-1-
RICK RIORDAN
ATEŞ TAHTI KANE GÜNCELERİ 2 Çeviri: Belgin Selen Haktanır Us Editör: Esen Gür
- ön okuma -
KAYIP RIHTIM -2-
I Ani bir Patlamayla Gelen Eğlence
Selam, ben Carter. Bakın, kendimizi uzun uzun tanıtacak vaktimiz yok. Bu öyküyü bir an önce anlatmam gerek, yoksa hepimiz öleceğiz. İlk ses kaydımızı dinlemediyseniz hemen sizinle tanıştığıma memnun olduğumu söyleyeyim ve sadede geleyim: Mısır tanrıları modern dünyada cirit atıyor; Hayat Evi adı altında faaliyet gösteren bir grup büyücü onları durdurmaya çalışıyor; herkes Sadie’den ve benden nefret ediyor ve kocaman bir yılan güneşi yutmak ve dünyayı yok etmek üzere. [Ah, Sadie! Bu da neydi şimdi?] Sadie az önce beni yumrukladı. Bunları söyleyerek ödünüzü koparacağımı söylüyor. Öykünün başına dönüp derin bir nefes almalı ve her şeyi baştan anlatmalıymışım. Pekâlâ. Ama bana soracak olursanız cidden korkmanız gerek. Bu ses kaydının amacı neler olup bittiğinden ve işlerin nasıl ters gittiğinden sizi haberdar etmek. Bir sürü insan bizim hakkımızda saçma sapan şeyler söyleyecek ama bilin ki o insanların ölümüne biz sebep olmadık. Yılana gelince, o da bizim hatamız değildi. Şey, tam olarak değildi demek daha doğru olacak. Dünyadaki tüm büyücülerin bir araya gelmesi gerek. Tek şansımız bu. Şimdi sizlere öyküyü anlatacağım. Sonra, kendiniz karar verin. Her şey Brooklyn’de yangın çıkardığımız gün başladı. *** Aslında yapacağımız işin son derece basit olması gerekiyordu: Brooklyn Müzesi’ne
-3-
girecek, bir Antik Mısır eserini ödünç alacak ve yakalanmadan kaçacaktık. Hayır, hırsızlık falan yapmayacaktık. Er ya da geç eseri geri götürecektik. Ama oldukça şüpheli görünüyor olmalıydık: Müzenin çatısında kapkara Ninja giysili dört çocuk gördüğünüzü düşünün. Ha, yanımızda bir de Ninja gibi giyinmiş bir babun vardı. İşte, bu cidden şüphe uyandıran bir durumdu. İlk olarak yeni öğrencilerimiz Jaz’le Walt’ı içeri yollayıp yan pencereyi açmalarını istedik. Bu arada Khufu, Sadie ve ben çatının tam ortasındaki kocaman cam kubbeyi inceledik. Çünkü burası kaçış planımızın önemli bir parçasıydı. Ne yalan söyleyeyim, çıkış planımız hiç de iç açıcı görünmüyordu. Hava çoktan kararmıştı. Müzenin o saatte kapanmış olması gerekiyordu. Ancak cam kubbe hala ışıl ışıldı. İçeride, yaklaşık on iki metre aşağıda smokinli ve tuvaletli yüzlerce kişi bir havaalanı hangarı büyüklüğündeki bir balo salonunda eğleniyor, dans ediyordu Bir orkestra müzik çalıyordu ama rüzgar kulaklarımda uğulduyor, soğuktan dişlerim birbirine çarpıyordu. Öyle ki müziği duyacak halde değildim. Üstümde bir tek keten pijamalarım olduğu için soğuktan neredeyse donmak üzereydim. Büyücülerin keten giysiler giymesi gerekir çünkü keten kumaş yapılan büyüleri etkilemez. Zaten neredeyse asla soğuk ve yağışlı olmayan Mısır çölünde insanlar keten giysiler giymeyi bir gelenek haline getirmişler. Ama Mart ayında Brooklyn pek de Mısır çöllerine benzemez. Kız kardeşim Sadie soğuktan etkilenmiş gibi görünmüyordu. Kulağındaki iPod eşliğinde bir yandan kubbenin üstündeki kilitleri açıyor, bir yandan da bir şarkı mırıldanıyordu. Söylesenize, bir müzeye gizlice girmeye çalışırken kim iPod’unu yanına alır? Sadie de hemen hemen benim gibi giyinmişti ama tek farkı ayağındaki asker botlarıydı. Sarı saçlarına kızıl röfleler atılmıştı. Böylesine gizli bir görev için hiç dikkat çekici değildi yani! Masmavi gözleri ve açık teniyle bana hiç benzemiyordu ki her ikimiz de bunu sorun etmiyorduk. Yanımdaki çılgın kızın kız kardeşim olduğunu inkar edebilmek gibi bir seçeneğimin olması güzel şey doğrusu. “Müzenin boş olacağını söylemiştin,” diye sızlandım. Sadie’nin kulaklıklarını aşağı çekene dek beni duymadığı için aynı şeyi bir kez daha söyledim. “Evet ama gerçekten de boş olması gerekiyordu.” Şimdi Sadie bunu inkar edecek ama son üç ayımı ABD’de geçirdikten sonra İngiliz aksanı yok olmaya başlamıştı. “Web sitesinde müzenin saat beşte kapandığı yazıyordu. Bu gece burada bir nikah kıyılacağını nereden bilebilirdim?”
-4-
Nikah mı? Aşağıya bakınca Sadie’nin haklı olduğunu gördüm. Kadınlardan bazıları şeftali renkli nedime elbiseleri giymişlerdi. Masalardan birinde de çok katlı beyaz bir nikah pastası duruyordu. Davetliler iki ayrı gruba ayrılmışlar, arkadaşlarının etrafında dans edip el çırptıkları gelinle damadı sandalyeleriyle havaya kaldırmışlar, salonda gezdiriyorlardı. Gelinle damadın sandalyeleri her an birbirine çarpabilir, ikisi kafa kafaya tokuşabilirlerdi. Khufu camı tıklattı. Üstündeki kapkara giysilere rağmen altın renkli postu ve gökkuşağı rengindeki burnu ve poposuyla karanlığa karışması biraz zordu. “Aaa!” dedi. Khufu bir babun olduğundan, Bakın, aşağıda yiyecek var da demiş olabilirdi, Bu bardak kirli de demiş olabilirdi, Hey, aşağıdaki insanlar sandalyelerle aptalca şeyler yapıyorlar da demiş olabilirdi. Sadie babunun ne dediğini anlamış olmalıydı ki “Khufu haklı,” dedi. “İçeri girsek bile kimseye görünmeden ilerleyemeyiz. Belki de müzenin bakım ekibiymişiz gibi davranırsak…” “Tabii,” dedim. “Af edersiniz deyip içeri dalan dört çocuk üç tonluk bir heykeli alacak. Sonra heykeli çatıdan yukarı havalandıracak. Bize aldırış etmeyin deriz, olur biter canım, ne var yani?!” Sadie gözlerini devirdi. Ucu bükük, üstünde canavar resimleri olan fildişi değneğini çıkarıp heykelin tabanına doğrulttu. Havada altın renkli bir hiyeroglif belirdi ve son kilit de çıt diye açılıverdi. “Burayı kaçış kapısı olarak kullanmayacaksak neden kilitleri açmaya çalışıyorum?” dedi. “Yan pencereden içeri gireceksek neden oradan dışarı çıkmıyoruz?” "Söyledim ya, heykel devasa boyutlarda. Yan pencereden dışarı çıkarmak mümkün değil. Hem tuzaklar…” “O halde, yarın akşam tekrar mı deneyeceğiz?” Hayır manasında başımı salladım. “Yarın tüm sergi toplanıp dünyanın farklı yerlerinde sergilenmek üzere müzeden çıkarılacak.” Sadie her zamanki gibi gıcık bir biçimde kaşlarını havaya kaldırdı. “Keşke birisi bize daha önce bu heykeli çalmak zorunda olduğumuzu söyleseydi…” “Boş versene.” Konuşmanın nereye varacağını biliyordum. Sadie’yle tüm gece müzenin çatısında didişmenin bize hiçbir faydası olmayacaktı. Tabii, Sadie haklıydı. Ona fazla bilgi vermemiştim. Ama ne yapayım? Kaynaklarım pek de güvenilir değildi. Haftalarca yardım istedikten sonra nihayet arkadaşım şahin savaş tanrısı Horus bana
-5-
rüyamda bir ipucu vermişti: “Ha, bu arada, şu istediğin eser var ya? Hani, tüm gezegeni kurtaracağını düşündüğün eser? Son otuz senedir sokağın hemen aşağısındaki Brooklyn Müzesi’nde duruyor ama yarın onu sergilenmek üzere Avrupa’ya gönderecekler. O yüzden elini çabuk tutsan iyi olur! Heykeli nasıl kullanacağını anlayabilmek için önünde beş gün olacak. Bunu başaramazsan hepimiz mahvolacağız. Bol şans! Bunları bana daha önce söylemediği için avaz avaz bağırabilirdim ama hiçbir şey değişmezdi. Tanrılar ancak hazır olduklarında konuşurlar ve zamanı ölümlüler gibi hissetmezler. Bunu bilmemin nedeni de birkaç ay önce Horus’un zihnimin içinde olmasıydı. O zamandan beri minik fareleri avlamak ya da insanlara ölümüne meydan okuma gibi ondan bana geçen anti-sosyal alışkanlarım devam ediyordu. “Plana bağlı kalalım,” dedi Sadie. “Yan pencereden içeri girelim, heykeli bulalım, sonra da onu balo salonundan yukarı uçuralım. Bu aşamaya geldiğimizde balo salonundaki nikah töreniyle ilgileniriz. Belki bir karışıklık falan yaratıp dikkatleri başka yöne çekeriz.” “Karışıklık mı?” “Carter, gereksiz yere endişeleniyorsun. Her şey harika olacak. Tabii başka bir planın varsa hemen söyle.” Asıl mesele başka planımın olmamasıydı. Büyü yapmanın işleri kolaylaştıracağını düşünüyor olabilirsiniz. Tam aksine, büyü çoğu zaman işleri daha da karmaşık hale getirmekten başka bir işe yaramaz. Farklı ortamlarda şu ya da bu büyünün işe yaramaması için milyon tane neden var. Ya da bu müzedekiler gibi yapacağınız büyüleri geri püskürten başka büyüler olabiliyor. Müzedeki büyüleri kimin yaptığından emin değildik. Belki de müzede çalışanlardan biri gizli bir büyücüydü ki aslında bu hiç de imkansız bir durum değil. Babamız da Antik Mısır tarihi alanındaki doktorasını eserlere kolayca ulaşabilmek için bir bahane olarak kullanmıştı. Hem Brooklyn Müzesi’nde dünyadaki en kapsamlı büyülü Mısır parşömenleri koleksiyonu bulunur. Bu yüzden amcamız Amos karargahını Brooklyn’e kurmuştu. Dolayısıyla birçok büyücünün müzeyi korumak ya da oraya buraya tuzak kurmak için gayet geçerli nedenleri vardı. Her neyse, kapıların ve pencerelerin üstünde bayağı kötü lanetler vardı. İçeri girmek için ne büyülü bir kapı açabilecektik ne de kütüphanede bize yardım eden büyülü kil heykelleri, yani kurtarıcı uşabtilerimizi kullanabilecektik. İçeri zor yoldan girip zor yoldan çıkacaktık; bir hata yapacak olursak nasıl bir laneti serbest bırakacağımızı da bilemezdik. Karşımıza canavar muhafızlar, salgın hastalıklar, yangınlar, patlayan eşekler (sakın gülmeyin, bunlar cidden de tatsız yaratıklar) çıkabilirdi.
-6-
Bubi tuzağı bulunmayan tek çıkış, balo salonunun tepesindeki kubbeydi. Belli ki müzedeki muhafızlar hırsızların sanat eserlerini on iki metre havaya kaldırıp kubbeden dışarı çıkaracağına ihtimal vermemişlerdi. Ya da kubbe de bir tuzaktı ama o kadar iyi gizlenmişti ki biz bunu göremiyorduk. İçinde bulunduğumuz duruma rağmen bunu denememiz gerekiyordu. Eseri çalabileceğimiz, pardon ödünç alabileceğimiz, tek gece buydu. Daha sonra da heykeli nasıl kullanacağımızı öğrenmek için önümüzde beş günümüz olacaktı. Bir işi bitirmek için verilen son tarihlere bayılıyorum. “Planı uygulamaya başlayıp duruma göre bir şeyler mi uydurmaya çalışacağız?” diye sordu Sadie. Aşağıdaki nikah davetlilerine bakıp özel bir geceyi berbat etmeyeceğimizi umdum. “Evet, öyle galiba,” dedim. “Harika,” dedi Sadie. “Khufu, sen burada kal, etrafa göz kulak ol. Yukarı geldiğimizi görünce de kubbeyi aç, tamam mı?” “Aaahh!” dedi babun. Ensemde bir karıncalanma hissettim. Bu soygun çok da harika olmayacakmış gibi bir his vardı içimde. “Haydi gel,” dedim Sadie’ye. “Bakalım Jaz ve Walt neler yapmış.” Antik Mısır koleksiyonunun bulunduğu üçüncü katın dışındaki çıkıntıya atladık. Jaz ve Walt işlerini mükemmel bir biçimde yapmışlardı. Pencerenin kenarına yapışkan bantla dört tane Horus’un Oğulları heykellerinden yapıştırmışlar, lanetlere ve ölümlü alarm sistemine karşı gelsin diye de camın üstüne hiyeroglifler yazmışlardı. Sadie ve ben yanlarına atladığımızda ikisi ciddi bir sohbete dalmışlardı. Jaz, Walt’ın ellerini tutmuştu. Bunu gördüğüme şaşırmıştım ama Sadie benden de çok şaşırmıştı. Tıpkı kuyruğuna basılmış bir fare gibi cıyakladı. [Bal gibi de cıyakladın işte. Ben yanındaydım.] Bu neden Sadie’nin umurundaydı? Tamam, yılbaşından hemen sonra Sadie ve ben djed tılsım fenerimizi büyü potansiyeli bulunan çocukları karargahımıza çekmek için yollamıştık. Jaz ve Walt da bize ilk yanıt veren çocuklar olmuştu. Tam yedi hafta boyunca, yani diğer çocuklara kıyasla oldukça uzun bir süre, yanımızda eğitim almışlardı. Bu yüzden onları iyice tanıma fırsatı bulmuştuk. Jaz, Nashville’den gelen bir amigo kızdı. İsmi yasemin manasına gelen Jasmine’in kısaltılmışıydı ama sizi bir çalılığa falan dönüştürmesini istemediğiniz takdirde ona asla
-7-
Jasmine diye hitap etmemeliydiniz. Tipim olmamasına rağmen tipik bir amigo kız gibi sarışın ve güzeldi ama onu sevmemek elde değildi çünkü hem herkese iyi davranırdı hem de her zaman yardım etmeye hazırdı. Üstelik şifa büyüleri konusunda çok yetenekliydi. Kısacası işler ters gittiğinde -ki Sadie’yle ben kendimizi yüzde doksan ters bir durumda bulabiliyorduk- Jaz gibi birisinin yanımızda olması iyi bir şeydi. Jaz o gece başına siyah renkli bir bandana takmıştı. Omzuna da üstünde aslan tanrıça Sekmet’in sembolünün bulunduğu büyücü çantasını asmıştı. Tam Walt’a “Bir şeyler düşünürüz,” diyordu ki Sadie ve ben yanlarına iniverdik. Walt’ı nasıl tarif etsem? [Hayır, teşekkürler Sadie. Onu ateşli diye tarif edemem. Sıranı bekle de bunu sen söyle.] Walt da benim gibi on dört yaşındaydı ama bir üniversitenin basketbol takımında oynayabilecek kadar uzun boyluydu. Bu iş için mükemmel bir yapıya sahipti. İnce, uzun ve kaslıydı. Ayrıca ayakları kocamandı. Teni benimkinden biraz daha koyu, neskafe gibiydi; saçlarıysa üç numara tıraş edildiğinden kafatasına yapışmış bir gölge gibi görünüyordu. Soğuğa rağmen üstünde siyah renkli, kolsuz bir tişörtle antrenman şortu vardı. Tabii, bunlar sıradan büyücülerin giydiği şeylerden değildi ama kimse Walt’a bir şey demeye cesaret edemezdi. Çocuk eğitim almak için yanımıza gelen ilk kişiydi, hem de ta Seattle’dan gelmişti. Walt doğuştan bir sau, yani bir tılsım ustasıydı. Boynuna bir sürü altın zincirle kendi yaptığı büyülü tılsımları takardı. Her neyse, Sadie’nin Jaz’i kıskandığına ve Walt’dan hoşlandığından emindim ama bunu bana asla itiraf etmemişti; çünkü son birkaç ayı bir başka çocuk için ayılıp bayılarak geçirmişti. Aslında hoşlandığı kişi sıradan ölümlü bir çocuk değil, bir tanrıydı. [Tamam, anladık Sadie. Bu konuyu kapatacağım. Ama bakıyorum da hiçbirini inkar etmiyorsun.] Biz konuşmalarını bölünce Walt telaşla Jaz’in elini bırakıp yanından uzaklaştı. Sadie bir ona, bir Jaz’e bakıyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Walt hafifçe öksürüp “Pencere hazır,” dedi. “Harika.” Sadie, Jaz’e baktı. “Bir şeyler düşünürüz derken neyi kast etmiştin?” diye sordu. Jaz nefes almaya çalışan bir balık gibi ağzını açıp kapattı. Walt onun yerine yanıt verdi. “Ra’nın Kitabı’ndan söz ediyorduk. Bazı bölümleri anlayabilmek için bir şeyler düşünürüz diye konuşuyorduk.”
-8-
“Evet!” diye bağırdı Jaz. “Ra’nın Kitabı.” Yalan söyledikleri besbelli ortadaydı ama birbirlerinden hoşlanıp hoşlanmamaları hiç umurumda değildi. Böyle dramatik şeyler için vaktimiz yoktu. Sadie daha iyi bir açıklama talep etmeye fırsat bulamadan “Tamam,” dedim. “Haydi, eğlenceye başlayalım.” Pencere kolayca açıldı. Büyülü patlamalar falan olmadı. Alarm zilleri de çalmadı. Derin bir oh çekip bu işi başarmanın gerçekten mümkün olup alamayacağını düşünerek Antik Mısır bölümüne girdim. *** Antik Mısır eserleri gözlerimin önünde türlü hatıralar canlandırıyordu. Geçen seneye kadar hayatımın büyük bir kısmını dünyanın dört bir yanına babamla birlikte seyahat ederek geçirmiş, müzeden müzeye gitmiş, babamın Antik Mısır hakkındaki konuşmalarını dinlemiştim. Ama tüm bunlar onun bir büyücü olduğunu öğrenmeden, bir sürü tanrıyı serbest bırakmasından ve hayatımızı arapsaçına çevirmeden önceydi. Şimdiyse ona karşı bir yakınlık hissetmeksizin Antik Mısır eserlerine bakamıyordum. Geçen Noel bedenimi ele geçiren şahin kafalı tanrı Horus’un yanından geçerken tüylerimin ürperdiğimi hissettim. Bir lahdin yanından geçerken kötü tanrı Set’in babamı British Museum’daki altın bir tabuta hapsettiğini anımsadım. Başımı hangi yöne çevirsem mavi tenli ölüler tanrısı Osiris’in resimlerini görüyor, babamın kendisini nasıl feda edip Osiris’in yeni bedeni haline geldiğini düşünüyordum. Babam artık büyüler diyarı Duat’ta, yeraltı dünyasının kralıydı. Mavi tenli bir Antik Mısır tanrısının tam beş bin senelik resmini görüp de İşte bu benim babam diye düşünmek ne kadar tuhaf bir şey anlatamam. Müzedeki eserlerin hepsi bana aile yadigarı gibi geliyordu: tıpkı Sadie’ninkine benzer bir değneğe, bir keresinde bize saldıran yıloparların bir resmine ve şahsen karşılaştığımız iblislerin Ölüler Kitabı’ndaki bir resmine bakarken böyle hissetmemek elimde değildi. Bir de çağrıldıkları zaman yardımınıza koşması gereken uşabti denen büyülü heykelcikler vardı. Birkaç ay önce bir uşabti olduğu sonradan ortaya çıkan Zia adlı bir kıza vurulmuştum. İnsanın hayatında ilk kez aşık olması yeterince zor bir şeydi. Ama bir de hoşlandığınız kızın kilden yapıldığı ortaya çıkıp da kız gözlerinizin önünde un ufak olunca, tabiri caizse ‘yüreğiniz gerçekten de paramparça’ oluyor. Birlikte ilk odaya girip tavanında Antik Mısır tarzı bir Zodyak freski bulunan bir yerden geçtik. Koridorun ucunda, sağda kalan büyük balo salonundan hala kutlama seslerinin geldiğini duyabiliyordum. Tüm binada müzik ve kahkaha sesleri
-9-
yankılanıyordu. İkinci Antik Mısır odasında, bir garaj kapısı büyüklüğündeki taş duvar süsünün önünde durduk. Taşın üstüne bir sürü insanı ayaklarıyla çiğneyen bir canavarın resmi kazınmıştı. “Bu, bir grifon mu?” diye sordu Jaz. Evet manasında başımı salladım. “Daha doğrusu, onun Antik Mısır versiyonu.” Hayvanın bedeni aslan bedeni, kafası şahin kafası gibiydi ama kanatları birçok resimde gördüğünüz grifonlara pek benzemiyordu. Canavarın kanatları kuş kanadı gibi değildi; tam aksine uzun, dikey ve tersine dönmüş çelik fırçalar gibi sipsivri olan kanadı sırtında boylu boyunca devam ediyordu. Şayet canavar o kısacık kanatlarla uçabiliyorsa, kanatlarını açtığında bir kelebeği andırıyor olmalıydı. Yaratığın derisindeki kırmızılı, altın renkli benekleri görebiliyordum ama canavar renksiz olsaydı yine de insanın ödünü koparacak derecede canlı gibi görünebilirdi. Pörtlek gözleri adeta beni izliyordu. Babamın bir ara bana anlattıklarını anımsayıp “Grifonlar koruyucudurlar,” dedim. “Hazine gibi değerli şeyleri korurlar.” “Harika,” dedi Sadie. “Yani, ne bileyim, mesela müzelere gizlice giren ve sanat eserlerini çalan hırsızlara mı saldırırlar?” “Bu, sadece bir süs,” dedim. Ama sözlerimin kimsenin içini rahatlatmadığını biliyordum. Antik Mısır büyüsü, sözcükleri ve resimleri gerçeğe dönüştürmekten ibaretti. Walt odada ilerideki bir noktayı işaret edip “İşte,” dedi. “Aradığımız şey şu değil mi?” Grifona fazla yaklaşmadan etrafından dolandık ve odanın tam ortasındaki heykele doğru ilerledik. Tanrı yaklaşık olarak iki buçuk metre yüksekliğindeydi. Siyah mermerden yapılmıştı ve üstünde tipik Antik Mısır tarzı giysiler vardı. Göğsü çıplaktı ve bir eteklikle sandaletler giymişti. Suratı koç gibiydi, boynuzlarıysa zamanla yıpranıp kısmen kırılmıştı. Kafasında frizbi biçiminde bir taç vardı. Bu, etrafı yılanlarla çevrili bir Paz diskiydi. Önünde bir de ondan daha küçük bir insan heykeli vardı. Tanrı ellerini sanki onu kutsar gibi minik adamın başına koymuştu. Sadie gözlerini kısıp hiyeroglifin ne manaya geldiğini anlamaya çalıştı. Büyü tanrıçası İsis’in ruhunu bedeninde ağırladığından bu yana esrarengiz bir biçimde hiyeroglifleri okuyabiliyordu. “KNM,” dedi. “Khnemu diye okunuyor olmalı. Sizce bir patlama sesiyle falan mı kafiyeli?”
- 10 -
“Olabilir,” dedim. “Ama ihtiyacımız olan heykel bu. Horus bana bunun Ra’nın Kitabı’nı bulmamız için gerekli olan sırrı açığa çıkaracağını söylemişti.” Ne yazık ki Horus bu konuda pek ayrıntıya girmemişti. Heykeli bulmuştuk bulmasına da bunun bize ne şekilde faydalı olacağını bilemiyordum. Hiyerogliflere bir kez daha göz atıp bir ipucu bulmaya çalıştım. “Şu öndeki minik adam kim?” diye sordu Walt. “Çocuk falan mı acaba?” Jaz parmaklarını şaklattı. “Hayır, bunu bir yerden hatırlıyorum! Khnemu, insanları bir çömlekçi çarkının üstünde yaratırdı. Bence minik adam O olmalı. Eminim ki kilden bir insan yaratırken tasvir edilmiş.” Onunla aynı fikirde olup olmadığımı görmek için bana baktı. İşin aslı, öyküyü unutmuştum. Sadie ve ben bu çocukların öğretmeniydik ama Jaz genellikle öyküler hakkında benden daha fazla detay hatırlardı. “Tamam, güzel,” dedim. “Kilden insanlar. Aynen öyle.” Sadie, Khnemu’nun koç kafasına bakıp kaşlarını çattı. “Şu eski çizgi film karakterine benziyor,” dedi. “Bullwinkle mıydı, neydi? Geyik tanrısı olabilir.” “Hayır, geyik tanrısı değil,” dedim. “Ama Ra’nın Kitabı’nı arıyorsak ve Ra da güneş tanrısıysa, neden bir geyik arıyoruz?” Sadie bazen çok gıcık olabiliyor. Bunu daha önce de söylemiş miydim? “Khnemu güneş tanrısının bedenlerinden biriydi,” dedim. “Ra’nın üç farklı kişiliği vardır. Sabahları skarab, yani kutsal Mısır böceği tanrısı, gündüzleri Ra, gün batımında yeraltı dünyasına indiğinde de koç kafalı tanrı Khnemu oluyordu.” “Tüm bunlar çok kafa karıştırıcı,” dedi Jaz. “Aslında değil,” diye yanıt verdi Sadie. “Carter’ın da farklı kişilikleri var. Sabahları zombi gibidir, öğleden sonraları sülüğe dönüşür, sonra da…” “Kes sesini Sadie.” Walt çenesini kaşıdı. “Galiba Sadie haklı. Bu gerçekten de bir geyiğe benziyor.” “Teşekkür ederim,” dedi Sadie. Walt ona keyifsizce gülümsedi ama hala onu rahatsız eden bir şeyler var gibiydi. Jaz’ın endişeli bir ifadeyle onu süzdüğünü fark edince ikisinin daha önceden neden bahsettiklerini merak etmeye başladım. “Bu kadar geyik muhabbeti yeter,” dedim. “Heykeli Brooklyn’deki eve götürmemiz
- 11 -
gerek. Şeyle ilgili bir ipucu verebilir.” “İyi de ipucunu nasıl bulacağız?” diye sordu Walt. “Bize hala Ra’nın Kitabı’nı neden bir an önce bulmamız gerektiğini de anlatmadın.” Ne diyeceğimi bilemedim. Yeni öğrencilere, hatta Walt’a ve Jaz’e bile henüz anlatmadığımız o kadar çok şey vardı ki. Mesela onlara dünyanın beş gün içinde sona ereceğini söyleyememiştik. Ne de olsa bu tür şeyler insanı allak bullak eder, aldığı eğitime yoğunlaşmasını falan güçleştirebilirdi. “Geri dönünce her şeyi açıklayacağım,” dedim. “Şimdi heykeli nasıl götüreceğimizi düşünelim.” Jaz kaşlarını çattı. “Heykeli çantama sığdırabileceğimi sanmam.” “Onu boş ver,” dedi Sadie. “Bir havaya yükseltme büyüsü yapalım. Sonra balo salonunda bir karışıklık yaratalım ve…” “Bir dakika.” Walt öne eğilip minik adam heykelini inceledi. Küçük heykel sanki kilden bir heykel olmak son derece eğlenceliymiş gibi gülümsüyordu. “Üstünde bir tılsım var. Bu bir kutsal Mısır böceği.” “Ama bu Antik Mısır’da sık rastlanan bir semboldür zaten,” dedim. “Evet…” Walt boynundaki tılsımlara baktı. “Ama kutsal Mısır böceği Ra’nın yeniden doğuşunun sembolü değil midir? Bu heykel de Khnemu’nun yeni bir hayat yaratışını temsil ediyor. Belki de tüm heykele ihtiyacımız yoktur. Belki de ipucu…” Sadie “Ah!” diye bağırıp değneğini çıkardı. “Harika.” Tam “Sadie, yapma!” diye bağıracaktım ki bunun nafile olacağını fark ettim. Sadie beni asla dinlemez. Sadie minik adamın boynundaki tılsıma hafifçe vurdu. Khnemu’nun elleri parıldadı. Küçük heykelinse kafası bir füze başlığı gibi dörde ayrıldı. Boynundansa sararmış bir papirüs tomarı fırladı. “Voilà!” dedi Sadie gururla. Değneğini çantasına koyup tam ben “Bu bir tuzak olabilir!” diye bağırırken papirüs tomarını aldı. Dediğim gibi, Sadie beni asla dinlemez. Sadie papirüs tomarını heykelden alır almaz tüm oda zangırdamaya başladı. Cam vitrinlerin üstünde çatlaklar belirdi.
- 12 -
Elindeki papirüs bir anda alev alınca Sadie cıyakladı. Alevler ne papirüsü tamamıyla yok etmişti ne de Sadie’ye zarar vermişti; ama kız kardeşim alevlerden kurtulmaya çalışınca öteki dünyadan fırlamış gibi görünen bembeyaz alevler en yakındaki vitrine sıçradı ve sanki görünmez bir gazyağı izini takip ediyormuş gibi odada dolanmaya başladı. Alevler cam vitrinlere değdikçe muhtemelen bir yığın koruyucu bölgeyi ve laneti harekete geçiren beyaz hiyeroglifler oluştu. Derken beyaz alevler odanın girişindeki kocaman duvar süsüne doğru ilerledi. Taş süsler fena halde zangırdadı. Diğer taraftaki oymaları göremiyordum ama tiz bir çığlık duydum. Ses adeta dev bir papağandan geliyor gibiydi. Walt belinden değneğini çekti. Sadie eline yapışan alevler içindeki papirüsü silkeleyerek kurtulmaya çalışırken “Alın şunu!” diye bağırdı. “Bu kesinlikle benim hatam değil!” “Şey…” Jaz değneğini çekti. “O ses de neydi?” Aniden içime kötü mü kötü bir his çöktü. “Sanırım Sadie eğlenecek bir şey buldu,” dedim.
-ön okuma sonu-
www.de.com.tr www.kayiprihtim.org
- 13 -