10 donemekitap

Page 1

AK PARTİ SİYASET AKADEMİSİ

Lider Ülke Türkiye (10. Dönem) Ders Notları ELEKTRONİK KİTAP Derleyenler Hamdi TURŞUCU Hamit Emrah BERİŞ


Adalet ve Kalkınma Partisi (AK PARTi) Araştırma ve Geliştirme (AR-GE) Başkanlığı

Siyaset Akademisi 10. Dönem (Lider Ülke Türkiye) Ders Notları Derleyenler: Hamdi TURŞUCU-Hamit Emrah BERİŞ AK PARTi AR-GE Başkanlığı Yayınları

Birinci Baskı, Ankara, Aralık 2011

İletişim Bilgileri: Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Merkezi, AR-GE Başkanlığı, Söğütözü Caddesi, No: 6 Kat: 5 Çankaya Ankara www.siyasetakademisi.org info@siyasetakademisi.org 0312 204 50 00 (2309-2319)

(c) Her haklı saklıdır ve AK PARTi’ye aittir. Kaynak gösterilmek koşuluyla alıntı yapılabilir.

AK PARTi Genel Merkez Kütüphanesi tarafından kataloglanmıştır. ISBN:

1


İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ ......................................................................................................................................4 DEMOKRASİ VE DEMOKRATİKLEŞME ÜZERİNE (Prof. Dr. Tanel DEMİREL) ..........6 GLOBAL SİSTEM, DEMOKRATİKLEŞME- YERELLEŞME DİNAMİKLERİ VE YEREL DEMOKRASİ (Prof. Dr. Mustafa ÖKMEN) ........................................................... 20 ANAYASALARDA MAHALLİ İDARELER VE YENİ ANAYASA YAPIM SÜRECİNDE MAHALLİ İDARELERE DAİR DÜZENLEMELER (Prof. Dr. Recep BOZLAĞAN) ........ 48 DÖNÜŞEN TÜRKİYE’DE EKONOMİDEKİ DÖNÜŞÜM ZAMANLARI (Doç. Dr. Arif ÖZSAĞIR)................................................................................................................................ 71 AK PARTİ 2007-2011 SEÇİM BEYANNAMELERİ: SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM (Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ) ............................................................................................ 109 YENİ ANAYASANIN TEMEL DİNAMİKLERİ (Prof. Dr. Yusuf Şevki HAKYEMEZ) .... 142 YEREL YÖNETİMLER VE DEMOKRASİ (Prof. Dr. Yusuf ŞAHİN) .............................. 148

DERLEYENLER Hamdi TURŞUCU Hamit Emrah BERİŞ

Not: Bu ders notları, önümüzdeki günlerde yayımlanacak olan e-kitabın bir ön kopyasıdır. Bu ders notlarındaki makalelerin içerikleri, AK PARTi’yi bağlayıcı nitelikte değildir ve müelliflerinin kendi görüş ve yaklaşımlarıdır.

2


3


ÖNSÖZ

Yaklaşık dört yıldır eğitim faaliyetlerini ülke genelinde yürüten AK Parti Siyaset Akademisi zaman zaman yayımladığı bazı çalışmalarla katılımcıların taleplerine cevap vermeye çalışmıştır. Bu kez, çağın değişen teknolojisiyle uyumlu şekilde elektronik bir kitap hazırlanarak hem Siyaset Akademisi eğitimlerine katılanların hem de kamuoyunun hizmetine sunulmuştur. Lider Ülke Türkiye başlıklı elektronik kitap Siyaset Akademisi katılımcılarının derslerde anlatılan konularla uyumlu olarak temel siyasal, hukuksal ve toplumsal meseleler hakkında bilgi sahibi olmaları amacıyla hazırlanmıştır. Aynı zamanda kitabımız katılımcılarımızın dönem sonunda yapılacak sınava hazırlık için yararlanabilecekleri bir kaynak eser niteliği de taşımaktadır. Çalışmanın elektronik kitap özelliği taşıması da özel bir öneme sahiptir. Zira Türkiye’de bu alanda bulunan boşluğun doldurulması noktasında anlamlı bir adım atıldığı söylenebilir. Kitapta yer alacak çalışmalar belirlenirken özellikle Türkiye’nin gündemindeki meseleleri bilimsel, akademik ve objektif tarzda anlatan makalelerin seçilmesine dikkat edilmiştir. Kuşkusuz Siyaset Akademisi’nin farklı dönemlerinde anlatılan dersler, içerikleri bakımından elinizdeki kitaptan çok daha geniş kapsamlıdır. Aynı şekilde ders sunumlarını gerçekleştiren akademisyenlerin sayısı da bu kitapta çalışmaları yer alanlardan çok daha fazladır. Ancak somut ihtiyaçlara cevap vermesi bakımından çalışmamızın bu şekli ile yayımlanmasının daha yararlı olacağı kanaatindeyiz. Siyaset Akademisi 10. Dönem (Lider Ülke Türkiye) Ders Notları isimli elektronik kitabımız

Prof. Dr. Tanel Demirel’in demokrasi kavramının geçmişten günümüze gelişim çizgisini ele aldığı bir yazısıyla başlıyor. Demirel, kapsamlı incelemesinde farklı ülke deneyimlerinden de hareketle Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin neresinde durduğunun anlaşılması bağlamında ufuk açıcı öneriler sunuyor. İkinci makalenin sahibi, Prof. Dr. Mustafa ÖKMEN, ilk makalede yer alan unsurları daha güncel ve somut örnekler üzerinden ele alarak globalleşen dünyada demokratikleşme ve yerelleşme dinamikleri etrafında yerel demokrasiyi anlatmaya çalışıyor. Sivil bir anayasa hazırlama fırsatının ortaya çıktığı ve bu yöndeki tartışmaların yoğunlaştığı günümüzde Prof. Dr. Recep Bozlağan’ın yazısı, anayasa değişikliği sorunu ile yerel yönetimlerin konum ve işlevlerini dünyadaki örnekler üzerinden incelemektediriyor. Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez ise yeni hazırlanacak anayasanın demokratik standartlar bakımından taşıması gereken özellikleri üzerine odaklanıyor.

4


Siyaset Akademisi’nin 10. döneminin sacayaklarından birini ekonominin oluşturduğu açıktır. Bu bağlamda, Doç. Dr. Arif Özsağır, yazısıyla Türkiye ekonomisinin son dönemdeki performansını ve dünya ekonomisiyle uyum kapasitesini ele alıyor. Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş ise kapsamlı yazısında AK PARTi’nin 2002-2007 ve 2011 Seçim Beyannamelerini ele alıyor ve bu beyannamelerde belirlenen toplumsal, siyasal ve ekonomik hedeflere ne ölçüde ulaşılabildiğini sorguluyor. Kitapta yer alan son yazıda ise Prof. Dr. Yusuf Şahin, yerel yönetimler ile demokrasi arasındaki ilişkinin ana hatlarını ortaya koyuyor. Son olarak Siyaset Akademisi’nin eğitim faaliyetlerine katılarak bilgilerini paylaşan akademisyenler ile makaleleri ile bu elektronik kitabın oluşumunu akademisyenlere teşekkür ediyor ve bu çalışmanın Siyaset Akademisi katılımcılarına yararlı olmasını diliyoruz.

Derleyenler Hamdi TURŞUCU & Hamit Emrah BERİŞ

5


DEMOKRASİ VE DEMOKRATİKLEŞME ÜZERİNE

Prof. Dr. Tanel Demirel Siyaset Bilimi Uluslararası İlişkiler Bölümü Çankaya Üniversitesi

Demokrasi Nedir ? Demokrasi modern devleti idare etmekte kullanılan siyasi rejim biçimlerinden biridir (Linz ve Stepan, 1996: 17). Demokrasinin ne olup olmadığı hakkında kuvvetli bir uzlaşmadan söz etmek mümkün değildir. Nihai analizde siyasi rejim tanımlamaları, siyasal değer yargılarından bağımsız bir biçimde ele alınamaz. Demokrasiyi tanımlama mücadelesi de siyasetin bir parçasıdır (Whitehead, 2002:14). Siyasal faaliyeti, kişi ya da grupların topluluğun kaderini ilgilendiren kollektif kararlar alınması sürecinde etkili olmaya çalışmaları olarak tanımlarsak, demokrasi, bir siyaset yapma biçimidir. Demokratik siyaset, şiddet ve zor kullanımını en aza indirmeye gayret gösterir. Fakat hangi eylemlerin

şiddet olarak

sınıflandırılacağı tartışmalı olduğu gibi, şiddet kullanımının hangi hallerde meşru olacağı da tartışmalıdır. Ayrıca, siyaset sadece demokratik yollarla yapılmaz, ya da siyaset denilince akla sadece barışçı yollar gelmez. Kendi politikalarınızı yürütmenize engel olabilecek muhalefeti fiziken ortadan kaldırmak, hapsetmek, tehdit etmek, korkutmak, sindirmek de, siyasi faaliyetin kapsamı içinde görülebilir. Carl Von Clausewitz, siyaset savaşın başka araçlarla devam ettirilmesidir derken, bu yaklaşıma işaret etmektedir (Clausewitz, 1997: 357). Demokrasinin tanımlayıcı özelliği nihai siyasi karar alıcıların serbest seçimlerle iktidara gelmeleri ve siyasi iktidarın sınırlarının hukuki normlarla belirtilmiş –bu temel hak ve hürriyetlerinin demokratik olmayan rejimlere kıyasla daha korunaklı olması anlamına gelirolmasıdır (Schmitter ve Karl, 1991; 76). Sosyo-ekonomik eşitliğe ya da seçimler dışında yurttaş katılımına özel bir yer vermeyen bu kavramlaştırmaya “Schumpeterian,” “minimalist” ya da “liberal demokrasi” de denilmektedir (Przeworski, 1999: 23-55). Bu yaklaşımda, dolaysız demokrasi idealini ifade eden, “halkın halk tarafından halk için yönetimi” anlayışı gerçekçi bulunmaz. Halkın, halkın seçtiği temsilciler tarafından halk için idaresi anlayışı savunulur. Demokrasi, asıl değer olan özgürlükleri korumak için bulunabilen en iyi sistem olması hasebiyle

6


değerlidir. Karl Popper’ın ifadesiyle yöneticileri kan dökmeden değiştirebileceğimiz bir rejimdir (Popper, 1945: 123). Liberal demokrasiyi eleştirenler, demokratik çoğunlukların eşitlik, özerklik, insanların kendilerini geliştirmelerine imkan yaratmak

gibi amaçlarla iktisadi hayata daha fazla

müdahalesini savunurlar. Ancak bu müdahalelerin negatif özgürlüklere zarar verme ihtimaliyle beraber, kapitalist sistemin koyduğu sınırların nasıl aşılabileceği konusunda doyurucu yanıtlar verildiğini söylemek zordur. Kapitalist sistemde, iktisadi kaynakların piyasa mekanizması ile değil de, demokratik usûllerle dağıtılması, üretim ve verimliliği olumsuz etkileme potansiyeline sahiptir. Diğer taraftan, piyasa merkezli kaynak dağılımını hiç değiştir(e)meyen

bir

demokrasinin benimsenmesi ve yaşatılması da kolay değildir. Modern demokrasiler, bu iki kutup arasında hassas bir dengeyi tutturmaya çalışırlar. Yönetilenlerin yönetime katılımları, yönetilenlerin haklarının tanınması, kanun önünde eşitlik ve siyasi eşitlik prensiplerinin kabulü, özerk birey kavramıyla birlikte gönüllülük temelinde örgütlenmelerin öne çıkması, demokrasinin özelliklerindendir. Demokratik rejimler, devlet aygıtının hangi hallerde güç kullanacağını ve gücün sınırlarının ne olacağını açıkça belirtmeyi amaçlarlar. Demokrasilerde askeri/sivil bürokrasi, seçilmiş siyasiler tarafından belirlenmiş politikaları uygulamakla mükelleftir. Seçimler, seçilmişleri denetim altında tutmanın temel aracıdır. Ancak demokrasi sadece seçimlerden ibaret değildir. Seçilmiş otoriteler bütün eylem ve işlemlerinde hukuka uygun davranmakla yükümlüdür. Bağımsız yargı, yurttaş girişimleri, sivil toplum kuruluşları ve medya şeffaflığın sağlanmasında hayati rol oynar. Demokratik rejim, ne yöneten yönetilen ayrımını yok eder ne de devletin nihai analizde zor kullanma tekeline sahip olduğu gerçeğini değiştirir. Devlet belli bir sosyo-politik düzen ve onun getirdiği iktidar ilişkiler ve bölüşüm kalıplarını devam ettirmeye çalışır. Siyasetin çatışmacı niteliği demokratik rejimlerde ortadan kalkmaz. Merkezi iktidar adına konuşanlar, alınan kararları diğerlerine daha kolay kabul ettirebilmek için kararların kamunun çıkarlarını gözönüne aldığını iddia edeceklerdir (Pareto, 1935: 1618). Oysa böyle bir şey, hem mantıksal, hem de tarihsel olarak, çok istisnai durumlar dışında mümkün olabilecek bir durum değildir. Her karar geçici bir uzlaşmayı ifade eder. Çünkü, her halükarda belli grupların çıkarları tatmin edilmemiş veya daha az tatmin edilmiş olacaktır. Demokrasi, toplumsal çatışma ve farklılıkları, iktidar ilişkilerini ortadan kaldırma iddiasında değildir.

Sadece bu farklılık ve çatışmalarla bir arada yaşamaya, bunları

belli

kurallara tabii tutarak, düzenlemeye gayret gösterir (Mouffe, 1993: 146). Çatışma olgusunu şiddet kullanımını en aza indirecek şekilde kurumsallaştırmayı, siyasal mücadele biçimlerini 7


değiştirmeyi amaçlar (Tilly, 2003: 28-9). Siyasal mücadelede neyin

yapılıp neyin

yapılamayacağını belirlemeye/sınırlandırmaya çalışarak siyasal hayata bir düzen vermek amaçlanır; siyasal mücadele ehlileştirilmek istenir. Demokratik

rejimler,

kimlerin

hangi

durumlarda

şiddet

kullanmaya

yetkili

“sayılacağının” belirlenmesinde olabilecek en geniş uzlaşmaya dayalı bir düzen olduklarını iddia ederler. Ancak bu, adı üzerinde, bir iddiadır. Siyasal rejim ne olursa olsun, toplum kavramına mündemiç olan çıkar farklılıkları nedeniyle, sosyal düzenden söz ettiğimiz sürece, ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, zor kullanma olgusu ortadan kalkmaz (Bauman, 2001: 209). İktidar ilişkilerinin müzakereler yoluyla ortadan kaldırılabileceğini ima etmek eleştiriye açıktır (Mouffe 2000:128, Shapiro 1999). Siyaset, fikirler diyalogundan ziyade iktidar mücadelesini içeren stratejik bir faaliyettir. Demokratik siyasal hayatı sadece bir diyalog ve müzakere süreci olarak algılamak, siyasetin esası olan çatışma olgusunun ikinci plana itilmesi riskini de beraberinde getirir (Anderson, 1994:43). Demokratik rejimi, herkes için en iyi ortak/rasyonel çözümlerin bulunmasına imkan veren ya da eşitsizlikleri radikal bir biçimde ortada kaldırma potansiyeline sahip bir rejim olarak görmek beklentileri fazla yükseltmek anlamına gelir. Karşılanması imkansız beklentilerin büyük hayal kırıklıklarını besleyerek demokrasiyi yok etmeye çalışanların işini kolaylaştırması ise muhtemeldir. Demokrasinin her zaman en iyiyi ortaya çıkardığını “kanıtlayamayız” ancak demokrasinin neden tercih edilmesi gerektiğini kısmen ikna edici tezlerle ileri sürebiliriz (Sartori, 1987: 275). Alternatifi olmadığı için demokratik rejimi savunmak, var olan demokrasilerin eksikliklerini görmezden gelmeyi gerektirmediği gibi, demokratik ideallere yakınlaşma çabalarını da anlamsız hale getirmese gerektir. Demokratik rejimi tercih edilir kılan, hem temel hak ve hürriyetlerin daha iyi korunabilmesine imkân verebilmesi, hem sosyo-ekonomik, kültürel, etnik ya da cinsiyet ayrımlarına dayalı eşitsiz ilişkileri görünür kılarak düzeltme yönünde adımlar atılmasının önünü açabilmesi ve hem de yöneticilere değişen derecelerde hesap sorabilmeyi mümkün kılabilmesidir. Demokrasi, sosyo-ekonomik eşitsizlikleri arzu edildiği düzeyde ortadan kaldıramayabilir ya da yöneticiler hesap vermekten kaçınma yollarını bulabilirler. Ancak, sırf devlet gücünün keyfiliğinin sınırlandırılmaya çalışılması ve insanın bir “değer” olarak kabul edilmesinin -bunu hak ve sorumluluklara sahip olma anlamında vatandaşlık olarak da ifade edebiliriz- önemi de herhalde inkâr edilemez. Demokrasilerde, bireyler, tebaa değil, belirli haklara ve sorumluluklara sahip olan, vatandaşlardır. İktidar tarafından iyi muamele görmek, kendilerine iyi niyetli hükümdarlar tarafından “ihsan” edilen bir hediye olmayıp, insan olmaları

8


hasebiyle layık oldukları bir durumdur. Her zaman arzu edilen sonuçlar alın(a)masa bile, hak arama ve şikâyet etme fırsatına sahip olmanın önemi açıktır. İnsanın değer olması demek, devlet aygıtının onu bir araç gibi görmesinin bir nebze de olsa önüne geçilmesi demektir. Demokrasi bütün toplumsal/siyasal çatışmaları çözecek sihirli bir anahtar olmadığı gibi, bu sorunlar çözülünce kurulabilecek bir siyasi rejim de değildir. Toplumdan bahsetmek demek din, dil, ırk, cinsiyet, statü ya da düşünce farklılıklarıyla, kıt kaynakların eşitsiz dağılımından kaynaklanan sorunların hep var olacağı gerçeğini kabul etmek demektir.

Demokrasi, bizatihi

sorunlarla bir arada yaşamanın, onları yönetilebilir hale getirmenin en önemli yollarından biridir. Bir rejim olarak demokrasinin çekiciliği yüksek değildir. Zira demokratik rejimlerin özünde farklı siyasi güçlerin, siyasi iktidarı kullananlara karşı dokunulmaz alanlara sahip olmaları yatar. Sadece demokrasilerde kurumsal niteliğe haiz bir muhalefet sözkonusudur. İktidarın sınırları bellidir. Demokrasi, farklı çıkarlara, dünya görüşlerine sahip olan insanların, diğerinin varlığını ortadan kaldırmadan, birarada yaşamaları ilkesi üzerine kuruludur. Farklı siyasi kişi ya da grupların kendi çıkarlarını oluşturma, savunma süreci ise, doğası gereği bitmek bilmez bir rekabet, pazarlık ve gerginlik (agony) halini de beraberinde getirir. Demokrasilerin, düzeyi farklılık ve çatışmaların doğasına bağlı olarak değişecek bir tetikte olma halini gerektirdiğini söylersek herhalde abartmış olmayız. Önemli olan ve demokratik rejimin gerçekleştirebileceği şey, tarafların birbirlerini düşman olarak değil de, çok temel bazı esaslarda (muhalefete tolerans gösterilmesi gibi) anlaşabildikleri siyasi muhalif (adversary) olarak görmeleridir (Mouffe, 2005: 126). Demokrasiler, demokrasi olma niteliklerini kaybetmedikleri müddetçe, herhangi bir siyasi gücü çok büyük oy çoğunluğuna sahip olsa da, tam manasıyla tatmin edebilmekten uzak kalmaya mahkumdurlar.

İktidara geldiğinizde, iyi toplum anlayışınızı pratiğe geçirmenizin

önünde belli engeller vardır. İyi toplum anlayışınızdan ödün vermek, sahip olduğunuz iktidarın sınırlarını kabul etmek, durumundasınızdır. Bu ise, hep bir “eksiğe,” “ideal olandan daha azına,” razı olmak demektir. Keza, demokrasi var olmayanın, henüz elde edilemeyenin peşindedir. Gerçekleşmiş bir durumdan ziyade, bir sürece tekabül eder. Ulaşılmak istenen şeyler, daha şeffaf idare, daha korunaklı insan hakları, daha az sosyo-ekonomik eşitsizlik, daha fazla fırsat eşitliği, iyi toplum anlayışımızın kamusal alanda daha görünür hale gelmesidir. Bu da, sürekli mücadele halinin bir diğer görüntüsüdür. Demokrasi bir arayış rejimidir. İster seçilmiş ister atanmış olsunlar kamusal gücü kullananların her daim kamuya karşı sorumlu oldukları ve kamuya hizmet etmekle 9


mükellef olduklarını hissetmeleri gerekir. İktidar karar almaya devam ettikçe bu kararların hukuka uygunluğu/yerindeliği meselesi bir mevzu olarak var olacaktır. Demokrasinin bu özelliği, “daha fazla şeyin ebedi yokluğu” duygusu ile beraber rejime yönelik tepkileri artırmakta ve sürekli kriz içinde olunduğu anlayışını beslemektedir (O’Donnell, 2007: 9). Demokrasilerin düzeyi ya da kalitesi hakkında çeşitli ölçütler kullanılarak, sınıflandırmalar yapılmaktadır (Munck, 2009). Bu sınıflandırmalar, çokça tartışılsalar da, herhangi bir demokratik rejimin nasıl algılandığı konusunda fikir verirler. En basit anlatımıyla, demokrasiler, bireylerin hak ve hürriyetlerini devlet aygıtına karşı koruyabildikleri, kamusal kararlara olabildiğince yüksek katılım sağlayabildikleri ve kamusal gücü kullananlara hesap sorabildikleri ölçüde “yüksek kaliteli,” bunları yapamadıkları ölçüde de “düşük kaliteli” demokrasi olarak nitelendirilebilirler (Diamond ve Morlino, 2004). Hiç bir demokrasi mükemmel olmadığı gibi, yüksek kaliteli demokrasilerin hep aynı düzeyi tutturabileceklerini düşünmemeliyiz. Demokrasiler kırılgan rejimlerdir.

Demokratikleşme ve Demokratikleşmeyi Destekleyen Koşullar “Demokratikleşme,” demokratik olmayan bir siyasi rejimin demokrasiye doğru evrim sürecini ifade eder. Süreç otoriter rejimin bir ayaklanma, devrim ya da işgal gibi sebeplerle yıkılması ya da eski rejim muktedirlerinin çeşitli saiklerle liberalleşme yönünde adımlar atılmasına karar vermeleriyle başlar. Eski rejim ile, eski rejimin elitleri ve kurumlarını tamamen reddetmeyi gerektiren, keskin bir kopuş yaşanabileceği gibi, yumuşak bir geçiş de söz konusu olabilir. Samuel Huntington üç demokratikleşme dalgasından söz eder (Huntington, 1991). Birinci dalga Amerikan ve Fransız devrimleri ile başlayan ve Birinci Dünya Savaşı sonunda biten dalgadır. İkinci dalga, 1945 sonu ile 1960’ların başına kadar sürer. Üçüncü dalga, 1974 Portekiz Karanfiller Devrimi ile başlar ve sosyalist sistemlerin çöküşü ile ivme kazanır. Esasen, demokratikleşme kavramı, İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ya da İsveç gibi ülkelerde 19.yüzyıldan itibaren hız kazanan demokrasiye doğru evrimi ifade etmekten ziyade, İkinci Dünya Savaşı ve 1989 sonrasında otoriter ülkelerin daha açık rejimlere dönüşme çabalarını ifade etmek için kullanılır. Zaman zaman eski ve yerleşik demokrasilerde, ya da Avrupa Birliğinde “demokrasi eksikliği”nden bahsedilerek, demokratikleşme ihtiyacından da bahsedildiği görülmektedir.

10


Bir süreç olarak demokratikleşme çizgisel değildir. Otoriter rejimin yıkılması ya da liberalleşme yönünde adımlar atılması demokratikleşme sürecinin geri döndürülemeyeceği anlamına gelmediği gibi, yüksek kaliteli bir demokrasinin kurulacağı anlamına da gelmez. Oturmuş ya da yüksek kaliteli denilen demokrasiler için bile otoriter rejime geri dönüş, düşük bir ihtimal olsa bile, imkansız değildir (Tilly, 2007: 24, Keane, 2009: 875-6). Demokrasi bir tarihsel zorunluluk değildir. Dahası yüksek kaliteli demokrasiler, kolaylıkla yozlaşarak, düşük kaliteli rejimler kategorisine girebilirler. Güvenlik güçleri, kolaylıkla yasadışı ya da yasallığı tartışılan eylemlere imza atabilir, siyasetçiler, kendilerine maddi menfaat sağlama yolunda şeffaflıktan uzaklaşabilirler. Demokrasiler kırılgan rejimlerdir. Hangi faktörler otoriter bir rejimi demokratikleşmeye zorlar ? Hangi sosyal/siyasal dinamikler demokratikleşme sürecini kolaylaştırır ya da demokrasinin yasşamasını mümkün kılar ? Demokrasiyi ortaya çıkaran koşullarla her nasılsa kurulmuş bir demokrasinin devamını sağlayan koşulları birbirine karıştırmamak gerekir. Demokratikleşmeye doğru giden “tek bir yol” sözkonusu değildir (Rustow 1994: 350, Tilly, 1995: 205, 209).

Siyasi rejim olarak

demokrasinin ortaya çıkışı her zaman “siyasi” bir olaydır. Sosyo-ekonomik dönüşümler demokrasinin filizleneceği ortamı yaratabilirler ancak bunlar kendiliğinden demokrasiye yol açmaz. Demokratikleşen her ülke çok farklı ve değişik yollardan geçerek bu noktaya varmıştır. Örneğin demokratik ülkelerin kazançlı çıktığı savaşların bitiminde demokratikleşme dalgası görülmüştür. Ya da otoriter rejimin siyasi, askeri ya da ekonomik bir fiyasko ile karşıkarşıya kalması demokratikleşmeyi tetikleyebilir. Diktatörlerin, rejimi kısmen liberalleştirerek muhalefeti zayıflatmayı denemeleri demokratikleşmenin bir diğer sebebi olabilir. Bir eylemin demokratikleşmeye hizmet etmesi için, faillerin samimi ve tutarlı demokrat olmaları gerekmez. Demokratik değerleri benimsediklerinden kuşku duyulanlar, ya da onu bir araç olarak görenler, kendi çıkarlarının daha iyi korunacağını düşünürlerse, demokrasiyi bir süre için savunmaya yönelebilirler. Toplumsal/siyasal hayat mekanik neden sonuç ilişkileri ile anlaşılamayacak kadar karmaşıktır. Çoğu zaman faillerin ne niyet ettikleri ne de öngörebildikleri sonuçlar ortaya çıkar. Ayrıca, aktörlerin zaman içinde değişebilecekleri gerçeğini

de unutmamak lazımdır.

Demokrasiyi benimsememekle birlikte kendi çıkarları için savunan aktörler, süreç içinde, demokrasinin değerini daha iyi anlayıp, demokratik değerler geliştirebilirler. Ya da tam tersine, demokrat aktörler, anti-demokratik bir çizgiye doğru savrulabilirler.

11


Bir ülkede demokrasinin kurulabilmesi için herhangi bir önşart var mıdır ? Dankwart Rustow mutlaka bir önşarttan bahsedilecekse bunun millet olma ya da milletleşme noktasında mesafe almış bir siyasal birimin (political unit) varlığı olduğunu söylemiştir (Rustow 1994, 354). Nüfusun çoğunluğu, kendisinin hangi siyasal topluluğa ait olduğu konusunda belirgin bir şüphe içinde olmamalıdır. Bunu derken, nüfusu oluşturan kitlenin tamamının tek bir millete ait olma bilincine sahip olmasından bahsetmiyoruz; her zaman kendini ait hissetmeyenler olacaktır. Ancak bu kitle ile diğerleri arasında siyasal birime aidiyet kriterleri konusunda bir anlaşma yoksa, demokratik rejimi hayata geçirmek zorlaşabilir. Ülke içindeki bir grup, hakim millete ait olmadığı gerekçesiyle kültürel grup hakları ya da ayrılıkçılık talep ediyorsa, o ülkede demokratik rejim diğer sorunlar yanında çözüm bulunması zor milliyetçilik meselesi ile de uğraşmak zorunda kalacaktır. Diğer taraftan, farklı etnik/milli gruba ait olma iddiasını dile getirenlerin varlığının, İspanya’da olduğu gibi, hakim milleti temsile soyunan devlete karşı bir denge unsuru işlevi gördüğü durumlar olabilir. Bu halde, farklılık demokratikleşmeyi kolaylaştıran bir etki de yarabilir. Keza, Hindistan örneğin de, çok dinli ve çok etnik gruplu bir toplumda demokrasinin yaşayabileceğini gösteren, önemli bir istisnadır. Hangi toplumlarda demokrasinin gelişme şansı bulduğu konusunda kabul gören genellemelerden bahsedebilmek son derece güçtür. Daha fazla ülke hakkında daha fazla çalışma ortaya çıktıkça, meselenin genellemelere müsait olmadığı daha iyi görülmektedir. Her genellemeye karşılık mutlaka bununla çelişen bir ya da birden fazla örnek gösterilebilmektedir. Yine de, üzerinde az ya da çok anlaşılmış denilebilecek noktalardan bahsedilebilir. Karşılaştırmalı siyasi analiz tarım ya da doğal kaynaklardan ziyade, sanayi, ticaret ve hizmet sektöründen elde edilmiş yüksek milli gelir düzeyinin, etnik ya da dini açıdan kutuplaşmamış, homojen denilebilecek bir toplum yapısının, yüksek şehirleşme ve eğitim düzeyinin, sosyoekonomik eşitsizliklerin üst düzeyde olmamasının, devlet ile, sınıflar, statü grupları ve/veya diğer önemli toplumsal/siyasi aktörler arasında “nispi” bir dengenin varlığının demokratikleşme sürecini genellikle olumlu etkilediğini göstermektedir. (Dahl, 2000: 166, Geddes, 2007: 335, Inglehart ve Welzel, 2009). Ancak bu şartların gerçekleşmiş olmasının demokrasiyi garantiye aldığı veya bunlar olmadığı zaman demokrasinin hiç şansının olmadığı da söylenemez. Örneğin Hindistan, bu koşulların çoğunu taşımadığı halde dünyanın en kalabalık ve eski demokrasilerinden biri hüviyetindedir. 1960’lı yıllarda dile getirilen, Anglosakson tarihi mirasın demokratikleşmeye daha uygun bir kültürel atmosferi yarattığı, Protestan ülkelerin Katolik ya da Ortodoks ülkelere

12


nazaran demokratikleşmeye daha meyyal oldukları iddiaları ise günümüzde daha fazla sorgulanmaktadır. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde demokrasinin yaşama şansının düşük olduğuna, İslamın demokrasi ile bağdaşması en zor dinlerden biri olduğuna ilişkin iddialar ise, halen dile getirilmektedir. Belirtmeye gerek yoktur ki, ülkelerin jeopolitik konumu ve uluslarası konjonktür de demokratikleşme üzerinde en az yukarıda sözü edilen “iç” denilebilecek faktörler kadar etkilidir. Bazen işgal güçleri tarafından empoze edilen bir demokratik rejim, Almanya ve Japonya örneğinde görüldüğü gibi, daha sonra kökleşebilmektedir. Sözü edilen faktörlerle demokratikleşme arasında bir ilişki vardır demek, mekanik neden/sonuç bağlantılarının kurulabileceği anlamına gelmez.

Örneğin, çoğu zaman yüksek

ekonomik gelişme düzeyinin mi demokrasiyi güçlendirdiğini, yoksa demokrasinin mi büyümeyi teşvik ettiğini net bir biçimde ortaya koyamayız. Demokratik rejimin vatandaşlık kültürü (civic culture) de diyebileceğimiz demokratik değerlerden beslendiği doğrudur. Ancak bu değerlerin büyük ölçüde demokrasi tecrübesi yaşayan toplumlarda gelişebileceğini de biliyoruz. Açıktır ki, demokratik rejimi, “zorunlu” kıldığı söylenebilecek herhangi bir toplumsal/siyasal yapılanmadan söz etmek doğru olmaz (Schmitter 1994: 58, Sorensen 2010: 445-6). Kapitalist sistemin demokrasiyi kolaylaştıran sosyo ekonomik dönüşümleri tetiklediği gerçek ise de, kapitalizm, mülkiyet haklarına bir ölçüde saygılı diktatörlük rejimleriyle uyum göstermiş ve göstermektedir.

Keza yüksek sosyo-ekonomik gelişme ve eğitim düzeyi,

demokratikleşme yönündeki talepleri artırma potansiyeline sahip olsa da,

zorunlu bir

demokrasiye evrilme anlamına gelmez. Güçlü bir sivil toplumun varlığı ya da toplumdaki örgütlenme düzeyinin yüksek olması demokratikleşmeyi besleyebileceği gibi, bazı durumlarda sekte de vurabilir. Weimar Cumhuriyeti’nde çok canlı bir sivil toplum hayatının demokrasiyi korumaya yetmediğini biliyoruz (Berman, 1997) Önemli olan sivil toplum kuruluşlarının kendi içlerinde bir çoğulculuğu barındırıp barındırmadıklarıdır. Ashutos Varshney, sadece Hindu ya da sadece Müslümanlardan oluşan sivil toplum kuruluşlarının diğerini hedef alan toplumsal linç hareketleri teşvik etme (“riot inducing”) potansiyellerini yüksek olduğunu, bünyesinde her iki grubu da barındıranların ise, bu tarz eylemleri sınırlayıcı özellikler taşıdığını ifade eder (Varsheney, 2002).

Demokratikleşme Sürecinde Sorunlar ve Olasılıklar

13


Yukarıda da belirtildiği gibi, demokratikleşme, sonucundan hiç bir zaman emin olamayacağımız bir süreçtir. “Yeni” demokrasilerin geleceğine ilişkin, 1990’lı yılların abartılı iyimserliği geride kalmıştır. Kurulan rejimlerin yükselmiş beklentileri karşılayamaması ve bunun yarattığı hayalkırıklığı, eski elitlerin yeni rejimde de ayrıcalıklarına koruyabilmeleri, bir çok ülkede otoriter rejimlerin sağlar göründüğü başarılar, kendi sorunlarıyla uğraşan AB ve ABD’nin demokrasiyi yayma konusundaki gönülsüz davranışları ve inandırıcılıklarından çok şey kaybetmeleri karamsarlık yaratan faktörlerin başında gelmektedir (Burnell, 2010). 1990’lı yılların başlarından itibaren demokratikleşme sürecine girmiş bir çok ülkede, ne otoriter rejim ne de demokrasi diyebileceğimiz “delegasyoncu demokrasi,” “seçim demokrasisi,” ya da “hibrid/karma rejimler” olarak adlandırılan yeni rejimler ortaya çıkmıştır. Bu ülkelerde tamamen göstermelik olmayan seçimler yapılmaktadır, ancak eski rejimin parçası olan kesimler ya da eski rejimin tasfiyesi sürecinde yeni zenginleşmiş kesimler, iktisadi güçlerinin de katkısıyla, iktidar pozisyonlarını ellerinde tutmaktadırlar. Muhalif medya, sivil toplum kuruluşları ve potansiyel siyasetçiler, hiç bir zaman siyasi iktidardan bağımsızlaşamamış yargı ve güvenlik güçlerinin ikna edici olmayan suçlama ve yargılamalarıyla sindirilmekte hatta bazen suikastlere de başvurulabilmektedir. Doğal kaynaklar açısından zengin olan -örneğin Rusya gibi- yeni demokrasilerde zenginliğin devlet tarafından kontrolü, dışa açık rekabetçi orta sınıfların yükselişinin önünü kesmekte, siyasi iktidar sahip olduğu ekonomik kaynakların da yardımıyla hak ve hürriyet ihlalleri konusunda sessiz kalınmasını temin edebilmektedir. Diğer yeni demokrasilerde ise, etkin bir devletin oluşturulamaması, insan hakları ihlalleri, yolsuzlukla mücadele de mesafe alınamaması ve hayat standartlarında vaat edilen iyileşmenin sağlanaması hoşnutsuzlukları artıran temel faktörler arasındadır (Sorensen, 2010: 448-50). Bu rejimlerin bazılarının zamanla daha demokratik bir hal alabilecekleri ihtimali bir kenara atılamaz zira yerleşik demokrasilerin çoğu ancak zamanla hayatiyet ve canlılık kazanabilmişlerdir. Bu olasılığın gerçekleşme ihtimali demokratların fikri ve siyasi mücadelelerinden ziyade, çoğu zaman hiç kimsenin tam anlamıyla kontrol edemediği sosyoekonomik ve siyasi dönüşümlerle ilişkilidir. Açıktır ki, ABD ve Avrupa Birliği’ndeki gelişmelerin alacağı seyir diğerlerini de yakından etkileyecektir. Bu ülkelerde uzun süredir dile getirilen demokrasi eksikliğinin (Dalton, 2004, Diamond, 2008: 345-371) giderilememesi, devam eden ekonomik krizin sorumlusu olarak demokratik rejimi gösterenlerin halihazırda olduklarından daha fazla inandırıcılık kazanmaları halinde, otoriter yönelimlerin üçüncü dalga demokrasilerinde de yükselişe geçeceğini söylemek kehanet olmaz. Keza, Çin’in kısa ve orta

14


vadede otoriter ve fakat iktisadi açıdan başarılı bir örnek olarak algılanması da, anti-demokratik eğilimleri teşvik etme potansiyeline sahiptir (Breslin, 2010: 151-2). Demokratikleşme konusundaki tartışmalar bir noktada yeni demokrasilerde demokratik kültürün ne ölçüde var olduğu noktasına gelip dayanmaktadır. “Tolerans,” “empati” ve “güven duygusu eksikliği,” “uzlaşma” kültürünün yokluğu gibi özellikler dile getirilmekte, yaşanılan başarısızlıklara gerekçe olarak gösterilmektedir. Oysa, kültür başlıbaşına açıklayıcı bir faktör olmaktan ziyade, hangi olguların ilk planda o kültüre yol açtığı gibi çok temel ve derinlikli bir soruyu davet eden bir tespittir. Devlet/toplum ilişkilerinin seyri, sömürge tecrübesinin olup olmaması, din ve inanç sistemleri, sosyal yapı, ekonominin ticarileşme düzeyi siyasi kültürü belirleyen temel faktörlerdendir. Yeni demokrasiler söz konusu olduğunda özellikle vurgulanması gereken bir husus, demokrasilerin kaderinin bu ülkelerdeki temel siyasi aktörlerin ne ölçüde demokrasinin gerektirdiği sınırlı hükmetme anlayışını içselleştirip içselleştiremeyecekleri ile çok yakından ilişkili olduğudur. Demokrasinin kurulabilmesi için tutarlı ve samimi demokratların varlığı şart değildir. Fakat demokrasini yaşaması ve hakiki bir demokrasi olabilmesi için demokratların sayısının artması şarttır. Diğer bir deyişle, her nasılsa kurulmuş olan demokrasiler, zaman içinde demokratların

sayısını

artıramazlarsa,

özellikle

de

elit

içinde

demokratik

değerleri

önemseyenlerin sayısında artış olmazsa, varlıklarını sürdürmeleri zorlaşır, yüksek kaliteli bir demokrasi haline gelmeleri imkansız olur. Demokrasilerde, liderlik çoğu zaman düşünüldüğünden daha da önemlidir. Demokrasi, sonuçlarından bağımsız olarak oyunun kurallarına uyulmasını gerektiren bir siyasi mücadelenin sınırlarına herkesin uymayı taahhüt ettiği bir centilmenlik rejimidir. Güç ve çıkar mücadelelerini reddetmez onu sadece belli biçimlerde yapmayı –ve belli biçimlerde yapmamayı- taahhüt eder. Demokrasiyi benimsemek demek sonuç ne olursa olsun seçimlerle gelip seçimlerle gitmeyi kabul etmek, muhaliflere karşı şiddet kullanmama taahhüdünde bulunmak demektir. Demokrasi herşeyden evvel sonuçlarına bakılmaksızın oyunun kurallarına uymayı ahlâki bir sorumluluk olarak kabul etmeyi gerektirir. Rejiminin işleyebilmesi için siyasette kazanma ve kaybetmenin maliyetinin çok yüksek olmaması gerekir. Fakat sorun basitçe bu da değildir. Demokrasi belli bir adalet anlayışının, Kantçı ahlâk anlayışının, hem elitler hem de toplum vicdanında yankı bulması ile hayatiyet kazanır. “Kendine yapılmasını istemediğin davranışı başkasına da yapma,” “başkasına yapılan ve yanlış bulduğun davranışa kendine yapılmış gibi tepki göster” ilkeleri, demokratik rejim için de gerekli olan, temel ahlâk ilkelerindendir. Bu ilkelere uyma kaygısı hissedenlerin sayısı her 15


toplumda düşüktür. Siyasal hayatta bu kurallara uygun hareket edebilmek daha da zordur. Fakat sayı ne kadar yüksek olursa, demokratik rejimin yaşama şansı o kadar artar. Uzun yıllardır otoriter yönetime maruz kalmış toplumlarda biri özel biri kamusal alanda olmak üzere iki farklı ahlâk anlayışı gelişmiş gibidir. Özel alanda ahlâki değerlere bağlılık beklenirken bunun dışına çıkıldığında baskıcı devletin/ötekinin/otoritenin alanına girildiği düşünülür ve orada her şey mübah görülür. Esasen kamusal alan bilinci diye bir şey söz konusu değildir, çünkü otoriter devlet böyle bir duruma izin vermemektedir. Otoriter toplumlarda ilkeli ve tutarlı davranmanın bedeli yüksektir. Korku ve dehşetin hüküm sürdüğü yerde, bireylerin kendilerini sınırlamayı öğrenmeleri, sonuçlarından bağımsız olarak kurala uyma gereğinin içselleştirmeleri, zordur. Korunma davranışı olarak belli bir rasyonalitesi olan ve “şark” ya da “köylü” kurnazlığı dediğimiz, rengini belli etmeme, otoriteye açıkça hayır demeden, daha sonra kendi bildiğini okuma, görünmeden kaçma, kısaca devleti “idare etme” tarzının demokrasinin pekişmesi sürecinde etkileri olumsuz olmuştur. Keyfi otoriteye karşı savunma mekanizması olarak geliştirilen farklı maskeler takma, bir yerde başka diğer tarafta başka olma/görünme zaman içinde hiç rahatsızlık yaratmayan bir “habitus” haline gelerek toplumsal/siyasal davranışlara damgasını vurabilmiştir (bkz, Demirel, 2004: 141 vd). Bu kültürün yaygın olduğu toplumlarda, iktidarı ele geçirenler, onu sınırsız bir biçimde kullanma eğilimi göstermekte, iktidarı kaybetmemek için yasallığı tartışılan yollara gidebilmekten en ufak bir ahlâki rahatsızlık duymamaktadırlar. Genellikle bir lider ve varlığını lidere borçlu bir klik oluşmakta, bu iktidar bloku her türlü denge ve kontrol mekanizmasından kendini uzak tutmayı denemektedir. İktidarı kaybedenler ise, onu geri alabilmek için her türlü yola başvurmayı –yine aynı kolaylıkla- mübah sayabilmektedirler. Davranışları belirleyen temel etken politikalara direnebilecek çıplak gücün varlığı ya da yokluğudur. Kısır döngünün kırılabilmesi için, iktidarın sınırlandırılması gerekir. Burada kurumsal düzenlemeler hayati, ancak yeterli değildir. Zihniyet dönüşümü de şarttır. Zihniyet dönüşümü ise, uzun dönemli düşününebilen, hem kendisinin hem ülkenin çıkarlarının uzun dönemde demokrasi (ve iktidarın sınırlanması) ile daha iyi korunabileceğine inandığı gibi, bunu diğerlerine anlatabilen siyasi aktörlerin atacağı adımlarla başlatılabilir. Bu türlü aktörlerin sayısının çok fazla olmadığını tarih bize gösteriyor. Aktörleri bu yola itecek müşevviklerin başında güçlü demokratik ülkelerin talepleri ve baskısı gelir. Keza, devlete bağımlı olmayan dışa açık piyasalarda para kazanan orta sınıfların gelişiminin de aktörler üzerinde baskı oluşturacağı söylenebilir.

16


Hülasa, demokrasi, demokrasiye karşı çıkanlara karşı mücadeleyi gerektirdiği gibi, demokrasiyi mümkün kılan değerlerin hakim kılınması ve yeni kuşaklara aktarılması için sürekli bir çabayı da gerektirir. Demokratik değerler kendiliğinden oluşmadığı gibi, oluştukları ölçüde de sürekli korunmayı/geliştirilmeye muhtaç değerlerdir. Doğrudur; siyasal rejimin doğasını belirleyen toplumsal/siyasal dinamikler önemlidir ve çoğu zaman aktörler tarafından aşılamayacak kadar büyük engeller oluşturabilirler. Küreselleşme, özellikle güçsüz ulus devletlerin ülke içinde üretimi artırma ve kaynak dağıtma işlevlerini önemli ölçüde sekteye uğratmıştır. Bir yandan beklentiler yükselirken, diğer taraftan da bu beklentileri karşılamak her zaman olduğundan daha zor olmaktadır. Demokratik rejimin beklentileri yükselten bir tarafı vardır. Siyasal rekabet daha iyinin mümkün olduğu ve fakat iktidarın beceriksizliği ya da kötüniyetli olması nedeniyle çok kolay olan bu ideal durumun gerçekleşemediği teması üzerinden yapılır. Kollektif eylemler yoluyla insanların kendi kaderlerine hakim olabilecekleri fikri demokrasinin temellerindendir. Kadere hakim olmak iktisadi

kıtlığı

yenmek

olarak

yorumlandığında,

demokrasi

imkansız olanı

başarmaya

soyunmaktadır. İktisadi meselelerde hükümetlerin uzun vadeyi göze alarak hareket etmeleri de kolay değildir. Fakat bu tespitler, bu yöndeki çabaların nafile olduğu anlamına gelmemelidir. Demokratikleşme doğrultusundaki yapısal denilen engelleri bilinçli siyasal eylemler yolu ile istediğimiz doğrultuda değiştiremeyebiliriz. Ancak bu türlü çabalar, en azından daha kötüye gidişi önlemeye yardımcı olabilir ve değişimin önünü açarak sonrakilere yol gösterirler. Batı dünyasında bir çok araştırmacı, demokrasiyi

“normal,”

demokratik olmayan

rejimleri “anormal” ya da istisnai rejim biçimleri olarak algılama eğilimindedir. Bu ülkelerin çoğunun uzunca bir süredir demokratik rejim ile yönetilmeleri demokrasinin kolaylıkla kurulabilen ve sürdürülebilen bir rejim olduğu algısını farkında olmadan destekleyen faktörlerden biri olsa gerektir. Demokrasi konusundaki normatif tercihler de, demokrasinin yokluğunu açıklama gerektiren bir anomali olduğu düşüncesini beslemiştir. Böyle olunca, demokratikleşme sürecinin önündeki engeller, olduklarından daha önemsizmiş

gibi görülebilmekte bu

da beklentileri gerçekçi olmayan

bir

biçimde

yükseltmektedir. Bu durum batı demokrasileri için büyük sakıncalar doğurmayabilir. Fakat, batı dışı dünya için aynı şey söylenemez. Otoriterizm tehdidinin varlığı ve gücünü gözden kaçırmamak, var olan demokrasinin kırılganlığını hep gözönünde tutmak bu ülkelerde demokratikleşme sürecine hizmet etmenin ilk adımını oluşturur (Stepan, 2009).

17


KAYNAKÇA Anderson, Perry, “Comment: Power, Politics and the Enlightenment,” Rethinking Left, der, David Miliband, Oxford, Polity, 1994. Bauman, Zygmunt, “Violence, Old and New,” The Individualized Society, Oxford, Polity, 2001. Berman, Sheri, “Civil Society and the Collapse of Weimar Republic,” World Politics, 49, 3, 1997. Breslin,

Shaun, “Democratizing One Party-Rule in China,” New Challenges to Democratization, der, Peter Burnell ve Richard Youngs, Londra ve New York, Routledge, 2010.

Burnell, Peter, “New Challenges to Democratization,” New Challenges to Democratization, der, Peter Burnell ve Richard Youngs, Londra ve New York, Routledge, 2010. Clausewitz, Carl Von, On War, çev, J.J. Graham, Londra, Wordsworth, 1997. Dahl, Robert A, On Democracy, New Haven London, Yale University Press, 2000. Dalton, Russell J, Democratic Challenges, Democratic Choices: The Erosion of Political Support in Advanced Industrial Democracies, Oxford, Oxford University Press, 2004. Demirel, Tanel, Adalet Partisi – İdeoloji ve Politika, İstanbul, İletişim, 2004. Diamond, Larry, The Spirit of Democracy, Henry Holt ands Company, New York, 2008. Diamond, Larry ve Leonardo Morlino, “The Quality of Democracy: An Overview,” Journal of Democracy, 15, 2004. Geddes, Barbara, “What Causes Democratizations ?” The Oxford Handbook of Comparative Politics, der, Carles Boix, Susan C. Stokes, Oxford, Oxford Univ. Press, 2007. Huntington, Samuel P, The Third Wave: Democratization in the Late Twentieth Century, Norman University of Oklohama Press, 1991. Inglehart Ronald, ve Christian Welzel, “How Development Leads to Democracy,” Foreign Affairs, vol 88, no 2, 2009. Mouffe, Chantal, “Politics and the Limits of Liberalism,” The Return of Political, London, Verso, 1993. Mouffe, Chantal, “For an Agonistic Model of Democracy,” Political Theory in Transition, ed, Noel O’Sullivan (Routledge: London and New York, 2000. Mouffe, Chantal, “For an Agonistic public sphere,” Radical Democracy, Politics Between Abundance and Back, der, Lars Tonder and Lassa Thomassen, Manchester, Manchester University Press, 2005. Munck, Gerardo L, Measuring Democracy- A Bridge Between Scholarship & Politics, Baltimore, The Johns Hopkins University Press, 2009. O’Donnell, Guillermo, “The Perpetual Crises of Democracy,” Journal of Democracy, 18, 1, 2007. Pareto, Vilfredo, The Mind and Society, vol 4, The General Forms of Society, der, Arthur Livingston, Harcourt, Brace and Company, New York, 1935. Popper, Karl, Open Society and Its Enemies, vol 1, Plato, London, Routledge and Paul, 1945. Przeworski, Adam, “Minimalist Conception of Democracy: A Defence,” Democracy’s Value, der, Ian Shapiro & Casino Hacker Gordon, Cambridge, Cambridge University Press, 1999.

18


Rustow, Dankwart A. “Transitions to Democracy: Toward A Dynamic Approach,” In The State-Critical Concepts, der, John A. Hall, London, Routledge, 1994. Sartori, Giovanni, Theory of Democracy Revisited, part 2, Classical Issues, Chatham House, Chatham, New Jersey, 1987.. Schmitter, C. Philippe ve Karl, Tery Lynn, “What Democracy is Democracy, 2, 3, 1991.

...and is not,” Journal of

Schmitter, Philippe C., “Dangers and Dilemmas of Democracy,” Journal of Democracy, vol 5, no 2, 1994. Shapiro, Ian, “Enough of Deliberation-Politics is about Interests and Power,” Deliberative Politics- Essays on Democracy and Disagreement, der, Stephen Macedo, Oxford, Oxford University Press, 1999. Sorensen, George, “Democracy and Democratization,” Handbook of Politics- State and Society in Global Perspective, Kevin T. Leicht, J. Craig Jenkins, eds, Springer, New York, 2010. Stepan Alfred, “Introduction : Undertheorized Political Problems in the Founding Democratization Literature,” Democracies in Danger, The Johns Hopkins University Press, Baltimore, 2009. Tilly, Charles, “Democracy is a Lake,” Roads From Past to Future, Rowman & Littlefield Publishers, New York, Oxford, 1997. Tilly, Charles, Contention and Democracy in Europe- 1650-2000, Cambridge University Press, Cambridge, 2003. Tilly, Charles, Democracy, Cambridge, Cambridge University Press, 2007. Varshney Ashutos, Ethnic Conflict and Civic Life : Hindus and Muslims in India, Yale, Yale University Press, 2002. Whitehead Lawrence, Democratization –Theory and Experience, Oxford, Oxford University Press, 2002.

19


GLOBAL SİSTEM, DEMOKRATİKLEŞME- YERELLEŞME DİNAMİKLERİ VE YEREL DEMOKRASİ

Prof. Dr. Mustafa ÖKMEN Kamu Yönetimi Bölümü Celal Bayar Üniversitesi

Giriş Aynı ortak felsefi paradigmanın ürünü olan kapitalizm, ulus-devlet ve liberal demokrasi gerek teorik yaklaşımlarda gerekse pratikte hep iç içe olmuştur. Bir özdeşleşme ve örtüşme olarak da nitelendirebileceğimiz bu iç içelik pozisyonu özellikle, yaşanılan sürekli değişme ve gelişme anlamını içeren küreselleşme sürecinde iyice belirginleşmiş ve ortak çıktılar (out-puts) üretme anlamında ortak sonuçlar doğurmuştur ve doğurmaktadır. Kapitalizmin bunalımları anlamında ortaya çıkan sorunlar ulus-devletin ekonomik ve siyasal işlevlerini zayıflatmış, ortaya çıkan küreselleşme-yerelleşme, bölgeselleşme ve altkimliklerin öne çıkması gibi gelişmeler son tahlilde, temelinde temsil kavramının yattığı sanayi toplumunun siyasal dünya görüşünü oluşturan liberal demokraside önemli değişim ve dönüşümlere neden olmuştur ve olmaktadır. Temsili

demokrasi

de

diyebileceğimiz

liberal

demokrasi

bugün,

ulus-devletin

işlevlerindeki değişmelere ve iktidar alanının daralmasına paralel olarak, yerellik, katılım, çoğulculuk ve bölgesellik gibi yeni oluşum ve yapılanmalarla birlikte işlev ve nitelik değiştirmektedir.

Kapitalizm, Ulus- Devlet ve Liberal Demokrasi Modern devlet, 16. ve 17. Yüzyıllarda Kuzey-batı Avrupa’da ortaya çıkan devlet tipidir. Ulusal devlet olarak da tanımlanan modern devlet, Kuzey-batı Avrupa’da 13. ve 17. Yüzyıllar arasında ortaya çıkan, insan ve toplum yaşamının her alanını kökten etkileyen çok büyük ve kapsamlı bir değişim sürecinin ürünü sayılabilir. Kuşkusuz, devletin tarihi çok daha eskilere uzanmaktadır ve bu kurum toplumsal gerçekliğin temel öğelerinden biridir. Ancak, sözü edilen tarihsel dönemde ve dünyanın belli yöresinde ortaya çıkan bu devrimsel değişim ya da bir başka deyişle yeni toplumsal gerçeklik, toplumsal yaşamla ilgili her kurum ve süreci olduğu gibi devleti

20


de etkilemiş, ortaya yeni bir devlet tipi çıkmıştır. Bu devlet tipi genellikle modern devlet olarak adlandırılmaktadır. Modern devlet, tarih sahnesine mutlakiyetçi monarşi olarak çıkmıştır; başka bir deyişle mutlakiyetçi monarşi modern devletin ilk formudur. Mutlak monarşilerin önemli bir özelliği ulusal devlet olmalarıdır. Ulusallık, modern devletin en yaygın niteliklerinden biridir ve daha önce tarih içinde rastlanan devlet tiplerinin ulusal olma özelliği taşımadığı söylenebilir. Ulus, Avrupa’daki büyük ve kapsamlı değişim içinde ortaya çıkan bir toplumsal kategori ya da toplumsal kollektivitedir; modern devlet bu toplumsal kategorinin üzerinde kendini gösteren siyasal örgütlenmedir. Derinleşen ve karmaşıklaşan ekonomik ilişki ve bağlantılar ve bunların koordinasyon gereği hem yeni bir toplumsal kategori düşüncesini hem de bu kategoriye özgü siyasal örgütlenme talebini ortaya çıkarmaktadır. Ulusal toplum ve modern devlet, sözü edilen taleplerin sonucudur (Şaylan, 1994: 17- 26). Modern devletin ilk şekli olan mutlak monarşi, kapitalizmin gelişim süreci içinde belirmiş ve sermaye birikimi sürecinde önemli bir rol üstlenmiştir. Bu süreçte, mutlakiyetçi devlet, denizaşırı toprakları sömürgeleştirip, kendi tüccarlarına ayrıcalık sağlama, kendi ulusal ticareti ve üretimi için korumacı önlemler alma gibi fonksiyonları yerine getirmiştir. Bununla birlikte kapitalizmin dinamizmi ve gelişme yasası bir süre sonra değişik alanlarda yepyeni oluşumlara ve gelişmelere neden olmuştur. Ancak, modern devletin değişmeyen en önemli özelliği sermaye birikiminde önemli bir rol üstlenmesidir. Üretim ve tüketim alanındaki değişime dayanan sanayi devriminin siyasal alandaki sonucu, devletin meşruiyet anlayışını temel haklar felsefesi üzerine oturtan açılımdır ve bu açılım uygulamaya da geçirilebilmiştir. Uygulama alanında ortaya çıkan gelişme, mutlakiyetçi monarşinin çöküşü ve bunun yerine ulusal egemenlik anlayışına dayanan meşruti monarşi ya da cumhuriyet tipi devletlerin ortaya çıkmasıdır. Bu kapsamlı gelişmelere liberalizmin öne çıkması da denilebilir. Hem bir ekonomik kuram veya düşünce biçimi hem de genel bir felsefi bakış ve düşünme şeklini içeren liberalizm, kapitalizmle olduğu gibi dönemin siyasal gelişme ve yapılanmaları içinde yer alan ulusdevlet kavramı ile yakından ilgili bulunmaktadır. Liberal teori son beş yüzyıl içinde bir dünya sistemi olarak yaygınlaşan, ortak ve yeknesak bir zihinsel ve yaşamsal çerçeve yaratan kapitalizmin içinde yeşermiştir. Temelde toplumsal yaşamın iktisadi yönünün ön plana çıkaran bu sistem, aynı süreç içinde kendisiyle uyumlu ve kendi içinde anlamlı siyasi yapılanmalara ve düzenlemelere de ortam sağlamıştır. Ulus-devletlerin bugünkü varlığı ve liberal demokrasi dediğimiz birlikte yaşama kodu, tarihsel süreç içinde kapitalist sistemin doğal uzantıları ve/veya müttefikleri olmuştur. O kadar ki, günümüzün sistematiği ve 21


anlam dünyası içinde bu üç unsurun, bir bütünün birbirini tamamlayan ve besleyen parçaları olduğunu söylemek mümkündür. Kapitalizm, ulus-devlet ve liberal demokrasi, aynı ortak felsefi paradigmaya ve dolayısıyla aynı ortak epistemolojik pozisyona dayanmaktadır. Bu rölativist bir paradigmadır ve tarihsel açıdan kendisinden önceki tekçi ve mutlakiyetçi anlam dünyalarına kıyasla insanın özgürleşmesine yönelik bir adımdır. Kapitalizm, iktisadi alanda bağımsız ve eşitlenmiş bireylere (tüketicilere/üreticilere) gerek duyarken, liberal demokrasi de siyasal anlamda aynı şekilde bağımsız ve eşitlenmiş bireylere (vatandaşlara) gerek duymaktadır. Ulus-devlet ise insanın iktisadi ve siyasi alandaki eylem gücünü tek bir pota içinde kapsamakta; bu iki alanın birlikte ve aynı hukuksal çerçeve içinde var olmalarını sağlamaktadır. Bu bağlamda, liberal teori, var olanın kabulüne ve meşrulaştırılmasına yol açan bu rölativist paradigmanın siyaset felsefesini oluşturmaktadır. Kapitalizm, ulus-devlet ve liberal demokrasiyi birlikte mümkün ve anlamlı kılan temel varsayımları ve değer yargılarını ortaya koymakta; bu ideolojik bakışın dayandığı rölativizme ve onun epistemolojik temellerine ışık tutmaktadır (Mahcupyan, 1997: 70- 75). Liberal felsefenin ve klasik ekonomi kuramının egemenliğine giden yol, esas olarak toplum, insan ve devlet konusunda ortaya atılan bir dizi yeni kuram ya da yaklaşım tarafından açılmıştır. Buna ek olarak, sözü edilen kuram ve düşüncelerin siyasi ve toplumsal yaşamda yankı bulması; bu çerçeve içinde büyük dönüşümler yaşanması da liberalizme giden yolun belirleyici köşe taşları olmuştur. 17. Yüzyıldaki İngiliz İç Savaşı ve sonrasındaki gelişmeler, 18. Yüzyılın Amerikan ve Fransız devrimleri sözü edilen büyük dönüşümlerin en önde gelenleridir. Böylece liberalizm, insan hakları ve demokratikleşme ile sanayi devriminin temel çerçevesini, düşünsel tabanını oluşturmaktadır. Liberal felsefe, liberal ekonomi ve devlet kuramları esas olarak sanayi devrimini öncelikle yaşamaya başlayan İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde yaygın olarak kabul görmüş; kuramsal çerçeve daha çok İngiliz ve Fransız düşünürlerinin katkıları ile oluşturulmuştur. Bu kuramların ve felsefenin uygulama alanında yankı bulması, yani kamu politikalarına yön vermesi ile giderek hızlanan sanayi devrimi eş zamanlı süreçler olmuşlardır. Liberalizm ile İngiltere ve Fransa’da patlayan sanayi devrimi eş zamanlıdır, birbirini tamamlamaktadır (Şaylan, 1994: 28, 35). Bu anlamda, sanayi devriminin ürünü olan sanayi toplumu ile liberal düşüncenin, özellikle siyasal yapılanmalar bağlamında yakın ilişkisi vardır. Klasik liberalizm, sanayi toplumunun siyasal dünya görüşü olarak ortaya çıkmış ve uzun bir evrim geçirerek, özellikle ulus-devlet ve liberal demokrasi bağlamında, sanayi toplumu ile iç içe bir görünüm sergilemiştir. 17. Yüzyıldan itibaren demokrasi fikri, ulus22


devletin doğuşunun bir sonucu olarak, mekan bağlamında kent devletinden ulusal devlete aktarılmıştır. Bu olmasaydı uygulamada herhangi bir geleceği de olmazdı (Dahl, 1995: 272)

Liberal Devlet, Liberal Demokrasi ve Temsil Liberal teori, kapitalizmin ve onun yarattığı yan ürünlerin felsefi düzlemde doğrulanması ve siyasi düzlemde yaşatılması çabası olarak ele alınabilir. Liberalizm için, en uygun araç herhangi bir baskı ve zorun bulunmadığı gönüllü işbirliği ve özgürlüktür. İdeal olan, sorumlu bireyler arasında özgürce tartışmaya dayalı fikir birliğidir. Çoğunluğa boyun eğmeden fikir birliğini sağlamaktır. Toplumda düzenin devamı dış yaptırımlar ve baskılar olmaksızın görüş birliği içinde işler. Kuralları yorumlatmak ve uygulatmak için sadece gelenekler görüş birliğini sağlayamaz; bir hakeme ihtiyaç vardır. Bu hakem devlettir. Devletin görevi, kuralları değiştireceğiniz araçlar sağlamak, kurallar arasındaki farklılıkları ılımlılaştırmak, uymayanları cezalandırmaktır. İnsanların özgürlükleri çatışabilir ve bu çatışmada hakemliği devlet yapar (Freidman, 1988: 48). Liberal felsefede devleti ortaya çıkaran neden olarak gösterilen Toplum Sözleşmesinin amacı devleti sınırlamaya ve kurallara bağlamaya yöneliktir. Siyasal iktidarın doğal ve zorunlu olarak sınırlı olduğu kabul edilir. Devletin sınırlandırılması ile ilgili düşüncelerde ise faydacı teorilerin ağırlıklı bir yeri vardır. Bunlardan en önemlisini ise J.S. Mill’in görüşleri oluşturur. Mill’e göre, devletin toplum hayatına müdahalesi doğru değildir. Fertler işleri devletten daha iyi yaparlar. Fertlerin işleri yapmaları onları fikri anlamda geliştirir. Amaçları, inisiyatifleri ve tecrübeleri gelişir. Devlet müdahalesi devletin gücünü gereksiz yere arttırarak büyük zarar yaratır. Devlet ne kadar büyürse esaret o kadar büyür (Mill, 1988: 214). Bu anlamda liberalizm, bireysel özgürlüğün en temel değer olduğu ve bu özgürlüğün toplumdaki herkes için istendiği ve güvence altına alındığı bir toplumsal, siyasal örgütlenme tarzının savunulmasıdır (Köker, 1992: 29). Temel liberal ilke, devletin hizmet sunan bir organizasyon olarak faaliyet alanı ne olursa olsun yaptırım gücü olan bir kurum olarak belli niteliklere sahip yasalarla sınırlandırılmasıdır. Liberalizm, bu yasaların egemenliği ilkesi ile özdeşleşir. Bireysel özgürlük yani insanların kendilerine özgü bilgileri kendi amaçları için kullanmaları durumunun korunduğu bir siyasal düzenin insanların değişik amaçlarını gerçekleştirmelerine en uygun düzen olduğudur. Bu düzen ancak çoğunluğun iradesi doğrultusundaki yaptırımlar da dahil olmak üzere soyut, genel ve adil olma gibi belli nitelikleri olan yasalarla sınırlandığı zaman oluşabilir. Liberalizm, yasaların egemenliği ilkesini korumak için iki araç geliştirmiştir. Bunlardan ilki kuvvetler ayrılığı, ikincisi ise yazılı anayasalardır. Amaç, yasayı koyanlara özgül koşullara göre davranıp belirli yaptırımlarda

23


bulunmalarını önlemektir. İnsanlara değil yasaların egemenliğini savunan liberalizm, ancak bu sistemde yaşayabilir. Eğer uygulamalarından bağımsız olarak konmuş genel, soyut kurallar anlamında yasalara uyarsak başka insanların iradelerine tabi olmamış oluruz. Bu özgürlük demektir. Demokrasi, liberal devlet anlayışının toplumsal ve siyasal alanda gerçekleştirmesi için tek yönetim şeklidir. Her iki sistemin de birbirine benzeyen ve birbiriyle örtüşen özellikleri vardır. Liberalizm kendini ancak demokrasiyle ve demokraside gerçekleştirebilir. Her ikisi de değişmeyen mutlak bir devlet otoritesiyle bağdaşmamaktadır. Çünkü böyle otoriteler belirli bir imtiyaz sistemine yol açar. Her ikisi de hak ve özgürlüklerin kullanılmasında eşitsizlik ile bağdaşmaz. Her iki sitemin de işleyebilmesi için tüm bireylerin aynı özgürlüklerden eşit bir biçimde yararlanabilmesi gerekmektedir. Her ikisi de temel özgürlüklerin ve insan haklarının sınırlandırılmasıyla bağdaşmaz. Her ikisi de insana güven esasına dayanır. Çünkü her ikisinde de bireylere büyük hak ve sorumluluklar verilmektedir. Yine her ikisi de rasyonel ilkeleri esas alır. Din ve geleneklerden kaynaklanan yapıları ve anlayışları dışlar. Diğer bir deyişle laik bir dünya görüşüne sahiptir (Türkkan, 1987: 34). Demokrasi adına kazanılan her türlü değerin liberalizmin ürünü olduğu bir gerçektir. Özgürlük ve ondan doğan tüm haklar, temel insan hakları liberalizmin doğurduğu ama demokrasinin de sahip olduğu değerlerdir. Halk yönetimi demek olan demokrasinin, çoğunluğun tahakkümüne dönüşmesinin önlenmesi, azınlığın tek kişi bile olsa çoğunluğa karşı korunması, temel hakların çoğunluğun haklarıyla yok edilemeyeceği gibi değerler liberal düşünceyle demokrasinin vazgeçilmez bütünlüğünü gösterir. Liberalizmsiz demokrasi, demokrasisiz liberalizm gerçek ve ideal anlamda düşünülemez. Bu değerlendirmelerin ardından liberalizmin öngördüğü liberal demokratik siyasal sisteme geçebiliriz. Liberal demokrasinin temelinde belirli öngörüler ya da yasalar yatmaktadır. Bu temel varsayımlardan ilki siyasal iktidarın sınırlı olmasıdır. Bunun anlamı iktidarın özerk, doğal bir biçimde, insanların özgür iradeleri sonucunda kurulan çeşitli gönüllü örgütler çerçevesinde görev yapması gereğidir. Siyasal iktidar yalnızca toplumsal eylemlerin belirlediği sınırlar içinde hareket eder. Siyasal iktidarın insanların özgür iradesiyle kurulmuş örgütlere müdahale etmesi, denetlemesi, baskı altında tutması söz konusu değildir. İkinci varsayım, toplumun çoğulcu olduğunun kabulüdür. Bu çoğulculuk toplumun yalnızca özerk örgütlerden oluştuğu anlamına gelmemektedir. Aynı zamanda her kuruluşun değerleri ve çıkarlarının üyeleri açısından kutsal olduğuna inanılmasını da gerektirmektedir. Toplumun çoğulcu olduğunun kabulü siyasal iktidarın herhangi bir grubun çıkarları yerine tüm toplumun çıkarları adına görev yapacağı anlamına gelmektedir. 24


Liberal demokrasinin üçüncü varsayımı, sistemde nesnel herhangi bir toplumsal ya da ahlaki değerin kesinlikle kabul edilmemesidir. Gerçeğin yalnızca toplumsal çoğunluk tarafından oluşturulduğunu kabul etmektedir. Bunun sonucu olarak da toplumda hoşgörünün hakim olması ve çoğunluğun iktidarının azınlıklar üzerinde etkisinin sınırlandırılması ortaya çıkar. Liberal demokratik yönetim biçiminin dört temel özelliği bulunmaktadır. Liberal demokratik yönetim biçimi her şeyden önce, seçimle gelen temsilcilerden oluşan bir yasama organıyla, bazı durumlarda, ayrıca yine seçilen bir devlet başkanı ya da cumhurbaşkanına sahiptir. İkinci olarak, adı geçen temsilci organlara karşı sorumlu olan, bunlara hem danışmanlık yapan hem de talimatlarını uygulamaya koyan, istikrarı sağlayıcı uzman bir organ bulunmaktadır; bu da yürütme organıdır. Üçüncü olarak, özel güç merkezlerinin oluşturduğu ve siyasal iktidarın faaliyetlerini frenleyen toplumsal ve ekonomik denetim ve denge sistemi bulunmaktadır. Dördüncü olarak da, söz konusu toplumsal ve ekonomik denetim ve denge sistemine paralel ve buna yardımcı olan siyasal denetim ve denge sistemi bulunmaktadır. Kısaca, liberal demokrasi, özerk ve özel örgütlerin varlığını öngörmektedir. Siyasal iktidarın personeli ve politikası, söz konusu gruplardan ve bunların olası ya da mevcut olan çatışmalarından kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidarın görevinin de söz konusu grupları süreç içinde yok etmemek koşuluyla bunlar arasındaki çatışma ve sürtüşmeleri en alt düzeye indirmek ve denetimi altına almak olduğu kabul edilmektedir (Finer, 1974: 62-70). Liberal demokrasi, farklı ülkelerden farklı düşünürlerin katkılarıyla ortaya konmuş bir düşünce sistemidir. Bu bağlamda, B.Constant, A. de Tocqueville, faydacı düşünürlerden J.Bentham, J.S Mill gibi düşünürler, özellikle eşitlik ve özerklik eksenli düşünceleri ile liberal demokrasiye önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu düşünürlerden, 19. Yüzyılda demokrasinin toplum ve yönetimde karşı konulmaz yeni bir biçim olduğunu ilk kavrayan ve Birleşik Devletlerin demokrasi alanında dünyanın anahtar laboratuvarı olduğunu söyleyen Fransız düşünür Alexis de Tocqueville (Ebenstein, 1996: 239) ve Temsili Hükümet adlı eseriyle temsili demokrasiye önemli katkıları bulunan İngiliz düşünür J.S Mill’in görüşleri özellikle yerel demokrasi açısından önem taşımaktadır. Liberal demokrasinin temelinde temsil kavramı yatmaktadır. Bu anlamda, sanayi toplumunun siyasal dünya görüşünü oluşturan liberal demokrasi aynı zamanda temsili demokrasi olarak ifade edilebilir. Günümüzde liberal demokrasi ile yönetilen ülkelerin yerel yönetim yapıları ve anlayışlarının yanı sıra, bir çok ülkenin yerel yönetim, kentleşme ve kente bakışları önemli ölçüde liberal geleneğin etkisi altında oluşturulmuştur (Ökmen, 1998: 78).

25


Dahl’a göre, 17. Yüzyıldan itibaren, ulus-devletin doğuşu sürecinde demokrasi fikrinin mekansal ölçeğinde görülen değişimin en belirgin sonuçlarından biri temsildir. Bu bağlamda, eski çağ demokrasisinin yurttaş meclisinin yerini büyük ölçüde temsilciler almıştır. Mill, Temsili Demokrasi adlı eseriyle doğrudan demokrasiyi tek bir cümleyle dışarı atmıştır. Ulusal devletlerin yönetimlerini demokratikleştirmeye yardımcı olan bir araç olarak temsil, hem tarihsel bir olgu ve hem de eşitlik mantığının geniş ölçekli bir siyasal sisteme uygulanması olarak anlaşılabilir. Ulusal devleti demokratikleşmeye yönelik ilk başarılı çabalar, tipik olarak, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış belirli toplumsal çıkarları –aristokratları, avamı, toprağa bağlı çıkarları, ticari çıkarları ve benzerlerini- temsil etme amacını taşıyan yasama organlarına sahip ülkelerde ortaya çıkmıştır. Demokrasinin mekanı bir kez ulusal devlete doğru kaydıktan sonra artık kent devletine göre muazzam bir büyüklüğü ifade eden ülkelere uygulanmaya başlanan siyasal eşitliğin mantığı, açıkça, yasama faaliyetlerinin çoğunun bir araya toplanan yurttaşlar tarafından değil de, onların temsilcileri tarafından gerçekleştirilmesini gerekli kılmaktaydı. Temsil, bir kez çözüm olarak kabul edildikten sonra, demokratik birimin ölçüsü ile ilgili olarak, bir kent devletindeki meclisin sınırları tarafından getirilmiş olan engellemeler de ortadan kalkmaktadır. Ancak, ölçünün büyümesinin dolaysız bir sonucu, bazı siyasal katılma biçimlerinin poliarşilerde, kent devletlerine göre, poliarşinin doğası gereği daha sınırlı olmaktadır (Dahl, : 273, 276). Gerçekte, bir çoğulcu düşünür olan Dahl’ın sanayi toplumunun ve ulus- devletin siyasal dünya görüşü olarak ortaya çıkan temsili demokrasiye ilişkin önemli eleştirileri bulunmaktadır. Sanayi toplumunun değişimi ve dönüşümü sürecinde temsili demokrasi ve ulus- devlet yapısındaki dönüşümler ileriki bölümlerde ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

Sanayi Toplumu, Ulus- Devlet ve Merkeziyetçilik Avrupa’da mutlak monarşi, feodal siyasal birimleri ortadan kaldırıp ulusal devleti kurduktan sonra, tarihi görevini tamamlamış oluyordu. Daha fazla iktidarda kalması yeni üretici güçlerin gelişmesine ayak bağı olmaya başlamıştı. Oysa burjuvazi, kendisi iktidara geçip tüm aristokratik kalıntıları, yasaları ve kurumları değiştirerek, burjuvazinin hukuksal ve siyasal düzenini kurmak istiyordu. Bu nedenle 16. ve 17. Yüzyıllarda desteklediği mutlak monarşinin 18. Yüzyılda karşısına çıkarak demokratik parlamenter görüşleri savunmaya başladı. Yeni ekonominin laik, bilimsel kültürü ile yetişmiş olan düşünürler ona siyasal programını içine yerleştireceği yeni bir dünya görüşü, yeni bir felsefe, yeni bir siyaset kuramı hazırlayacaklardı.

26


Aydınlanma felsefesi, kapitalizm, sanayi devrimi ve sanayi toplumu gibi karşılıklı ve zincirleme bir etkileşim sürecinde ortaya çıkan yeni yapılanmalar, siyasal planda liberal ya da temsili demokrasi değerlerini öne çıkarırken aynı zamanda ulus-devletin konumunu da sağlamlaştırmıştır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Batı Avrupa’da ulus-devlet yapılanması ile merkezileşme süreci bir paralellik taşımaktadır. Batı Avrupa’da yaşanan büyük dönüşümü, toprağın serbestleştirilmesi, el değiştirmesi ve tarımsal üretimde kitlesel işgücü fazlasının ortaya çıkması biçiminde özetlemek mümkündür. Bu süreç, Fransa’da feodalizmin 1789 Devrimi ile bir çırpıda tasfiye edilmesiyle ile gerçekleştirilmişti. Kapitalist üretimin artmasıyla sonuçlanan gelişmelerin ardından bir adım daha atıldı ve kırsal nüfusta açığa çıkan işgücü fazlası, sanayiye emek deposu oluşturmak üzere kentlere akın etmeye başladı. 1930 yılına gelindiğinde, kentlerdeki ıssız kitle, toplam nüfusun yirmide birini oluşturuyordu. Feodal sistemi ortadan kaldıran Devrim, mutlak monarşiden miras kalan merkezi devlet gücünü tereddütsüz kabul etmiş ve bu gücü daha da güçlendirmeye koyulmuştu. Ulusal birliği kurmak, yerel ayrıcalıkların iktidar kaynaklarını oluşturan yerel örgütlenmeye son vermeye bağlıydı (Güler, 1992: 43). Başka bir deyişle ulus-devlet ve merkezileşme süreci aynı anda işliyordu. Ulus-devletin esas vatanı Avrupa’da dört yüz yıl hep sınırları aşıp transnasyonal süper devlet kurma çabaları egemen olmuştur. Bu süre içinde altı kere, Avrupa’nın şu ya da bu ulusdevleti, tüm Avrupa kıtasını yönetimi altına alıp, kendi ulus-devletini bir Avrupa süper devleti haline dönüştürmeye çalışmıştır. Ulus-devleti icat eden Fransız düşünürü Jean Bodin’nin Cumhuriyetin Altı Kitabı adlı eserinden sonra bu fikir bütün Avrupa’da ana amaç haline gelmiştir. Bodin’in önerileri şunları içermekteydi; Ulus-devlet ve onun kuruluşları olsun, merkezden kontrollü sivil bir mekanizmanın yalnızca hükümdara karşı sorumlu olması, bunun yanında askeri kesimin de merkezden kontrolü, paranın, vergi ve gümrüklerin bir merkezce toplanması, mahkemelerde yerel beylerin yerine merkezden atanmış profesyonel yargıçların bulunması. Bu önerilerin her biri daha önceki zamanların yerleşmiş ve güçlü çıkarlarına, yani özerk kiliseye, irili ufaklı tüm yerel beylere meydan okur nitelikteydi. Özellikle, beylerin hep kendi orduları, hukuk sistemleri ve mahkemeleri kendi vergi toplama güçleri olagelmişti. (Drucker, 1996: 165). Feodal devlet anlayışının çözülmesiyle birlikte XII. Yüzyıldan itibaren ilk izleri belirmeye başlayan ulus-devlet, 1648 Vestfalya Antlaşması ile Avrupa’daki uluslararası sistemin temel siyasi birimi haline gelmiş ve günümüze kadar pek çok aşamadan geçerek ve evrilerek özellikle 19. ve 20. Yüzyıla damgasını vurmuştur. 19. yüzyılda en köklü felsefi temelini Hegel’de bulan ulus-devlet, meşruiyetin sağlanması bağlamında ahlak idealinin gerçekliği haline gelmiş, ancak globalleşme süreciyle ulus kavramındaki değişime paralel olarak günümüzde hızlı bir değişimin içine girmiştir.

27


Globalleşme ve Ulus-devlet etkileşimine baktığımızda Hegel’le temellendirilen aşkın devlet anlayışına dayanan ulus ruhunun artık zayıfladığını söyleyebiliriz. Onun yerine liberal ve pragmatik felsefelere rağbet vardır. Keynes’le gelen sosyal devlet anlayışına rağmen ulus-devletin hak ve hürriyetler rejiminin yaşanmasına araç olma vasfı yerini global politikaların gerçekleştirilmesi aracılığına bırakmıştır. Globalleşme ile birlikte ulus-devlet felsefesinin temel taşı olan, egemenlik, meşruiyet ve ulus gibi kavramlar tartışmaya açık hale gelmiştir. Ulus-devlet, bir kurum olarak, çok sayıda işlevi yerine getirebilmiş ve getirdiği içindir ki varlığını sürdürmüştür. Bunun başında etnik ya da dini kimliği ne olursa olsun vatandaşlarına olanaklar ölçüsünde çevre ülkelerin saldırısına karşı güvenlik, içerde bireylerin toplumsal sınıfların ya da etnik- dini alt grupların birbirleri karşısında hukuksal eşitlik, adalet ve güvenlik sağlaması gelir. Bu bağlamda bir otoritesi vardır. Ekonomik düzlemdeyse, ekonomik ajanların sermayesine güvenli bir pazar sağlamak, ekonominin büyümesini gerçekleştirecek ortamı yaratmak, hatta buna katkı yapmak; ekonomik yaşamı yürütmeyi sağlayacak mübadeleleri ve hesapları kolaylaştırmak ve kesinleştirmek için para arzını ve para kurumlarını düzenlemek, bu bağlamda makro istikrarı sağlamak başlıca işlevleridir. Daha yeni olarak, sosyal devlet kimliğini benimsediği ölçüde vatandaşlarının çalışma olanaklarını ve asgari refahını, eğitim, kültür ve sağlık düzeyinin yükselmesini güvence altına almak yoluyla daha ileri bir toplum yaratmak da gündeme gelmiştir. Son altmış-yetmiş yıldır da bu işlem giderek önem kazanmaktadır. Globalleşme ve yeni ekonomik düzeni, ulus-devletin bu işlevlerini yerine getirmesi ya doğrudan aşıyor ya da yarattığı etkiler dolaylı biçimde bu sonucu veriyor. Tabii, teknolojik gelişmenin getirdiği sonuçlar bu bağlamda kesinlikle ulus-devletin aşılması yolunda etkiler ortaya çıkarıyor. Başka bir deyişle, aynı yönde değişim yaratan iç içe girmiş bir süreç yaşanmaktadır. Bu sürecin sonunda işlevleri de azaldıkça ulus-devletin farklı toplumsal grupları bir arada tutan yapıştırıcı işlevi de azalıyor, alt-kimlikler öne çıkmaya başlıyor; bunun sonucundaysa toplumda iç kargaşayı sınırlamak için devlet yetkisini kullanmak yoluyla baskıya başvursa bunun da aşıldığını görmekte. Eğer ulus-devlet refahını sağlayacak işlevleri de yerine getiremiyorsa, buna bağlı olmanın hiçbir nedeni kalmıyor. İşlevini yitiren devlet, yapıştırıcı olma özelliğini de yitiriyor. Ayrıca, tv, internet gibi teknolojik olanaklar alt-kimliklerin dış dünyadan etkilenme dozunu arttırarak devletin alt kimlikleri bastırma gücünü de yok ediyor (Kazgan, 1994: 217, 218). Bu durum bir yandan temsil ve liberal demokrasi bağlamında sonuçlar ortaya koyarken diğer yandan yerelliğin gücünü ve güncelliğini arttırıcı bir etki meydana getirmektedir.

28


Ulus-devletin gerek siyasal gerekse ekonomik olarak işlevini yerine getirmekte zorlanması onu bir çeşit anokronizme dönüştürmekte ve nostaljik bir nitelik kazandırmaktadır. Bu durum tamamen, dünyanın bir ulus-devletler topluluğundan ağlar topluluğuna doğru gidişi (Naisbitt, 1997: 31) ile ilgili bulunmaktadır. Aynı felsefi paradigmaya dayanan kapitalizm, ulus-devlet ve liberal demokrasi ilişkisi de bu süreçte yeni nitelikler ve işlevler kazanmaktadır. “Ulus-devlet temelinde doğup gelişen kapitalizm artık kendini bu temelle sınırlayamamaktadır. Tarihsel kategori olarak bitmiştir. Çünkü, tarihsel işlevi bitmiştir, ulus-devlet kategorisi ile kapitalizm arasındaki tarihsel ilişki bozulmuştur. Ulus-devletin kapitalizmin tarihindeki işlevi bitmiştir. Alt sitem kategorisi yeni tarihsel gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yeni kategori, kapitalizmin temel var oluş biçimi olacaktır. Globalleşme dışında kalan sermayelerin kendi aralarındaki ve globalleşen sermayeyle aralarındaki çelişkiler, ulusal-toplumsal formasyonların ekonomik rasyonalite dışında kalan politik-sosyal ve kültürel direngenlikleri, ki daha başka varsayımlar da yapılabilir, bu süreçleri yavaşlatıyor. Ama gidişin genel yönünü değiştiremiyor. Kısacası, alt sistemler, ulus-devletin kapitalizmin doğuşunda, gelişmesinde oynadığı rolü, yaşlılık ve çürüme döneminde oynayacaklardır. Bu, kapitalizmin devletsizleştiği, üst-yapısızlaştığı anlamına gelmemektedir. Gerileyen olgu devlet olgusu değil, ulus-devlet olgusudur” (Adalı, 1997: 70-73). Teknolojik değişim bağlamında kapitalizmin yeniden yapılanması sürecinin göze çarpan en önemli özelliği globalleşmenin hız kazanmasıdır. Yeniden yapılanma süreci içinde zaten kapitalizmin başlangıcından beri var olan globalleşmenin hız ve derinlik kazandığı ileri sürülebilir. Bu oluşum içinde ulus-devletin ve bir toplumsal kategori olarak ulusun işlev erozyonuna uğradığı hatta yeniden yapılanma süreci için bir engel oluşturduğu ciddi bir biçimde tartışılmaktadır (Şaylan, 1994: 136). Bu anlamda ulus-devletin bina edildiği varsayımlara bir daha geri dönmeye olanak yoktur (Drucker, 1996: 135). Ulus-devletin işleyişini teminat altına aldığı kapitalist iktisadi yapı temelli ortaya çıkan değişme ve gelişmeler, devlet kavramına ilişkin tartışmaları da etkilemiştir. Eşit olmayan kümeler arasındaki karşıtlığın ürünü olan ve belirginleşen egemenlik ilişkilerinin somutlaşmış ve kurumlaşmış biçimi (Ergil, 1986: 144) olarak ele alınabilecek olan devlet ile ilgili açıklamaların yani devlet kuramının toplum bilimler içindeki yeri 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren oldukça artmış, toplumsal yaşam ve özellikle modern siyasal uygulama, devlet kuramlarının bulgu ve önermelerinden geniş ölçüde etkilenmiştir.

29


Yirminci yüzyılın başından itibaren esas olarak ABD’de gelişen özgün bir siyaset bilimi paradigmasında devlet çözümlemeleri ikinci plana atılmış; açıklama yaklaşımının dışına itilmiştir. ABD’de ortaya çıkan bu siyaset bilimi yaklaşımı esas olarak iktidar ilişkileri ve siyasal davranış sorunlarını ön plana çıkarmıştır. İşte, başta ABD olmak üzere Batı dünyasının akademik çevrelerinde çok büyük bir etkinlik sağlayan çoğulcu-işlevselci yaklaşım Marxist devlet kuramına alternatif bir devlet kuramı geliştirmiştir. Marxist paradigmanın karşıtı olan çoğulcu-işlevselci yaklaşım ana kaynak olarak Max Weber’e dayandırılabilmektedir. Kısaca belirtmek gerekirse Weber’in, toplumun sınıflar yanında, birbirini kesebilen çok sayıda parametreye bağlı olarak oluşmuş kollektivitelerden meydana geldiği yolundaki görüşü, çoğulculuğun kuramsal çıkış noktası sayılabilir. Çoğulcu-işlevselci görüşe göre iktidar ilişkilerinin kurumsallaşmış formu olarak tanımlanabilen devlet, hiçbir grubun ya da kollektivitenin denetimi altında değildir; kollektiviteler arası yarışmanın amaca yönelik aracı konumundadır. Her kollektivite, bölüşümde daha fazla pay alabilmek için devlet kurumunun yani otoritenin kullanımını ele geçirmeye ya da bu kullanımı etkilemeye çalışmaktadır. Görüldüğü gibi çoğulcu-işlevselci çözümleme, demokrasi düşüncesi ile kesin bir paralellik göstermekte, birbirini tamamlama söz konusu olmaktadır (Şaylan, 1994: 200). Ulus-devletin olgunlaşma aşamasında ve liberal demokrasi ile örtüşür bir bağlamda ortaya çıkan bu düşünce ve pratiklerin ardından 20. Yüzyılın ikinci yarısında yeni gelişmeler olmuş, gerek devlete gerekse demokrasinin özüne ilişkin yeni anlayış ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan refah devleti, modern devletin bir aşaması olarak nitelenebilir. 1970’li yılların ortasından itibaren çok açık hale gelen kapitalizmin evrensel bunalımı bir yönü ile refah devletinin bunalımı olarak kendini göstermiştir. Kapitalist devletin bunalımı, bir yeniden yapılanmaya yol açmıştır. Bu yeniden yapılanma içinde devlet ile ilgili yeni oluşumlar gündeme gelmiştir. Kapitalist devletin, refah devleti olarak tanımlanan biçimi için toplumsal

gerilimleri

yumuşatma

ve

meşrulaştırma,

çok

ağırlıklı

görevler

olarak

tanımlanabilmektedir. Ancak şimdiki yeniden yapılanma içinde kapitalist devlet bu işlevlerinden önemli ölçüde vazgeçmiş gözükmektedir. Bu durum, “özellikle, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan gelişmelerin devamında, etnik parçalanmaların, parçalanmışlığın devlet kurumunu tehdit eder düzeye gelmesi gerçeğinin gözlerimizi geçte olsa açmasıyla daha da belirginleşmiştir” (Boniface, 1998: 111). Ulus-devlet ortaya çıkan yeni gelişmelerin ortaya çıkardığı yerelleşme, bölgeselleşme ve mikro-milliyetçilik dalgalarıyla baş edemez duruma gelmiştir. Devlet ile ilgili olarak kendini gösteren ve çözümlenmesi gereken önemli bir oluşum da ulusal-kapitalist devletin işlevsizleşmesidir. Bu işlevsizleşme, görevlerde herhangi bir daralmadan 30


çok bir entrophy tartışmasını gündeme getirmektedir. Globalleşmenin kapsam ve içeriğinin ulusal devleti giderek yıprattığı tezi güçlenmektedir. Globalleşme, yani sermayenin ve özellikle mali sermayenin engelsiz akışkanlığının getireceği rasyonelleşmenin önünde en büyük engelin ulusal devletler olduğu görüşü kabul edilecek olursa, bunun sonucu, ulusal devletin zayıflatılması olacaktır. Nitekim bu yoldaki değerlendirme ve tartışmalar giderek yoğunlaşmaktadır. Ayrıca, özellikle gelişmiş ileri dünyada ulusal devleti aşan sosyo-ekonomik ve politik bütünleşmelerin giderek ivme kazandığı açık bir gerçektir. Bunu, “küreselleşme çağı modifikasyonlarının zirvede olduğu bir dönemde, ortak güvenlik ve savunma konularında işbirliği faaliyetlerinin hızlanması bağlamında, NATO gibi askeri-politik yanı ağır basan uluslararası kuruluşların nitelik ve fonksiyonlarının değişmeye başlamasını gerektiren gelişmeler (Goodby, 1998: 191) boyutuyla da görmek mümkündür Kapitalist dünya düzeninin karşı karşıya kaldığı son bunalım ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yeniden yapılanma, kendine özgü yeni bir devlet çözümlemesini de beraber getirmiş bulunmaktadır. Sözü edilen bu yeni çözümlemenin temel kavramı minimal devlet olarak tanımlanmaktadır (Şaylan, 1994: 202). Daha çok yeni-liberal bir çözümleme niteliği taşıyan bu yaklaşımlar devleti yasa ve düzen ile sınırlı bir işlev çerçevesinde ele almaktadır. Devlet ve ona ilişkin çözümlemelerle ilgili ortaya çıkan bu değişmeler kuramsal bazda da önemli sonuçlar doğurmaktadır. Hem Marxist hem de çoğulcu-işlevsel devlet kuramlarını sorgulanmasını içeren bu yaklaşımlar ağırlıklı olarak, devlet ile toplum arasındaki karmaşık etkileşimi kavrayıp, açıklamak için, devletin bağımsız bir değişken olması gerektiği yönünü öne çıkarmaktadırlar. Marxist ve yapısal-işlevsel paradigmaların devlet kurumunu bir takım toplumsal değişkenlerin bağımlı parametresine indirgediğini öne süren bu siyaset bilimcilere göre, devlet ile toplum arasına kesin bir sınır çizilememektedir. Çünkü devlet ile toplumsal yaşamın her alanı arasında karmaşık, dinamik bir karşılıklı etkileşimden söz edilebilir. Devlet kuramına dönüş diyebileceğimiz bu tartışmaların en önemli isimlerinden biri Gabriel Almond’dur (Şaylan, 1994: 205). T. Parsons ve arkadaşlarını geliştirdiği Eylem Teorisinden etkilenen ve yapısal-işlevsel yaklaşımı karşılaştırmalı siyasette etkili bir şekilde kullanan Almond’un daha çok eğildiği konu, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış olan çeşitli tipte veya nitelikteki siyasal sitemleri kullanışlı bir biçimde ve bilimsel ölçütlere göre sınıflandırmak ve bu sınıflandırmanın da yardımıyla siyasal gelişmeyi açıklayabilecek bir teori geliştirmekti. Weber-Parsons geleneğinden etkilenen Almond, siyasal sistemi toplumsal sistemin bir parçası veya alt-sistemi olarak görmüş ve rolü siyasal sistemin temel birimi olarak ele almıştır (Kalaycıoğlu, 1984: 31, 32).

31


Ulus-devletin ileri aşamalarında ortaya çıkan, devlet kuramına ve pratiğine ilişkin bu tartışma ve yaklaşımların ötesinde, günümüzde özellikle 1990’ların sonlarında globalleşmenin kazandığı yeni boyutlar ve niteliklerin etkisiyle, ulus-devlet yapısı ciddi sorgulamalar, eleştiriler ve de facto olarak işlev değişiklikleriyle karşı karşıya bulunmaktadır. Gittikçe hızlanan ve yaygınlaşan globalleşme süreci bağlamında özellikle liberal demokrasinin özünde ve globalleşme- yerelleşme dinamikleri anlamında ortaya çıkan sonuçlar, kapitalist ötesi bir topluma doğru gidişin işaretlerini vermektedir. Kendine özgü teknolojik ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yapılanmalarıyla gittikçe belirginleşen bu sürecin en önemli parametrelerinden birini de temsili demokrasi bağlamında ortaya çıkan sonuçlar oluşturmaktadır. Sanayi toplumunun siyasal dünya görüşünü oluşturan liberal demokrasinin temelinde temsil kavramı yatmaktadır. Bu nedenle temsili demokrasi olarak da adlandırılan liberal demokrasi, ulusdevletin özellikle ekonomik ve siyasal işlevleri bağlamında ve kapitalizmin bunalımları anlamında ciddi değişme ve gelişmelerle karşı karşıya bulunmaktadır.

Sürekli Değişme ve Gelişme Sürecinde Yerel Demokrasi ve Yerel Yönetimler Liberal Demokraside Değişmeler ve Çoğulcu- Katılımcı Demokrasiye Doğru Son

yıllarda,

sanayi

toplumunun

dönüşümü

ve

globalleşme

olgusuyla

ilgili

değerlendirmelerde temel analiz birimini ulus-devlet ve ona ilişkin değişimler oluşturmaktadır. Bu bağlamda demokrasinin yapısına ilişkin değişimler de özellikle ulus-devlet/demokrasi ilişkisi anlamında, gündemde önemli bir yer tutmaktadır. Ulus-devletin yapısında ve işlevlerinde ortaya çıkan değişme ile onun hem teorik hem de pratik bir bütünleyeni pozisyonunda meydana gelen liberal demokrasideki değişmeler, birbirinden bağımsız değildir. Globalleşme sürecinde devlet yapısına ilişkin değerlendirmelerde genel eğilim, bu sürecin ulus-devletlerin iktidarını ve hareket alanını daralttığı, işlevlerinde değişmeler meydana getirdiği ve bunun da bölgesel ve yerel yeni örgütlenmeleri doğurduğu yönündedir. Bu yöndeki gelişmeler siyasal sistemler için de istikrarsızlık faktörü olmakta ve Batılı demokrasilere bir yandan mutlak ve evrensel bir statü yakıştırılmaya çalışılırken öte yandan da demokrasilerin geleceği konusunda kuşkular doğurmakta, demokrasi krizi gündeme gelmektedir. Sorun şudur; Batının temsili demokrasileri globalleşme olgusu ile ilgili sorunlara yanıt verecek kurumsal yapıya ve esnekliğe sahip midir? Yoksa burada da yeni ve özgün bir yapılanmaya, Batı tipi bir perestroykaya mı ihtiyaç vardır? (Timur, 1996: 18). Ya da mevcut işleyişin dönüşümü sürecinde demokrasiye ilişkin nitelik ve işlev değişiklikleri ne olacaktır? Hangi parametreleri içerecektir?

32


Kapitalizm, ulus-devlet ve temsili demokrasi birlikteliği, globalleşme sürecinde Batının gelişmiş ülkeleri ile gelişmekte olan ülkelerde farklı sonuçlar doğurmuştur. Bu ise gerek doktriner anlamda liberalizm tartışmaları gerekse ulus-devletin işlevlerinde ortaya çıkan değişmelerin temsili demokrasiyle doğrudan ilişkisi açısından önem taşımaktadır. Ulus-devletin ekonomik ve siyasal işlevlerindeki değişmeler, özellikle bastırma ve bütünleştirme işlevleri, ile ilgili bunalımlar Batıda demokrasinin geliştirilmesiyle aşılmaya çalışılmıştır. Ancak bunun bir çözüm olabileceği kesin olmadığı gibi, yeni süreçte yerelleşme ve bölgeselleşme eğilimleri hızla artmaktadır. Batı ülkelerinde toplumun farklı katmanları ve alt-kimlikleri, demokrasi ile kendi kimliklerini yaşarken, üst-kimlik yoluyla yararlar da sağlamışlardır. Gelişmekte olan ülkelerdeyse, hem bastırma ve bütünleştirme süreci tamamlanmadan ulus-devletin aşılması olgusu yaşandığı, hem demokrasi yeterince gelişmemiş olduğu, hem de yoksulluk dolayısıyla teknik olanaklar sınırlı olduğu için, ayrıcalık çok şiddetli olabilmektedir. Bu ise, bu ülke ve toplumlar için daha sorunlu bir süreç anlamına gelmektedir. Demokrasinin Batı toplumlarında gelişmesi ve oradan Batı-dışı toplumlara yayılmasının ulus-devletin bütünlüğü korumada perçin işlevini yerine getirdiğine kuşku yoktur. Bunun bir nedeni, sosyal devletin ulus bütünlüğü için herkese büyümeden, zenginlikten az çok bir pay verebilmesinde yatmaktadır; Ancak toplum sınıflarının oluşması sürecinde bu sınıfların sağladığı, çıkarlarını savunabilme özgürlüğü bunun bir diğer dayanağını oluşturmaktadır. Yaşanan ve gelişen süreçte ise daha geniş demokratik özgürlük artık ulus-devletin parçalanmasıyla birlikte gitmektedir. Temsili demokrasi, alt-kimlikleri bir arada, bir üst-kimlik çerçevesinde tutabilme gücünü yitirmektedir. Aksine, etnik-dini özgürlükleri toplumsal sınıf sözcülüğü yerine ikame ettikçe, giderek parçalayıcı etkiler yaratan süreçleri ortaya çıkarıyor. 1990’lı yıllarda demokrasinin de diğer öğeler yanında ulus-devleti parçalayıcı süreçlere katılması, etnik-dini kimliklerin bölgesel özerklik taleplerinin çok zaman şiddet eylemleriyle karışık ortaya çıkması, bölgeselleşme süreçleriyle paralel gitmektedir. Önümüzdeki yıllarda bölgeselleşme süreçleriyle ulus-devletlerin dağılmasının getireceği ufalanma ve güçsüzleşme belki bir ölçüde aşılabilir, ancak bu ne kadar yaygınlaşabilir, bunu öngörmek gerçekten zordur. Eski dünyada savaşların değiştirdiği ülke sınırlarını, yeni dünyada globalleşme ve ona uyum ya da tepki süreçleri çizecek gibi görünmektedir. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna doğru yaşanan süreçte, özellikle globalleşme bağlamında ulus-devletin işlevlerinde ve yapısındaki bu değişmeler, yeni küresel yapılanmalar, temelinde temsil kavramının yattığı ve sanayi toplumunun siyasal dünya görüşünü oluşturan liberal demokrasi ile ilgili tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Bu süreçte temsili demokrasi ya da diğer deyişle liberal demokrasi de yeni yapılanmalar içine girmektedir. Bu eğilimin yönü ise bugün, çoğulculuğa, katılımcılığa ve yerelliğe doğru gözükmektedir.

33


Genel kabul gören tanımıyla demokrasi, halkın halk tarafından halk için yönetimidir. Bu tanım genel olarak benimsenmekle birlikte, çatışan iki demokrasi anlayışından sosyalist demokrasi olarak beliren uygulama geçerliliğini kaybettiğine göre, geriye demokrasi denince liberal demokrasi anlayışı kalıyor. Modern demokrasi, köy, kabile veya kent devleti demokrasisinden ibaret değildir; Ulus-devletin demokrasisidir ve ortaya çıkışı, ulus-devletin gelişmesiyle bağlantılıdır (Huntington, 1993: 10). Liberal demokrasi anlayışının ise, günümüzde, tüm dünyada egemen demokrasi anlayışı haline geldiği konusunda neredeyse görüş birliği vardır. Oysa, tam da bu noktaya gelindiğinde, klasik liberal demokrasi kendi krizini yaşamaktadır. Bu kriz, “üçüncü dalga demokrasileri ile ilgili temkinli ve kötümser yaklaşımlarda da altı çizilerek dile getirilmektedir. Buna göre, üçüncü dalga demokrasileri, uluslararası politik çemberden kaynaklanan demokratik zafercilik vizyonunun sıkıcı doğruları niteliğini taşımaktadır (Montero, 1998: 117). Aydınlanma felsefesinin mirası olan liberal ya da temsili demokrasi, egemenliğin kaynağını ulusa dayandırarak çoğunluğun iradesini geçerli kılmaya çaba harcamaktadır. Ulusdevleti çerçeve olarak kabul eden liberal demokrasi, çoğunluğun iradesinin ortaya konulması için seçimi öngörüyor. Seçim, bazılarınca demokrasiyle özdeşleşiyor. Yönetme hakkını çoğunluğa tanırken azınlıkta kalanların yönetime gelebilmesi olanaklarını ortadan kaldırmayan, muhalefetin iktidar olma olasılığını saklı tutan ulusal egemenlik anlayışına dayalı liberal demokrasi, temsili demokrasi anlayışına dönüşüyor. Ulusal egemenlik, temsili demokrasiyi gerektiriyor. Oysa, temsili demokrasi, günümüzde, toplumun sorunlarını, ulus-devlet sınırları içinde çözemiyor. Bu bağlamda temsili demokrasinin niçin yetersiz kaldığını irdelemek gerekmektedir. Batılı liberal demokrasilerin içinde bulunduğu bunalım, “demokrasinin ideolojik temelindeki bir kayma olarak ortaya çıkmaktadır (Köker, 1992: 8). Liberal demokratik düşüncenin ve liberal demokrasinin sınırları ve tanıdığı olanakları aydınlatma çabası içinde olan Machpherson’a göre, “liberal demokrasi, kendisinin geliştirmeye çalıştığı geniş bir demokrasi kuramının özel bir durumunu oluşturmaktadır. Ona göre, liberal devlet aşağıdan gelen baskılarla demokratikleşirken son tahlilde demokrasi de liberalleşmiştir (Weinstein, 1994: 247- 254). Her şeyden önce, ulusal egemenliğe dayalı temsili demokrasi ulus adına temsilcilerin yönetimidir. Halkın yönetime katılımı ne denli zorlanırsa zorlansın, yarı-doğrudan demokrasi mekanizmalarıyla halkın yönetime katılması ne denli sağlanmaya çalışılırsa çalışılsın, esas olan temsilcilerin yönetimidir. Bu anlayış, halkı yönetimin dışında tutuyor. Bu yüzden, halk temsili demokrasiye yabancılaşıyor. Öte yandan, liberal demokrasi, ulus-devlet çerçevesinde, toplumda var olan çeşitliliğin yönetime yansımasına da olanak vermiyor. Çünkü, sistemin esası, çoğunluğun iradesine uygun yönetimi gerçekleştirmektir. Çoğunluğun dışında kalanların iradelerini yönetime

34


aktarmanın tek yolu bir daha ki seçimlerle çoğunluğu elde etmekten geçiyor. Böyle olunca azınlık olarak kalmaya mahkum toplulukların iradelerinin yönetime yansıması olanağı, bu sistem içinde asla bulunmayacaktır. Kapitalist demokrasi, kurumsal yapısı bir kez inşa olunduktan sonra her türlü yatırım kararını verme durumunda olanların ihtiyaçlarını karşılamaya büyük çoğunluğun kendi ihtiyaçlarından vazgeçme pahasına razı olması durumunda işlerlik kazanmaktadır (Chomsky, 1995: 184) ki bu durum azınlığın demokratik etkinliğini minimize etmekte ve bu bağlamda çoğulculuğu ve katılımcılığı gerekli kılmaktadır. Oysa, çoğunluğun iradesiyle toplumun sorunlarının çözülmesi, çoğunluğun dışında kalanların sorunlarının da çözümlenmesi anlamına gelmiyor. Dünyanın her yerinde, bir ülkenin toplumu, birbirinden farklı topluluklardan oluşuyor. Etnik, dini vb. gibi. İşte, toplumun belirli bir grubunun- çoğunluğunun- değil de tümünün sorunlarının çözümlenmesi, üstelik bu bütün içinde farklı olan grupların farklı çıkarlarının da gözetilmesiyle farklılıklara uyum sağlayarak çözümlenmesi yeni bir demokrasi arayışına yol açmaktadır. Ulus-devlet çerçevesinde, ulusal egemenliğe dayalı temsili demokrasi, dünya ekonomisinin globalleşmesi karşısında, ekonomik sorunları çözebilmek için de yetersiz kalıyor. Globalleşen dünya ekonomisinde, ulusal-üstü ekonomik karar merkezleri, kararlarını ulus-devletin merkezi yönetimine dayatıyor. Kısacası, ulus-devlet, ulusal-üstü ekonomik karar merkezlerinin dayatması yüzünden yukarıdan, etnik ya da başka toplulukların etkin bir biçimde ortaya çıkması yüzünden de aşınıyor (Belediye-İş, 1995: 11-14). Bu ve benzeri eleştiriler ve reddiyeler, siyaset felsefesi bağlamında da dile getirilmiş olup bunu en açık dile getirenlerden biri de H. Arendt’dir. Liberal-demokratik geleneği reddeden Arendt, insanın herhangi bir özel çıkar düşüncesiyle lekelenmeksizin kendilerini tamamıyla ortak yararın gerçekleşmesine adamış erdemli insanlardan oluşan bir cumhuriyet ideali bağlamında, Eski Yunan’ın doğrudan demokrasisine ve cumhuriyet anlayışına özlem duymaktadır (O’sullivan, 1994: 242). Bir

başka açıdan bakıldığında,

temsili demokrasi anlayışı

içinde kendisinden

vazgeçemediğimiz siyasal partiler demokrasi yerine partiler demokrasisi-partiokrasiyi dayatıyor. Partiokrasi, seçmenin seçme özgürlüğünü partilerin belirlediği adaylarla ve seçim sistemlerinin istikrar arayışlarıyla sınırlıyor. Partiler, ulusun iradesini temsil edip ulusal çıkarları sağlamaya çaba harcamaktan çok partilerin iradesiyle partilerin çıkarları peşinde koşuyor. İstikrar arayışındaki seçim sistemleri ise, önemli oranda oyu dikkate bile almıyor. Seçim sistemlerinin öngörebildiği çeşitli barajlar, hesaplama yöntemleri önemli oranda oy elde edebilen siyasal partilerin bile saf dışı bırakılması sonucunu doğurabiliyor. Bu durum, seçmenlerin seçime ilgisini azaltıyor. Tüm gelişmiş Batı ülkelerinde, seçimlere katılma oranı her geçen gün biraz daha düşüyor.

35


Bu pratik sonuçların ötesinde temsil, kuramsal bazda da özelikle post-modernistlerin ciddi eleştirilerine konu olmaktadır. “Sanattan psikolojiye kadar her alanda post-modernizmin karşısına temsil krizi çıkar ve her durumda temsil düzeninin sonunun geldiği ifade edilir. Buna göre temsili sanat sıkıcı olduğu gibi, temsili demokrasi de yabancılaştırıcıdır (Rosenau, 1998: 158). Bu bağlamda, bilgi teknolojilerinin gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla beraber temsili demokrasilerin yerini doğrudan demokrasilere bırakacağı ileri sürülmektedir. Siyasal partiler 19. Yüzyıl için tasarlanmış olmasına rağmen, 20.Yüzyılda da işlevselliğini korudu. Benzer düşünce ve çıkarları örgütleyen ve kişiler arasında etkileşimi ve iletişimi sağlayan kuruluşlar olan siyasal partiler, bilgi toplumuna doğru yaşanan süreçte iletişim işlevi açısından tartışılır hale gelmiştir. Bu süreçte, insanların düşüncelerini açıklayabilmek için bir araya gelmelerinin gereği azalmıştır. Dolayısıyla siyasal partiler sivil toplum örgütlerinin de geliştiği bir ortamda işlevsizleşmeye başlamıştır. Bilgisayarların yaygınlaşmaya başlaması ile birlikte, bilgisayar ortamında kararlara katılım, temsili yerine doğrudan birey tarafından olacaktır (Akgül, 1998: 425). Bütün bu gelişmeler karşısında demokrasinin yeniden tanımlanması bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Bilgi toplumuna gidilen yolda bir nitelik, bir özellik anlamında globalleşme sürecinde ortaya çıkan bu gelişme ve değişmeler bağlamında iki konu öne çıkmaktadır. Birincisi, bilgi toplumunun dinamik faktörü olarak teknolojinin etkin bir şekilde kullanılarak katılımın gerek nitelik gerekse nicelik olarak arttırılması yoluyla demokratik yol ve yöntemlerin geliştirilmesidir. Bu, yarı doğrudan bir nitelik kazandırarak katılımı, çoğulculuğu ve çok renkliliği arttırıcı bir etki ortaya çıkaracaktır. Yeni teknolojik devrim, kentleşme, globalleşme ve demokrasinin niteliğinde ortaya çıkan değişmeler gibi tüm bu süreçler, günümüz ulus-devletlerinin nitelik ve yapısını ve yerleşik dünya düzeninin işleyiş ve biçimlenmesini kökten, hem niceliksel hem de niteliksel bir biçimde değişimlere uğratan bir temel işlev görürken, bu değişimlerin başında tüm yerel birimleri, kentleri, anakentleri ve bölgeleri ve onların temel yönetim birimi olan yerel yönetimi içeren yerellik kavramı gelmekte ve hızla öne çıkmaktadır. Yerellik, hem bilgi toplumuna giden yolda önemli bir özellik ve nitelik hem de ulusdevletin ve liberal demokrasinin dönüşümü aşamasında alternatif bir çözüm ve çıkış noktası olarak, globalleşmeyle dinamik bir etkileşim de sergileyerek gittikçe önem kazanmaktadır.

Globalleşme- Yerelleşme Dinamikleri ve Yerel Demokrasi

36


Sürekli değişme ve gelişme anlamında globalleşmeden en çok etkilenen üç kavram, aynı felsefi paradigmaya dayanan kapitalizm, ulus-devlet ve liberal demokrasi olsa gerektir. Bu süreçte birbiriyle etkileşim içinde ve bütünsellik niteliğinde ortaya çıkan gelişmeler önce kapitalizmde sonra da ulus-devlet ve liberal demokrasinin niteliğinde ve işleyişinde önemli değişikliklere neden olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Ağırlıklı olarak bunalımlar ve açmazlar bağlamında ortaya çıkan bu değişme ve gelişmelerin tarihi, felsefi, ontolojik, ekonomi-politik bir arka planı ve bilgideğer boyutu bulunmaktadır. Bu arka plan ve bilgi-değer boyutunun bir yanını demokrasi ve yerel demokrasiye ilişkin düşüncelerde özellikle billurlaşan, kent devletinden başlayarak Batının kökenini ortaya koyma çabaları oluştururken, diğer yanını da kent-devletinden ulus-devlete uzanan bir çizgide ortaya çıkan, benzer bazı nitelikleri ve tepkileri içeren globalleşme olgusu oluşturmaktadır. Siyasi sistem anlamında demokrasi konusundaki karşılaştırmalar, kent-devletiyle ilgili olarak zaten hep yapılagelmiştir. “Fransız devriminin iki yüzüncü yıldönümünün aynı zamanda Soğuk Savaş yapılanmasının da sona ermesine denk gelmiş olması, siyasi sistem olarak demokrasinin, ekonomik sistem olarak da kapitalizmin dayandığı rasyonel mekanizmaların mutlak zaferinin ilan edilmesine yol açmıştı. Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezi ile en somut ve iddialı şekline bürünen bu bakış açısı tarihi sürecin nihai belirleyicisi olduğuna inanan bir özne yaklaşımını yansıtıyordu. Ancak son on yıl içinde yaşananlar, tarihin akış sürecinin tek bir irade ile belirlenemeyeceğini bir kez daha ortaya koydu. Tarihin sona ermesi ve rasyonel mekanizmaların egemen olmasıyla sona ereceği düşünülen gerilim alanları kimi alanlarda ve bölgelerde daha da derinleşirken, yeni çelişkilerin oluşturduğu farklı gerilim alanları da kendini göstermeye başladı. Uluslararası hukuk-reelpolitik, kuzey-güney, batı-batı dışı, evrensel-yerel gibi gerilim alanları zamanla daha da yaygınlaşan ve belirginleşen bir nitelik kazandılar. Bu çerçevede, gerek uluslar arası ilişkilerdeki gerilim alanlarında söz konusu olan inisiyatif kullanımlarının gerekse ulusal düzeylerdeki siyasi otoritelerin meşruiyet söyleminin merkezine oturan demokrasi, ihtiva ettiği felsefi ve sosyolojik arka plan itibariyle değil, sağladığı stratejik meşruiyet ile değer bulmaya başladı (Davutoğlu, 1999: 166). Bütün bu gelişmeler, ulus-devletin yapısı ve fonksiyonları ile ilgili ortaya çıkan gelişmelerle yakından ilgilidir. Ulus-devletin egemenlik alanı ile global mekanizmaların etki alanı arasındaki farklılaşma ve bunun birey üzerindeki etkileri sıradan bir bireyin ulus-devletin iç siyasi yapısı ve uluslar arası sistem ile kurduğu ilişkinin mahiyet ve meşruiyet alanını büyük bir değişime uğratmaktadır. Demokrasi de gerek felsefi altyapısı ve gerekse kurumsal çerçevesi itibariyle bu gelişmenin etkisi altındadır. Bireyin devlet ve uluslararası sistem ile olan ilişkisinde yaşanan

37


bunalım, ölçek büyümesi ve sonuçları açısından, Yunan şehir devlet yapılarından imparatorluk yapılarına geçişi sağlayan Büyük İskender döneminde görülen bunalıma benzemektedir. Bu açıdan, Büyük İskender'le birlikte organik şehir devletlerinden büyük ölçekli imparatorluk yapılarına devletlerine geçiş küçük çaplı bir globalleşmedir ve bu küçük çaplı gelişmeye gösterilen tepkilere benzer felsefi tepkilere bugün de şahit olmaktayız. Şehir devletlerinin organik yapısında sahip olduğu güç ve etkinlik alanını, Büyük İskender'in büyük ölçekli imparatorluk yapısında kaybeden bireyin zihniyet ve kimlik düzeyinde karşı karşıya kaldığı felsefi bunalım, üç tür farklı tepkinin doğuşuna yol açmıştı. Bugün de, globalleşme ile birlikte yaşanan değişim ve bunalım, benzer tepkilerin doğuşuna yol açmakta ve demokrasi bu tepkilerden etkilenerek yeniden biçimlenmektedir. Büyük İskender'in imparatorluk yapısında daha önce şehir devleti sahip olduğu kimlik ve organik zihniyet biçimini kaybeden ve büyük ölçekli yeni yapı içinde sıradan ve edilgen unsurlar haline gelerek bireyselleşen şehir devleti vatandaşlarının ilk tepkisi, bu yeni durumu anlamlandıracak daha geniş ölçekli ve kapsamlı felsefi arayışlar içine girmek olmuştu. Doğanın ruhu, evrenin özü ve doğal hukuk gibi tanımlamalarla ortaya çıkan ve stoacılık olarak adlandırılan bu felsefi tepkinin siyasi bir değeri de bulunmaktadır. Geniş bir coğrafyada siyasi meşruiyet ve ortak bir siyasi otorite bağlamında, evrenselleşme potansiyeli olan yeni bir siyasi ve felsefi söylem gerekmekteydi. Stoik tepkinin Roma'da tezahürü noktasında da ortaya çıkan zihniyet ve kimlik bunalımına benzer bir problematik bugün de çok daha geniş ölçekli olarak yaşanmaktadır. Global ekonomi-politik mekanizmalar ile yerel kültür havzaları arasındaki gerilim, dünyanın değişik bölgelerindeki bireyleri olağanüstü bir zihniyet ve kimlik bunalımı ile karşı karşıya bırakmaktadır. Globalleşme, demokrasi ve yeni dünya düzeni söyleminin birlikte gelişmesi bu olağanüstü dönüşümün izlerini taşımaktadır. Aynen Büyük İskender ve Pax Romana misallerinde olduğu gibi bugün de global siyasi düzenin sürmesi, bu düzenin meşruiyet zeminini yeniden dokuyacak bir felsefi söylemin oluşturulmasına ve bu yeni söylemin bu düzenin etki alanında bulunan toplumların ve bireylerin zihniyet ve kimlik tanımlamalarını yeniden üreterek meşruiyet bunalımının aşılmasına bağlıdır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Pax Americana'nın felsefesi meşruiyetini sağlamaya yönelen Tarihin Sonu tezi böylesi işlevsel bir öneme sahiptir. İşte, demokrasi teorisi ve söylemi bu çerçevede yeni bir eksene oturtulmaya çalışılmaktadır (Davutoğlu, 1999: 168, 169). Globalleşme ve demokrasinin içeriği bağlamında ortaya çıkan tepkiler yalnızca bununla sınırlı değildir. Diğer önemli iki tepki, Göreceli/Sinik tepki ve Tüketime Dayalı Hazcı (Epiküryan) tepki başlığı altında ele alınabilir. Bunlardan birincisine göre, büyük ölçekli sosyo-politik mekanizmaların sahip olduğu denetim gücünün getirdiği sınırlamalardan kaçan bireyler kendi 38


içlerine kapanarak yerel ve göreceli gerçeklik alanlarına çekilmek suretiyle kendi ontolojik güvenlik ve özgürlük alanlarını koruma çabası içine girmektedirler. Bu sinik tepkinin bugünkü karşılığı totalitarizme yol açan bütüncül düşüncelerden kaçarak göreceliliğin yerelliğine sığınan post-modern akımlardır. Son yıllarda yeni bir çerçeve kazanmaya başlayan post-modern demokrasi, bireylerin ve akımların kendi göreceli gerçeklik alanlarında kalmalarını gerçek bir demokrasinin ön şartı olarak görmektedirler. Bu post-modern yorumuyla demokrasi, globalleşme eksenli stoik yorumun aksine, evrensel geçerliliği olan bir değerler bütünü ve bu değerler bütününü oluşturduğu bir mekanizma olmaktan çok, farklı paradigmatik gerçekliklere yaklaşım yöntemi olmaktadır. Bu yöntem demokrasiyi çoğulculuk ilkesi ile tutarlı hale getirerek farklı kültür ve düşünce biçimlerinin özgürlük ve varoluş alanlarını genişletmektedir. Siyasi, sosyal ve ekonomik mekanizmaların globalleşme olgusuna paralel olarak gittikçe daha da güçlenerek denetim gücünün artması ve transnasyonel özellikleriyle yerel devlet yapılarını da tümüyle etkilemeye başlaması, bireylerin bu mekanizmaları etkileme ve yeniden düzenleme çabasından uzaklaşarak kendi kişisel mutluluk arayışlarına yönelmeye sevk etmektedir. Bu transnasyonel mekanizmaların kendi çıkarlarını azamileştirmek üzere ürettiği tüketim eksenli global kültür mutluluğu tüketim çapı ve biçimi ile özdeşleştiren yeni-hazcı bir yaklaşımın yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Bireysel mutluluğun belli tüketim kalıplarına indirgenmesi, temel felsefesini bireyin özgür ve rasyonel tercihlerine indirgeyen demokrasinin de algılanış biçimini belirlemektedir. Bu çerçevede demokrasi ile kapitalizm arasındaki tarihsel bağ tüketim kültürü üzerinden yeniden kurulmaktadır. Böylece demokrasinin globalleşmesi ile kapitalizmin simgesel tüketim biçimleri ve ürünlerinin yaygınlaşması arasında yüzeysel bir ilişki kurulmaktadır (Davutoğlu, 1999: 170, 171). Globalleşme sürecinde ortaya çıkan bu tepkiler ve yapılanmalar, doğrudan ya da dolaylı devlet yapılarını, demokrasi anlayışını, uluslararası ilişkiler bağlamında Batı ve Batı-dışı ülkelerin ilişkilerini ve kurumlaşmaları, birey-vatandaş anlayışının içeriğini dönüştürmektedir. Demokrasiye ilişkin değerlendirme ve pratikler ise, onu kutsamakla bir araç olarak görme arasındaki kurulamayan denge çerçevesinde dönüp durmaktadır. Bu bağlamda öne çıkan ve kayda değer önemli bir gelişme ise çoğulculuğun ve katılımın öne çıkmasıdır. Globalleşme ve sanayi ötesi dönüşüm sürecinde ekonomik sistemle birlikte siyasal sistem de değişmektedir. İnsan hak ve özgürlüklerine dayanan liberal demokrasi, piyasa ekonomisi, barışçılık, yüzyıllardır yerleşmiş devlet hakimiyeti kavramının terk edilmesi, değişimin zorunluasgari hedeflerini oluşturmaktadır. Siyasal gelişmelerin en önemlisi ise, devletin öneminin ve konumunun

değişmesidir.

Sanayileşme

döneminde

ulus-devlet

yaygın

devlet

şekliydi.

Sanayileşmenin gerektirdiği dikey örgütlenmeler, merkeziyetçilik, emir-komuta anlayışı devlette

39


egemendi. Uluslararası ilişkilerin merkezinde ulus-devletler bulunmaktaydı. Ulus-devletin zayıflamasıyla beraber siyasal iktidarın iktidar alanları daralıyor. Ülkelerdeki yapabileceği şeyin sayısı azalıyor. Çünkü güç, çeşitli kesimlere, özel firmalara, sivil kuruluşlara dağılıyor. Ülkelerin ellerindeki güç de sermaye hareketiyle başka türlü hareketlerle dağılıyor. Siyasal iktidarların toplumdaki güçleri kontrol etme olanağı giderek azalıyor. Ulus-devlet anlayışıyla çözülebilecek sorunlar azalıyor. Bloklaşmanın sona ermesiyle beraber güçler dünya çapında dağılmaya başlıyor ve dünya bir çok güç merkezinin ortaya çıktığı çoğulcu bir yapıya doğru gidiyor (Toffler, 1995: 107, 108). Eğitim düzeyinin yükselmesi, toplumdaki farklılıkların kendilerini daha iyi tanıma ve daha rahat ifade etmeye başlamalarını, bireyin ortaya çıkmasını sağlamış ve devlet anlayışının sorgulanmasıyla

beraber

bireyin

devlete

bakışı

değişmiştir.

İnsan-devlet

ilişkilerinin

tanımlanmasında merkez konumuna değişme süreciyle beraber insan yerleşmeye başlamıştır. Devlet insan için var olan bir kurum olarak algılanmaya başlanmıştır. Bireysel özgürlüklerin yaygınlaşmasıyla beraber devletin alanı da daralmaya başlamış, devlet sınırlanmıştır. Bilgi toplumu süreci ekonomik alanda olduğu gibi siyasal alanda da devleti değişmeye zorlamaktadır. Toplum daha iyi örgütlenmekte, siyasal yapı ve işleyişi daha etkin bir şekilde etkileyebilmektedir. Özellikle bilgi teknolojilerinin siyasal yapı ve işleyiş üzerindeki etkileri köklü bir değişimi sağlamış ve gelecekte de çok önemli değişimler beklenmektedir. İnsanlar son zamanlarda uluslararası kaynaklardan özellikle global yayın ağlarından bilgiye doğrudan ulaşmaktadır. Sansür anlayışını da aşan bu bilgilenme, geleneksel kapalı ülkelerde demokrasinin kurulmasını kolaylaştırabilecek bir etkendir. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna doğru yaşanan bu süreçle birlikte, kişisel amaçların önem kazanması sebebiyle belli amaçlar için bir araya gelmiş sosyal gruplar, politikada doğrudan ya da dolaylı belirleyici olacaklardır. Bu süreçte sanayi toplumunun parlamenter-temsili demokrasi sitemi yerini, yerel birim ve kuruluşların katılımıyla katılımcı ve çoğulcu demokrasiye bırakacak, sanayi toplumunun merkeziyetçi yapılarının aksine adem-i merkeziyetçi ve yerelleşmeci anlayışlar, yapılanmalar öne çıkacaktır. Bilgi toplumunda merkez kuruluşlarında çalışanların sayısı azalacak, bürokrasi yükünün önemli bir kısmı yerel birimlere ve kuruluşlara aktarılırken diğer önemli bir kısmı da bilgi sistemi ve bilgi bankalarından, doğrudan ulaşılabilir duruma getirilecektir. Bu durum merkezi bürokrasiyi küçültecektir (Toffler, 1981: 124). Bu süreçte sivil girişim ve örgütlenmeler artacaktır. Şimdiden yaşanan birlikler (dernekler, sendikalar, odalar vb.) şeklindeki örgütlenme devrimi bilgi toplumunda, politik gücün kullanımının yerelleşerek katılımcılığa yönelmesine neden olacaktır. Sanayi toplumunun merkeziyetçi yapısı, 40


yerel birim ve örgütlerin katılımı ile katılımcı demokrasiye dönüşecektir. Katılımın daha çok merkezi-ulusal düzeyde gerçekleştiği temsili demokrasi yerini yerel düzeyde katılımın öne çıktığı bir demokrasi anlayışına bırakacaktır. Ayrıca katılım, kitle örgütleri ve birliklerin katılımı ile yaygınlaşacaktır (Erkan, 1996: 169). Bu süreçte, klasik parti yapısı ve merkezi parlamentonun bileşimi, işleyişi, kitle örgütleri ve birliklerin temsilcilerini katılımı ile önemli ölçüde değişecektir. Gerek anlayış gerekse yapılanmalar boyutuyla bugünden başlamış ve giderek hızlanan, yaygınlaşan bu yerelleşme ve katılım eğilimlerin en önemli yansıma alanlarından ve yapılanmanın yoğunlaştığı

birimlerden

birisi

yerel

yönetimlerdir.

Globalleşme-yerelleşme

dinamikleri

bağlamında, katılımcılığın, çoğulculuğun, yerelliğin, şeffaflığın ve demokratikleşme eğilimlerinin öne çıktığı bu süreçte yerel yönetimler, hem demokratik bir yönetim birimi hem de etkin ve verimli bir hizmet sunma birimi olarak gittikçe önem kazanmaktadır. Bilgi toplumuna doğru yaşanan bu süreçte yerel yönetimler, demokratikliğin, katılımın ve etkin, verimli hizmet sunmanın sembolü haline gelmektedir.

Yerel Yönetim- Yerel Demokrasi Sürekliliği ve Yeni Yapılanmalar İşte tüm bu gelişmelerin önemli bir sonucu olarak, dünyanın büyük bir çoğunluğunda, hem demokratik bir yönetim birimi hem de etkin ve verimli hizmet sunma birimi olarak yerel yönetimler üzerinde bir konsensüs oluşmaktadır. Hem demokratikleşme eğilimlerinin hem de etkin ve verimli hizmet sunmanın ana öğesi olarak öne çıkan yerel yönetimler, sanayi toplumundan bilgi toplumuna doğru gidilen süreçte ve ulus-devleti aşan yapılanmada, yeni nitelikler ve işlevlerle, bir realite, bir alternatif olarak gittikçe önem kazanmaktadır. Sürekli değişme ve gelişme sürecinde, yerelleşme eğilimlerinin önemli bir parametresi olan yerel yönetimlerin ve kentlerin niteliğinde ve işlevlerinde ortaya çıkan değişmeler, yerel yönetimlerin, demokratik bir yönetim birimi ve etkin, verimli birer hizmet sunma birimi olması bağlamında, kamu hizmeti sunmadan işletme niteliğine, örgüt ve yönetim anlayışından demokratikleşmeye, etkin ve verimli hizmet sunma ilkelerinden modern yönetim tekniklerine, teknolojik etkileşimden işbirliği çabalarına, alternatif hizmet sunma yöntemlerinden sosyal sorumluluk ve ahlak anlayışına kadar, iki binli yıllarda yerel yönetimlerin görünümünü belirleyen birçok alanda kendini göstermekte, ağırlığını duyurmaktadır. Bu anlamda yerel yönetimler ve kentler, sanayi toplumunda bilgi toplumuna doğru yaşanan süreçte özellikle globalleşme ile gelen yerellikle ilgili olarak en çok etkilenen, değişen alan olarak ortaya çıkmakta ve bu anlamda demokratikleşme eğilimleri ve etkin, verimli hizmet sunma merkezli

41


olarak bu sürece katkıda bulunmaktadır. Merkeziyetçi sanayi toplumundan adem-i merkeziyetçi bilgi toplumuna doğru yaşanan gelişmeler, yerel yönetimleri ve kent yapılarını doğrudan ve etkin bir biçimde etkilemektedir. Bütün bu gelişmeler bağlamında, kent yönetimleri ve global süreç arasındaki etkileşimin sosyo- kültürel, ekonomik boyutlardaki analizleri ve yeni perspektifler gündeme gelmektedir. Kentin dünya ekonomisine eklemlenme biçimi ve bu süreçteki mekansal fonksiyonlar kentte oluşan yapısal değişiklikleri etkilemektedir. Bu süreçte küresel sermayeyi çekebilecek altyapıya sahip olan kentler giderek dünya kenti hiyerarşisinde yerlerini alacaklardır. Dünya kentleri gerek iç göç, gerek uluslar arası göç konusunda odak noktaları olarak öne çıkmaktadır. Dünya kenti mekansal kutuplaşma, sosyal sınıf kutuplaşması gibi sanayi kapitalizminin çelişkilerine sahne olmaktadır. Küreselleşme teorileri tartışılırken üzerinde en çok durulan nokta, küresel süreçler ve etkiledikleri yerelliklerdir. Artık kentsel mekan tanımlanırken yaşanılan çelişki kır-kent çelişkisi olmaktan çıkmıştır. Diğer bir deyişle kent tanımlanırken bir diğer dikotomiye, kıra ihtiyaç duyulmamaktadır (Aslanoğlu, 1998: 142). Kent, ekonomisiyle kültürüyle, sosyal ve siyasal yapılanmasıyla ağırlığını giderek arttırmaktadır. Bu yapılanmalar aynı zamanda yerel yönetim-kent sürekliliği kavramıyla da yakından ilgilidir (Ökmen, 2003: 174). Demokratikleşme eğilimleri ve hizmet sunumu bağlamında aynı mekanlı iki kavram olarak ortaya çıkan yerel yönetim ve kent, tarihi ve fonksiyonel bir sürekliliği de içerecek biçimde, sanayi toplumundan bilgi toplumuna doğru yaşanan süreçte yeni işlevler, anlayışlar ve yapılanmalarla karşı karşıyadır. Yine, globalleşme karşılıklı etkileşimleri içeren heterojen bir süreç olarak ele alındığında, bu süreçte yerelliklerin oluştuğu, globalleşme sürecine katıldığı, kimi zaman da karşıt süreçlerin etkisinin gündeme geldiği görülmektedir. Globalleşmeyle gelen yerelliğe koşut olarak gittikçe hızlanan kentleşme olgusu, günümüzde, yerel yönetimleri giderek büyüyen sorunlar yumağı ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu yönetimler, bir yandan mevcut hizmetleri daha iyi ve yaygın olarak sunmak zorunda kalırken, diğer yandan da yeni ve farklı kentsel hizmetlere olan talebi ve ihtiyacı karşılamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda, giderek artan ve çeşitlenen hizmet talebini, giderek azalan kaynaklarla göğüslemek zorunda kalan yerel yönetimlerde örgüt yapısı ve yönetim olgusu, her geçen gün daha bir önem kazanmakta ve ön plana çıkmaktadır. Yetki ve kaynak artırımına yönelik yasal ve kurumsal çalışmalar, yerel yönetimlerin başarısı açısından önemli olmakla birlikte yeterli değildir. Bu yönetimlerde, halkın katılımı, başarıyı özendiren ve ödüllendiren bir yaklaşımla, bilgi toplumu değerlerini ölçü alan yeni ve çağdaş

42


yönetim teknikleri geliştirilmesi ve kurumlaştırılması gerekmektedir. Bunun yolu ise, yerel yönetimlerin kurumsal yapısının iyileştirilmesinden ve yönetimin geliştirilmesinden geçmektedir. İki binli yıllarda, günümüzün uluslararası ortamında ve küreselleşme sürecinde yaşanan hızlı değişim ve gelişmeler, yönetim olgusunu hızla öne çıkarmaktadır. İlişkilerin, hizmetlerin, eğitimin, üretimin, iletişimin, kısacası gündelik yaşamın niteliğini değiştiren teknolojik gelişmeler, diğer kurum ve kuruluşları olduğu gibi, yerel yönetimlerin de işlerini kolaylaştırmakta ve hızlandırmakta, buna karşılık yerel yöneticileri yeni taleplerle ve yeni tür yönetimler arası ilişkilerle yüz yüze getirmektedir. Ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmeler, kentleri birbiriyle sıkı ilişkiler içerisinde olan merkezlere dönüştürmektedir. Yerel yöneticiler, yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde farklı bir dünyada hizmet sunmak ve yönetim fonksiyonunu yerine getirmek zorunda kalmaktadırlar”(Emrealp, 1994: 3). Bilgi toplumunun getirdiği ve onun bir özelliği olan globalleşme olgusu yerleşim boyutunu genişletecektir. Bilgi toplumunda yer kavramı milli ekonomi ile sınırlı olmadığı gibi kentleşme de uluslararası bir nitelik kazanacaktır. Globalleşme süreci ile hızlanan fakat tam olarak ortaya çıkmayan bilgi toplumu özelliklerinin en çok ve yaygın olarak yansıdığı ilk alan kentler ve yerel yönetimler olacaktır. “Bu süreçte ortaya çıkan modernleşme, yerelleşme, bölgeselleşme, ulusdevletin dönüşümü, katılımcı ve çoğulcu demokrasi, yerel yönetimlerin güçlenmesi ve kentleşme gibi kavramlar çerçevesinde ortaya çıkan gelişmeler, ülkelerin idari örgütlenmelerinde yerel yönetimlerin yeniden yapılanmasını ve bu bağlamda bazı ilkelerin yeniden belirlenmesini gündeme getirmiştir” (TOBB, 1996: 21). İlişkilerin gittikçe artan bir biçimde uluslararası hale gelmesi ve uluslar-üstü kurumların yaratılması, merkezi hükümet düzeyinin altındaki yönetimleri önceden ulus-devletin tekelinde olan alanlardaki konularda kendilerinin de yetkilerini kullanabileceklerini düşünmeye sevk etmiştir. “Global gelişmeler, bugün, karar verme ve ilişkiler sistemini kontrol altında tutan eski merkeziyetçi yönetim sistemlerinden radikal bir biçimde ayrılan, yeni, kompleks ve adem-i merkeziyetçi sistemler yaratmaktadır. Global gelişmeler, yerel yönetimlerin fonksiyonlarını ve hareket alanlarını da etkilemekte, yerel yöneticiler global etkilerden uzak kalamamaktadırlar” (Jun ve Wright, 1996: 3, 4). Yerel yönetimler, bir yandan mevcut hizmetleri daha yaygın ve daha iyi sunmak zorunda kalırken, öte yandan da yeni ve farklı hizmetlere olan talebi karşılamaya çalışmaktadır. Yerel yönetimler, aynı zamanda, beldenin ve kent mekanının sağlıklı ve planlı gelişmesini sağlamak, yerel hizmetler içinde tüketicinin seçeneklerini arttırmak, katılımcılığı özendirmek, hizmetleri etkin ve verimli bir şekilde sunmak, halka dönük hizmet sağlamak, iç denetimi güçlendirmek gibi konulara 43


da artan bir ağırlık vermektedirler. Tüm bunlar, yerel yönetimde yönetim olgusunu ön plana çıkarmaktadır. Yönetim, bütün örgütlerin olduğu gibi yerel yönetimlerin de en önemli fonksiyonlarından biridir. Kent mekanının yönetimi bugün ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel pek çok açıdan ortaya çıkardığı sonuçlar itibariyle çok önemli hale gelmiştir. Günümüzde ağırlıklı olarak kent mekanının yönetim birimi olan yerel yönetimler de içinde olmak üzere bütün örgütler sürekli değişen bir çevrede, dış çevrenin beklentilerine açık kuruluşlar haline gelmişlerdir. Yerel yönetim-kent sürekliliği bağlamında etkin ve verimli bir hizmet sunumu için, yerel yönetimlerin, global gelişmeler sonucunda ortaya çıkan yeni anlayışlar ve yapılanmalarla uyumlu hale getirilmesi gerekmektedir. Çünkü, örgüt ve yönetim anlayışındaki gelişmeler her şeyden önce kent mekanını ve onun yönetim birimi olan yerel yönetimleri etkilemektedir.

Sonuç ve Değerlendirme Yerel yönetimler, siyaset literatüründe, çoğulcu siyasi sitemin temel kurumları içinde ele alınmaktadır. Ülkede ulusal düzeyde bir siyasi iktidar olduğu halde, yerel yönetim sistemi sayesinde çok sayıda yerel iktidarlar ve politikalar ortaya çıkmaktadır. Yerel yönetimlerin siyasete ve yönetime katılma kanalları genişletme gibi bir fonksiyonu da bulunmaktadır. Yerel yönetimler, merkezi hükümet ve ulusal parlamento üzerinde yoğunlaşan siyasete katılma taleplerini, bir ölçüde yerel boyuta çekerek, siyasi hayatta tansiyonu azaltmakta ve böylece siyasi sistemin meşruluğuna önemli katkılar sağlamaktadır. Bazı siyasi partiler, ulusal parlamentoya hiç üye gönderemediği halde, yerel yönetimlere kendi üyelerinin seçilmesini sağlayabilmektedir. Bu açıdan yerel yönetimler, siyasi partileri ve genel olarak siyaseti besleyen önemli kurumlardır (Ökmen ve Parlak, 2010, 36-39). Siyasetin okulu olarak görev yapmaları ve demokrasiyi geliştirici işlevi, yerel yönetimlerin en önemli siyasi yönünü meydana getirir. Bu bakımdan yerel yönetimler, sadece hizmet üreten idari birimler olarak değerlendirilemezler. Kamu hizmeti üretmek, yerel yönetimin sadece bir boyutudur. Hangi hizmetlerin üretileceğine karar vermek ya da hizmetleri öncelik sırasına göre düzenlemek ve bunu temsili bir örgüt sistemi içinde gerçekleştirmek, yerel yönetimlerin diğer boyutudur. Bu boyut, çoğulcu siyasi sistemin, demokratik düzenin temel unsurunu meydana getirir. Demokrasi, esas itibariyle uçlarda (çevrede) daha iyi tatbik edilir. Uçlarda gelişen demokrasi, merkezdeki siyasi hayatın olgunlaşmasına ve istikrarına önemli katkılar sağlar. Demokrasi, çevreden merkeze doğru daha işlevsel bir nitelik gösterir.

44


Anglo-Sakson ülkelerinde yerel yönetimlerin siyasi yönü daha belirgindir. Nitekim, söz konusu ülkelerde, yerel yönetimlere, mahalli hükümet (local government) denilmektedir. Yerel yönetimlerin, mahalli idare yerine mahalli hükümet olarak kavramlaştırılması, onların da merkezi hükümet gibi siyasi fonksiyonlar icra eden kurumlar olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Yine Anglo-Sakson ülkelerinde vatandaş kelimesi karşılığında citizen kavramının kullanılması dikkat çekicidir. Citizen kavramı, esasında kent sakini demektir. Bu, vatandaşlığın, önce, kişinin yaşadığı ve oturduğu yörede (kentte) başladığı anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, kişinin yaşadığı ve oturduğu kentsel mekanlar, demokratik olarak örgütlenmiş olan yerel yönetimlere bırakılmıştır (Eryılmaz, 1997: 101, 102). Bütün yönleriyle yerel yönetim-kent sürekliliğiyle ilgili olan bu durum, yerel yönetimleri, demokrasinin, halka en yakın, etkin ve verimli hizmet sunumunun ötesinde, bir takım hak ve ödevlerin odağı haline getirmektedir. Globalleşme sürecinde yaşanan sürekli değişme gelişmeden en çok etkilenen üç kavram, aynı felsefi paradigmaya dayanan kapitalizm, ulus-devlet ve liberal demokrasi olsa gerektir. Bu süreçte birbiriyle etkileşim içinde ve bütüncüllük niteliğinde ortaya çıkan gelişmeler önce kapitalizm de sonra da ulus-devlet ve liberal demokrasinin niteliğinde ve işleyişinde önemli değişikliklere neden olmuştur ve olmaya devam etmektedir Bütün bu gelişmeler karşısında demokrasinin yeniden tanımlanması bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Bilgi toplumuna gidilen yolda bir nitelik, bir özellik anlamında globalleşme sürecinde ortaya çıkan bu gelişme ve değişmeler bağlamında iki konu öne çıkmaktadır. Birincisi, bilgi toplumunun dinamik faktörü olarak teknolojinin etkin bir şekilde kullanılarak katılımın gerek nitelik gerekse nicelik olarak arttırılması yoluyla demokratik yol ve yöntemlerin geliştirilmesidir. Bu, yarı doğrudan bir nitelik kazandırarak katılımı, çoğulculuğu ve çok renkliliği arttırıcı bir etki ortaya çıkaracaktır. Yeni teknolojik devrim, kentleşme, küreselleşme ve demokrasinin niteliğinde ortaya çıkan değişmeler gibi tüm bu süreçler, günümüz ulus-devletlerinin nitelik ve yapısını ve yerleşik dünya düzeninin işleyiş ve biçimlenmesini kökten, hem niceliksel hem de nitelikse bir biçimde değişimlere uğratan bir temel işlev görürken (Yıldırım, 1994, 2-13), bu değişimlerin başında tüm yerel birimleri, kentleri, anakentleri ve bölgeleri ve onların temel yönetim birimi olan yerel yönetimi içeren yerellik kavramı gelmekte ve hızla öne çıkmaktadır. Yerellik, hem bilgi toplumuna giden yolda önemli bir özellik ve nitelik hem de ulusdevletin dönüşümü aşamasında alternatif bir çözüm ve çıkış noktası olarak, küreselleşmeyle dinamik bir etkileşim de sergileyerek gittikçe önem kazanmaktadır.

45


KAYNAKLAR ADALI, Coşkun, Günümüz Kapitalizmi ve Devlet Üzerine, İstanbul, Sarmal Yayınları, 1997. AKGÜL, Aziz, “Üçüncü Bin Yıla Girerken Partizanlığın Olamadığı Partisiz Demokrasi: Elektronik Demokrasi”, Yeni Türkiye, Yıl:4, S.19, s.425, 1998. ASLANOĞLU, Rana, Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Bursa, Asa Yayını, 1998. BELEDİYE-İŞ, Demokratik ve Etkin Yerel Yönetim, İstanbul, Belediye-İş Yayını, 1995. ERYILMAZ Bilal. Yerel Yönetimlerde Yeniden Yapılanma, İstanbul, Birleşik Yayıncılık, 1997. BONIFACE, Pascal, “The Proliferation of States”, The Washington Quarterly, Summer, 1998, Vol. 21, Issue 3. CHOMSKY, Noam, Demokrasi: Gerçek ve Hayal, İstanbul, Pınar Yayını, 1995. DAHL, Robert, Demokrasi ve Eleştirileri, (Çev. Levent Köker) Ankara, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayını, 1995. DAVUTOĞLU, Ahmet ,“Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi”, Yeni Türkiye, S.25, Şubat, 1999. DRUCKER, Peter F., Kapitalist Ötesi Toplum, İstanbul,İnkılap Yayınevi, 1994. EBENSTEIN, William, Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri (Çev. İ. Özel), İstanbul, Şule Yayınları, 1996. EMREALP, Sadun, Yerel Yönetim ve Bilgi Teknolojisi, İstanbul, IULA-EMME Yayını, 1994. ERGİL, Doğu, Toplumsal Eşitsizliğin Yapısı, Ankara, AÜ SBF Yayını, 1986. ERKAN, Hüsnü, Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, Ankara, T.İ. Bankası Yayını, 1997. FINER, S.E, Comparative Government, Penguın Books, Harmondsworth, Middlesey, 1974. FREIDMAN, Milton, Kapitalizm ve Özgürlük (Çev. D. Ergil), İstanbul, Altın Kitaplar Yayını, 1988. GOODBY, James E., “Europe Undıvıded”, Washıngton Quarterly, Summer, Vol.21, Issue 3, 1998. GÜLER, Birgül, Yerel Yönetimler, Ankara,TODAİE Yayını, 1994. HUNTINGTON, Samuel P., Üçüncü Dalga (Çev:Ergun Özbudun), Ankara, Türk Dem. Vak. Yayını, 1993. JUN, J.S, WRIGHT, D.S, Globalization and Decentralization: An Overviev, Washıngton D.C, Georgetown Universty Press, 1996. KALAYCIOĞLU, Ersin, Çağdaş Siyasal Bilim, İstanbul, Beta Yayını, 1984. KAZGAN, Gülten, Küreselleşme ve Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul, Altın Kitaplar Yayını, 1997. KÖKER, Levent, Demokrasi Üzerine Yazılar, Ankara, İmge Kitapevi, 1992. MAHCUPYAN, Etyen, İdeolojiler ve Modernite, İstanbul, Yol Yayınları, 1997. MILL, J.S., Hürriyet (Çev. M. Osman Dostel), Ankara, MEB Yayını, 1988. MONTERO, Alfred P. (1998), “Assessıng The Thırd Wave Democracıes”, Journal of Interamerıcan Studıes&World Affaırs, Vol.40, Issue 2, Summer, p.117

46


NAISBITT, John, Megatrendler, Asya, (Çev. U. Kaplan), İstanbul, Altın Kitaplar Yayını, 1997. WEINSTEIN, Mıchael A. (1994), “C.B. Macpherson: Demokrasi ve Liberalizmin Kökenleri”, (Çağdaş Siyaset Felsefecileri, Derleyen: A. De Crespıgny, K.R. Mınogue), İstanbul, Remzi Kitapevi, 1994. O’SULLIVAN, Noel,“Hannah Arendt: Eski Yunan Özlemi ve Endüstri Toplumu”,(Çağdaş Siyaset Felsefecileri, Derleyen: A. De Crespıgny, K.R. Mınogue), İstanbul, Remzi Kitapevi, 1994. ÖKMEN, Mustafa,“Liberalizm ve Yerel Yönetimler”, M.Ü Sos. Bil. Enst. Öneri Dergisi, Sayı:10, 1998. ÖKMEN, Mustafa, Kent, Çevre ve Globalleşme, İstanbul, Alfa Yayını, 2003. ÖKMEN, M., PARLAK, B.,Yerel Yönetimler, İstanbul, Alfa Aktüel Yayını, 2010. ROSENAU, Paulıne M., Post- Modernizm ve Toplum Bilimleri (Çev.T. Birkan), Ankara, Bilim ve Sanat Yay. 1998. ŞAYLAN, Gencay, Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, Ankara, İmge Kitapevi, 1995. TİMUR, Taner. Küreselleşme ve Demokrasi Krizi, Ankara, İmge Kitapevi, 1996. TOBB, Mahalli İdarelerin Yeniden Yapılandırılması (Yerel Yönetim Reformu) Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara, TOBB Yayını. TOFFLER, Alvin, Şok-Gelecek Korkusu, İstanbul, Altın Kitaplar Yayını, 1981. TOFFLER, Alvın. Ekonominin Çöküşü, İstanbul, İnsan Yayınları, 1991. TÜRKKAN, Erdal, “İktisadi Liberalizm, Sosyal Adalet ve Demokrasi”, Yeni Forum, C.8., 1987. YILDIRIM, Selahattin, Yerel Yönetim ve Demokrasi, IULA- EMME Yayını, İstanbul, 1994.

47


ANAYASALARDA MAHALLİ İDARELER VE YENİ ANAYASA YAPIM SÜRECİNDE MAHALLİ İDARELERE DAİR DÜZENLEMELER1

Prof. Dr. Recep BOZLAĞAN İstanbul Araştırmaları Bilim Dalı Marmara Üniversitesi

1.Giriş Bu seminerde mahallî idarelerin tarihî gelişimi, dayandığı ilkeler, 1876 Anayasası’ndan 1982 Anayasası’na kadar hazırlanmış olan anayasalarda mahallî idarelere dair hükümler, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı karşısında Türkiye’nin tavrı, son anayasa taslağında mahallî idarelere ilişkin öneriler ve yeni anayasada mahallî idarelerin nasıl olması gerektiğine dair önerilere yer verilmiştir. 2.Mahallî İdareye Tarihî Perspektiften Bir Bakış Mahallî idareler, kamu yönetimi aygıtının, halkın ihtiyaçlarına, genel talep ve beklentilerine optimum ölçekte cevap verebilir hâle getirilmesinin temel araçlarından biridir. Diğer bir ifade ile kamu hizmetlerinin etkili ve verimli bir şekilde yürütülmesi, ekonomik gelişmenin “sürdürülebilir” kılınması ve toplum refahının artırılması için mahallî idarelerin varlığı gereklidir. Bu gereklilik yalnızca modern çağlara özgü bir ihtiyaç değildir. Mahallî idarelerin tarihî gelişimine dikkatli bir şekilde bakıldığında, “antik site”den itibaren mahallî idare özelliği taşıyan kurumların 2.500 yılı aşkın bir süreden bu yana var olduğu görülmektedir. Modern mahallî idarelerin dayandığı üç temel kriter “siyasî karar alma kudreti”, “idarî özerklik” ve “malî özerklik”tir. Siyasî karar alma kudreti “antik site”ye kadar uzanmaktadır. İdarî özerklik Roma “municipe”sinde ilk somut şeklini almışken, malî özerklik Ortaçağ Avrupa’sındaki özerk şehir yönetimlerinde tebarüz etmiştir. Daha çok Batı tarzı mahallî idare anlayışının dayandığı bu kriterler, günümüz mahallî idarelerinin de temel çerçevesini oluşturmaktadır. Orta Doğu ve bir bütün olarak İslâm coğrafyasında “Batı” tarzı özerk şehir yönetimlerinden ve dolayısıyla da özerk mahallî idarelerden söz etmek mümkün değildir. Ancak, bu durum Orta Doğu ve İslâm kültürlerinde “mahallî idare” veya “yerinden yönetim” 1

Bu seminer notu, Tarih Bilinci dergisinde “Onsuz Anayasa Olmaz” başlığı ile yayımlanmıştır. (Bkz. “Onsuz Anayasa Olmaz”, Tarih Bilinci, Sayı 15-16, Ekim 2011, ISSN: 1309-4963, ss. 82-92.)

48


düşüncesinin olmadığı veya gelişmediği anlamında da yorumlanmamalıdır. Bu coğrafyalarda şehirlerin veya mahallî idarelerin özerkliğinden daha ziyade yerel hizmetlerin yürütülmesi sürecinin özerkliğinden söz edilebilir. Diğer bir ifade ile, birçok yerel hizmetin yürütülmesi vakıflar ve loncalar gibi merkezî idare dışı yapılara bırakılmış; mahalle teşkilatı bile kısmî bir serbestlikten yararlandırılmıştır. Osmanlı şehir ve mahalle düzeni, bu yaklaşımın en özgün örneklerinden biri olarak birkaç asır boyunca varlığını sürdürmüştür. Yerel hizmetlerin finansmanının hayırseverlere, hayır kurumlarına ve loncalar gibi merkezî idare dışındaki yapılara veya yerel halka büyük ölçüde bırakıldığı bu sistem, yönetime katılımı etkili kılması, alternatif finans kaynaklarının verimli bir şekilde kullanılması, bürokrasiye ve kırtasiyeciliğe yol açmaması gibi avantajlara sahipti. İki asrı aşkın bir süredir devam eden duraklama ve gerileme döneminin bir bakıma zorlamasıyla on dokuzuncu asrın ortalarında terk edilen geleneksel Osmanlı mahallî idare modeli, sahip olduğu avantajlar dolayısıyla, yirminci asrın son çeyreğinden itibaren hem alternatif hizmet yöntemlerinin geliştirilmesi ve uygulanması hem de katılımcı yönetim pratikleri açısından yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Türk tarihinde modern (Batı tarzı) mahallî idarelerin kuruluş süreci Tanzimat döneminin başlarında oluşturulan Muhassıllık Meclisleri’ne kadar götürülebilirse de 1855 yılında İstanbul’da Şehremaneti teşkilatının kurulması, ülkede modern mahallî idarelerin kurulması açısından bir başlangıç olarak kabul edilmektedir. 1858 yılında Galata ve Beyoğlu semtlerinde 6. Daire-i Belediye’nin kurulması, 1868 yılında Dersaadet İdare-i Belediye Nizamnamesi’nin uygulamaya konulması, 1877 yılında Dersaadet Belediye Kanunu’nun kabul edilmesi ve 1913 yılında İdare-i Umumiye-i Vilayat Kanun-u Muvakkati’nin uygulanmaya başlanması Osmanlı Devleti’nde mahallî idarelerin, özellikle de belediyelerin gelişimi açısından önemli tarihî aşamalardır. Cumhuriyet döneminde ise 1930 yılında 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun2 kabul edilmesi, 1984 yılında 3030 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun3 kabul edilerek büyükşehir belediyelerinin kurulması, 1987 yılında 3360 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nun4 kabulü, 2004 yılında 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun5 kabulü, aynı yıl 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nun6 kabulü, 2005 yılında 5355 sayılı Mahalli İdare Birlikleri

2

Bkz. “Belediye Kanunu”, Kanun No: 1580, Tarih: 03.04.1930, Resmî Gazete, Tarih: 14.04.1930, Sayı: 1.471. Bkz. “Büyükşehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun”, Kanun No: 3030, Tarih: 27.06.1984, Resmî Gazete, Tarih: 09.07.1984, Sayı: 18.453. 4 Bkz. “İl Özel İdaresi Kanunu”, Kanun No: 3360, Tarih: 16.05.1987, Resmî Gazete, Tarih: 26.05.1987, Sayı: 19.471. 5 Bkz. “Büyükşehir Belediyesi Kanunu”, Kanun No: 5216, Tarih: 10.07.2004, Resmî Gazete, Tarih: 23.07.2004, Sayı: 25.531. 6 Bkz. “İl Özel İdaresi Kanunu”, Kanun No: 5302, Tarih: 22.02.2005, Resmî Gazete, Tarih: 04.03.2005, Sayı: 25.745. 3

49


Kanunu’nun7 ve 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun8 kabulü, mahallî idarelerin gelişmesi sürecinin önemli aşamaları olarak nitelendirilebilir.9 3. Mahallî İdarelerin Dayandığı Temel Değerler-İlkeler Modern mahallî idarelerin dayandığı beş temel evrensel değerden (veya ilkeden) söz edilebilir. Bunlar “denklik”, “özerklik”, “katılım”, “etkililik” ve “refah”10 olarak adlandırılabilir. Denklik ilkesi, merkezî idare kuruluşları ile mahallî idare kuruluşlarının, kamu hizmetlerinin yürütülmesi açısından denkliğini savunmaktadır. Diğer bir ifade ile, yürütülen hizmetler kamu yararı açısından ve kamunun hukukunun korunması açısından kural olarak aynı haklardan, yetkilerden ve imkânlardan yararlanmalıdır. Bu ilkenin uygulamaya tam olarak geçirilmemesi hâlinde, Türkiye’de uzun yıllar uygulanmış olduğu gibi, mahallî idare kuruluşlarına ait malların “kamu malı” sayılmaması veya “devlet malı” ile aynı statüye tâbi tutulmaması, mahallî idarelere ait mülklerin haczedilmesi, gelirlerine el konulması, merkezî idarenin memurlarına tanınan hakların mahallî idarelerin çalışanlarına tanınmaması gibi sorunlarla karşılaşılabilmektedir. Denklik ilkesinin “eşitlik” olarak da algılanmaması gerektiğini de ifade etmek lazım gelir. Özerklik ilkesi, mahallî idarelerin yapı ve işleyiş açısından merkezî idareden kısmî özerk olmasını ifade etmektedir. Bu özerklik, “yerinden yönetim” (adem-i merkeziyet, desantralizasyon) ilkesi çerçevesinde algılanmalıdır. Yerinden yönetim ise “siyasî” ve “idarî” olmak üzere iki farklı şekilde uygulanagelmiştir. Siyasî yerinden yönetim federatif veya konfederatif yapıya sahip devletlere özgü bir modeldir. Federatif yapıya sahip devletlerde, yasama, yürütme ve yargı erkleri federal devlet (merkezî hükümet) ile federe devletler (eyaletler) arasında paylaşılmıştır. Federal anayasa, federal devletin yetkilerini sayarak ona istisnaî bir konum tanırken, federe devletleri ise diğer

7

Bkz. “Mahallî İdare Birlikleri Kanunu”, Kanun No: 5355, Tarih: 26.05.2005, Resmî Gazete, Tarih: 11.06.2005, Sayı: 25.842. 8 Bkz. “Belediye Kanunu”, Kanun No: 5393, Tarih: 03.07.2005, Resmî Gazete, Tarih: 13.07.2005, Sayı: 25.874. 9 Ortaylı, İlber (1974), Tanzimat’tan Sonra Mahalli İdareler, Ankara: Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayını, No: 42.; Ortaylı, İlber (1978), “İmparatorluk Döneminde Türkiye’de Mahallî İdarelerin ve Belediyeciliğin Evrimi”, Türkiye’de Belediyeciliğin Evrimi, Ergun Türkcan (ed.), Ankara: Türk İdareciler Derneği Yayını, ss. 1-24.; Eryılmaz, Bilal (1996), “Osmanlı Yerel Yönetiminde İstanbul Şehremaneti”, İslam Geleneğinden Günümüze Şehir ve Yerel Yönetimler, Cilt 1, Vecdi Akyüz ve Seyfettin Ünlü (ed.), İstanbul: İlke Yayınları, ISBN: 975-7105-00-7 (Tk. No), ISBN: 975-7105-01-5, ss. 331-353.; Eryılmaz, Bilal (2006), Tanzimat ve Yönetimde Modernleşme, 2. Baskı, İstanbul: İşaret Yayınları, ISBN: 975-350-012-2.; Ateş, Hamza ve Muharrem Es (2008), “Süreklilikten Değişime İl Özel İdareleri”, Türkiye’de Yerel Yönetimler, Recep Bozlağan ve Yüksel Demirkaya (ed.), Ankara: Nobel Yayın Dağıtım, ISBN: 978-605-395-082-0, ss. 205-222. 10 Yıldırım bu ilkeleri “eşitlik”, “özgürlük”, “katılım”, “etkinlik” ve “refah” olarak sıralamıştır. Bkz. Yıldırım, Selahattin (1994), Yerel Yönetim ve Demokrasi, Yerel Yönetimin Geliştirilmesi Programı El Kitapları Dizisi, T.C. Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ve IULA-EMME Yayını, İstanbul.

50


alanlarda genel olarak yetkili kılmaktadır. Diğer bir ifade ile, federe devletler anayasa ile federal devlete tanınan yetkilerin dışında kalan yasama, yürütme ve yargı yetkisini kullanmaktadırlar. Federatif devletlerde, federal devlet “uluslar arası” kişiliğe sahipken, federe devletlerin böyle bir niteliği bulunmamaktadır. Diğer taraftan, federal anayasa mahallî idarelere ya hiç değinmez ya da mahallî idarelerle federe devletler arasındaki görev ve yetki paylaşımının federe devletler tarafından yapılacağını belirtir. Bu sebeple, bu tür devletlerde mahallî idareler genel olarak federe devletlerin anayasaları tarafından düzenlenmiştir. Federatif devletler çeşitli yollarla kurulabilmektedir. Başlangıçta bağımsız olan devletlerin kültürel, tarihî, ekonomik veya güvenlik gibi ihtiyaçlar dolayısıyla bir araya gelerek bir üst yapı oluşturmaları ve sahip oldukları yetkilerin bir kısmını üst otoriteye aktarmalarıyla bazı federatif devletler oluşturulmuştur. Almanya bu konuda akla ilk gelen örnek olurken, oluşumu biraz farklı olmakla birlikte Amerika Birleşik Devletleri de bu tür devletlerdendir. Bu tip federasyonlarda aslî unsur federe devletler olup, (Bkz. Şekil 1) federal anayasada belirtilen şartları yerine getirmeleri halinde federal birlikten ayrılmak gibi bir hakka da sahip olabilmektedirler.

51


FEDERAL DEVLET

Yasama, Yürütme, Yargı

FEDERE DEVLETLER (Eyaletler) Yürütme

Mahallî İdareler

Şekil 1: Federatif Devletlerde Yetki Paylaşımı Bazı devletler ise anayasalarında yaptıkları değişiklikler yoluyla federasyona dönüşebilmektedir. Bu tür devletlerde, çoğunlukla kültürel ve tarihî sebepler dolayısıyla federe devletler kurulmakta; yasama, yürütme ve yargı erkleri merkezî idare ile federe devletler arasında paylaştırılmaktadır. Belçika bu konuda en güncel örneklerden birini oluşturmaktadır. Konfederasyon ise bir devletler birliği olup, belirli bir amaçla –çoğu kere ortak savunma amacıyla- bir araya gelen bağımsız devletlerin oluşturduğu gevşek yapılı bir birliktir. Konfederasyonlarda, birliği oluşturan bağımsız devletler üst otoriteye bağlanmazlar; üye devletlerin uluslararası kişiliği devam eder.11 İdarî yerinden yönetim ise üniter devletler tarafından uygulanan bir ilkedir. Bu tür yapılarda yasama ve yargı yetkisi merkezî idarenin uhdesinde kalırken, yürütme yetkisi kısmen 11

Nadaroğlu, Halil (1994), Mahallî İdareler, Teorisi, Ekonomisi, Uygulaması, Yenilenmiş 5. Baskı, İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım.

52


mahallî idarelere aktarılmaktadır. (Bkz. Şekil 2) Yürütme yetkisinin mahallî idarelerle paylaşıldığı devletler geleneksel olarak “üniter” devlet şeklinde adlandırılmaktadır. Üniter devletlerde merkezî idare ile mahallî idareler arasındaki görev ve yetki paylaşımı anayasada belirtilen genel ilkeler çerçevesinde, mahallî idareleri düzenleyen kanunlarda belirtilir. Merkezî idare, mahallî idarelere devrettiği yetkilerden bazılarını, gerekli görmesi halinde tekrar kendi üzerine alabilmektedir.

MERKEZÎ İDARE

Yürütme

Mahallî İdareler

Şekil 2: Üniter Devletlerde Yetki Paylaşımı Bazı üniter devletlerde ise mahallî idareler ile merkezî idare arasında “bölge” ölçeğinde idarî birimler oluşturulmuştur. “Üniter-bölgeli devlet” veya “bölgeli devlet” (bölgesel devlet) olarak adlandırılan bu tür yapılarda, merkezî idare sahip olduğu yürütme yetkisinin bir bölümünü bölge idarelerine, bir bölümünü de mahallî idarelere aktarmaktadır. Bölge idareleri de bazı yetkilerini alt kademedeki mahallî idarelere devredebilmektedir. (Bkz. Şekil 3) Merkezî idare, gerekli görmesi halinde mahallî ve bölgesel idarelere aktardığı yetkileri geri alabileceği gibi, bunların yapısında değişiklikler de gerçekleştirebilmektedir. Fransa ve İtalya bu tür devletlere örnek olarak verilebilirken; İspanya’da uygulanan sistem kısmen federasyon özellikleri göstermektedir.

53


MERKEZÎ İDARE

Yürütme

Bölge İdareleri Yürütme

Mahallî İdareler

Şekil 3: Üniter-Bölgeli Devletlerde Yetki Paylaşımı Mahallî idarelerin dayandığı temel değerlerden “katılım” ilkesi, halkın yerel hizmetler konusunda hem karar alma hem de uygulama ve denetleme sürecine aktif katılımını gerektirmektedir. Yirminci asrın sonlarına doğru geliştirilen “yönetişim” ve “iyi yönetişim” yaklaşımları katılımcı yönetim düşüncesine dayanmaktadır. “Etkililik” ilkesi yerel hizmetlerin yürütülmesi sürecinde halkın ihtiyaç, talep ve beklentilerinin gerçekçi bir şekilde tespit edilmesi ve karşılanmasını ifade etmektedir. Bu amaçla alternatif hizmet yöntemleri ve finansman modelleri geliştirilmiştir. “Refah” ilkesi ise yalnızca kaynakları verimli kullanan mahallî idare yaklaşımının terk edilerek, mevcut kaynakları geliştiren, yatırımları teşvik eden, rekabetçi ve girişimci mahallî idare yaklaşımını içermektedir. 4.Türk Anayasalarında Mahallî İdarelere İlişkin Düzenlemeler Türk tarihinde beş farklı anayasa uygulanmıştır. Bunlar 1876 tarihli Kanun-u Esasi, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 1961 Anayasası ve 1982 Anayasası’dır. Bu anayasaların mahallî idarelere yaklaşımı birbirlerinden oldukça farklılık göstermektedir. 1876 Anayasası, ülkede yerinden yönetim düşüncesinin gelişmediği bir ortamda hazırlanmış olmakla birlikte, “Vilayât” başlığını taşıyan on birinci bölümde mahallî idarelere

54


ilişkin düzenlemeler yer almaktadır. Günümüz il genel meclislerinin ilk örneklerinden olan “meclis-i umumî-i vilayet” 109. maddede, belediyeler ise 112. maddede düzenlenmiştir. Anayasa, meclis-i umumî-i vilayeti bir “karar organı” olarak değil, il yönetimi içinde bir tür “danışma” organı olarak kurgulamış olup “tüzel kişilik” veya “özerklik” tanımamıştır12. Belediye hizmetlerinin ise başşehir İstanbul’da ve ülkenin diğer şehirlerinde seçimler yolu ile oluşturulacak belediye meclisleri tarafından yönetilmesi, belediye yönetimlerinin kurulması, görevleri ve meclis üyelerinin seçilme biçiminin özel bir kanunla belirlenmesi hükme bağlanmıştır13. 1921 Anayasası, kısa bir metin olmakla birlikte Türk tarihinde yerinden yönetim düşüncesine en fazla ağırlık verilen anayasadır. Bu durum anayasayı hazırlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oluşum biçiminden kaynaklanmıştır. Doğrudan halk tarafından seçilen meclis üyeleri, mahallî idarelerde veya taşradaki diğer idarî birimlerde çeşitli görevler üstlenmiş ve dolayısıyla memleket meselelerini bilen kimselerdi14. 1921 Anayasası 1876 Anayasası’ndan farklı olarak illeri ve bucakları “mahallî idare” olarak düzenlemiş, tüzel kişilik ve özerklik vermiştir (md. 11-16). İllerin alt birimi olarak kurgulanan ilçelere ise ne tüzel kişilik ne de özerklik verilmiştir (md. 15). Anayasada, belediyelere ve köylere değinilmemiştir. Diğer taraftan illerin ve bucakların karar organı olan meclislerin doğrudan halk tarafından seçilmesi hükme bağlanırken, il encümeni niteliğini taşıyan “idare heyeti” ile “il başkanı”nın il genel meclisi (vilayet şurası) tarafından (md. 13), “bucak müdürü” ile “bucak idare kurulu”nun (idare heyeti), bucak meclisi (nahiye şurası) tarafından seçilmesi (md. 19) öngörülmüştür. 1921 Anayasası merkezî idarenin yetkilerini dış ve iç siyaset, yargı, millî savunma, uluslararası iktisadi ilişkiler ve birden fazla ili ilgilendiren hususlar olarak saymış ve bunların dışında kalan vakıflar, medreseler, eğitim, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin düzenlenmesi ve yönetimini, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak kanunlar çerçevesinde il genel meclislerinin yetkisine bırakmıştır. Böylece, anayasa merkezî idareye istisnaî bir konum vermiş, illere ise yerel hizmetlerin yürütülmesi konusunda genel yetki tanınmıştır (md. 11). İllerde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin vekili ve temsilcisi olarak bulunan valiye, devletin genel ve ortak görevlerini gözetme görevi verilirken (md. 14), bir 12

Ortaylı, İlber (1974), Tanzimattan Sonra Mahallî İdareler (1840-1878), Ankara: TODAİE Yayını, No: 142. Bozlağan, Recep (2004), “1876 Anayasası ve Yerinden Yönetim İlkesi”, İhale ve İmar, 2 (14), 2004, ss. 43-69. 14 Bozlağan, Recep (1998), “Türk Anayasalarında İdare’ye İlişkin Düzenlemeler”, Türkiye’de Yönetim Geleneği, Kurumlar, Sorunlar ve Yeniden Yapılanma Arayışları, Davut Dursun ve Hamza Al (ed.), İstanbul: İlke Yayıncılık, ISBN: 975-7105-09-0, ss. 167-181. 13

55


mahallî idare kuruluşu olan ilin yetkisine bırakılan yerel hizmetlerin gözetimi ise idare heyetine ve il başkanına bırakılmıştır. Mahallî idarelerin denetlenmesi konusunda valiler ve bölge ölçeğinde oluşturulması öngörülen genel müfettişler yetkili kılınmıştır. Valiler ancak devletin genel görevleri ile yerel görevler arasında herhangi bir anlaşmazlık olması halinde müdahil olmakta (md. 14), genel müfettişlere ise mahallî idarelere ait görevleri ve kararları daimi surette denetleme yetkisi verilmiştir (md. 23). 1924 Anayasası, 1921 Anayasası’nın aksine merkeziyetçi bir yaklaşıma sahiptir. Bu sebeple, ülkenin idarî yapılanmasında merkezî idareye ağırlık verilmiştir. İller, merkezî idarenin taşradaki uzantıları olarak kurgulanmış ve dolayısıyla “yetki genişliği” ve “görev ayrımı” ilkelerine dayandırılmış ve illere “özerklik” verilmemiştir. İllerin ilçelere, ilçelerin de bucaklara bölünmesi hükme bağlanmış; illere, şehir, kasaba ve köylere tüzel kişilik tanınmıştır. (md. 89-91) 1961 ve 1982 anayasaları mahallî idare türlerini “il”, “belediye” ve “köy” olarak sıralamıştır. 1961 Anayasası genel karar organının, 1982 Anayasası ise karar organının seçimle belirlenmesini hükme bağlamıştır. Böylece, 1982 Anayasası, kanunla karar organı niteliği kazanan organların da seçimle belirlenmesini mümkün kılmıştır. Ancak, 1961 Anayasası seçimin halk tarafından yapılmasını öngörürken, 1982 Anayasası “kanunda gösterilen seçmenler” tarafından yapılmasını hükme bağlamıştır. (1961/116; 1982/127) 1961 Anayasası yerel seçimlerin kanunda gösterilen zamanlarda yapılmasını kabul ederken, 1982 Anayasası seçimlerin beş yıl arayla yapılmasını kabul etmiştir. 1961 Anayasası, mahallî idarelerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanma ve kaybetmeleri konusundaki denetimin ancak yargı yolu ile olabileceği hükmünü getirmişken, 1982 Anayasası buna ilave olarak “görevleri ile ilgili bir suç sebebiyle haklarında soruşturma veya kovuşturma açılan mahallî idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, geçici bir tedbir olarak kesin hükme kadar uzaklaştırabilir” hükmünü getirmiştir. (1961/116; 1982/127) Her iki anayasa da mahallî idarelerin kuruluşu, kendi aralarında birlik kurmaları, görevleri, yetkileri, maliye ve kolluk işleri ve merkezî idare ile karşılıklı bağ ve ilgilerinin kanunla düzenleneceğini ve bu idarelere görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanacağını kabul etmiştir. (1961/116; 1982/127) 1961 Anayasası’ndan farklı olarak 1982 Anayasası’nda “milletvekili genel veya ara seçiminden önceki veya sonraki bir yıl içinde yapılması gereken mahallî idareler organlarına veya bu organların üyelerine ilişkin genel veya ara seçimlerin birlikte yapılacağı” öngörülmüş ve

56


büyük yerleşim merkezleri için kanunla özel yönetim biçimleri getirilebileceğini hükme bağlamıştır. (1982/127) 5. 1982 Anayasası’nın Mahallî İdareler Açısından Temel Sorunları 1961 Anayasası ile karşılaştırıldığında, 1982 Anayasası’nın mahallî idarelere daha geniş yer verdiği görülmektedir. Ancak, bu durum mahallî idarelere verilen önemin bir yansıması değil, mahallî idareleri sınırlandıran ve dolayısıyla da zayıflatan bir yaklaşımın sonucu olarak nitelendirilebilir. 1982 Anayasası, idarenin kuruluş ve görevlerini “merkezden yönetim” ve “yerinden yönetim” esaslarına dayandırmış, her iki esası da “idarenin bütünlüğü” ilkesi üzerine oturtmuştur. (1982/123). Bu yaklaşım, söz konusu anayasanın yerinden yönetim ilkesi karşısında merkezden

yönetim

ilkesini

öncelediği

şeklinde

yorumlanmıştır.

Nitekim,

onuncu

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 5227 sayılı Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun’u, 5197 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nu ve 5215 sayılı Belediye Kanunu’nu bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne iade ve 5302 sayılı kanun ile 5393 sayılı kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvurunun gerekçeleri arasında bu yaklaşım görülmektedir15. 1982 Anayasası il, belediye ve köy dışında bir mahallî idare türüne izin vermemektedir. Dolayısıyla ne mahallî idare birlikleri16 ne mahallî idarelere bağlı ulaşım idareleri17 ne de su ve kanalizasyon idareleri18 “mahallî idare” olarak nitelendirilebilmektedir. Bu sebeple, mevzuatta da ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Sözgelimi 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu19 bu kuruluşları “mahallî idare” olarak kabul ederken, başta 5355 sayılı Mahallî İdare Birlikleri Kanunu20 olmak üzere birçok kanunda böylesi bir yaklaşım görülmemektedir. İçişleri Bakanlığı da bu tür kuruluşların “mahallî idare” olmadığı görüşünü birçok mütalaada belirtmiştir. Anayasa’nın getirdiği bu sınırlama, ülkenin ihtiyacı olan veya olması muhtemel 15

http://yonetimbilimi.politics.ankara.edu.tr/ziyacokerKYTK3.pdf, erişim: 05.10.2011; Bkz. “Anayasa Mahkemesi Kararı”, Esas Sayısı: 2005/32, Karar Sayısı 2007/3, Karar Günü 18.01.2007, Resmî Gazete, Tarih: 29.12.2007, Sayı: 26.741; Bkz. “Anayasa Mahkemesi Kararı”, Esas Sayısı: 2005/95, Karar Sayısı 2007/5, Karar Günü 24.01.2007, Resmî Gazete, Tarih: 29.12.2007, Sayı: 26.741. 16 Belediye birlikleri, köylere hizmet götürme birlikleri, sulama birlikleri, katı atık birlikleri, Vilayetler Hizmet Birliği. 17 İstanbul Elektrik, Tramvay ve Tünel (İETT) İşletmeleri Genel Müdürlüğü, Ankara Elektrik, Havagazı ve Otobüs İşletme Müessesesi (EGO) Genel Müdürlüğü, İzmir Elektrik, Su, Havagazı, Otobüs ve Troleybüs İşletmeleri (ESHOT) Genel Müdürlüğü. 18 On altı büyükşehir belediyesine bağlı olarak faaliyet gösteren su ve kanalizasyon idareleri (Sözgelimi İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi-İSKİ, Ankara Su ve Kanalizasyon İdaresi-ASKİ, Kayseri Su ve Kanalizasyon İdaresi-KASKİ) 19 Bkz. “Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu”, Kanun No: 5018, Tarih: 10.12.2003, Resmî Gazete, Tarih: 24.12.2003, Sayı: 25.326. 20 Bkz. “Mahallî İdare Birlikleri Kanunu”, Kanun No: 5355, Tarih: 26.05.2005, Resmî Gazete, Tarih: 11.06.2005, Sayı: 25.842.

57


mahallî idare türlerinin kurulmasını da engellemiştir. Bölge veya ilçe ölçeğinde mahallî idare birimlerinin kurulamamasının başlıca sebeplerinden biri de bu olabilir. Mahallî idarelerin karar organlarının “kanunda gösterilen seçmenler” tarafından seçileceğine dair hüküm, “demokrasi” ilkesi açısından sorunlu uygulamalara yol açabilecek niteliktedir. Bu hüküm, seçimlere dair evrensel ilkelerden olan “genel oy” ilkesini zayıflatacak bir uygulamanın kanun yolu ile getirilebileceği şeklinde yorumlanabilir. Anayasa’da yer alan “kanun, büyük yerleşim merkezleri için özel yönetim biçimleri getirebilir” hükmü de “dil” açısından sorunludur. “Yerleşim merkezi” kavramı herhangi bir yerleşim biriminin merkezini ifade etmektedir. Diğer bir ifade ile “merkezî bölgesi”ni ifade etmektedir. 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu kapsamında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ve Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin sınırlarının il sınırlarına kadar genişletilmesi konusunda yaşanan tartışmaların sebeplerinden biri de 1982 Anayasası’nda kullanılan bu “dil” sorunudur. İçişleri Bakanı’na tanınan ve yukarıda yer verilen yetkinin yanı sıra, merkezî idareye mahallî idareler üzerinde güçlü bir idarî vesayet yetkisi tanınmış ve bu yetki geniş bir çerçeveye oturtulmuştur. Buna göre, merkezî idare “mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahip” (1982/127) kılınmıştır. Bu düzenleme ile bir asrı aşan anayasa yapma geleneği içinde geriye gidiş sayılabilecek bir uygulama başlatılmıştır. İdarî vesayetin amacı hususunda sıralanan unsurlardan son ikisi, farklı şekilde yorumlanmaya ve kötüye kullanılmaya açık, esnek kriterlerdir. Bunlar “hukuka uygunluk” denetiminin değil, “yerindelik” denetiminin gerekçeleridir.21 1982 Anayasası, mahallî idarelerin kendi aralarında birlik kurmalarına da sınırlamalar getirmiştir. Buna göre, mahallî idareler ancak belirli kamu hizmetlerinin yürütülmesi amacıyla kendi aralarında birlik kurabilirler ve birliklerin kurulması bakanlar kurulunun onayı ile mümkündür. Ülkenin en ücra yerindeki birkaç belediyenin kendi aralarında birlik kurmalarının bakanlar kurulunun gündemini meşgul etmesi, söz konusu anayasanın dayandığı merkeziyetçi zihniyetin göstergelerinden biri olarak kabul edilebilir.

21

Eryılmaz, Bilal (1995), “Yerel Yönetim Sendromu”, Yeni Türkiye Dergisi, Yönetimde Yeniden Yapılanma Özel Sayısı (4. Sayı), İstanbul, Mayıs-Haziran, ISSN: 1300-4174, ss. 340-346.

58


Anayasa’da mahallî idarelere “görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır” hükmünün yer alması, mahallî idarelerin gelir kaynakları açısından güvenceye kavuşturulması konusunda gerekli bir düzenleme olmakla birlikte yeterli değildir. Bu yetersizlik dolayısıyla, Türkiye’de mahallî idareler çoğu zaman gelir sıkıntısı yaşamakta veya bulundukları il, şehir veya beldenin potansiyelini etkili bir şekilde kullanamamaktadır. Anayasa’nın “Vergi Ödevi” başlıklı 73. maddesi, hiç şüphe yok ki bu konuda önemli bir engel teşkil etmektedir. Söz konusu maddeye göre “Vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır. Vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi Bakanlar Kurulu’na verilebilir.” Bu düzenleme, en basit bir harcın bile oranının belirlenmesi konusunda çok merkeziyetçi bir sistem getirmiştir. Türkiye’de mahallî idarelerin gelir kaynaklarının oranlarının zamanında güncellenememesi, değer ve önemini büyük ölçüde kaybetmesinin altında yatan sebeplerden biri de oluşturulan bu yapıdır. 6. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda Mahallî İdarelere Dair Temel Kriterler ve Türkiye’nin Tavrı Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı toplam 18 maddeden ve 45 fıkradan oluşmaktadır. Bu maddelerin 10 tanesi (30 fıkra), Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin onayına tâbidir. Türkiye bu maddelerden 8 tanesini (2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10: Toplamda 20 fıkra) onaylamış, 1 maddeyi (11. madde) bütünüyle ve toplamda 10 fıkrayı onaylamamıştır22. Türkiye tarafından onaylanan maddeler ve fıkralar, Şart’ın Türkçeye tercüme edilmiş metnindeki lafzıyla şunlardır: 1. Özerk Yerel Yönetimlerin Anayasal ve Hukuki Dayanağı (md. 2): Özerk yerel yönetimler ilkesi ulusal mevzuatla ve uygun olduğu durumlarda anayasa ile tanınacaktır. 2. Özerk Yerel Yönetim Kavramı (md. 3): a. Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirtilen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı anlamını taşır. (md. 3/1) b. Bu hak, doğrudan, eşit ve genel oya dayanan gizli seçim sistemine göre serbestçe seçilmiş üyelerden oluşan ve kendilerine karşı sorumlu yürütme 22

Bkz. “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun”, Kanun No: 3.723, Tarih: 08.05.1991, Resmî Gazete, Tarih: 21.05.1991, Sayı: 20.877.

59


organlarına sahip olabilen meclisler veya kurul toplantıları tarafından kullanılacaktır.

Bu

hüküm,

mevzuatın

olanak

verdiği

durumlarda,

vatandaşlardan oluşan meclislere, referandumlara veya vatandaşların doğrudan katılımına olanak veren öteki yöntemlere başvurulabilmesini hiç bir şekilde etkilemeyecektir. (md. 3/2) 3. Özerk Yerel Yönetimin Kapsamı (md. 4): a. Yerel yönetimlerin temel yetki ve sorumlulukları anayasa ya da kanun ile belirlenecektir. Bununla beraber, bu hüküm yerel yönetimlere kanuna uygun olarak belirli amaçlar için yetki ve sorumluluk verilmesine engel teşkil etmez. (md. 4/1) b. Yerel yönetimler, kanun tarafından belirlenen sınırlar içerisinde, yetki alanlarının dışında bırakılmış olmayan veya başka herhangi bir makamın görevlendirilmemiş olduğu tüm konularda faaliyette bulunmak açısından tam takdir hakkına sahip olacaklardır. (md. 4/2) c. Kamu sorumlulukları genellikle ve tercihen vatandaşa en yakın olan makamlar tarafından kullanılacaktır. Sorumluluğun bir başka makama verilmesinde, görevin kapsam ve niteliği ile yetkinlik ve ekonomi gerekleri göz önünde bulundurulmalıdır. (md. 4/3) d. Yerel makamlara verilen yetkiler normal olarak tam ve münhasırdır. Kanunda öngörülen durumların dışında, bu yetkiler öteki merkezi veya bölgesel makamlar tarafından zayıflatılamaz veya sınırlandırılamaz. (md. 4/4) e. Yerel makamların merkezi veya bölgesel bir makam tarafından yetkilendirildiği durumlarda, bu yetkilerin yerel koşullarla uyumlu olarak kullanılabilmesine yerel makamlara olanaklar ölçüsünde takdir hakkı tanınacaktır. (md. 4/5) 4. Yerel Yönetim Sınırlarının Korunması (md. 5): Yerel yönetimlerin sınırlarında, mevzuatın elverdiği durumlarda ve mümkünse bir referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan değişiklik yapılamaz. 5. Yerel Makamların Görevleri İçin Gereken Uygun İdari Örgütlenme ve Kaynaklar (md. 6): a. Yerel yönetimlerde görevlilerin çalışma koşulları liyakat ve yeteneğe göre yüksek nitelikli eleman istihdamına imkân verecek ölçüde olmalıdır; bu amaçla yeterli eğitim olanaklıyla ücret ve mesleki ilerleme olanakları sağlanmalıdır. (md. 6/2) 6. Yerel Düzeydeki Sorumlulukların Kullanılma Koşulları (md. 7): 60


a. Yerel düzeyde seçilmiş temsilcilerin görev koşulları görevlilerin serbestçe yerine getirilmesi olanağı sağlayabilmelidir. (md. 7/1) b. Görev koşulları söz konusu görevin yürütülmesi sırasında yapılacak masrafların uygun biçimde mali tazminiyle birlikte, uygunsa, kazanç kaybının tazminine veya yapılan işin karşılığında ücra ve buna tekabül eden sosyal sigorta primlerinin ödenmesine olanak sağlayacaktır. (md. 7/2) 7. Yerel Makamların Faaliyetlerinin İdarî Denetimi (md. 8): a. Yerel makamların her türlü idarî denetimi ancak kanunlarla veya anayasa ile belirlenmiş durumlarda ve yöntemlerle gerçekleştirilebilir. (md. 8/1) b. Yerel makamların idarî denetimi normal olarak sadece kanunla veya anayasal ilkelerle uygunluk sağlamak amacıyla yapılacaktır. Bununla beraber, üst makamlar yerel makamları yetkili kıldıkları işlerin gereğine göre yapılıp yapılmadığını idarî denetime tabi tutabileceklerdir. (md. 8/2) 8. Yerel Makamların Mali Kaynakları (md. 9): a. Ulusal ekonomik politika çerçevesinde, yerel makamlara kendi yetkileri dâhilinde serbestçe kullanabilecekleri mali kaynaklar sağlanacaktır. (md. 9/1) b. Yerel

makamların

mali

kaynakları

anayasa

ve

kanunla

belirlenen

sorumluluklarla orantılı olacaktır. (md. 9/2) c. Yerel makamların malî kaynaklarının en azından bir bölümü oranlarını kendilerinin kanunun koyduğu sınırlar dâhilinde belirleyebilecekleri yerel ve vergi ve harçlardan sağlanacaktır. (md. 9/3) d. Malî bakımdan daha zayıf olan yerel makamların korunması, potansiyel malî kaynakların ve karşılanması gereken malî yükün eşitsiz dağılımının etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik malî eşitleme yöntemlerinin veya buna eş önlemlerin alınmasını gerektirir. Bu yöntemler ve önlemler yerel makamların kendi sorumluluk alanlarında kullanabilecekleri takdir hakkını azaltmayacaktır. (md. 9/5) e. Yerel makamlar sermaye yatırımlarının finansmanı için kanunla belirlenen sınırlar içerisinde ulusal sermaye piyasasına girebileceklerdir. (md. 9/8) 9. Yerel Makamların Birlik Kurma Ve Birliklere Katılma Hakkı (md. 10): Yerel makamlar yetkilerini kullanırken, ortak ilgi alanlarındaki görevlerini yerine getirebilmek amacıyla, başka yerel makamlarla işbirliği yapabilecekler ve kanunlar çerçevesinde birlikler kurabileceklerdir. (md. 10/1)

61


Türkiye tarafından onaylanmayan (çekince konulan) maddeler veya fıkralar ise Şart’ın Türkçeye tercüme edilmiş metnindeki lafzıyla şunlardır: 1. Yerel makamları doğrudan ilgilendiren tüm konulara ilişkin planlama ve karar alma süreçleri içinde, kendileriyle olanaklar ölçüsünde zamanında ve uygun biçimde danışılacaktır (md. 4/6). 2. Kanunla düzenlenmiş daha genel hükümlere halel getirmemek koşuluyla, yerel makamlar kendi iç idarî örgütlenmelerini, bunları yerel ihtiyaçlarla uyumlu kılmak ve etkin idare sağlamak amacıyla, kendileri kararlaştırabileceklerdir. (md. 6/1) 3. Yerel olarak seçilmiş kişilerin görevleriyle bağdaşmayacak işlev veya faaliyetler kanunla veya temel hukuki ilkelere göre belirlenir (md. 7/3). 4. Yerel makamların idarî denetimi, denetleyen makamın müdahalesinin korunması amaçlanan çıkarların önemiyle orantılı olarak sınırlandırılmasını sağlayacak biçimde yapılmalıdır. (md. 8/3) 5. Yerel makamlara sağlanan kaynakların dayandığı malî sistemler, görevin yürütülmesi için gereken harcamalardaki gerçek artışların mümkün olduğunca izlenebilmesine olanak tanımaya yetecek ölçüde çeşitlilik arz etmeli ve esneklik taşımalıdır. (md. 9/4) 6. Yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda, kendilerine uygun bir biçimde danışılacaktır. (md. 9/6) 7. Mümkün olduğu ölçüde, yerel makamlara yapılan hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacaktır. Hibe verilmesi yerel makamların kendi yetki alanları içinde kendi politikalarına ilişkin olarak takdir hakkı kullanmadaki temel özgürlüklerine halel getirmeyecektir. (md. 9/7) 8. Her Devlet, yerel makamların ortak çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi için birliklere üye olma ve uluslararası yerel makamlar birliklerine katılma hakkını tanıyacaktır. (md. 10/2) 9. Yerel makamlar, kanunla muhtemelen öngörülen şartlar dahilinde, başka Devletlerin yerel makamlarıyla işbirliği yapabilirler. (md. 10/3) 10. Özerk Yerel Yönetimlerin Yasal Korunması (md. 11): Yerel yönetimler kendi yetkilerinin serbestçe kullanımı ile anayasa veya ulusal mevzuat tarafından belirtilmiş olan özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurmak hakkına sahip olacaklardır.

62


2004-2005 yıllarında uygulamaya konulan mahallî idare kanunları, Türkiye’nin Avrupa Yerel

Yönetimler

Özerklik

Şartı’na

koymuş

olduğu

çekinceleri

önemli

ölçüde

anlamsızlaştırmıştır. Bunlar, onaylanmayan (çekince konulan) maddelere göre şöyle sıralanabilir: 1. Yerel makamları doğrudan ilgilendiren tüm konulara ilişkin planlama ve karar alma süreçleri içinde, kendileriyle olanaklar ölçüsünde zamanında ve uygun biçimde danışılacaktır (md. 4/6): 5355 sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunu’nun 20. maddesi ile Türkiye Belediyeler Birliği’nin “mahallî idarelerin menfaatlerinin korunması … mahallî idarelerle ilgili kanun hazırlıklarında görüş bildirilmesi” konusunda yetkilendirilmesi, bu çerçevede mahallî idareleri ilgilendiren mevzuat taslaklarının görüş alınmak üzere Türkiye Belediyeler Birliği’ne gönderilmesi ve Birlik temsilcilerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilgili komisyonlarının, alt komisyonlarının, bakanlıkların ve diğer kamu kurumlarının toplantılarına katılma hakkını elde etmesi, söz konusu çekinceyi geçersiz kılmıştır. 2. Kanunla düzenlenmiş daha genel hükümlere halel getirmemek koşuluyla, yerel makamlar kendi iç idarî örgütlenmelerini, bunları yerel ihtiyaçlarla uyumlu kılmak ve etkin idare sağlamak amacıyla, kendileri kararlaştırabileceklerdir. (md. 6/1): 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 48., 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun 21., 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nun 35. ve 5355 sayılı Mahallî İdare Birlikleri Kanunu’nun 9/j ve 17. maddeleri iç idarî örgütlenme konusunda ilgili mahallî idare biriminin meclisini yetkili kılmıştır. Diğer bir ifade ile, geçmişte İçişleri Bakanlığı’na verilen onama yetkisi kaldırılmıştır. Bu sebeple, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın bu maddesine getirilen çekince de anlamını kaybetmiştir. 3. Yerel olarak seçilmiş kişilerin görevleriyle bağdaşmayacak işlev veya faaliyetler kanunla veya temel hukuki ilkelere göre belirlenir (md. 7/3): 2004 tarihinde yürürlüğe giren Kamu Görevlileri Etik Kurulu Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun23 ile 2005 yılında yürürlüğe giren Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ile Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik’te24 “etik davranış ilkeleri” (md. 5-22) belirlenmiş ve uygulanmasına

23

Bkz. “Kamu Görevlileri Etik Kurulu Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”, Kanun No: 5.176, Tarih: 25.05.2004, Resmî Gazete, Tarih: 08.06.2004, Sayı: 25.486. 24 Bkz. “Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ile Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik”, Resmî Gazete, Tarih: 13.04.2005, Sayı: 25.785.

63


yönelik bir takım mekanizmalar geliştirilmiştir. Dolayısıyla, söz konusu çekince de anlamını önemli ölçüde kaybetmiştir. 4. Yerel makamların idarî denetimi, denetleyen makamın müdahalesinin, korunması amaçlanan çıkarların önemiyle orantılı olarak sınırlandırılmasını sağlayacak biçimde yapılmalıdır. (md. 8/3): 5393 sayılı Belediye Kanunu (md. 54-55) ve 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nda (md. 37-38), merkezî idarenin mahallî idareler üzerinde yapacağı denetimin amacı, kapsamı ve türleri açık bir şekilde sayılmış, İçişleri

Bakanlığı’nın

denetim

yetkisi

“hukuka

uygunluk”

ve

“idarenin

bütünlüğü”nü sağlama amaçları ile sınırlandırılmış, dış malî denetim Sayıştay’a bırakılmıştır. Ayrıca, 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu ve yeni Sayıştay Kanunu25 ile performans odaklı bir denetim sistemi kurulmaya çalışılmıştır. Diğer taraftan, yine Anayasa’nın 127. maddesi ile İçişleri Bakanı’na verilen “görevden uzaklaştırma yetkisi”nin “iki ayda bir gözden geçirilmesi ve devamında

kamu

yararı

bulunmayan

görevden

uzaklaştırma

kararının

kaldırılması”na dair hüküm getirilmiştir (5393/47). Son dönemde mevzuatta yapılan bu tür değişikliklerle birlikte, Türkiye’nin Şart’a koyduğu bu çekince de genel olarak anlamsızlaşmıştır. 5. Yerel makamlara sağlanan kaynakların dayandığı malî sistemler, görevin yürütülmesi için gereken harcamalardaki gerçek artışların mümkün olduğunca izlenebilmesine olanak tanımaya yetecek ölçüde çeşitlilik arz etmeli ve esneklik taşımalıdır (md. 9/4); Yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda, kendilerine uygun bir biçimde danışılacaktır (md. 9/6): Mahallî idare reformları kapsamında gerçekleştirilen mevzuat çalışmalarının belki de en yetersiz veya zayıf kaldığı alan, bu idarelerin gelir kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve güçlendirilmesi konusudur. 5779 sayılı İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanun’un26 çıkarılması dışında reform niteliği taşıyan bir çalışma gerçekleştirilememiştir. Bu kanun ise yalnızca genel bütçe vergi gelirlerinden dağıtılan payları ve bunların dağıtımına esas teşkil eden kriterleri büyük ölçüde değiştirmiş olmakla birlikte, öz gelirler hususunda herhangi bir hüküm içermemektedir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na Türkiye’nin koyduğu bu çekince, mahallî idareler konusunda 25

Bkz. “Sayıştay Kanunu”, Kanun No: 6085, Tarih: 03.12.2010, Resmî Gazete, Tarih: 19.12.2010, Sayı: 27.790. Bkz. “İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanun”, Kanun No: 5779, Tarih: 02.07.2008, Resmî Gazete, Tarih: 15.07.2008, Sayı: 26.937.

26

64


dünyada yaşanan gelişmelerin gerisinde kalmış bir yönetim zihniyetinin tezahürü olarak kabul edilebilir. 6. Mümkün olduğu ölçüde, yerel makamlara yapılan hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacaktır. Hibe verilmesi yerel makamların kendi yetki alanları içinde kendi politikalarına ilişkin olarak takdir hakkı kullanmadaki temel özgürlüklerine halel getirmeyecektir. (md. 9/7): Avrupa Konseyi’ne üye birçok ülke de bu ilkeye çekince koymuştur. Çünkü, bu ilke “hibe” yapmanın mantığı ile bağdaşır görünmemektedir. Hibe yapan, yaptığı hibenin ne amaçla ve nasıl kullanıldığını bilme ve gerekli denetimleri yapma hakkına sahiptir. Bu sebeple, Türkiye tarafından konulan çekince, yerinden yönetim teorisi açısından anlamsız değildir. 7. Her devlet, yerel makamların ortak çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi için birliklere üye olma ve uluslararası yerel makamlar birliklerine katılma hakkını tanıyacaktır (md. 10/2); Yerel makamlar, kanunla muhtemelen öngörülen şartlar dahilinde, başka devletlerin yerel makamlarıyla işbirliği yapabilirler (md. 10/3): 1982 Anayasası’nın 127. maddesi, mahallî idarelerin kendi aralarında birlik kurabilmelerini Bakanlar Kurulu’nun onayına tâbi kılmıştır. Belediye Kanunu, uluslararası mahallî idare birlikleriyle veya belediyelerle işbirliği yapma konusunda İçişleri Bakanlığı’nın iznini şart koşmuştur (md. 18/p). Ancak, bu iznin verilmesi, bürokratik yavaşlık dolayısıyla uzun zaman almakta, özellikle dış kaynaklı fon destekli projelere müracaatta çok ciddi dezavantajlar yaşanmaktadır. Bu sebeple, söz konusu izin yetkisi valiliklere aktarılabilir veya belediye meclisinde mutlak çoğunluk ile karar alınması şartı getirilebilir. Günümüz dünyasının dinamikleri dikkate alındığında, kentler diplomasisi ve mahallî idarelerin uluslararası işbirliği kanallarının geliştirilmesi konusundaki kapasiteleri büyük avantajlar sağlamaktadır. Fransa gibi uzun yıllar “merkeziyetçiliğin simgesi” olarak kabul edilen bir ülkede bile, mahallî idarelerin uluslararası işbirliğini geliştirme konusunda büyük reformlar yapılmıştır. Bu sebeple, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na getirilen bu çekincenin, uygun mekanizmalar geliştirilerek kaldırılması gereklidir. 8. Özerk Yerel Yönetimlerin Yasal Korunması: Yerel yönetimler kendi yetkilerinin serbestçe kullanımı ile anayasa veya ulusal mevzuat tarafından belirtilmiş olan özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurmak hakkına sahip olacaklardır (md. 11). Türkiye’de mahallî idareler bu konuda yargı

65


yolunu aktif bir şekilde kullanmaktadır. Dolayısıyla, bu konuda getirilen çekincenin uygulamayı yansıtmadığı söylenebilir.

7. Son Anayasa Taslağında Mahallî İdareleri İlgilendiren Maddelere Dair Bir Değerlendirme Prof. Dr. Ergun Özbudun’un başkanlığını yaptığı bir komisyon27 tarafından hazırlanarak 29 Ağustos 2007 tarihinde tamamlanan anayasa taslağında mahallî idareleri düzenleyen maddeler şöyle sıralanabilir: 1. Vergi Ödevi: a. Vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır (md. 41/3). b. Vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi Bakanlar Kuruluna; mahallî idareler tarafından tarh, tahakkuk ve tahsil edilenler için ise ilgili mahallî idarenin seçimle oluşan karar organına verilebilir (md. 41/4). 2. İdarenin Bütünlüğü ve Kamu Tüzel Kişiliği: a. İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir (md. 91/1). b. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır (md. 91/2). 3. Mahallî İdareler: a. Mahallî idareler; il, belediye veya köy halkının müşterek mahallî ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kuruluş esasları kanunla belirlenen, karar organları seçimle oluşan kamu tüzelkişileridir (md. 96/1). b. Mahallî idarelerin kuruluşu, görevleri, yetkileri; karar organlarının seçim usul ve esasları ile görev ve yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir. Kanun, büyük yerleşim merkezleri için özel yönetim biçimleri getirebilir (md. 96/2). c. Mahallî idarelerin seçimleri, 36’ncı maddedeki esaslara göre dört yılda bir yapılır. Ancak, milletvekili genel veya ara seçiminden önceki veya sonraki bir 27

Komisyonun diğer üyeleri şunlardır: Prof. Dr. Zühtü Arslan, Prof. Dr Yavuz Atar, Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Dr. Levent Köker, Doç. Dr. Serap Yazıcı.

66


yıl içinde yapılması gereken mahallî idareler genel veya ara seçimleri, milletvekili genel veya ara seçimleriyle birlikte yapılır (md. 96/3). d. Mahallî idarelerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanma ve kaybetmeleri konusundaki denetim, ancak yargı yolu ile olur (96/4). e. Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir (md. 96/5). f.

Mahallî idarelerin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi amacı ile, kendi aralarında Bakanlar Kurulunun izni ile birlik kurmaları, görevleri, yetkileri, maliye ve kolluk işleri ve merkezî idare ile karşılıklı bağ ve ilgileri kanunla düzenlenir (96/6).

g. Mahallî idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır ve bu amaçla gerekli düzenlemeler yapılır (96/7). Taslakta 1982 Anayasası’nın ilgili maddelerinden farklı olarak mahallî idarelere “vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi”nin verilebileceği hükmü yer almaktadır. Bu yetki, “üniter devlet” ilkesine aykırı değildir ve “malî federalizm” olarak da değerlendirilmemelidir. İdarenin bütünlüğü konusunda 1982 Anayasası tarafından benimsenen örtülü merkeziyetçiliğin taslakta da korunduğu söylenebilir. Karar organlarının seçimle oluşacağı hükmü getirilerek, mevcut Anayasa’nın ilgili maddesinde yer alan ve “genel oy” ilkesine aykırı bir şekilde yorumlanabilecek hüküm ortadan kaldırılmıştır. 1982 Anayasası’nda geçen “kanun, büyük yerleşim merkezleri için özel yönetim biçimleri getirebilir” hükmünün bu taslakta da aynen yer alması, dil açısından eleştirilmesi gereken bir husustur. Mahallî idarelerin genel seçimlerinin dört yılda bir yapılacağı; ancak, milletvekili genel veya ara seçiminden önceki veya sonraki bir yıl içinde yapılması gereken mahallî idareler genel veya ara seçimlerinin, milletvekili genel veya ara seçimleriyle birlikte yapılacağı hükmü getirilmiştir. Bu düzenleme ile yerel demokrasinin güçlenmesi hedeflenmiş olmakla birlikte, mahallî idarelerde istikrarsızlığa ve verimsizliğe de kapı aralanmış olmaktadır. Öncelikle mahallî idarelerle merkezî idareyi karıştırmamak gerektiğini belirtmek gereklidir. Merkezî idare Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ihtiyaç duyduğu kanunî düzenlemeleri yapabilme, gerekli politika ve

67


stratejileri geliştirme ve uygulayabilme yetkisine sahiptir. Bu kapsamda gerekli her türlü ekonomik ve sosyal nitelikli tedbirleri alabilir. Oysa mahallî idarelerin karar organı olan meclislere verilen yetkiler, ancak çok sınırlı bir alanda karar alabilme kudreti sağlamaktadır. Bu sebeple, merkezî idare için dört yıllık iktidar dönemi önemli çalışmaların (icraatların) yapılması konusunda yeterli olabilirken, mahallî idareler için yeterli olmayacaktır. Bir de bu sürenin milletvekili genel veya ara seçimleri ile birleştirilerek üç yıla düşmesi halinde, yerel düzeyde önemli çalışmalar (icraatlar) yapmak neredeyse imkânsız olacaktır. Mahallî idarelerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanma ve kaybetmeleri konusundaki denetimin, ancak yargı yolu ile olacağı hükmü hem yerel demokrasi hem de yerinden yönetim ilkesine uygundur. Böylece, 1982 Anayasası’nın sorunlu hükümlerinden biri ortadan kaldırılmış olmaktadır. Merkezî idareye, mahallî idareler üzerinde “idarî vesayet” yetkisinin tanınması, yerinden yönetim ilkesine uygun değildir. Diğer kamu kurum ve kuruluşlarında olduğu gibi mahallî idareler de denetlenmelidir. Ancak bu denetim “hukuka uygunluk” denetimi niteliğinde olmalıdır. Taslakta geçen “idarî vesayet” tamlaması, kanun yapma sürecinde yanlış yorumlanmaya

ve

1982

Anayasası

dönemindeki

gibi

kanunların

yapılmasına

veya

uygulanmasına müsaittir. Çünkü hukuken “reşit” olmayanlar “vesayet”e tâbidir. Mahallî idarelerin kendi aralarında birlik kurmalarının Bakanlar Kurulu’nun onayına tâbi kılınmasının sakıncaları daha önce anlatıldığı için bu makalenin bu kısmında tekrar ele alınmayacaktır. Mahallî idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanması hususunda gerekli düzenlemelerin yapılmasının hükme bağlanması, bu idarelerin malî yönden güçlenmeleri açısından önemli bir düzenlemedir. 8. Sonuç: Yeni Anayasada Mahallî İdareleri Düzenleyen Maddelere Dair Çerçeve Öneriler Yeni anayasanın hazırlanması sürecinde görev alacak olan uzmanlara fikir vermesi açısından mahallî idarelere ilişkin düzenlemelere dair şu tür önerilerde bulunulabilir: 1. İdarenin örgütlenmesinde 1982 Anayasası’nın 123. maddesinde kendini gösteren ve “idarenin bütünlüğü” ilkesi ile kamufle edilen “merkeziyetçi” yaklaşım terk edilerek, idarenin “merkezden yönetim” ve “yerinden yönetim” (desentralizasyon) ilkeleri temelinde örgütlenmesi gerektiği hükme bağlanmalıdır. Ayrıca, “merkezden yönetim” ilkesinin, “yerinden yönetim” ilkesini zayıflatıcı ve yerinden yönetim 68


kuruluşlarını güçsüzleştirici bir şekilde yorumlanamayacağı anayasada yer almalıdır. Bu konuda Fransa ve İtalya anayasaları örneklik teşkil edebilir. Fransa anayasasının birinci maddesine göre Fransa “yerinden yönetim” temelinde örgütlenir28. İtalya anayasasının beşinci maddesine göre “devlet yerel özerkliği tanır ve geliştirir”, “kamu hizmetlerinde yerinden yönetimi tam olarak uygular ve bunun için gerekli kararları alır”29. 2. Mahallî idarelerin tanımlanması hususunda “yerinden yönetim” ilkesine de yer verilmeli; il, belediye ve köyün dışında da mahallî idare kuruluşlarının oluşturulabilmesine imkân tanınmalıdır. Bu kapsamda şöyle bir tanımlama yapılabilir: Mahallî idareler; il, belediye, köy veya kanunla kurulan diğer yönetim türlerinin sınırları içinde yaşayan halkın müşterek mahallî ihtiyaçlarını karşılamak üzere, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla kurulan, karar organları yerel demokratik usullerle seçilen, kamu tüzel kişilerdir. 3. Mahallî idarelerin yürütme organlarının, doğrudan halk tarafından seçilmesi veya karar organı tarafından seçilmesi hususuna yeni anayasada yer verilmeli; böylece il özel idarelerinde yürütme organının atama ile belirlenmesi uygulamasına son verilmeli, diğer mahallî idarelerde ise bu tür bir

ihtimalin bulunması

engellenmelidir. 4. Mahallî idarelerin kurulması, görevleri, yetkileri, gelir kaynakları, kolluk işleri ve merkezî idare ile ilişkileri, “yerinden yönetim” ilkesine, hemşehrilerle ilişkilerinin düzenlenmesi ise “yerel demokrasi” ilkesine dayandırılmalıdır. Bu idarelere, görevler ve yetkiler açısından “yerel hizmetler”in yürütülmesi hususunda “genel yetki” tanınmalıdır. 5. Mahallî idareleri özellikle gelir kaynakları hususunda güvenceye alacak hükümlere yer verilmelidir. Bu sebeple, Taslak’taki “mahallî idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır ve bu amaçla gerekli düzenlemeler yapılır” hükmüne yeni anayasada da yer verilmelidir. 6. Vergi ödevi konusunda Taslak’ta yer alan, mahallî idarelere “vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi”nin verilebileceği hükmü yeterli değildir. Mahallî nitelik taşıyan vergilerin salınması ve bunlar üzerinde değişiklik yapılması yetkisi ilgili mahallî idarelere 28 29

Bkz. http://www.servat.unibe.ch/icl/fr00000_.html, erişim: 07.10.2011. Bkz. http://www.servat.unibe.ch/icl/it00000_.html, erişim: 07.10.2011.

69


tanınmalıdır. Üniter bir devlet olan İtalya’da anayasanın 115. ve 119. maddeleri30, İspanya anayasasının 133. maddesi31, İsveç anayasası (bölüm 1, md. 7)32 bu konuda mahallî idarelere de yetki tanımıştır. Ayrıca, merkezî idare tarafından toplanan bazı vergilerin oranlarına ekleme yapma yetkisinin tanınması hususu da tartışılmalıdır. 7. Merkezî idareye mahallî idareler üzerinde “idarî vesayet” yetkisi değil, “hukuka uygunluk denetimi yapma” yetkisi tanınmalıdır. 8. Görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahallî idare organları veya bu organların üyelerinin görevden uzaklaştırılması konusunda İçişleri Bakanı’na verilen yetki Danıştay’a tanınmalı ve İçişleri Bakanı’na “Danıştay”a başvurma yetkisi verilmelidir. 9. Mahallî idarelerin seçimleri altı yılda bir yapılmalıdır. Karar organlarının üyeleri de her iki yılda üçte bir (1/3) oranında yenilenmelidir. Ayrıca, yürütme organlarının en fazla 2 dönem üst üste görev yapabilecekleri de hükme bağlanmalıdır. 10. “Büyük yerleşim merkezleri” yerine “büyük yerleşim alanları veya kentsel bölgeler” için “özel yönetim biçimleri”nin getirilebileceği hükme bağlanmalıdır. 11. Yalnızca ülke düzeyinde veya uluslararası nitelikte yahut da sosyal, ekonomik veya çevresel açıdan oluşturulması zorunlu olan mahallî idare birliklerinin kurulması hususunda Bakanlar Kurulu’nun izni şart koşulmalı, diğer mahallî idare birliklerine izin verilmesi için nasıl bir kural getirileceği kanunî düzenlemeye bırakılmalıdır. 12. Mahallî idare birlikleri ile mahallî idarelere bağlı kuruluşlar da (şirketler hariç olmak üzere) “mahallî idare” olarak tanımlanmalıdır. 13. Kanunla verilen yetkinin ancak kanunla alınabileceği veya kısıtlanabileceği, kanunun dışında hiçbir idarî karar veya düzenleme ile yetkilerin kaldırılamayacağı veya kısıtlanamayacağı hükme bağlanmalıdır. Bu çerçevede, merkezî idare tarafından hazırlanan tüzük, yönetmelik, genelge vb. idarî düzenlemelerin, kanunla verilmiş yetkilerin daha iyi anlaşılmasına ve uygulamanın daha kolay ve etkili bir şekilde yapılmasına yönelik olarak hazırlanabileceği, bunun dışında başka hiçbir şekilde yorumlanamayacağı hükme bağlanmalıdır.

30

Bkz. http://www.servat.unibe.ch/icl/it00000_.html, erişim: 07.10.2011. Bkz. http://www.servat.unibe.ch/icl/sp00000_.html, erişim: 08.10.2011. 32 Bkz. http://www.servat.unibe.ch/icl/sw00000_.html, erişim: 08.10.2011. 31

70


DÖNÜŞEN TÜRKİYE’DE EKONOMİDEKİ DÖNÜŞÜM ZAMANLARI

Doç. Dr. Arif ÖZSAĞIR İktisat Bölümü Gaziantep Üniversitesi

I. GİRİŞ Türkiye Ekonomisi son on yılda göstermiş olduğu performans ile herkesin dikkatini çekmektedir. Daha somut olarak söylenecek olursa gerek büyüme rakamları gerekse de küresel anlamda yaşanmakta olan kriz döneminde izlenen strateji ve krizden çıkış süresi ile ilgili dikkat çekici gelişmeler yaşanmaktadır. Türkiye ekonomisinde bu gözlenen olumlu gelişmelere pozitif yaklaşanlar olduğu gibi ekonomideki gelişmelerin sanal-hormonlu olduğunu düşünenlerde vardır. Bunlar daha çok ekonominin istihdam yaratmayan bir ekonomi olduğu üzerinde durmaktadırlar. Bu eleştirinin doğru mu yanlış mı olduğunu geçmiş 10 yılın gelişmelerine bakarak karar vermek daha doğru bir yaklaşım olur. Bu nedenle Aşağıda Türkiye ekonomisi, temel ekonomik göstergeler esas alınarak incelenmiştir. Ancak son 10 yılın analizine geçmeden evvel Türkiye ekonomisine tarihsel bir bakışla nereden gelip nereye gittiğine bakmakta fayda vardır. Zira bu günün ekonomisini anlamak için dünün ekonomisini bilmek gerekir.

II. TÜRKİYE EKONOMİSİDE DÖNÜM NOKTALARI Türkiye ekonomisi Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılından 2002 yılına kadar üç önemli dönüm ve sıçrama noktası yakalamış, dördüncü dönüşüm ve sıçrama ise Ak Parti iktidarı ile olmuştur. Türkiye ekonomisinde ilk dönüşüm, 1934 yılında yürürlüğe konulan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı (BBYSP ile gerçekleşmiştir. Bu tarihe kadar iktisat politikası arayışları ile geçen dönem BBYSP’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte devlet öncülüğünde bir sanayileşme hamlesinin başlaması söz konusudur. Buna devletçi ekonomi modeli de denir. Devletçi ekonomi modelinin öne çıkmasında; (1) 1929 kriz ile dünyada devletçi ekonomi görüşünün ağırlık kazanması, (2) ülke içinde özel sermayenin yeterli olmaması ve özel girişimcilerin deneyim ve bilgi birikimlerinin yetersiz olması, (3) Devleti yöneten kadroların devletçi politikalara olan inancı

71


gibi faktörler etkili olmuştur (Palamut, Giray, 2001). BBYSP Türkiye’nin sanayileşme stratejisi oluşturulmaya çalışılmış ve bu doğrultuda Karabük Demir Çelik Fabrikaları, İzmit SEKA fabrikası, İstanbul Şişe Cam fabrikası gibi madencilik, dokuma sanayi, kâğıt ve selüloz sanayi, toprak ve seramik sanayi, kimya sanayi gibi ana dallarda üretim yapan toplam 23 adet sanayi tesisi kurulmuştur. BBYSP uygulamaları ile Türkiye ekonomisi o dönem itibariyle çok acil olan temel malların üretim sahasında önemli bir alt yapı kazanmıştır. Ancak BBYSP ile başlayan sanayileşme çabası Atatürk’ün ölümü ile en büyük destekçisini kaybetmiştir. İkinci Dünya Savaşının getirdiği iç ve dış konjonktürün de mevcut iktidarlarca kötü algılanması ve yanlış değerlendirilmesi sonucunda sanayileşme faaliyetlerine devam edilememiştir. Devletçi ekonomi politika uygulamalarının olduğu 1939–1950 dönemi Türkiye ekonomisini çok büyük ekonomik daralma ve sosyal sıkıntıların yaşandığı bir dönem olarak kayıtlara geçmiştir (Çeçen, Doğruel ve Doğruel,1996:4). Türkiye ekonomisinde ikinci büyük hamle 1950 yılında başlamıştır. 1950’de çok büyük bir halk desteği ile Demokrat Parti (DP) iktidara gelmiştir. DP, adeta geçen 11 yılın kayıplarını da telafi etmek istercesine büyük bir kalkınma hamlesi başlatmıştır. Bu dönemde Türkiye ekonomisi piyasa ekonomisine, serbestleşmeye, sanayileşmeye ve kalkınmaya odaklanmış, tarımda, sanayide, hizmetler sektöründe büyük gelişmeler sağlanmıştır. 1950–1959 dönemi topluca değerlendirildiğinde yaklaşık olarak tarımsal hâsılanın 4,5 kat, sanayi üretiminin 7 kat, hizmetler üretiminin ise 6 kat arttığı görülmektedir. Bu artışlar GSMH ve fert başına düşen milli gelir rakamlarına da yansımış ve 1950’de 3.4 milyar dolar olan GSMH, 1959’da 15.5 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır. Fert başına düşen milli gelir ise 1950’deki 160 dolar seviyesinden 1959’daki 580 dolar seviyesine çıkmıştır. Bu nedenle bu dönemdeki kalkınma hamlesine başlangıçlık teşkil eden 1950–1953 yılları Türkiye ekonomisinin bir altın çağı olarak değerlendirilmiştir. Ancak aynı dönemde dış borçlar görülmemiş bir hızla artmaya başlamış ve Cumhuriyet Türkiye’si dış borçlar için 1958’de moratoryum (devletin borçlarını ödeyemez duruma düşmesi) ilan etmiştir. 27 Mayıs 1960’da DP askeri darbe ile iktidardan uzaklaştırılmıştır. 1961’de yeni bir anayasa yapılmış ve planlı bir ekonomiye geçilmiştir. 1960–1979 dönemi planlı ekonomidir. 1960’larda tüm planlama çabalarına rağmen Türkiye ikinci sınıf teknoloji transferi yapan ülke konumunda olmuştur. 1960’lar batının ilk teknolojisini değiştirdiği yılardır. Bu dönemde batı kendi teknolojisini yenilerken eski teknolojisi ve teçhizatını için pazarlayabilecek koşullar oluşturma çabası içine girmiştir. Bu süreçte Türkiye batı için pazar olmuştur. Batının ikinci sınıf teknolojisi Türkiye ekonomisine bir ivme kazandırmıştır Ancak bu politikanın olumsuz yanı

72


Türkiye’yi hazıra konmaya yöneltmiş, kendi teknolojisini üretmede geri bırakmıştır. Üretimin toplumsal ihtiyaçları karşılamaktan uzak olması enflasyon ve onun neden olduğu yüksek faiz oranları ekonomiye kısır döngüye itmiştir. Sonuçta ekonomi verimsiz, katma değer üretmekten uzak bir yapıya bürünmüştür. Dışa açık ekonomi politikaları ihracattan uzak ithalatçı bir ekonomiyi beraberinde getirmiştir. Sonuçta dış ticaret açığı artış ve döviz darboğazı yaşanmıştır. Bu dar boğaz, “ünlü 70 sente muhtacız” sözünün söylenmesine neden olmuştur. Ekonomide yaşanan olumsuz gelişmeler işsizlik, kıtlık ve kuyrukları beraberinde getirmiştir. Bütün bu gelişmeler 12 Eylül askeri darbesinin ekonomik sebeplerini oluşturmuştur. Türkiye ekonomisindeki üçüncü büyük atılım yılları 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte başlamıştır. Bu dönemi diğer iki dönemden ayıran en önemli özellik ise Türkiye’nin dışa açık ve ihracata yönelik bir sanayileşme modelinin bu dönemle birlikte hayata geçirilmiş olmasıdır. Bu yeni ekonomi politikası ile Türkiye 1980’lere kadar boğuştuğu döviz darboğazı sıkıntılarını bir daha hiç telaffuz etmez olmuş, bu sayededir ki Türk girişimcisi dünya ile rekabet edebilir ürünler üretip satar konuma yükselmiş, öbür taraftan Türk insanı gelişmiş ülkelerin hayat, hukuk ve siyasi standartlarını talep eder hale gelmiştir. 1980 ve sonrasında Türkiye ekonomisinin sanayisindeki dışa dönük yapılanmalar, turizm altyapısındaki gelişmeler, ulaştırma ve haberleşme alanındaki atılımlar, mali piyasalar konusundaki düzenlemeler ve siyasi alandaki yeniden yapılanmalar Türkiye ekonomi ve sosyal hayatında çok büyük dönüşümler sağlamıştır. Bu gelişmeler Cumhuriyet döneminin 1990 öncesi ve sonrası olarak iki ayrı kategoride incelenmesine yol açmıştır. 1980–1987 döneminde yoğun olarak gözlenen ve dikine seyreden bu olumlu yükseliş, 1987’den itibaren yerini inişli çıkışlı trendlere bırakmıştır. Türkiye ekonomisinin içine girdiği sıkıntılı süreç özellikle 1999–2002 yılları arasında doruk noktasına ulaşmış; 2001 yılında fert başına düşen GSMH 3100 dolar seviyesinden 2100 dolar seviyelerine kadar gerilemiş, işsizler ordusuna 2 milyon kişi ilave olmuş, ekonominin her alanında bir küçülme ve daralma yaşanmış, ekonomik ve sosyal karamsarlık artmıştır. Ekonominin dış rekabete açılması, kamu kaynaklarının altyapı yatırımlarına yönelmesi ve mali piyasaların serbestleştirilmesi piyasa ekonomisi adına atılan adımların başında gelmektedir. İç piyasanın daralması, ücretlerin baskı altında tutulması, %100’e ulaşan devalüasyon ve büyük parasal destekler sonucu 1980’lerin ilk yarısında ihracatta önemli bir artış sağlanmış, büyüme hızı tekrar yükselmiştir. 1970’lerde kişi başına GSYİH ortalama %4.1 artarken, bu rakam 1980’lerde %5.2’ye ulaşmıştır. 1981–1990 döneminde Türkiye ekonomisi ortalama %5.3 büyüme oranını yakalamıştır. Bu büyümenin altında dışa açılma ve ihracatın

73


teşviki yanında, iç ve dış talep genişlemesi ve dış konjonktürde meydana gelen iyileşmeler, sermaye birikimi ve verimlilik artışları etkili olmuştur. Özellikle 1990’lı yıllarda iç ve dış konjonktürde yaşanan olumsuz gelişmeler döneme damgasını vurmuştur.

İç faktörler olarak politik istikrarsızlık, popülist ve kısa görüşlü

politikalar, 1994 ekonomik krizi, Marmara depremi ve seçim ekonomisi uygulamaları; dış faktörler olarak Körfez Krizi, Asya ve Rusya Krizleri Türkiye ekonomisinin ekonomik performansını yavaşlatmıştır. Türkiye 1990-1994 döneminde reel yatırımlardan uzaklaşması, dışa dönük büyüme yerine içe dönük büyümeyi ve ticarete konu olmayan sektörlere yatırımları teşvik etmesi politikası uygulaması sonucu 1990’ların ilk durgunluk dönemini yaşamış ve 1994 krizine sürüklenmiştir. 1995–1999 döneminde krizin ardında yapılan devalüasyon ve 5 Nisan İstikrar Tedbirleri ekonomide kısa vadeli olumlu sonuçlar vermesine rağmen, ekonomiyi 1994 krizine sürükleyen ekonomik ve siyasi faktörlerde herhangi bir iyileşme sağlanamamıştır. Bu dönemde kişi başına GSYİH 1980’lerin gerisinde kalarak % 3.6 oranında artmıştır. Büyüme hızı ise 1994 ve 1999 yıllarında sırasıyla -% 6.1 ve -% 6.4 olarak gerçekleşirken, bunun sonucu olarak dönem ortalaması %2.4 olarak gerçekleşmiştir. 1990 sonrası dönemde Türkiye’nin büyüme-istikrar performansının yetersizliğinin en temel nedeni mali disiplinden uzaklaşılması ve kamu kesiminde tercih edilen büyüme ve gelişme modelinin gerçeklerine uyum sağlayarak yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilememesidir. Bu durum büyüme ve kamu finansmanının iç ve dış şoklara karşı oldukça kırılgan olmasına yol açmıştır. Ekonominin 1990’lı yıllar boyunca içinde bulunduğu kırılgan sürdürülebilir yüksek büyüme ortamının diğer ön koşullarını da olumsuz yönde etkilemiştir. 1990’lı yılların sonunda yukarıda sayılan faktörler sonucu Türkiye ekonomisi yeniden krize sürüklenmiş ve 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizleriyle karşı karşıya kalmıştır. Krizin faturası Hazine’nin ödediği faizlerle birlikte toplam 381,8 milyar lira olmuştur. Aralık 2010 itibarıyla ‘Merkezi Yönetim Borç Stoku’nun 352 milyar 841 milyon lira olduğu hesaplanmıştır. Borçları bu kadar büyük olmasını 10 yıl önce yaşanan krizde aramak gerekir. Hazine, 2001 krizinin faturasını ödeyebilmek için piyasalara borçlanmak zorunda kalmıştır. Türkiye, bu maliyeti ödenmek zorunda bırakılmasaydı, bugün iç borcu olmayacaktı. Türkiye ekonomisinde yaşanan 4. atılım dönemi 3 Kasım2002 seçimleriyle başlamıştır. Türkiye ekonomisinin içine düştüğü karanlık döneminden, 3 Kasım seçimleri sonrasında büyük bir çoğunlukla meclise giren ve hükümet olan Ak Parti iktidarı ile kurtulmuştur. Ak Parti iktidarı yeni bir kalkınma ve büyüme döneminin başlangıcını işaret etmektedir. Ak Parti lideri R. Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan ve hükümet programına da 74


yansıyan “Acil Eylem Planı” bu hamlenin işaretlerini ve heyecanını taşımaktadır. Bu plan ve iradenin IMF politikalarına ve önerilerine kayıtsız şartsız boyun eğmeyi ve baş sallamayı büyük ekonomistlik olarak algılayan bir dizi ekonomi otoriteleri tarafından da benimsenmiş olması doğru yolda olunduğunun ilk işaretleridir. Türk insanına güvenen, Türkiye’nin potansiyellerini doğru değerlendiren iyi niyetli, dürüst ve adil bir yönetim ile Türkiye ekonomisini nereden alıp nereye taşıdıklarını temel makroekonomik göstergelere bakarak görmek mümkündür. Aşağıda belli bazı makroekonomik göstergeler söz konusu pozitif durumu ortaya koymaktadır.

Tablo 1. Türkiye Ekonomisinde Yapısal Değişim Dönemleri ve Büyüme Oranları Dönem 1923-2002 1923-1980 1923-1938 1939-1946 1947-1960

1961-1977 1978-1980 1981-2001 1981-1989 1990-1998 1999-2001 2002-2006 2007-2008 2009-2010

Büyüme Hızı 4,9 5,4 7,9 0,1 6,3

Kişi Başına Büyüme Hızı 2,7 3,0 5,8 -1,7 3,6

5,8 -0,7 3,1 4,8 3,4 -3,1 6,5 2,8

3,3 -2,7 1,7 2,4 1,5 -0,2 1,1 0,1

Değişim Dönemleri

Ekonomi stratejisi

Kuruluş ve ilk sanayi yılları Savaş yılları Savaş sonrası ve liberal gelişmeler Çok partili döneme geçiş

Devletçi ekonomi modeli

Planlı dönem Kriz Dışa açılma Finansal liberalizasyon Kriz Yeni dönem Kriz Krizden çıkış

Sanayide ithal ikameci Özel sektör ağırlıklı piyasa ekonomisi Dışa açık ihracata yönelik sanayileşme dönemi

Kaynak: DPT; Hazine Müsteşarlığı.

75


III. TEMEL MAKROEKONOMİK GÖSTERGELER IŞIĞINDA 2000’Lİ YILLAR TÜRKİYE EKONOMİSİ Burada Türkiye ekonomisinin 2000’li yıllarda gösterdiği performans temel göstergelere bakarak ortaya konulacaktır. Bir ülke ekonomisini analiz parasal ve reel göstergelere bakılır. Bu göstergeler dışında bazı değişkenlerde sabit kabul edilir. Bu unsurlar Türkiye ekonomisini derinden etkilemektedir. Ekonomik analizlerde kullanılan göstergeler ve sabit ya da dışsal kabul edilen değişkenler şunlardır: Tablo 2: Ekonomide Performans Göstergeleri ve Sabit Kabul Edilen Faktörler Reel Göstergeler 1. Büyüme Hızı 2. Sanayi Üretimi

3. Enerji üretim ve tüketimi 4. Yatırım Malı İthalatı 5. Tarımsal Üretim 6. Yatırım Teşvikleri ve ArGe Destekleri 7. Yabancı Sermaye Yatırımları 8. İstihdam Düzeyi 9. İşsizlik Düzeyi 10. Verimlilik Düzeyi 10.Katma Değer Üretim Düzeyi 11. İhracat ve İthalat Düzeyleri

Parasal Göstergeler Enflasyon Bütçe Açığı ya da bütçe fazlası Faiz Dışı Fazla Kamu Sektörü Borçlanma Gereksinimi Dış Borç Stoku İç Borç Stoku Para Arzı

Ekonomik Analizlerde Sabit Ya da Dışsal Kabul Edilen Değişkenler Siyasal İstikrar Askeri Kurumların (Ordunun) Demokratik Gelişmelere Müdahalesinin Olup Olmaması Yargının Ekonomiyle İlgili Kararları Anayasa Mahkemesinin Demokrasiye Müdahalesi (Parti Kapatma Kararları) Kurumlar Arası Çatışma Yada İşbirliği Düzeyi Sorumlu/Sorumsuz Muhalefet Anlayışı Bürokratik Yapı

Faiz Oranı

Doğal Olaylar

Kredi Kullanım Düzeyi Dış Ticaret Açığı ya da Fazlası Döviz Kuru Borsa Endeksi

Bu çalışmada Türkiye Ekonomisine ilişkin son 10 yıldaki gelişmelere temel makroekonomik göstergeler esas alınarak incelenmiştir. 1. EKONOMİK BÜYÜME Bir ülkenin makro ekonomik performansının önemli göstergelerinin başında iktisadi büyüme gelmektedir. Bir ülkede üretim kapasitesinin genişlemesi sonucu üretim ve dolayısıyla milli gelirin artması olarak tanımlanan iktisadi büyümenin reel ifadesi zenginleşmedir. Bir ülkenin zenginleşip zenginleşmediğini büyüme hızından anlayabiliriz. Türkiye ekonomisini son 10 yıllık büyüme performansı aşağıda tablo 3’de verilmiştir. Ekonomik büyüme, belli bir dönemde (ki bu genelde bir yıllık bir dönemdir), GSMH’de meydana gelen artış olarak tanımlanır. Türkiye ekonomisi Cumhuriyet tarihinin büyüme açısından en ilginç bir dönemini yaşamaktadır. Hem 2001 yılındaki küçülme (%-9.5),

76


hem de 2004 yılındaki büyüme (%9.9) rekordur. Büyüme süreci daha sonraki yıllarda da azalarak da olsa artmaya devam etmiştir. Zira 2005 yılında %7.6 büyüyen ekonomi, 2006 yılın da %6.9 oranında büyümüştür. Ancak 2007 yılında bir önceki yıla göre beklenenden daha az büyüme yaşanmıştır. Bunun nedenini sabit kabul edilen faktörlerde aramak gerekir. Zira cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan gelişmelere ve İktidar partisi aleyhine açılan kapatma davaları Türk ekonomisini derinden sarsmıştır. Sonraki yıllardaki daralmalar ise dünya ekonomisinde yaşanan krizin etkisidir. Tablo 3: Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla (1998=100) (%Değişim) Dönem/Yıllar Toplam Tarım Sanayi Hizmetler 1988-1995 3.6 1995-2002 2.9 2002-2010 4.8 2000 7.4 3.9 6.0 8.9 2001 -9.5 -6.5 -7.5 -7.7 2002 7.9 7.1 9.4 7.2 2003 5.3 -2.0 7.8 5.7 2004 9.9 2.8 11.3 9.8 2005 8.4 7.2 8.6 8.5 2006 6.9 1.4 8.3 7.2 2007 4.7 -6.7 5.8 6.0 2008 0.9 3.5 1.1 0.4 2009 -6.0 2.7 -8.5 -6.2 2010 8.9 3.0 4.4 3.3 2011* 9.5

Kaynak: DPT; Hazine Müsteşarlığı. * İlk iki çeyreğin ortalaması Bu büyüme sürdürülebilir bir büyüme mi? Türkiye ekonomisinde son dönemlerde en çok tartışılan soru budur. 2002 yılından bu yana görülen yüksek büyüme devam edecek midir? Bu büyüme trendi sürdürülebilir mi? Peki bu endişenin kaynağı nedir? İşte bu sorunun cevabı Türkiye ekonomisinin geçmiş dönemlerinde görülen olumsuz deneyimlerinde yatmaktadır. Özellikle 1990’lı yıllarda görülen istikrarsızlık-kriz sarmalı yüksek büyüme dönemlerinin ardından ani daralmaları beraberinde getirmiştir. Ekonominin 1990’lı yıllar boyunca içinde bulunduğu bu kırılgan yapı sürdürülebilir büyüme ortamını ve ön koşullarını olumsuz yönde etkilemiştir. Geçmişe dayanan bu negatif beklenti endişelerin bu günlere taşınmasının en büyük nedenidir (Çanakçı, 2004: 22). Bu gün izlenen ekonomi politikası ile kötümser beklentiler iyimser beklentilere dönüşmüştür.

77


Türkiye’de sürdürülebilir büyümenin önündeki bir başka engel de kamu kesimi dengesizliği idi. Zira kamu kesimi açıkları bir taraftan enflasyonist sürecin temel nedeni olup ekonomiyi istikrarsızlaştırırken, diğer yandan da özellikle finansmanı bakımından hem özel kesim yatırımlarını dışlamakta hem de finansmanı büyüme sürecini etkilemektedir. Kamu kesimi açıklarının altında kamu harcamalarının kamu gelirlerinden daha hızlı artması yatmaktadır. İşte burada esas sorun bu açıkların nasıl finanse edildiğidir. Olağan kamu harcamalarının olağan kamu gelirleri olan vergilerle finanse edilemediği anda devreye iç ve dış borçlanma girmektedir. Türkiye uzunca süre dış, 1980’lerden itibaren de yoğun bir iç borçlanma yoluyla kamu kesimi açıklarını finanse etmiştir. Öyle ki iç ve dış borcun GSMH’ye oranı, özellikle kriz dönemlerinde %100’ü aşmıştır. Borcun çevrilebilirliği riski faizlerin sürekli yüksek kalarak enflasyonu beslerken, diğer yandan da borçlanmanın maliyetini artırarak yatırım ve üretimi engellemiştir. Dahası özel kesimin tasarrufları ile dış kaynaklar yüksek reel faizle kamu açıklarının finansmanında kullanılmış, böylece çarpık bir fonlama ile kaynak tahsisi önemli oranda etkilenerek paradan para kazanan rantiyeci bir grup doğmuş ve kriz ve istikrarsızlığı sürekli hale gelmiştir (Şiriner, Doğru, 2006:183). Dolayısıyla “Bozulan kamu dengeleri, artan borç stoku, ileriye dönük olumsuz beklentilerin beslediği enflasyon ve faiz oranları” (Yılmaz, Akçay, Alper, 2002:51) şeklinde özetlenen kısır döngü kamu dengeleri yerine oturtulmadan bertaraf edilemezken, böyle bir kısır döngü içinde de sürdürülebilir yüksek büyüme imkansız hale gelmektedir. Son 10 yıldır izlenen politikalarla kamu kesimi dengesi yakalanmıştır. Olağan kamu harcamaları olağan kamu gelirleri ile finanse edilmektedir. IMF’nin desteği olmadan mali disiplin sağlanmış ve mali kural koyma aşamasına gelinmiştir. Türkiye’de sürdürülebilir büyümenin önündeki diğer bir engel de politik ve ekonomik istikrarsızlıktır. Bu etki bir taraftan doğrudan büyüme oranları üzerinde olurken, diğer taraftan da karşılıklı etkileşim yoluyla olmaktadır. Burada politik istikrarsızlık üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. Politik istikrarsızlık konusunda tam bir fikir birliği olmamakla beraber, politik istikrardan genel olarak anlaşılan şudur; ülkenin anayasal düzen içinde kalması, anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüslerin olmaması, reformların anayasal çizgi içinde yapılmasıdır. Bu çerçevede politik istikrarsızlık olarak a) anayasal sistemi değiştirmeye zorlama, b) politik kutuplaşma, koalisyon hükümetleri, hükümetlerin değişim hızı karşımıza çıkmaktadır (Eren, Bildirici, 2001:31). Politik katliamlar, grevler, hükümet karşıtı gösteriler, devrimler, hükümet krizleri, darbeler, anayasal değişiklikler literatürde politik istikrarsızlık göstergeleri olarak ele alınmaktadır.

78


Politik istikrarsızlık ve ekonomi ilişkilerinde üzerinde durulan nokta, politik istikrarsızlıkla enflasyon, işsizlik ve düşük büyüme arasındaki ilişkidir. Genelde ulaşılan sonuçlar politik istikrarsızlığın yüksek enflasyon ve düşük büyümeye yol açtığı, yüksek enflasyon ve düşük büyümenin de politik istikrarsızlığı artırdığı şeklindedir. Yani politik istikrarsızlıklardan makroekonomik istikrarsızlığa doğrudan bir nedensellik ilişkisi varken, öte yandan makroekonomik istikrarsızlıklardan da politik istikrarsızlığa doğru bir nedensellik ilişkisi, “ters nedensellik”, söz konusudur. Bunun dışında politik istikrarsızlık enflasyon belirsizliğinin artmasına, borcun vadesinin kısalarak maliyetinin artmasına, yatırımların azalmasına, sermaye kaçışına yol açabilmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde bu süreç şöyle işlemektedir; makroekonomik popülizm kamu açıkları, yüksek enflasyon ve dış dengesizliklerin artmasına yol açmakta; politik istikrarsızlık ve sosyal polarizasyon belirsizliğe, dolayısıyla yatırımların azalması sonucunu doğurmakta; hoş görünme bütçe açıkların doğurmakta ve politik istikrarsızlık bütçe açığı ve parasal ve mali sorumluluktan kaçışa neden olmaktadır. Sonuç olarak Türkiye’de politik istikrarsızlık→ enflasyon ve düşük büyüme→ yatırımlarda azalma→ kamu harcamalarında artma→ faiz oranlarında yükselme→ iç ve dış kısa vadeli borçlarda artma→ politik istikrarsızlık ilişkisinden bahsetmektedirler (Eren, Bildirici, 2001:41-42). Mali disiplin, yapısal reform, 17 Aralık süreci doğrultusunda AB ile yapılan müzakereler ve son olarak IMF ile yapılan stand-by anlaşması ekonomik büyümenin destekleyicileri olmuş ve Türkiye ekonomisi büyüme açısından bir trend yakalanmıştır. Bu trendin sürdürülebilmesinde en büyük risk cari ve reel faizin yüksekliğidir. Cari açık, kısa vadeli sermaye akımları ile finanse edilmektedir. Ödemeler dengesine kaynak sağlayan net hata noksan kalemi “kaynağı belirsiz sermaye hareketlerini” oluşturmaktadır ve bu kalem rekor düzeylere ulaşmıştır. Kaynağı belirsiz çok büyük boyutlu sermaye girişleri, döviz fiyatlarını aşağı çekmekte, ucuzlayan döviz büyümeyi tetiklemekte, ancak bu arada dış ticaret açığının büyümesine yol açmaktadır. Hayati önemi olmayan belli bazı lüks kategorideki mallar üzerine konulacak vergilerle bu malların ithalatı kısıtlanabilir. Böylece ithalatın azalması sağlanabilir.

2. KİŞİ BAŞINA GSMH Bir ülkenin gayri safi milli hâsılası (GSMH), o ülkenin nüfusuna bölündüğü zaman, kişi başına düşen GSMH bulunur. Aynı şekilde, bir ülkenin Gayri safi milli yurt içi hâsılası (GSYİH) o ülkenin nüfusuna bölündüğü zaman ise, kişi başına düşen GSYİH elde edilir. Reel (referans yıla ait fiyatlarla) GSYİH nüfusa bölündüğü zaman ise kişi başına reel GSYİH elde edilir. Kişi başına düşen GSMH bir ülkenin yurttaşlarının ortalama gelir düzeyi hakkında fikir verici bir 79


göstergedir. Uluslararası karşılaştırmalarda milli gelir genellikle ABD Doları cinsinden belirtilir. Dolar cinsinden GSYİH’yı ve kişi başına düşen GSYİH’yı bulmak için nominal GSYİH’yı kambiyo döviz kuruna bölmek gerekir. Bu göstergeler itibariyle Türk insanı 2002’den sonra sürekli zenginleşmiştir.2002 yılında 3492 $ iken 2010 yılı itibariyle kişi başına GSYİH 10.000$ sınırını aşmıştır. Tablo 4: Kişi Başı GSYİH (Dolar)

Yıllar Kişi Başı GSYİH (Dolar) 2000 3.018 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010

2.163 3.492 4.559 5.764 7.021 7.683 9.234 10.285 8.578 10.079

Kaynak: TÜİK, Hazine Müsteşarlığı.

3. İŞSİZLİK İşsizlik, sosyal ve ekonomik gelişme seviyesi ne olursa olsun hemen her ülkenin en önemli sosyal ve ekonomik problemini teşkil ettiği gibi Türkiye’de de sosyal ve ekonomik problemlerin ilk sırasında yer almaktadır. Çalışma arzu ve iktidarında olan insan, istihdam imkânı bulamıyorsa ortaya çok önemli kişisel ve sosyal bir mesele çıkmış demektir. İşsiz kişi, hayatını idame ettirebilecek gelirden yoksun olduğu gibi kendine bağlı olanların geçimini sağlamak imkânından da yoksun kalmaktadır. İşsizlik bir ülke ekonomisinin performansını göstermesi bakımından oldukça önemli bir göstergedir. Son 10 yılın işsizlik göstergeleri Türk ekonomisinin

aynı

yıllardaki

ekonomik

performansına

rağmen

beklenen

iyileşmeyi

göstermemiştir. Bunun nedenlerini şu şekilde sıralamak mümkündür.

80


Tablo 5: İşsizlik Oranları (% Değişim) Yıllar

Genel

Kent

Kır

2000

6.5

8.8

3.9

2001

8.4

11.6

4.7

2002

10.3

14.2

5.7

2003

10.5

13.8

6.5

2004

10.3

13.6

5.9

2005

10.3

12.7

6.8

2006

9.9

12.1

6.5

2007

9.9

11.9

6.9

2008

10.3

12.8

7.2

2009

14.8

16.6

9.2

2010

11.3

-

-

2011*

9.2

Kaynak : TÜİK; DPT; Hazine Müsteşarlığı. *İkinci çeyrek

İktisat teorindeki temel önermeye göre büyüme işsizliği massetmelidir. Daha açıkçası ekonomik büyüme ile işsizlik oranlarında azalma, düşük ya da negatif büyüme oranların da ise işsizlik oranlarında artış meydana gelir. Türkiye ekonomisi kriz sonrası dönemde dünyada en hızlı büyüyen ekonomilerden birisi olmasına rağmen istihdamı artıramamış, başka bir deyişle işsizliğe azaltamamıştır. Özellikle 2003-2006 yıllarında özel sektör kaynaklı yüksek büyümenin istihdama yansımamış olması bu tartışmaları daha da alevlendirmiştir.

Yüksek büyüme

oranlarının işsizliği azaltmadığı doğru değildir. Büyüme yeteri kadar istihdama yansımamıştır. Bunun nedeni uygulanan ekonomi programının önceliği ile ilgilidir. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı adlı ekonomi stratejisinin önceliği büyüme ve istihdamdan öte fiyat istikrarını sağlamaktır. Buna bağlı olarak oluşacak ekonomik istikrarın diğer hedefleri gerçekleştirmeye yardımcı olacağı düşünülmüştür (BSB, 2001). Bu düşünce son otuz yılda yaşanan yüksek enflasyonu makroekonomik istikrarsızlığın temel nedeni olarak ele almaktadır. Dolayısıyla literatürde büyüme işsizlik bağı burada kopmaktadır. Program enflasyonu düşürmede ve bunun yarattığı olumlu etki sonucu yüksek büyüme oranını yakalamada başarılı olmuştur. Fakat bu büyüme “istihdamsız bir büyüme” sergilemiştir (BSB, 2005:22). İkinci olarak programla birlikte hem IMF, hem de AB sürecinin Türkiye ekonomisinde yapısal değişimleri zorlamasıdır.

81


Özellikle tarım sektörüne dönük yapısal reformlar, istihdamın büyük bir kısmını bünyesinde barındıran bu sektörden kentlere, sanayi ve hizmetler sektörüne kaymaya zorlanmıştır. Zira bu sektörde açık işsizlik yok denecek kadar düşük olmasına karşın, istihdam edilenlerin oranı son derece yüksek ve gizli işsizlik oldukça fazladır. Bir anlamda tarım sektöründeki bu değişim sonucu gizli işsizlik açık işsizlik haline gelmiştir. Ayrıca sanayi ve hizmetler sektörünü yeni istihdam yaratma kapasitesinin yeterli olmaması ve tarım sektöründen açığa çıkan işgücünün bu sektörlerin talep ettiği niteliklerden yoksun olması işsizlik oranlarının düşmesini engellemiştir. Her şeyden önce Türkiye genç bir nüfusa sahiptir. Nüfusun üçte biri çalışma çağının altında, geri kalan üçte ikilik kısmın da yarısı istihdam edilmektedir. “Fırsat penceresi” olarak nitelendirilen genç nüfusun yüksekliği Türkiye’de birçok sorunu beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla işsizliğin bir nedeni de budur. Son olarak ekonomik büyümenin istihdama yeterince yansımamasını bir nedeni de 2001 sonrası yaşanan olumlu gelişmelere rağmen üreticilerin kriz sendromu nedeniyle talepte meydana gelen artışın kalıcı olduğundan emin olamayarak dikkatli davranmaları gösterilebilir (Ercan, 2006:173). Türkiye’de işsizliğin nedenleri biraz daha ayrıntılı incelendiğinde, işsizliğin nedenlerini şöyle sıralamak mümkündür. i. Türkiye’de yaşanan işsizlik düzeyi ülkede uygulanan ekonomi politikası arasında yakın bir ilişki vardır. Son 10 yıldır ülkemizde ekonomi politikaları enflasyonu düşürmeye odaklanmıştır. Bu politikanın yürütücüsü ise Merkez Bankasıdır. Stiglitz’in de ifade ettiği gibi Merkez Bankası politikaları ülke ekonomilerine istikrar kazandıramaz. Uygulamadaki politikanın genel görünümü yüksek faiz düşük kura dalıdır. Bu politika özü itibariyle yatırımları engelleyici, ithalatı özendirici niteliktedir. Diğer taraftan Türkiye’de uygulanan ekonomi politikaları İMF orijinli politikalardır. İMF politikaları hiçbir zaman Türkiye’de üretimin nasıl artırılabileceği üzerinde durmamıştır. Esas amacı uluslararası mali düzeni sağlamak olan IMF’nin temel fonksiyonu dış ödeme açığı olan ülkelere kısa vadeli kredi açmaktır. Fonun vereceği kısa vadeli krediler ödemeler bilânçosu ayaklıdır. IMF’nin kredilerinde şartlılık ilkesi geçerlidir. Fondan borç almak isteyen bir ülke ödemeler bilânçosu açıklarını gidermek üzere iç ve dış istikrar programı hazırlanır. Programın IMF’den onay alması kredilerin açılması anlamına gelir. IMF’nin istikrar programı onaylaması diğer uluslararası mali çevrelerinde ilgili ülkelere açacağı krediler bakımından anlamlıdır. Türkiye, Uluslararası Para Fonu'na (IMF) 1947 yılında üye oldu. IMF'yle ilk stand-by anlaşmasını 1958 yılında imzalayan Türkiye 1958–2008 yıllarını kapsayan 50 yıllık dönemde toplam 20 stand-by anlaşması yaptı. Hem stand-by anlaşmaları hem 82


de arada yapılan yakın izleme anlaşmalarıyla birlikte Türkiye bu 51 yılın 30 yılında IMF'nin denetim ve gözetiminde kalmıştır. Özetle son 51 yılın yarısından fazlasında Türkiye ekonomisinin yönetiminde belirleyici olan IMF olmuştur. IMF programlarının temel amacı Türkiye'nin "yüksek borçluluk düzeyini düşürerek, yüksek reel faiz oranlarını kabul edilebilir düzeylere çekmek" olarak açıklanmıştı. Ancak Türkiye dünyanın en yüksek nominal faizini veren ülke olmuştur. Bu yüksek faiz politikası dünya üzerinde dolaşan sıcak paranın önemli bir kısmının Türkiye’ye girmesine neden olmuştur. Türkiye ekonomisi spekülatif sermayenin hızlı hareketlerine eskisine göre çok daha açık ve bu sermayenin en küçük bir olayda hızla ülkeyi terk etme olasılığı yüzünden eskisinden de daha istikrarsız ve kırılgan bir hale geldi. Toparlayarak söyleyecek olursak,

Stiglitz’in de söylediği gibi stand-by modelleri genel olarak küresel

ekonominin krizden çıkmasına özel olarak da işsizliği önleme yeterli bir araç değildir. İkincisi, stand-by anlaşmalarının, öyle iddia edildiği gibi ülkelerin kredibilitesini artırıcı özelliği sahip değildir. Bugün hem dünya hem de Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz ortamının oluşmasında IMF’nin de rolü vardır. Çünkü mevcut küresel kriz kontrolsüzlük ve denetimsizlikten ortaya çıkmıştır. Bu denetimsizlik ve kontrolsüzlük IMF’nin tavsiyeleri ile oluşturulmuştur. Zira IMF stand-by anlaşmaları ile ülkelere ekonomideki kontrolü kaldırmaları yönündeki tavsiyelerinde bulunmuştur. IMF mevcut küresel krizi tahmin edemediği gibi bu krizden çıkılması yollarını da bilmediği ortadır. Bu beklide IMF’nin bilinçli politikalarının bir sonucudur. Zira Stiglitz, IMF’nin, piyasa ekonomisinin çıkar gruplarına hizmet etmeye başladığını ve IMF programlarının yanlış olduğuna işaret etmektedir. Stiglitz’e göre, makroekonomik istikrarsızlığın temel nedeni, kısa vadeli spekülatif sermaye hareketleridir. ii. İşsizliği besleyen ikinci kanal değişen üretim yapısının ihtiyaç duyduğu emek (işgücü) ile Türk eğitim sisteminin ürettiği emeğin (işgücü) niteliksel anlamda örtüşmemesidir. Bir başka deyişle uygulanan eğitim politikaları ülkemizin ihtiyaç duyduğu insan unsurunu yetiştirmekten uzaktır. Kabaca örnek vermek gerekirse ülke ekonomisi için gerekli nitelikli işgücün yetişmek için mesleki ve teknik eğitim veren kurumlar genel eğitim veren kurumlardan daha fazla olmasını gerekli kılar. Milli Eğitim Bakanlığı verilerini dikkate alarak bu oranlar itibariyle ülkemize bakıldığında tam tersi bir durumla karşılaşılmaktadır. Öğrenci sayısı itibariyle mesleki ve teknik eğitim veren kurumların payı %39’dur Genel liseler açısında bu oran %61 düzeyendedir. İkinci olarak Türk eğitim sistemi üretim sürecinde yaşanan değişim ve dönüşüme uygun insan gücünü yetiştirmekten yoksundur. Bu yeniden yapılanma süreci de, emek yoğun çalışma yerini bilgi yoğun çalışmaya bırakmıştır. Ekonomideki dönüşümle birlikte, homojenliğe ve standartlaşmaya dayalı ekonomik yapı hızla çözülmekte, üretim birimleri esnek örgütlere

83


dönüşmektedir.

Bu dönüşüm beraberinde istihdam yapısında önemli değişiklikler meydana

getirmektedir. Vasıfsız işgücünün (mavi yakalılar) üretim sürecindeki payı giderek azalırken, yüksek vasıflı işgücüne olan talebi artırmaktadır. Üretim tasarımı ve uygulamanın bütünleşmesi nedeniyle işgücünün geniş bir mesleki kalifikasyona sahip olması ve çok çeşitli işleri yürütebilmesi gerekmektedir. Çünkü ekonominin yükselen sektörlerinde tek tip, standart, tekrara dayalı iş yapan binlerce işçiye ihtiyaç kalmamıştır. Sistemin ihtiyaç duyduğu üretken, yenilikçi, eğitimli, hatta ferdiyetçi işçilerdir (bilgi işçisi). Bir ülkenin ihtiyaç duyduğu emek gücün yetiştirilmesi büyük ölçüde eğitim sisteminin görevidir. Türk eğitim sistemi Türk ekonomisinin ihtiyaç duyduğu bilgi işlerini yetiştirmekten uzak bir yapı arz etmektedir. iii. İşsizliğin artmasına katkı sağlayan bir başka unsurda gelir dağılımının adaletten ve hakkaniyetten uzak bir yapıda olmasıdır. Gelir dağılımındaki bozukluk talep yapısının bozukluğuna, talep yapısındaki bozukluk ise üretim ve istihdam yapısında bozulmaya ve sonuçta işsizlik oranının tehlikeli boyutlara ulaşmasına yol açmaktadır. Türkiye’deki gelir dağılımının iyileştirilmesiyle birlikte yukarıda bahsedilen döngü tersine işleyecek işsizlik oranlarının azalmasına katkı sağlayacaktır. Gelir dağılımı adaletsizliğinin göstergesi olarak yüzdelik paylar analizi (Nüfusun ve gelirin % dağılımını dikkate alır) önemlidir. En son yapılan (2005) Gelir dağılımı araştırmasına göre hane halkı kullanılabilir gelirine göre oluşturulan yüzde 20’lik hane halkı gruplarından birinci gruptaki hane halklarının gelirden aldığı pay % 6.1 iken, beşinci gruptaki hane halklarının gelirden aldığı pay %44.4’tür. Buna göre, beşinci yüzde 20’lik grubun payının birinci yüzde 20’lik grubun payına oranını veren S80/S20 eşitsizlik ölçüsü 7.3 kat olarak hesaplanmıştır. Aynı oran 2004 yılında 7.7 kat olarak gerçekleşmiştir. Tablo 2. Yüzdelik Grupların Gelirden Aldığı Paylar 2004-2005 Türkiye Yüzde 20’lik Gruplar 2004 2005 Toplam 100.0 100.0 Birinci yüzde 20(1) 6.0 6.1 İkinci yüzde 20 10.7 11.1 Üçüncü yüzde 20 15.2 15.8 Dördüncü yüzde 20 21.9 22.6 Beşinci yüzde 20(2) 46.2 44.4 Gini Katsayısı 0.40 0.38 Kaynak: TÜİK (1)

Toplam gelirden en az pay alan grup

(2)

Toplam gelirden en fazla pay alan grup

84


Gelir dağılımı eşitsizlik ölçülerinden bir başka göstergede Gine katsayısıdır. Gini katsayısı, sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında eşitliği, 1’e yaklaştıkça bozuk bir gelir dağılımını ifade eder. Gini katsayısı 2005 yılında Türkiye geneli için 0.38 iken aynı katsayısı, 2004 yılında 0.40 olarak gerçekleşmiştir. Bu göstergeler Türkiye’deki gelir dağılımının ne kadar adaletten uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Gelir dağılımı düzeltilmesi işsizlik azaltılmasına katkı sağlayacaktır. L o r e n z e ğ r is i ( K u ll a n ıla b ili r h a n e h a lk ı g e lir i n e g ö r e ) , T ü r k iy e

Birikimli gelir yüzdeleri

100

100,0

90 80

2004 2005

70 60

55,6

50 40 30 20 10

33,0 17,2 0,0

6,1

31,9

16,7

6,0

0 0

53,8

20

40

60

80

100

B i r ik im li h a n e h a l k ı y ü z d e s i

Kaynak: TÜİK

iv. İşsizliğin artmasına katkı sağlayan bir faktörde tarım ve hayvancılıkta izlenen politikaların yanlışlığıdır. Bu yanlışlığa bir de AB ile imzalanan gümrük birliği anlaşması eklenince AB ülkelerinden gelen tarım ürünleri ile et ve süt ürünleri karşısında Türk tarım ve hayvancılık sektörü rekabeti kaybetmiştir. Bu sektörde istihdam imkânı bulan işgücü işsizlikle yüz yüze kalmıştır. Yıllardır uygulanan yanlış tarım politikaları işsiz sayısının atmasına yol açmıştır. Tarımı, taban fiyatları ve ucuz kredilerle sübvanse etmeye dayalı politikaların artık iflas ettiği ortadadır. Eğer, toprak reformunu, miras hukukunu ve makineleşmeyi kapsayan ve verimliliği artırmayı hedefleyen bir tarım reformu yapılamazsa, gelecekte rekabet şansımız daha da azalacaktır. Devlet politikası olması gereken böyle bir tarım politikasına acilen ihtiyaç var. Tarım politikaları üretimi değil ithalatı teşvik etmektedir. Bunun sonucu olarak üreticiler

85


üretimden kopmaktadır. Tüketiciler ise daha fazla paraya daha sağlıksız ve kaçak ürünler tüketme tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmaları bir yana, bu alanda işsiz kalan işgücü kentlere akın etmekte ve kentsel işsizlik oranı hızla artmaktadır.

4. ENFLASYON Enflasyon, fiyatlar genel düzeyinin sürekli ve hissedilir artışını ifade eder. Tanımda iki durumdan bahsedilmektedir. Birinci olarak tek bir fiyat ya da fiyat grubu değil, fiyatlar genel seviyesi gösterge alınmaktadır. İkinci olarak artışın bir kereye ya da birkaç defaya mahsus olmadığı, sürekli olduğu vurgulanmaktadır. Fiyatlar genel seviyesi, ekonomide seçilen belli bir mal ve hizmet kümesinin (sepetinin) parasal karşılığıdır. Özellikle son otuz yılda yaşanan yüksek kronik enflasyon Türkiye’de makroekonomik dengesizlikleri beslemesinin yanı sıra, göreli fiyatlardaki değişimi kolaylaştırarak gelir dağılımını bozmakta, neden olduğu belirsizlik sonucu yatırım ve üretim potansiyelini düşürmekteydi. Yüksek oranda bir enflasyon makroekonomik istikrarı bozarak büyüme oranlarını düşürmekle kalmamakta, aynı zamanda büyümenin sürekliliği ve sürdürülebilirliği önündeki en önemli kısıtı da oluşturmaktadır. Dolayısıyla enflasyon ve büyüme arasındaki etkileşimin doğru temellere oturtulmaması, bir taraftan geçmiş dönem büyüme performansını etkilemişken, diğer taraftan da son dönemde uygulamaya konan enflasyonu düşürmeyi ve sürdürülebilir büyümeyi sağlamaya dönük istikrar programının dezenflasyon çabalarını olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle sürdürülebilir büyüme potansiyelini azamileştirmeye yönelik politikaların da gerekli desteği bulmasını zorlaştırmaktadır. Bundan dolayı istikrarlı ve sürdürülebilir yüksek bir büyümenin elde edilebilmesi için fiyat istikrarının sağlanması zorunluluk haline gelmektedir. Ak Parti Hükümeti uyguladığı ekonomi politikaları ile bunu başarmıştır. Başarı tablosu aşağıda verilmiştir. Enflasyona ilişkin son 10 yılın verileri incelendiğinde enflasyonla mücadelede büyük mesafe alındığı gözlenmektedir. Kurala dayalı para ve sıkı maliye politikalarının bir sonucu olarak 2004 yılında enflasyon tek haneli rakamlara inmiştir. Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) ile hesaplanan Türkiye’nin enflasyon oranı, 1993-2002 dönemindeki ortalama %70,4’den, 2009 yılında son otuz yılın en düşük değeri olan %6,5’e düşmüştür. 2008 Aralık ayında %10,06 olan TÜFE, 2009 Aralık ayında %6,53’e düşmüştür. Fiyat hareketleri dönem başında TEFE %39.0 iken dönem sonunda %7.3’a, TÜFE’de %68.5’ten %8.2’ye gerilemiştir. Fiyatlardaki düşüş son otuz yıldır Türkiye’nin başına bela olan enflasyonun yenilebileceğini göstermiştir.

86


Tablo 6: Enflasyon Oranları (% Değişim) Dönem/Yıllar

TÜFE (2003=100)

ÜFE (2003=100)

1983-1994

62.7

1995-2001

71.6

2002-2010

11.8

1993-2002 ort.

70.4

72,2

2000

39.0

32.7

2001

68.5

88.5

2002

29.7

30.8

2003

18.4

13.9

2004

9.4

15.4

2005

7.7

2.7

2006

9.7

11.6

2007

8.4

5.9

2008

10.06

8.1

2009

6.5

5.9

2010

6.4

8.8

Kaynak: TÜİK

5. KAMU KESİMİNİN FİNANSMANI VE KAMU KESİMİ BORÇLANMA GEREĞİ Kamu kesiminin bir mali yıl içerisindeki giderlerinin o yıl içerisindeki olağan kamu gelirleri ile karşılayamaması sonucunda açık vermesi pek “arzu edilmeyen” bir durum olarak kabul edilse de, gerek Türkiye’de gerekse diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde artık olağan sayılmaktadır. Modern devlet anlayışı içerisinde bu durum olağandır. Gereksinimler sürekli artmakta, özellikle demokratik parlamenter ülkelerde seçimle iş başına gelen hükümetler toplumun arzu ve isteklerini yerine getirmede daha duyarlı davranmaktadır. Hükümetler bir yandan ülkenin kalkınması için gerekli yatırımları yaparken, diğer yandan sosyal harcamalara ağırlık vermektedir. Kamu gelirlerindeki yetersizlik, harcamalarda savurganlık ve disiplinsizlik Kamu Kesimi Borçlanma Gereğinin artışında temel etmenlerdir. Kamu borçlanması, yalnızca gelir-gider açığını kapatmaya yönelik bir araç değildir. Aynı zamanda, maliye politikasının da etkin bir aracı olarak kullanılabilmektedir. Bütçesi açık vermeyen ve fakat durgunluk içinde bulunan bir ekonomide, Devlet, borçlanarak yeni fonlar elde

87


edip kamu yatırımlarını arttırmak ve bu yolla da ekonomiye bir canlılık kazandırmak isteyebilir. Ya da tam tersine, eğer özel kesimde durgunluğa karşın bir yatırım yapma hevesi varsa, Devlet, borçlanmasını azaltıp piyasadaki ödünç verilebilir fonları özel kesime yönlendirmek isteyebilir. Öte yandan borçlanma, piyasada oluşmuş aşırı talebi kısmanın ve enflasyonist baskıları kırmanın yolu olarak para politikasının yardımcı bir politika aracı şeklinde de gündeme gelebilir. Kamu kesimi finansman açığı büyüdükçe, kamu kesiminin bu açığı finanse etme yolu olan borçlanma gereğinin de artmaktadır. Kamu kesimi borçlanma gereği, Kamu Kesimi Net Nakit Gereksinimi (KKNNG) şeklinde tanımlanmaktadır. Kamu kesiminin nakit giderlerinin nakit gelirlerini aşması halinde ortaya çıkacak nakit borçlanma gereği ortaya çıkmaktadır. Bu ölçü aynı zamanda Avrupa Birliği’nin ölçü yöntemidir. Avrupa Birliği’nin ‘kamu kesimi borcunun GSYİH’ye oranının yüzde 60’ın altında kalacağına ilişkin Maastricht kriteri bu net borç yükü yöntemiyle hesaplanıyor. Hesaplama yapılırken kabaca şöyle bir denklem kullanılıyor:

Kamu Kesimi Net Borç Yükü = ((Kamu Kesimi Gayrisafi Borç Stoku – (Kamu Kesiminin Net Varlıkları +Kamu Kesiminin Net Alacakları)) / GSYİH

Türkiye’de kamu giderlerin gelirden fazla olması ve gelirlerin toplanmasındaki gecikmelerden dolayı kamu kesiminin açık ortaya çıkmaktadır. Bu 1980’li yılların sonlarında itibaren genişleyerek artmıştır. 1990’lı yıllarda bu artış trendi devam etmiş ve nihayetinde 2000’li yılların başında büyük bir soruna dönüşmüştür. Kara delikler olarak adlandırılan Sosyal Güvenlik Kuruluşları, reel ve kamu kesiminde faaliyet gösteren Kamu İktisadi Teşebbüsleri, yerel yönetimler, bütçe dışı fonlar ve döner sermayeli kuruluşları kapsamaktadır. Bu alt gruplardan oluşan kamu kesiminin gelir ve harcamaları arasındaki fark kamu kesimi dengesini ortaya çıkarmaktadır. Kamu kesimi içinde yer alan bu unsurların bazı yıllarda önemli finansman açıkları vermesi KKNNG’nin temel nedenini oluşturmaktadır. Türkiye’de KKNNG’nin hesaplamasında aşağıda belirtilen kamu kesimi finansman açıkları hesaba dahil edilmektedir.

Toplamam Kamu Kesimi açığı= Konsolide bütçe açığı+ KİT’lerin finansman açığı+Bütçe dışı fonların finansman açığı+ Mahalli idarelerin finansman açıkları+Sosyal güvenlik kurumlarının finansman açıkları+döner sermaye kuruluşlarının finansman açıkları.

88


Toplam Kamu Kesimi açığı/GSMH= KKBG

KKNNG Türkiye’de yıldan yıla değişiklik göstermekle birlikte son 10 yıl bu oran %10’lar düzeyindedir. Tablo7: Kamu Kesimi Finansmanı

Yıllar 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010

Net Kamu Borç Stoku/GSYH (%)

AB Tanımlı Brüt Kamu borç Stoku/GSYİH

Kamu Kesimi Borçlanma Gereği7GSYİH (%)

61.4 55.1 49.0 41.6 34.0 29.5 28.2 32.5 28.7

77.6 73.7 67.4 59.2 52.3 46.1 39.4 39.5 45.5 41.6

12.1 10.0 7.3 3.6 -0.1 -1.9 0.1 1.6 5.1 -

AB Tanımlı Genel Yönetim Bütçe Açığı/GSYİH (%) 24.5 10.2 8.9 4.5 0.6 -0.8 1.0 2.2 6.7 -

İMF tabanlı Faiz Dışı Fazla/GSYİH (%) 4.8 5.5 5.0 4.7 3.1 1.6 -1.0 -

Kaynak: Hazine Müsteşarlığı.

6. BİLEŞİK FAİZ ORANINDAKİ GELİŞMELER Faiz, üretim faktörlerinden sermayenin elde ettiği getiridir, diğer bir ifade ile paranın kullanım bedelidir. Ödünç alınmış para kullanımının bedelidir. Ayrıca faizi paranın fiyatı olarak değerlendirmek de mümkündür. Genellikle yüzde üzerinden yıllık olarak değerlendirilir. Enflasyon oranına göre değişiklik gösteren nominal faiz oranı, reel faiz oranına ve enflasyon oranı eklenerek bulunur. Bir başka deyişle reel faiz oranı enflasyondan arındırılmış faiz oranıdır (Reel faiz= Nominal faiz – enflasyon oranı). Bileşik faiz, anaparaya ödenen faizin anaparaya ilave edilmesiyle hesaplanan faizdir (Basit faiz tutarı= anapara tutarı x yıllık faiz oranı x vade ). Bileşik faiz (paranın gelecek değeri), yılsonunda kazanılan faizin çekilmediği sürece anaparaya ilave edilerek anapara+ faiz üzerinden faiz hesaplanmasıdır.

89


Tablo 8: Bileşik Faiz Oranlarının Seyri Bileşik Faiz Oranı (%Değişim) (faizin de faiz kazanmasıdır) Yıllar

Yıllık Ağırlıklı Ortalama

2000

38.2

2001

96.2

2002

63.8

2003

45.0

2004

25.7

2005

16.9

2006

18.2

2007

18.8

2008

19.3

2009 2010 2011

8.16

Kaynak: TC MB.

7. DÖVİZ KURLARINDA DEĞİŞİM Döviz kuru ulusal ekonomiyi biçimlendiren üç büyük fiyattan biridir. (Ücret, faiz, döviz). Döviz kuru bir ülkenin diğer bir ülkelerin fiyat yapıları arasında, dolayısıyla ulusal ekonomi ile dünya ekonomisi arasında bağ kurmasıyla yakın ilişkilidir. Günümüzde dünya ticaretini sınırlandıran engellerin kalkmasıyla rekabet kızışmıştır. Döviz kuru bu rekabetçi yapıda, rekabet gücünü belirleyen bir faktör durumuna gelmiştir. Bu nedenle ekonomik birimlerin karar vermede dikkate aldıkları parametrelerden biri olan döviz kurlarındaki değişim oranı ekonominin durumunu göstermesi açısından anlamlıdır. Bir birim yabancı paranın ulusal para cinsinden fiyatına (değerine) iki taraflı nominal döviz kuru denir. Birim yabancı paranın kaç birim ulusal para ile değiştirildiğini gösterir. Nominal döviz kurunun yükselmesi (TL ile Dolar arasındaki döviz kurunun 1$=1.50’den 1$=1.60’a çıkmasıdır ) nominal değer kaybı diye nitelendirilir. Nominal değer kaybı yabancı menşeli malların pahalılaşmasına yol açar. Yerli malların ise yabancılar için ucuzlamasına yol açar. Nominal döviz kurunun düşmesi (TL ile Dolar arasındaki döviz kurunun 1$=1.50’den 1$=1.40’a düşmesi) nominal değer kazancı diye nitelendirilir. Nominal değer kazancı yabancı menşeli malların ucuzlamasına yol açar. Yerli malların ise yabancılar için pahalılaşmasına yol

90


açar. Bu nedenledir ki döviz kurlarındaki değişim ülke ekonomisini yakından etkiler. Döviz kurlarındaki değişim aynı zamanda ülke ekonomindeki istikrarında bir göstergesidir. Aşağıdaki tabloda da (Tablo 9) görüldüğü gibi 2002 yılından önce döviz kurlarında sarsıcı değişiklikler olurken, 2002’den sonraki yıllarda ciddi değişimler yerine küçük değişikler gözlenmektedir. Bu yıllarda Türk Lirasının değer kazandığı yıllardır. TL’nin değer kazanması Türk ekonomisinin pozitif yönde yapısal değiş içinde olduğunun da bir göstergesidir. Döviz kurlarındaki değişim ekonomik faaliyetleri seyrini etkilediğinden döviz kuru değişmelerinin istikrarlı bir seyir izlemesi ekonomik istikrarı olumlu yönde etkileyecektir. Bunun teside doğrudur. Ekonomik istikrar fiyatlarda istikrar getirdiği gibi döviz kurlarında değişimin de istikrarlı olmasına yol açmaktadır. Döviz kurlarının da fiyatlar gibi, ülke ekonomisinin gelişme seyrini veren bir gösterge niteliğinde olması, ekonomik istikrar açısından döviz kurlarında istikrarlı bir yapının varlığını gerektirmektedir. Döviz kuru hareketlerinin ekonomik faaliyetleri etkilemesi, ekonomik istikrara ulaşmada döviz kuru istikrarının da fiyat istikrarı ile birlikte değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. 2002 öncesi döviz kurları değişimi oranı dolarda

%96.9 iken, EURO’da %91’ler

düzeyindedir. Bu tarihten sonraki yıllarda TL’nin değer kazanırken dolar değer kaybına uğramıştır. Ancak değişim oranları tek haneli olmuştur. Tablo 9: Döviz Kurlarındaki Değişim (%) Yıllar

Dolar

Euro

2000

48.2

28.7

2001

96.9

91.0

2002

22.8

30.6

2003

-0.7

17.9

2004

-4.9

4.7

2005

-5.7

-5.7

2006

6.7

7.9

2007

-9.2

-1.2

2008

0.0

6.9

2009

19.0

13.3

2010

-

-

Kaynak: TCMB.

91


8. SABİT SERMAYE YATIRIMLARINDAKİ GELİŞMELER Bir ülkenin mal ve hizmet üretme kapasitesinin en temel göstergelerinden birisi sabit sermaye yatırımlarıdır. Ekonomik büyüme açısından en önemli faktörlerinden biri olan sabit sermaye yatırımları ile ekonomik istikrar arasında doğru yönlü ilişki vardır. Gelirin tüketilmeyen bölümü olan tasarrufların gelir getirecek şekilde kullanılması için yatırıma yönlendirilmesi gerekir. Yatırım artışına bağlı olarak oluşan sabit sermaye yatırımları bir ülkenin üretim kapasitesindeki artışları beraberinde getirir. Bunlar, teknoloji transferi, sermaye birikimi, üretim, istihdam ve gelir artışı, fiyatlar ve ödemeler dengesinde istikrar, ekonomik gelişme ve genel refah gibi etkilerdir.

Tablo 10: Sabit Sermaye Yatırımları (%Değişim) Yıllar

Toplam

Kamu

Özel

2000

16.9

19.6

16.0

2001

-31.5

-22.0

-34.9

2002

-3.8

9.9

-10.5

2003

14.2

-15.1

23.7

2004

28.4

-6.6

36.1

2005

17.4

25.0

16.2

2006

13.3

2.6

15.0

2007

5.5

7.3

5.2

2008

-3.7

7.6

-5.9

2009

-17.2

0.4

-21.0

2010

7.7

10.3

7.0

Kaynak: Hazine Müsteşarlığı.

9. ULUSLARARASI REZERVLER Uluslararası rezervler, ekonomik krizlere karşı bir tedbir olarak biriktirilir. Bir ülke, iki farklı kategoride krizle karşılaşabilir. Birincisi, ülke içerisinde üretilemeyen mal ve hizmetleri almak için yeteri kadar döviz yoksa krizle karşılaşabilir Nitekim Türkiye 1980 Öncesinde bu tip bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Bu nedenle ülkenin ihtiyaç duyduğu ithalatı karşılayabilmek için rezerv biriktirir. Ülkelerin üretemediği malları ithal edebilmesi için dövize ihtiyaç duyar.

92


Böyle bir durumda devlete ait olan uluslararası döviz rezervleri ithalatçıya kullandırılır ve ithalatın kesintisiz sağlanması mümkün olur. Uluslararası rezervler ikinci bir sebepten daha biriktirilir: Dış borç krizine girmemek için. Ülkenin dış borcu varsa, vadeler geldiğinde hazır dövizin elde tutulması gerekir. Ancak rezerv tutmanın maliyet yüksektir. Merkez bankaları pek de iyi varlık yöneticileri değildir; genellikle rezervlerini en güvenli ve dolayısıyla az getirisi olan varlıklarda tutarlar. Dolayısıyla, rezerv tutmak bir ülke açısından önemli bir maliyettir. Gelişmenizi finanse edebileceğiniz bir kaynak merkez bankasının kasasında veya yabancı bankalardaki düşük faizli hesaplarda atıl olarak beklemektedir. Rezerv üçüncü bir sebepten daha biriktirilebilir. Yerli parayı zayıflatarak ihracat, büyüme ve istihdam artırılmak isteniyorsa piyasadan yabancı para toplanır. Rezervlerimizi artırmalı mıyız yoksa bu maliyetten kurtulmalı mıyız? Döviz krizine girerek ithalat yapamamaktan korkuluyorsa rezervleri daha da artırılmalıdır. İthalat yükselme trendine devam edecekse ve cari açık yükselmeye devam edecekse rezerv biriktirmeye devam edilmelidir. Döviz krizine girerek dış borçları servis edememekten korkuluyorsa rezervler daha da yükseltmelidir. Dış borçların GSYİH'ye oranı 2002'den itibaren hızla düşmüştür. Uluslar arası rezerv miktarı şu an 80 milyar dolar civarında. Yani, rezervlerimiz sadece kısa vadeli dış borçları kapsamakla kalmıyor. Toplam dış borcun yüzde 80'inden fazlasına denk rezervler var. Tablo 11: Uluslararası Rezervler (milyar Dolar) Yıllar

Merkez Bankası

Ticari Bankalar

Altın

Toplam

2000

19.6

11.0

1.0

31.6

2001

18.7

10.4

1.0

30.1

2002

26.7

10.0

1.3

38.0

2003

33.6

9.8

1.6

45.0

2004

36.0

16.1

1.6

53.8

2005

50.5

16.4

1.9

68.8

2006

63.3

27.5

2.4

90.8

2007

76.4

31.8

3.1

108.2

2008

74.2

40.4

3.2

114.6

2009

75.3

35.5

3.7

110.8

2010

-

-

-

-

Kaynak: TC MB.

93


10. ÖDEMELER DENGESİ Ödemeler dengesi, bir ülkede yerleşik ekonomik birimlerin dış âlemle ilişkilerini gösteren bir tablodur. Yurtiçinde yerleşik ekonomik birimler kişi, kuruluş ve devleti kapsamaktadır. Ödemeler dengesi, genel olarak, ticaret dengesi, cari işlemler dengesi ve sermaye hareketleri dengesinden oluşmaktadır. Tablo 12: Ödemeler Dengesi (milyar dolar)

Yıllar

Cari Dengesi

2000

İşlemler

Görünmeyenler Dengesi

Dış Ticaret Dengesi

-9.8

12.1

-21.95

2001

3.3

7.12

-3.7

2002

-1.5

5.75

-7.2

2003

-8.0

6.0

-14.0

2004

-15.6

8.3

-23.9

2005

-22.8

10.7

-33.5

2006

-31.9

9.0

-40.9

2007

-38.2

8.5

-46.677

2008

-41.7

11.4

-53.043

2009

-11.0

10.4

-21.4

2010

-18.0

13.0

-31.0

Kaynak: Hazine Müsteşarlığı.

Türkiye ekonomisi küresel kriz sonrası beklentilerin üzerine bir performans göstererek diğer ülkelerden önemli bir ayrışma göstermektedir. Ancak bu pozitif ayrışmaya karşın ekonominin klasik ve yapısal sorunun olan cari açık yeniden önemli bir risk oluşturmaya doğru yol almaktadır. Türkiye ekonomisinde makro istikrarın ve finansal istikrarın önünde en önemli risk olarak cari açık olarak öne çıkmaktadır. Bu risk nedeniyle Türkiye birçok yönden hak ettiği, yatırım yapılabilir ülke kredi notuna ulaşamıyor. Ekonomide istikrarı kalıcı kılabilmek için cari açık sorunun hafifletmek ve yönetebilir kılmak zorundadır. Eğer cari açık yapısal sorun ise yapısal önlemler almak yapısal reformları tamamlamak zorunluluğu vardır. Türkiye’nin cari açık vermesinin temel nedenler bellidir. Bunları şöyle sıralanabilir. 

Yurt içi tasarrufların düşük olması,

Yatırım mallarında yurt dışına bağımlılık,

94


Enerjide ve hammaddede yurtdışına bağımlık,

Katma değeri yüksek ileri teknoloji ürün üretiminin sınırlı olması ve

TL’nin değeri ile üretim maliyetleri arasında bozulan denge sonucu ithal ürünlerin (nihai ürün, ara girdi, ara malı) fiyat avantajı kazanmasıdır.

Türkiye orta vadeli perspektif içinde bu yapısal sorunlarını çözmüş veya çözüme yönelik politikaları uygulamaya koymalıdır. Aksi takdirde cari açık ekonomik istikrar önünde hem bir risk hem de engel olarak kalacaktır. Sanayici ve üreticilerde bu riskin yarattığı belirsizlikler nedeni ile cari açığın çözümüne katkı sağlamada çekingen kalacaklardır (mesela ileri teknolojiye yatırım yapmakta çekingen davranacaktır ). Cari açığa neden olan bu yapısal sorunların çözümü için gerekli önlemler hızla alınmalıdır. Bu amaca dönük olarak, yurt içi tasarruflar arttırılmalıdır. Bunu sağlamak için: Kamu kesimi, şirketler ve bireylerin tasarruflarını artırmaya dönük olarak kurumsal önlemler ve programlar uygulamaya konulmalıdır. Yatırım mallarında Türkiye kendi üretim ve ürün teknolojisine sahip hale gelebilecek tedbirleri almalıdır. Enerji ve güç üreten makineler, endüstriyel makineler, motorlar gibi alanlarda kendi teknolojisi ile üretim yapabilir hale gelmelidir. Enerji ve hammaddede, enerji ve maden arama ve işletme destekleri ve kolaylıkları arttırılmalıdır.

Türkiye’nin enerjisi yanı sıra hemen tüm metal

ürünlerin hammaddesine (cevher-hurda) dışa olan bağımlılığı azaltmalıdır. Hane halklarının kişi başı geliri arttıkça pahalı katmalı marka değeri yüksek ürünlere talebi artmaktadır. Bu talebi karşılayacak ithal ikamesi yerli markalar üretebilecek bilgi birikimine sahiptir. Bu potansiyel harekete geçirilmelidir. Türk lirasının nominal değerlendirilmesi önlenemiyorsa maliyet artışlarını aşağı çekecek önlemler acilen alınmalıdır.

11. BORÇ STOKU Borç stoku bir ülkenin herhangi bir dönemdeki iç ve dış borçlarının toplamından oluşur. Borç yükü ise, bir ülkenin belli bir dönemdeki toplam borç stokunun GSMH’ye oranı demektir. Genel olarak borç stoku ve borç yükü kavramlarına yalnızca borçların anapara yükümlülükleri dahil edilir. Bir başka deyişle faizler bu iki kavrama dahil edilmez. Bunun temel nedeni borçlanma faizlerinin bir gider kalemi olarak kabul edilmesi ilkesidir. Konu hazine olduğu zaman yalnızca devlet borçlarının bu kavramlar çerçevesinde ele alınması doğal görülmekle birlikte, genel eğilim iç borçlarda, devletin borçlarını stoka dahil etmek olduğu halde, dış borçlarda ülkenin özel kesim borçları da dahil olmak üzere bütün dış borçlarını stoka katmak yönündedir.

95


Toplam Borç Stoku= İç Borç Stoku + Dış Borç Stoku Toplam Borç Yükü= Toplam Borç Stoku/GSMH Günümüzde bu sınıflandırmanın yanı sıra yalnızca kamu borçlarının hesaba dahil edildiği bir kamu borç stoku ve kamu borç yükü çıkarılmaktadır. Kamu borç stoku geniş anlamda devletin, yani KKBG hesabına dahil edilen bütün kurum ve kuruluşların borçlarını hesaba katan bir göstergedir. Bu stokun GSMH’ye oranı kamu borç yükü denilen kavramı ortaya koymaktadır. Avrupa Birliği’nin üyelerinde aradığı koşul (Maastricht kriteri) çerçevesinde kamu borç yükü %60’tan daha büyük olmamalıdır (Eğilmez, Kumcu, 2004, 155-157).

Tablo 13. Kamu Finansmanı (2002–2009) Yıllar

2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009

Net Kamu Stoku/GSMH

61.4 55,1 49,0 41,6 34,0 29,5 28,2 32,5

Borç

Brüt Kamu Borç Stoku (AB Tanımlı GSMH %) 73,7 67,4 59,2 52,3 46,1 39,4 39,5 45,5

Kamu Kesimi Borçlanma Gereği/GSMH

Genel Yönetim Bütçe Açığı/GSMH (AB Tanımlı)

12,1 10,0 7,3 3,6 -0,3 -2,0 0,1 1,6 6,4

24,5 10,2 9,0 4,5 0,6 -1,2 1,0 2,2 -

Kaynak: Hazine Müsteşarlığı.

Türkiye ekonomisindeki yapısal sorunlar nedeniyle 1990’larda hızlanan kamu maliyesindeki bozulma, mali krizin yaşandığı 2001 yılında doruk noktasına çıkmıştır. Ak Parti Hükümetinin uyguladığı ekonomi politikalarıyla, kötüye gidiş tamamen tersine çevrilmiş ve bütçe disiplini oluşturulmuştur. Uygulanan ekonomik program sayesinde toplam kamu net borç stokunun gayri safi yurtiçi hâsıla içerisindeki payı 2001 yılında %66,3 iken, 2009 yılının sonunda %32,5’a düşmüştür. AB tanımlı borç stokunun GSYH’ye oranı, 2002 yılında %73,7 iken, 2009 yılı sonunda, %45,5’e düşmüş ve Maastricht kriterlerini karşılamıştır. Reel faiz oranları, 2004 yılının son çeyreğinden itibaren, tek haneli rakamlara düşmüştür. Son on yıldaki reel faiz oranlarının %30’dan fazla olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle Hazine yurtiçi borçlanma maliyetlerini önemli ölçüde düşürmüştür.

96


Gayri safi yurtiçi hâsılanın oranı olarak, Kamu Sektörü Borçlanma Gereği 2001 yılından itibaren önemli oranda düşmüştür. AB tanımlı Genel Yönetim bütçe açığının GSYH’ye oranı da 2001 yılından itibaren önemli ölçüde düşmeye başlamış ve Maastricht kriterlerini karşılamıştır.

Tablo 14: Dış Borç Stoku (GSYH'ye oran) Yıllar

Orta ve Uzun Vadeli

Kısa Vadeli

Toplam

2000

44.8

14.1

58.9

2001

67.8

11.4

79.2

2002

62.2

9.0

71.2

2003

39.7

7.5

47.1

2004

33.0

8.2

41.2

2005

27.3

8.0

35.2

2006

31.3

8.1

39.4

2007

31.8

6.7

38.4

2008

30.7

6.8

37.5

2009

32.5

6.9

38.7

2010

-

-

-

Kaynak: Maliye Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı.

12. FAİZ DIŞI FAZLA Kamu kesiminin gelirleri, giderlerine eşit olsa, yani kamu kesimi topladığı gelirlerle giderlerini karşılıyor ve açık vermeden, borçlanmadan, faiz ödemeden işlerini yürütüyor olacaktır. Kamu kesiminin giderleri personel maaşları, yatırım harcamaları, cari giderler (kamu binalarının bakımı, onarımı, aydınlatılması, kamu araçlarının benzin giderleri vb.) ve faiz dışındaki transfer giderlerinden (vergi iadeleri, sübvansiyonlar, burslar vb.) ibaret olacaktır. Eğer kamu kesiminin borcu varsa buna cari yıl içinde faiz ödeyecek demektir. O halde kamu kesimi giderlerini; faiz giderleri ve faiz dışı giderler olarak ikiye ayırılır. (Faiz dışı giderler, yukarıda belirtilen giderlerdir.) Bu durumda yukarıdaki dengeyi yeniden ve şu biçimde yazabiliriz: Kamu Kesimi Dengesi = Gelirler - (Faiz Giderleri + Faiz Dışı Giderleri) Burada önemli olan gelirlerin faiz dışı giderlerden yüksek olmasıdır. Bunu sayısal bir örnekle açıklayalım. Diyelim ki kamu kesimi gelirleri toplamı 100 katrilyon lira, faiz giderleri toplamı 60 katrilyon lira ve faiz dışı giderlerin toplamı da 80 katrilyon lira olsun. Bu durumda

97


giderler toplamı (60+80)=140 katrilyon lira olacağına göre kamu kesimi dengesi (100–140)=40 katrilyon lira açık veriyor demektir. Faiz dışı denge şu formülle hesaplanır: Kamu Kesimi Faiz Dışı Dengesi=Gelirler-Faiz Dışı Giderler Yukarıdaki sayıları bu denkleme uygularsak faiz dışı dengeyi (100-80)=20 katrilyon lira olarak buluruz. Yani burada gelirler, faiz dışındaki normal harcamaları karşılamakta ve ortaya 20 katrilyon lira fazlalık çıkmaktadır. İşte bu fazlalık 60 katrilyon liralık faiz giderlerinin bir bölümünü karşılamakta kullanılacaktır. Şimdi de faiz dışı giderlerin 80 katrilyon lira değil de 110 katrilyon lira olduğunu varsayalım. Bu durumda sayıları denkleme koyarsak karşımıza (100– 110)=-10 katrilyon liralık bir açık çıkar. Bunun anlamı bizim gelirlerimizin, bırakın faiz giderlerini, normal giderlerimizi karşılamaya bile yetmediğidir. Yani gelirlerimiz normal giderlerimizi karşılamadığı ve dolayısıyla açık verdiğimiz için, bırakın faizlerin bir bölümünü karşılamak için borçlanmak durumunda olmayı, normal giderlerimizi yapmak için bile borçlanmak zorunda kalacağız demektir. Faiz dışı fazlanın yükselmesi demek bundan böyle daha az borçlanma ve ileride daha az faiz ödemek demektir. Bu kısa açıklamadan sonra faiz dışı fazlanın seyri aşağıdaki gibi olmuştur. Tablo 15: Faiz Dışı Fazla (İMF Tanımlı, GSMH %, 2003-2008) Yıllar 1993- 2002 Ort. 2003 2004 2005 2006 2007 2008

(Faiz Dışı Fazla/GSMH ) 0,3 4,8 5,5 5,0 4,6 3,1 1,87

Kaynak: Hazne Müsteşarlığı.

IV. MAKROEKONOMİK ANALİZLERDE DIŞSAL YA DA SABİT KABUL EDİLEN FAKTÖRLER VE BUNLARIN TÜRKİYE EKONOMİSİNE ETKİSİ Buraya kadar iktisadi göstergeler ışığında Türkiye ekonomisinin durumu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Ancak ekonomi bir sosyal bilimdir ve sosyali ilgilendiren her şeyden etkilenir. Bir başka deyişle ekonomi, ekonomik verilerle analiz edilebilecek kadar basit bir olay değildir. Bir ülkenin ekonomisi sadece ekonomik faktörlerle analiz edilemez. Zira iktisadi hayat son derece karmaşıktır. İktisadi analizlerde bu karmaşıklığı telafi etmek isterken iktisadi olay ve davranışları etkilemesi muhtemel birçok unsurdan sadece önemli olanlarını yani iktisadi hayatı dolaysız (direk) etkileyen unsurları ele alır ve analiz eder. Teorik anlamda makroekonomik 98


bilimi iktisadi analizlerde iktisadi hayatı dolaylı ama esaslı olarak etkileyen unsurları dışsal ya da sabit kabul ederler. Oysa bu değişmez, sabit kabul edilen unsurlar iktisadi hayatı derinden etkileyen faktörlerdir. Sabit kabul edilen faktörlerin başında küresel şirketlerin davranışları, siyasal, sosyal olaylar ve hukuksal kararlar ile askeri kurumların karar, tercih ve bildirileri ile mevcut bürokratik yapı ekonomiyi derinden etkilemektedir. Bu kurumlar karar alırken ülke ekonominin nasıl bir tepki vereceğini pek dikkate almazlar. Oysa Türkiye ekonomisi, ekonomi dışı gibi gözüken bu kurumların davranışları, ekonomiyi düzeltmek için alınan iktisadi kararlardan daha ekleyici ve belirleyici olmuştur. Ekonomi, ekonomi politikaları ile idare edilebilecek ve dolayısıyla da ekonomi, siyasal kararlardan, hukuksal kararlardan ve askeri kararlardan hatta kurumlar arası çatışmalardan bağımsız değildir. Ekonomik analizler de bu kurumların davranışları dikkate alınması ve geleceğin bu yönde kurgulanması ekonominin doğru yönetilmesinin temel şartıdır. Aksini savunan birisinin ekonomiyi doğru yorumlaması mümkün değildir. Konuyu bira daha açmak gerekirse ekonomi sadece ekonomi politikaları ile yani vergi politikaları, merkez bankasının faiz oranlarına yönelik kararları, hazinenin teşvik politikaları, bankaların kredi politikaları, hükümetin ihracat ve ithalat politikaları ya da istihdam politikaları ile yönetebileceği bir alan değildir. Özellikle Türkiye ekonomisi siyasi kararlardan, hukuksal kararlardan ve askeri kurumların siyasete müdahalesinden etkilenmediğini söylemek mümkün değildir. Tam tersine Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumun sebeplerini burada aramak gerekir. Konuyu biraz daha açarak, Ekonomi-hukuk ilişkisine bakıldığında, Hukuksal kararların ekonomiyi ciddi biçimde etkilediğini görmek mümkündür. 2007 yılı ekonomisinin sıkıntılı geçmesinin sebepleri arasında yargı kararlarını da saymak mümkündür. Bu anlamda Anaysa Mahkemesinin 367 kararı ve bunun akabinde oluşan belirsizlik ortamında iktisadi karar birimlerini tereddüde sürüklemiştir. Bunun dışında Danıştay’ın özelleştirme kararlarına yönelik iptal kararları, keza anayasa mahkemesinin 2B kararları (orman vasfını yitirmiş arazilerin ekonomiye kazandırılması) ve yabancı sermayenin ülkeye girişine yönelik düzenlemelerle ile ilgili kararları örnek verilebilir. 2008 yılının ilk yarısı iktidardaki partisinin kapatılması için Anayasa Mahkemesine açılan kapatma davası ve Anayasa Mahkemesinin iktidar partine yönelik kapatma ya da kapatmama kararı ile yine Anayasa Mahkemesinin TBMM’nin Anayasa ve yasalarda değişiklik yapma yetkisini kısıtlamaya yönelik kararlarının gölgesi altında kaybedilmiştir. Hatta Yargı organlarının düşünceyi ifade etme özgürlüğüne yönelik kararlarının ekonomiyi nasıl etkilediğini göstermesi bakımından anlamlıdır. Zira bu tip kararların Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinin bozulmasına ve dolayısıyla ekonominin bundan olumsuz bir biçimde etkilenmesi söz konusu olmuştur. Sonuç olarak yargının bağımsız olmadığı ülkelerde yargı kararları ekonomiyi doğrudan etkilemektedir. Ekonomi-siyaset ilişkisine bakıldığında 99


Türkiye’de siyasal partiler, sorumlu siyaset anlayışın uzak, iktidar hırsı ile hareket etmektedirler. Özellikle ana muhalefet partileri seçimin ertesi günü iktidarın her yaptığının ülke ekonomisinin aleyhine imiş gibi sunmakta ve iktidarı halk nezrinde yargılama yerine yargı organlarında yargılama yollarını seçmektedir. Meclis çatısı altında muhalefet etmekten ziyade yargısal yollarla (yargısal kurumla nezdinde) mücadele etme yolunu seçmektedir. Hatta muhalefet partileri iktidarı elde etmeyi iktidar partilerinin şu ya da bu yolla kapatılmasında aramaktadırlar. Halk tarafından seçilen ve iktidara getirilen bir partinin ülkeye hizmet etmesinin yoları tıkamakta ve onun iktidardan uzaklaştırılması için gereken ne ise meşru ya da hukuki olup olmamasına bakılmaksızın sorumsuz bir muhalefet anlayışı ortaya konulmaktadır. Bunun en son örneklerinden birisi 2007 yılının ekonomik anlamda kayıp yıl olması muhalefet partilerinin cumhurbaşkanlığı seçim sürecini tıkamaya yönelik çalışmalarıdır. Yine muhalefet partinin aynı yıl yapılan seçimlerin arkasından iktidara getirilen bir partinin kapatılmasına seyirci kalması hatta desteklemesi 2008 yılının ilk yarısında ekonominin kötüleşmesinin ana nedeni olmuştur Türkiye ekonomisi analiz edilirken önemli bir parametre de siyasal iktidar-ordu ilişkisidir. Normal demokratik ülkelerde ordu kendi uzmanlık alanlarını ilgilendiren konularda özellikle ülkenin dış tehditlere karşı korunmasında hayati fonksiyonlara sahiptir. Oysa ülkemizde orduyu temsil eden Genel Kurmay başkanlığı Türk siyasal hayatını derinden etkilemeyen kararlar almakta, bildiriler yayınlamakta ve belli kararların alınması için baskı yapabilmektedir. Genelkurmayın bu tip davranışları Türkiye ekonomisinin istikrarsızlaşmasına yol açmaktadır. Daha açıkçası ekonomi, ekonomik olmayan bu tip kurumların davranışlarından olumsuz etkilenmektedir. Bunun örneklerini yakın tarihten görmek mümkündür. 28 Şubat öncesi ekonomi rakamları, ekonominin iyi yolda olduğunu göstermektedir. Hatta koalisyon dönemleri ekonomilerinin en iyisidir. Süreç sonrasında ekonomik göstergelerin ve ekonomik dengelerin hızla bozulduğu, bankaların içinin boşaldığına ve Türk insanının tasarruflarının boşa harcandığına tanık olunmuş ve sonuçta Türk ekonomisi tarihinde hiç görülmemiş bir krizle karşı karşıya gelmiştir. Yaşanan bu krizi, sürecin dominant kurumuna bağlamak doğru değil ama mevcut üçlü koalisyon iktidarının da bu süreç sonrasında ortaya çıktığı da bir realitedir. Krizin sorumlusu elbette iktidardır ama bu iktidarın oluşmasına katkı sağlayan kurumlarda bir o kadar sorumludur. Böyle bir sürecin yaşanmasına siyaset kurumları özellikle muhalefet partileri seyirci kalmış, sorumlu davranmayarak siyaset dışı kurumların siyasete müdahale etmesine zemin hazırlamışlardır. İkinci örnek yukarıda bahsedilen 2007 yılının ekonomik anlamda kötü gitmesinin tek sebebi Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Mevcut yasal düzenlemeler (bir askeri müdahale sonrasın yapılmış bir anayasa hükmü) bu seçimin kriz olmaksızın atlatılmasını

100


mümkün kılmaktadır. Buna rağmen muhalefet partilerinin sorumsuz davranışları ve genelkurmay başkanlığının yayınladığı bildirilerle Anayasal sürecin işlemesine mani olmuşlardır. Özünde iktisadi olmayan kurumların davranışları 2007 yılı ekonomisinin kötü geçmesine yol açmıştır. Sonuç olarak insanların ve toplumların hayatını idame ettirme çabası olarak tarif edilen ekonomide esas olan istikrarı yakalamaktır. Ekonomi yönetiminin temel stratejisi de istikrarı yönetmek olmalıdır. Ekonomide istikrar, iktisat politikası araçları denilen mali araçlar, parasal araçlar, kontrol araçları ve kurumsal araçlardan daha çok iktisat dışı zannedilen siyaset, yargı ve askeri kurumların kararlarından, küresel ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerden etkilenmektedir. Bu kurumlardan bir ya da bir kaçının yanlış kararları ekonomiyi bir bütün olarak etkilemektedir. Ekonomik dengeler o kadar kırılgan ki bunu tarif etmek için ekonomide bıçak sırtı dengeden bahsedilir. Siyasi ya da hukuki bir karar ekonomiyi etkilediği gibi askeri bir organın karar ya da bildirileri ya da küresel aktörlerin birinin kararı bir ülke ekonomisini temelden sarsmaktadır. Bozulan dengeleri yeniden sağlamak için iktisat politikaları yetersiz kalmaktadır. Türkiye ekonomisinin istikrarlı bir yapıya kavuşması siyasal, sosyal ve yargısal hatta asker kurumlarının karşılıklı işbirliği ve dayanışmasına bağlıdır. Aksi takdirde hangi istikrar politikası uygulanırsa uygulansın istikrarı yakalamak mümkün değildir. Özetle ekonomik istikrar siyaset kurumundan, yargı kurum ve kararlarından ve askeri birimlerin davranış ve bildirilerinden bağımsız değildir. Bu nedenle ekonomik istikrar için; 1. Her kurum ve kuruluş kendi asli fonksiyonlarını en iyi şekilde yerine getirme çabası içinde olmalıdır. 2. Bu kurum ve kuruluşlar birbirlerinin görev alanlarına saygı göstermeli ve müdahale etmemelidir. Kurumlar arası çatışmalar işbirliğine dönüşmelidir. Bunun yolu son referandum la açılmıştır. Bu süreçte Türkiye ekonomisi önümüzdeki yıllarda sürdürülebilir büyüme ve istikrarı yakalayarak dünya ekonomisindeki hak ettiği yeri alacaktır. Nitekim bunun işaretleri alınmıştır.

V. ULUSLARARASI KURULUŞLARA GÖRE TÜRKİYE EKONOMİSİ 1. Marka değerlendirme kuruluşu Brand Finance'ın Ülkelerin ekonomi politikaları, GSMH, işsizlik oranı, turizm geliri, ülke risk algısı, rekabet gücü, sağlık hizmetleri, toplam ihracat, bankacılık sistemi gibi göstergeler göz önünde bulundurarak marka değerini belirlenmektedir. Brand Finance'ın yaptığı 2011 araştırmasına göre Türkiye'nin marka değeri, bir önceki yıla oranla yüzde 19,8 artarak 373 milyar dolara yükselmiştir. Böylece Türkiye, dünyanın en değerli 19'uncu, Avrupa'nın ise en değerli 10'uncu ülke markası haline geldi. Bu araştırmanın sonuçlarına göre ilk kez en değerli 20 ülke markası arasına giren Türkiye, Tayvan, Avusturya, 101


Finlandiya ve İrlanda gibi ülkeleri de geride bıraktığı gibi Danimarka ve Avusturya gibi ülkeleri de geride bırakmıştır. Brand Finance'ın raporunda en değerli ülke markası sıralamasında 12 trilyon 576 milyar dolarla Amerika Birleşik Devletleri ilk sırada yer aldı. İlk 10 ülke sıralamasında ABD'yi sırasıyla Almanya, Çin, Japonya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada, Hindistan ve Brezilya izlemektedir. Brand Finance'in araştırması, Türkiye'nin, dünyanın en değerli 19'uncu, Avrupa'nın ise en değerli 10'uncu “ülke markası” olduğunu ortaya koymuştur. Bu araştırmada gösteriyor ki Türkiye Cumhuriyet'in 100. yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmeyi başaracaktır. Bu araştırma sonuçlarına göre marka değeri en fazla büyüme

%40.40 ile Çin'de

yaşanırken, Hindistan %31.60 ile ikinci, Brezilya %21.50 ile üçüncü, Türkiye %19.80 ile dördüncü sırada yer almaktadır.. Türkiye, krizdeki Avrupa'nın en hızlı marka büyümesini yaşarken, deprem ve tsunamiyle sarsılan Japonya'da %25.90 düşün yaşanmıştır. Avrupa'nın işsizlik deposu İspanya %15.80, iflasa yaklaşan İtalya %12.40, AB'nin merkezi Belçika ise %7.10 değer kaybı yaşanmıştır. Tablo 16- Ülkelerin Marka Sıralaması Ülke

Marka Değeri (Milyara $)

Değişim (%)

1. ABD 2. Almanya 3. Çin 4. Japonya 5. İngiltere 6. Fransa 7. İtalya 8. Kanada 9. Hindistan 10. Brezilya 11. Hollanda 12. Rusya 13. İspanya 14. Avustralya 15. Meksika 16. Güney Kore 17. İsviçre 18. İsveç 19. Türkiye 20. Belçika

12.576 3.146 3.001 1.940 1.849 1.673 1.515 1.309 1.266 959 829 752 729 702 672 605 551 471 373 369

5.30 1.50 40.40 -25.90 -4.90 2.40 -12.40 2.80 31.60 21.50 -8.30 11.70 -15.80 -7.30 18.50 19.60 17.70 5.40 19.80 -7.10

Kaynak: Brand Finance, 2011.

102


2. IMF’nin top 20 listesine göre, Milli gelir büyüklüğüne göre dünyada 16′ıncı sırada yer alan Türkiye, Endonezya’yı geçerek 15′inci sıraya yerleşmiştir. 3. OECD, Türkiye’nin bu yılki büyümesine ilişkin öngörüsünü yüzde 6.8’den yüzde 8.2’ye çıkarmıştır. Bu yılki büyüme performansıyla halen OECD rekortmeni olan Türkiye’nin bu unvanı kimseye kaptırmayacağı da teyit edilmiştir. 4. Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre Türkiye, bu yılın sonunda Çin, ABD, Brezilya ve Japonya gibi dünya devleriyle birlikte Gayri Safi Yurtiçi Hâsılasını (GSYH) en fazla artıran ülkeler arasında yer alacak. Yurt içi hasıla artışında AB ülkelerini geride bırakan Türkiye, ekonomik krize rağmen yıl sonunda 114,6 milyar dolar artışla GSYH’sini en fazla artıran 12′inci ülke olacaktır. 5. Uluslararası reklam şirketi Saatchi&Saatchi Başkanı Kevi Robert, 13 yıl önce ilk Türkiye’ye geldiğinde IMF’ye bağlı bir ülke olan Türkiye’de şimdi her şeyin tersine döndüğünü belirterek, “Önümüzdeki 10 yıl Türk yılı olacak. Artık Amerika’nın esiri değilsiniz, kendi fikriniz var” diyerek bir gerçeğin altını çizmektedir. 6. Yıllardır Avrupa’nın çemberinde bulunan bir ülke olan Türkiye, 2011’de normalden daha büyük bir role sahip olacak. Bunun bir nedeni Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisi olmayı ikinci yılda da sürdürecek olması. Türkiye’nin bu büyümesi dünyada sadece Çin, Hindistan ve diğer bazı küçük yükselen ekonomiler tarafından aşılabilecek (The Economist).

SONUÇ Türkiye ekonomisi son 10 yılda belli makro gelişmelerde önemli başarılar elde etmiştir. Bu başarıların devamı için yapısal reformların kararlılıkla sürdürülmesi, siyasi istikrara ortamının devamı, popülist uygulamalara itibar edilmemesi, istikrarı sağlamak ve korumakla yükümlü kurumların şeffaf, hesap verebilir uygulamalarla güven ortamının devam etmesi zorunludur. Mali disiplin içinde devam eden ve istihdama yansıyan yüksek büyüme, sadece içeride değil, dünya ile kıyaslandığında da yüksek bir performansa işaret ediyor. Siyasetteki istikrar ülke ekonomisine de kısa sürede yansımıştır. 2002 yılındaki tek parti iktidarına kadar ülke 11 yıl boyunca koalisyon hükümetleriyle yönetilmiştir Ancak bir istikrardan söz etmek mümkün değildir.

103


2003–2009 arası dönemde Türkiye ekonomisi ortalama yüzde 4,5 büyümüştür. Yine aynı dönemdeki ortalama enflasyon oranı yüzde 8,3’te kalmıştır. Yine bu dönemde ülkeye 83,1 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye girişi olmuştur. Bu rakam bütün Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’nin çektiği toplam yabancı sermayeden daha fazladır. Merkez Bankası Para Politikaları Kurulu borçlanma faiz oranlarını yüzde 6,25’e kadar indirmiştir. Yüzde 7500’ü bulan faiz oranları ile yüzde 6,25’i kıyaslamak bile kabil değildir. Türkiye 1994–2000 ve 2001 ekonomik krizlerini yaşarken, bunda temel faktör ekonomide atılan yanlış adımlar yada atılmayan adımlar ve siyasi istikrarsızlıkların ödettiği bedellerdi. Yani yaşadıklarımız hep iç krizler olarak kayıtlara geçti. Türkiye’de bu çalkantılar yaşanırken, dünyada kriz yoktu. Bu dönemde ise dünya çok büyük bir ekonomik krizden geçti. 2008 Eylül ayında Amerika’da ipotekli konut kredilerinin geri ödenmesinde (Mortgage) yaşanan sorunlarla başlayan finans krizi kısa sürede bütün dünyayı etkisi altına aldı. Bu süreçte, Türkiye ekonomisi tarihinde ilk kez küresel bir krizle kendini test etmek zorunda kaldı. Krizin etkileri 2008’in son çeyreğinden itibaren hissedilmeye başladı. Böylece 2002 ilk çeyreğinden itibaren 27 çeyrek üst üste büyüyen Türkiye ekonomisi, 2008’in son çeyreğini küçülerek kapattı. Küresel krizin ülke ekonomisi üzerindeki etkileri 2009’da hissedildi. Ancak 2010 yılına ait büyüme verileri, krizin etkisinin ortadan kalktığını göstermektedir. Dünya krizle boğuşmaya devem ederken Türkiye krizi atlatmış ve ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Yaşanmakta olan küresel krizde sürecinde Türk bankacılık sektörü ve finans kesiminde hiçbir sarsıntının yaşanmaması alınan tedbirlerin bir sonucudur. Reel sektördeki daralmaya rağmen Türkiye, OECD ülkeleri arasında bankası batmayan ve finans sektörüne para aktarmayan tek ülke olmayı başarmıştır. 2001’deki krizden sonra yeniden yapılandırılan bankacılık sektörü, AK Parti hükümetinin denetimi ve özerk üst kurulların yaptığı çalışmaların neticesini aldı. Bankalar krizde sıkıntıya girmedikleri gibi kârlarını da katladı. Finans sektörünün de sağlam durmasıyla Türkiye, küresel krizin etkilerini hızla üzerinden atmaya başladı ve 2009’un son çeyreğinde %6 gibi beklentilerin çok üstünde bir büyüme gösterdi ve 4 çeyreklik durgunluğa da son vermiş oldu. 2010 yılında Türkiye ekonomisinin gösterdiği performansla Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisi olmuştur. Dünya da ise Çin’den sonra dünyada en fazla büyüyen, belirli bir ekonomik büyüklüğe sahip ikinci ekonomi olmuştur. Tek haneli beklenen ikinci çeyrek büyümesi yüzde 10,3 olarak gerçekleşti. İkinci çeyrek büyümesiyle OECD rekoru kıran Türkiye, aynı zamanda dünyada da en fazla büyüyen ilk 3 ekonomi arasına girmiştir. Üçüncü Çeyrekte ise 5,5 büyüyerek Avrupa’nın en hızlı büyüyen 2. ülkesi oldu. Bu gelişmeler büyümeyle ilgili yılsonu beklentilerinin de revize edilmesine yol açtı. 2010 yılında Türkiye’nin %8.9 oranında

104


büyümüştür. Büyüme 2011’de de devam etmektedir. 2011’in ilk çeyreğinde %11, İkinci çeyrekte ise %8.8 Büyümüştür. 2010 yılında ekonominin âdeta uçuşa geçmesi sadece büyümeyle sınırlı kalmadı elbette. 2009 yılında küresel krizin etkisiyle bir ara %16’lara kadar tırmanan işsizlik rakamları, yılbaşında

%14,5 seviyesindeydi. Haziran ayına gelindiğinde ise Türkiye’de işsizlik oranı

%10,5’e geriledi. Bu dönemde Türkiye ekonomisi için en önemli gelişmelerden biri, yarım yüzyıldır devam eden IMF yönetiminin sona ermesidir. Bugüne kadar Uluslararası Para Fonu ile 19 stand-by anlaşması yapan ve son ikisi hariç bütün anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanan Türkiye, artık kendi ekonomi programı ile yoluna devam ediyor. Bilindiği gibi Türkiye’nin başarıyla sona erdirdiği iki IMF anlaşmasından biri, 4 Şubat 2002’de Kemal Derviş’in imzaladığı anlaşmadır. AK Parti iktidarı devraldıktan sonra bu anlaşmaya sadık kaldı, sürenin dolmasından hemen önce, Şubat 2005’te IMF ile 19. Stand-by anlaşmasını imzaladı. Bu anlaşmanın süresi de Mayıs 2008’de doldu. Bu dönemde yaşanan küresel krize rağmen Türkiye IMF ile yeni bir anlaşma imzalamadı. AK Parti hükümeti, merkez medya ve büyük sermayenin bütün baskılarına rağmen yola Orta Vadeli Program’la devam etmeyi tercih etti ve küresel dalgalanmadan en az zararla çıkmayı başardı. Böylelikle son yıllardaki reformlar ve 12 Eylül’de kabul edilen anayasa değişiklikleri ile askerî vesayeti kırma yolunda çok önemli mesafe alan Türkiye, ekonomide de IMF vesayetinden kurtulmuş oldu. Ak parti iktidarı ile Türkiye ihracat pazarlarını görülmemiş şekilde çeşitlendirdi. Ortadoğu, Uzakdoğu ve Afrika pazarları bu dönemde keşfedildi. Avrupa ve Amerika’ya mal satmaya alışmış iş adamları, krizle başlayan bu pazarlardaki daralmadan sonra, hükümetin açılımları ve ekonomi ağırlıklı sivil kuruluşlarının öncülüğünde yeni pazarlara açılmayı başarmıştır. 2000 – 2009 döneminde Türkiye’nin dış ticareti yüzde 195 artış gösterirken, 7 sınır komşumuz ile dış ticaret aynı dönemde yüzde 445 arttı. Komşuların ve Ortadoğu ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretlerindeki payı yüzde 5’ten yüzde 45’lere tırmandı. Bunun da etkisiyle 2009’daki ciddi küresel daralmaya rağmen Türkiye’nin ihracatı 101 milyar 629 milyon dolar seviyesinde gerçekleşti. 2010 hedefi ise 111 milyar dolar olarak belirlenmiştir. Görünen o ki Türkiye’de son 8 yıldır devam eden siyasi istikrar, demokratik atılımlar, özgürlükler noktasında alınan mesafe, ekonomik durumu da doğrudan etkilemektedir. 2001 krizinde kişi başına düşen millî geliri 2 bin dolara gerileyen Türkiye, şimdi 8 bin doları aşan millî gelire sahip. IMF, Türkiye’nin gayrisafi yurt içi hâsılasının tarihinde ilk kez yılsonunda 1 trilyon lirayı aşarak 1 trilyon 95 milyar lira olacağı hesabını yapıyor. Yıllar boyunca, sahip olduğu devasa potansiyeli kullanamayan Türkiye, artık dünya ticaretini belirleyen sayılı

105


ekonomik güçlerden biri olma noktasına geliyor. Gelişmelerden etkilenen değil, onların yönünü belirleyen bir aktör konumuna gelmiştir. Özetle AKPARTİ iktidarı ile Türkiye ekonomisinde elde edilen kazanımları şu şekilde sıralamak mümkündür. 1. Kaybolan güven yeniden kazanılmıştır. Ülkeye siyasal istikrar gelmiştir. 2. Sürdürülebilir ekonomik büyüme ve iktisadi etkinlik için gereken kararlar zamanında alınmaya başlanmıştır. 3. Siyasi yapıda, kamu yönetiminde ve devlet yapısında ciddi reformlar yapılmıştır. 4. Modern dünyadan uzak, fakir ülkeler sınıfında yer alan Türkiye AKPARTİ iktidarı ile önce G20’ler sonra G15 içine girmeyi başarmıştır. 5. Sivil yönetimin, askeri müdahale ve dış baskılara karşı koyma iradesi göstermeye başlamış, demokratik kurallar içinde kendi kendini ıslah etme, iyileştirme modernize etme iradesini gösterebilir hale gelmiştir. 6. 2000’li yıllara kadar Türkiye’nin sorunlarının çözülmemesinin temel nedeni olan kötü yönetim, AKPARTİ iktidarı ile geride kalmıştır. İyi yönetim sorunların çözümünü beraberinde getirmiştir. 7. Kamu yönetiminde performans ve verimliliğe esas alan istihdam ve ücret sistemine geçilmemesine rağmen kamu yönetiminde belli bir kalite düzeyine erişilmiştir. 8. Devlet, asli fonksiyonu olan denetleyici rolüne yeniden dönmüştür. 9. Devlet harcamalarında şeffaflık ve hesap verebilirlik esas alınmaya başlanmıştır. Daha önce hesap vermeye yanaşmayan kurum ve kuruluşlar hesap verir hale getirilmiştir. 10. Krizlerin çözümü için ithal reçeteler yerine kendi uzmanlarının görüşlerine itibar edilir hale gelmiştir. 11. Uygulanan yapısal reformlar sayesinde, özel sektörün Türk ekonomisindeki rolü artmıştır. Finans sektörünün etkinliğini ve dayanıklılığını sağlanmıştır. Sosyal güvenlik sistemi daha sağlam bir temel oturtulmuştur. 12. Türkiye ekonomisi, geçtiğimiz dokuz yıl boyunca dünyadaki krize rağmen istikrarlı bir büyüme sergilemiştir. Kararlı bir şekilde uygulanan yapısal reformlar ve başarılı makroekonomik politikalar, Türkiye’nin bölgesinde en hızlı büyüyen ekonomiler arasına girmesini sağlamıştır. Ekonomideki istikrar ve yüksek performans

106


2002–2010 yılları arasında, 

GSYİH % 218 artarak 736 milyar ABD dolarına ulaşmıştır.

Yıllık ortalama reel GSYİH artışı % 4,8 düzeyinde gerçekleşmiştir.

Enflasyon % 30’dan % 6,4’e gerilemiştir.

Kamu borç stokunun GSYİH içindeki payı % 74’ten % 42’ye düşmüştür.

Bütçe açığının GSYİH içindeki payı % 10’dan % 3’e inmiştir.

Bu başarının yakalamasında iktidarın ekonomi programı yatmaktadır. Programın temel özelliği gerçekçi, ihtiyatlı ve tutarlı olmasıdır.

Veri ve İleri Araştırmalar İçin Kaynaklar Bağımsız Sosyal Bilimciler-İktisat Grubu, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı Üzerine Değerlendirmeler”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, Yıl:16, Sayı:185, 2001, s.7-47. Çanakçı, İ., “Sürdürülebilir Yüksek Büyüme ve Makroekonomik İstikrar,” İktisat, İşletme ve Finans, 19(221), 2004, 21-27. Çeçen, A., Doğruel, S. ve Doğruel, F., Türkiye’de Ekonomik Büyüme Yapısal Dönüşüm ve Kriz. Ege Yayınları, 1996. Doğruel, F., Doğruel, A. Suut, Bıçak Sırtında Büyüme ve İstikrar Arjantin, Brezilya, Meksika, İsrail, Türkiye Deneyimleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 134, İstanbul, 2006. Eğilmez, M., Kumcu, E., (2004), Ekonomi Politikası Teori ve Uygulaması, Remzi Kitabevi, İstanbul. Ercan, H., “İstihdamsız Büyüme: Verimlilik Artışımı, Yeni İş Yasası mı? Bir Ön Değerlendirme”, Ekonomik Büyümenin Dinamikleri ve İstihdam Kaynaklar ve Etkileri, Ed: Bilim Ne Yaptı, TEK, 2005, s.173. Eren, E., Bildirici, M., “Türkiye’de Siyasal ve İktisadi İstikrarsızlık;1980-2001”, İşletme ve Finans dergisi, Yıl:16, Sayı:187, 2001, s. 27-43.

İktisat,

İzmen, Ü., Filiztekin, A., Yılmaz, K., “Makro Ekonomik Çerçeve Dinamikler/ Strateji”, TUSİAD Büyüme Stratejileri Dergisi, No. 1, Türkiye’de Büyüme Perspektifleri, Haziran, 2005, s.84. Özsağır, A., “Bilgi Ekonomisi Bağlamında Ekonomik Krizler ve Türkiye”, Yarınlar İçin Düşünce Dergisi, Y:4, S:37, Kasım 2008. Özsağır, A., “Türkiye Ekonomisinde Yapısal Bozukluklar ve Sebepleri”, Yarınlar İçin Düşünce Dergisi, Y:4, S:40, Şubat 2009. Özsağır, A., “İnsan Hakları Açısından İşsizlik ve Nedenleri”, Yarınlar İçin Düşünce Dergisi, Y:4, S:40, Mayıs 2009. Palamut, M. E.,Giray, F., “Cumhuriyetten Günümüze Yaşanan Mali Krizler ve Uygulanan Politikalar”, Türkiye Günlüğü Ekonomik Kriz Özel Sayı I, Sayı 41 Eylül –Ekim 2001. Şiriner, İ., Doğru, Y., Türkiye’de Büyümenin Ekonomi Politiği, 1980 Sonrası Türkiye Ekonomisi Üzerine Bir İnceleme, Dipnot Yayınları, Ankara, 2006.

107


T.C. Hazine Müsteşarlığı, Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı: Hedefler, Politikalar ve Uygulamalar, T.C. Başbakanlık, 2001. Yılmaz, K., Akçay, C., Alper, E., Enflasyon ve Büyüme Dinamikleri, Gelişmekte olan Ülkeler Işığında Türkiye Örneği, TÜSİAD Yayın No: 2002-12/341. DPT (www. dpt. gov. tr). TC. Hazine Müsteşarlığı (www. hazine. org.tr). TC. Merkez Bankası (www.tcmb.gov.tr). TÜİK (tuik.gov.tr).

108


AK PARTİ 2007-2011 SEÇİM BEYANNAMELERİ: SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş Kamu Yönetimi Bölümü Gazi Üniversitesi

GİRİŞ Seçim beyannameleri, siyasal partilerin muhtemel iktidarları döneminde yaşama geçirmeyi vaat ettikleri uygulamaları, ülkenin sorunlarına yaklaşımlarını ve bunlara yönelik çözüm önerilerini içerir. Ancak, kuşkusuz, seçim beyannameleri, herhangi bir siyasal partinin ülkenin geleceğine yönelik vizyonunu ve bakış açısını göstermesi bakımından özel bir anlam taşır. Bu bakımdan, beyannamede yalnızca seçmenlere yönelik vaat veya taahhütlerin bulunması yeterli değildir. Bunların belirli bir sistematik ve düzenlilik içerisinde ifade edilmesi, beyannamenin söz konusu partinin ideolojik konumu ile ayrıca kendi içinde tutarlı olması ve bütünlük taşıması önem arz eder. Demokratik kültür içerisinde, seçim beyannamelerinin siyasal partileri belirli açılardan bağlayıcı bir yüzü vardır. Zira seçim beyannameleri, özellikle bir sonraki seçim döneminde, seçmen karşısında verilecek sınavın adeta cevap anahtarıdır. Bu bağlamda, seçmenlerin iktidarda bulunan partinin en başta kendisine vaat ettiği siyasal, toplumsal ve ekonomik hedeflere ne ölçüde ulaşabildiğini seçim beyannamesi aracılığıyla ölçebileceği ve performansına not verebileceği varsayılır. 14 Ağustos 2001 tarihinde, çoğu Fazilet Partisinden (FP) kopan, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki bir grup tarafından kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) kuruluşunun üzerinden henüz yalnızca bir yıldan biraz fazla bir süre geçmesine rağmen 29 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidarı elde etmesini sağlayacak çoğunluğa ulaşmıştır. AK Parti’nin 2002 seçimleri için hazırladığı seçim beyannamesi, yeni kurulan bir partinin kendisini seçmenlere anlatması ve ülke sorunlarına bakışını ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır. Kendisini ideolojik açıdan “muhafazakâr demokrat” nitelemesiyle adlandıran AK Parti, 2002 seçim beyannamesinde, her şeyden önce, ilk kez karşısına çıkacağı seçmene kendisini anlatmak yolunda çaba harcamıştır. AK Parti, 2007 seçim beyannamesinin kamuoyuna sunulduğu süreçte, yaklaşık beş yıl boyunca tek başına iktidar geçmişine sahip olmuştur. Dolayısıyla, 2007 seçim beyannamesi, hem Partinin iktidarda bulunduğu sürecin genel bir muhasebesinin yapılması hem de bir sonraki dönemde, kalınan yerden ne şekilde devam edileceğinin göstergesi niteliğindedir. AK Parti’nin 109


2007 seçim beyannamesi, “Güven ve İstikrar İçinde Durmak Yok Yola Devam” başlığını taşımaktadır. Beyannamede, sunuş ve sonuç dâhil olmak üzere 12 bölüm yer almaktadır. Her bölüm alt konu başlıkları ile desteklenmiştir. Genel olarak bakıldığında beyannamenin oldukça kapsamlı şekilde hazırlandığı ve 2002 yılında Partinin katıldığı ilk seçimde aynı amaçla oluşturulan metnin devamı niteliğinde olduğu görülür. Dolayısıyla, Parti, iktidara geldiği ilk günden itibaren tutarlı ve başlangıçtaki bakış açısından uzaklaşmayan bir çizgi izlediği mesajını vermeye çalışmakta; bu bakımdan, seçim beyannamesinden kurumsallaşma sürecini destekleme açısından yararlanmaktadır. Nitekim geçmiştekilerden daha kapsamlı ve uzun vadeli hazırlanan AK Parti’nin 2011 Seçim Beyannamesi de aynı çizginin devamı özelliği göstermektedir. Elinizdeki çalışmanın ilk bölümünde, AK Parti 2007 Seçim Beyannamesinde öne çıkan başlıklar ekseninde vaat ve taahhütler özetlenecek; ikinci bölümde ise 2002-2007 arasındaki sürede, başlangıçta belirlenen hedeflere ne ölçüde ulaşılabildiği sorgulanacaktır. Bu amaçla, siyasal, ekonomik ve toplumsal hedefler üç ayrı başlıkta toplanacak, mevzuatta yapılan düzenlemeler, uygulamalar, ekonomik göstergeler ve istatistiklerden yararlanılarak Partinin ikinci iktidar dönemi için önceden belirlediği hedeflere 2007-2011 arasındaki zaman diliminde ne ölçüde ulaşabildiği irdelenecektir. Çalışmanın son bölümü ise AK Parti 2011 Seçim Beyannamesini konu almaktadır. Bu bölümde, 2011 Beyannamesi ile 2007 yılında aynı amaçla hazırlanan metin karşılaştırılacak ve özellikle siyasal sorunlara bakışın değişip değişmediği sorgulanacaktır. Tablo 1: AK Parti’nin Seçim Performansları33 Oy Sayısı

Oy Oranı (%)

Milletvekili Sayısı

Toplam Belediye

3 Kasım 2002 Genel

10.808.229

34,3

363

-

28 Mart 2004 Yerel

13.447.287

41,7

-

1750

27 Temmuz 2007 Genel

16.327.291

46,6

341

-

29 Mart 2009 Yerel

15.353.553

38,39

-

1442

I. 2007’DE BAŞLICA VAAT VE TAAHHÜTLER

33

Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2007, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Yay., Ankara, 2008 ve Yüksek Seçim Kurulunun web sitesinden (www.ysk.gov.tr) derlenmiştir.

110


AK Parti’nin ilk seçim deneyimini yaşadığı 2002 yılında, Türkiye’de bir dizi siyasal ve ekonomik krizin yaşandığı gerçektir. 28 Şubat sürecinin tahripkâr etkilerinin devam ettiği, aynı zamanda ülkenin sürekli olarak koalisyon hükümetlerinin kendi içlerinde yaşadığı çatışmalarla boğuşmak zorunda kaldığı 2002 yılının sonlarında yapılan seçimlerde AK Parti, bir bakıma halkın siyasal istikrar arayışlarının sonucu olarak tek başına iktidara gelmesini sağlayan çoğunluğu yakalamıştır. Aynı dönemdeki ekonomik manzara da siyasal tablodan farklı değildir. Bu bağlamda, ekonomide ciddi bir daralmanın yaşandığı, enflasyon ve işsizlik oranlarının yükseldiği söz konusu zaman diliminde oluşan güvensizlik ortamı 2002 seçim sonuçlarını etkileyen bir başka etmendir. 2002-2007 arasındaki süreçte ise siyasal istikrarsızlığın önüne geçilmiş, sıkı para ve maliye politikaları aracılığıyla ekonomide de nispeten bir denge sağlanmıştır. Bu tablo, AK Parti’nin 2007 yılında bir önceki seçimlere göre oyunu önemli ölçüde artırmasını beraberinde getirmiştir. Parti, 2007 Seçim Beyannamesinde beş yıllık bir iktidar deneyimi yaşayarak seçmenlere belirli vaat ve taahhütlerde bulunmuştur. Bu bakımdan, 2007 Beyannamesi, 2002 seçimlerinden önce aynı amaçla hazırlanan metinden farklı olarak seçmenlere “hesap verme” özelliği de taşımaktadır. Dolayısıyla, Beyannamede, Partinin, icraatlarını seçmenlere anlatma veya hatırlatmayı öncelikli hedef olarak gördüğü söylenebilir. Gerçekten de “Güven ve İstikrar İçinde Durmak Yok Yola Devam” başlıklı kitapçıkta, Partinin bir sonraki dönemde yaşama geçirmeyi vaat ve taahhüt ettiği uygulamalar, AK Parti’nin iktidarda bulunduğu ilk döneme referanslarla ve hatta bunların devamı olarak ortaya konulmaktadır. Bundan dolayı Beyannamede, Partinin icraatlarının anlatılmasına daha fazla ağırlık verilmiş; gelecek döneme ilişkin vaat ve taahhütler ikinci planda kalmıştır. Buradan da anlaşılabileceği gibi, Parti, ilk dönem iktidarını başarılı olarak görmekte ve izleyen zaman diliminde ilgili icraatların devam ettirilmesinin seçmenlerin desteğini almak açısından yeterli olacağını düşünmektedir. a. Siyasal ve Hukuksal Konular AK Parti’nin 2007’de hazırladığı seçim beyannamesinin “Demokrasi ve Hukuk Devleti” konulu bölüm ile başlaması, Türkiye’nin öncelikli sorunları olarak bunları gördüğünü ve seçmene yönelik ilk taahhütlerinin Türkiye’deki özgürlük ve demokrasi anlayışının genişletilmesi ekseninde şekillendiğini göstermesi bakımından anlamlıdır. Ülkenin daha demokratik ve siyasal açıdan daha özgürlükçü bir görünüm kazanması ve siyasetin asker ile yargı vesayetinden kurtulması, bu bölümün temel parametreleri olarak ortaya konulabilir. Nitekim AK Parti Programı da “Kalkınma ve Demokratikleşme Programı” başlığını taşımakta ve ekonomik gelişmenin doğrudan demokratik kurum ve mekanizmaların gelişmesiyle ilişkili

111


olduğuna gönderme yapmaktadır.34 Buna karşılık, Beyannamede, özellikle 2000’li yıllarda Türk siyasetinin en güncel konuları olan başörtüsü ve üniversiteye girişte katsayı farklılığı gibi çok sayıda insanı ilgilendiren sorunlara hiç değinilmediği, aynı şekilde Partinin ikinci iktidar döneminin başlıca siyasal tartışma konusu olan “demokratik açılım”a da yer verilmediği dikkat çekmektedir. Bu durum, aşağıda değineceğimiz gibi, anayasa değişikliği aracılığıyla özgürlük zemininin genişletilmesiyle aynı sorunların üstesinden kendiliğinden gelinebileceğine yönelik beklentiyle açıklanabilir. Ancak bundan daha gerçekçi bir açıklama, Seçim Beyannamesine genelde hâkim olan dil ve üslupla yakından bağlantılıdır. Bu bağlamda, Beyannamede, polemikten ve her türlü spekülasyondan kaçınan, rakamlarla Partinin ilk dönem iktidarındaki performansını aktarmayı hedefleyen bir yaklaşım benimsendiği söylenebilir. Parti, 2007 yılında seçmenlere, her şeyden önce, “devlet-toplum-birey arasındaki ilişkileri hak, özgürlük ve sorumluluk temelinde düzenleyen bir toplumsal sözleşme niteliğinde” yeni bir anayasa taahhüt etmiştir. Buna göre, yeni anayasa, Cumhuriyetin değişmez niteliklerini esas alarak bireylerin haklarını en etkili koruyacak şekilde düzenlenecektir. Hazırlanacak yeni anayasada, parlamenter sistemin gereklerine uygun şekilde, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin yetki ve sorumluluk alanlarının net bir şekilde ortaya konulacağı; bu anayasa aracılığıyla, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş sağlanacağı belirtilmiştir. Kuşkusuz, özellikle kuvvetler ayrılığına yönelik bu özel vurguda, 2007 seçimleri öncesinde yaşanan “367 krizi” gibi olaylarda Anayasa Mahkemesinin ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in kendilerine biçtiği rollerin büyük etkisi bulunmaktadır. Beyannamede bu türden somut, güncel tartışmalara girilmeksizin,

ancak

satır

aralarında

belirli

imalarda

bulunularak

yasama

gücünün

kullanılmasındaki engellerin kaldırılacağı işlenmektedir. Beyannamenin bu ilk bölümünde, AK Parti iktidarı tarafından 2002-2007 arasında ülkenin demokratikleşmesi ve özgürlük alanının genişlemesi bakımından yaşama geçirilen tüzel düzenlemeler ile ilgili bilgi verilmektedir. Bu bağlamda, en önemli nirengi noktalarından birisi, Partinin iktidarının ilk döneminde Avrupa Birliğine tam üyelik için verilen çabadır. Ancak, bunlarla yetinilmeyeceği, ülkenin Kopenhag Siyasî Kriterlerine tam olarak uyum sağlamasını beraberinde getirecek adımların atılacağı savunulmaktadır. Kuşkusuz, tüzel düzenlemelerin özgürlükleri ve demokrasiyi en geniş şekilde içermesi, ülkede aynı konudaki standartların yükseltilmesi açısından tek başına yeterli değildir. Bunun yanında yerleşik kurum ve mekanizmaların da hak ve özgürlüklerin fiilen uygulanması bağlamında yeniden düzenleneceği ve bunların yerleşik siyasal kültürümüzün bir parçası olması için çaba harcanacağı da AK Parti 34

Adalet ve Kalkınma Partisi Kalkınma ve Demokratikleşme Programı, (basım yeri yok), 2002.

112


tarafından seçmenlere vaat edilmiştir. Bu amaçla, “iyi yönetişim” ilkesi doğrultusunda, sivil toplum kuruluşlarının güç ve kapasitelerinin artırılması, böylece karar alma süreçlerine daha etkin bir şekilde katılmalarının sağlanması hedef olarak ortaya konulmuştur. Demokratik katılımın gelişmesi, genel olarak yöneticilerin meşruiyetini ve ülkenin uluslararası düzlemdeki etkisini artırır. AK Parti, yaşama geçireceği düzenlemeleri en geniş toplumsal mutabakat zemini içinde gerçekleştireceği ve özellikle sivil toplum kuruluşlarını bu sürece dâhil edeceği taahhüdünde bulunmuştur. Burada, özellikle sivil toplum kuruluşlarına yönelik vurgu özel anlam taşımaktadır. “Yönetişim”i temel eksen alan ve politikalarını halkın beklenti ve istekleriyle bağlantılı şekilde oluşturmayı vaat eden bir oluşumun, karar alma süreçlerine sivil toplum kuruluşlarını entegre etmeye çalışması doğaldır. Demokratikleşme bağlamında seçmenlere vaat edilen en önemli unsurlardan birisi de adalet ve yargı sisteminde yapılacak reformdur. Bu bakımdan, o dönemin koşullarında yargı ile yaşanan somut sorunlardan birine daha gönderme yapılmakta ve yargının temel işlevinin hukuksal

denetim

yapmak

olduğu;

yerindelik

denetimine

kalkışmaması

gerektiği

belirtilmektedir. Beyannamede, yargının işlevini gereğince yerine getirebilmesi için 2002-2007 arasındaki süreçte, adliyelerin fiziksel imkânlarının iyileştirildiğinden, savcı ve yargıçların mesleki yeterliliklerinin artırıldığından ve ülkenin temel kanunlarından bir kısmının günün koşullarına uygun şekilde yeniden düzenlendiğinden bahsedilmektedir. Bir sonraki dönemde ise, yargılama süreçlerinin kısaltılmasına yönelik adımlar atılacağı, farklı yargı organlarındaki personel ihtiyaçlarının giderileceği ve yurttaşların hak arama bilinçlerinin geliştirilmesi amacıyla birtakım düzenlemeler yapılacağı vaat edilmiştir. Aynı bölümde, yine Partinin iktidarının ilk döneminde yaşanan ve yasama ile yürütme güçlerinin tam olarak kullanılmasını engelleyen düzenlemelere değinilmekte; milletin iradesini özgür

şekilde

kullanmasını

kısıtlayacak

hiçbir

uygulamanın

kabul

edilemeyeceği

vurgulanmaktadır. Buna göre, anayasa başta olmak üzere tüm yasalarda gerekli düzenlemelerin yapılacağı vurgulanmakta ve bu amaçla işe siyasetin itibarının yükseltilmesinden başlanacağı belirtilmektedir. AK Parti, bu amaçla, siyasal partilerin gelir ve giderleri ile adayların harcamalarının şeffaflaştırılması, siyasal etik ilkelerinin yaşama geçirilmesi ve partilerin içyapılarının demokratikleştirilmesi konularında adımlar atacağını belirtmiştir. İlk bölümün son alt başlığı ise “Millî Güvenlik” olarak belirlenmiştir. Bu başlıkta, seçmenlere bir taraftan uluslararası düzlemde barışçıl politikalar izleneceğinin güvencesi verilmekte, diğer taraftan ise terör sorunu ile başa çıkmak için Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde ekonomik ve sosyal kalkınmanın hızlandırılması çabalarının artırılacağı ifade edilmektedir. Bu

113


başlıkta, dikkat çeken ilk konu, spesifik olarak “Kürt sorunu” ifadesinin tercih edilmemesi ve bölge halkının talep ve beklentilerinin karşılanması suretiyle sorunun en aza indirilebileceğinin savunulmasıdır. Yukarıda da değinildiği gibi, “demokratik açılım”a ait izlerin beyannamede kendisine yer bulmaması dikkat çekmektedir. Siyasal sorunların derinlemesine tartışıldığı bir diğer bölüm ise “Vatandaş ve Sonuç Odaklı Yönetim” başlığını taşımaktadır. Bu başlık altında, diğer bölümlerin tamamında olduğu gibi öncelikle AK Parti’nin ilk iktidar döneminin genel bir muhasebesi yapılmakta ve daha sonra da geleceğe yönelik hedefler aktarılmaktadır. Buna göre, AK Parti’nin “iyi yönetişim” anlayışına önem verdiği ve “katı ve kapalı bürokrasi”den halkın istek ve beklentilerine daha duyarlı olan “şeffaf” yönetime geçiş açısından birtakım somut adımlar atıldığı belirtilmektedir. İyi yönetimin gerçekleşmesi için denetlenebilir ve hesap verebilir bir kamu yönetimi anlayışı tesis edilmesinin zorunluluğu üzerinde durulmakta; bu çabaların yurttaşların hayatını kolaylaştırıcı, huzur, güvenlik ve refahı sağlayıcı, böylece halkın yaşam kalitesini artırıcı bir etki meydana getireceği savunulmaktadır.

Kamu

yönetiminin

gerçek

işlevlerine

ulaşabilmesi

için

hükümetin

bakanlıkların sayısının azaltılmasını ve işlevini yetiren bazı kamu kurum ve kuruluşlarının kapatılmasını içeren birtakım önlemler aldığı belirtilmektedir. Geleceğe dönük olarak ise yerel hizmetlerin halka en yakın birimler tarafından yerine getirilmesinin sağlanacağı, kamu çalışanlarının ücretlerinin hakkaniyetle ve adaletli bir şekilde belirlenmesine yönelik düzenlemelerin yapılacağı ve belki de hepsinden önemlisi kamu denetçiliği (ombudsmanlık) mekanizmasının oluşturulacağı belirtilmektedir. Aynı başlık altında, “mahallî ve müşterek” nitelikte bulunan hizmetlerin yerel yönetimlere devrinin devam edeceği, ayrıca bu birimlerin hizmet kapasitelerinin artırılacağı ve kaynak bölüşümünü düzenleyen yasa tasarısının yasalaştırılacağı belirtilmektedir. Söz konusu vaat, Partinin demokratikleşme konusundaki genel yaklaşımıyla uyumludur. Bu bölümde son olarak halkın kamu hizmetlerinden daha kısa sürede ve daha kolay şekilde yararlanmasını sağlayacak

“e-devlet”

uygulamasının

yaygınlaştırılacağı

vaat

edilmektedir.

Somut

diyebileceğimiz bir başka vaat ise yurttaşların farklı kamu kurumlarından aldıkları nüfus kâğıdı, sağlık karnesi, vergi numarası gibi kartların tek’e indirilmesidir. Beyannamenin siyasal konulara ilişkin son bölümü, “Dış Politika ve Savunma” başlığı altında ortaya konulmuştur. Bu bölümde öncelikle, AK Parti’nin “kriz odaklı” değil, “vizyon odaklı” odaklı bir dış politika anlayışına sahip olduğu ve Türkiye’nin uluslararası düzlemde gelişmeleri yönlendirebilen bir ülke olmasını amaçladığı söylenmektedir. Burada, çağdaş güvenlik yaklaşımlarına uygun bir bakış açısıyla, özgürlük ve güvenlik arasında bir ikilem

114


olduğu reddedilmekte ve bunların birbirlerinin gerekir koşulları olduğu belirtilmektedir. Beyannamede, Türkiye’nin güvenliğinin komşu coğrafyalarda huzur ve istikrarın korunması ile bağlantılı olduğu ifade edilmektedir. Bu bağlamda, “komşularla sıfır sorun” politikasının derinleştirileceği ve “sürekli temas” ilkesi gereğince, özellikle bölgede yaşanan siyasal sorunların çözümü noktasında aktif tavır alınacağı vurgulanmaktadır. 2007 sonrasındaki süreçte, ilk iktidar döneminde izlenen aktif dış politika anlayışının devamının getirileceği ve Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda, Kıbrıs, Ortadoğu, Kafkaslar ve Türk dünyası coğrafyaları başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde inisiyatif sahibi olunacağı belirtilmektedir. Aynı çabalar çerçevesinde, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin üyesi olmasının sağlanacağı, Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansının (TİKA) daha etkin şekilde kullanılacağı ve farklı ülkelerde Türk Kültür Enstitülerinin açılacağı seçmenlere vaat olarak sunulmuştur. Söz konusu bölümde, Türkiye’nin içine kapalı değil, belirli bir stratejik öngörü çerçevesinde dünyaya açılan bir ülke haline getirileceği taahhüt edilmektedir. Bu bölümün savunmaya ayrılan son kısmında ise, sektöre ilişkin ihtiyaçların yurtiçinden karşılanma oranlarının yükseltileceği belirtilmiştir. Diğer taraftan özellikle savunma ve güvenlik konularına yaklaşımda oldukça dikkatli bir dil kullanıldığı, örneğin savunma harcamalarının azaltılacağı veya bunların denetlenmelerine ilişkin kurumsal mekanizmaların veya mevzuatın geliştirileceği gibi bir vaatte bulunulmadığı dikkat çekmektedir. Tüm bu etmenler ele alındığında, AK Parti’nin siyasal açıdan Türkiye’de demokratikleşmenin ve özgürleşmenin geliştirilmesi yönünde bir söyleme sahip olduğu söylenebilir. Bu anlayış, daha önce de belirttiğimiz gibi Partinin en baştan itibaren kurmaya çalıştığı siyasal dil ile doğrudan bağlantılıdır. b. Ekonomik Konular Daha önce denenmemiş, yeni bir siyasal parti olarak AK Parti’nin 2002 yılında elde ettiği seçim başarısının altında yatan en önemli nedenlerden biri, Türkiye’nin yaşadığı, 2000 yılının Kasım ayında başlayan ve ertesi yılın başında “anayasa fırlatma olayı” ile doruk noktasına varan ekonomik krizdir. Bu dönemde, Türkiye, daha önce önerilen çözüm reçetelerini tam olarak uygulamamasına rağmen yeniden Uluslararası Para Fonuna (IMF) başvurmuştur. IMF ve Dünya Bankasının desteğiyle ilk kriz atlatılmaya başlanırken 19 Şubat 2001 günü dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Başbakan Bülent Ecevit arasında Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı esnasında yaşanan bir tartışma, küllenmeye başlayan sorunları yeniden alevlendirmiştir. Zaten kırılgan olan ekonomi bir anda yeniden girdaba girmiş; borsa, yüzde 15 oranında düşüş yaşamış ve bankalar arası gecelik faiz oranı yüzde 7 bin 500 düzeyine çıkmıştır.

115


Aynı dönemde, ilke olarak Türk lirasının güçlendirilmeye çalışılmasına rağmen Merkez Bankası'ndan yaklaşık 7,6 milyar dolarlık döviz çıkışı olmuştur. Özellikle finans sektörünü etkileyen kriz nedeniyle, sektöre direnç kazandırılması için güçlü bankalar desteklenirken zayıf özel bankalar Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna (TMSF) aktarılmış; bu da kamuya 17,3 milyar doların üzerinde bir yük getirmiştir. Ayrıca kamu bankalarının görev zararlarının yükü de Hazineye binmiştir. Krizin, halkı, somut olarak en çok etkileyen yönü ise işsiz sayısının 2001 ve 2002 yıllarında bir milyon kişiden fazla sayıda artmasıdır. IMF’nin stand-by anlaşmasının bu kez kesin bir kararlılıkla uygulanması talebi üzerine de Dünya Bankası’nda çalışan bir teknokrat, Kemal Derviş, dışarıdan Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak görevlendirilmiştir. AK Parti’nin iktidarı devraldığı 2002 yılının sonunda Türkiye’de enflasyon oranı, TÜFE rakamlarıyla yüzde 29,7; Merkez Bankasının döviz rezervleri 27,1 milyar ABD doları, altınla birlikte toplam rezervleri ise 28,4 dolar düzeyindedir. Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) 230 milyar dolar; kişi başına düşen millî gelir ise 3,492 dolardır. İşsizlik oranı ise yüzde 10,3’tür. Dolayısıyla devralınan ekonomik tablonun hiç de olumlu olmadığı söylenebilir. AK Parti iktidarının ilk döneminde IMF ile yeni bir stand-by anlaşması yapılmaksızın bütçe disiplininden taviz verilmemiş ve kontrollü bir şekilde enflasyonla mücadele edilmiştir. Bunun sonucunda, enflasyon, Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) bazında 2004, Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) açısından da 2005 yılından itibaren tek haneli rakamlara indirilmiştir. 2007 yılında Merkez Bankasının toplam rezervleri 2002’ye göre 2,5 kattan fazla bir rakama ulaştırılmış ve dış ticaret hacmi de 87,7 milyar dolardan 277,6 milyar dolara, yani dört katından fazlasına çıkarılmıştır. Dolayısıyla ilgili dönemde, makro ekonomik göstergelerde olumlu değişiklikler yaşanmış ve 2002 öncesindeki karamsar hava nispeten dağıtılmıştır. Bu süreçteki en önemli zaaf, işsizlik rakamları bakımından yaşanmış ve söz konusu göstergelerde bir azalma sağlanamamıştır. Bu bakımdan, 2007 Beyannamesinde işsizlikle mücadele önemli hedeflerden biri olarak gösterilmiş; söz konusu rakamlarda bir azalma olmaması ise işgücü potansiyeline dört milyon insanın katılmasıyla ilişkilendirilmiştir.

2007 Beyannamesinin kaleme alındığı dönemde, bu türden

bir ekonomik tablo bulunmaktadır ve kısa vadede ekonomide nispeten bir denge sağlayan AK Parti, seçim beyannamesinde bunu bir başarı öyküsü olarak sunmaktadır. Bu bağlamda, Seçim Beyannamesinin “Ekonomi” bölümünde, her şeyden önce Partinin 2002-2007 arasındaki süreçte ekonomide yakaladığı göreli denge ve istikrar durumunun altı kalınca çizilmektedir. Parti, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu olumlu durumu, her şeyden önce “güven” unsuruna bağlamıştır. Kuşkusuz, ekonomi politikalarının izlenmesinde Parti’nin tek başına iktidarı elinde tutmasının etkisi büyüktür. Bu açıdan, ülkenin daha önceki süreçlerde gördüğü koalisyon hükümetleri

116


dönemlerinde yaşanan, siyasal hedefler nedeniyle belirli bir partiye mensup bakanın sorumluluk alanındaki hususlarda hükümetin yekpare bir bütün gibi hareket edememesinin etkisi büyüktür. Ancak AK Parti, söz konusu güven etmenini daha çok, izlenen politikaların “şeffaflık”, “süreklilik”, “tutarlılık” ve “öngörülebilirlik” ilkelerine dayanması ile açıklamaktadır. Bu bağlamda, ekonomide güven ve istikrarı sağlayacak kurumsal mekanizmalar ile yapısal oluşumların meydana getirildiği, bu şekilde yerli ve yabancı yatırımcıların tercihlerinin olumlu yönde etkilendiği savunulmaktadır. Burada, asıl dikkat çeken nokta, serbest piyasa mekanizmalarının kurulması ve işletilmesi açısından sağlıklı bir demokrasiye ihtiyaç duyulduğuna yönelik özel vurgudur. Dolayısıyla Partinin ekonomi politikası, siyasal reformların konusunu teşkil eden, temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, hukuk devleti anlayışının güçlendirilmesi ve demokratikleşme ile doğrudan ilişkilendirilmektedir. Aynı çerçevede devletin mal ve hizmet üretiminden çekilerek ağırlığı denetleme ve düzenleme çabalarına vermesi gereği üzerinde durulmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’nin uluslararası ekonomik sistemle entegre olabilmesi açısından gerekli mekanizmaların üretileceği ve devlet müdahaleciliğinden vazgeçileceği vurgulanmaktadır. AK Parti hükümetinin ekonomik performansının, doğal olarak, olumlayıcı bir şekilde yorumlandığı beyannamede, 2003-2007 arasındaki beş yıllık sürede, ekonominin büyüme hızının ortalama yüzde 7,3’e çıkarıldığı; millî gelirin 400 milyar dolara yükseltilerek Türkiye’nin dünyanın 17. büyük ekonomisi haline getirildiği anlatılmaktadır. Kişi başına millî gelir ise 2006 sonu itibariyle 5.477 dolara çıkarılmıştır. Aynı zaman diliminde Türk lirasından altı sıfır atılmış ve enflasyon tek haneli rakamlara indirilmiştir. 2002-2006 arasındaki dönemde dış ticaret hacmi 87 milyar dolardan 223 milyar dolara yükseltilmiş ve ihracat rakamı 90 milyar doları aşmıştır. Burada, hükümetin piyasa ekonomisine ağırlık veren ekonomi anlayışıyla tutarlı bir rakamla daha karşılaşılmaktadır. Buna göre, 1985-2002 arasındaki özelleştirme tutarının yalnızca 8 milyar dolar olduğu, oysa 2003’den 2007’ye dek toplam 30,6 milyar dolarlık bir özelleştirme yapıldığı belirtilmektedir. Aynı yaklaşımla uyumlu olarak bundan sonraki süreçte, kamu yatırımlarının

özel

sektör

tarafından

gerçekleştirilmesi

mümkün

olmayan

alanlarda

yoğunlaştırılacağı, diğer alanların ise piyasa mekanizmasına bırakılacağı vaatler arasındadır. Ayrıca, finans sektörünün güçlendirileceği ve reel sektörün bu alandan yararlanma imkânlarının artırılacağı savunulmuştur. Aynı başlık altında, başta HALKBANK olmak üzere kamu bankalarının özelleştirilmesine yönelik çabaların artırılması vaat edilmektedir ki bu durum, Partinin özelleştirmeye genel olarak olumlayıcı bakış açısıyla yakından bağlantılıdır. Ayrıca,

117


ipotekli kredi (mortgage) uygulamasının yaygınlaştırılması ve bu şekilde bankalara likidite sağlanarak faiz oranlarının düşürülmesi hedefler arasındadır. Seçim beyannamesinde, geleceğe yönelik ekonomik hedeflerin yalnızca bir sonraki seçim dönemiyle sınırlı olmadığı ve 2013 ile 2023 vizyonlarını hedef aldığı söylenmektedir. Bu bakımdan, 2013 yılında kişi başına millî gelirin 10.000 doları geçmesi ve satın alma gücü paritesine göre bunun 15.000 dolar rakamına ulaşması hedeflenmektedir. Millî gelir için belirlenen hedef 800 milyar; ihracat rakamı ise 200 milyar dolardır. Enflasyonun “düşük” tek haneli rakamlara inmesi ve işsizlik oranının daha da düşmesi bir diğer amaçtır. Aynı başlık altında verilen maliye politikaları bağlamında ise öncelikle ekonomide kayıt dışılığı azaltacak, rekabet gücünü artıracak, daha basit, adil ve geniş tabanlı vergi sisteminin oluşturulacağı seçmenlere taahhüt edilmektedir. Bu amaçla, damga vergisi başta olmak üzere, işlemler üzerindeki vergilerin kaldırılacağı, diğer vergilerin düşürüleceği, kayıt dışı ekonomi ve kara para ile mücadelenin genişletileceği belirtilmektedir. c. Toplumsal Konular AK Parti’nin ideolojisini dayandırdığı “muhafazakâr demokrasi” anlayışı, “sosyal devlet” anlayışına gönderme yapmaktadır. Buna göre, organik bir bütün olarak kabul edilen topluma ait değerler ile kurumların korunması, bu amaçla aileye özel bir önem atfedilmesi AK Parti’nin kendi siyasal kimliğini tanımlamak üzere yararlandığı muhafazakâr demokrasi anlayışının temel unsurları arasında yer alır.35 Beyannamede, Partinin ideolojik bakış açısıyla uyumlu şekilde, toplumsal bir kurum olarak ailenin güçlendirilmesi hedefine devam edileceğinin ve ekonomik, kültürel ve manevi değerleri güçlü bir aile yapısının ülke çapına yayılması için çaba harcanacağının altı çizilmektedir. Bu bakımdan, toplumsal refahın paylaşımında sosyal adaleti gözetecek mekanizmaların oluşturulması, Parti tarafından amaç olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla genel olarak liberal ekonomik ilkeleri benimseyen ve iktidarda bulunduğu süre zarfında ekonomi siyasalarını bu yönde düzenleyen AK Parti’nin sosyal harcamalar söz konusu olduğunda, belirtilen çerçevenin dışına çıktığı görülmektedir. Bu bakımdan, Partinin dayanışmayı temel alan muhafazakâr yaklaşımı doğrultusunda devletin sosyal harcamalarını artırmayı temel başarı ölçütlerinden birisi şeklinde gördüğü söylenebilir. Parti, Türkiye’nin geçmişte karşı karşıya bulunduğu ekonomik sorunlar nedeniyle meydana gelen toplumsal sorunları çözmek için çaba harcandığını, toplumun geleceğe yönelik umudunu güçlendirmek için sosyal yardım ve hizmetlerin artırıldığını savunmaktadır. Dahası, yeni dönemde de aynı türden 35

Yalçın Akdoğan, AK Parti ve Muhafazakar Demokrasi, Alfa Yay., İstanbul, 2004, s. 49.

118


sosyal politikaların izlenmeye devam edileceği ve bu şekilde gelir dağılımının daha dengeli hale getirileceği üzerinde durulmaktadır. Seçim Beyannamesinde Partinin özellikle eğitim çalışmalarına özel önem verdiği, örneğin okul öncesi eğitimde okullaşma oranının yüzde 11’den yüzde 25’e çıkarıldığı belirtilmektedir. Beyannamede, 2007-2011 arasındaki dönem için bu konuda yüzde 50 hedefinden söz edilmektedir. Aynı kapsamda, başta kız çocukları olmak üzere eğitim süreçlerinde dezavantajlı durumda bulunan öğrencilerin ailelerine maddi destek sağlandığı, tüm öğrencilerin ders kitabı ihtiyaçlarının ücretsiz olarak karşılandığı ve mevcut okulların imkân ve kapasitelerinin artırıldığı belirtilmektedir. AK Parti, 2013 yılı hedefi olarak ilköğretimde yüzde 100, mesleki ve teknik eğitim de dâhil olmak üzere ortaöğretimde yüzde 90 okullaşma oranlarına ulaşmayı hedef olarak belirlemiştir. Ayrıca eğitim alanında bilişim teknolojilerinden geniş şekilde yararlanılması ve bu amaçla tüm okullarda Internet bağlantısının sağlanması bir başka hedeftir.

Bu noktada, en ilgi çeken hususlardan biri Partinin iktidarının ikinci döneminde

yaşama geçirdiği “her ile bir üniversite” projesinden, 2007 Seçim Beyannamesinde bahsedilmemesidir. Her ne kadar yüksek öğretim kurumları ile bunların öğrenci ve öğretim elemanlarının koşullarının iyileştirileceği belirtilse de belirtilen türden geniş kapsamlı bir proje Beyannamede yer almamıştır. Partinin sosyal politikalar açısından en önemli hedeflerinden biri de sağlık sistemindeki reformların gelişerek devam etmesidir. Bilindiği üzere, 2002-2007 arasındaki süreçte Parti’nin giriştiği en önemli hamlelerden biri sağlık alanında yaşanmıştır. Bu kapsamda, ülke içindeki sosyal güvenlik kurumlarının tek çatı altında birleştirilmesi ve kamudaki tüm hastanelerin Sağlık Bakanlığına bağlanarak çalışan ve emeklilerin tamamına hizmet verir hale getirilmesi, geniş kesimlerin yaşamında “küçük ama önemli” bir fark meydana getirmiştir. AK Parti’nin 2007 seçimlerinde kazandığı geniş desteğin altında da bu gibi, insanların yaşamını kolaylaştıran ve yaşam kalitelerini artıran bazı reformların yattığını anlamak zor değildir. Bu bağlamda, Parti, geniş halk kitlelerinin teveccühünü kazanmasını sağlayan benzer türden sağlık ve sosyal güvenlik politikalarının genişletilmesini yeni dönemdeki öncelikli hedeflerden biri olarak belirlenmiştir. Burada, öncelikle koruyucu sağlık hizmetlerinin ve aile hekimliği uygulamasının ülke geneline yaygınlaştırılacağı belirtilmektedir. Aynı başlık altında verilen somut hedeflerden bazıları; bebek ölümlerinin binde yirminin altına indirilmesi, çocuk aşılama oranlarının ise yüzde 95’in üzerine çıkarılmasıdır. Ayrıca, Beyannamede, özellikle gençlerin tütün ve alkol gibi maddelerden uzak kalmasını sağlayacak stratejilerin izleneceği seçmenlere taahhüt edilmektedir. Bu bölümde, son olarak, “medula” projesi ile hastaneler ve Sosyal Güvenlik Kurumu arasındaki

119


işlemlerin on-line olarak yapılacağı ve elektronik fatura ve reçeteleme sistemine geçilerek suiistimallerin ve kaynak israfının önleneceği söylenmektedir. Bu bağlamda, Beyannameye, Partinin özellikle sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında gerçekleştirdiği reformların bir başarı öyküsü olduğu ve dolayısıyla bunların genişletilerek devam ettirilmesi gerektiği yönünde bir havanın hâkim olduğu söylenebilir.

II. 2007’DEN 2011’E UYGULAMALAR VE POLİTİKALAR Tüm siyasal partiler, seçimlere hazırlanırken seçmenlere muhtemel bir iktidarları durumunda yaşama geçirmeye vaat ettikleri birtakım uygulama ve politikaları anlatan seçim beyannameleri hazırlarlar. Ancak bunlardan çok azı, iktidara gelip önceden çizilen vizyon doğrultusunda eldeki yol haritasını takip etme imkânı bulur. Bu bağlamda, iktidar partisi, gerek hükümette bulunduğu süre boyunca gerekse bir sonraki seçim döneminde Beyannamede öngördüğü

hedeflere

ulaşıp

ulaşamadığı

bakımından

seçmenlere

hesap

verme

yükümlülüğündedir. Kendisini iktidara taşıyan ilk seçimden sonra katılacağı bir sonraki seçimlere dönük yeni bir beyanname hazırlayan AK Parti iki türlü yükümlülüğe tabi olmuştur. İlk olarak Partinin 2002 Beyannamesinin ve iktidar döneminin hesabını vermesi gerekmiş; daha sonra ise geleceğe dönük hedefler sıralanmıştır. Bu bölümde, Partinin 2007-2011 yıllarını kapsayan ikinci iktidarı döneminde, Seçim Beyannamesinde belirlenen hedeflere ne ölçüde ulaşabildiği sorgulanacaktır. a. Siyasal ve Hukuksal Konular İlk bölümde belirttiğimiz gibi, 2007 Seçim Beyannamesinde AK Parti’nin seçmenlere ilk ve öncelikli vaadi, ülke içinde demokratikleşme ve sivilleşmeyi sağlayacak, özgürlükleri esas alan yeni bir anayasanın hazırlanmasıdır. Partinin ikinci iktidar döneminin hemen başında, önceki süreçte sistemde bir kilitlenmeye neden olan cumhurbaşkanın seçim usulüne yönelik bir anayasa değişikliği yapılarak yürütmenin başının parlamento değil doğrudan halk tarafından seçilmesi sağlanmıştır. Bu sınırlı girişimden sonra, aynı minval üzere çalışmalara devam edilmiş; 1982 Anayasasında geniş kapsamlı bir değişiklik yapılmasına rağmen anayasa tamamen yenilenmemiştir. Bilindiği gibi AK Parti, 2007 seçimlerinden hemen önce, ikinci iktidar döneminde kamuoyu ile paylaşılmak üzere Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki bir kurula yeni bir anayasa taslağı hazırlatmıştır. AK Parti’nin hukukçu kurmayları ve Özbudun kurulu üyeleri tarafından yapılan karşılıklı görüşmeler aracılığıyla taslağa son şekli verilmiş ve taslak, Meclis gündemine sunulmaya hazır hale getirilmiştir. Ancak bu çalışmaların belirli bir aşamaya

120


geldiği 14 Mart 2008 tarihinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” iddiasıyla AK Parti’ye kapatma davası açılmıştır. Anayasa Mahkemesi, Partinin söz konusu suçu işlediği gerekçesiyle para cezasına çarptırılmasına karar vermiş; ancak kapatmayı gerekli görmemiştir. Kapatma davası, AK Parti’nin yeni bir anayasa hazırlanması konusundaki hızını kesmiş ve kararlılığını tereddüde dönüştürmüştür. Aynı zamanda, muhalefet partilerinin anayasa değişikliği önerisine karşı çıkmaları ve bu konuda uzlaşmaya yanaşmamaları anayasanın tümden değiştirilmesi projesinin rafa kaldırılmasına neden olmuştur. AK Parti’nin anayasa değişikliği konusundaki ikinci hamlesi, 2010 yılında daha dar kapsamlı ve yalnızca mevcut anayasadaki bazı hususların revize edilmesi ile sınırlı bir taslak oluşturmak olmuştur. Taslağın hiçbir maddesi, TBMM’deki oylamalarda referandum önkoşulu olmaksızın yürürlüğe girmesine yetecek çoğunluğa ulaşamamış ve bu nedenle anayasa değişiklikleri 12 Eylül 2010 tarihinde halkoyuna sunulmuştur. Söz konusu referandum sürecinde yaşanan gelişmeler, son dönemde Türkiye’de yaşanan siyasal kutuplaşmanın en belirgin örneklerinden birisini oluşturur. Hemen her siyasal parti, referandum sürecinde sahaya çıkmış ve teklif paketinin kabulü veya reddi yönünde aktif tavır sergilemiştir. Bu süreçte, AK Parti’nin yanında Saadet Partisi (SP) ve Büyük Birlik Partisi (BBP) “evet” oylarının çoğunlukta olması yönünde çaba harcarken Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) “hayır”cı cephede yer almıştır. Sonuçta, referandumla öngörülen anayasa değişikliklerinin yapılması yüzde 58 oy oranıyla kabul edilmiştir. 1982 Anayasasında önemli değişiklikler yapan anayasa referandumu, özellikle yargı sisteminin yeniden düzenlenmesi açısından bir milat niteliğindedir. Anayasa değişiklikleri ile Anayasa Mahkemesinin üye sayısı artırılmış; ayrıca bu yargı organı iki daireye ayrılmıştır. Anayasa Mahkemesine TBMM tarafından üye seçilmesi ve mahkemeye bireysel başvuru hakkının tanınması bu konudaki diğer gelişmelerdir. Ayrıca Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) yapısı, üye sayısı ve üyelerin seçilme usulleri değiştirilmiş; tüm savcı ve yargıçların Kurul üyelerinin belirlenmesinde oy kullanabilmeleri sağlanmıştır. Aynı değişiklikler çalışma yaşamına ilişkin birtakım düzenlemeler de içermektedir. Buna göre, memurlara toplu sözleşme hakkı verilmiş; işçiler için de grev hakkına getirilen anayasal kısıtlamalar kaldırılmıştır. Değişikliklerin

içerdiği

en

önemli

hususlardan

biri

de

“kamu

denetçiliği”

(ombudsmanlık) kurumunun oluşturulmasıdır. Bilindiği gibi bu konudaki ilk çalışmalara 2005 yılında başlanmasına rağmen dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer; anayasal bir zemini

121


olmadığı gerekçesiyle “Ombudsmanlık Yasası”nı veto etmiştir.36 2010 anayasa değişiklikleri ile bu anayasal zemin hazırlanmış ve kurumun oluşması açısından yasal hazırlıklara da başlanmıştır. Burada, son olarak parti kapatmaları zorlaştıran hükmün Mecliste gerekli oy çoğunluğunu sağlayamaması nedeniyle yaşama geçmediğinin altı çizilmelidir. Anayasada yapılan bu değişikliklere rağmen AK Parti’nin 1982 Anayasasını tamamen değiştirme hedefinden vazgeçmediği görülmektedir. Zira bu türden değişikliğin her şeyden önce sembolik bir anlamı vardır. Darbe yapan bir grubun inisiyatifinde hazırlanan bir anayasanın Türkiye’nin sahip olduğu özgürlük ve demokratikleşme perspektifiyle çelişkili olduğu açıktır. Diğer taraftan, muhalefetin gösterdiği direnç, bu sorunun çözülmesi noktasında engel teşkil etse de yeni dönemdeki siyasal yapılanmanın bu değişikliği mümkün kılacağı söylenebilir. Aynı dönem içerisinde Sayıştay Kanunu da değiştirilmiş; Sayıştay’ın denetim yetkisi, “her çeşit idare, kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketleri”ni kapsayacak şekilde genişletilmiş ve daha önce farklı kanunlarla getirilen istisnalar kaldırılmıştır. Ancak söz konusu yasa taslağının yasalaşması sırasında Sayıştay tarafından yapılan “performans denetimi”nin kapsamının önemli ölçüde daraltılması nedeniyle iktidar partisi eleştirilmiştir. Buna göre, yasanın performans denetimi ile ilgili maddesinde tanım olarak; “hesap verme sorumluluğu çerçevesinde idarelerce belirlenen hedef ve göstergelerle ilgili olarak faaliyet sonuçlarının ölçülmesi” ifadesi yer almıştır. Oysa taslak metindeki ifade,

“hesap verme sorumluluğu

çerçevesinde idarelerce belirlenen hedef ve göstergelerle ilgili olarak faaliyet sonuçlarının ölçülmesi, değerlendirilmesi, kamu kaynaklarının etkin, ekonomik ve verimli olarak kullanılıp kullanılmadığının incelenmesini,” şeklindedir. Bu bağlamda, Sayıştay’ın performans denetimi yetkisi konusunda değil taslak metindeki kapsam, mevcut uygulamanın dahi gerisine düşüldüğüne yönelik eleştiriler ortaya çıkmıştır.37 Öte yandan, Sayıştay denetimi bakımından önceden var olan tüm istisnaların kaldırılması, kamuda şeffaflığın ve hesap verebilirliğin sağlanması bakımından önemli bir gelişmedir. Beyannamenin belki somut olarak en fazla karşılık bulan yönü, dış politika alanında yaşanmıştır. 2009 yerel seçimleri sonunda kabinede yapılan revizyonla, o güne dek başbakanın diplomasi baş danışmanı sıfatıyla Türk dış politikasının ana hatlarını düzenleyen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanlığına atanmıştır. Davutoğlu, henüz resmi bir görevi yokken kaleme aldığı Stratejik Derinlik’te Ortadoğu’nun jeokültürel yapısı nedeniyle bölgede yaşanacak muhtemel bir çatışmanın önlenmesi için “bu konuda en köklü tarihî birikime sahip olan 36 37

“Sezer’den ‘Ombudsmanlık Yasası’na Veto”, Hürriyet, 1 Temmuz 2006. Lale Kemal, “AK Parti Kendini Topuğundan Vurdu”, Taraf, 08.12.2010.

122


Türkiye’nin” daha fazla inisiyatif alması gerektiğini söyler ve bunun hem Türkiye’nin kendi iç bütünlüğünü koruması hem de bölgenin geleceği açısından hayatî önemi haiz olduğunu savunur.38 Ak Parti’nin, Ortadoğu politikaları bağlamında bu kitapta ana hatları çizilen türden bir yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir. Davutoğlu, görevi süresince özellikle bölge ülkeleriyle olan ilişkilerin düzenlenmesinde oldukça aktif tavır sergilemiş ve uluslararası sorunların çözümü noktasında inisiyatif almaktan kaçınmamıştır. Bu noktada, 2007 Beyannamesinde ortaya atılan somut bir hedefin gerçekleştiği görülmektedir. Türkiye, 17 Ekim 2008 tarihinde BM Genel Kurulunda yapılan seçimlerde 2009-2010 dönemi için BM Güvenlik Konseyi (BMGK) üyeliğine seçilmiştir. Türkiye Dışişleri Bakanını periyodik toplantılarını izlemeye çağıran Arap Ligi ülkeleri aynı zamanda oybirliğiyle Türkiye’nin BMGK’ya adaylık sürecini destekleme kararı almışlardır. Bu durum Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasında daha fazla inisiyatif kullanan, bölgesel bir güç haline gelmesiyle yakından bağlantılıdır. Türkiye, 2002 yılından itibaren bölgede daha fazla inisiyatif alan, bölge ülkeleri arasında yaşanan karşılıklı sorunları çözme noktasında bir arabulucu rolü üstlenen ve komşularıyla iyi ilişkiler kurma arayışında olan bir devlet görünümü kazanmıştır. Örneğin yakın geçmişe dek devletin dış tehdit algısı içinde yer alan İran ve Suriye gibi ülkelerle ekonomik unsurları da içeren yakın ilişkiler tesis edilmiştir. Bunun yanında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos çıkışında somut örneğini bulduğu gibi İsrail başta olmak üzere bazı devletler tarafından sistematik şekilde uygulanan insan hakları ihlallerine karşı ciddi tavır alınmıştır. Bu bağlamda, Türkiye tarafından İsrail-Filistin sorununa yönelik olarak iki devletli bir model önerilmiş ve bunun sorunun kalıcı çözümünü sağlayacağı savunulmuştur. Aynı şekilde Filistin’de El-Fetih ve Hamas arasında baş gösteren sorunların çözümü noktasında da Türkiye uzlaştırmacı bir tavır takınmıştır. Aynı süreçte Türkiye ve İspanya’nın ortak kurucusu olarak başlattıkları ve Batı ile İslam dünyası arasında görülen kutuplaşma ve diyalog eksikliğinin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmayı amaçlayan Medeniyetler İttifakı bir Birleşmiş Milletler girişimi haline gelmiştir. BM çatısı altında kurulan Medeniyetler İttifakı Dostlar Grubunda hâlihazırda 88 ülke ve 16 uluslararası örgüt bulunmaktadır.39 Uluslararası düzlemde Türkiye’nin etkinliğinin artması çabalarının bir başka ürünü de AK Parti Antalya Milletvekili Mevlüt Çavuşoğlu’nun Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi 38

Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, 5. Baskı, Küre Yayınları, İstanbul, 2001, s. 137. 39 Bu konularda daha detaylı bilgi için Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 2010 ve 2011 bütçe konuşmalarına bakılabilir.

123


(AKPM) Başkanlığına seçilmesidir. Bilindiği gibi, bu tür görevler, belirli diplomatik pazarlıklar ve işbirlikleri elde edilir. Dolayısıyla son dönemde, Türkiye’nin dış politika açısından izlediği aktif tavrın, uluslararası düzlemde söz konusu konumlara Türk vatandaşlarının gelmesi açısından etkili olduğu açıktır. Türkiye’nin Avrupa Birliğine (AB) üyelik çabaları da aynı dönemde devam etmiş; ancak müktesebatın uyum sağlaması yönündeki çalışmalar sürmesine rağmen hükümetin bu hedefe yönelik vurguları azalmıştır. AK Parti, iktidarının ilk döneminde AB’ye tam üyelik konusunda kararlı adımlar atmıştır. Bu adımların ilk somut sonucu, 17 Aralık 2004 tarihinde AB’nin Türkiye ile üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanacağını açıklamasıdır. 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin aday ülke statüsü resmen tanınmış, Kopenhag’da 2002 yılında yapılan zirve ile katılım müzakerelerinin başlaması kararı alınmıştır. 17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi’nde ise Türkiye’nin katılım müzakerelerinin (toplam 35 fasıl) 3 Ekim 2005 tarihinde başlaması kararlaştırılmıştır. Tarama Süreci, 20 Ekim 2005’te Bilim ve Araştırma faslı tanıtıcı toplantısı ile başlamış ve 13 Ekim 2006’da yapılan Yargı ve Temel Haklar faslı ayrıntılı tarama toplantısı ile sona ermiştir. Bu bağlamda, Türkiye kamuoyunda 2014 yılında üyelik sürecinin belirli bir sonuca ulaşacağı yönünde beklentiler ortaya çıkmıştır. Ancak özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Almanya Başbakanı Angela Merkel gibi siyasetçilerin Türkiye’nin tam üyeliğine olumsuz bakışları, daha önce ortaya atılan 2014 hedefini neredeyse olarak imkânsız kılmıştır. Bu bakımdan, özellikle iç siyaset dinamikleri göz önünde bulundurulduğunda söz konusu sürecin “gurur kırıcı” olmaması nedeniyle daha mutedil bir tutum takınıldığı söylenebilir. Nitekim Başbakan Erdoğan, 2010 yılında AB’nin Türkiye’ye karşı tavrını netleştirmesi gerektiğini, bu şekilde ileriye dönük yol haritasının yeniden çizilebileceğini ifade eden sözler sarf etmiştir.40 Buradan da anlaşılabileceği gibi, Türkiye, AB’nin demokratikleşme ve özgürlüklerin genişletilmesi perspektifinden kopmadan, ancak iç politikadaki hassas dengeleri de gözeterek müktesebat uyumlaştırma çalışmalarına devam etmektedir. 2007 Seçim Beyannamesinde yer alan hususlar, iç ve dış konjonktürden bağımsız bir şekilde ele alınamaz. Bu bakımdan, yeni bir anayasa hazırlanması çabasında en belirgin örneği yaşandığı üzere yalnızca iktidarın bu konudaki niyet ve girişimleri yeterli olmamıştır. Benzer şekilde, dış politika dinamikleri de Avrupa Birliğine üyelik sürecinde görüldüğü gibi diğer ülkelerin beklenti ve arayışlarıyla yakından ilişkilidir. Bundan dolayı, Beyannamede sözü edilen 40

“Başbakan Erdoğan Avrupa Birliği’ne Rest Çekti”, http://www.ekoayrinti.com/news_detail.php?id=62166 (Erişim Tarihi: 20.03.2011).

124


hedeflere tam olarak ulaşılamamasının sorumluluğu yalnızca iktidar partisine ihale edilemez. Kaldı ki, genel eğilim ülke içindeki demokratik standartların yükseltilmesi ve temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi yönünde olmuştur. b. Ekonomik Konular AK Parti’nin 2002 yılında tek başına iktidara gelmesini sağlayan seçim başarısının nedenlerinden birinin 2001 ekonomik krizi olduğu açıktır. Ancak spesifik olarak derin çaplı bir krizin yaşandığı 2001 yılından önce de Türkiye’nin ciddi ekonomik sorunlarla boğuştuğu, dolayısıyla bu konunun geçmişe uzanan geniş bir zaman dilimine yayıldığı da bilinmektedir. Bu nedenle, iktidarının ilk döneminden itibaren ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sorunlarla boğuşmak AK Parti için öncelikli konulardan birisi olmuştur. Nitekim 2007 genel seçimlerinde, 2002’den daha büyük bir başarı yakalanmasının ardında Partinin, ekonomi alanında geçmiş iktidarlara göre daha büyük bir başarı yakalamasının etkisi büyüktür. Gerçekten de AK Parti iktidarı döneminde sıkı para ve maliye politikaları izlenmiş; ülkenin küresel ekonomik sistemle bağlantısı koparılmadan bütçe disiplininden taviz verilmemeye çalışılmıştır. Bu bağlamda, ekonomik göstergeler olumlu bir seyir izlemiş ve pek çok bakımdan denge sağlanmıştır. Hatta 2009 yılında tüm dünyayı etkileyen finans krizinden Türkiye pek çok gelişmiş Batılı ülkeye göre daha az yara alarak çıkmıştır. Buna karşılık, ekonominin hâlâ kırılgan bir görünüme sahip olması ve özellikle nüfus artışıyla yükselen işsizlik sorununun çözülememesi madalyonun olumsuz taraflarıdır. Daha önce de belirtildiği gibi AK Parti, 2007 seçim beyannamesinde ekonomik hedeflerini 2013’e dönük olarak ortaya koymuştur. Dolayısıyla Beyannamede belirlenen hedeflerin en azından bir kısmına ne ölçüde ulaşılabildiğini kesin olarak ortaya koymak mümkün değildir. Ancak ekonomik göstergelerdeki durumdan genel eğilime yönelik çıkarımlar yapılabilir. Kaldı ki, birtakım rakamsal ve oransal hedeflere daha erken tarihlerde ulaşıldığı da dikkat çekmektedir. Örneğin kişi başına düşen millî gelir, ilk kez 2008 yılında 2013 hedefini aşarak 10.440 dolar düzeyine ulaşmıştır. Ancak 2009 yılında dünya ölçeğinde yaşanan küresel ekonomik krizin etkisiyle söz konusu 8.578 dolar düzeyine inmiştir. 2010 yılında ise yine 10.000 dolar rakamı yine aşılmıştır. IMF verilerine göre satın alma gücü paritesine göre kişi başına düşen millî gelir ise 2010 yılında, Beyannamede belirlenen 15.000 dolar rakamını aşmıştır.41 2007 yılında gayri safi yurtiçi hâsıla, 648 milyar; 2008’de ise 742 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır.

Küresel ekonomik krizin etkisiyle GSYİH, 2009’da 617 milyar dolar düzeyine

41

“Millî Gelir Artışında Avrupa Üçüncüsüyüz”, http://www.cnnturk.com/2010/ekonomi/genel/12/02/milli.gelir.artisinda.avrupa.ucuncusuyuz/598152.0/index.html (Erişim Tarihi: 22.03.2011)

125


gerilemiş; 2010 yılının Eylül rakamlarıyla 808 milyar Türk Lirası olarak gerçekleşmiştir Bu bakımdan, yılsonu rakamları itibariyle önceki yılın aşılacağı söylenebilir. Söz konusu rakamlar göz önünde bulundurulduğunda 2009 küresel ekonomik krizine rağmen, AK Parti’nin Seçim Beyannamesinde ortaya konulan rakamlara ulaştığı, hatta bunları aştığı görülmektedir. Ayrıca ipotekli konut kredisi (mortgage) kullanımının ve bu şekilde kendi evinde oturan insan sayısının artırılması hedefine de ulaşılmıştır. Buna göre, faiz oranlarının düşmesiyle birlikte mortgage kullanımı önemli ölçüde artmıştır.42 Örneğin 2009 yılının aynı dönemi ile kıyaslama yapıldığında 2010 yılında konut kredisi kullanan kişi sayısında yüzde 130, kullandırılan miktarda yüzde 163 artmış olduğu saptanmıştır. 43 Ulaşılamayan hedeflerden ilki ise ihracat rakamının 200 milyar dolar düzeyine ulaşmasıdır. Buna göre, ihracat, 2008 yılında 132 milyar dolar rakamına ulaşmış; ancak, bundan sonraki yıl, bahsettiğimiz ekonomik krizin etkisiyle yeniden 102 milyar dolar düzeyine inmiştir. Ancak bu noktada, söz konusu hedefin 2013 yılı için belirlendiği hatırlatılabilir. Önümüzdeki yıllarda ekonomide olumlu bir performansın gösterilmesi durumunda yeniden belirlenen rakamlara yaklaşmak mümkün olacaktır. Benzeri bir tablo turizm gelirleri için de geçerlidir. Beyannamede turizm gelirlerinin 40 milyar dolara yaklaşmasının hedeflendiği belirtilirken söz konusu rakam, en iyi olduğu dönemde bile 22,7 milyar doları aşamamıştır. İşsizlik ekonomideki bir diğer sorunlu alandır. Beyannamede işsizliğin düşürülmesi hedefinden söz edilmiş; ancak bu konuda net bir rakam verilmemiştir. İşsizlik kriz yılı olan 2009’da son dönemdeki en yüksek oran olan yüzde 14 düzeyine yükselmiş, 2010’da ise yüzde 11,2’e inmiştir. Ancak bu olumsuz tablonun ortaya çıkışında nüfus artışının, yani işgücü potansiyeline her yıl yaklaşık bir milyon insanın katılmasının da etkisinin bulunduğunu söylemek zorunludur. Ekonomik hedefler bağlamından birtakım küçük sapmalara rağmen genelde belirlenen hedeflere, üstelik 2013 olarak belirlenen hedef tarihten önce ulaşılması kuşkusuz önemli bir durumdur. Aynı süreçte, bütçe disiplini ve malî disiplinden taviz verilmemesi, ekonomik programın IMF ile yeniden bir anlaşma yapılmadan hükümetin inisiyatifiyle yürütülmesi diğer olumlu gelişmelerdir. Bu dönemde, Merkez Bankası döviz rezervlerinde önemli artış sağlanmış ve bütçe açığı, 2007 yılında yüzde 5,9 olan oranından 2010 Ekim ayı itibariyle yüzde 2,9 oranına geriletilmiştir. Ayrıca kamuda güçlü bir denetim mekanizmasının oluşturulması için yeniden

42

http://www.trt.net.tr/haber/HaberDetay.aspx?HaberKodu=341b78a5-2154-421c-99ca-34074667a7f1 (Erişim Tarihi: 22.03.2011) 43 Ahmet Safa Kösem, “Konut Kredisi Kullanan Kişi Sayısı Arttı”, http://www.memurlar.net/haber/171910/-(Erişim Tarihi: 22.03.2011)

126


hazırlanan Sayıştay Kanunu aracılığıyla bu kurumun genel yetkili denetim birimi olarak görevlendirilmesi, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulunun (YDK) lağvedilerek görevlerinin Sayıştay’a devredilmesi bir diğer dikkat çeken noktadır. Böylece kamu kurumlarının daha etkin bir

şekilde denetlenmesi

sağlanmakta ve

denetimdeki çok

başlılığa son

verilmesi

amaçlanmaktadır. Buna karşılık, Beyannamede yer aldığının aksine vergilerde önemli bir azaltmaya gidilmemesi ve damga vergisinin kaldırılmaması olumsuz yönler olarak göze çarpmaktadır. Ayrıca, HALKBANK başta olmak üzere kamu bankalarının özelleştirilmesi çalışmalarının da sekteye uğradığı ve özelleştirmeye geçilmesi için henüz gerekli hazırlıkların tamamlanmadığı görülmektedir. Diğer taraftan, bu dönemde, özelleştirmeye zemin hazırlamak üzere kamu bankalarının merkezlerinin Ankara’dan İstanbul’a taşınmasına yönelik çalışmalara hız verilmiştir. 2007 Seçim Beyannamesinde belirlenen hedeflerle AK Parti iktidarının 2007-2011 arası ekonomi politikaları karşılaştırmalı bir şekilde incelendiğinde çok ciddi bir sorunun bulunmadığı söylenebilir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Parti, bu konudaki asıl hedef noktası olarak zaten 2013 yılını almıştır. Burada, en büyük başarı olarak ABD gibi gelişmiş ülkelerde dahi finans sektörünü ciddi ölçüde etkileyen dünya ekonomik krizinin etkilerinin Türkiye’de nispeten hafif şekilde hissedilmesi ve 2010’dan itibaren ekonomik göstergelerin hızla iyiye doğru dönmesidir. Dolayısıyla ekonominin genel gidişatını özetleyen rakam ve oranların gelecekte daha iyiye gitmesi muhtemel olarak değerlendirilebilir. Tablo 1: Temel Makro Ekonomik Göstergeler (2002, 2007-2010)44

GSYİH (Milyar $) GSYİH (Milyar TL) GSYİH Artışı (%) Kişi Başına Millî Gelir ($) İşsizlik Oranı (%) Enflasyon Oranı (ÜFE) (%) Enflasyon Oranı (TÜFE) (%) Dış Ticaret Hacmi (Milyar $) İthalat (Milyar $)

2002

2007

2008

2009

2010

230 350 8,1 3.492 10,3 29,7 28,6 87,7 51,6

648 843 4,6 9.234 9,9 8,7 6,3 277,4 170,1

742 950 4,0 10.440 11,3 10,4 12,7 334,0 202,0

617 952 -5,2 8.578 14 6,2 1,2 243,0 140,9

808* 11,2 8,5 8,5 299,4 185,5

44

Bu tabloda yer alan veriler Türkiye İstatistik Kurumu (www.tuik.gov.tr), Hazine Müsteşarlığı (www.hazine.gov.tr), Dış Ticaret Müsteşarlığı (www.dtm.gov.tr) ve Hazine Kontrolörleri Derneğinin (www.hazine.org.tr) Internet sitelerinden derlenmiştir.

127


İhracat (Milyar $) M.B. Stokları (Milyar $) Döviz (Milyar $) Altın (Milyar $) Cari Açık/GSYİH (%)

36,1 28,4 27,1 1,3 -0,3

107,3 74,0 71,3 2,7 -5,9

132,0 73,4 70,1 3,3 -5,7

102,1 74,2 70,7 3,5 -2,3

113,9 88,5 83,5 5,0 -2,9

* 2010 Eylül ayı itibariyle

c. Toplumsal Konular İlk bölümde değinildiği gibi, AK Parti kendi ideolojik konumuyla uyumlu olarak sosyal politikalara büyük önem vermektedir. Bu amaçla, sosyal yardımların yanında eğitim ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması ve standartlarının yükseltilmesi gibi hedefler belirlenmiştir. “Kalkınma ve Demokratikleşme Programı”nda geçen “devleti halka hizmet etme aracı olarak gören Partimiz, bir sınıf ve kesimin değil bütün vatandaşlarımızın refah ve mutluluğunu sağlayacak sosyal politikalar yürütecektir”45 ifadesi, AK Parti’nin bu konudaki anlayışının genel bir özetini vermektedir. Bu bakımdan, dezavantajlı grupların durumlarını iyileştirmeye yönelik çalışmalar, tanıtım amacıyla hazırlanan neredeyse tüm metinlerde Partinin öncelikli hedefleri arasında gösterilmektedir. Söz konusu yaklaşım doğrultusunda, 2010 Anayasa değişikliklerinde kadınlar, yaşlılar, çocuklar, özürlüler, harp ve vazife malulleri ile bunların dul ve yetimlerinin sosyo-ekonomik

koşullarının

iyileştirilmesi

amacıyla

“pozitif

ayrımcılık”

yapılması

öngörülmüştür. Pozitif ayrımcılık, Batılı ülkelerde özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda “sosyal devlet” uygulamalarından biri olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin ABD’de siyahlara ve diğer bazı etnik unsurlara birtakım kamusal görevleri üstlenme ya da üniversite öğrenimi görme açısından beyazlar karşısında ayrıcalık tanımaya yönelik uygulamalar, pozitif ayrımcılık kapsamında yer alır. Pozitif ayrımcılığın mantıksal arka planında, uzun yıllar boyunca aynı toplumsal kaderi paylaşan, ancak toplum tarafından yaratılan katma değere ulaşma söz konusu olduğunda diğer kesim(ler)le eşit imkâna sahip olamayan grup ya da grupların maruz kaldıkları haksızlıkları telafi etme düşüncesi yatar. Yukarıda verdiğimiz örnekten yola çıkıldığında ABD’lilerin yüzyıllar boyunca yüksek öğrenim görmelerine ya da memuriyet gibi kamusal görevlere atanmalarına izin vermedikleri siyahlara bazı avantajlar tanımaları, geçmişten gelen eşitsizlikleri giderme çabalarının ürünüdür. İlk bakışta bu uygulama, gayrı adil gibi görünebilir. Zira son tahlilde, bir kesim lehine ayrıcalık yaratılmakta, geçmişteki adaletsizlikler yüzünden bugün kendisine ayrıcalık tanınan grubun 45

Kalkınma ve Demokratikleşme Programı, s. 71.

128


karşısındaki grup mensuplarının (ABD örneğinde beyazların) hakları ihlal ediliyor gibi görünmektedir. Oysa geçmişte sergilenen uygulamalar nedeniyle siyahların nüfuslarına oranla çok daha az oranda kamusal mevki ve makam sahibi olmalarının gösterdiği gibi, pozitif ayrımcılık uygulanmaması toplumsal dengesizliklerin süreğenleşmesine neden olacak ve siyasal birliğin korunmasını imkânsızlaştıracaktır. AK Parti’nin topluma yönelik özel vurgusu, anayasada bahsettiğimiz türden pozitif ayrımcılığa vurgu yapan bir değişikliğin yapılmasını mümkün kılmıştır. Anayasada yapılan değişikliğin dışında, AK Parti’nin iktidarının ilk günlerinden itibaren sosyal dayanışmayı esas alan bir yaklaşım benimsediği görülür. Buna göre, 2008 yılsonu rakamları itibariyle 2002 yılına göre asgarî ücrette iki, özürlü maaşlarında yaklaşık beş, yaşlılık aylıklarında üç kattan fazla artış sağlanmıştır. Parti tarafından, emekli maaşlarındaki artışın da yüzde 100’ün üzerinde olduğu savunulmaktadır.46 Sigortalı çalışan kişi sayısı ise 2002’ye göre yüzde 90’ın üzerinde artmıştır. Bunun yanında, devlet eliyle dağıtılan sosyal yardımların da önemli ölçüde yükseltildiği görülmüştür. TÜİK verilerine göre, AK Parti iktidarı döneminde yapılan toplam sosyal yardımlar, 5.604 milyon TL rakamına ulaşmıştır. Eğitim sürecinde atılan adımlar da sosyal yardımlarla aynı kapsam içerisinde değerlendirilmelidir. Daha önce de değinildiği gibi 2007 Seçim Beyannamesinde okul öncesi eğitimde okullaşma oranının 2002’de yüzde 11 iken 2006 yılında yüzde 25’e çıkarıldığı, 2011 hedefinin ise yüzde 50 olduğu belirtilmiştir. 2011 başı itibariyle ulaşılan rakam yüzde 43 düzeyindedir47 ki bu Beyannamede öngörülen hedefin altında bir orana işaret etmektedir. Ancak 2002’ye göre de yaklaşık dört katlık bir artış olduğu belirtilmelidir. Beyannamede özellikle kız öğrenciler olmak üzere eğitim süreçlerinde dezavantajlı durumda bulunan öğrencilere yapılan eğitim yardımlarının artırılarak devam edeceği söylenmektedir. Bu bağlamda, yine TÜİK verilerine göre, eğitim alanında yapılan yardımlar önemli ölçüde artmıştır. Özellikle küresel çapta bir ekonomik krizin yaşandığı 2009 yılında, hükümet tarafından yapılan söz konusu yardımlar en üst düzeye çıkarılmıştır. 2009 yılında, eğitim materyali yardımı 181 milyon TL düzeyinde gerçekleşmiştir ki bu rakam bir önceki yıla göre iki kat; 2003 yılıyla kıyaslandığında ise yaklaşık 18 kat artışı yansıtmaktadır. Aynı yıl, şartlı eğitim yardımları 345, ücretsiz kitap yardımları ise 235 milyon lira olarak gerçekleşmiştir. Bu dönemde ilk ve ortaöğretimde tüm öğrencilere ders kitaplarının ücretsiz dağıtılması uygulamasına devam edilmiştir. Yine okullarda bilişim teknolojilerinin geliştirilmesi hedefine yönelik olarak 2002 yılına kıyasla eğitim 46

Alnımızın Akıyla 2003-2008, Adalet ve Kalkınma Partisi Yay., Ankara, 2009, s. 9-10. http://www.kamudanhaber.com/egitim/okul-oncesinde-okullasma-orani-yuzde-43e-yukseldi.htm (Erişim Tarihi: 25.03.2011)

47

129


kurumlarında bilgisayar sayısı yüzde 560, bilişim-teknoloji sınıfı sayısı ise yüzde 400 artırılmıştır. Başbakan Erdoğan’ın 22 Kasım 2010 günü açıkladığı Fatih Projesi ile her sınıfa bir bilgisayar ve projeksiyon cihazı konulacağını açıklanmıştır. Seçim Beyannamesinde 2013 yılı için ilköğretimde yüzde 100, ortaöğretimde ise yüzde 90 okullaşma oranı hedeflendiği belirtilmektedir. 2010 rakamlarına göre bu oran ilköğretim için yüzde 98,4; ortaöğretimde ise yüzde 69,33 olarak gerçekleşmiştir.48 Bu rakamlar, özellikle ilköğretim bağlamında önceden belirlenen büyük ölçüde ulaşıldığına işaret etmektedir. Önlisans ve lisans öğrencilerine verilen aylık öğrenim kredisi ise 2002 yılında aylık 45 lira iken, 2007’de 150, 2011’de 240 liraya çıkarılmıştır. Aynı dönemde yükseköğrenim alanında gerçekleştirilen en önemli hamle tüm illere en az bir üniversite açılması ve toplam üniversite sayısının 156’ya çıkarılmasıdır. Daha önce de değinildiği gibi 2007 Seçim Beyannamesinde bu türden bir hedeften somut olarak söz edilmemiştir. Burada, bir eleştiri noktası olarak söz konusu yükseköğrenim kurumlarının pek çoğunun henüz fiziksel altyapıya ve yeterli öğretim elemanı sayısına sahip olmadıkları belirtilmelidir. Beyannamede AK Parti’nin ikinci seçim dönemindeki başarısının en önemli nedenlerinden birisi olarak görülen sağlık sistemindeki reforma devam edileceği de ifade edilmektedir. Bu bağlamda, hastaneler, Sosyal Güvenlik Kurumları ve eczaneler arasında online işlem yapılmasını mümkün kılacak medula projesi yaşama geçirilmiştir. Aynı şekilde, 2007 Seçim Beyannamesinde öngörülen aile hekimliği uygulaması tüm vatandaşları kapsayacak şekilde başlatılmıştır. Buna göre, Aile Hekimliği Uygulama Yönetmeliği 25.05.2010 tarih ve 27591 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmış ve daha önce pilot olarak bazı illerde yapılan uygulama 81 ile yaygınlaştırılmıştır.49 Çocukların ve gençlerin tütün ve alkol gibi zararlı alışkanlıklardan kurtulmasına yönelik vaade uygun olarak da kamuya açık tüm kapalı alanlarda tütün mamulleri tüketilmesi yasaklanmış; eğitim kurumları için söz konusu yasağın kapsamı iyice geniş tutulmuştur. Son olarak belirtilmesi gereken nokta, bebek ölüm hızının, Beyannamede öngörülen binde 20 hedefinin çok ötesine geçmesi ve binde 10 düzeyine inmesidir. Bu rakam, Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) 2025 yılı için öngördüğü binde 16 düzeyinin de çok gerisindedir.50

48

http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?tb_id=14&ust_id=5 (Erişim Tarihi: 25.03.2011) http://www.ailehekimligi.gov.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=98:aile-hekimliininuelkemizdeki-geliimi-&catid=38 (Erişim Tarihi: 25.03.2011) 50 “Bebek Ölüm Oranı Binde 10!a İndi”, http://yenisafak.com.tr/Saglik/?i=309060 (Erişim Tarihi: 25.03.2011) 49

130


AK Parti’nin sosyal politika uygulamaları, özellikle liberal ideolojik öncüller bakımından eleştirilebilir. Zira sosyal harcamalar, son tahlilde, ülke içinde ekonomik süreçlerin kendiliğinden gelişimine sekte vurmakta ve devletin bu alan üzerindeki rolünü artırmaktadır. Ancak, Parti, her şeyden önce kendisini “muhafazakâr” olarak nitelendirmekte, dayanışma, diğerkâmlık ve toplumsallık vurgularında bulunmaktadır. Bu bakımdan, en baştan beri, gerek Parti Programında gerekse kendisini kamuoyuna anlattığı tüm metinlerde AK Parti “sosyal devlet” vurgusu yapmaktadır. Dolayısıyla söz konusu politikaların siyasal açıdan bir meşruiyet zemininin bulunduğu açıktır. Parti, 2007 Beyannamesinde önceki süreçte izlediği, sosyal devletin güçlendirilmesine yönelik politikaların derinleştirileceğini vaat etmiş ve seçmenlerden destek bulmuştur. Sonuçta, Partinin 2007-2011 arasındaki zaman diliminde sosyal yardımlar, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi alanlarda önceden belirlediği hedeflere büyük ölçüde ulaştığı söylenebilir.

III. 2011 SEÇİM BEYANNAMESİNDE BAŞLICA VAAT VE TAAHHÜTLER AK Parti, 2011 Seçim Beyannamesini, 16 Nisan 2011 günü büyük bir törenle açıklamıştır. “Türkiye Hazır: Hedef 2023” başlığını taşıyan Beyanname, 2007 yılında aynı amaçla hazırlanan metne benzer şekilde, Partinin geçmiş iktidar dönemlerindeki icraatlarına da yer vermiş ve aynı zamanda Cumhuriyetin yüzüncü yılı olan 2023 yılına yönelik perspektifini yansıtmıştır. Ayrıca, 2007-2011 arasında AK Parti hükümeti tarafından yaşama geçirilen uygulamaları daha kapsamlı aktarmak için Beyannameye ek olarak “Alnımızın Akıyla 8,5 Yıl” başlıklı bir icraat kitapçığı hazırlanmıştır. a. Siyasal ve Hukuksal Konular 2011 Beyannamesi, demokratikleşmeye yönelik özel vurgularla başlamaktadır. Bu bakımdan, Beyannamenin ilk bölümünün başlığının “İleri Demokrasi” olduğu görülmektedir. Her şeyden önce, AK Parti, kendi iktidar dönemini, “Türk demokrasisinin normalleşme yılları” olarak adlandırmaktadır. Buna göre, vesayet kıskacında bulunan demokratik yaşam, AK Parti iktidarı döneminde atılan adımlar aracılığıyla bir “sessiz devrim” gerçekleştirilmiştir. Bu yaklaşımdan hareketle, Beyannamede, öncelikle Partinin kesintisiz olarak iktidarda bulunduğu 2002-2011 yılları arasındaki 8,5 yılın genel bir muhasebesine girişilmiştir. Beyannamede öncelikle “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak nitelendirilen “demokratik açılım”ın anlam ve kapsamının açıklanmaya çalışıldığı dikkat çekmektedir. Daha önce de vurguladığımız gibi, 2007 Beyannamesinde, Kürt Sorununa yaklaşım ya da sorunun

131


çözümü açısından özel bir değini bulunmamaktadır. Buna karşılık, 2011 Beyannamesinde, özellikle güncel siyasal tartışmalar bağlamında kendisine yöneltilen eleştirileri aşmak için Parti, uygulamaya çalışılan demokratik açılımın temel yol haritasını belirlemek amacından hareket etmiştir. AK Parti’ye göre, demokratik açılım, “farklı kesimlerin mağduriyetleriyle oluşan toplumsal sorunlarımızı millî birlik ve kardeşlik çerçevesinde çözme iradesini ifade etmektedir.” Burada, gayet akılcı ve siyaseten açıklanması nispeten daha kolay bir argüman üzerinden hareket edildiği görülmektedir. Zira Partiye göre, gerek ekonomik gerekse siyasal açıdan güç ve etkinliğini artırmaya çalışan ülkenin, kendi içinde karşılaştığı sorunları öncelikle çözmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, farklı nedenlerle, geçmişte ayrımcılığa maruz bırakılan ve çeşitli mağduriyetler yaşayan Kürt, Alevi, gayrimüslim ve Roman vatandaşların içinde bulundukları koşulların iyileştirilmesi yönünde adımlar atıldığı ve bunun gelecek dönemde de devam ettirileceği vurgulanmaktadır. Beyannamenin bu bölümünde en fazla dikkat çeken hususlardan bir diğeri ise geçmişten farklı olarak açıkça “Kürt Sorunu” ifadesinin tercih edilmesidir. Bugüne kadar sorunların çözülememesinin nedeni olarak konunun yalnızca güvenlikle ilişkilendirilmesini gösteren AK Parti, bu anlayışın “kolaycılık” olduğunu savunmaktadır. Burada, en fazla dikkat çeken ifadelerden biri, “Bizim terörle mücadelede tercihimiz, demokratik-insanî yöntemlerle sorunun çözülmesidir.” ifadesidir. Buna göre, demokratik standartlardan ödün verilmeden ve olağanüstü yönetim biçimlerine tevessül edilmeden, diyalog yöntemi izlenerek Kürt sorununun çözülebileceği savunulmaktadır. Ancak söz konusu sorunun yıllardan beri sürdüğü ve bu açıdan derhal bir çözüm beklenmemesi gerektiği vurgulanarak her kesim sabırlı ve itidalli olmaya çağrılmaktadır. Bu mesele üzerindeki yaklaşımıyla AK Parti, 2011 Seçim Beyannamesinde kendisine ait diğer seçim beyannamelerinin yanında Parti tarafından demokratik açılımı kamuoyuna anlatmak için hazırlanan diğer tüm metinlerin ötesine geçmiştir. Bu durumun oluşmasında farklı etmenlerden bahsedilebilir. Her şeyden önce 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa referandumu sırasında muhalefetin iktidara karşı en önemli argümanlarından biri TRT 6 veya üniversitelerde Kürtçe bölümlerinin açılması ile örneklenen ve AK Parti tarafından atılan Kürt sorununa yönelik adımlar olmuştur. Ancak milliyetçi kimlikleriyle bilinen pek çok ilde yüksek oranlarda “evet” oyu çıkması AK Parti’nin o güne dek atılan adımların hızlandırılması yönündeki cesaretini artırmıştır. İkinci etmen olarak ise CHP’nin yaşadığı lider değişikliğinden sonra Kürt politikasında da yeni bir yaklaşıma doğru evrilebileceğine yönelik verdiği işaretlerdir. Nitekim AK Parti’den yaklaşık bir hafta sonra kendi seçim beyannamesini açıklayan CHP de

132


Kürt sorunu başta olmak üzere pek çok meselede bugüne dek izlediği statükocu çizginin ötesine geçmiş ve yeni bir söylem oluşturmaya çalıştığının işaretlerini vermiştir. AK Parti, 2011 Seçim Beyannamesinde, yeni bir anayasa hazırlanmasına da özel bir önem ve ağırlık verdiğini ifade etmektedir. Daha önce tartışıldığı gibi 1982 Anayasasının yenilenmesi konusu, Partinin 2007 Beyannamesinde öncelikle altını çizdiği gibi hususlar arasındadır. Bu konuda, bir muhasebeye girişen AK Parti, iktidarının ilk iki döneminde farklı zamanlarda

kısmî

anayasa

değişiklikleri

yapıldığını,

ancak

yeni

dönemde

bunlarla

yetinilmeyerek en baştaki vaatlere uygun şekilde anayasanın tamamen değiştirileceğini ortaya koymaktadır. Ancak polemikten kaçınılarak geçmiş iktidar döneminde bu değişikliklerin yapılamamasına neden olan siyasal sorunlara değinilmemektedir. Bu bağlamda, yeni anayasa çalışmalarında her kesimden insanın anayasa yapım sürecine katılmalarının ve şiddet ve teröre başvurmayan her türlü görüşün ifade edilmesinin sağlanacağı vurgulanmaktadır. Buna göre, yeni anayasa, “tartışma, katılım, uzlaşma ve referandum” süreçlerinin aşılmasından sonra yaşama geçirilecektir. Ayrıca bu bölümde, anayasanın yalnızca “kurucu meclis” tarafından yapılabileceği yönündeki iddialara da yanıt verilmekte ve TBMM’nin Anayasanın 175. maddesine göre anayasayı değiştirme yetkisine sahip olduğu, bu yetkinin yeni bir anayasa yapmayı da kapsadığı savunulmaktadır. Beyannamede, hazırlanacak yeni anayasanın taşıyacağı özellikler de belirtilmektedir. Yeni anayasa, kısa, öz, açık ve tutarlı olacaktır. Burada, yeni anayasanın “bireyi ve onun haklarını esas alan, devleti kutsal bir varlık değil bireye ve topluma hizmet eden bir araç olarak gören, toplumsal çeşitliliği bir tehlike değil zenginlik olarak kabul eden, tek sesliliği değil çoğulculuğu öne çıkaran ve demokratik hukuk devletinin tüm unsurlarını içeren bir metin” olacağı savunulmaktadır. Ayrıca, bu metnin, hak ve özgürlükleri en geniş şekilde içereceğinden ve yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki ilişkilerin kuvvetler ayrılığı anlayışı açısından yeniden belirleneceğinden söz edilmektedir. Bu durum ile Parti, başta yargı organları olmak üzere farklı kurumların siyasete yönelik müdahalelerinden duyduğu rahatsızlığı örtülü şekilde ifade etmiştir. Aynı bölümde adalet sisteminde reform yapılacağına yönelik bir vaat de bulunmaktadır. Önceki dönemlerde sistemdeki sorunlar nedeniyle halkın adalete ilişkin inancının zayıfladığı; buna karşılık, AK Parti iktidarları döneminde güven sorununun aşılmasına yönelik adımlar atıldığı vurgulanmaktadır. Bu bölümde, özellikle Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna (HSYK) yönelik somut ciddi eleştirilerin bulunduğu dikkat çekmektedir. AK Parti’ye göre, 2010 Referandumuyla yapısı değişmeden önce HSYK, “demokratik meşruiyete dayanmayan, hâkim-

133


savcıların temsil edilmediği, Avrupa sisteminden uzak ve kast sisteminin etkin olduğu” bir yapıya sahip olmuştur. Bunun yanında, adliyelerin “vahim durumda” bulunduğu ve teknolojinin imkânlarından adlî sistemde yararlanılmadığı belirtilmektedir. Gelecekte, aynı sistem içindeki sorunların çözülmesi açısından öncelikle yargılamaların hızlandırılacağı seçmenlere vaat edilmektedir. 2011 Beyannamesinde, adli sisteme yönelik aksaklıklar bağlamında geçmişe göre çok daha net bir tavır takınıldığı açıkça görülmektedir. Örneğin yapılan ve yapılacak reformların sonunda, “yargının kimsenin ön veya arka bahçesi olmayacağı” belirtilmektedir. Özgürlük ve güvenlik ilişkisi konusunda da AK Parti, kendi 2007 Beyannamesine göre daha ileri bir adım atmıştır. İlk bölümde belirttiğimiz gibi, 2007 Beyannamesinde özgürlük ile güvenliğin birbirlerine karşıt olmadıkları ve bunlar arasında bir denge sağlanması gerektiği belirtiliyordu. 2011 Beyannamesi ise “özgürlük için güvenlik” anlayışı üzerinde durmaktadır. Buna göre, Beyannamede, özgürlüğün gerçek anlamda yaşanması için güvenliğin bir araç olduğu ve güvenlik

politikalarının

hiçbir

gerekçeyle özgürlük

alanlarını daraltacak

şekilde

düzenlenemeyeceği vurgulanmaktadır. Partinin muhtemel üçüncü iktidar döneminde güvenlik görevlisi sayısının Avrupa ortalamasına yükseltileceği, suçun işlenmeden önlenmesine yönelik uygulamaların artırılacağı ve vatandaşların güvenlik güçlerine daha kolay ulaşmasının sağlanacağı vaat olarak ortaya konulmaktadır. “İleri Demokrasi” başlıklı bölümün son alt bölümünün başlığı ise “Vatandaş ve Sonuç Odaklı

Yönetim”dir.

Bu

bölümde,

öncelikle,

bürokrasinin

vatandaşların

yaşamlarını

kolaylaştırmak üzere yeniden düzenlendiği ve bu konudaki reformlara devam edileceği belirtilmektedir. Aynı bölümde, Partinin iktidarının ilk iki döneminde yapılan bazı uygulamalar öne çıkarılmaktadır. Yerel yönetimler açısından yapılan değişiklikler, KÖYDES ve BELDES projeleri, Etik Kurulu ve Bilgi Edinme Hakkı gibi farklı konular bu başlık altında ifade edilmiştir. Burada, özellikle yerel yönetimlerin güç ve etkinliklerinin, bununla doğru orantılı olarak da gelir kaynaklarının artırılması meselesine özellikle değinilmelidir. Bilindiği gibi, belirli bir ülkede demokratik standartların yükselmesinin en önemli koşullarından biri yerel yönetimlerin güçlü bir yapıya sahip olmalarıdır. Bu bağlamda, Beyannamede, yerel yönetimlerin demokratik sistem içindeki yerlerine koşut olarak kamu hizmetlerindeki ağırlıklarının artırılmasına yeterince yer verilmediği söylenebilir. Siyasal bakış açısı ve hedefler açısından, AK Parti 2011 Seçim Beyannamesinin, 2007 yılında aynı amaçla hazırlanan metne göre çok daha demokratik ve özgürlükçü bir bakış açısına sahip olduğu görülmektedir. Buna göre, 2007’deki mutedil üslubun aksine, daha polemikçi ve cesur bir dile sahip olunduğu, siyasal sorunlardan söz edilirken genel ifadeler yerine daha somut

134


hedefler konulduğu dikkat çekmektedir. Parti, seçim sonrası yeni bir anayasa yapma düşüncesini seçim kampanyasında da sıklıkla dile getirmekte ve bu türden bir muhtemel girişimin meşruluk zeminini şimdiden hazırlamaktadır. Beyannamenin dış politikaya ilişkin “Lider Ülke” başlıklı bölümü de siyasal konular arasında değerlendirilebilir. Bu bölümde, Partinin, küreselleşmeyi fırsata çevirdiği ve evrensel ve millî değerler arasında bir denge kurduğu savunulmaktadır. Beyannameye göre, Parti, iktidarda bulunduğu süre zarfında “proaktif ve pozitif” bir dış politika vizyonu ortaya koyarak Türkiye’nin barış ve istikrarın adresi haline gelmesini sağlamıştır. Diğer taraftan Parti’nin dış politikada izlediği çizgi, iç politikadaki genel yaklaşımının bir uzantısı olarak görülmekte ve “normalleşme” süreci şeklinde nitelendirilmektedir. Aynı zamanda, dış politika sorunlarının bir bütün olarak görüldüğü ve dünyadaki gelişmelere tepkisel değil, ilkesel yaklaşıldığı da yine Partinin iddiaları arasındadır. Yukarıda AK Parti’nin özellikle Ortadoğu dünyasıyla ilişkiler açısından geleneksel Türk dış politikasından bir kopuş yaşadığını aktarmış ve bu stratejinin mimarının öncelikle Başbakan Erdoğan’ın diplomasi danışmanlığını yapan Ahmet Davutoğlu olduğunu aktarmıştık. Davutoğlu’nun 2009 yılından itibaren dışarıdan Dışişleri Bakanı olarak atanmasıyla yeni dış politika anlayışı genişletilerek sürdürülmüştür. Ancak ilgi çeken noktalardan biri, diplomasinin yalnızca Dışişleri Bakanlığı eline bırakılmaması ve devlet içinde yeni birimler oluşturulmasıdır. Bu süreçte oluşturulan Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı gibi oluşumlar aracılığıyla Türkiye, bölgede daha fazla inisiyatif alacağını göstermektedir. Adı geçen kurumların, geleneksel yapısının değişmesi oldukça zor olan Dışişleri Bakanlığına farklı açılardan alternatif oluşturmak gibi bir misyonlarının bulunduğu söylenebilir. Bunun yanı sıra Beyannamede, Kıbrıs, Balkanlar ve Ortadoğu coğrafyalarına yönelik politikalar başta olmak üzere pek çok açıdan mevcut yaklaşımın sürdürüleceği belirtilmektedir. Ortaya konulan somut hedeflerin en önemlilerinden biri ise Türkiye’nin 2015-2016 döneminde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliği için yeniden başvuracağının açıklanmasıdır. Aynı bölümde, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile olan ilişkilerine de bir alt başlık ayrılmıştır. Burada, en fazla dikkat çeken nokta, yakın dönemde yaşanan ve yukarıda kısmen değindiğimiz tüm gelişmelere rağmen AB üyeliğinden vazgeçildiğine yönelik bir imanın bile yer almamasıdır. Tam tersine, AB üyeliğinin “stratejik bir hedef” olarak görüldüğü ve “bazı Avrupa ülkelerinin haksız temelsiz muhalefetine rağmen” üyelik için gerekli adımların atılmaya devam edileceği vurgulanmaktadır.

135


b. Ekonomik Konular Tıpkı 2007 Beyannamesinde olduğu gibi “Hedef 2023” başlıklı metin de ekonomik sorunları ikinci bölüm olarak belirlemiştir. Bu bağlamda, Partinin ekonomi politikalarının da diğer alanlarda olduğu gibi “insan odaklı” bir görünüm çizdiği ve “güven” esasına dayandığı ifade edilmektedir. Burada, en fazla dikkat çeken noktalardan biri, Partinin ideolojik diliyle uyumlu olarak ekonomik kalkınma için demokrasinin ve hukuk sisteminin güçlendirilmesi gereğine yönelik vurgudur. Bu bölümde, öncelikle AK Parti iktidarının ilk iki döneminde ulaşılan ekonomik rakamlar hakkında detaylı bilgi verilmektedir. Önceki bölümde bu tartışmalar yapıldığı için burada tekrar aynı konuya değinilmeyecek ve geleceğe yönelik ekonomik hedefler aktarılacaktır. Önceki bölümde belirtildiği gibi, 2007 Beyannamesinin ekonomik hedefleri, seçim yılı olan 2007 hedef alınarak değil 2013 perspektifine göre hazırlanmıştır. 2011 Seçim Beyannamesinde de benzeri bir yöntem izlendiği, ancak bu sefer hedefin daha geniş tutularak Cumhuriyetin yüzüncü yılı olan 2023’e gönderme yapıldığı görülmektedir. Bu bakımdan, 2023 için temel hedef, “bilgi toplumuna dönüşmüş, her alanda Avrupa Birliği standartlarını yakalamış ve küresel ölçekte rekabet gücü yüksek, güçlü Türkiye” olarak gösterilmiştir. AK Parti’nin ekonomiye bakışının Türkiye’nin son dönemde komşu ülkelerle girdiği ilişkilerle birleştirilmesi de Beyannamede dikkat çeken konular arasındadır. Türkiye’nin demokratik standartlarını yükseltmesiyle koşut olarak ekonomik gelişmenin artmasının komşu ülkelere de örnek olacağını savunan Parti, bu bakımdan ekonomik ve siyasal istikrarı bir bütün olarak göstermektedir. Partinin 2023 için maliye politikası açısından öncelikli hedefleri özelleştirme ekseninde şekillenmektedir. Buna göre, kamunun elektrik dağıtımı ve şeker üretiminden tamamen çekilmesi ilk hedef olarak ortaya konulmuştur. Ayrıca, KİT’lerde “yönetişim modeli”nin uygulamaya sokulacağı ve Hazine’ye ait atıl durumda bulunan taşınmazların ekonomiye kazandırılacağı belirtilmektedir. Gelir politikasında ise öncelikli hedef, kayıt dışı ekonomiyle mücadeleye devam edilmesidir. Bu bakımdan, vergi oranlarının düşmesi, kayıt dışılığın azaltılmasıyla bağlantılı olarak değerlendirilmekte ve vergilerde bu önkoşul dışında hükümet tarafından azaltılmaya gidileceğinden bahsedilmemektedir. Yatırımlar bağlamında ise kamu ve özel sektörün bütüncül bir yaklaşımla ele alındığı; buna karşılık, asıl ağırlığın özel sektöre verileceği belirtilmektedir. Ayrıca yeni dönemde de enflasyon hedeflemesinin para politikasının başlıca dinamiği olacağının altı çizilmektedir.

136


Partinin ekonomik hedefleri bakımından en önemli sapmaların işsizlik rakamlarının azaltılması bakımından ortaya çıktığından, ancak Parti tarafından bunun hızlı nüfus artışıyla ilişkilendirildiğinden daha önce bahsetmiştik. 2011 yılında da aynı yaklaşım devam etmektedir. Buna göre, işsizlik rakamlarının yüksekliği, özellikle 2009 Dünya Ekonomik Krizinden sonra Batı ülkelerinde de aynı oranların yükselmesiyle açıklanmaktadır. Bu ülkelerde, işsizlik düzeyinin kriz öncesindeki düzeyine en erken 2015 yılında dönebileceğinin öngörüldüğü, Türkiye’de ise bir yıl içinde işsizliğin eski oranına indiği savunulmaktadır. Aynı başlık altında, rakamlar aracılığıyla ülkenin istihdam kapasitesinin geliştirildiği ve bunlara yönelik birtakım somut projelerin yaşama geçirildiği de ifade edilmektedir. Burada, en dikkat çeken noktalardan biri, istihdam sorununun Beyannamede oldukça kapsamlı bir şekilde ortaya konulmaya çalışılmasıdır. Bu durumun muhtemelen en önemli nedeni, tüm kamuoyu araştırmalarında işsizliğin toplum tarafından en önemli sorunlardan biri olarak görülmesidir. Dolayısıyla, AK Parti, insanların somut olarak gündelik yaşamlarını etkileyen en önemli sorunlardan biri olan işsizlikten kaynaklanabilecek muhtemel oy kayıplarını engellemek için kendisini daha iyi ifade etmeye çalışmıştır. Ülkede yeni sanayi tesisleri açılması ve mevcut oluşumların da imkân ve kapasitelerinin artırılması, eşzamanlı olarak işsizlik sorununun çözümüne katkıda bulunacak bir araç olarak görülmektedir. Mesleki eğitim programlarının yaygınlaştırılmasından AR-GE ve inovasyon teknolojilerinin geliştirilmesine geniş bir spektrum içinde pek çok hedef, Beyannamede bu kapsam dâhilinde değerlendirilmektedir. Bilindiği gibi ihracat rakamlarının büyümesi, en baştan beri AK Parti tarafından iktidarın başarısının en önemli göstergelerden birisi olarak gösterilmektedir. Bu bağlamda, 2023 yılına yönelik birtakım hedefler, ihracatın 500 milyar dolar düzeyine yükseltilmesi, ihracatçı sayısının şimdikinin iki katı olan 100 bine çıkarılması ve dünya çapında tanınan en az elli marka yaratılması şeklindedir. AK Parti’nin hedefi, 2023 yılında dünya mal ticaretinde Türkiye’nin payının yüzde 1,5’e çıkarılmasıdır. Bu bölümde dikkat çeken noktalardan biri, “enerji” başlığı altında Türkiye’nin 2023 yılında, nükleer enerjiyi elektrik üretiminde kullanacağının belirtilmesidir. Hatırlanacağı üzere, son dönemde, en önemli toplumsal tartışma konularından biri, Türkiye’de bir nükleer santral inşa edilmesidir. AK Parti, Seçim Beyannamesiyle nükleer enerji konusuna bakışının değişmediğini göstermekte ve bu konuda net bir tavır takınmaktadır. Aynı zamanda mevcut termik ve hidroelektrik santrallerin imkân ve kapasitelerinin artırılacağı ve bunlara yenilerinin ekleneceği belirtilmektedir.

137


Beyannamenin ekonomi ile ilgili bölümüne bakıldığında 2007 yılına göre hedeflerin önemli ölçüde yükseltildiği görülmektedir. Ayrıca tıpkı 2007 Beyannamesinde olduğu gibi Parti, kendi iktidar dönemlerinde yapılan uygulamalara ve ulaşılan rakamlara sıklıkla referans vermekte ve bunların hatırlatılması ihtiyacını hissetmektedir. Örneğin ayrıntılı rakamlar aracılığıyla Türkiye’nin ulaştırma sektöründe kat ettiği mesafenin altı kalınca çizilmekte ve izlenen çizginin devam ettirileceği belirtilmektedir. c. Toplumsal Konular AK Parti 2011 Seçim Beyannamesinin “Güçlü Toplum” başlıklı üçüncü ana bölümü toplumsal sorunlar ve icraatlara ayrılmıştır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve sosyal destekler gibi konular bu başlık altında ifade edilmiştir. Daha önceki bölümde de değindiğimiz gibi, AK Parti’nin politikaları açısından toplumsal sorunların önemli bir yeri bulunmaktadır. Bu bakımdan, ekonomik politikalar söz konusuyken hâkim olan liberal bakış açısı, konu toplum ile ilgili bir soruna geldiği zaman yerini muhafazakâr bir yaklaşıma bırakmaktadır. Özellikle sosyal yardım harcamaları, öncekilerde olduğu gibi, 2011 Beyannamesinin de en fazla öne çıkardığı konular arasındadır. Aynı şekilde, bu bölümde, aileye yönelik özel bir vurgu da bulunmaktadır. Buna göre, AK Parti tarafından ailenin, “güçlü toplumun esasını teşkil ettiği” ifade edilmektedir. Dolayısıyla ailelerin güçlendirilmesi için devlet tarafından yapılacak olan sosyal harcamalar savunulmakta ve siyasal açıdan muhafazakâr bir yaklaşım sergilenmektedir. Bu başlık altında en fazla dikkat çeken konulardan biri, Parti’nin özellikle eğitim ve sağlık alanlarında 2007 Seçim Beyannamesinde ortaya konulan hedeflere ulaşıldığını savunmasıdır. Eğitim alanında teknoloji ve bilişimden yararlanılması, bu amaçla okulların bilgisayar ve Internet imkânlarının artırılması Partinin eğitim alanında izlediği politikanın ana amaçlarından biri olarak gösterilmiştir. Bundan sonraki süreçte de aynı yaklaşımı devam ettireceğini belirten AK Parti, Seçim Beyannamesinde, 2023 hedefi olarak bilgi teknolojilerinin tüm okullara yaygınlaştırılması ve eğitim ile ilgili göstergelerin gelişmiş ülkeler düzeyine çıkarılması gösterilmiştir. Bu bölümde, Yükseköğretim Kuruluna da (YÖK) değinilmekte ve seçimden sonra yapılacak anayasa değişiklikleri ile birlikte YÖK’ün yapısının yeniden düzenleneceği vaat edilmektedir. Buna göre, YÖK, üniversiteler arasında eşgüdüm ve denetim işlevini yerine getiren ve akreditasyon sağlayan, dolayısıyla şimdikine göre yetkileri oldukça daraltılmış bir kurul haline getirilecektir. AK Parti’nin siyasal başarısındaki en önemli etmenlerden birinin sağlık sisteminde yapılan reform olduğu açıktır. Bu reform aracılığıyla, toplumda hemen herkesin yaşamında olumlu bir fark meydana getirilmiş, bu yolla geniş kesimlerin desteği sağlanmıştır. Parti, 2011 138


Seçim Beyannamesinde bu durumu özellikle vurgulamakta ve sistemde gidilen iyileştirmeleri seçmene hatırlatma yoluna gitmektedir. Burada, eğitim ve sağlık gibi konularda AK Parti’nin geçmiş uygulamalarını başarılı olarak gördüğü ve seçmene bunların sürdürüleceği güvencesini verdiği dikkat çekmektedir. Bu anlamda, yeni radikal reformlardan daha çok iktidarın ilk iki döneminde izlenen çizginin sürdürüleceği vurgusu dikkat çekmektedir. Beyannamede en fazla dikkat çeken noktalardan biri de kentleşmeye yönelik özel vurgudur. Bu bağlamda, “Yaşanabilir Çevre ve Marka Şehirler” konusu ayrı bir başlık altında düzenlenmiştir. Söz konusu başlık, “tarih boyunca medeniyetimiz, insanlığa örnek teşkil edecek derecede eşsiz şehirler kurmuştur. Ancak AK Parti hizmeti gelinceye dek, şehirlerimiz gereğince korunmamış, hak ettiği değer verilmemiş ve adeta yaşanılabilir olmaktan çıkarılmıştır.” cümlesi ile başlamaktadır. Buna göre, Beyannamede, AK Parti’nin kentlerin konut, ulaşım, trafik ve çevre sağlığı gibi sorunlarını çözecek adımlar attığı savunulmaktadır. Aslında bu yaklaşım, Partinin ekonomik politikaları ile da yakından bağlantılıdır. Bilindiği gibi, dünya ölçeğinde ekonomik gelişmişlik göstergelerinden birisi kentleşme oranının yüksekliğidir. Oysa Türkiye’de yüzde 70’ler civarında bulunan bu oran, gelişmiş ülkelerin bir hayli altındadır. Sanayi ve ticarete dayalı bir ekonomik kalkınma modeli için bu oranın daha yukarıya çekilmesi, ancak bunun için öncelikle kentlerde, altyapı ve konut stoku gibi açılardan hızlı nüfus artışına yanıt verebilecek şekilde gerekli düzenlemelerin yapılması önem taşır. Yerel yönetim reformu gibi düzenlemeler aracılığıyla bu yolun açıldığını iddia eden Parti, gelecek dönemde de aynı çizginin devam ettirileceğini savunmaktadır. AK Parti, kentleşmeye yönelik hedefleri bağlamında özellikle İstanbul özelinde yeni projeler geliştirmiştir. Marmara’dan Karadeniz’e geçiş için bir kanalın açılması ve İstanbul’da iki yeni kentin kurulması gibi projeler, kentleşmeye yönelik özel vurgunun somut yansımaları olarak değerlendirilebilir. Diğer taraftan, tüm bu projelerin ekonomik, ekolojik, hukuksal ve sosyolojik etkileri göz önünde bulundurularak ele alındığı ve bu şekilde belirli açılardan gelebilecek itirazların önlenmeye çalışıldığı görülmektedir. Daha açık bir ifadeyle, gündeme getirilen projelerin yalnızca seçimlerde propaganda malzemesi olarak kullanılmadıkları ve gerçekçi bir zeminlerinin bulunduğunun altının çizilmesine özen gösterilmektedir.

139


SONUÇ Neredeyse dokuz yıl boyunca ülkeyi tek başına yöneten bir siyasal parti, uygulamaya çalıştığı politikalar, mevzuatta yapılan veya yapılmayan birtakım düzenlemeler ve karar alma mercilerindeki insanların genel tutumları başta olmak üzere pek çok açıdan eleştirilebilir. Kaldı ki bu türden eleştiriler, demokrasinin özünde yer alır ve uygulayıcıların reel veya muhtemel hatalarını düzeltmeleri bakımından bir imkân sağlar. Ancak Türkiye’deki muhalefetin yapısı ve ülke sorunlarına genel yaklaşımı, iktidara yönelik eleştirilerden bağımsız bir şekilde ele alınamaz. Dünyanın hemen her yerinde iktidar partileri statükoyu korumak ve toplumsal baskıyla ortaya çıkan değişiklikleri engellemek veya yavaşlatmak çabası içindedirler. Bu bakımdan, iktidar partilerini değişmeye ve ülke içinde daha demokratik ve özgürlükçü bir yapının kurulmasına zorlayacak asıl unsur muhalefettir. Oysa Türkiye’de bunun tersi bir manzarayla karşılaşılmakta; iktidarın statükoyu aşma ve daha demokratik ve özgürlükçü bir ortam yaratılması çabalarına muhalefet partileri tarafından direnç gösterildiği görülmektedir. Aynı süreçte, muhalefet partilerinin ülkenin sorunlarına yönelik alıcı ve gerçekçi çözüm önerileri getirememeleri, Ergenekon ve Balyoz gibi demokratik süreçleri ortadan kaldırmayı hedefleyen girişimlerin karşısında net tavır almamaları da AK Parti’nin halk nezdinde kabul görecek güçlü ve gerçekçi bir alternatifinin doğmamasına neden olmuştur. Bundan dolayı, AK Parti’nin tüm eksik ve yanlışlarıyla, iktidarda bulunduğu dönemde sergilediği politikaları ülkenin genel siyasal konjonktüründen bağımsız şekilde değerlendirmemek gerekir. Aynı şekilde, muhalefet partilerinin tutarlı ve bütüncül bir ekonomi projesine sahip olmadıkları ya da bunu halka anlatamadıkları da görülmektedir. AK Parti, iktidarı boyunca sergilediği icraatları ile 2007 Seçim Beyannamesinde belirtilen hedeflere büyük ölçüde ulaşmıştır. Bu durumun oluşmasında, Seçim Beyannamesinde önceki iktidar döneminde sahip olunan performansı da göz önünde bulundurup makul ve gerçekçi hedefler belirlenmesinin de etkisi vardır. Gerçekten de Seçim Beyannamesinde, AK Parti’nin, diğer bazı siyasal oluşumların aksine popülist ve reel düzlemde uygulanması imkânsız vaatlerin uzağında durduğu açıktır. Aynı süreçte, özellikle siyasal konularda Beyannamede yer almayan bazı ileri adımların atılmaya çalışıldığı da görülmektedir. Örneğin Kürt Sorununun çözümü açısından aktif bir tavır alınması, bu amaçla “Demokratik Açılım Projesi”nin uygulamaya konulması, yükseköğretim kurumlarında Kürtçe bölümlerinin ve aynı dilde yayın yapan TRT 6 televizyon kanalının açılması bu durumun somut örneklerindendir. Ayrıca, Beyannamede vaat edildiği üzere, 1982 Anayasasının tamamen değiştirilmesi yönünde de girişimlerde bulunulmuş; ancak, gerekli zemin oluşmadığı için kısmi değişikliklerle yetinilmiştir.

140


Nitekim AK Parti’nin muhtemel bir yeni iktidar dönemindeki en önemli hedeflerinden birisi yarım kalan işi tamamlamak ve anayasayı yenilemek olacaktır. Tüm bu çalışmaların yaşama geçirilmesi, 2011 seçimlerinde Mecliste oluşacak tabloyla yakından ilişkilidir. Bu bağlamda, kamuoyu araştırmalarının neredeyse tamamının AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesine yetecek oy oranı elde edeceğine işaret ettiği bir tabloda, seçmenlerin öncelikli beklentisi, ülkenin demokratikleşmesi ve temel hak ve özgürlüklerin derinleştirilmesi yolundaki çabaların kesintiye uğramaksızın devam etmesidir.

141


YENİ ANAYASANIN TEMEL DİNAMİKLERİ

Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez Kamu Yönetimi Bölümü Karadeniz Teknik Üniversitesi

Anayasalar devlet iktidarını ve insan haklarını düzenleyen metinler olarak bilinirler. Ancak devlet iktidarını düzenlerken anayasaların bazı temel özelliklere sahip olması gerekmektedir. Bu nedenle de anayasa adı verilen metnin her zaman gerçek anlamda anayasa olarak kabulü mümkün olmayabilir. Zira anayasa adı verilen metnin gerçek anlamda anayasa olabilmesi için devlet iktidarı karşısında insan haklarını güvenceli bir şekilde düzenlemesi ve devlet organlarının oluşumu, görevleri ve yetkilerini kuvvetler ayrılığı esasına göre formüle etmesi gerekmektedir. Nitekim anayasacılık tarihine bakıldığında bu standardın hep ön planda tutulduğu görülür. 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinin 16. maddesinde bu durum açıkça vurgulanmış ve hakların güvence altına alınmadığı ve güçler ayrılığının tesis edilmediği bir toplumun anayasasının olmadığı açıkça ifade edilmiştir. Anayasalarda bu iki hususun bir arada bulunması zorunluluğu, devlet iktidarı karşısında bireyin özgürlükleri ile birlikte güvence altına alınmak endişesinden kaynaklanmaktadır. Zira, kullandığı kamusal yetkiler dolayısıyla devlet, birey karşısında üstün ve güçlü durumdadır. Bireyin haklarıyla birlikte devlet iktidarı karşısında bir özne olabilmesi açısından devletin “sınırlı” olması zorunludur. İşte bu biçimdeki sınırlamayı anayasa metninin ideal biçimde formüle edilmesi sağlayabilir. Anayasacılık mücadelesinin yaşandığı tüm devletlerdeki nihai hedef bu noktaya odaklanmaktadır (ERDOĞAN, 2001: 9; HAKYEMEZ, 2008: 130 -132). Devlet iktidarının birey özgürlükleri lehine sınırlandırılması ve kuvvetler ayrılığı esasına uygun bir devlet örgütlenmesinin tesisini sağlamak amacıyla ortaya konulan gayretleri ifade eden anayasacılık hareketleri (GÜL, 2010: 217-221), tarihsel süreç içerisinde ilk olarak Batı Avrupa’daki devletlerde kendisini göstermiştir. 1215’te İngiltere’de Manga Carta ile başladığı söylenebilecek olan bu süreçte sanayi devrimi ve sınıf mücadelesi belirleyici rol oynamıştır. İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri gibi değişik ülkelerde ilk örnekler olarak görülen bu gayretler sonucunda anayasa metinleri ortaya çıkmış ve devlet iktidarı bu şekilde insan hakları ile sınırlandırılmıştır. Görüldüğü üzere anayasacılığın amacı, devlet

142


iktidarını sınırlandırmak ve bireylerin temel hak ve özgürlüklerini devlet iktidarı karşısında güvence altına alma isteğidir(GÖZLER, 2011: 70). Bu bağlamda ülkemizdeki anayasa gelişmelerine ve bunun özelliklerine kısa bir göz atmakta yarar vardır. Zira bugünkü anayasa sorununun varlığını daha iyi idrak edebilmek açısından Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan süreçteki anayasacılığın temel özelliklerinin bilinmesi gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğunda başlayan anayasacılık hareketi Avrupa ülke örneklerine göre oldukça yenidir. Gecikmenin değişik nedenleri vardır. Ancak Türkiye’deki anayasacılıkta Avrupa’da olduğu gibi bir sanayi devrimi ve sınıf mücadelesi yaşanmamıştır. Bunun bir sonucu ise anayasacılığın daha ziyade yukarıdan aşağıya doğru bir yöntemle gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır. Gerek Osmanlı İmparatorluğunda ve gerek Türkiye Cumhuriyetinde anayasa yapımı hep yukarıdan aşağıya doğru olmuştur. Aşağıdan yukarıya halkın talepleriyle yapılan bir anayasa örneği ise bulunmamaktadır. Bu biçimdeki yöntemsel farklılık Osmanlı İmparatorluğu döneminde Padişahın ve bir kısım elitlerin süreci yönetmesi biçiminde tecelli etmiş, Cumhuriyet döneminde ise, daha ziyade askeri bürokrasinin gerçekleştirdiği darbeler sonrasında inisiyatifi eline geçirmesi sonrasında darbeci askerlerin etkisi, yönlendirmesi ve kontrolü ile anayasa yapımı biçiminde ortaya çıkmıştır. Bu durum, aslında anayasacılığın temelinde olan tabandan gelen talepleri hakkın öznesi konumunda olan bireylerin gündeme getirememesi sonucunu doğurmuştur. Sonuçta halk, yukarıdan aşağıya yapılan anayasa ile “verilenler”in de idrakinde olamamıştır. Gerçi anayasayı yapanlar da özellikle insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti açısından ideal standarda hiçbir zaman yaklaşmamışlar; sadece kendi oluşturmaya çalıştıkları toplum modeli bağlamında bazı yeniliklere ve kısmi olumlu düzenlemelere müsaade etmişlerdir. Bu nedenle de içerik olarak anayasalarda insan hakları, demokrasi ve kuvvetler ayrılığı gibi konularda her zaman ciddi sorunlar mevcut olmuştur. Türkiye’de anayasacılıkla ilgili yapılan tespitler 1982 Anayasası için de geçerlidir. Hatta bugün gelinen noktada 1982 Anayasasının doğurduğu sorunlar tüm açıklığı ile kendisini göstermektedir. Zira özellikle 1990 sonrasında Türkiye ciddi bir dönüşüm sürecine girmiştir. Bunun en önemli nedenleri olarak, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yargı yetkisini tanıması, Avrupa Birliğine tam üyelik için reformları yerine getirme taahhüdünde bulunması ve küreselleşen dünyada insanların diğer ülkelerde ve uluslararası alanda yaşananları daha yakından takip etmesi ve bunun ülkede yaşayanları etkilemesi biçiminde sıralanabilirler. Nitekim bunun sonucu olarak bugün artık 1982 Anayasasının ihtiyaçlara cevap vermediği toplumun her kesimi tarafından açıkça ifade edilmektedir. Üstelik anayasada on yedi defa

143


değişiklik gerçekleştirilmiş, 177 maddesi olan 1982 Anayasasının yüz civarındaki maddesinde değişiklikler yapılmış olmasına rağmen anayasa sorunu halen çözülememiştir. Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’de insan hakları, siyaset, ekonomi yönetimi ve bunlarla ilgili politikalar bağlamında karşılaşılan hukuksal sorunlar ve yaşanılan krizler gerçekten anayasa sorununu hemen hemen her alanda hissettirmiştir. Bu sorunlar aslında 1982 Anayasasının çağın ihtiyaçlarına cevap verememesi ve özellikle konumuz bağlamında insan haklarını gerçek anlamda güvence altına alamaması ve kuvvetler ayrılığını hukuk devletindeki anlamıyla tesis edememesinden kaynaklanmaktadır. Yeni anayasanın yapılması sürecinde işte bu sorunlara odaklanılmalıdır. Öncelikle yeni anayasanın karşılaşılan sorunları çözmeye yönelik yeni bir felsefesinin olması gerekmektedir. Bunun sağlanabilmesi için ise öncelikle 1982 Anayasasının felsefesinin tamamen terk edilmesi zorunludur. Zira 1982 Anayasası belli bir ideolojik tercihi ön plana çıkarabilmekte ve devlet - birey ilişkisinde önceliği devlete tanıyabilmektedir(YAZICI, 2009: 65). Bunun sonucunda ise uygulamada devletçi refleksler etkili olmakta, birey ve özgürlük ikinci plana itilmektedir Bu nedenle yeni anayasanın felsefesinde birey ön planda tutulmalı ve farklılıkları ile birlikte tüm bireyler aynı şekilde özgürlükleriyle birer özne olarak kabul edilmelidir. Bu bağlamda anayasa bir ideolojik tercihi değil, bireyi ve onun özgürlüğünü esas almalıdır.

Bu yaklaşımın tesisi açısından öncelikle anayasada insan onuruna açık vurgu

yapılmalıdır. Yeni anayasanın felsefesinin farkını ortaya koymak amacıyla başlangıç metninde, 1982 Anayasasının başlangıç metnindeki endişeler ve formülasyondan tamamen farklı olarak, bireye, onun özgürlüklerine, devletin birey özgürlüklerinin sağlanması noktasında görevli siyasal bir yapı olduğuna, devlet yönetiminde halkın iradesinin belirleyiciliğine ve hukukun üstünlüğüne özlü biçimde vurgu yapılmalıdır. Yine bu felsefenin açık bir göstergesi olarak yeni anayasada tek değiştirilemez madde olarak insan onurunun dokunulmazlığının öngörülmesi anlamlı olacaktır. Bunun gibi insan haklarının önemine binaen anayasa sistematiği açısından yeni anayasada önce insan hakları ve güvenceleri düzenlenmeli, daha sonraki maddelerde ise insan haklarının sınırlandırılması ve olağanüstü dönemlerde tabi oldukları hukuki rejime yer verilmelidir. Böylece, 1961 ve 1982 Anayasalarından farklı bir yaklaşımla, yeni anayasada insan haklarının esas alındığı, sınırlamanın ise istisna olduğu daha açık biçimde fark edilmiş olacaktır. Öte yandan anayasada insan hakları düzenlenirken mümkün olduğunca temel ilkelere yer verilmeli, kanunlarda yer alabilecek tali hususlara ilişkin hükümler anayasaya konulmamalıdır. Yeni anayasada insan hakları konusunda evrensel standarda uygun bir düzenleme yapılmalıdır.

144


İnsan haklarının düzenlenmesi aşamasında özellikle farklılıkları güvence altına alan, çoğulculuğu gerçek anlamıyla tesis etmeye yönelik bir yaklaşımın ortaya konulması önemlidir. Anayasanın önemli bir ayağı da demokrasi tercihi ile ilgilidir. Bu bağlamda yeni anayasada kendine özgü demokrasi arayışları tamamen reddedilmeli; tam demokrasinin tesisi açısından mevcut sorunlu noktalara ilişkin esaslı çözümler sunulmalıdır. Bunun yapılması esnasında istikrarlı demokrasilerdeki standardın benimsenmesi gerekir. Yeni anayasada bu bağlamda anayasanın öngördüğü takdir yetkisi içerisinde kural koyma ve yönetme yetkisi sadece seçilmiş kişilere ait olmalıdır. Bilindiği gibi 1982 Anayasasında vesayet anlayışını tahkim eden kurumlar ve hükümler bulunmaktadır(ÖZBUDUN, 2008: 71-72). Bürokrasinin siyaset üzerinde vesayeti doğuran müdahaleleri tamamen ayıklanmalıdır. Bu bağlamda vesayetin ortadan kaldırılabilmesi açısından yeni anayasada Milli Güvenlik Kurulu gibi bir kurula yer verilmemelidir. Öte yandan asker sivil ilişkilerinde Genelkurmay Başkanının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması, silahlı kuvvetlerin siyasal iktidarın emir ve direktifleri doğrultusunda görev yapması imkanı sağlanmalıdır. Yine bu bağlamda anayasada askeri yargı alanındaki yüksek mahkemeler kaldırılmalıdır. Demokrasinin tesisi açısından TBMM ve siyaset üzerindeki güvensizlik algısı ortadan kaldırılmalıdır. Bu bağlamda özellikle TBMM’nin Anayasa Mahkemesi ve HSYK gibi kurumlara üye gönderememesi gibi sorunların giderilmesi gerekir. Bunun yanında, kuşkusuz TBMM’nin anayasaya uygun biçimde yasama sürecini sonuçlandırabilmesi açısından anayasaya yargısı denetimi sürdürülmelidir. Ancak, bu denetimin yerindeliğe kaymaması, anayasaya uygun takdirler söz konusu olduğunda TBMM’nin yetkisine müdahalenin mümkün olmaması gerekmektedir. Tam demokrasinin tesisi bağlamında siyasal partilerdeki lider sultası ve genel merkezin ağırlığı yerine daha demokratik iç işleyiş mekanizmaları oluşturulmalıdır. Öte yandan siyasal parti yasaklama rejimi, gerek kapatma davası açma usulü ve gerek siyasal parti yasakları bağlamında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı ve Avrupa Konseyinin önemli bir istişari kurumu niteliğinde sayılabilecek olan Venedik Komisyonunun ortaya koyduğu kriterler ve özellikle bu Komisyonun 2009 yılında Türkiye’ye özgü yayınladığı rapor da göz önünde tutularak yeniden düzenlenmelidir51.

51

Venedik Komisyonunun konuya ilişkin raporları için bkz.: CDL-INF (2000) 1. Guidelines on Prohibition and Dissolution of Political Parties and Analogous Measures. 10 – 11 December, 1999; CDL-AD (2009) 006. Opinion on the Constitutional and Legal Provisions Relevant to The Prohibition of Political Parties in Turkey. 13-14 March 2009. (Erişim Tarihi: 14.10.2011).

145


Demokrasi bağlamında önemli bir nokta da yerinden yönetimin güçlendirilmesi ile ilgilidir. Türkiye’de merkeziyetçi eğilimin ağırlıkta olması dolayısıyla özellikle idarenin işleyişinde ciddi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu sorunlar aynı zamanda yerel hakla olan güvensizliğin de etkisiyle aslında demokrasinin tabana yayılmasına ve yerel demokrasinin gelişmesine engel olmaktadır. Ayrıca bu anlayışın etkisi dolayısıyla mahalli idareler ciddi sorunlarla karşı karşıya kalabilmektedirler. Yeni anayasada, dünyadaki genel eğilime paralel olarak yerinden yönetime ağırlık verilmeli, yerinden yönetim esas ve merkezden yönetim ise istisna olmalıdır. Bu nedenle mahalli idarelere daha fazla yetki ve kaynak aktaracak bir tercih anayasada açıkça düzenlenmelidir. Yeni anayasanın bir diğer önceliği ise hukukun üstünlüğünü tüm alanlarda tesis etmesi ve yargıyı hukuk devletindeki amacına uygun biçimde yeniden yapılandırması hususunda olmalıdır. Yeni anayasada, yetkili her kişi veya organın sorumluluğu sağlanmalı ve yargısal denetim yasakları tamamen ayıklanmalıdır. Ancak hukuk devletinin tesisi açısından yargının da özellikle başta HSYK ve Anayasa Mahkemesi olmak üzere yeniden yapılandırılması zorunludur. Bu bağlamda anayasada açıkça yargı bağımsızlığının amacının adil bir yargı düzeni tesis etmek olduğu ve yargı bağımsızlığının yargı tarafsızlığı ile birlikte bir anlam ifade edebileceği vurgulanmalıdır. Bunun sağlanabilmesi açısından ise özellikle HSYK’nın yapılandırılmasında Avrupa ülke örneklerindeki standartla uyumlu yenilikler yapılmalıdır. Kuşkusuz 2010 anayasa değişikliği ile HSYK bağlamında yapılanların demokratik hukuk devletinin tesisi açısından çok önemli olduğu ifade edilmelidir. Bu bağlamda yeni anayasada HSYK ile ilgili düzenlemeler yapılırken asla 2010 Anayasa değişikliklerinden geriye gidilmemeli; bu değişikliklerden sonraki yeni yapıda var olan sorunlu noktalara yönelik yenilikler getirilmelidir. Bu bağlamda yargının demokratik meşruiyeti açısından HSYK’nın oluşumunda TBMM’nin dörtte bir oranında üyeyi belli özelliklere sahip hukukçular arasından doğrudan seçmesi imkanı mutlaka sağlanmalıdır. Son olarak yeni anayasada Anayasa Mahkemesi ile ilgili de bazı yeniliklerin yapılmasına değinmek gerekir. Zira Anayasa Mahkemesi, anayasayı yorumlayan ve bu yorumlama sonucunda verdiği kararlarla kanun koyucunun işlemlerini yürürlükten kaldırma gücünü elinde bulunduran bir kurum olması yönüyle siyasal sistem içerisinde çok güçlü yetkilere sahiptir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesinin oluşumu yeniden formüle edilmelidir(ARSLAN, 2005: 257-264). Bu yapılırken Mahkemenin 17 üyesinin yarıya yakın kısmını TBMM koşulları belirlenmiş kişiler arasından seçmelidir. Öte yandan yargıdan gelen üyelerin sayısı azaltılmalı, Yargıtay ve Danıştay’dan gelecek üyelerin sayısı sınırlı tutulmalıdır. Üye seçiminde

146


akademisyenlere daha fazla kontenjan tanınmalıdır. Oluşumda daha çoğulcu bir yapının tesisi ile daha fazla müzakereyle verilmiş daha tatminkar gerekçeleri olan kararlar üretilebilecektir. Anayasa Mahkemesinin insan haklarının gerçek güvencesi olduğu anayasa metninde açıkça zikredilmelidir. Öte yandan Mahkemenin kullanacağı yetkilerin hangileri olacağı da tadadi biçimde belirtilmelidir. Günümüzde gelinen aşamada Türkiye’de karşı karşıya olduğumuz sorunların bir kısmının doğrudan veya dolaylı olarak anayasadan kaynaklandığı açıktır. Bu nedenle bugün yeni anayasa beklentisi daha belirgin bir hal almıştır. Kuşkusuz bu biçimdeki bir fırsat Osmanlı İmparatorluğundan bugüne kadar olan anayasacılıkta ilk kez bu denli açık biçimde kendisini göstermiştir. Bunun bir an önce eyleme geçirilmesi ve sonuçlandırılmasında fayda vardır. Ancak bu yapılırken şüphesiz yeni anayasaya karşı çıkanlar ya da ideal ölçütler dahilindeki düzenlemeleri kabul etmeyenler de olacaktır. Belki de bu düşüncede olanların etkisiyle kısa vadede yeni anayasa beklentisinin karşılanmasında sorunlar yaşanabilir. Ancak unutulmamalıdır ki kamuoyunda yeni anayasa beklentisi gittikçe artan bir oranda yükselmekte ve daha geniş kitlelere yayılmaktadır. Bu nedenle artık yeni anayasanın yapılması kaçınılmaz bir hal almıştır denebilir. Buna karşı çıkanlar belki yeni anayasanın kabulünü geciktirebilir ama uzun vadede Türkiye’nin 1982 Anayasası ile yoluna devam etmesi mümkün gözükmemektedir.

Kaynakça ARSLAN, Zühtü; Anayasa Teorisi, Seçkin Yay., Ankara, 2005. ERDOĞAN, Mustafa; Anayasal Demokrasi, 4. Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2001. GÖZLER, Kemal; Anayasa Hukukunun Gelen Esasları, İkinci Baskı, Ekin Yay., Bursa, 2011. GÜL, Cengiz; İktidarın Sınırlandırılması ve Hukuk Devleti, Adalet Yay., Ankara, 2010. HAKYEMEZ, Yusuf Şevki; “Osmanlı-Türk Anayasacılığında II. Meşrutiyet Durağı”, Yüzüncü Yılında II. Meşrutiyet, (Editör: Asım ÖZ), Pınar Yay., İstanbul, 2008, s. 129-155. ÖZBUDUN, Ergun; Türk Anayasa Hukuku, 9. Baskı, Yetkin Yay., Ankara, 2008. YAZICI, Serap; Yeni Bir Anayasa Hazırlığı ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul, 2009.

147


YEREL YÖNETİMLER VE DEMOKRASİ

Prof. Dr. Yusuf Şahin Kamu Yönetimi Bölümü Karadeniz Teknik Üniversitesi

1. GİRİŞ Yerel yönetimler, yerel bir topluluğun ortaklaşa sorunlarının çözümü için doğal olarak ortaya çıkmış olan kurumlardır. Ama zamanla bu yönetimler, doğal kurumlar olma özelliklerini yitirmişler, merkezi yönetimler onları merkezin taşradaki uzantısı haline getirmişlerdir. Ama bu, yerel yönetimlerin önemini azaltmamış, söz konusu yönetimler, ortaklaşa sorunlar konusunda kendi kaderine sahip çıkmayı esas alan demokrasi tartışmalarındaki yerini korumuştur. Yerel yönetimler, bir yönüyle, yerel halkın kendi kaderine sahip çıkmasının bir aracı olarak değerlendirilmiştir. Halen yürürlükte olan anayasal çerçeve içinde yerel yönetimleri, anayasanın ruhundan bağımsız bir şekilde ele almak mümkün gözükmemektedir. 1982 Anayasası, devleti esas alan, bireyi (ve dolayısıyla bireysel özgürlükleri) ikinci plâna iten bir ruha sahiptir. Bu ruh, yerel yönetimlerle ilgili hukukî düzenlemelere de sirayet etmiş gözükmektedir. Örneğin, il özel idaresinin yürütme organı olarak vali, seçilmiş il genel meclisi üyelerinden daha güvenilir biridir. Zira vali, bir devlet memurudur. İl protokolünde ilk iki sırada, her ikisi de bir devlet memuru olan vali ve garnizon komutanı, üçüncü sırada da il belediye başkanı yer almaktadır. 2. YEREL DEMOKRASİ Yerel yönetimlerin önemi, yerel halkın kendi kendini yönetmesinin önemli olduğu düşüncesine dayanır. Nitekim Avrupa Konseyi bünyesinde hazırlanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’da yerel yönetimlerle ilgili tartışmaların local self-government kavramından hareketle yapıldığı görülmektedir. Osmanlının son dönemi ve Cumhuriyet tecrübesi bize, yerel yönetim tartışmalarını bireycilik eksenli ele alarak çözmediğimizi göstermektedir. Bugün ilgili literatüre bakıldığında yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin bir gereklilik olduğu vurgulanmaktadır. Ancak buradaki güçlendirmeden kastedilen şey, “daha fazla kamusal yetki”, “merkezi idareden daha fazla

148


kamusal kaynak aktarımı” ve “daha az denetim altında kamusal kaynakları harcama imkânı” şeklinde anlaşılmaktadır. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi doğrultusundaki taleplerde, ülke düzeyindeki demokrasi taleplerinde karşımıza çıkan çarpıklıkların gözlendiğini söylemek mümkündür. Örneğin her siyasî parti, siyasî iktidarın devleti ele geçirdiğinden ve demokratik olmadığından söz eder. Ama devleti ele geçirmekten, genellikle, devleti kendisinin değil de başkasının yönetmesini, demokratik olmamaktan da yine kendisine danışılmamasını kasteder. Demokrasi tartışmasının bu sığlıkta yapılması, devletin demokratikleşmesini de geciktirmektedir. Aynı çarpıklık yerel yönetimler düzeyinde de geçerlidir. Oysa demokrasi, “Toplumsal bağlayıcılığı olan kararların, o kararlara uyması beklenen ya da zorlanan kişilerin iradesini yansıtacak biçimde oluşturulduğu” (Demir ve Acar, 2005: 88); liberal demokrasi ise, “çoğunluklara karşı bireysel hakların özel olarak anayasal koruma altına alındığı” (Barry, 2003: 320) bir siyasî sistem şeklinde tanımlanır. Liberalizmin bütün bu tanımının yerel yönetimler açısından oldukça önemli imalarının olduğunu belirtmek gerekir. İlk önce, genel olarak devletin yetkilerinin sınırlandırılmış olması ve zaten sınırlı yetkileri olan devletin, sahip olduğu yetkilerinden önemli bir bölümünü halka, yetkinin kaynağına en yakın birime aktarması gerekmektedir. Avrupa Birliği çerçevesinde buna yerindenlik veya hizmette halka yakınlık ilkesi (subsidiarity principle) denilmektedir. Alt düzeyde bir birimde yerine getirilebilecek bir hizmet, daha üst bir idarî birime aktarılamaz. Devlete ancak sınırlı bir yetkinin tanınmış olması ve bu yetkilerin önemli bir bölümünün de en alt idarî birimlere (Türkiye örneğinde yerel yönetimlere) aktarılması, sivil alanın genişletilmesi demektir. Sivil alanda bireyler, bazen şirketler, bazen vakıf ve dernekler ve bazen de başka türden örgütlenmeler yoluyla ama her hâlükârda gönüllülük çerçevesinde işlerini yerine getirirler. Buradaki gönüllülük, her bireyin, kendisi için iyi, güzel, hoş olduğuna inandığı doğrultuda hayatını idame ettirmesini garanti altına alacaktır. Ayrıca, devlete ve dolayısıyla yerel yönetimlere yetki verilmiş olması, hizmet sunma biçimlerinde tek tipleşmeyi zorunlu kılmaz. Liberalizmin hayatta var olduğuna inandığı farklılığın, hizmet sunma modellerinde de denenmesi, örneğin, yerel yönetimlerin, yerel halkın şartlarını da dikkate alacak şekilde farklı hizmet sunma seçenekleri sunması beklenir. İkincisi, yerel yönetimlere bırakılan alanda temel hak ve hürriyetleri kısıtlayıcı tarzda bir yetkilendirmeye gidilmemelidir. Örneğin, mülkiyet haklarını tümden ortadan kaldıracak tarzda belediyelere yetki aktarımı, liberal demokratik bir sisteme uygun olmayacaktır.

149


Üçüncüsü, yerel yönetimlere bırakılan görevleri yerine getirirken kamusal yetki kullanan memurların, sorumlu tutulacağı mekanizmaların sisteme dâhil edilmesi gerekir. Yerel yönetimler hem karar alırlarken, hem hizmet sunarlarken hem de hizmet sunduktan sonra, olabildiğince şeffaf bir ortamda işlerini yapmak, halkı günışığında yönetmek (government in the shine) (Özay, 2002: 69 vd.) durumundadırlar. Son olarak, yerel yönetimler, gizli müdahale biçimleriyle sivil alanı, özellikle hür teşebbüsü ve mübadeleyi sınırlandıracak adımlar atmamalıdır. Aksi halde bireysel özgürlüğün yeşermesini merkezi idare değil de yerel idareler engellemiş olurlar. 3. YEREL YÖNETİMLERLE İLGİLİ SORUN ALANLARI Yerel yönetimlerle ilgili sorun alanlarını, liberal demokratik sistem açısından, Anayasanın 127. Maddesindeki düzenlemelerden hareketle, şu şekilde sıralamak mümkündür (Şahin, 2011: 95): (a) Seçimle göreve gelecek yerel yönetim organlarının “karar organları” şeklinde sınırlandırılmış olmasına son verilmelidir. (b) Seçimlerin genel seçimlerle ilişkilendirilmesi, seçim ekonomisi bakımından oldukça önemlidir ama bu, yerel yönetimleri merkezi yönetimin bir uzantısı olarak gören bir anlayışı da yansıtmaktadır. Birincisi, yerel seçimler ya tamamen genel seçimlerle yapılmalı (bu yukarıdaki eleştiriyi güçlendirecektir) ya da genel seçimlerden tamamen koparılmalıdır. Ayrıca, pek çok demokratik ülkede olduğu gibi yerel halka, yerel seçmenlerin belirli bir oranına erişecek şekilde imza topladıkları takdirde, seçimleri yenileme hakkı da verilmelidir. Zira halk, bazen tercihlerinde yanılmış olabilir ama bu tercihe beş yıl tahammül etmek, telafisi imkânsız sorunların ortaya çıkmasına yol açabilir. (c) İçişleri bakanına verilen yetkinin kaldırılması ve yargı denetiminin yeterli sayılması gerekmektedir. (d) Merkezi idareye tanınmış olan ve her biri istenilen yere çekilebilecek kavramlara dayandırılmış bulunan vesayet denetimi yetkisinin kaldırılması ve bunun da yargı denetimiyle sınırlı tutulması gerekir. (e) Yerel yönetimler arasındaki birlik kurmayı Bakanlar Kurulunun iznine ve kanun çıkarılmasına bağlayan düzenleme kaldırılmalıdır. Sivil hayattakine benzeştirilerek yerel yönetimlerin kendi aralarında gönüllü birliktelikler kurabilmelerinin yolu açılmalıdır.

150


(f) Yerel yönetimlere görevleriyle orantılı gelir kaynakları sağlanır şeklindeki ifade değiştirilmeli, yerel yönetimlerin merkezi yönetimin topladığı vergilerden beslenen ve dolayısıyla bütünüyle merkeze bağımlı olan bir idarî birim olması uygulamasına son verilmelidir. Yerel yönetimlerin maliyesi, belki yumuşak bir geçişle, kendi kaynaklarını kendisi oluşturacak şekilde olmalı, yerel yöneticiler kendilerini seçen halka, ne yapacağını ve yapacaklarını hangi kaynaklardan temin edeceğini, bir bakıma, halktan hangi fedakârlıklar karşılığında onlara ne tür hizmetler sunacağını belirtmelidir. Yürürlükteki yerel yönetimler sisteminin sorunlarını sadece anayasal düzenlemelerle sınırlandırmak, sorunu basitleştirmek olacaktır. Bazen anayasada bu şekilde öngörülmemiş olmasına rağmen kanunî düzenlemelerden kaynaklanan yerel halkın kendi kendini idare etmesi anlayışıyla ters düşecek düzenlemelerden de söz etmek mümkündür. Yukarıdaki sorunlar listesine devamla, bunları da şu şekilde özetlemek mümkündür: (g) Yerel seçimlerle göreve gelen yöneticilerin ciddi bir meşruiyet sorunu bulunmaktadır. Hâlihazırdaki seçim sistemine göre oy kullananların en fazla teveccühünü almış olan aday, yerel yönetici olmaktadır. Örneğin, bir belediye başkanının aldığı oy oranı bazen, yüzde yirmiler düzeyine kadar inebilmektedir. (h) Yerel siyasetin finansmanının şeffaflaşması, kamu kurum ve kuruluşlarının dışındaki kişi veya kuruluşlardan seçim yardımı almanın önünün açılması ama kimin kime yardım ettiğinin ve kimin de kimden yardım aldığının herkesin gözünün önünde olması gerekmektedir. (i) İşlem maliyetleri, idarenin yükünü artıran önemli bir unsurdur. İşlem maliyetlerini azaltıcı mahiyette idarî usullerin basitleştirilmesi (ve hatta bazılarının kaldırılması) yönünde çalışmaların yapılması, hem daha az vergi yükünü gerektireceğinden hem de kaynakların daha etkin ve verimli kullanılmasını temin edeceğinden dolayı bir zaruret olarak görülmelidir. (j) Anayasal düzeyde bir sorun olmaması rağmen bir zihniyet sorunu olarak idarî yargıda karşımıza çıkan yerindelik denetiminin önüne geçmeye yönelik tedbirlerin alınması gerekir. (k) Yerel yönetim birimlerinin dünyadaki genel eğilime uygun olacak bir biçimde ölçek sorunu gözden geçirilmeli, örneğin, standart bir örgütlenme şeması gerektirdiğinden, küçük yerleşim yerlerini belediye yapma uygulamasına son verilmeli, belki, belediye olacak yerlerin nüfusunu artırmalı veyahut da belediye yapılacak yerlerin başka özelliklerine de bakılmalıdır. (l) Sunulan hizmetin kalitesinde bir eksilmeye yol açmayacağından, hatta yerel çıkar ilişkilerinin oluşmasına mani olunacağından, bugün yerel yönetimlerin sunduğu mal ve 151


hizmetlerin önemli bir bölümünün piyasaya bırakılması, belediye şirketleri yoluyla piyasaya müdahalenin önüne geçilmesi bir zaruret olarak gözükmektedir. (m) Son dönem yapılan kanunî düzenlemelerin en önemlilerinden biri de Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’nun çıkarılması olması olmuş, bu sayede, kamusal kaynaklarla hizmet sunan birimlerin bu kaynakları temin edenlerce denetlenmesi daha kolay hale getirilmiştir. Ancak bilgi edinme hakkının kullanımı konusunda yönetimler çekingen davranmakta, verilen bilgilerin nitelikleri konusunda da uygulamada sıkıntılar yaşanmaktadır. Bunların önüne geçecek ilave tedbirler almak ve dolayısıyla bireylerin, sahip oldukları özgürlüklerini daha güçlü bir şekilde savunabilmelerine imkân sağlamak oldukça önemlidir. (n) Yerel yönetimlerin personel sorunu, bir sonraki dönem seçilecekleri mağdur etmeyecek şekilde yeniden ele alınmalı, çalışanların performansını dikkate alacak bir ücret politikası üzerinde kafa yorulmalıdır. (o) Yerel düzeydeki bürokratlara seçilmişlerden daha fazla güvenildiğini ima eden düzenlemeler, gözden geçirilmelidir. 4. SONUÇ Yeni anayasa tartışmaları, gündemi en çok meşgul eden konulardan biri gibi gözükmektedir. Anayasa tartışmalarında daha çok, genel sorunlar tartışılmakta, yerel düzeydeki sorunlar göz ardı edilebilmektedir. Oysa anayasa iki aşamalı bir yetki bölüşümünü içermektedir. İlk olarak, devlet ile devletin dışındaki unsurlar (buna sivil toplum da denilebilir) arasındaki yetki bölüşümüdür. Devlete bırakılan yetki sahası, daha sonra, devletin merkezi kuruluşları ile yerel kuruluşları arasında ikinci bir bölüşüme daha tâbi tutulmaktadır. İşte bu ikinci bölüşümdeki bazı sorunlar, genel felsefesi değişmemiş bir anayasal çerçeve içinde daha yakıcı sorunlar haline dönüşebilir. Bu yüzden yeni anayasa, bu sorunları da çözmeyi amaç edinmelidir. KAYNAKÇA Barry, Norman P. (2003), Modern Siyaset Teorisi, (Çev.) M. Erdoğan ve Y. Şahin, Ankara: Liberte Yayınları. Demir, Ömer ve Mustafa Acar, (2005), Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ankara: Adres Yayınları. Özay, İl Han, (200), Günışığında Yönetim, İstanbul: Alfa. Şahin, Y. (2011), “Bürokratik Vesayet Tartışmasında Gözardı Edilenler”, Stratejik Düşünce, Yıl: 2, Sayı: 16, s. 94-97.

152


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.