözlerini ufka dikmiş “bir yardımcı, bir veli” bekliyorlar. Onları zulme terk etmeyelim. Bunun vebalinden kimse kurtulamaz.
arasından çıkıyor ‘’ Müslümanız Hepimiz’’. Evet, Güney Asya’nın Filistin’i olarak adlandırılan Patanide de Budistler, Müslüman oldukları için zulüm ve baskılardan geri kalmıyor tıpkı ‘’Siyonizm belası’’ gibi.
açısındandır. Her iki tarafta da söz konusu toplumlar işgali reddetmekte, meşru tanımamakta ve yeniden ülkelerinin bağımsızlığına kavuşması gerektiği inançlarını nesilden nesile muhafaza etmektedirler.
Siyonizm belasının Filistin’deki kardeşlerimize uyguladığı zulüm ve işgal ile Tayland Budistlerinin Patani’deki kardeşlerimize uyguladıkları zulüm ve işgal o kadar çok benzerlik gösteriyor ki.
Bir diğer benzerlik ise her iki tarafta da işgalin son bulması için fiili bir mücadelenin devam ediyor olmasıdır. Tabii bu arada Siyonist işgal devletiyle Tayland hükümeti arasındaki askerî, ticarî ve turistik
Allah dua edenlerden razı olsun.
21
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
“BİLGİNİN GÜCÜ” Mustafa YELEK Tarih, Eylül 1986
Bugün adına ister yenidünya düzeni densin, ister demokrasi ve özgürlükler çağı densin dünyamızda hâkim olan düzen budur: Güç ve Zulüm.
İ
stanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin bodrum katında bulunan Prof. Ümit Doğanay anfisinde, heyecanlı, yüreği kıpır kıpır yeni bir üniversite öğrencisi olarak ilk dersimize giriyoruz. Ders: İktisada Giriş. Dersin hocası ise Prof. Burhan Şenatalar. Hocamızın iktisat biliminin ortaya çıkış gerekçesi olarak söylediği cümle, tam olarak hocamızın sardettiği gibi olmasa da o günkü gibi hala aklımda. “Mevcut kaynakların sınırlı (kıt), insan ihtiyaçlarının ise sınırsız olması iktisat biliminin ortaya çıkmasına yol açmıştır.” Akılda kalsın diye şöyle özetlendiğini de hatırlıyorum:”Kıt kaynaklar-sonsuz ihtiyaçlar” iktisat bilimini ortaya çıkarmıştır. Daha üniversiteye yeni başlayan, kendince barış, refah ve huzur içerisinde yaşanabilir bir dünya hayali olan genç ve idealist birçok öğrenci için böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağı, bilerek ya da bilmeyerek bir şekli ile bilinçaltına yerleştirilmiş oluyor(du). Bilgi çağında yaşadığımız için “bilgi”nin ne denli önemli bir güç olduğunu şimdi çok daha iyi anlayıp algılayabiliyoruz. Bilgi, güç/ kuvvetle de birleştiğinde olay ve hadiselerin sonuçları üzerinde en etkin ve belirleyici unsur oluyor. Tarihin akışını, insanlığın yeryü-
22
Ekim 2012
zündeki macerasını olumlu ya da olumsuz şekillendiriyor.
Güç Merkezli Zihniyet “İhtiyaçlar sınırsız, bu ihtiyaçları karşılayacak olan kaynaklarsa kıt ve yetersiz” bilgisi mutlak doğru kabul edip ona göre hareket edildiğinde daha güçlü olan kişi, kurum veya devletler kendi ihtiyaçlarını karşılama konusunda sahip oldukları o gücü kullanmaya başlıyorlar. Var olan kıt kaynaklardan mümkün olan en büyük payı almak için birbirleriyle çatışmayı çok kolay göze almaktan imtina etmiyorlar. Bu çıkar ve menfaat çatışmasından kazançlı çıkanlar zaman içerisinde daha da güçlenip büyüyorlar. Bu durum her seferinde daha fazla çatışmayı da beraberinde getiriyor. Çünkü zamanla büyüyen “dev” artık doymak bilmiyor, “kıt kaynak”ların neredeyse tamamını istemeye başlıyor. Dev büyüdükçe güçleniyor, güçlendikçe büyüyor, ister istemez gücün egemen olduğu bir düşüncenin/düzenin ortaya çıkmasına yol açıyor. Gücü merkeze alan zihniyette bilgi, istikbar/kendini üstün görme ve çıkarla teçhiz edildiğinden hukuk ve adaletin yerine güç egemen olmaya, bunun sonucunda da tüm insanlık için gittikçe ağırlaşan bir biçimde vahim sonuçlar doğurmaya başlıyor: Çifte standart, tahakküm, sömürü ve yoksulluk. Bütün
SİYASAL BÜLTENİ
bunların kaçınılmaz sonucu ise zulüm olduğundan en nihayetinde gücü üstün tutan sistemler/rejimler zulüm ve felaketten başka bir şey ortaya koyamıyorlar.
faatine ve yararına olmayan hiçbir kaynak israfına fırsat verilmeyeceğinden savaşın yerine barışın, sömürünün yerine adil düzenin, çatışmanın yerine diyalogun, çifte standardın yerine adaletin, üstünlüğün yerine eşitliğin, baskı ve tahakkümün yerine insan hakları, hürriyet ve refahın hâkim olduğu bir dünya olacaktır.
Bugün adına ister yenidünya düzeni densin, ister demokrasi ve özgürlükler çağı densin dünyamızda hâkim olan düzen budur: Güç ve Zulüm. İnsanlık topyekün itiraz etmezse hegemonyasını daha da artırarak sürdürmek isteyen güç(lü)ler doğru/yalın bilgiyi manipüle ederek kendi menfaatleri için kullanmaya, gerektiğinde gerçekte var olmayan bir şeyi varmış ve hakikatmiş gibi göstererek çıkarlarına hizmet eden “bilgi üretmeye” ve bunları sahip oldukları imkânlarla tüm dünyaya “pazarlayarak” gayet masumane bir şekilde zulüm imparatorluklarını sürdürmeye devam edecekler. Bu zulüm düzeninin mağdurları ve mazlumları güç merkezli zihniyetin faturasını en ağır bir biçimde ödeyedursun buna sessiz kalan büyük çoğunluk ise zalimlerin bilgi bombardımanından vicdanlarını rahatlatacak bir bahaneye sarılıp sıralarını bekleyecekler. Yakın tarihimizden örneklendirelim: Saddam’ın durup dururken Kuveyt’i kendi başına işgal ettiğini, dünyanın en güçlü ülkesinde bulunan ikiz kuleleri, Usame bin Ladin diye garip bir adamın kurduğu El Kaide denen bir örgütün bir saat ara ile vurduğunu, Somali’li korsanların uluslar arası ticaret gemilerine el koyduğunu, Filistinlilerin sürekli İsrail’in güvenliğini tehdit ettiğini, İran’ın bütün dünyayı yok edecek kimyasal silahlara sa-
Hak Merkezli Zihniyet
hip olduğunu kesin bir bilgi olarak kabul ettiğimizde ne tür sonuçlarla karşılaştığımızı hepimiz yaşayarak biliyoruz. Bu bilgiler, güç sahiplerini daha fazla zulme, manipüle edilmiş bilgiyi olduğu gibi kabul edenleri de kaçınılmaz olarak zulme destekçi veya seyirci olmaya mahkûm ediyor. Yazının başında ifade ettiğim “Mevcut kaynakların kıt(yetersiz), insan ihtiyaçlarının ise sınırsız” olduğu bilgisi yerine “mevcut kaynakların sınırsız, insan ihtiyaçlarının ise sınırlı” olduğu bilgisi/ gerçeği bizi bambaşka sonuçlara götürür. Ki bu salt bir bilgi değil mutlak bir gerçektir. Yaratıcının her an yeniden yaratmakta olduğu gerçeği ortada iken kaynakların kıt olduğu bilgisi gibi sınırlı bir ömür yaşayan insanoğlunun ihtiyaçlarının sınırsız olduğu bilgisi de tamamen gerçek dışıdır. Yeryüzünde adaleti esas alan bir düzen var olduğu sürece mevcut kaynaklar herkesin refahını sağlayacak şekilde bölüşüleceğinden, insanlığın men-
Ahlak ve maneviyatla desteklenmiş, sadece belli bir kesime/gruba değil bütün insanlığa hatta tüm mahlûkata yararlı olmayı amaçlayan bir bilginin hâkim olduğu hak merkezli zihniyette hukuk egemendir. Hukukun egemen olduğu sistemin/düzenin sonuçları ise adalet, özgürlük, refah ve barış olarak tezahür eder. Özetleyerek bitirelim. Dünya, kurulduğu günden bugüne kadar olduğu gibi kıyamete kadar da bu iki zihniyetin; Güç Merkezli ve Hak Merkezli zihniyetlerin mücadelesine sahne olacak. İnsanlığa çifte standart, tahakküm, sömürü ve yoksulluktan başka hiçbirşey vadetmeyen güç merkezli sistemlerin yerine adalet, özgürlük, refah ve barışın hakim olduğu Hak merkezli bir düzeni/dünyayı kurma sorumluluğu, gücün hâkim olduğu mevcut dünyanın faturasını en ağır bir biçimde ödemeye devam eden Müslümanların ve İslam ülkelerinindir. İmamesinden yoksun kalmış, ipi kopan tespih gibi darmadağın olmuş, her biri kendi gücünden gafil bir biçimde bir başka gücün eteğine yapışıp hayata tutunmaya çalışan Müslümanların ve İslam ülkelerinin.
23
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
İSLAM DÜŞÜNCESİ VE MODERNİZM Hasan ÖZTÜRK Modernizm kelime anlamı itibariyle birçok tanıma müsaitse de çoğunlukla ‘’ düne ait olan bir dünyada yaşamamak’’ demektir. Bu özellikle Coğrafi Keşifler, Rönesans ve Reform gibi büyük ve çalkantılı dönemlerden geçen batılı insan tipini açıklayan çok önemli bir husustur.
Y
üzyıllar boyunca doğru bilginin imkanı problemiyle karşı karşıya olan Batılı düşünürler, Kilise’nin ve onun tahrif ettiği İncile dayalı bilginin yegane kaynak olmadığını anlamaya başlamışlardır. Bu anlayış Aydınlanma ile birlikte giderek daha da sistemli hale gelmiş; batılı insan Kiliseyi ve onun kölelik nizamını sorgulamaya başlamıştır. Bu büyük sorgulayış, etkileri günümüze kadar uzanan büyük bir dönemin de yapı taşlarını oluşturmuştur. Sonuçları itibariyle Avrupa ile sınırlı kalmayan modern Batı düşüncesinden, hiç şüphesiz en çok İslam düşüncesinin yaşandığı coğrafyalar etkilenmiştir. Bu etkilenme deneyimlendiği üzere menfi sonuçları meydana getirmiş, Batı dışındaki dünya modernleştirilmeye çalışılmış ya da mecbur bırakılmıştır. Modernizm kelime anlamı itibariyle birçok tanıma müsaitse de çoğunlukla ‘’ düne ait olan bir dünyada yaşamamak’’ demektir. Bu özellikle Coğrafi Keşifler, Sanayi Devrimi, Aydınlanma, Rönesans ve Reform gibi büyük ve çalkantılı dönemlerden geçen batılı insan tipini açıklayan çok önemli
24
Ekim 2012
bir husustur. Geleneksel bir hayat sürmekte olan Avrupalı için, tarım toplumunun özellikleri artık yerini ticarete dayalı; edilgen bir yapıdan daha etken bir yapıya bürünmekte olan insan tipine bırakmaya başlamıştır. Bu noktada ticaretin önemi çok büyüktür zira köyünden bağlı bulunduğu lordluğun dışına çıkmayan insan, artık dünyanın çeşitli yerlerini görme imkanı bulmuştur. Bu husus hiç şüphesiz farklı kültürleri tanımayı sağlamış ve büyük etkileşimleri meydana getirmiştir. Avrupa için farklı ve yabancı olan en yakın kültür şüphesiz İslam kültürüdür. Avrupada büyük bir fikri dönüşüm meydana gelirken, İslam coğrafyasında meydana gelen gelişmeler dünya tarihini daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde altın çağlarından birini yaşayan İslam düşüncesi yanı başında meydana gelen siyasi, iktisadi ve sosyal değişimlerin uzun bir süre etkisinde kalmıştır. Özellikle savaşlarla meydana gelen yenilgiler Osmanlı düşünürlerinin İslam düşüncesini sorgulamasına neden olmuştur. Avrupada meydana gelen değişimlerin muhtevasına tam anlamıyla vakıf olamayan aydınlar Batılılaş-
mayı yegane çare olarak görmüş, bu hususta Osmanlı yöneticilerine baskı yapmışlardır. Yöneticilerin çareyi araçsal olgularda araması, daha çok askeri yöntemlere başvurması sonucunu doğurmuştur. Özellikle savaş teknolojisinde Avrupa ile yarışamaz hale gelen Osmanlı Devleti batı karşısında giderek daha güçsüz duruma gelmiştir. Avrupada meydana gelen fikri dönüşümün en önemli sonucu olan Kapitalist üretim tarzı ve Protestan düşüncesini iyi tahlil edemeyen Osmanlı fikir adamları, modern hayatın büyüsünden kurtulamamış yegane çareyi Batılılaşmakta görmüştür. Modernizmin köklerini içerisinde barındıran Kapitalist-Protestan ahlakının ilk çıkış noktası, daha çok çalışarak Tanrının şanını yüceltmektir. Zamanı boşa harcamak ağır günahtır. Gereksiz harcama, lüks ve fazla uyku ahlaki açıdan uygun değildir. Çalışmama isteği kesinlikle kabul edilemez. Kalvenizmin ilk ortaya çıkışı ile birlikte daha geleneksel bir formda olan bu anlayış, yerini daha modern bir duruma bırakmıştır. Artık daha çok biriktirmek için daha çok çalışmak ve bu hususta her türlü ekonomik engelin kaldırılması sağlamak ge-
SİYASAL BÜLTENİ
Kapitalist-Protestan düşüncenin, İslam düşüncesinin yaşandığı coğrafyalarda tepki ile karşılanması gayet doğaldı. Çünkü İslama göre batıl bir kaynaktan beslenen bir düşüncenin siyasi, ekonomik ve sosyal veçhelerini bir müslümanın hayatına direkt uygulayabilmesi zaten söz konusu olamazdı. rekmektedir. Bu daha sonra Liberalizmin köklerini oluşturacaktır. Daha çok dünyevileşen Protestan ahlakta, Tanrı için zorlukla mücadele etme düşüncesi, yerini gittikçe burjuvalaşan bir ahlaka bırakmıştır. Weber ‘’Protestan ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’’ adlı eserinde Benjamin Franklinin şu sözlerine yer vermiştir: ‘’ Unutma ki vakit nakittir... Kredi, paradır...Paranın doğurgan özelliği vardır...İyi bir ödeyici, herkesin cüzdanının efendisidir. ‘’ Franklin gibi birçok düşünür de çalışıp zenginleşmeyi teşvik eden yazılar ele almıştır. Coğrafi Keşiflerle gittikçe daha da zenginleşen Avrupa’da artık yeni bir sınıf doğmaktaydı. Bu sınıf Burjuva sınıfıydı. Fakat herkesin bu sınıfa dahil olması söz konusu olamazdı; çünkü sermaye sahibi Burjuvaların paralarına para katmaları ancak bir işçi sınıfının sayesinde olabilirdi. Günümüze kadar devamlılığını sürdürecek olan bu iki sınıfın çatışması, daha sonraları Komünizm ve Sosyalizm gibi düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Özellikle Sanayileşmenin hızla gerçekleştiği ülkelerde
sermaye sahiplerinin kazançlarını maksimize etme hırsları çatışmaları alevleyecek, daha adil bir çalışma ortamı isteyen işçi sınıfı Rusya gibi ülkelerde büyük ayaklanmalar gerçekleştireceklerdir. Daha önceleri geleneksel anlayışa sahip bir Avrupalı için zaman ve mekan algısı da değişmiştir. Artık tarlasıyla evi arasında hayatını devam ettiren bir insanın yerini, fabrikası ve evi arasında mekik dokuyan bir insan tipi alacaktır. Sanayileşme ile başlayan büyük göç hareketi, Avrupanın birçok yerinde büyük bir şehirleşme olgusunu doğuracaktır. Modern hayatın köklerini içinde barındıran bu şehirleşme olgusu, günümüze kadar devam edecek bir tek tipleşme hareketini doğuracaktır. Artık farklı senyörlerde farklı kültürlere sahip insanların yerini, 24 saati birbirine benzeyen insanlar alacaktır. Günümüzde tek tipleşme sürecinin sonuçları giderek daha iyi görebilmekteyiz. Özellikle ulusallaşma hareketlerinin çok hızlı vuku bulduğu coğrafyalarda, tek tipleştirme hareketinin zorlu süreçleri beraberinde getirdiğini görmekteyiz. Yüzyıllardır geleneksel bir kültür üzere hayatlarını devam ettiren insanların, belirli kalıplar içerisinde yaşamaya zorlanmaları, karşı hareketlerin de toplumda destek bulmasını sağlamıştır. Bu durum yapay uluslaşmaları beraberinde getirmiş, toplumsal çatışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Modernizmle birlikte dinin ve siyasi otoritenin, sosyal ve ekonomik hayyattaki hükümranlığı en aza indirilmeye çalışılmıştır. Özel-
likle liberal düşüncelerin hakim olduğu dönemlerde, devletin sosyal ve ekonomik hayattaki varlığı minimum düzeye indirilmek istenmiş serbest pazar ekonomisinin kuralları uygulanmaya çalışılmıştır. Bir kural koyucu olarak devletin anayasal süreçteki etkisi hafifletilmeye çalışılmıştır. Birey odaklı düşünceler, devlet ve toplum odaklı düşüncelerin önüne geçmeye başlamıştır. Bahsettiğimiz hususun milliyetçilikler çağının, yerini liberal devlet-toplum modellerine bıraktığı dönemlerde oluşmaya başladığını söylememiz gerekmektedir. Zira baskıcı otoritelerin hüküm sürdüğü coğrafyalarda özgür bir düşünceden söz etmek mümkün olamayacaktır. Batıda bütün bunlar yaşanırken İslam coğrafyalarında yaşanan gelişmeleri iyi tahlil etmemiz gerekmektedir. Daha önce dile getirdiğimiz yüzeysel yenilikçi çabaların İslam toplumları tarafından olumlu karşılanmadığını görmekteyiz. Özellikle modernizmin fikri damarı olan Kapitalist-Protestan düşüncenin, İslam düşüncesinin yaşandığı coğrafyalarda tepki ile karşılanması gayet doğaldı. Çünkü İslama göre batıl bir kaynaktan beslenen bir düşüncenin siyasi, ekonomik ve sosyal veçhelerini bir müslümanın hayatına direkt uygulayabilmesi zaten söz konusu olamazdı. Batılılaşmanın getirdiği olumsuz sonuçlar da buradan kaynaklanmaktaydı. İnsanlara makine gözüyle bakan bir anlayışla, yaratılmış herşeyin insan üzerinde hakkı olduğunu öngören bir anlayışın bağdaşması söz konusu olamazdı. Ana kaynak olarak Kuran ve sün-
25
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
netten beslenen İslam düşüncesinde insan, Darwinizm gibi batıl bir düşüncede olduğu gibi ne tesadüfen var olmuş ne de evrim gibi süreçle meydana gelmiştir. Varlığı tek ve bir olan Allah tarafından yaratılmış ve yeryüzüne de O’nun rızasını kazanmak; salih amel işlemek için bir sınav üzere gönderilmiştir. Yaratılış anlayışı kesin olan İslam düşüncesi ile varlığını tesadüf ile ilişkilendiren modern fikirlerin bu noktada bağdaşması söz konusu olamaz. Yaratılış düşüncesi taşıyan İslam düşüncesinde buna bağlı olarak da bir bilgi anlayışı oluşmuştur. Buna göre doğru bilginin ana kaynağı vahiydir. Akıl ve duyular vahyin ardından gelmektedir. Zira akıl tek başına her şeye vakıf olamadığı gibi insanı yanlışa da götürebilir. Kuranda insanın sadece aklını kullanarak kamil bir insan olabilmesinin mümkün olamayacağı açıkça dile getirilmiştir. Çünkü yaratıcı, insanı ‘’ sizin hayır gördüğünüz şeylerde şer, şer gördüğünüz durumlarda hayır vardır ‘’ diyerek uyarmıştır. Şu halde İslami düşünceye göre, modern düşüncenin bilgi kaynaklarından olan akıl ve deneyleme insanı yanılgıya götürebilmektedir. Diğer taraftan göreceğiz ki post modern dönemlerde aklın tek başına her duruma vakıf olamayacağına dair görüşlerde kendisine yer bulacaktır.
sıyla bakılmaktadır. Buna karşılık Batılı birçok düşüncede insan, doğuştan günahkardır. Dolayısıyla kötücül bir yapısı olan insanın başkasını aldatması, ona tuzaklar kurması da doğasından kaynaklanmaktadır. İslam düşüncesinde insana hür irade tanınmış fakat hiçbir zaman kötücül düşünceler tavsiye edilmediği gibi aksine cezalandırılmıştır. Buna bağlı olarak İslam siyasi ve iktisadi düşünceleri de şekillenmiştir. Misalen adaletle hükmetmek bir iradecinin olmazsa olamazıdır kesinlikle bundan taviz vermemelidir bunun yanında istişare etmeden karar almamalıdır. Bu noktada yüzyıllarca diktatör rejimler yaşayan ve bunu bazı hallerde meşru sayan sosyalizm gibi batıl fikirlerin aksine, İslam düşüncesiyle yönetilen bir devlette yöneticilerin kendi çıkarları uğruna yönettiklerinin haklarını görmezden gelmesi zaten mümkün olamamaktadır. Böyle bir durum oluşmuşsa suçu İslam düşüncesinde değil ona vakıf olduğunu iddaa eden insanlarda aramamız gerekmektedir.
Bilgi anlayışına bağlı olarak değer yargıları oluşan İslam düşüncesinin sosyo-kültürel, iktisadi ve siyasi altyapısı da buna bağlı olarak şekillenmektedir. Misalen İslami bir değer yargısı olarak insanlara, doğuştan rahmani bir bakış açı-
İslam siyasi ve iktisadi düşünceleri de şekillenmiştir. Misalen adaletle hükmetmek bir iradecinin olmazsa olamazıdır.
26
Ekim 2012
Diğer taraftan Kapitalist bir iktisadi yapıya sahip olan Batının aksine İslam düşüncesinin yaşandığı coğrafyalarda, Kapitalizmin tam anlamıyla yaşanamadığı görmek-
teyiz. Burada Osmanlı devleti iyi bir örnek oluşturmaktadır. Üretim ve tüketim ilişkileri, ticaret anlayışı bakımından Osmanlı coğrafyalarında sermaye birikimi kesinlikle yasaklanmış, vakıf kurmak özendirilmiştir. Mülkün yegane sahibinin yaratıcı olduğu İslam düşüncesinde, özel mülk edinmek yasaklanmıştır. Köklü bir Ahi geleneğine sahip olan Osmanlı pazarında Kapitalist pazarın aksine, ihtiyaçtan fazla üretim kesinlikle yasaklanmıştır. Sermaye sahibi için zenginliğin yegane ölçüsü bağışlamaktır. Bu durum gittikçe daha da dünyevileşen Batılı düşüncelerin aksine, kazancın yaratıcıya karşı bir hesabının olduğu İslam düşüncesinin olmazsa olmazıdır. Rekabetçi piyasa kuralları olan Kapitalist ekonomiye karşın İslam pazarında bilgi herkesin rahatça ulaşması gereken bir olgudur. Diğer taraftan daha çok kazanma hırsı, Kapitalist ekonomileri sık sık krizlere götüren nedenlerin başında gelmektedir. Teknolojik gelişmelerin tüketim alışkanlıklarımızı çok sık değiştirdiği, toplumdaki zincir halkaları arasında devasa farklılıkların olduğu, ona emanet edilen tabiatın hunharca katledildiği, insanların birbirleri üzerindeki haklarının neredeyse tamamen unutulduğu, zamanın bu kadar hızlı ama boşa kullanıldığı, sömürünün adının haklı savaş olduğu, herkese yetecek kadar üretim yapıldığı halde dünyanın yarısının açlıkla mücadele ettiği bir dünyada İslam düşüncesine sahip bir müslüman daha ne kadar modern hayata esir düşebilir...
SİYASAL BÜLTENİ
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ
B
ediüzzaman Said Nursî, 1878’de Bitlis vilayetine bağlı Hizan ilçesi Nurs köyünde dünyaya geldi. Çocukluğunda çevresindeki medreselerde eğitim gördü. Kendisinde görülen harikulade zeka ve hafıza sebebiyle önceleri Molla Said-i Meşhur diye tanındı. Daha sonra “Zamanın Harikası” anlamında “Bediüzzaman” ünvanıyla şöhret buldu. Talebelik yıllarında temel İslamî ilimlerle ilgili 90 kitabı ezberledi. Her gece bunlardan birini tekrar ediyordu. Bu tekrarlar O’nu, Kur’an ayetlerini derinlemesine anlamasına birer basamak oldu ve her bir Kur’an ayetinin bütün kâinatı ihata ettiğini gördü. 1900’lü yılların başında, doğuda Medresetü-z Zehra adında, din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu bir İslam Üniversitesi kurmak fikriyle ülkenin yönetim ve hilafet merkezi olan İstanbul’a geldi ve hayatı boyunca bu fikrini gerçekleştirmek için gayret gösterdi. Doğrudan istediği şekilde bir üniversite kuramamakla birlikte dünyanın her tarafına uzanan ilim evleri açılması ile Bediüzzaman’ın hayalini kurduğu ilim yuvaları farklı bir şekilde vücud buldu. 1. Dünya Savaşı yıllarında doğu cephesinde gönüllü alay komutanı olarak hizmet etti. Savaş esnasında yaralanıp 2,5 yıl Rusya’da esir kaldı. 1917’deki Bolşevik İhtilali esnasındaki kargaşadan
Medresetü-z Zehra adında, din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu bir İslam Üniversitesi kurmak fikriyle ülkenin yönetim ve hilafet merkezi olan İstanbul’a geldi.
yararlanıp esaretten kurtuldu. Dönüşte, Genelkurmay’ın kontenjanından Osmanlı’nın en üst düzey dinî danışma merkezi olan Dar-ül Hikmet-il İslamiyye’de görev yaptı. İngilizlerin İstanbul’u işgali yıllarında onların aleyhinde Hutuvat-ı Sitte adıyla bir risale neşretti. Anadolu’da başlatılan İstiklal mücadelesine destek verdi. 1925 yılında Van’da eğitim faaliyetlerinde bulunurken, o sırada meydana gelen Şeyh Said hareketi sebebiyle, bu harekete karşı çıktığı halde tedbir olarak önce Burdur’a, ardından Isparta ve Barla’ya gönderildi. Burada 8 yıl kaldı. Risale-i Nur isimli Kur’an tefsirinin çoğu bölümlerini burada yazdı. Eserleri ve fikirleri sebebiyle Eskişehir Mahkemesine sevk edildi. Sürgüne gönderildiği Kastamonu’da eserlerini yazmaya devam etti. 1943’te Denizli Mahkemesi’ne, 1948’de Afyon Mahkemesi’ne sevk edildi. Mahkemeler beraatla neticelendi. Bediüzzaman Said Nursi, 23 Mart 1960’ta Hakk’ın rahmetine kavuştu.
27
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
NURDAN DAMLALAR “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâllah !’’
“Bize işkence edenlere, siyaseti asabiyetle dinsizliğe âlet etmelerine mukabil, biz de siyaseti dine âlet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saâdetine çalışmışız. “
“Evet, ümitvâr olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada, İslâmın sadası olacaktır!” “İslâmiyet güneş gibidir üflemekle sönmez. Gündüz gibidir: göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.”
“Tevhid, en ehemmiyetli ve en halavetli ve en yüksel bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir.”
“Zalimler için, YAŞASIN CEHENNEM.”
“Cennet ucuz değil, Cehennem dahi luzumsuz değil.”
“Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. “
28
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
SANAT ANLAYIŞIMIZ İsmail KÖROĞLU
M
ahir İz’in “Yılların İzi” kitabının bir bölümünde Ömer Ferid Kam’ı anlatırken onun bu şiirini kitabında paylaşmış. İlk okuduğumda bende derin hisler uyandırmıştı şiir. Sonrasında düşündüm bu şiiri; çünkü çok derin anlamları vardı. Bir hafta sonrasında ise yaşamış olduğum şehre gelen halk ozanımızla tanıştım. Ozanımızla sohbet etmeye başladık. Sohbet koyulaştıkça yakınmaya başladı bana. Aşığımızın yakınması haklı bir yakınmaydı. Bu şiir aklıma geldikten sonra hak verdim neden hak vermeyim ki kültürümüzün taşıyıcısı olan bir adamın feryadıydı sanki son çırpınışıydı. “Değerimiz bilinmiyor, sahip çıkılmıyor” diye dert yanıyordu bizlere, yardım istiyordu bizden. Kültür bakanlığı “halk ozanı” dır diye tanıtan elimize bir kart verdi dedi. Bazı haklardan yararlanmamız için ama ozanımız diyor ki “ne güvencemiz var ne geçim kaynağımız” diyor. Ve karşılaştırma yapıyor “yeni yetme nesil diyeceğimiz sanatçıların bizden daha çok hakları var” diyor. Gerçektende ne oluyor bize dememiz gereken bir diyalog geçmişti aramızda. Aşığı dinledikten sonra bu yazıyı kaleme almak istedim aşık yaralamıştı bizleri, yara kanıyordu ve kanayan yarayı dahada hızlandırmıştı aşığımız, kanayan yaraya acil müdahele yapılmazsa hastamızı kaybedebiliriz. Kaybetmişizdirde hastamızı haberimizdir yoktur belki bizim Peki hasta kimdi, tahmin etmişsinizdir. Ben söyleyim kendi kültürümüzün bir parçası olan, kültürümüzün taşıyıcısı olan aşıklarımızın unutulmaya
yüz tutulması. Peki sormak gerek geçmişten günümüze ne değişmiştide bu hale geldik. Sormak gerek bağlarımızı koparmamıza neden olan ve kendimizle çelişmemize sorun olan neden ne? Bir aşığın yakınması bize ne ifade ediyor. Önemli sorular bunlar. Sorular kolay fama cevap vermesi zor. Cevap vermeye çalışsak bile nasıl açıklayabiliriz bu durumu. Belki bu örnek açıklayabilir durumu; Oturmuş olduğumuz binanın temellerini bomba koyulmuş ve orda öylece hiçbirşey yapmadan yaşıyoruz. Bu yaşanan durumu açıklamak için geçmişi incelemek bize ayrıntılı bilgi verecektir. Yazımızın muhtevasını belirleyen şiir bana göre; günümüzde ki sanat anlayışımızı yansıtmıştır. Bu şiirde çok değerli sanatçıların hayattayken değer verilmeyişini ve onları bir kenarda unutup öldükten sonra hatırlayışımızın, onlardan istifade etmeyişimizin acı bir portresini çiziyor bizlere. Kültürel mirasımızı nesilden nesile aktaran halk ozanlarımızın, şairlerimizin sadece öldükten sonra yad etmek onların tarihten gelen bilgisinden faydalanmamak acı olsa gerek. Günümüzün sanat anlayışında geçmişten gelen bir kültürle bağlantısı olmayan sanata bağlanmamız ve o sanatçılara kültürümüzün elçilerinden fazla değer vermemiz bizim kendi kültürümüzle aramıza mesafe koyduğumuzu gösteriyor. Bu sanat anlayışımızla anlaşılan değer
Sağlığında nice ehl-i hünerin Bir tutam tuz bile yokdur aşında Öldürüp evvel onu açlıkdan Sonra bir türbe yaparlar başına anlayışımızın değiştiği olsa gerek. Bizim bu kuşağımızın geçmişe yabancılık çekmesi nereye kadar devam edecek. Unutulmaması gereken ise geçmiş geleceğe ışık tutar, ışık olmadan da önümüzü göremeyiz kaldıki uzakları görelim. Geçmişten gelen hatıraları hatırlatan birisi olmazsa, dilden dile aktarılan ve yakılan o türküleri yaşanan o hikayeleri bilmezsek halimiz nice olur. Hikayesi olmayan ne idüğü belirsiz olan şeylere kapılırsak halimiz nice olur. Nice oldu da. Bir an önce kendimize gelmeli ve ne yapıyoruz biz böyle demeliyiz Bu yazılan satırlar, yanıp yakılma cümleleri değil, bu yazılanlar gelip geçici bir sorun üzerine yazılmamıştır, bu yazılanlar kendimize ne yapıyoruz neden böyle bu hale geldik sorusunu kendimize yöneltmek için yazılmıştır. Ve son örnek halk müziğimizin son temsilcisi diyeceğimiz değerli bir sanatçımızı Neşet ERTAŞ’ı kaybettik. Hayattayken değeri bilinmezdi, bilen kişi çok az idi. Yeni yetme nesil diyeceğimiz sanatçılar dahi bilmiyordu ve örneğini geçmişlerde yaşadık. Sanatçımız sorulduğunda söylenen şu oldu “kim o” yaralayıcı bir söz. Ve bunu söylüyen geçmişle alakası olmayan yeni yetme nesile sahip çıkıyor ve destekliyoruz. Böyle mi olması gerekiyordu tekrar sormak gerek. Vefat ettikten sonra hiç hatırlanmayan sanatçımız gazetelerin manşetlerinde fotoğraları yer aldı, radyolarda türküleri çaldı, sanatçılardan! gönderilen taziye mesajları.. Ve sonrası unutulma...
29
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
İNCE BİR İŞTİR İNSANLIK Muhammed ACAR
İ
nsan, yüce Allah’ın lütfuyla en güzel şekilde yaratılmıştır. Âyet-i Kerimede:”Muhakkak ki biz insanı en güzel biçimde yarattık” (Tîn Sûresi âyet:4) buyrulmuştur. Yine Rabbimiz, bu güzelliği amaç kılarak insanoğlunu bir imtihana tabi tutmuş ve irade vermiştir. İnsan, kendi fiil ve düşünceleriyle bu güzelliği kazanabilmekte yahut bu güzellikten mahrum kalmaktadır. Ölçütü belli olan bu güzellik, insanlar arasında da fıtri olarak ortaya çıkmaktadır. Tüm dünya toplumlarında insan, toplumun temel parçası durumundadır. Toplum içerisinde sergilemiş olduğu davranış onu toplum nazarında güzellik derecelendirmesine sokmaktadır. Genel bir bakış açısıyla insan, kendi tutum ve davranışlarıyla kendine değer katmakta veya değerini azaltmaktadır. Durum böyle olunca bizler de kendi toplumumuzda insan arayışına çıkıyoruz. Basit bir gözlem ile birlikte; bugün, içinde bulunduğumuz toplumun “insanlık” meselesinde ne denli kötü bir halde olduğunu görmüş oluyoruz. Maalesef Yüce Rahman’ın bize vermiş olduğu bu yüce sıfatı kullanamamaktayız. İslami yaşantının zorlaştığı bir devrin milletiyiz. Bununla beraber bizim medeniyetimizin mirası olan ve daha çok gelenekselleşmiş, Müslümanca yaklaşımımızı da büyük ölçüde kaybetmişiz. Kardeşimizin hakkını bırakın gözetmeyi, onun hakkına göz koyan bizler olmuşuz. 10-20 yıl önceki yaşantımızla şu anki yaşantı arasına dağlar koymuşuz ve bundan gocunmadan, hiç yüksünmeden geriye dönüp bakmadan devam etmişiz. Bir kaç örnek idrake yardımcı olabilir; •Bizim milletimiz kul hakkını ziyadesiyle önemserdi. Hakkı olana hakkını veren bir hukuk sisteminin yanı sıra kul hakkını gözeten bir vicdan sistemi de vardı. Değil bir Müslümanın hakkının yenmesi, gayri müslimlerin dahî hakları her daim gözetilirdi. Ancak şimdi durum farklılaştı. Devlet ve hukuk sistemi bizatihi hakka riayet etmeme konusunda kurallar benimsedi. Faiz sistemi içerisinde baba, oğulun hakkını yemek durumunda kaldı. Ahlaki çözülmeyle beraber insanlar temel prensipleri unutur oldu. Ayıp olanlar normalleşti, hak yemek gözü açıklıkla açıklanır oldu. “ Kuyruğa kaynak yapmak bir beceri değil kuyruğun devamında kaç kişi varsa onların hakkını yemektir. Çeşitli vakıfların, hayırseverlerin gözüne girerek oralardan haksız bir şekilde faydalanmak marifet değil vakıf hakkına girmesi dolayısıyla bir çok kişinin hakkına girmek demektir. Kopya ile dersi geçmek, çalışıp da geçemeyenlere büyük saygısızlık demektir. Haktan yana olmak hakkı bilmek ile mümkündür.” •Bizim milletimiz ince ruhluydu. İncelik, maalesef günümüzde bey ile hanım arasındaki duygusal bir durumu anlatmak için kullanılır oldu. Oysaki incelik, tüm davranışlarımızın ardını görerek en uygun biçimde hareket etmemiz demektir. İnsanlara yaklaşırken en doğruyu bulabilmektir. İlişkilerimizin en sağlıklı şekilde ilerlemesi ince davranışlarımıza bağlıdır. Osmanlı zamanında bir evin penceresinde sarı renkte bir çiçek gördüğünüzde “bu evde hasta var, sokaktan geçerken gürültü etmeden, rahatsızlık vermeden geç” denmek istendiğini anlayabilirdiniz. Kırmızı renkte bir çiçek varsa bu durumda da, “bu evde gelinlik bir kız var, evin önünden geçerken konuşmalarınıza dikkat edin, edep dışı davranmayın” denilmek istenir ve bu kurala riayet edilirdi. Ecdadımız bu denli ince düşünceye sahip iken şimdilerde ise yasak ilişkilerle dolu ne karşımızdakini ne ailesini ne de toplumu düşünemeyecek kadar kalın bir zihin ile yaşıyoruz. İşlerimizde kabalığı ön planda tutup, hatalı olduğumuz zamanlarda dahî üste çıkmaya çalışıyoruz. İnsan olabilmek ince bir iş. İnsanca yaşamak da Müslümanca bir iş. Eğer Allah’ın ipine sımsıkı bir şekilde sarılırsak, onun tanımlamış olduğu gibi insanların en güzeli, güzel ahlakın tamamlayıcısı Rasullullah’ın yolundan sapmazsak bizler de “insan” olma güzelliğine vakıf olabiliriz. Allah bizleri incelikten, haktan, iyilikten ve güzellikten ayırmasın. Selametle..
30
Ekim 2012
SİYASAL BÜLTENİ
Tamam mı ? Unutma, tez geçer zulmün ezası Sabretmeyi bileceksin; tamam mı? Yiğide ar değil bahtın kazası Hakk’a teslim olacaksın; tamam mı? Geri dönmek yoktur güneş doğmadan Rahmet nuru karanlığı boğmadan Hakikat yolunda boyun eğmeden Gerekirse öleceksin; tamam mı?
Çevirmez âhını Allah öksüzün Pek basittir devrilmesi köksüzün Her kim olsa haksızlığı haksızın Suratına çalacaksın; tamam mı? Uyuşukluk şifa bulmaz illettir Korkaklık en adi en pis zillettir Adalet ne güzel ne hoş nimettir Hep doğruyu bulacaksın; tamam mı?
Yenilir mi inanmışın imanı? Böyle bir gerçeğin olmaz gümanı. İnşallah başlarsa hesap zamanı Haklarından geleceksin; tamam mı?
Yalana hayır de gerçeğe evet… Mücadele şarttır, kalsan da tek fert Bir de ötesi var buranın elbet Nasıl olsa güleceksin; tamam mı?
Yolumuz her zaman Allah yoludur Bu yoldaki ölüm oğul balıdır Hak, haklının en mukaddes malıdır Vermezlerse alacaksın; tamam mı?
Vur Emri Abdurrahim Karakoç Mekanın cennet olsun ÜSTAD ...
31
Ekim 2012