EDİTÖR YAZISI
Merhaba Kıymetli Okurlar, Kelâmbaz grubu olarak internet âleminde blog faaliyetine başlamamızın takriben birinci sene-i devriyesinde basılı bir mecmua ile karşınızdayız. İnşâallah bundan sonra da belli aralıklarla siz kıymetli okurlarımızla beraber olmak arzusundayız. Kelâmbaz’ın teşekkül safhasında belirleyici olan onlarca unsur var. Heyecanlı, genç ve kendini ifade etmek isteyen bir grup arkadaşımızın yazma ve paylaşma iştiyakı bu unsurların arasındadır şüphesiz. Fakat Kelâmbaz’ın ortaya çıkmasındaki başlıca sebep, milletçe tarihimize ve medeniyetimize olan borcumuzdan hesabımıza düşen kısmı, gücümüz nispetince ödeme arzusudur. Yakın tarihimiz, yine kendi hesaplarına düşen borcu ödemek için yola çıkmış yüzlerce dergi ve simayı barındırır. Yılmaz Öztuna’nın “Hayat Tarih Mecmuası”, İsmet Miroğlu’nun “Tarih ve Medeniyet”i… Daha onlarca dergi, mecmua, ansiklopedi vs. hep bu borcu ödeme gayretinin tezahürleridir. Mesuliyetini hissettiğimiz borcun yanı sıra, Cemil Meriç’in ifadesiyle şu gerçeğin de farkındayız: “Dergiler, hür tefekkürün kaleleridir.” Derginiz, neşriyat vasıtalarınız yoksa fikirleriniz ve değerleriniz sizinle toprağa gidecek; boş kalan tefekkür ve tasavvur meydanı, kalesiz ve hisarsız vatan toprağı gibi işgal güçlerinin tasallutuna uğrayacaktır. Bu işgale karşı durmak istiyoruz. Nihayet, zamane galiplerinin tahakküm vasıtası olarak temayüz etmiş bulunan kapitalizm, modernizm ve post-modernizmin tahribatı karşısında, maneviyatımızın yanında saf tutmak, bir duruş sergilemek gayreti içindeyiz. Bu münasebetle hazırladığımız ilk sayımızda, yakın tarihimizin en netameli meselelerinden biri olan “Modernleşme
Tarihimiz”i farklı cihetlerden incelemeye çalıştık. Elbette ki ele aldığımız bu mevzu ciltlerle kitap dolusu analiz iktiza etmektedir. Hâliyle esaslı bir tahkik, bir dergi muhtevasına da sığmayacaktır. Fakat maksadımız uzun yıllardır farklı düşünürler tarafından ele alınan bu mevzuya dair hem bir hülasa ortaya koymak hem de modernleşme sürecimizin ele alınmayan taraflarına dair fikir serdetmektir. Sayımızın araştırma bölümünde, araştırmacı yazar Bahadır Bilge’nin kaleminden, İslam’da modernleşme tarihinin diğer simalara nispeten biraz karanlıkta kalmış bir karakteri olan Musa Carullah’ın biyografisini okuyacaksınız. “Fikir-Kritik” bölümümüzde Muharrem Ahmedoğlu, son iki yüzyılın hırpaladığı “tefekkür” problemine eğiliyor. Tarih bölümümüzde, araştırmacı yazar Fatih Oruç, tesirleri hâlâ tam olarak anlaşılamamış olan Tanzimat Fermanı ve sonrasını ele aldı. Modernleşme tarihimizin en büyük krizinin öznesi olan “münevver”ler için hasrettiğimiz bölümümüzde ise yazarımız Ali Tüfekçi, “Münevver ve Lügat” münasebetini inceledi. “Fikir-Deneme” başlığımızda şair ve yazarımız Ahmed Necip Yıldırım, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan havas-elit zümre değişimini ve beraberinde getirdiği zihniyet depremini tahlil etti. Edebiyat başlığımızda ise şairimiz Ahmed Necip Yıldırım’ın hisli kaleminden iki nefis şiir bulacaksınız. Siz kıymetli okurlarımızın fikir dünyasına bir hediye bırakabilmemiz ve derlediğimiz yazılarımızdan keyif almanız ümidiyle...
Kelâmbaz Yayın Kurulu
KELÂMBAZ
1
İÇİNDEKİLER 04 Musa Carullah Bigiyef 16 Yanlış Tanzimat Fermanı 20 İdeal Münevver ve Lügat 26 İrfanda Yeni Bir Açılım 28 Modernite ve Tefekkür 30 Mazinin Derinliklerinde Bir İlim Adamı Yılmaz Öztuna
38 Hayvan Çiftliği
04
41 Şiir
Habbe
42 Dünyayı Nasıl Değiştirirsiniz? 46 Şiir
Nefesler Kervanı
48 Cedel-Münazara İlmi 50 Kavgaların Ortasında Bir Âlim
Mustafa Sabri Efendi “Yanlışlar Gerçekler”
16
53 Şiir
Türkistan Destanı
54 Müslüman Saati 56 Anadolu-Filistin Nere,
Birmanya (Myanmar) Neresi
60 Mızraklı İlmihale Dair 62 Kelâmbaz Kitaplık 64 Sosyal Medya
2
KELÂMBAZ
28
30
48
İMTİYAZ SAHİBİ VE YAYIN YÖNETMENİ Bünyamin Ekmen YAYIN KURULU Ahmed Necip Yıldırım Ahmed Uğur Apaydın Ali Tüfekçi Emir Ali Demirel Enver Kapan Mehmet Fatih Oruç Muharrem Ahmetoğlu EDİTÖR İbrahim Cebeci GRAFİK TASARIM Serdar Mert
38
50
İDARE YERİ Gökevler Mahallesi E-5 Hadımköy Kavşağı Ginza Corner Plaza No: 100 Beylikdüzü - İstanbul Tel: 0 551 161 98 99 www.kelambaz.com iletisim@kelambaz.com / kelambazblog Kelâmbaz Sayı 1, Nisan 2018 YAPIM DVC Reklam Ajansı Tel: 0212 452 24 90 BASKI İhlas Gazetecilik. A.Ş. Merkez Mah. 29 Ekim Caddesi İhlas Plaza No:11 A/41 Yenibosna-Bahçelievler/İSTANBUL Tel: 0212 454 30 00
42
56
Yazıların hukuki mesuliyeti yazarlarına aittir. Yazıların izin alınmaksızın bir kısmının veya tamamının basılması, çoğaltılması yasaktır. Kaynak gösterilerek kısmi iktibas yapılabilir.
KELÂMBAZ
3
Araştırma
Bir Reformist Portresi: Hayatı ve Politik Yönleriyle
Musa Carullah Bigiyef Bahadır Bilge
“İçeride sana çalışan bir hain olmadıkça bir kaleyi kolayca ele geçiremezsin. Kadehler dolduğunda, kale elde edilir. Muhafızların ve bekçilerin değişmesini izle. [Fırsatı yakaladığında] Asla tereddüt etme.” (Giardino Bruno, İtalyan mütefekkir, 16.yy)
4
KELÂMBAZ
KELÂMBAZ
5
Araştırma Musa Carullah’ın hayatı boyunca siyaset ile iç içe olduğunu görüyoruz. Pek çok siyasi faaliyeti bugün için hâlâ karanlıktır. Onun icraatlarına dair belgelerin KGB tarafından saklandığı, araştırmacıların ortak görüşüdür. Azerbaycan İlimler Akademisi üyesi Ali Şamil Hüseyinoğlu, Musa Carullah’ın gizli bir teşkilatının olduğunu, bu teşkilat vesilesiyle bir takım gizli irtibatları bulunduğunu, faaliyet olarak M. Emin Resulzâde’nin Rusya üzerinden Finlandiya’ya kaçırılmasına yardım ettiğini söyler. Ancak KGB’nin ona dair sakladığı evrakları göstermemesi yüzünden o yıllarda neler olduğuna dair bilgilerin karanlıkta kaldığını ifade etmiştir.
1
875’te Don Nehri kıyısındaki Novo-çerkassk’ta doğup Kazan’a bağlı Rostov’da büyüyen Musa Carullah, hayatı ve marjinal fikirleriyle Rusya Müslümanları başta olmak üzere bizde İttihatçılar devrinde ses getirmiş bir isimdir. Babası, Rusça bilen bir ahund/hoca olan Molla Carullah Efendi, annesi ise bölgenin meşhur bir ulema ailesinin kızı olan Fatıma Hanım’dır.
Bigiyef ailesi hem zengin hem de tanınan dindar bir ailedir. Ailenin iki çocuğundan küçüğü Musa Carullah’tır. Ağabeyi Muhammed Zahir Bigi, yazdığı dört romanı ve seyahatnamesiyle modern Tatar edebiyatının temsilcilerinden sayılır. Tatar cedidcileri tarafından çok sevilmiş ve takip edilmiştir. Tahsil Hayatı Musa Carullah, talebelik yıllarında annesi ve ağabeyinin desteklerini alacaktır. İlk tahsiline
6
KELÂMBAZ
Rostov’daki Rus mektebinde başlar. Burayı tamamlamadan 1888’de annesi tarafından Kazan’daki Göl Boyu medresesine gönderilir. Annesi onun ve ağabeyinin din âlimi olmasını istemiştir. 13 yaşında medreseye başlayan Carullah, 3 sene kadar burada okur. Aldığı tedrisatı beğenmez. Tahsilini bitirmeden 20’li yaşlarda daha iyi bir tedrisat için Maveraünnehr’e gider. O devirde Buhara ve Semerkand, Rusya Müslümanlarının ilimde derinleşmek için gittiği maarif merkezleridir. Musa Carullah, buradaki medreseleri de beğenmez. Onun gözünde buraların Kazan’daki medreseden bir farkı yoktur. O da sahalarında mütehassıs olarak gördüğü kimselerden, kendi tercihine göre ayrı ayrı dersler alacaktır. Buralarda medrese dışında ders veren kimselerden okur. Bilhassa da Damolla İvaz Efendi’den felsefe, Mir Şerif Efendi’den matematik dersleri alır. Bu kimselerin kim oldukları meçhul… 3-4 sene burada kaldıktan sonra Rostov’a döner. Rus üniversitesine müracaat eder. Ancak Latince bilmediği için oraya kabul edilmez. İleride Rus hukuk fakültesinde seyirci olarak derslere katılacaktır. Buradan düzenli düzensiz öğrendiği bilgilerle Batı hukuku ile İslam hukukunu birleştirmeyi müdafaa etmiştir. Muhammed Abduh Rostov’a dönüşünden sonra Asya dışındaki İslam beldelerine
doğru tahsil için yola çıkar. Evvela İstanbul’a gelir. Burada mühendis mektebine kaydolur. Kısa müddet sonra burayı bırakarak bir hemşehrisinin tavsiyesiyle Mısır’a gider. Ancak Mısır’daki maarifi de beğenmez. Burada onu yetiştirecek hoca yoktur. Derken burada Muhammed Abduh ile tanışır. 3 yıl boyunca ondan ve çeşitli kimselerden dersler alır. Arada Hicaz’a uğrayıp Mekke ve Medine’deki muhtelif ilim meclislerinde bulunur. 1904 senesinde, bu çalkantılı ve düzensiz tahsil hayatının ardından 29 yaşında Rusya’ya döner. Ona göre artık harekete geçmenin vakti gelmiştir. 15 sene boyunca oradan oraya giden Carullah, her ne kadar düzenli bir tahsil görmemişse de lisan bilgisini geliştirmiştir. Rusçadan başka Arapça ve Farsçayı da öğrenir. Kendi tercihleri ve düşünceleri istikametinde okumalar da yapar. Klasik eserleri de şöyle böyle okur. Ancak onların “koyu cahiller” tarafından yazıldığına kanaat getirecektir. Bu yıllarda parlak zekâsı, merakı ve hisleriyle çeşitli fikirler edinmiş, araştırmalar yapmıştır. Fikirlerinin temel kaynaklarından sayılan el-Lüzûmiyyat tercümesinin mukaddimesinde der ki: “On beş sene bilâd-ı İslamiye’yi, medâris-i diniyyeyi dolaştım. Hiçbir medrese-i diniyyede kadr-ı kifaye ulûm-ı diniyye bulamadım. Ders-i kitab, ders-i sünneti heme (bütün) medreselerde güya bir derecede nâkıs gördüm.”
Ona göre İslam dünyası ilmen bitiktir. Bütün medrese ve mektepler çağın gerisindedir. Ders kitaplarının hepsi kaldırılmalı, yenileri yazılmalıdır. Talebelik hayatının neticesinde geldiği nokta budur. Faaliyete Geçiş Carullah’ın eserleri ve işlediği mevzulara bakınca felsefe ve hukuka meraklı olduğu görülür. Çalışma sahasını, reform mefkûresini de bu istikamette seçmiştir. Yani fıkıh (İslam hukuku) ve kelam (modernistlere göre İslam felsefesi) onun fikir serdettiği ana sahalardır. Ancak o, kendisini bu sahalarla da sınırlandırmamıştır. Bilhassa dinî ilimlerin her meselesinde söz söylemiş ve birşeyler yazmıştır.
1904 sonrası, Musa Carullah’ın faaliyete geçiş yıllarıdır. Rusya’ya döndüğünde ona göre medreseler “skolastik düşüncenin merkezi”, mezheplerse dinî hurafelerle doldurulmuş düşünce cereyanlarıydı. Bu yolda köklü bir reform yapılmalı, medreseler ve İslam ilimleri değiştirilmeliydi. Yazıları, seyahatleri, siyasi faaliyetleri de hep bu istikamette olacaktı. Arabi ve Farisi bilmesi onun İslam dünyasındaki
reformcuları sıcağı sıcağına takip etmesine yaramıştı. Onlarla sık sık paslaşacak, mektuplaşacaktır. Mısırlı Reformcularla Bağı 1905’ten itibaren Türkiye’de Şair Mehmet Akif ’in Sebilü’r-Reşad ve Sırat-ı Müstakim gibi mecmualarda tercümeler yapmasına paralel, o da Rusya Müslümanlarına Mısırlı reformcuların makalelerini tercüme etmiştir. Bu tercümelerin başında M. Abduh, Ferid Vecdi ve Kasım Emin’in yazıları gelmektedir. Musa Carullah’ın yakın arkadaşlarının Orenburg’da çıkardıkları Şûrâ Dergisi, Cemaleddin Efgani ve M. Abduh’un Paris’te 1884’te neşrettikleri Urvetu’l Vüska’dan iktibas edilen yazılarla doludur. Yine bu mecmualarda el-Menar ve el-Liva’dan tercümeler yapılmaktadır. Musa Carullah’ın ilk kitabı Kur’an-ı Kerim’in tarihi ve tercümesine dairdir. “Tarihü’l Kur’an ve’l Mesâhif ” isimli kitabı ve daha sonra bu istikamette pek çok çalışmasıyla Kur’an-ı Kerim’in tercüme edilmesini savunmuştur. Oryantalist Arthur Jeffery bu kitap için “İslam âleminde Batılı metotlarla Kur’an-ı Kerimi kritik eden, yorumlayan ilk teşebbüstür.” der. Kur’an-ı Kerim’in tarihine dair bu yazıları, Mısır’daki reformistler tarafından çok beğenilerek el-Menar mecmuasında basılmıştır. Bu mecmua, Efganî ile başlayan modernist cereyanın Mısır’daki KELÂMBAZ
7
Araştırma
sözcüsüdür. Carullah’ın meşhur reformcu Ferid Vecdi ile mektuplaştığı da bilinmektedir. Bu mektuplar Beyrut’da Vecdi tarafından neşredilmiştir.
M. Emin Resulzâde’nin Rusya üzerinden Finlandiya’ya kaçırılmasına yardım ettiğini söyler. Ancak KGB’nin ona dair sakladığı evrakları göstermemesi yüzünden o yıllarda neler olduğuna dair
Politik Faaliyetler Musa Carullah’ın hayatı boyunca siyaset ile iç içe olduğunu görüyoruz. Pek çok siyasi faaliyeti bugün için hâlâ karanlıktır. Onun icraatlarına dair belgelerin KGB tarafından saklandığı, araştırmacıların ortak görüşüdür. Mesela Ankara İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi İbrahim Maraş’a göre Türkiye’deki faaliyetlerine dair bir takım bilgi ve vesikalar da Türk istihbaratı tarafından saklanmış veya yok edilmiştir. Azerbaycan İlimler Akademisi üyesi Ali Şamil Hüseyinoğlu, Musa Carullah’ın gizli bir teşkilatının olduğunu, bu teşkilat vesilesiyle bir takım gizli irtibatları bulunduğunu, faaliyet olarak
bilgilerin karanlıkta kaldığını ifade etmiştir.
Şeyhülislamlıktan Rapor Musa Carullah bir ara Orenburg’da Hüseyniye Medresesi’nde hocalık yapmaya başlamıştır. Bu medrese, Cedid hareketinin de merkezlerinden biridir. Carullah burada fikirlerini serbestçe dile
ve âlimlerin bunlara reddiyeleri ile tartışmalar daha da alevlenir. İstanbul’daki şeyhülislamlık, bu kitabın ve yazarının küfür itikadı yaydığı hükmünü verir. Cedid hareketi üyelerinden bazıları da bu fikri kabul etmemiştir. Kadim dostu İsmail Gaspıralı bile bu meseleyi açmasını lüzumsuz ve yersiz bulur. Gaspıralı evvela eğitim/maarif yoluyla insanların dünya görüşünün değiştirilmesi, sonrasında bu gibi dinî reform fikirlerinin aşılanması gerektiğini savunur. Daha sonra bu kitaba Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi “Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi” adıyla hususen bir reddiye yazmış ve son noktayı koymuştur. Açık ayet-i kerime ve hadis-i şerifler varken onları görmeyip şaz/marjinal görüşlere dayanarak bu itikadı savunmanın bid’at olduğunu, insanı küfre götüren bir itikat olduğunu izah
getirir. Nitekim bir zaman sonra “ilahi rahmetin umumiliği” fikrini ortaya atar. Allah’ın rahmetinin umumi olduğunu, mümin-kâfir herkesi içine aldığını, cehennemdeki azabın ebedî olmayıp herkesin bir gün çıkacağını söyler. Bu itikadı savunması bir fitneye dönüşerek medreseyi karıştırır, bunun neticesinde o da buradan ayrılmak zorunda kalır. Ancak bu fikrinden vazgeçmez.
Carullah’ın kadınlara dair yazdığı “Hatun” kitabı. Onun, bu ve daha başka kitaplarını eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez neşretmektedir.
8
KELÂMBAZ
1911 senesine gelindiğinde bu fikrini müdafaa için “Rahmet-i İlahiye Burhanları” ve “İnsanların Akide-i İlahiyelerine Bir Nazar” kitaplarını yazar. Bu kitapları
eder. Carullah’a, İslam tarihinde tartışması olmuş bitmiş, gerek kelam gerekse tasavvuf âlimlerinin söz birliği ettiği bir meseleyi, ilim dışı bir suretle sorgulamasındaki maksadını sorar.
Tabii Carullah’ın ileride bundan daha uç ve kabulü mümkün olmayan itikatları savunup herkesi şaşırtacağını bilemezdi. İlahi rahmetin umumi olduğu görüşünün aslında temel maksadı bütün dinlerin birleşebileceği görüşüne zemin hazırlamaktı. Bu tartışmalar üzerine İshak bin Mürteza Efendi isimli biri şeyhülislamlığa bir dilekçe yazarak Carullah’ın araştırılmasını ister. Bu sebeple Osmanlı’nın diyanet işlerine bakan şeyhülislamlık makamı, Carullah’ın kitaplarını mercek altına alır. Bunun manası kısaca şudur: Meclisimize sunulan ismi geçen kitaplar heyet tarafından incelenmiş, söz birliği ile bu kitapların küfür ve bâtıl itikad taşıdıkları hükmüne varılmıştır. Musa Carullah bir takım şair ve sûfilerin tevile açık sözleri üzerinden, şahsi hevâ ve hevesleriyle tefsirler yapmış, bu suretle de müslümanların yanlış inanç ve itikadlara kapılmalarına zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla bu zararlı kitapların yayılması ve satılmasının caiz olmadığına karar verilmiştir. Kitapların yasaklanması ve toplatılması için Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) gereğini yapmalıdır. Osmanlı’ya Bakış Nitekim Osmanlı Devleti’ne olan bakışı onun şu ifadelerinden anlaşılabilir: “Büyük reformatör Martin Luter’in o tarihî günleri, Osmanlı Devleti sultanlarının en büyüğü Sultan Süleyman Kanuni’nin
Kitapları inceleyen Tedkikat-i Müellefat Meclisi’nin verdiği raporun Osmanlıca metni ve çevirisi:
“… Meclis-i dâiyanemize havâle buyrulan Rahmet-i ilahiye Burhanları, İnsanların Akîde-i İlahiyelerine bir Nazar ve Uzun günlerde Ruze (Oruç) nâm kitapların ekser-i münderecâtı usûl-i
İslamiyeye külliyen mebâyin ve nusûs-ı kat’iyyeye [Kurân ve Sünnete] muhalif olarak tarih-i edyan mürevviclerinin İslamiyyet aleyhine sarf ettikleri efkâr-ı …lerini [İslam aleyhine sözlerini] teyid ve tervic yollu bir takım küfriyât ve ebâtıldan ibaret olup
eimme-i din ile ulemâ-yı müfessirin hazeratına erbâb-ı inkârın t’an u teşni’lerde bulunarak cüz’i bir malumatı ile heva vü hevesine muvafık olarak bazı şuara ve
sufıyyenin sözlerinden istimdad ile bir takım ictihadat ve tefsirata cür’etle ehl-i İslamı iğfal ve tadlîle [dalalete, sapıklığa]
müeddi olacak eraciften ibaret ve ‘Kavâid-i fıkhiyye’ namındaki kitabı da hayli indî mesâili müctehideyi muhtevi olduğundan bu kitapların müslimîn arasında tedâvül ve taammümünün adem-i cevâzına müttefikan karar verilmekle, ol bâbda emr ü ferman hazret-i veliyyü’l emrindir. Fi 22 Rebiülevvel 331 fi 18 Mart (1) 329. Mezkur kitabların men’i
intişarı [yasaklanması] zımnında Dâhiliyye Nezaret-i celilesine tezkire yazılmak üzere” [Bâb-ı Fetva Tahrîrat Kalemi, Karton: 158, dosya no: 31469. Nakleden: Albayrak, sf. 326 / Kanlıdere, sf. 232] Sadeleştirirsek: “…. isimli kitapların içindeki bilgilerin çoğunluğu İslâmın usûlüne tamamen aykırı ve kat’i nasslara (Kur’an ve Sünnete) muhalif olarak dinler tarihi taraftarlarının İslâmiyet aleyhinde sarf ettikleri bozuk fikirlerini te’yid ve terviç yollu bir takım bâtıl ve küfrü mûcib
olan şeylerden ibaret olup din imamları ile müfessîr ulemâya, inkâr sahiblerinin ağzına yakışan ta’n (yerme) ve teşnî (ayıplama)lerde bulunarak cüzî bir bilgisi ile hevâ ve hevesine uygun bazı şâir ve tasavvufçuların sözlerinden istimdat ile bir takım ictihad ve tefsirlere cür’ete, müslümanları iğfal ve tadlîle sebeb olacak yalan ve uydurma sözlerden ibâret ve ‘Kavâid-i Fıkhîye’ ismindeki kitabı da hayli indî (kendi aklına göre) içtihadî mes’eleleri barındırdığından bu kitapların Müslümanlar arasında kullanılma ve umumileşmesinin câiz olmadığına ittifakla karar
Bu meselede emir ve ferman, emir sahibi (Padişah) Hazretlerinindir.” verilmiştir.
KELÂMBAZ
9
Araştırma
günlerine mütesadif idi. Yani o zaman, Hıristiyan devletleri, İslâm devletine nisbetle zayıf idi. Lakin Martin Luter gibi büyük müceddidin çalışması ile Hıristiyan âlemi
terakki (yükselme) yoluna yüz tuttu. Ama İbni Kemal, Ebu’sSuûd gibi kelâmcı şeyhülislâmların çalışması ile İslâm âlemi gerileme inişlerine indirildi. Yani aklın hürriyeti sebebiyle medeniyet dünyası terakki etti. Aklın tutkunluğu içinde İslâm âlemi indi.” (Halk Nazarına Bir Niçe Mesele, sf. 3435, Kazan 1912) Yani Osmanlı’nın en zirve yıllarını, kitapları ve hizmetleriyle asırlara damgasını vuran Ebu’s-Suûd Efendi gibi âlimleri aklın önüne geçmekle suçlamıştır. Carullah’ın ifadesine göre Devlet-i Aliyye yüzünden İslam âlemi inişe geçmiş, Müslümanlar bu hâle düşmüştür. Bir Paralık Değeri Yok Musa Carullah’ın düşünce dünyasının temelinde, İslam ilim ve düşünce tarihine bakışının merkezinde, kelam ve fıkıh âlimlerine şiddetli bir düşmanlık görülmektedir. Bu muhalefetini şu sözleriyle açıkça dile getirir: “…biz o vakit fıkh ilimlerini, Kuhistâni ve İbni Âbidin gibi cehele tarafından te’lif olunmuş Camiu’r-Rumuz’lardan, Reddü’l-Muhtar’lardan ibaret hayal eder idik…” (Edebiyât-ı
Arabiye, s. 3-5) Bugün basit kimselere bile cehele yani câhiller demek ne kadar ağır ve ön yargılı bir ifade kabul edilir. O, Hanefi mezhebinin en
10
KELÂMBAZ
Meclisimize sunulan ismi geçen kitaplar heyet tarafından incelenmiş, söz birliği ile bu kitapların küfür ve bâtıl itikad taşıdıkları hükmüne varılmıştır. Musa Carullah bir takım şair ve sûfilerin tevile açık sözleri üzerinden, şahsi hevâ ve hevesleriyle tefsirler yapmış, bu suretle de Müslümanların yanlış inanç ve itikadlara kapılmalarına zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla bu zararlı kitapların yayılması ve satılmasının caiz olmadığına karar verilmiştir. Kitapların yasaklanması ve toplatılması için Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) gereğini yapmalıdır.
muteber kitaplarını yazan Kuhistâni ve İbni Âbidin gibi zâtları câhil olarak vasıflandırmıştır. Başka bir kitabında diyor ki: “Kur’an-ı Kerim, imamlarımızın ve talebelerimizin ellerinde kalmadı. Kur’an-ı Kerim, hadisleri ihya için, itikadi meseleleri yazarken bizim gözümüzde kelam kitaplarının, fıkhi meselelerden bahsederken de Câmiu’r-Rumûz, Bezzâziyye ve İbn-i Âbidin
“Maksadım İnkılap Yaratmak” Musa Carullah; değişime açık, aşırı hür fikirli bir insan olduğunu; akılda, fikirde, fehmde (anlayışta) hürriyet mesleğine süluk ettiğini söyler. Bu sözleri ne kadar da normal. Onun böyle sözleri herkesin hoşuna gider. Ancak o daha da ileriye gitmeye başlayacaktır. Bizzat kendisinin “pek çok
gibi kitapların ayetlerden istidlal ederken de Tefsir-i Kebir’in bizim gözümüzde hüccet olmak sıfatı ile
meselede mezhep imamlarına mu-
bir paralık ehemmiyetleri yok-
mek) amacıyla değil, aklın ve fikrin
tur.” (Rahmet-i ilahiye, sf. 54-56)
Onun bu sözlerine ve daha fazlasına Mustafa Sabri Efendi reddiyesinde “...Musa Efendi telaş etmesin. O eserler kadr-i nâşi-
halefet ettiğini ancak bunu tahtie (onları yanlış yapmakla itham ethürriyeti, İslamiyetin genişliğini ve ulviliğini göstermek mülahazası ile yaptığını” ifade eder. O, amacını kısaca, “…mak-
nasına satılık değildir.” der.
sadım efkâr-ı İslamiyye’de
Oryantalistlerde bile olmayan bu kin ve nefret, bunca İslam âlimine düşmanlığının sebebi nedir?
inkılap hareketleri yaratmaktır.” (Uzun Günlerde Oruç, sf. 12)
şeklinde hülasa eder.
Yine der ki: “İslamiyetin haklılığına ve yüceliğine, üstünlüğüne, semaviliğine kesin olarak inanırım. Bunun için de İslamiyet gibi mukaddes bir dinin tâlimleri, ufak mezheplerin dar daireleri ile sınırlanamaz. İslam’ı böyle küçük dairelerde sınırlamak İslam için büyük bir kusurdur. Bu bakımdan da mezheplerin hudutlarını ben elbette inkâr ederim.” (Halk Nazarına, sf. 120) O, bir taraftan mezhepleri inkâr eder; müctehidleri, âlimleri câhillikle itham eder. İslamiyet ve mezhepler farklıymış gibi bir manzara çizer. Ardından insanların kendi ictihadlarının “dar dairesine” girmesini bekler. Yani kendi mezhebini kurar. Bugün esefle Musa Carullah mezhebinin mukallidleri görülmektedir. Kongreler 1904-1914 yılları arasında Rusya Müslümanları arasında yapılan bütün toplantılara faal olarak katılır. Birinci Rusya Müslümanları Kongresi’nde merkez komiteye seçilir, ikincide kâtip olur. Bu kongrelerin zabıtlarını da neşretmiştir. Kongreler reis olarak İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura, Abdürreşid İbrahim gibi meşhur kimselerin iştirakiyle Kazan, Orenburg, Ufa ve daha pek çok yerden gelen yüzün üzerinde kimse tarafından yapılır. Sayılar, kongreler yapıldıkça artacak, değişecektir. Bu kongrelerin ekseriyetini “Cedid Hareketi”nin mensupları
oluşturur. İmparatorluk ve Bolşevik çatışmasında Asya Müslümanlarının ne yapması gerektiği, İslam âleminde yürütülecek faaliyetlerin nasıl ve hangi istikamette olması gibi pek çok mevzu konuşulur, tartışılır. Sünni ve Şii diyaloğu ilk defa bu kongrelerde yapılır. Konuşmalarda “…İslam’da tefrika olmasın. Bu Sünni, bu Şii, bu Şafii, bu Hanefi denilmesin. Şiilik, Sünnilik yok…” denilir.
Bolşevik Dostlar Musa Carullah da pek çok cedidci gibi başta Bolşevikleri destekler. Zira Lenin ve arkadaşları, Müslüman Türklere özerklik tanıyacakları sözünü verir. Aslında cedid hareketinin fikirleri, Çarlık Rusyası’nın Orenburg ve Ufa’da kurduğu müftülükten neşvünema bulmuştur. Fakat zamanla birbirleriyle ters düşerler. İnkılapçı, ihtilalci fikirleri sebebiyle idareyle iyi anlaşamayıp yine kendileri gibi rejimi değiştirmek isteyen sosyalistlerle iş birliği yaparlar. Onların gözünde imparatorluk, hürriyet düşmanı; sosyalistlerse hürriyetperver ve demokrattır. Musa Carullah da tıpkı Mısırlı modernistlerin fikirlerinde görüldüğü gibi halkı galeyana getirme ve ihtilal yapma fikirlerine sahiptir.
Arkadaşı Abdürreşid İbrahim’e gönderdiği mektupta, halkın hürriyetten istifade etmemesine ve aydınların suskunluğuna kızar. Şöyle der: “Şimdi ümit zamanı değil, hareket ve kıyam zamanıdır!”
1917’de evvela şubat ayında ihtilal olmuştu. Monarşi yıkılır ve demokratik idare kurulur. Ancak 6 ay sonra ekim devrimiyle Bolşevikler tarafından idare tamamen ele geçirilecektir. Sosyalistler her şeyi kontrolleri altına almaya başlamıştır. Çatışmalar ve iç harplerle işler iyice kızışır. Cedidcilerin isyana, kıyam etmeye, sosyalistlerle iş birliğine yönlendirdiği Müslümanlar, bu ihtilal ve ayaklanmalarla umduklarını bulamamışlardı. Artık herkes kendince bir hâl çaresi düşünür. Son Ümit: Osmanlı Halifesi 1918’den sonra değişen rejimle başlayan buhranlı, karmaşa ve kaos dolu günlerle 1920’ye gelinir. Neticede kadın erkek binlerce Müslüman’ın iştirakiyle Ufa’da tertip edilen umumi kongrede “İslam halifesine itaat” kararı ilan edilecektir. “Mazlum Şark milletlerini ve emperyalistler tarafından zulüm ve tahkir edilmekte bulunan mazlum halkları, hilafetin tecelligâhı olan TBMM’nin himaye edeceği”
şeklinde karar
alınır. Rusya Müslümanlarının son ümidi Osmanlı halifesiydi. Kurtuluşun anahtarı olarak KELÂMBAZ
11
Araştırma
halifeyi kurtaracağı zannedilen Ankara’yı görmüşlerdi. Fakat tıpkı sosyalistlerle iş birliği yapıp hüsrana uğrayanlar gibi Ankara ile iş birliği aramakla da elleri boşta kalacaktır. Zira Ankara hükûmeti halifeliği kaldıracak, hanedanı sürgün edecek ve sistemi tamamen değiştirecektir. Dolayısıyla yüz binlerce Tatar Müslüman’ın almış olduğu bu “tâbi olma” kararı havada kalmıştır. Milletlerarası platformda bu karara cevap verecek bir makam artık yoktur. Yüz binlerin hayatına Lenin karar verecektir.
Muazzam ve Nurlu Hareket: Komünizm! Cedidciler Çarlık devrinde; müstakil devlet kurulmasını, Türklerin hürriyet için mücadele etmesi gerektiğini söylüyorlardı. Gizli, devlete paralel teşkilatlanmalar kuruyorlar, toplantılar yapıyorlardı. Ancak kızılların idareye geçmesinden sonra bu idealleri, teşkilatlanmaları ifşa ettiler ve bu icraatlardan vazgeçtiler. İşte bu safhada Musa Carullah eskisinden daha çok komünistlerle anlaşılabileceğini, SSCB ile ortak hareket edilmesi gerektiğini savunmuştur. Tabii herkes böyle değildi. Çünkü cedidcileri finanse eden Tatar zenginlerinin mallarına el konulmaya başlanmıştı. Komünizmin gereği olarak yapılan bu hareketi kimsenin desteklemesi beklenemezdi. Hele de bu zengin-
12
KELÂMBAZ
lerin ve onların gölgesinde reform peşinde koşan cedidcilerin… Fakat artık komünizm aleyhtarı olanların sözünün bir kıymeti yoktu. Hâliyle yeni hükûmet kendi adamlarını parlatıyor, muhalif sesleri susturuyordu. 1920 sonrası dönemde Rusya Müslümanları Türkiye’ye ümit bağlamışken Ankara’da yapılan inkılaplar herkesi hayrete düşürüyordu. Bu sıralarda bazı yazarlar da Carullah’ın Panislamist ve milliyetçi olduğunu söyleyerek onu tenkit ediyordu. Hâlbuki tahminlerinin tam tersine Bigiyef, hilafetin kaldırılmasını alkışlayan yazılar neşretti. Hâlbuki “İslam Milletlerine” isimli kitabında hilafeti övmüş, hatta bu kitap yüzünden hapse girmişti. Sadece bununla da kalmayıp kızılları öven beyanatlar vermeye başladı. Pek çok kimse bu sözlere inanmayıp bunların çarpıtıldığını düşünmüştür. Ama sonra o, bu beyanlarını destekleyici yeni açıklamalar yapmıştır. Hilafet Kongresi Başkanı Mevlana Muhammed Ali’ye yazdığı mektupla tavrını açık şekilde koyar. “Müstebit (diktatör) idarenin yerine âdil bir hükûmet kurulmuştur. Çalışan sınıflar esaret boyunduruğundan kurtulmuştur…” der ve şöyle devam eder: “…İnkılabın ibtidasından bugüne kadar ben inkılapçılar tarafından neşredilen içtimai, siyasi ve felsefi eserleri mütalaa etmekteyim. Bu muazzam ve nurlu hareket-i inkılabiye tarafından neşredilen ulûm ve fünûndan çok müstefid oldum ve kanaat getirdim ki bu ulûm ve fünûn Kur’ân-ı azîmüşşanın icazkâr, kavânin-i İslamiye’nin gayet mükemmel olduğuna şehadet eder. Kur’an’da bulunan
talimat ve malumatı tafsil eder.” Böylece sosyalizmle Kur’an-ı Kerim’in bağdaştığını, SSCB’nin İslamiyet için çok faydalı olduğunu savunmuştu. Lenin ve Stalin’le Dostluk Lenin ile de çok iyi bağlar kuracaktır. 1920’li yıllarda Hindistanlı Bereketullah Sahip’le Rusya’da dolaşırlar. Bu kişiyi Leningrad’daki evinde misafir eder ve Moskova’da aylarca beraber kalırlar. Bereketullah; Sovyetler’in, Hindistan’ı İngilizlerden kurtaracağına inanan biridir. İkisi beraber şehir ve köylerde mitinglere katılıp sosyalist idareden övgüyle bahsederler. Halkı yeni rejime destek vermeye teşvik ederler. Bu konuşmaları nihayet üst makamlara ulaşmıştır. Stalin tarafından çağrılırlar. Görüşmenin ardından Stalin, onları Lenin’e götürür. Bu buluşma Sultangaliyev’in Lenin’e yazdığı mektubunda zikredilir. Ne kadar ileri görüşlü bir “âlim ve müctehid” olduğunu Lenin de herhâlde anlamıştır. Baskı Yılları Ancak ilerleyen yıllarda Carullah, sosyalistlerin Türkistan illerin-
Musa Carullah’a dair en etraflı biyografi Ahmet Kanlıdere tarafından hazırlanmıştır. Carullah’tan övgüyle bahseden bu çalışma, uzun bir mesainin mahsulü.
de yaptığı baskı ve zulümlere de şahit olmaya başlar. Vaktiyle burun kıvırdığı, skolastik olarak gördüğü medreseler yerle yeksan olmuş, pek çok katliam ve yağma yaşanmıştır. Komünist idarenin nüfuzu, gücü arttıkça Rusya’da ve Türkistan’da dinden, Allah’tan, peygamberden bahsedecek kimsenin kalmadığı yıllar gelecektir. Sosyalistler işgal edilen yerlerdeki bütün zenginlikleri vagonlarla merkezlere taşırlar. Carullah da şahit olduğu bu tahribat ve yağmalar neticesinde Leningrad’a dönüp burada imamlığa devam eder. İdil boyunda bütün medreseler kapatılır. O, çeşitli bağlantılarını kullanarak Astrahan’da medrese açma müsaadesi alır. Ancak bu sözden de cayarlar ve medrese açma fikri proje aşamasındayken iptal edilir. Bolşevik idare, Müslümanların üzerinden buldozer gibi geçer. Yapılan tahribatın, katliamın faturasında milyonlar yazacaktır. 1920’den sonra her geçen gün daha şiddetli bir zulüm tatbik edilir. Musa Carullah da bunlardan nasibini alır. Yazdığı “İslam’ın Elifbası” gibi kitaplar ve çeşitli faaliyetleri sebebiyle cezalandırılır, hatta hapse de girer. Ancak çeşitli irtibatlarıyla hep ucuz atlatmıştır. Bu sıkıntıların hafif olduğunu söylemek yanlış sayılmaz. Çünkü onun kızıllardan çektiği sıkıntılarla devrindeki diğer Müslümanların çektikleri kıyas edilemez. Herkesin sıradan sebeplerle öldürüldüğü bir hengâmda onun hapis yatması ve hapisten çıktığında tekrar yazılar yazabilmesi (!) fevkalade bir vaziyettir. Evet, hapse atılmış ve pek çok
sıkıntılar çekmiştir. Fakat bunları mukayeseli düşünmek gerekiyor. Hem kadimci, gerici, yobaz, gelenekçi diye gördüğü kimseler hem de pek çok cedidci arkadaşının kurşunlanıp dar ağaçlarında sallanırken onun kitap neşredebilmesi nasıl izah edilebilir? Mesela, artık hiçbir dinî yayına müsaade edilmediği 1924-27 senelerinde “Asrî Müslümanlık” adlı bir dergide makaleleri neşredilmiştir. Mecmua, isminden de anlaşılacağı üzere reformist İslamcı bir çizgide yayın yapmaktadır. Dergideki diğer yazılar da Carullah’ın cedidci arkadaşları Rızaeddin b. Fahreddin, Ziya Kemali gibi isimlere aittir. Kızı Fatıma Hanım’a, babasının bu yıllarda nasıl olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “(Babam) Lenin ile görüşmüş. 1925’ten sonra rahatsızlıklar başlamış. Kendisinden para almak istemişler… 1917’den 1930’a kadar Petersburg’daki Bronistkaya sokağında yaşamış.” Gecikmiş Luther’in Kaçışı Manevi çöküş bütün hızıyla devam etmektedir. Artık gazetelerde kendini dini ıslahçı, cedidci, reformist diye vasıflandıranların da devrinin geçtiği yazılmak-
tadır. Çünkü onlar da zamanın gerisinde görüleceklerdir. Artık ibadet eden kalmamıştır ki bunun nasıllığının ve ne şekilde olduğunun bir kıymeti olsun! Dolayısıyla reformcuların Batı
Onun eklektizmden kurtulamayan ilmî çizgisi ve hissi fikirlerle dolu dünya görüşünün iyi bilinmesi gerekir. Bu, Müslümanları yeni yanlışlar işlemekten muhafaza edecektir. Ehl-i Sünnet’in o ve onun gibi kimselerden nasıl zarar gördüğü böylece daha iyi anlaşılacaktır.
tekniği ve usulü ile dinî birleştirme, reforme etme çabaları da boşunadır. Çünkü bu dini yaşayan kalmamıştır.
1900’lerin başında bizde İttihatçıların ve Asya’da cedidcilerin “İslam’ın Lutheri” diye andığı Carullah’a, 1925’ten sonra gazete ve mecmualarda “Gecikmiş Luther” lakabı verilecektir. Çünkü cedidciler yani reformistler dinin usulsüzce sorgulanarak dinsizliğe geçilmesi için bir köprü vazifesi görmüştür. Artık bu köprüye ihtiyaç kalmamış, insanlar bu köprüyü geçerek dini, imanı geride bırakmıştır. Nihayetinde Musa Carullah artık hem bu tenkitler hem de başka sıkıntılar sebebiyle SSCB’de barınamaz. Sovyetlerin, onun Batılı metotlarla incelediği, Kur’an-ı Kerim ile sosyalizmi bağdaştıran reformist fikirlerine dahi KELÂMBAZ
13
Araştırma
tahammülü yoktur. Rejim düşmanı olarak görülmeye başlanır. Artık burada bir şeyler yapamayacağına kânî olarak 1930 senesinde fırsatını bulduğu gibi kaçar. Ülke’den Ülkeye Bundan sonraki hayatı bir seyahatler manzumesi şeklindedir. Evvela Doğu Türkistan’a, ardından Afganistan üzerinden Hindistan’a varır. Buradan da Mısır’a geçer. Mısır’dan sonra Berlin’deki dostlarını ziyaret eder. Finlandiya’ya geçip oradan Romanya’ya ve nihayet Ankara’ya gelir. 1932’deki 1. Türk Tarih Kongresi’ne katılır. Sonra tekrar Berlin’e geçer. Berlin’de bir matbaa kurarak burada kısa süre içinde İslam alfabesiyle 20-25 adet kitap basar. Bu matbaanın akıbeti meçhuldür. Sanki vazife almışçasına evvela Finlandiya’ya gider. Ardından tekrar şark seyahatine çıkarak Şiilik üzerine araştırmalara başlar. İstanbul üzerinden Musul, Kerkük, Kerbela, Necef şehirlerini dolaşır. 1934’te İran’a giderek Tahran’da Şii müctehidlerle görüşür. Irak ve İran seferlerinden sonra tekrar Mısır’a gelir. Şiiliğe dair araştırmalarını Arapça olarak kitaplaştırıp 1935’te neşreder. Bu kitapta Şii akaidinin ve
Ve şöyle der: “ …(Bu Hıristiyan) Ne kadar büyük âlim ise de benden son derece değerli bilgiler aldı. Çalışkanlığını takdir ettim. Acayiptir, Hıristiyanlar Kur’an-ı Kerim hakkında ictihatta bulunuyorlar. Kanım kaynadı, gıpta ettim.” Bu oryantalist Jeffery Kur’an-ı kerime sonradan ekleme çıkarmalar yapıldığı tezini savunan bir Hıristiyan araştırmacıdır. Sırada Uzak Doğu seyahati vardır. Mısır’dan Hindistan’ın Bombay şehrine gider. Burada Brahmanlardan dersler alarak Hind felsefesiyle meşgul olur. Bir miktar Sanskritçe öğrenir. Ardından Japonya’ya geçer. Burada iki cedidci arkadaşı kendisini karşılar. Biri Japonya Tatar cemaatinin lideri Abdürreşid İbrahim’dir. Buradaki Türk mektebinde İslami ilimler dersi verir. Kur’an-ı Kerim’i Japonca’ya tercüme eden Izutsu’yla da çalışmalar yapar. Saray’da Hapis 1938 sonunda Japonya’dan Hindistan’a geçer. Fakat 2. Cihan Harbi patlak vermiştir. İngiliz askerleri ülkeden ülkeye böyle
yaşayışının nasıl modernleştirilmesi gerektiğini anlatır. Şiiler
bu kitabına reddiye yazacak, kitap Irak’ta yasaklanacaktır. Hristiyanların İctihadı Bu yıllarda Mısır’da muhtelif araştırmalar yaptığı sırada Hıristiyan bir oryantalistle ahbap olur. Bir mektubunda ona çok yardımlar ettiğini, fikirlerini aktardığını, çalışmalarını sunduğunu, onun yanlışlarını düzelttiğini söyler.
14
KELÂMBAZ
1. Türk Tarih Kongresi
seyahatler yapan bu adamdan şüphelenirler. İstihbarat, Japonya’daki faaliyetlerinden, muhtemelen geçmişteki sosyalist icraatlarından ve Rusya’daki başka işlere adı karıştığından onu tutuklar. Belki de Lenin’le görüştüğü arkadaşı Bereketullah ile irtibatı tespit edilmişti. Ancak harbin oluşturduğu gergin havanın da sebebiyle 1,5 sene hapis yatmıştır. Sonra yine bir şekilde Bhopal hükümdarının müdahalesiyle hapisten çıkarak sarayda mecburi ikamete alınır. 1945’e kadar 4-5 sene burada mecburi ikamete tâbi tutulur. 8 kitap bastıracak imkânı olur. Tabii Hintli reformcuların yardımlarıyla bu çalışmaları yapabilecektir. Ölümü Tabii Hindistan’ın havasına alışamayıp sık sık hastalanır. Rusya’dan kaçışından itibaren yollar, hapis, İngiliz polisinin takibatı onu yıpratmıştır. Mısırlı reformist dostu Ali Abdurrazık’a yazdığı mektuba müspet cevap almıştır. 1947’de Kahire’ye, oradan da İstanbul’a gelir. Gureba
Modernleşme Tarihimizde Cedid Hareketi Tarihî safhaları açısından Musa Carullah meselesi deşildiğinde çok etraflı ve derin bir mevzunun içine girilir. Mısır ve Suudi Arabistan’la olan bağlarımız gereği modernizm ve Vehhabiliğe dair tartışmalara aşina gibiyiz. Bizde gerek Tanzimat sonrası Türk entelektüellerinden gerekse başka İslam coğrafyalarından gelen fikrî cereyanlar şöyle böyle bilinir. Ancak meselenin Asya ayağının ve buralarda yaşananlara dair bilgilerin pek de bilinmediğini görüyoruz. Modernleşme tarihimizin mühim ayaklarından biri olan Cedid hareketi milliyetçiliğin içinde gizlenmiştir. Türk milliyetçileri Mısır-Arabistan modernistlerini ve Vehhabileri kabul etmezler. Kavmiyetçilik bakışının bunda mühim tesiri olduğu bir vakıadır.
Ancak Türkistan Cedidcileri’nin, bilhassa Musa Carullah, Rızaeddin B. Fahreddin gibilerin, Afgani-Abduh-Reşid Rıza’nın tesirine kapıldıkları görmezden gelinmektedir. Musa Carullah bu hareketin dinî yönünü yansıtan en güçlü figürdür. Yaşadığı devirde milliyetçilik üzerinden “İslam modernizmi” onun sayesinde aşılanmıştır. Yani aslında emperyalizm düşmanlığıyla meşhur olan bu hareket, emperyalistlerin fikirleri istikametinde hareket etmiştir. SSCB’nin derin bir yara açtığı Türkistan’da bugün yine Musa Carullah ve dostlarının propagandası yapılmaktadır. Bu mevzu belki bir okyanus olmasa da Karadeniz kadar derin, hırçın ve büyüktür. Modernizm’in Asya ayağının iyi bilinmesi Rusya’da ve Türki Cumhuriyetlerdeki kardeşlerimizi de fitnelerden, tedhişçi zararlı fikirlerden koruyacaktır.
bağlantılar… Ondan bize geriye
Bibliyografya
kalan bunlar olmuştur. Kitapları 2000’lerden itibaren basılmaya başlandı. Bunda, adına yapılan sempozyumun tesiri büyük. Onun dinî fikirlerinin bugün de ciddi takipçileri bulunmaktadır. Fakat İslam ümmetine getirdiği faydalarla zararlar mukayese edilirse onun da kabul ettiği gibi hayatı pişmanlıklarla ve zararlarla doludur. Onun eklektik ve fikirlerle dolu dünya görüşünün iyi bilinmesi gerekir. Ehl-i Sünnet’in o ve onun gibi kimselerden nasıl zarar gördüğü böylece daha iyi anlaşılacaktır. Bigiyef Asya Müslümanları başta olmak üzere İslam âleminde; halifeliğin kaldırılışına, sosyalizme, modern dünya dinine verdiği destekle anılacaktır.
• Uluslararası Musa Carullah Bigiyef Sempozyumu 6-7 Kasım 1999, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002. • Abdilaziz Kalberdiev, Musa Carullah Bigiyef’in Kelami Görüşleri, Ankara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, • Ahmet Kanlıdere, Kadimle Cedit Arasında Musa Carullah Hayatı-Eserleri-Fikirleri, Dergâh Yayınları, 2005. • Ali Şamil Hüseyinoğlu, “Musa Carullah Bigi’nin Görünmeyen Tarafları veya Musa Carullah Bigu Mehemmedemin Resulzade’nin Kaçırılmasında Nasıl Yardımcı Oldu?”, Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi, sf. 327-339, Eskişehir, 2014. • Bedri Gencer, İslam’da Modernleşme (1839-1939), Doğu Batı Yayınları. • Ekrem Buğra Ekinci, İslam Hukukunda Değişmenin Sınırı, Arısanat Yayınları, 2005. • Hüseyin Hilmi Işık, Faideli Bilgiler: “Din Adamı Bölücü Olmaz”, “Doğru Söze İnan, Bölücüye Aldanma”, Hakikat Kitabevi, 2017. • İbrahim Maraş, İdil-Ural Türklerinde Cedidcilik (Yenileşme) Hareketleri (1850-1917), Ankara Üniversitesi, Doktora Tezi, 2000. • Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigi: Hayatı, Fikirleri ve Eserleri, Ankara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 1989. • Mehmet Görmez, Türkiye Gazetesi ve Kulağı Bükülen Kalemin Onuru, İslamiyat III, Sayı 1, sf. 205-212.
• Mustafa Sabri Efendi, Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi, Haz: Bedir Yay., 1998. • Mustafa Sabri Efendi, Dini Müceddidler, Haz: Sebil Yay., 1994. • Mustafa Şentürk, Musa Carullah’ın Tarihu’l- Kur’an ve’l-Mesahif Adlı Eseri, Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi, sf. 467-481, Eskişehir, 2014. • Osman Keskioğlu, “Musa Carullah”, İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Sayı 12 (1964), sf. 63-73. • Remzi Kurtdede, Musa Carullah Bigiyef ve İslam Hukuku ile İlgili Görüşlerinin Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi, Doktora Tezi, 2011. • Sadık Albayrak, Şeriattan Laikliğe, Sebil Yay., 1977. • Şamil Dağcı, “Musa Carullah’ın Hukukçuluğu”, Uluslararası Musa Carullah Bigiyef Sempozyumu 6-7 Kasım 1999, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002.
Hastanesinde tedavi olur. Türkiye vatandaşlığına da kabul edilmiştir. Ancak İstanbul’un havasının iyi gelmediği sebebiyle Mısır’a tekrar döner. Burada Prenses Hadice Abbas Halim’in himayesiyle tedavi altında yaşar. Ekim 1949’da hastalıkları şiddetlenerek ölür. Geride Kalan Kaçak bir hayat sürdüğü için kitapları dışında pek bir şeyi yoktur. Türkiye’ye bağışladığı 500 ciltlik kütüphanesi, bir takım not defterleriyle Mısır’dan Ankara Millî Kütüphane’ye gönderilmiştir. Kütüphanesi çok dağınık bir şekilde kalmıştır. Ekim devriminden sonra kitaplarının çoğu Leningrad İlimler Akademisine, bir kısmı da Finlandiya ve Bombay’daki dostlarında kalmıştır. Çalkantılı bir hayat, tenakuzlarla dolu fikirler, karanlık
Musa Carullah’ın İncelenen Kitapları: • Hatun, Haz: Mehmet Görmez, Otto Yay., 2014. • İslam Şeriatının Esasları, Haz: Hatice Kübra Görmez, Otto Yay., 2017. • Kitab-üs Sünne Kuran Sünnet İlişkisine Farklı Bir Yaklaşım, Trc: Mehmet Görmez, Ankara Okulu Yay., 2009.
KELÂMBAZ
15
Tarih
1839
Ferman 3 Kasım 1839 günü Gülhane bahçesinde okunan bir Hatt-ı Şerif ile ilân edildi.
YANLIŞ TANZiMAT FERMANI Mehmet Fatih Oruç
Mason olan hain Mustafa Reşit Paşa’nın dış destekli reform hareketleri, dengelerin tamamen menfi manada değişmesine sebep oldu. Planın bir parçası olarak padişahın otoritesi zayıflatıldı ve güç; idare sıfatlarından yoksun, taklitçi bürokrasinin eline geçti. Dolayısıyla azınlık hakları gibi mühim konularda yapılan değişiklikler, devletin dinamiklerini sarstı. Bundan da en büyük zararı ilmiye sınıfı gördü. Medreselerden fen dersleri, mekteplerden ise din ilimleri kaldırıldı. Netice itibariyle medreselerden yetişenler fen cahili, mekteplerden ve modern okullardan yetişenler ise din cahili hâline geldi. 16
KELÂMBAZ
S
ultan II. Mahmut’un ömrü isyanları bastırmakla ve reformlarla geçti. Sultan II. Mahmut birçok alanda yenilik yaptı ve bilhassa sanayiye ağırlık verdi. 1 Temmuz 1839 senesinde vefat ettiğinde tahta çıkan oğlu Sultan Abdülmecit de babasının yolunu takip edip sadrazamlığa, reform taraftarı olan Mehmet Hüsrev Paşa’yı getirdi. Ancak Hariciye Nazırı yapılan Mustafa Reşit Paşa, 17 yaşındaki padişahı ikna etti ve ona Osmanlı Devleti’nin dinamiklerini sarsacak tanzimi kabul ettirdi. Ferman 3 Kasım 1839 günü Gülhane bahçesinde okunan bir Hatt-ı Şerif ile ilân edildi. Osmanlı Devleti için tanzim hareketi bir ihtiyaçtı ve yapılması da gerekiyordu. Hatta bunda geç bile kalınmıştı. Ancak mason olan hain Mustafa Reşit Paşa’nın dış destekli reform hareketleri, dengelerin tamamen menfi manada değişmesine sebep oldu. Planın bir parçası olarak padişahın otoritesi zayıflatıldı ve güç; idare sıfatlarından yoksun, taklitçi bürokrasinin eline geçti. Dolayısıyla azınlık hakları gibi mühim konularda yapılan değişiklikler, devletin dinamiklerini sarstı. Bundan da en büyük zararı ilmiye sınıfı gördü. Medreselerden fen dersleri, mekteplerden ise din ilimleri kaldırıldı. Netice itibariyle medreselerden yetişenler fen cahili, mekteplerden ve modern okullardan yetişenler ise din cahili hâline geldi.
Mustafa Reşit Paşa Tarafından Gülhane bahçesinde Tanzimat Fermanı’nın okunması
Şehzade Abdülhamid’in Jön Türk Hamlesi Sultan Abdülmecit Han’ın vefatı sonrasında tahta geçen kardeşi Sultan Abdülaziz, bürokratların otoritesini kırmak istedi ise de askerler ile iş birliği yapan Jön Türkler tarafından tahttan indirildi. Sonrasında ise intihar süsü verilerek kalleşçe şehit edildi. Artık kontrol tamamen Batılı güçlerin idaresindeki bürokratların elindeydi ve tahta geçmenin yolu da onların tasdikine bağlıydı. V. Murad Han’dan meşruti idare sözü alınarak V. Murad Han tahta çıkarıldı ancak sultan, reformları kendi kontrolünde yapmak isteyince oyunları bozuldu. Yapılan baskılar ve amcası Abdülmecit Han’a reva görülen eziyetlerin neticesinde, zaten narin olan yapısı sebebiyle V. Murad Han’ın akli melekelerinde zayıflama oldu. Mithat Paşa ve
adamları da bu fırsatı değerlendirerek onu tahttan indirdiler. Arka planda hadiseleri takip eden Şehzade Abdülhamid Efendi, devleti bu kötü gidişattan kurtarmak ve eski günlerine geri döndürmek arzusundaydı. Tahta çıkmanın yolunun Jön Türkler’den geçtiğini anlayan şehzade, onlar ile sık sık görüşüyordu. Yaptıkları uzun muhabbetlerde meşruti idarenin müspet yanlarından bahsediyordu. Bu zekice hareketleri sebebiyle şehzadenin kendilerini desteklediğini
Tanzimat Fermanı’nın giriş kısmı
düşünen Mithat Paşa ve adamları, kendisinden meşruti idare sözü aldıktan sonra V. Murad’ın yerine onun tahta çıkmasına müsaade ettiler. Neticede Şehzade Abdülhamid Efendi, ihtilalcilerin başı olan Midhat Paşa’ya verdiği meşrutiyet ve anayasa sözüyle tahta çıkmaya muvaffak oldu. Meclis toplandı ve Kanun-ı Esasî ilan edildi. Mithat Paşa ve Ekibi Devleti Felakete Sürüklüyor Büyük iddialarla başa geçen meşrutiyet hükûmeti, başa geçmesinden bir sene sonra ülkeyi felakete sürükledi. Rusya’nın Balkanlar’da ıslahat için verdiği tekliflerin 12 Nisan 1877’de İbrahim Ethem Paşa hükûmeti tarafından reddedilmesi üzerine 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi. Sultan II. Abdülhamid Han’ın şiddetle
Jön Türkler
KELÂMBAZ
17
Tarih
1896
Saray idaresine muhalif olan Jön Türk hareketi ve komitacılar tarafından İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruldu.
karşı durmasına rağmen tecrübesiz Mithat Paşa, Damat Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet idarecilerinin ısrarlarıyla savaşa girildi. Rus orduları Balkan ve Kafkas Cepheleri’nde Osmanlı kuvvetlerini mağlup ederek Erzurum’u işgal ettiler. Batı’da ise Bulgaristan’ın tamamı ile Trakya’nın büyük bir kısmı Rusların eline geçti. İşin en vahim tarafı ise Yeşilköy’e kadar gelen Rusların, İstanbul surlarına kadar dayanmasıydı. Mağlubiyetin faturası çok ağır oldu. Tarihte emsali görülmemiş bu felâket üzerine padişah meclisi feshederek meşrutiyeti askıya aldı. Padişah, harbin zararlarını diplomatik yollardan hafifletmeye çalıştı. İngiltere ve Avrupa devletlerinin araya girmesiyle Rusya ile muahede yapıldı ve sulh sağlandı. Ancak Kıbrıs, İngilizler lehine; Balkanların büyük bir kısmı ise Ruslar lehine elimizden çıktı. Toparlanan Bir Devlet Meclisi feshettikten sonra bütün idareyi sarayda toplayan Sultan Abdülhamid Han, 30 sene boyunca ülkeyi; maarif, ziraat, ticaret ve sanayi bakımından geliştirmeye çalıştı. Demir yollarına özel ehemmiyet gösterdi ve Hicaz’a kadar bir hat inşa ettirdi. Hâlen en iyi işleyen müesseselerden çoğu, bu zamandan kalmadır. Sultan, dış meselelerde ise barışı korumaya gayret etti. Zamanında
18
KELÂMBAZ
Mithat Paşa
gerçekleşen tek muharebe Yunanlıların Girit’e tecavüzü üzerine 1897 senesinde çıktı. Osmanlı ordusu, İngilizlerin altı ayda geçemez dedikleri Termofil Geçidi’ni 24 saatte geçip Atina’ya girdi ve Osmanlı Devleti’nin son topyekûn zaferi de böylece kazanılmış oldu. Sultan Abdülhamid Han, Avrupa’nın güçlü devletleri arasında bir denge siyaseti gözetmeye dikkat etti.
İslâm birliği siyaseti adına dünya Müslümanları üzerinde halifelik nüfuzunu bilhassa vurguladı. Bu sebeple İngiltere, dış siyasetini halifeliği kaldırmak, hiç değilse Sultan Hamid’i tahttan indirmek üzerine kurdu. 1896 senesinde saray idaresine muhalif olan Jön Türk hareketi ve komitacılar tarafından İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet, bilhassa askerler ve memurlar arasında hızlı bir şekilde yayıldı. 1908 senesinde askerî müfettiş Şemsi Paşa’nın vurulmasıyla ülke karıştı ve Abdülhamid Han sükûneti sağlayabilmek adına meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı. Başa geçenlerin ilk icraatı sansürü kaldırmak oldu. Hâl böyle olunca her gün padişahın aleyhinde neşriyat yapılmaya başlandı. Padişah olmadık söz ve iftiralarla karalanarak halkın nezdinde gözden düşürülmeye çalışıldı. Neticede
Rusların Yeşilköy’de bir çiftlikte kurdukları ordugah
İttihat ve Terakki Kurucuları
yapılan neşriyat öyle bir hâl aldı ki halk daha yakın zamana kadar büyük destek verdiği Abdülhamid Han’ı gözden çıkarttı. Bir Devir Kapanıyor Bu arada İttihat ve Terakki’nin kurulmasına el altından yardım eden İngilizler, cemiyetin Alman sempatizanlarının eline geçmesi üzerine karşı darbe yapmak istedi. Ancak İstanbul’da mevzilenen avcı taburları, bu olay üzerine isyan çıkarttı ve kan gövdeyi götürdü. Kimseye güveni kalmayan Sultan Abdülhamid Han olaylara müdahale etmedi ve pasif siyaseti tercih etti. Neticesinde isyandan padişah mesul tutuldu ve uydurma bir fetva ile hâl edildi. İngilizler idareyi ele geçirme emellerine ulaşamadılar ancak hilafet silahını elinde bulunduran bir padişahtan da kurtulmuş oldular. Ayrıca Osmanlı Devleti’ni 15 sene önceden henüz fiziken olmasa da yıkmış oldular. İttihatçılar tarafından tahta çıkartılan Sultan Mehmet Reşat Han’ın, tahtta kaldığı dokuz yıl boyunca idareye neredeyse
hiçbir tesiri olmadı ve sadece imza makamında kaldı. İttihatçılar, Sultan Abdülhamid Han devrinde görülmeyen bir baskı ve sindirme politikası yürüttüler. Tecrübesizlikleri ve ihtirasları ile devleti, I. Cihan Harbi’ne sokup felakete sebep oldular. Sonrasında ise sorumluluk bile alamayarak yurt dışına kaçtılar. Fakat Osmanlı Devleti, 1922 senesine, yani yıkılana kadar bu basiretsiz ve kukla idarecilerin ortaya koyduğu rejim (idare sistemi) ile hüküm sürmeye devam etti. Kazanan Başkaları Oldu Sultan Abdülhamid Han devri; Osmanlı Devleti’nde idarenin, padişahın elinde olduğu ve cihanşümul bir devlet vasfına haiz olduğu son devirdi. 1908 darbesinden sonra güç tamamen bürokratlarla anlaşan askerlere ve komitacılara geçti. Yakın zamana kadar bu topraklardan nice hükûmetler gelip geçti ancak askerî bürokrasi bir şekilde hep idarenin başında olmaya devam etti. Hatta bu sebeple “Türklerde devleti
asker kurar, asker idare eder.” sözü akıllara kazındı. Osmanlı tarihinde, özellikle bir devirden sonra ortaya çıkan ihtilallerin ve darbelerin hepsi asker sınıfının etkisiyle ortaya çıkmıştır. Özellikle 18. ve 19. yüzyılda gerçekleştirilenler o devirde hükümranlığı sürdüren dış güçler tarafından desteklenmiştir. Her seferinde de işler kötü hâle gelmiş, şartlar iyileşmediği gibi daha da tehlikeli sonuçlar ortaya çıkmıştır. Neticede kazanan hep başkaları olmuştur.
Meşrutiyet’in İlanı İçin Bastırılan Poster. Meşrutiyet İle Zincirlerin Kırıldığı Resmedilmiş
Sultan II. Abdülhamid Han’a karşı gerçekleştirilen sinsi tezgâh Osmanlı Devleti’nin en önemli ihtilali vasfını taşısa da Sultan Abdülaziz Han’a yapılmış olan hareket de kesif münasebetleri sebebiyle dikkate şayandır. Merhum Tarihçi Yazar Yılmaz Öztuna, bu hadiseyi “Bir Darbenin Anatomisi” ismiyle kitaplaştırmıştır.
KELÂMBAZ
19
Münevver
İdeal Münevver ve Lügat Ali Tüfekçi
Hayati İnanç, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi birinci sınıfa kaydolur. Fatih’te bir öğrenci evine yerleşir. Yargıtay kararlarını okurken anlamadığı için “müncer” kelimesine takılır. Ev arkadaşlarından birine ait olan Mustafa Nihat Özön’ün Osmanlıca sözlüğünden kelimenin manasına bakar. Bununla bitmez. Sözlükte, kelimenin manasına ilaveten bir de kullanılışına örnek olsun diye bir beyit verilmiştir: Müncer olur mu ya Râb bir subh-i inbisâta Vahdet-gehimde böyle mahzun geçen leyâlim Hayati Bey diyor ki, “Hoppala!.. Bilmediğim kelime bir taneydi, sözlüğe bakınca şimdi beş oldu!”
Birbiriyle ortak manalar taşıyan ancak aralarında küçük farklılıklar bulunan kelimeleri bilmek, “münevver” sıfatının temel vasfıdır.
20
KELÂMBAZ
İ
nsan için en mühim şey kendini doğru şekilde ifade edebilmek, cemiyetle sağlıklı irtibat kurabilmek, modern tabirle iletişmek’tir(!). Bunun da vasıtası dildir. İdeal bir münevver, evvela kendi dilini kemal mertebede bilir. Dahası fikirlerini açık ve fasih yani güzel ifade eder. Bu da edebiyatla meşguliyet ister. Edebiyat, meşgul olundukça insanın kelimât-ı müteradifesini zenginleştirir. Yani meşguliyet arttıkça bir mefhum (kavram) veya eşya hakkında birden fazla isim ve tabir öğrenir. Birbiriyle ortak manalar taşıyan ancak aralarında küçük farklılıklar bulunan kelimeleri bilmek, “münevver” sıfatının temel vasfıdır.
Bir insanın ilimdeki derinliği, onun mefhumlarını derinlemesine bilmesiyle anlaşılır. İslami ilimlerden “fıkıh”ın lügatteki manası; bir şeyi derinlemesine, etraflıca bilmek demektir. Yani aslında hakiki münevver dünyayı fakihçe görebilen kimsedir, diyebiliriz. Mesela bir ilahiyat talebesi “sünnet” kelimesinin İslam hukukunda (fıkıhta), tefsirde, hadiste, ıstılahta ne manalara geldiğini bilir. Yani bilmesi, öğrenmesi icap eder. Bunun gibi edebiyatla meşgul olan bir insan da okuduğu şiirleri hemen anlamalıdır. Bir tarihçi resmî bir vesîkada “nefy etmek” kelimesini gördüğünde bunun “sürgüne gönderilmek” demek olduğunu anlar. Aynı kelimeyi dinî bir metinde okuyan ilahiyatçı da bunun “inkâr etmek” manasında kullanıldığını bilir. Anlayamıyorsa bunun için lazım olan lügatlerden istifade edecektir.
Bir de bu öğrenilen kelimelerin günlük dilde kullanılması meselesi var ki onun da yolu yine lügat takviyesinden geçer. Kelime Etimolojisi Türkiye’de yakın tarihte pek çok lügat kaleme alındı. Lügatler bir dilin fotoğrafıdır. Bütün leksikoloji (sözlük ilmi) ve linguistics (dil bilim) ekollerinin ortak fikri şudur: “Bir dilin lügatine -nereden geldiğinin önemi olmaksızın- geçen kaç kelime varsa o kelimeler artık o dilin malı sayılır.” Bütün dünya dilleri için bu “umumi hüküm” olarak kabul edilmiştir. Dünyada hiçbir dil, tarih sahnesine çıkış noktasındaki kelime sayısıyla hudutlu kalmamıştır. Dolayısıyla Türkçenin kelime haznesi de 1500 yıl boyunca farklı dillerden alıp “kendi malı yaptığı” kelimelerden ibarettir. Şu var ki günlük dilde kullanılmamak bir ölçü değildir. Zira edebî metinlerde, ıstılahta (yani ilmî literatürde) olması bunun için kâfidir. Nitekim kelimelerin manaları, lügatlere yazılı veya sözlü kaynaklardan alınarak hazırlanır. Etimoloji; bir dile kelimelerin nereden, hangi aşamalarla geldiğini, kaynağını tarihî olarak tespit etme ilmidir. Etimolojinin maksadı, dilden kelime çıkarmak değil, dilin zenginliğini ortaya çıkarmaktır. Öğrenmek Hobi Olmalı Hayati İnanç bir konferansında okuduğu şiirlerden birini “Türkçeden Türkçeye tercüme (!) ederken” şöyle bir söz söylemişti: “Türkler lügat yazar ama bu lügate açıp bakmaz!”
İnanç, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi birinci sınıfa kaydolur. Fatih’te bir öğrenci evine yerleşir. Yargıtay kararlarını okurken anlamadığı için “müncer” kelimesine takılır. Ev arkadaşlarından birine ait olan Mustafa Nihat Özön’ün Osmanlıca sözlüğünden kelimenin manasına bakar. Bununla bitmez. Sözlükte, kelimenin manasına ilaveten bir de kullanılışına örnek olsun diye bir beyit verilmiştir:
Müncer olur mu ya Râb bir subh-i inbisâta Vahdet-gehimde böyle mahzun geçen leyâlim
Hayati Bey diyor ki, “Hoppala!.. Bilmediğim kelime bir taneydi, sözlüğe bakınca şimdi beş oldu!” Müncer: Dönüşmek, bir hâlden bir hâle inkılab etmek, bir safha sonunda gelinen nokta. subh-i inbisât: Sabah ferahlığı İnbisât: Bast’tan (ferah, rahat; tersi kabz, sıkıntı) Vahdet-geh: Tek kişilik mekân, hücre. Mahzun: Hüzünlü. Leyâl: “leyl”in çokluk hâli, geceler. Beytin manası şöyle: “Ferah bir sabaha dönüşür mü ya Râb, hücremde (tek başına) geçirdiğim bu hüzünlü geceler!” Bir taraftan beytin telaffuzundaki akıcılığa, azamete çarpılır; diğer taraftan da kelimelerin manalarını bilememenin ve anlayamamanın sancısını çeker. Hemen diğer kelimeleri de öğrenir. Bu bilmediği kelimeleri öğrenme işinden o kadar KELÂMBAZ
21
Münevver
çok keyif almaya başlar ki sonraki hayatında klasik şiir kitaplarını, sözlükleri elinden düşürmez. Zamanla okuduğu şiirlerdeki hikmetler, manalardaki ahenkli, çarpıcı ifade zenginlikleri ortaya çıktıkça da klasik Türk şiirine meftun olur. Neticede kendisi Türkiye’de, hatta dünyada 10.000 beyit ezbere bilen belki de tek “şiire meraklı avukat”tır. İnanç, bu meseleyi şöyle bağlıyor: “Burada öğrenmenin peşine ben düştüm. Biri bana öğretmeye çalışmadı. İnsanlar öğrenmeye bayılırlar fakat öğretilmekten nefret ederler. Bana okullarda
yabancı dil öğretmek için çok çalışanlar başarılı olamadı. Fakat ben klasik edebiyatımızı ve onun dilini okullarda da görmeden öğrendim. En iyi öğrenme; bir işi hobi saymak, onu eğlence hâline getirmek, merak edip onun peşine düşmektir.” Türkler Lügate Kıymet Vermez mi? Kaşgarlı Mahmut; Arapların Türkçe öğrenmesi, Türkleri tanıması için meşhur Divanü Lügati’t-Türk kitabını yazdığında Batı’da emsali olabilecek bir lügat kitabı yoktu. Şark dünyasında zannettiğimizin aksine lügate çok ehemmiyet verilmişti. Osmanlı münevverlerinin lügat ilmiyle mesaisi oldukça fazlaydı. “İlim lügattir.” ve “Kamus namustur.” sözleri meşhurdu. Osmanlılar tarafından emsali olmayan lügat kitapları kaleme alındı. Sünbülzâde Vehbî’nin
22
KELÂMBAZ
İnsanlar öğrenmeye bayılırlar fakat öğretilmekten nefret ederler. Bana okullarda yabancı dil öğretmek için çok çalışanlar başarılı olamadı. Fakat ben klasik edebiyatımızı ve onun dilini okullarda da görmeden öğrendim. En iyi öğrenme; bir işi hobi saymak, onu eğlence hâline getirmek, merak edip onun peşine düşmektir.”
ve Şâhidî’nin manzum lügatleri bunlara misaldir. Dünya üzerinde kaç milletin bizim kadar manzum yani şiir şeklinde lügati vardır. Dahası, kullanılan kelimelerin manalarındaki kaymalarını tespit etmek, önüne geçmek, doğrusunu kullanmak için “galatat” yani yanlış kelime kullanımına dair lügatler bile kaleme alınmış. Fakat bütün bunlara rağmen Batı üniversiteleri ayarında bir filoloji-leksikoloji enstitümüzü kuramadık. Dolayısıyla ne ülkemizdeki insanlar ne de dünya ilim âlemi Türkçenin birikiminden yeterince haberdar. Bizdeki şerh-haşiye geleneği Batı’da “dipnotlandırma” şeklinde tatbik edildi. Bu usulün gayesi; dilin, eskiyen eserlerin aslına (orijinaline) zarar vermeden anlaşıl-
masını, nakledilmesini sağlamaktı. Yani bu usul; lügati, eserin içine yerleştirmekti. Bu metot, kâğıdın ve kitabın az olduğu devirlerde çok pratik bir yoldu. Nitekim çok faydalı oldu. Zira 300-400 yıl evvel yazılan kitaplar bu yolla mükemmelleşerek nakledildi. Böylece ilmî gelenek kopmadan nesillere intikal etmiş oldu. Günümüzde bu usul, akademik çalışmalarda tatbik edilmekle birlikte yavaş yavaş terk edildi. Aslolan eserlerin insanlara değil, insanların esere tâbî olmasıdır. Eserlerin anlaşılması için de lügatler, insanların yardımına yetişir. İlmî, fikrî, edebî eserler okuyucuyu belli bir seviyedeymiş gibi kabul eder. Yazarlar mümkün mertebe anlaşılır bir dil kullanmakla birlikte, mevzuya dair kullanılan bu mefhumları anlamayanlar için “Bunları da bilmiyorlarsa kitabı okumasınlar!” diye düşünür. Doğru olan da budur. Bu sebeple de lügatler münevverlerin her zaman başucunda, onların ayrılmaz parçası gibidir. Diğer Lügatler Bu tavsiye edilen iki lügat dışında da iyi çalışmalar elbette var. Osmanlıca için Mehmet Kanar’ın lügat çalışmalarından kâfi miktarda istifade edilebilir. Eserleri zengin ve kıymetli olmakla birlikte, akademik bir çalışmanın mahsulüdür. [Farsça hususunda da kendisi otorite kabul edilir.] Bir de Dr. Mehmet Doğan’ın lügati da istifadelidir. Bu eser, uzun ve şuurlu bir emeğin mahsulüdür.
Tavsiye Lügat Lügatler edebî, tarihî ve her çeşit sahadaki eserler baz alınarak hazırlanır. Çünkü her ilmin kendine mahsus kelimeleri vardır. İnsanlar çoğu zaman ilmî eserlerde anlamadıkları kelimelerle karşılaşırlar. Bunun için de “Çok fazla anlaşılmayan, yabancı, eski kelime var. Bunun dili sadeleştirilmeli.” denilemez. Şayet bu yapılırsa o dil zarar görür. Cemiyetin kelime hazinesi, fikir sahası daralıp fakirleşir. Lügatlerle meşgul olmanın zihinde oluşturduğu aydınlanma hiçbir kitapta sağlanamaz. İşte bu minvalde hazırlanan piyasadaki lügatler içinde tavsiyeye şayan olanlar şunlardır:
1.
Tarihî Türkçenin kelime hazinesini ihtiva eden meşhur ve güvenilir lügatlerden biri, Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca Lügati’dir. 1962’de ilk baskısını yapan lügat pek çok dil âliminin kontrolünden geçmiş, tashih ve ilaveleriyle mükemmel hâle getirilmiştir. Kelimelerin harf inkilabından evvelki asli yazılışları da vardır. Büyük bir kültür hazinesi olan bu kitap, herkesin elinin altında bulunmalıdır. Ömür boyu istifade edilecek bir kaynaktır. Güzel bir hizmet olarak 2010’dan sonraki baskının arkasına, kelimeler elifba sırasına göre de dizilmiştir.
2.
Mümtaz bir heyetin de desteğiyle İlhan Ayverdi tarafından hazırlanan, 40
yıllık bir çalışmanın mahsulü olan Misalli Büyük Türkçe Sözlük…
Bu lügat, her kelimenin misalini ve etimolojisini, yani kök bilgisini barındırması bakımından Türkçenin yakın tarihte hazırlanan en kıymetli ve en faydalı lügatidir. Çok değerli bir kültür mirasıdır. Vakti müsait olan, bu lügati normal bir kitap gibi başından sonuna okuyabilir. Bu eserin iki farklı baskısı var: Biri karton kapaklı tek cilt, diğeri deri kapaklı 3 cilt. Kişiye göre değişmekle beraber kullanışlılık yönüyle tek cilt hali daha pratiktir. Fakat ebadı ziyadesiyle büyük olduğu için taşıması sıkıntılı… Bir de bu lügatin muhtasar, özet hâli Ahmet Topaloğlu ile “Türkçe Sözlük” ismiyle Kubbealtı’ndan basıldı. Liseli gençler için bu tavsiye edilir. İşte bu iki lügat her münevverin bir parçası gibidir. Kaliteli nesillerin yetişmesi, bu kalitedeki lügatlerden istifadeyle olur. Kıymetli ve faydalı oluşlarının en mühim sebebi; binlerce ilmî, edebî eserimizden, mirasımızdan istifade ile hazırlanmalarıdır. Son yarım yüzyıldır kültür hayatımızda rüştlerini ispat etmişlerdir.
Yine Türk Dil Cemiyetinin (TDK) sözlüğü, ihtiva ettiği kelime sayısıyla zengin bir sözlüktür. Bunların haricinde, piyasada bir de Ali Püsküllüoğlu’nun sözlükleri var. Bu ikisinin problemi, Türkçe kelimelerin köklerine olan takıntılı tavırlarıdır. Bilhassa Arapça ve Farsçadan alınmış “Türkçe” kelimelere, üvey evlat muamelesi yapılmıştır. Hatta vaktiyle daha da kötü bir bakış mevzubahisti. Ayrıca ikisi de masa başında üretilmiş, Türkçenin yapısına uymayan kelimeleri, Öztürkçe olarak servis ediyor. Bu kelimelerin üretilmesinin maksadının geçmiş ile olan irtibata zarar vermek olduğu bugün ayan beyan ortaya çıktı. Dolayısıyla bu sözlükler pek de faydalı değildir. Bir de her mesleğin, ilmin kendine mahsus kelimelerine dair lügatler vardır. Dinî lügat, tarih, hukuk, matematik lügatleri gibi… Bunları da meraka ve ihtiyaca göre temin etmek bir münevver için zenginliktir. Aralarındaki fark Kubbealtı Lügati de artık dile yerleşmiş, dili istila etmiş böyle uydurma kelimelerin manalarını, misalleriyle vermiştir. Ancak bunların yeni üretildiğini ve niçin Türkçenin yapısına uygun olmadığını da ilmî olarak göstermektedir. Dolayısıyla TDK’nin sözlüğünden ziyade Kubbealtı’nın sözlüğü dil şuurunun verilmesinde daha faydalı oluyor. Dijital Lügatler Pek çok lügat, dijital mecraya KELÂMBAZ
23
Münevver
adapte edilerek insanların istifadesine sunuluyor. Bunlar çok faydalı çalışmalardır. Sayılarının çoğalması, reklamlar vasıtasıyla herkesin bunlardan istifade etmesinin teşvik edilmesi gerekiyor. Ancak kelime bilgisini arttırmak bakımından ne derece tesiri olduğu tartışılır. Hele de telefon uygulamaları şeklindekiler… Bir kelimenin manasını hızlıca öğrenmek için tabii ki faydalıdır. Ancak meleke kesbetme dediğimiz zihinde kalıcı yer tutmaya pek yaramıyor. Dikkat dağıtması da cabası… Hızlıca kullanılması açısından faydasına diyecek yok. Vakit kaybını azaltıyor. Fakat neticede bir münevvere lazım olan şey, kelimenin kalıcı olarak zihninde yer etmesi ve o kelimeyi günlük konuşmasında kullanabilmesidir. Kullanmadığımız, telaffuz etmediğimiz, yazmadığımız kelime ölü kelimedir.
Gerçi bu söylediklerimiz kişiye göre değişebilen bir durumdur. Herkesin elinde mücessem, basılı olarak en az iki lügat bulunmalıdır; biri tarihî diğeri günlük dil bilgisini
24
KELÂMBAZ
takviye etmesi için. İlhan Ayverdi’nin lügati çok kullanışlı bir şekilde, dijital olarak istifadeye sunuldu. www.kubbealtilugati.com veya www.lugatim.com linklerinde bütün kelimelere üye olmaksızın ulaşabilirsiniz. Mobil uygulaması da ücretsiz olarak indirilebilir. İnternette Türkçe dijital lügatlerin listeleri muhtelif bloglarda derli toplu şekilde hazırlanmış. TDK’nin bütün lügatleri de internet sitesinde mevcut. Öyle Konuşmalıdır ki Lügat karıştırmak ve okumak zihnin, aklın, tefekkürün hem anahtarı hem de cilasıdır. Marifet, konuşurken parlak kelimeleri kullanmakta değil manasını bilerek ve bildirerek kullanmaktır. Cemiyet içinde en küçüğünden en büyüğüne bütün tartışmaların, kavgaların temelinde insanların kendilerini iyi ifade edememeleri ve karşılarındaki kimseleri anlayamamaları yatar. “Kelimelerin tükendiği yerde yumruklar konuşur.” derler. Akademisyenlerin, öğretmenlerin, vaizlerin, imamların insanlara, cemiyete dokunamama sebebi kullanacakları kelimeleri iyi seçememelerinden de kaynaklanmaktadır. Seyyid Abdülhakim Efendi, “Öyle
konuşmalıdır ki karşı taraf sual sorma ihtiyacı hissetmesin.” demiştir. Ehibbası da Seyyid Abdülhakim Efendi’yi şöyle tarif etmiştir: “Kelime
hazinesi çok zengindi. (Bazen) aynı manaya gelen sekiz-on kelime ile söylerdi. Birinden anlamayan, öbüründen anlasın, diye düşünürdü.” Dolayısıyla kendisini dinleyen en cahilinden en âlimine herkes onu anlardı. Yine onun vaazlarına giden Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin damadı Avukat Mustafa Mazhar Sündüs’ün, Seyyid Abdülhakim Efendi hakkındaki ifadesi şöyleydi: “Efendi Hazretleri’nin kelimât-ı müteradifesi (aynı manaya gelen farklı kelimeler hazinesi) çok zengindi.”. Talebelerine, “Benim ne anlattığım değil karşıdakinin ne anladığı mühimdir.” buyurmuş, “Bir şey yazarken uzun cümleler ve fazla Arapça, Farsça terkipler [tamlamalar] kullanma.” buyurmuşlardır. Lügat Kazandırır Klasik şiirimize dair çok satılan kitaplar arasında İskender Pala’nın “Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü” vardır. Bu lügatin yazılışı enteresandır. İskender Bey, talebelik yıllarından itibaren okuduğu şiirlerde, anlamadığı kelimeleri hemen bulabildiği muhtelif lügatlerden araştırır. Sonra bu kelimeyi ve o beyti bir kâğıt parçasına yazar. Böyle böyle yüzlerce, binlerce fiş biriktirir. Meslek sahibi olup sahasında akademik paye aldığında bunları kitap hâline getirecektir. Lügat karıştırma alışkanlığı neticesinde hem ilim öğrenir hem de lise-üniversite seviyesindeki herkesin istifade edebileceği bir “Misalli Divan Edebiyatı Lügati” ortaya çıkar.
Klasik şiirle meşgul olacak kimselere, ilk basamak mahiyetinde bu sözlüğü tavsiye edilir. Divan şiirine dair daha detaylı ve fazla malumat ise H Yayınlarının bastığı Ahmet Talat Onay’ın “Mazmunlar Sözlüğü”nde vardır. Uydurma Kelimeler Bir münevver gencin parçası olan lügat, bütün kapıları açan hür tefekkürün anahtarıdır. Unutmamalıdır ki insan kelimelerle düşünür. Kelimelerin derinliklerine ne kadar vakıf olunursa mefhumlar, kavramlar zihinde o derece yer eder. İlmî altyapı sağlam atılır, düşünceler o derece derinleşir, fikirler kaliteli bir hüviyete bürünür. Lisan devrimiyle dilimize sokulan uydurma kelimelere karşı dikkatli olmak gerektiği gibi bunları iyi bilmek ve yeri geldiğinde kullanmak icap eder. Çünkü Hadis-i Şerif ’te “Bir kavmin dilini öğrenen onun şerrinden emin olur.” buyrulmuştur.
Uydurma kelimeleri iyi bilmek, bunların Türkçeye niçin uygun olmadıkları öğrenmek de çok kolaydır. Bu hususta Prof. Faruk Kadri Timurtaş’ın “Uydurma Olan ve Olmayan Yeni Kelimeler Sözlüğü” meseleyi en sade ve
ilmî esaslara göre anlatarak yol gösterir. Maalesef bugün bu eserin
Kaşgarlı Mahmud; Arapların Türkçe öğrenmesi, Türkleri tanıması için meşhur Divanü Lügati’t-Türk kitabını yazdığında Batı’da emsali olabilecek bir lügat kitabı yoktu. Şark dünyasında zannettiğimizin aksine lügate çok ehemmiyet verilmişti. Osmanlı münevverlerinin lügat ilmiyle mesaisi oldukça fazlaydı. “İlim lügattir.” ve “Kamus namustur.” sözleri meşhurdu.
baskısı yok. Fakat eser PDF olarak internette pek çok siteye yüklendiği için kolayca bulunabilir. Kadir Mısıroğlu’nun “Boykot” ve “İslâm Yazısı’na Dâir” isimli kitapları, Peyami Safa’nın “Osmanlıca Türkçe Uydurmaca”, Prof. Mehmet Kaplan’ın “Kültür ve Dil” kitapları bu mevzuda okunması gereken kitaplardır. Bunlardan başka günümüzde Dr. Mehmet Doğan’nın yazıları, Sevan Nişanyan’ın çalışmaları kıymetlidir. Bilhassa Sevan Nişanyan’ın “Kelimebaz” isimli kitabı, etimoloji sözlüğü ve bilumum Türkçeye dair yazıları dil şuuru kazanmak, Türkçenin derinliklerine inmek bakımından faydalıdır. Bu eserler elde edilip okunduğu takdirde meselenin künhüne vâkıf olunur.
Netice Evvela kendimiz, sonra da çocuklarımız başta olmak üzere yeni nesillerin tarihle, değerlerimizle sağlıklı irtibat kurmasını istiyorsak lügatlerle meşgul olmaya mecburuz. Evimizde kaliteli kitaplardan oluşan bir kütüphane hazırlamalı ve bunun bir rafını da lügatlere ayırmalıyız. Buradaki şu ince ölçüyü iyi kavramak gerekiyor: Yahya Kemal, Rıza Tevfik, Refik Halit vs. gibi edebiyatçıların kullandığı son bir asırdaki fasih ve zengin, dilde tasfiyecilikten azâde, anlaşılır Türkçeyi esas almak, konuşup yazmak icap ediyor. Anlaşılmama ihtimali olabilecek ifadeler kullandığımızda da “yani”nin yardımından istifade etmeliyiz. Dinî, edebî, tarihî, ictimai, felsefi, siyasi, hukuki… Hayatımıza, düşünce dünyamıza hitap eden sahalardan iyi bir şekilde faydalanmak istiyorsak bunun yolu, kendi dilimizi kaliteli öğrenmekten geçer. Kendi dilini iyi bilen başka dilleri de kolayca öğrenebilir. Dildeki kelimelerin mantığı ve dünyası zihninde oluşan bir kimse için yabancı dil öğrenmek, çerez gibidir. Çünkü o kişi kelimelere cihanşümul yani üniversal (evrensel) bir gözle bakar. Mecburiyetten değil de hobi ve merak olarak severek dil öğrenir. Böylece her dilden, kaynaktan istifade eder. Zihni sürekli aydınlanır, geniş ve derin tefekkür sahibi olur. Hem mâzinin kaynaklarıyla beslenir hem de âtideki nesiller için köprü olur. İşte bunun yolu da daima el altında lügat bulundurmaktan geçmektedir. KELÂMBAZ
25
Fikir-Deneme
İRFANDA YENi BiR AÇILIM Ahmed Necip Yıldırım
Osmanlı’daki avam, kara cahil kimseler değildi. Bugün olduğu gibi herkes önlük ve üniforma giydirilerek mecburi eğitime tabi tutulmuyordu fakat havasa intisap etme yolu herkese açıktı. Havas dediğimiz kesimse yüzlerce yıllık kültürel birikimden damlayan özü oluşturmaktaydı.
26
KELÂMBAZ
M
odern zamanların en büyük safsatası: Renkler ve zevkler tartışılmaz! Osmanlı’da halk, avam ve havas olarak kabaca ikiye ayrılı-
yordu. Havas, bilhassa saray ve çevresinde gelişen zevkiyle, estetiğiyle, bilgisi ve irfanıyla rafine edilmiş kimselerden müteşekkildi. İmparatorluğun çeşitli alt merkezlerindeki sanat, marifet ve edebiyat çevrelerinde yanan meşaleler, bu münevverler tarafından tutuşturulmaktaydı. Bir de çobanıyla, çiftçisiyle, esnafıyla, zanaatkârlarıyla avam vardı. Osmanlı’daki avam, kara cahil kimseler değildi. Bugün olduğu gibi herkes önlük ve üniforma giydirilerek mecburi eğitime tabi tutulmuyordu fakat havasa intisap etme yolu herkese açıktı. Her halükârda, insanlığa mal olacak seviyede eserler çıkaracak üst seviyedeki kimselerle avam arasında ciddi bir fark vardı. İsmine havas dediğimiz kesim, yüzlerce yıllık kültürel birikimden damlayan özü oluşturmaktaydı. Bütün bir medeniyet; bilgide, ahlakta, edebiyatta, sanatta ve pek çok başka cihetlerde üstün bir idrak ve irfan seviyesine sahip bu kimselerde tecessüm etmişti. Elbette ki toplumdaki her ferdin bu hususiyette olması beklenemezdi. Fransız İhtilâli patlak verdi. Bir anda millîleşme başladı. Her şey belirli toprak parçasının içine göre şekillenmeye başladı. İdrak, şuur,
dava, sanat, edebiyat… Ve irfan belli sınırlar çerçevesinde hayat bulmak durumundaydı. Son iki asırda yaşanan en dehşet verici değişim ve dönüşümlerden biri şudur: Şahsında bir medeniyeti tecessüm ettiren münevver havas gitti; yerine ise sadece “ulusal” kıymetleri şahsında tecessüm ettirmeye çalışan “elit” bir kesim geldi. Kaybolanlar, coğrafi olarak kendini Osmanlı topraklarından bile ötelerden mesul tutan bir idrakin temsilcileriydi. Savundukları değerler, cihanşümuldü. Hudutlarla, milliyetle, lisanla ve renklerle kelepçelenmemişlerdi. Bizde de bir ihtilal yapılmıştı. Genç cumhuriyet, halkı dönüştürmek istiyordu. Köy Enstitüleri, Tevhid-i Tedrisat, Dil Devrimi, Harf İnkılâbı… Netice: İrfan seviyesi dümdüz olmuştu. Çukurlar doldurulmuş, tümsekler kazınmıştı. Bu ihtilal, her şeyi o günün şartlarına göre yeniden tersim etmek mecburiyetindeydi. Yeni bir elit kesim meydana getirmek de bunların arasında yer alıyordu. Yani cumhuriyetin de kendine göre bir “havas” zümresi olmalıydı. Hakeza bu hedefe ulaşıldı ve irfanını, cumhuriyetin sınırlarıyla sınırlandırmış elit bir kesim türetildi. Bir zamanların havas mertebesine çıkılamazdı. Zaten istenen de bu değildi. Yenilikler kitlelere anlatılmalı ve kabul ettirilmeliydi. Onun için her şey “sadeleşmeliydi”: Dil, tarih,
İhracat trilyon dolara ulaşsın, cari açık sıfır olsun, dünyadaki bütün devletlerde elçilikler açılsın, sporda çok sayıda madalyalar alınsın… 2023 ve 2071 hedeflerini bir de “irfan” noktasından ele almak mecburiyetindeyiz.
edebiyat, sanat… Ve en önemlisi de havas. Eski münevverlerin yerini yeni “aydın”lar almıştı. İstisnaları olmakla beraber, bu tarife uyan bir aydın zümresiyle gelindi bugünlere. İki asır kadar evvel, düz yazının içine koymaktan hayâ edecekleri satırları şiir diye kitaplarına yazan zevattı bunlar. Edebiyat, sinema, tiyatro, neşriyat ve bilahare irfan… İdrak ve estetiğimizi besleyen bütün kaynaklar bu kesimin elindeydi. En büyük meziyeti “Batı’yı taklit” etmek olmuştu. Fakat gidenlerin bıraktığı boşluk o kadar büyüktü ki hiçbir taklit,
geriye kalan irfan boşluğunu dolduramazdı. Gelelim bugüne. Eğer cihanşümul olma iddiasındaysanız cihan seviyesinde düşünmeniz gerekmez mi? Madem ki “Yaratılanı yaratandan ötürü…”, öyleyse coğrafya neden idrakinize, estetiğinize, sanatınıza, tefekkürünüze ve irfanınıza gem vursun? Herkes, her şeyi anlamak mecburiyetinde değil. Avam seviyesine indirilen bir irfan, ne ölçüde bir cihan devletine kifayet edecek fikrî ufuklar açabilir? Osmanlı bu cihetten de ciddi bakımdan tetkik edilmeli. Fransız İhtilâlinden beri bir millîleşme süreci yaşıyoruz. Millîleşme, yani yavanlaşma. Bir toplumda herkesin aynı bilgi, estetik, ahlak ve idrak seviyesine sahip olması beklenebilir mi? Yeni kadrolara ihtiyacımız var. “Cumhuriyet tarihinde yaşayan” şairlerin sultanı Necip Fazıl Kısakürek’in işaret ettiği “Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri” en azından anlamaya gayret eden münevverlere... İhracat trilyon dolara ulaşsın, cari açık sıfır olsun, dünyadaki bütün devletlerde elçilikler açılsın, sporda çok sayıda madalyalar alınsın… 2023 ve 2071 hedeflerini bir de “irfan” noktasından ele almak mecburiyetindeyiz. İrfan, bir medeniyetin idrak, şuur ve mütalaa kabiliyetidir. “Renkler ve zevkler” dâhil, güdük olan ne varsa tartışılmalı.
KELÂMBAZ
27
Fikir-Kritik
MODERNİTE
VE TEFEKKÜR Muharrem Ahmetoğlu
Yeni ve modern insan; ruhundan soyunmuş, bedeni ile onun arzuları arasında sıkışıp kalmış, hezeyanlarından sürekli üretmek ve o ölçüde tüketmek düsturuna dayanarak kurtulma telaşına düşmüş, fikrî mülâhazalardan alabildiğine uzak, idealsiz veya köhnemiş idealleriyle var olma mücadelesine giren, kafa-kalp-beden üçlüsünün nispetsiz gelişimine engel olamayan, hakikati duyma tahammülü gösteremeyen, bütün bu sayılanların ve daha nicelerinin farkına dahi varamayan insandır.
C
ağımız insanı bir yönüyle topaldır. 19. asrın vulgar/kaba maddecilik takıntısı ile boğuşan ve içerisinde boğulan, 20. asrın yıpratıcı, sendeleyici olayları karşısında sarsılan eski dünya insanı tipolojisi; 21. asırda kendini toparlayamadan, zihninin bulanıklığını gideremeden yerini, yeni dünya insanı tipolojisine devretmiştir. Söz konusu devrediş, zaman ve mekân cihetiyle kısa ve sathî, mana ve etki cihetiyle derunî ve kuşatıcıdır. Yine aynı acı devrediş, insanın topal kalan fakat asıl olması gereken manevî yönünü işaret eder. İkinci bin yıla girişimiz yirmi yıla yaklaşmış bulunuyor. Ardımıza dönüp baktığımızda geldiğimiz
28
KELÂMBAZ
veya vardığımız noktanın düne nazaran daha huzur verici olduğunu söylemek, teptiğimiz onca yola, çektiğimiz olanca zahmete rağmen akla kabil değil. Yeni ve modern insan; ruhundan soyunmuş, bedeni ile onun arzuları arasında sıkışıp kalmış, hezeyanlarından sürekli üretmek ve o ölçüde tüketmek düsturuna dayanarak kurtulma telaşına düşmüş, fikrî mülâhazalardan alabildiğine uzak, idealsiz veya köhnemiş idealleriyle var olma mücadelesine giren, kafa-kalp-beden üçlüsünün nispetsiz gelişimine engel olamayan, hakikati duyma tahammülü gösteremeyen, bütün bu sayılanların ve daha nicelerinin farkına dahi varamayan insandır. Yeni ve modern insana rağmen
var olma mücadelesi vermek; hakiki bir inanç, kuvvetli bir direnç ister. Bahsettiğimiz “var olma mücadelesi”, maddi ve müşahhas olmaktan bir hayli uzaktır ve fikrî tekâmülü ifade etmektedir. Peki, fikrî tekâmül ve beynin zonk zonk zonklaması, sızlaması niçin gereklidir? Daha ileri bir düşünce olarak ise şöyle sorulabilir: Fikir çilesi çekmek, düşünmek, tefekkür etmek gerekli midir? İnsanoğlu ürettikçe var olmuş, var oldukça üretmiştir. Üretimi sınırlayan unsur ise ihtiyaçlardır. Çağımızda ise bu çark/tarihî gerçeklik tersine dönmüş, tepetaklak olmuştur. Tüketmek, bitince yine tüketmek, günümüz insanını -belki sistemini demek daha doğru olurveciz bir şekilde bizlere anlatır. Telaşla birleşen tüketim arzusu maddi olanı tükettiği gibi ilişkileri, duyguları, zihinleri ve fikirleri kısaca manevi olanı da tüketmekte, onarılamaz hasarlar bırakacak şekliyle görünmeyen yanımızı sinsice kemirmektedir.
Modern insanımızın mülâhazaya, murakabeye, ruhunun olgunluk merhalelerini bir bir aşmasını sağlayacak tefekküre ayıracak vakti kalmamıştır. O, sürekli bir yerlere yetişme telaşındadır. Evine bir an önce varma, bir an evvel yatağına girip uyuma, sabah telaşla kalkarak işine yetişme çabasındadır ve bıktırıcı kısır döngü, birileri veya kendi dur deyinceye dek, her yeni gün tazelenmeye mecbur ve muhtaçtır. Bir mütefekkirimiz, medeniyetin yeni hâlini şöyle izah etmektedir: “Medeniyetin en büyük yasağı durup dinlenmektir fakat dinlenmeye müsaade etmediği gibi yorulmayı da affetmeyen bugünkü çelik medeniyet, bizden çelik bir bünye istiyor ve vücutlarımızı da endüstrinin muhtelif aksâmı hâline sokmaya çalışıyor.” “Fikir” denen mücerret kavram, çilesiyle var olabilmektedir. Emek ister, çaba gerektirir. Bir dert ile hemhâl olmayı şart koşar, kapılarını her isteyene açmaz. Uyutmaz
adamı, beyni içer her gece! Anlatılamaz elbette, yaşananın tadına varmak için bir yol olabilir sadece. Batı tandanslı insan modeli ve onun kötü/beceriksiz yerel taklitçileri bunca zahmeti göze almaktan ictinab etmekte; hazır olanın, kolay bulunanın peşine düşmektedirler. Bu iç burkucu tablo, 21. asrın olanca debdebesine, ihtişamına (!) rağmen hakikatte yoksulluğunun, çaresizliğinin, çürümüşlüğünün, suallere cevap olamayışının, kendini hiçlikte ve yoklukta tanımlayışının gerçek bir fotoğrafıdır. Toplumumuzun çözülememiş, kronikleşmiş, tekrar tekrar ele almaktan yontulmuş ve incelmiş nice meselelerinin olduğu varittir. Yaşanan olayların temelinde de, çözümünde de insan faktörü ön plana çıkmaktadır. Lakin asrımızın bize dikte ettiği yeni kimlik, bırakınız sorunların çözümünde ön aktör olmayı, kendi benlik kavgasını verip etrafına bakabilecek ufuktan dahi yoksundur. Yeni kimlik ve unsurları “antroposantrizm (insan-merkezli görüş)” etrafında çerçevelenmiştir. “Benlik” kavramına defaatle yapılan vurgu, bu kimliği güçlendirmekte, tabii olarak, “senlik/öteki” kavramını, var olmak, kendini kanıtlamak gayretiyle karşısına almaktadır. Hesapsız girişilen böylesi bir mücadele, rasyonel-modern insan için kalabalıklar içinde yalnız kalmakla sonuçlanmaktadır. Baş başa kalınan yalnızlık, zaman zaman ve yer yer farklı grup veya
cemaatlere kendisini tevdi etse de esas itibariyle ölçüyü her sahada kaçırmanın habercisi de olabiliyor. Bir kişi kalbî, zihnî ve manevî yönden ne derece zayıf ve yetersiz ise kendini dışa vurumu o ölçüde şiddetli olacaktır. Etrafımızda gördüğümüz modern asrımızın (!) dahi çok ötelerinde yaşayan mutasyona uğramış tipler, yukarıdaki çıkarıma ne güzel misallerdir. 21. asır, medeniyetimizin yeniden inşası için tefekkür asrı olmalıdır. Bütün ilmî sahalarda ve girilen ilişkilerde hedeflenenler; sabırla, tevekkülle gergef gergef işlenerek olgunlaştırılmalıdır. Bu bir zaruret hâlini almıştır. Kâinatı ve yaratılanı yeniden anlamaya/anlamlandırmaya şiddetle ihtiyacımız vardır. Her yeni gün tazelenmek ve zihnimizdeki bizi biz yapan değerleri yeniden üretmek meşakkatli bir süreç olsa da bizlere sunulan modern/sunî kimliği reddetmek ve aslına sadık kalmak adına tarihî sorumluluğumuzu yerine getirmek, ertelenemez bir borç hâlini almıştır. Köhnemiş dimağlara, boşalmış/ mühürlenmiş gönüllere inat, ebedî saadetin hasretkeş yolcuları/ arzulayıcıları, üzerlerine tevdi edilen tarihî sorumluluğu yerine getirmeye muktedirdirler. Yığınla benliğin salyalarının üzerimize aktığı modern çağda, sabırla ve ülfetle girilecek tefekkür ikliminde kalmak ve fikrin/tefekkürün huzur veren çilesini çekmek, bizi tanımlamak adına ödenecek asgarî bedel değil midir?
KELÂMBAZ
29
Portre
Ali Tüfekçi
Mazinin Derinliklerinde Bir İlim Adamı
YILMAZ ÖZTUNA
“Atlasları yutar gibi ezberler, tabloya bakar gibi hayranlıkla saatlerce paftaları incelerken devletlerin sınırları, gözüme çarpan en mühim unsur oldu. Sınırlarda bir gayri tabiilik var gibiydi. 6 kıta İngiliz sömürgeleri ve dominyonları ile pembeye boyanmıştı. Rusya, dünyanın âdeta dörtte birini işgal etmişti (1940 yılından bahsediyorum). Bu sınırların Tanrı yapısı olmadığı; dağlar, denizler gibi Cenâb-ı Hak tarafından teşekkül ettirilmediği muhakkaktı. O hâlde bunlar nasıl teşekkül etmişti? İşte bunun cevabını bulmanın tek, biricik ve mutlak yolu, tarih öğrenmekti.” 30
KELÂMBAZ
T
arihi sevdiren adam, “Büyük Türkiye Tarihi”nde tarihe merakının başlayışını böyle anlatıyor. Yakın tarihin iz bırakan simalarından, kuşakları uzun boyundan daha çok kitap yazarak besleyen bu zatın tam adı Abdullah Tahsin Yılmaz Öztuna’dır. Kendi isminden başka Abdullah Tahsin, Tahsin Tunalı, Abdullah Tunaboylu isimlerini de müstear (takma isim) olarak kullanmıştır. Öztuna, Türkiye’de popüler tarihçilik denilince muhafazakâr-milliyetçi yönüyle akla ilk gelen isimlerdendir. 9 Şubat 2012’deki vefatı, manidar şekilde Sultan Abdülhamid’in vefat yıl dönümüne rastlar. Sultan Abdülhamid’e dair ideolojik kalıpları ilk kıran tarihçilerdendi. Ayasofya Hünkâr Mahfili’nin ibadete açılışı, Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur’an-ı Kerim tilaveti, hanedanın sürgününün sona ermesi gibi pek çok hayırlı işe vesile olmuştur. 82 yıllık ömrünün büyük bir kısmını Türk tarihine vakfetmiştir. Donanım, İmkân ve Merak İlim, insandan üç şey ister: Donanım; hafıza, zekâ gibi zihni kapasitelerin kuvvetli olması, bunun yanında alet ilimlerinden dil bilgisi temelinin sağlamlığı. İmkân; maişet, para kaygısının, geçinme derdinin olmaması, dev-
rine göre lazım olan materyallerin Türkiye’de popüler tarihçilik denilince (kâğıt, kalem, daktilo, bilgisayar) muhafazakâr-milliyetçi yönüyle akla el altında olması. Merak; bu ise inilk gelen isimlerden olan Öztuna’nın 9 sanın yaratılışından ve çevresinden Şubat 2012’deki vefatı, manidar şekilde hasıl olan bir unsurdur. Çocuklar Sultan Abdülhamid’in vefat yıl dönümüne ekseriyetle meraklı olur. Ancak bu rastlar. Sultan Abdülhamid’e dair ideolojik merak kuvvetini kırbaçlayan, gideren bir aile hayatı insanın ilgilerine kalıpları ilk kıran tarihçilerdendi. Ayasofya yön verir. Bu durum merakı ya Hünkâr Mahfili’nin ibadete açılışı, Hırka-i kuvvetlendirir ya da söndürür. Saadet Dairesi’nde Kur’an-ı Kerim tilaveti, Yılmaz Öztuna 30 Eylül hanedanın sürgününün sona ermesi gibi 1930’da İstanbul Vezneciler’de bir pek çok hayırlı işe vesile olmuştur. 82 yıllık konakta dünyaya gelir. Varlıklı bir ömrünün büyük bir kısmını Türk tarihine ailenin evladıdır. Muhafazakâr, kültürlü bir İstanbul muhitinde vakfetmiştir. çocukluğunu geçirmiştir. Evinde gerek Osmanlıca gerekse başka dillere ait kitaplar bulunur. 6 yaşında Latin, 11 yaşında da İslam alfabesini öğrenir. Onun yetiştiği çevreyi ve öğrendiği dilleri kendi muhtaç olmadan, minnet etmeden sıkıntı devirleri yaşanmaktadır. Tek kaleminden okuyalım: tahsili için lazım olan imkânlara parti devrinin en baskın yıllarıdır. “…Hususi öğretmen ve kitap sahip oluyor. Bütün bunlar ilme Devletin eğitim konusunda farklı edinme imkânlarım vardı. 9 olan merakıyla da birleşince çok bir görüşe tahammülü yoktur. En yaşımda Almancaya başladım, yönlü bir ilim adamlığı yolunda az 2-3 kuşak gelenekten kopuk, devam edemedim. 11 yaşımda olgunlaşmaya başlayacaktır. Avrupai zihniyetle yetiştirilmelidir Fransızcaya, 18 yaşımda İngilizceye ki inkılaplar sağlamlaşsın, geri başladım. Bu arada çok küçük yaşta dönülemez şekilde yeni rejimin Arapça ve Farsça çalışmaya gayret temelleri atılmış olsun. Öztuna bu ettim. 10 yaşımda coğrafya öğrenyılları şöyle hülasa ediyor: meye giriştim. Tabii coğrafyaya “O yıllarda Türkiye’de resmî tameylim yoktu. Fakat siyasi ve beşerî rih fikri; Türk’ün Orta Asya tarihicoğrafyaya ihtiras derecesinde merak nin çok şanlı, şerefli, zengin olduğu; ettim. 11 yaşımda tarih kitapları Osmanlı tarih ve kültürü¬nün okumaya başladım. Çok çabuk Türk tarihi içinde âdeta utanılacak okuyabiliyordum. Latin harfleri ile bir leke teşkil ettiği idi. Ben de eski Türkçede o yıllarda tarih yayınları Türk tarihine ait bulabildiğim her Gençlik yılları… çok mahdut ve yetersizdi. [Dile kitabı okudum. Onlardan faydakolay, harf inkılabından henüz 15 lanarak birçok kitap müsveddesi sene sonra] Arap harfleri ile -biraz Resmî Tarihle Yüzleşme kaleme aldım ki sonradan hepsini da bu harfleri öğrenmek için- AhCumhuriyet devrinin ilk kuşakimha etmişimdir). Fakat Osmanlı med Refik merhumun kitaplarını larının maruz kaldığı resmî tarih çağı üzerinde tereddütlerim vardı. okuyordum. Henüz Fransızca kitap kalıplarına o da maruz kalmıştır. Çocuk denecek yaşta, resmî tarih okuyamıyordum.” Neticede 1926’dan önce yazılmış görüşünün yanlışın ötesinde, Türk Yılmaz Öztuna genç yaşında kitapları okuyabilen bir nesil kültür hayatının en büyük metot lisan öğrenerek donanım elde yoktur. Ayrıca İkinci Cihan Harhatası olduğunu sezdim. Fakat Osediyor. Ailesi vasıtasıyla kimseye bi’nin de oluşturduğu yokluk ve manlı tarihi üzerinde okuduklarım KELÂMBAZ
31
Portre beni tatmin etmiyordu. Kaynaklara inmeye mecbur olduğumu anladım. Osmanlı şiirini ve aruzu derinlemesine öğrendim. (Sâdeddin Nüzhet Ergun’dan ders almıştım). Klasik Osmanlı tarihlerini okumaya başladım.” Bunun üzerine okumalarını derinleştirmeye başlar. Ancak o devrin yeni Türkiye’sinde eldeki tek şümullü eser Hammer’in 10 ciltlik Osmanlı Tarihi’dir. Fransızcası 19 cilt olan bu eserdeki pek çok bilgi, tarih ilmi bakımından eskimiştir. 1774’ten sonraki yılları da Ahmed Cevdet Paşa’nın “Tarih-i Cevdet”i anlatır. Ancak o da kronik mahiyetinde olup ağır bir eserdir.
Hammer’in kitabı da neticede 19. yüzyılın Avrupalı algısıyla yazılmıştır. Bundan sonra Zeinkeisen ve Iorga’nın Osmanlı tarihleri vardır ki bunlar da eskimiştir. Tarih bakımından da Hammer’le aynı yıllarda yazılmışlardır. Ayrıca Hammer gibi Doğu dilleri de bilmedikleri için tamamen Avrupa kaynaklarına dayanarak kaleme alınmışlardır. Bunun dışındaki umumi Osmanlı tarihleri de birbirlerinin tekrarı mahiyetindedir. Okumalarda Derinlik ve Avrupa Seyahati 1947 senesine geldiğinde elde ettiği bu etütlerle Osmanlı tarihi araştırmalarını iyice derinleştirmiş-
32
KELÂMBAZ
Hususi öğretmen ve kitap edinme imkânlarım vardı. 9 yaşımda Almancaya başladım, devam edemedim. 11 yaşımda Fransızcaya, 18 yaşımda İngilizceye başladım. Bu arada çok küçük yaşta Arapça ve Farsça çalışmaya gayret ettim. 10 yaşımda coğrafya öğrenmeye giriştim. Tabii coğrafyaya meylim yoktu. Fakat siyasi ve beşerî coğrafyaya ihtiras derecesinde merak ettim. 11 yaşımda tarih kitapları okumaya başladım. Çok çabuk okuyabiliyordum. Latin harfleri ile Türkçede o yıllarda tarih yayınları çok mahdut ve yetersizdi. [Dile kolay, harf inkılabından henüz 15 sene sonra] Arap harfleri ile -biraz da bu harfleri öğrenmek için- Ahmed Refik merhumun kitaplarını okuyordum. Henüz Fransızca kitap okuyamıyordum.
tir. Bu yıllarda iki mühim kitabın ilk ciltleri çıkar: Bunlar İsmail Hami Danişmend ve İsmail Hakkı Uzun Çarşılı’nın tarihleridir. Biri kronolojik olması, diğeri de bol arşiv malzemesi barındırması bakımlarından oldukça istifadelidir. Yılmaz Öztuna, İ. Hami Danişmend’le gerek ilmî gerekse fikri planda sıkı bir dostluk kuracaktır. 1950 yılında Avrupa’ya gider. 1957’ye kadar Paris’te oturur. Hem dil bilgisini ilerletir hem de kütüphaneleri dolaşarak pek çok malzeme toplar. Fransa’daki yıllarında Paris Üniversitesi Siyasi İlimler Enstitüsünde, Sorbonne’da Fransız Medeniyeti bölümünde Alliance Française’nin yüksek bölümünde okur. Ayrıca Paris Konservatuva-
Hammer
rına devam edecektir. Bunların çoğunu başından sonuna kadar okur. Burada elde ettiği malzemeyi gözden geçirerek, daktiloyla birkaç yüz sayfalık bir Osmanlı tarihi yazacaktır. İşte böylece onun şaheseri “Büyük Türkiye Tarihi”nin çekirdeği teşekkül eder. Bunu ciltleterek güvendiği dostlarına okutturur. Aldığı beğeni ve takdirler onu daha da iyi bir çalışmaya itecektir. Zaten hedefleri bunların ötesindedir. Üniversite haricindeki çalışmalarıyla büyük birikim elde etmiştir.
Sürgündeki Hanedan Bu esnada sürgündeki Osmanlı hanedanının da izlerini arar. 1952’de hanedan mensuplarıyla buluşarak onlarla çok iyi bağlar kurar. Bu vasıtayla Osmanlı tarihinde saray hayatına, padişahların hususi hâllerine dair pek çok şey öğrenir. İlerde onların yurda dönmesi ve rahat etmeleri için de gayretler sarf edecektir. Osmanlı hanedanıyla münasebetleri yanında Avrupa hanedanlarına olan ilgisi de kuvvetlenecektir. Dünya monarşi tarihini umumi olarak etüt etmeye başlar. Böylece ilm-i neseb denilen jenealojide yani soy, nesep ilminde kendini ilerletir. Hedefinde 3 büyük eserin hazırlıkları vardır: Türkiye Tarihi, Devletler ve Hanedanlar, Türk Musikisi Ansiklopedisi. 1957’de yurda kesin dönüş yaptığında hemen “Türkiye Tarihi”nin diğer müsveddelerini de hazırlamaya girişti. 1963 senesinde “Türkiye Tarihi”ni tek başına yazarak büyük bir boşluğu doldurduğu olan eserini tamamladı. Artık basılacak uygun bir ortam ve imkân gerekiyordu.
Magazinden Tarihe: Hayat Tarih Mecmuası Bu esnada 1960 senesinde Yapı Kredi Bankasının yan kuruluşlarından olan Hayat Yayınlarında işe başladı. Gerek kitap gerekse dergi olarak faaliyet yürüten bu
müessese magazin muhtevalı yayınlar yapıyordu. Haftalık çıkan Hayat Mecmuası, Avrupa standartlarında magazin ve cemiyet hayatını anlatan ilk dergilerden biriydi. Kaliteli kâğıda, büyük boy, tamamına yakını renkli, tiraj rekorları kıran bir mecmua. Öztuna, yayın editörlüğünün yanında sekiz sayfalık kültür-sanat bölümünün de yazarlığını yapıyordu. Şevket Rado o dönemde kalemi kuvvetli bir fıkra-deneme yazarıdır. Aynı zamanda Yapı Kredi Bankasında murahhas aza olan Rado, Yılmaz Öztuna ve birkaç kişiyle bir tarih dergisi projesi üzerinde düşünürler. Teknik ekip ve masraflar için de kolayca finans elde edilince 1 Şubat 1965’te mecmua çıkmaya başlar. Burada neşriyat müdürü olarak Yılmaz Öztuna’nın ismi duyulmaya başlayacaktır. Türkiye Tarihi’nin Serüveni Hayat Tarih Mecmuası kısa zamanda geniş bir okuyucu kitlesine ulaşır. Aylık çıkan bir tarih mecmuası olduğu hâlde pek çok gazetenin tirajını geçmiş, rakamları yüzbinlere ulaşmıştır. Öztuna, bu mecmuanın her şeyidir. Gençlik yıllarından itibaren 30 yıllık çalışmalarının mahsullerini burada verecektir. Bu mecmuada hem kendi ismiyle hem takma isimlerle yazılar yazdığı gibi mecmuanın bazı kısımlarını da kendi hazırlıyor ve bunlar, isimsiz yayınlanıyordu. En dikkat çekici olan bu bölümler “Kitaplar Arasında” ve “Okuyucu Mektupları”dır. “Kitaplar Arasında” bölümünde tanıttığı eserler ve bunların analizleri tarih-kültür-sanat-edebiyat yayıncılığına hız kazandırmış, büyük kültür
Velut kalem Yılmaz Öztuna’nın eserleri üst üste konulduğunda boyunu aşacak çaptadır. Şaheser mahiyetinde olanlar; “Büyük Türkiye Tarihi”, “Devletler ve Hanedanlar”, “Türk Musikisi Ansiklopedisi”dir. Bunların dışında “Bir Darbenin Anatomisi”, “Türk Tarihinden Yapraklar” en çok okunan küçük kitaplarındandır. “Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hatıraları”, “Galib Paşa’nın Hatıraları”, “Seydi Ali Reis’in Hatıraları” gibi çalışmaları da baskısı tükenen kitapları arasındadır.
KELÂMBAZ
33
Portre
hizmetlerine vesile olmuştur. Hayatının en verimli yılları Hayat Tarih Mecmuası’yla vücut bulur. 1964’ün Mart ayına gelindiğinde “Türkiye Tarihi”nin ilk cildi Hayat Tarih okuyucularıyla buluşur. Resmî tarih bakışından, akademik kaygılardan, takıntılardan bağımsız olan bu seri çok sevilir. Ortalama 3 ayda çıkan kitaplar, akıcı dili, hakkaniyetli yorumlarıyla her kesim tarafından beğenilecektir. 60’larda Türk tarihine, bilhassa Osmanlı’ya artan alaka bu kitaplar sayesinde olmuştur. Her yaştan insan, Osmanlı siyasi tarihinin tamamını Hayat Tarih Mecmuası sayesinde öğrenebilme imkânına kavuşmuştur. “Türkiye Tarihi”nden evvel yazılan Osmanlı’ya dair takdire şayan başka eserler muhakkak vardı. Mesela İsmail Hami’nin “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi” de o yıllarda çok istifadeli bir çalışmaydı. Ancak büyük ebatlı oluşu, okumasının sıkıcı ve elde edilmesinin zor oluşu onu tesirsiz hâle getirmiştir. Her yaşa hitap edememiştir. Öztuna’nın tarihi ise roman ebadında, resimli, akıcı bir kitaptır. Hayat Yayınlarının dağıtım imkânlarıyla da her yere ulaşmıştır. Kalıpları Kıran On İkinci Cilt Tarihi’nin her cildi ders kitaplarından, resmî tarih bakışından farklı, muhteva olarak daha dolu, zengin bir tarih yorumuna sahipti. En çok da reaksiyonel taraflarıyla tutmuştu. Türk tarihi bir bütün olarak ele alınıyor, her devir kendi şartlarına göre değerlendiriliyordu. Osmanlı padişahlarının sanıldığı gibi zevk düşkünü, zalim, cahil,
34
KELÂMBAZ
Onun İttihatçılar aleyhinde, Sultan Abdülhamid taraftarı duruşu, akademik kalıpların ve resmî ideolojinin dışında hareket tarzı, komünizme olan reaksiyonu ona olan bu ideolojik düşmanlığın merkezini teşkil eder. Bunların yanında cumhuriyetçilikten ziyade gelenekçi ve monarşist olması, usturuplu dili, iki-üç manaya gelebilecek usta cümleleri tenkit sebebi olmuştur.
kitapsa ilk defa onu kötülemeyen bir eserdi. Bu on ikinci cildin öncesinde bu çapta satılan bir tarih kitabında Sultan Abdülhamid’in hizmetleri, derli toplu şekilde anlatılmamıştı. Buradaki nüans; Yılmaz Öztuna, Sultan Abdülhamid’i övmüyordu. Onun bir insan olduğunu; hatalarıyla, sevaplarıyla kabul edilmesi gerektiğini, saltanatı boyunca memlekete bir sürü hizmetler yaptığını anlatıyordu. Onun devrindeki denge siyaseti, Avrupa’yla münasebetler, maarif hizmetleri, ticari faaliyetler anlatılmış, Batılı tarihçilerin ve devlet adamlarının Sultan Abdülhamid’e dair görüşleri nakledilmişti. Sultan Abdülhamid’i övenler Avrupalı ilim, siyaset adamları ve bürokratlardı. Bu on ikinci cildin bedelini ise “Türk Tarih Kurumu” üyeliğinin iptali ile ödeyecektir.
faydasız kimseler olmadığını yazıyordu. Onların şahsiyetleri, aldıkları terbiye ve tedrisat, bildikleri diller, içlerindeki dâhiler, hususiyetleri, Türk milletine yaptıkları hizmetlerden bahsediliyordu. Bu şekilde 3 sene boyunca on birinci cilt de tamamlanarak okuyucuyla buluştu. Mart 1967 senesine gelindiğinde on ikinci son cilt de neşredilerek Osmanlı tarihi tamamlandı. Ancak bu kitap, büyük polemiklerin de fitilini ateşledi. Çünkü Sultan Abdülhamid maalesef “Kızıl Sultan, müstebit-istibdatçı, diktatör, zalim” gibi vasıflarla anılan bir şahsiyetti. Bu
İttihatçı Artıkları İş Başında O, gerek Sultan Abdülhamid hakkındaki yalan ve iftiralara göğüs germesi gerekse İttihatçıların bu memlekette yaptıkları tahribatı ifşa etmesi sebebiyle pek çok polemiğe girmiş, sıkıntılar çekmiştir. Kendisine sorulan bu polemikler hakkında şu cevabı verir: “Özellikle benim 1960’larda yazdığım İttihatçılar ile ilgili yazılar bayağı ses getirdi. Birtakım insanlar benim bu yazılarımdan bir hayli rahatsız oldu. Enver Pa-
şa’nın ülkeyi mahvettiğini, Enver Paşa’nın bu affedilemez hatasının Turancılığı karaladığını, iki milyon vatan evladını boş ve yanlış yere harcadığını yazmıştım. İttihatçıların ülkeyi batırdıkları üzerinde durmuş ve bunların yapmış oldukları yanlışları tenkit etmiştim. Tabii o yıllarda daha İttihatçıların ülke içindeki ağırlıkları tamamen bitmemişti. Bu yazılarım ve onlara karşı olan tavrımdan dolayı bu adamlar benimle uğraşmaya başladılar. Değişik şekillerde üzerime defalarca geldiler. Beni birkaç defa patronuma şikâyet ettiler. Ben geri adım atmayınca Şevket Rado’ya ulaşıp beni işten atmasını rica ettiler. Yine bazı profesörler patrona, ‘Bu adamın aldığı paranın yarısına ben bu işi yaparım.’ dedi…”
“Tarihi sevdiren adam” olarak halk tabanıyla maziyi buluşturmanın gayretinde olan Öztuna için bilginin yayılması ve insanların tarih şuuru elde etmesi esastı. O, ilmî kıstaslara dikkat etmiş ancak kendi görüşlerini açıkça söylemekten geri de durmamıştır.
AP’den Milletvekili olduğu yıllar…
Ona yapılan bu haksızlıklar, isminin daha çok duyulmasını sağladı. 1969 senesinde Adalet Partisinden milletvekili seçildi. Devlet imkânlarıyla yazının başında zikrettiğimiz hizmetlere vesile oldu. 70’li yıllarda “Türkiye Tarihi”ni genişleterek “Büyük Türkiye Tarihi”ni hazırladı. Ansiklopedik
boyda 14 cilt hâlinde neşredilen bu eserin ilk 7 cildi Osmanlı siyasi tarihi olarak ilk kitabının genişletilmiş hâlidir. Son 7 cildi ise kültür, medeniyet tarihi olarak ilk defa okuyucu ile buluşmuştur. Tam bir tarih hazinesi mahiyetindedir. “Büyük Türkiye Tarihi”ni sonradan 10 cilt hâlinde “Osmanlı Tarihi” ismiyle tekrar neşretti.
Hayatı, Hatıraları ve Eserleri Velut kalem Yılmaz Öztuna’nın eserleri üst üste konulduğunda boyunu aşacak çaptadır. Şaheser mahiyetinde olanlar; “Büyük Türkiye Tarihi”, “Devletler ve Hanedanlar”, “Türk Musikisi Ansiklopedisi”dir. Bunların dışında “Bir Darbenin Anatomisi”, “Türk Tarihinden Yapraklar” en çok okunan küçük kitaplarındandır. Elinde, Bakanlığın imkânları ve siyasi destekler olduğu hâlde bunları kendi menfaati için kullanmadı. “Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hatıraları”, “Galib Paşa’nın Hatıraları”, “Seydi Ali Reis’in Hatıraları” gibi çalışmaları da baskısı tükenen kitapları arasındadır. Bütün kitaplarının etraflı bir değerlendirmesi ayrı bir yazı mevzuu. Yılmaz Öztuna’nın eserleri hakkında etraflı bir bibliyografya hazırlanmış değil. Ciddi bir biyografisi de henüz yazılmamış. Burada onun kitaplarını 1977’den bu yana basan Ötüken Yayınlarına büyük mesuliyet düşüyor. Bu velut tarihçinin hayatı ve onunla alakalı mühim kimselerin hatıralarının toplanması için ciddi bir çalışma gerekiyor. Yılmaz Öztuna, hayatı ve eserleri üzerine bir doktora tezi yapılması gereken mühim bir entelektüeldir.
KELÂMBAZ
35
Portre
Merak konusu olan bir nokta da onun hatıralarını yazıp yazmadığıdır. Türkiye’nin son asır ilim, kültür ve siyaset hayatında şüphesiz pek çok kimseyle irtibatı, mektuplaşması, görüşmesi oldu. İnşallah hatıralarını kaleme almıştır da bunlar yakın gelecekte neşredilir. Vefatından Önce 90’lardan sonra yayın hayatında durağan bir döneme girdi. 2000 sonrası dönemde, Türkiye gazetesinde başyazarlık yaptı. Akademik Ambargo Akademisyenlerin bir kısmı politik-ideolojik sebeplerle, bir kısmı haset ve kıskançlıkla, bir kısmı da aşırı akademik titizlikleri sebebiyle Öztuna’ya ambargo uygulamaktadır. Onun İttihatçılar aleyhinde, Sultan Abdülhamid taraftarı duruşu, akademik kalıpların ve resmî ideolojinin dışında hareket tarzı, komünizme olan reaksiyonu, bu ideolojik düşmanlığın merkezini teşkil eder. Bunların yanında cumhuriyetçilikten ziyade gelenekçi ve monarşist olması, usturuplu dili, iki-üç manaya gelebilecek usta cümleleri tenkit sebebi olmuştur. O, “tarihi sevdiren adam” olarak halk tabanıyla maziyi buluşturmanın gayretinde olmuştur. Dolayısıyla onun için bilginin yayılması ve insanların tarih şuuru elde etmesi esastı. İlmî kıstaslara asgari seviyede dikkat etmiş ancak kendi görüşlerini açıkça söylemekten geri de durmamıştır. Aileden varlıklı oluşu, başarılı bir yayın hayatı sebebiyle kitapları-
36
KELÂMBAZ
nın çok satması, milletvekilliği de yapması münasebetiyle hayatı boyunca geçim sıkıntısı çekmedi. Dolayısıyla kimseye minnet etmemiş; herhangi bir şahsın, müessesenin, teşkilatın kalemşorluğunu yapmamıştır. Bu sayede kendine serbest bir ilim ve fikir sahası kurmuştur. Milliyetçilik gibi daha başka subjektif (şahsi) yorumlarını, bir başkasının diktasıyla değil kendi inanç ve bilgisiyle yapmıştır. Yılmaz Öztuna’nın subjektif fikirleri olarak Tanzimat devlet adamlarından Reşit Paşa’ya yersiz ve aşırı övgüleri, bunun yanında zirve asırların Sokullu gibi muvaffak, kudretli paşalarına devşirme oldukları için burun kıvırması sayılabilir. Negatif bir milliyetçi bakışla yapılan bu değerlendirmeler de her ilim adamında az çok rastlanılabilecek hususiyetlerdir. Kendisi, bu gibi yanlışlarını veya daha doğru ifadeyle reddedilebilir fikirlerini şöyle ifade eder: “… Ne kadar kudretli olursa olsun, bir tek insan, bazı sahalarda dar görüşlü ve eksik bilgili olmaktan kurtulamaz…”
Ötüken ve Babıali Kültür Yayıncılık yeni kapak tasarımlarıyla Öztuna’nın kitaplarını yenileyerek tekrar basmaya başladı. Vefatından önceki son yazısı Mevlid-i Şerif ’in önemi ve Suriye’de Esad’ın zulmü hakkındaydı. Bir asra yakın, tarihin derinlerine dalan velut kalem Yılmaz Öztuna’yı bir kez daha rahmet ve şükranla yâd ediyoruz.
İstifade Edilen Kaynaklar: Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yayınları, 1977. Hakan Öksüz, “Cumhuriyet’ten Günümüze Popüler Tarih Dergileri”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2005. Edip Durmaz, “Popüler Tarih Dergiciliğin Gelişiminde Hayat Tarih Mecmuasının Yeri”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2006. Muhafazakâr Düşünce, sayı 7, sf. 77-108, Prof. Dr. Ali Birinci “Tarihçilikte Meslek Ahlakı ve Ahlaksızlığın Tarihçiliği Meselesi” Muhafazakâr Düşünce, sayı 8, sf. 113-121, Prof. Dr. Mehmet Ali Ünal “Tarihçiler ve Türk Milliyetçiliğine Katkıları: Yılmaz Öztuna” Kültür Bakanlığı ve Altay Vakfı Tarafından Hazırlanan Dokümanter Film (Yapım Yılı, 2006) : https://www.youtube.com/watch?v=Cj1APck0piA Gazete Makaleleri: http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/ prof-dr-ekrem-bugra-ekinci/524604.aspx http://www.milliyet.com.tr/tarihcilik-ustadi-ve-toplumun-sozcusu/ilber-ortayli/pazar/ yazardetay/12.02.2012/1501226/default. htm
Kitabiyat
“Bütün hayvanlar eşittir ama domuzlar daha eşittir.”
Hayvan Çiftliği Bünyamin Ekmen
“Hayvan Çiftliği”nde Stalin dönemi Sovyetler Birliği hicvediliyor. Hikâyenin başlıca karakterlerinden olan yaşlı domuz Marx veya Lenin’i; Napolyon, Stalin’i; Snowball ise Troçki’yi temsil ediyor. Hikâyedeki hiçbir hayvanın seçimi tesadüfi değil. Bütün kahramanlar, karakterleri ve rolleri çok detaylı şekilde planlanarak kurgu içine işlenmiş. Orwell, “Hayvan Çiftliği”nde, güce sahip olma ve kitlelere tahakküm etme sevdasının esir aldığı insanların, zamanla nasıl canavarlaştığını gözler önüne sermiş.
38
KELÂMBAZ
G
eorge Orwell ve “Hayvan Çiftliği” denildiğinde akıllara ilk gelen şüphesiz bu eşitlik sloganı oluyor. Çiftliğin yeni sahipleri olan hayvanlar, aralarındaki eşitliği ve adaleti sağlayacak animalist/hayvanist devrimin anayasasını hazırlamışlardı. Önceleri sadece “Bütün hayvanlar eşittir.” şeklinde yazılan madde, zamanı gelince değiştirilmiş “...ama domuzlar daha eşittir.” diye ilave yapılmıştı. Yedi emirden oluşan kanunun yeni hâli, bütün hayvanların eşitliği hedefiyle başlayan animalist/hayvanist devrimin, domuzların “daha” eşit olması ile neticelenişini ilan ediyordu. “Hayvan Çiftliği”, bir çocuk kitabı basitliği ve olay kurgusu içinde totaliter yönetimleri hedef alan politik bir taşlama. “Hayvan Çiftliği”ni ilginç kılan şeylerden birisi kitabın hâlen çocuk klasikleri arasında da basılıyor olması. “Hayvan Çiftliği”ni çocukken hikâye kitabı olarak okuyanlar, yıllar sonra kitabı tekrar okuduklarında veya kitabın filmini seyrettiklerinde bir politik arka planı olduğunu fark ediyorlar. Yeri gelmişken bahsetmekte fayda var: “Hayvan Çiftliği”nin sinema filmi ve çizgi filmi de çekilmiş. Hatta TGRT radyo tiyatrosu serisi arasında yayımlanmış ses kasedi dahi mevcut. Kitabın Özeti “Hayvan Çiftliği” şöyle özetlenebilir: Çiftlik sahibi, hayvanlara kötü davranmaktadır. Bunun üzerine hayvanlar sitem eder ve koca reis lakaplı yaşlı domuz liderliğinde
ayaklanma çıkarmayı planlarlar. Fakat planlarını gerçekleştiremeden yaşlı domuz ölür. Bir gün yine aç bırakıldıklarında daha fazla dayanamazlar, ayaklanma çıkartırlar ve çiftliği ele geçirirler. Yaşlı domuzun yakını olan Napolyon, lider seçilir. Koca reisin nutuklarından kendilerine yedi emirlik bir kanun yaparlar. Asla insanlar gibi olmayacaklar, asla insanların yaşadığı yerde yaşamayacaklar, asla başka bir hayvanı öldürmeyecekler, bütün hayvanlar eşittir vs. Devrimin liderlerinden Snowball adındaki domuz, okumayı öğrenir ve diğer hayvanlara da öğretir. Napolyon, Snowball’un bu hareketlerinden rahatsız olur, liderliğinin tehlike altında olduğunu hissetmektedir. Napolyon, gizli şekilde yavru köpekleri kendi polis gücü gibi yetiştirir. Fırsatını ilk bulduğunda Snowball’u hain ilan eder ve çiftlikten attırır. Bundan sonra çiftlikte olan her kötü şeyden Snowball sorumludur, her iyi şeyi ise Napolyon yapmaktadır. Napolyon tek lider olarak kalınca kendi kararlarını uygulamaya koymaya başlar. Yedi emir olarak ilan edilen anayasayı değiştirmeye başlar. Yaptığı her şey için kendini haklı çıkartır. Yaptıklarını kabul ettirmek ve propaganda için kendi televizyonunu kurar. Napolyon, başkanlığın tadını çıkarmaktan da geri durmaz. Daha lüks bir hayat yaşamak için eski düşmanları “insanlar”la anlaşmalar yapar, çiftliğin ürünlerini onlara
satar. Tavukların yumurtalarını satmak ister, tavuklar bu duruma karşı çıkınca da onları hain ilan eder ve hepsinin öldürülmesini söyler. Anayasada hiçbir hayvan öldürülemez maddesi vardır. Kolayını bulup, anayasaya “hainler hariç” eklemesini yapıp bütün tavukları öldürürler. Çiftlikte her şey eskisinden daha kötü olur. Kitap, bu hikâyeyi, küçük yan hikâyelerle ilmek ilmek dokumuştur. Hayvanların akıbetlerinin ne olduğu/olacağı sizi sürekli merak içinde bırakır. Ve kitabı sıkılmadan keyifle, bir çırpıda okursunuz. Niçin Yazıldı? Kitap Aslında Neyi Anlatıyor? Yazar, kitabın tamamını alegorik bir anlatım üzerine kurgulamış. Kitapta Stalin dönemi Sovyetler Birliği hicvediliyor. Hikâyenin başlıca karakterlerinden olan yaşlı domuz Marx veya Lenin’i; Napolyon, Stalin’i; Snowball ise Troçki’yi temsil ediyor. Hikâyenin içinde alegorik olan başka olaylar ve kişiler de var. Hikâyedeki hiçbir hayvanın seçimi tesadüfi değil. Bütün kahramanlar, karakterleri ve rolleri çok detaylı şekilde planlanarak kurgu içine işlenmiş. Güç, İktidar, Yönetme Hırsı ve Totaliterleşme Faşist Franco’nun galibiyetiyle neticelenen İspanya iç savaşında cumhuriyetçiler safında savaşan, tarihin gördüğü iki cihan harbini de bizzat yaşayan, İngiliz sömürgesi olan Birmanya’da geçirdiği memuriyet yıllarında sömürgeci zulmünü yerinde gören George KELÂMBAZ
39
Kitabiyat
Orwell bütün bunların neticesinde kendine has bir dünya görüşüne sahip olmuştu. Lenin, Stalin, Hitler ve Churchill gibi tarihte eşine az rastlanacak seviyede güç sahibi liderlerin varlığı ve onların yaptıkları, Orwell’ı “güç, iktidar, adalet, doğruluk” gibi mefhumları derinlemesine düşünmeye ve tahlil etmeye itmişti. Orwell, “Hayvan Çiftliği”nde bu fikirlerini hikâyeleştirerek ortaya koymuş, güce sahip olma ve kitlelere tahakküm etme sevdasının esir aldığı insanların, zamanla nasıl canavarlaştığını gözler önüne sermiştir. Kitap dikkatlice okunduğunda diktatörlerin kitleleri yönetimi altında tutma vasıtaları da göze çarpıyor. Napolyon, iktidarını korumak için sürekli bir savaş ve düşman algısı oluşturmaktadır. Napolyon emrindekileri sadece Snowball’ın hayali ihanetlerinden değil, aynı zamanda diğer çiftliklerin zalim (insan) sahiplerinden de korumaktadır. Napolyon ayrıca kendi milis gücünü (köpekler) yetiştirmiş, gerektiğinde tehlikeli gördüklerine zarar vermekten çekinmemiştir. Orwell’ın eserlerinde, “Maksada giden yolda her şey mübahtır.” şeklinde özetlenebilecek Makyevalist düşünceye karşı bir tepki de göze çarpar. Bir zamanlar İngiliz sömürgesi olan Birmanya’daki memuriyeti esnasında yaşadıklarından yola çıkarak kaleme aldığı “Burma Günleri” kitabında da bu tepki açıkça görülür. Kötü niyetli
40
KELÂMBAZ
Hazret-i Ömer gibi celaliyle, kuvvetiyle meşhur birisine bu cevabı verebilecek, Allahü Teâlâ’dan başka kimseden korkmayan Eshab-ı Kiram var. Netice insanların güce tapma eğilimini ve güce sahip olmak için her yolu meşru görüşünü en sarsıcı misallerle ortaya koyar. Şanlı tarihimizde de malesef “Hayvan Çiftliği” misallerini görebiliyoruz. Zalim bir istibdat yönetimi olarak addettikleri Sultan Hamid yönetimini bir darbe ile deviren İttihatçılar, hürriyet getiriyoruz naralarıyla çıktıkları yolda, istibdadın ve zulmün en âlâsını milletimize yaşatmışlardı. Tarihde birçok Napolyon vakası mevcuttur. Fakat bunları okumak her zaman mümkün olmaz. Çünkü resmî tarih, galiplerin yazdığı tarihtir. Bu nedenle kitaplara geçmemiş ya da anlatılamayan birçok “Hayvan Çiftliği” vakaları vardır. Şüphesiz çok güzel emirlik misalleri de var. Hilafete geçtiğinde “Ben haktan, adaletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye soran Hazret-i Ömer’e, Eshab-ı Kiram, “Sen eğrilir, haktan dönersen seni kılıcımızla doğrulturuz!” cevabını verince Hazret-i Ömer, “Elhamdülillah, eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış!” diyerek şükredip sevinmişti. Bugün ne bu cevaba sevinebilecek Hazret-i Ömer gibi yiğitler ne de
“Hayvan Çiftliği” bize çok önemli mesajlar veriyor: yönetimin veya gücün sahibi sizden, bizden veya onlardan. Aktörümüz aynı: zaaflarına mağlup insan. Amirlik, liderlik çok kişinin hayali. Ama nefsini, hırslarını dizginleyemeyen, ilke/değer merkezli yaşamayan liderler, ufak farklarla “Napolyon” olma yolunda ilerliyorlar. Her şey güzel hayallerle başlıyor. Fikir, dava, mana, aksiyon… Güç ele geçmeye başladıkça zehirlenme başlıyor. İlkeler ve değerler geri planda kalıyor. Daha tehlikelisi, bu mefhumların içi boşaltılmaya ya da değiştirilmeye başlanıyor. Artık doğruları yaşamaya çalışmak yerine yaşananlar doğrulanmaya başlanıyor. Snowball gibi “Bizim davamız bu değildi!” diye hatırlatan dünkü dostlar ise “hain” ilan ediliyor. Güç elde etme ve yönetme arzusunun kötü şekilde tezahürü sadece ülke yönetiminde değil şirketlerde, derneklerde, ailelerde kısacası insanın olduğu her yerde görülebilir. Napolyonlar her yerde olabilir, benliğimizde bile!
Şiir
Habbe Hubaptır onun adı; denizde bir kabarcık. Her yeri nakşünigâr; câmıcem misli kubbe Güneş dolu oda ki; penceresiz; daracık. Dert dolu kısa ömür, şişip patlayan habbe. Bu nasıl dilencidir; ters çevrili kâsesi. Ankâ avlayan kapan; boşluk bekler kafesi. Hava dolu hayat ki; bir nefes sermayesi. Çapasız bir gemidir; gezip sürünen habbe. Kulaksız sağır mıdır? Serâser kulak mıdır? Göğe bakan tek göz mü, zırdeli âmâ mıdır? Bir damlacık su mudur, sır dolu dünya mıdır? Sonsuza giden haber; ademe vedâ habbe! Bulutlarla uçarken; fırsata esir, eyvah! Ufuklar kadar mânâ; bulamaz tefsir, eyvah! Şairâne eserken; okunmaz nesir, eyvah! Tek kelimelik beyân; dinleyeni lâl habbe! Su içinde bir hayat; ıslaktır başı sonu! Madem sernegün kadeh; kafaya dikin onu! Nefesi tutmak yeriz; ahla kapanır konu! Mimâra sır mı bina? Aynalı duvar; habbe! Zaptetmiş nefesini; Serâzât bekler umku! Gözetler derinleri; girmez gözüne uyku! Ummanlar secdegâhı; salar ölüme korku! Mühlet bulur mu acep; imkân mahrumu habbe! Ahmed Necib Yıldırım
KELÂMBAZ
41
Fikir-Kritik
DÜNYAYI NASIL
DEĞiŞTiRiRSiNiZ? Ahmed Necip Yıldırım
İnsanlar için hayat; dünya gezegeni üzerinde (hariçte) değil, zihinlerde cereyan etmektedir. Şuur, insan hayatının esasıdır.
A
ydınlanmadan bu yana, bilimin esasları Newton fiziğindeki prensipler üzerine inşa edilmişti. Mevzubahis klasik dünya görüşü, ontolojik bakımdan atomizm, determinizm, mekanizm, objektivizm, lokalizm gibi kaideleri esas alan saf materyalizme dayanıyordu. Epistemoloji noktasında objektif müşahede savunuluyor ve sübjektiflik reddediliyordu. Araştırmacılar, insanı ve içtimai hayatı; hislerinden, fikirlerinden, inançlarından ve bütün insanî vasıflarından ârî olarak âdeta robot misali incelemeliydiler. Ne var ki “insan”, klasik fizik üzerine inşa edilen bu ilmî yaklaşımın kalıpları-
42
KELÂMBAZ
na sığmıyordu. İnsanın psikolojisi, davranışları, tecrübesi, şuuru, lisanı… üzerindeki çalışmalar nihayet şöyle bir noktaya ulaşmıştı: İnsan ve insan grupları arasındaki münasebetlerde klasik dünya görüşüyle izah edilemeyecek hususiyetler vardır.
Mevzubahis “klasik fizik” çıkışlı prensiplere karşı bayrak açan ve “insanla alakalı” ilimlerin kendine has kaideleri olması gerektiğini düşünen onlarca fikir ekolü ve yüzlerce mütefekkir ortaya çıktı. Kütüphaneler dolduracak eserler verildi. Pozitivizmi kısmen veya tamamen reddeden bu antipozitivist kamp, kendi içinde çeşitlilikler arz ederek ilerledi ve günümüzde; postmodernizm, reflektivizm, interpretivizm, inşacılık gibi pek çok farklı isimler altında gruplandırılmakta. Bilhassa, sosyal hayatın değişim ve dönüşümüyle ilgili, inşacılık (constructivism) yaklaşımındaki çalışmalarda dikkate şayan ilerlemeler oldu. İçtimai hayatın, maddeler âleminden farklı olarak hariçte, sabit ve objektif olarak öylece var olmadığı müşahede edildi. Sosyal hayatın, gözlemlenemeyen (gayr-i maddi) cihetlerinin olduğu ve
insanlar tarafından bilinçli olarak “zihinlerde” inşa edildiği tespit edildi. Pozitivizmin aksine, evrensel uygulanabilirlik iddialarından kaçınılarak lokal ve “şarta bağlı” açıklamalar (description) yapmanın daha doğru olacağı kanaati hasıl oldu. Sosyal realitenin; maddi realiteden çok, insanların bilinçli iradesinin bir eseri olduğu; kırılgan, değişebilir ve tartışılabilir olduğu anlaşıldı. Bu da sosyal realitenin evrensel değil, lokal olduğu ve belli bir zaman için geçerli olduğu manasına tekabül ediyor. Elbette ki maddi (material) unsurların ehemmiyeti tamamıyla reddedilmemekte. Ancak öylece var olan sabit (given) ve tabiat misali (nature-like) sosyal dünya telakkisi de kabul edilmiyor. Maddi unsurlar ikinci derecede ehemmiyete sahiptir ve sadece entelektüel süreçlerle mana kazanır. Yani sosyal dünyanın şekillenmesinde, fikrî unsurların ortaya çıkarıcı veya kurucu rolü vardır. Sembollerin değiş tokuşu ehemmiyet arz etmekte. Güç politikaları gibi en temel realist kavramların dahi tabiat tarafından öylece bahşedilmediği, katı bir
materyalist anlayışla ele alınamayacağı ve insanlar tarafından yeniden değerlendirilerek değiştirilebileceği kabul edilmekte. Mesela Avrupa Birliği kuruldu diyoruz. Hariçte bir yerde, uzaydan bakılınca görülebilen, Çin Seddi’ne benzer devasa bir bina inşa edilmedi. İnsanlarıyla, şehirleriyle, dağlarıyla, dereleriyle Avrupa aynı Avrupa. Birlik; zihinlerde ve algılarda kuruldu, inşa edildi.
İnsanlar, hariçte ve öteden beri var olagelen maddi varlıklara başka şekilde bakmaya başladıkları için Avrupa Birliği kurulabildi. Bir başka meşhur misal da şu: ABD için Kuzey Kore’nin 5 nükleer silahı, İngiltere’nin 500 nükleer silahından daha çok tehdit teşkil ediyor. Neden? Daha fazla yıkım gücüne sahip olduğu için değil, ABD’deki karar vericilerin ve Amerikan kamuoyunun Kuzey Kore’nin 5 nükleer bombasından daha fazla tehdit algıladıkları için. Demek ki ABD’deki kamuoyu ve karar vericilerin tercih, karar, davranış ve düşünceleri; hariçte, cismen var olan İngiltere’nin fazladan 495 adet nükleer silahıyla (maddi) alakalı değil; Kuzey Kore ve İngiltere’yi nasıl algıladıklarıyla (gayr-i maddi) alakalı. Beyan (söylem/discourse), müspetleyici veya kötüleyici (discursive) şekilde tezahür edebilir. Lisan, mefhum ve kelimeler bazı içtimaî hadiselere (olgulara) meşrulaştırıcı, bazılarına da kötüleyici bir tarzda sarf edilebilir. Herhangi bir meselede, kendi içinde tutarlı bir beyan
KELÂMBAZ
43
Fikir-Kritik
ittihaz edilirse (benimsenirse) ve o meseleye has bir jargon meydana getirilirse mevzubahis hadise ile alakalı süreci manalandırma, karalama, meşrulaştırma, cihet tayin etme ve bilahare aktörlerin hareket ve davranışlarını şekillendirme mümkün hâle gelir. Madem ki hakikat (gerçeklik), sosyal olarak ve insanların zihninde sözlerin gücüyle inşa ediliyor; o zaman lisan, bir eylem (amel/ aksiyon) kabul edilmelidir. Ustaca kullanıldığı takdirde, lisan (söz veya beyan) sadece bir ifade aracı olmanın ötesinde, manalar bütünü meydana getirmekte ve kurallara dönüşebilmektedir. İçtimai hayattaki her şey illiyet prensibi temelinde izah edilemez. Yerinde ve yeterince tesirli kullanılabildiği takdirde gayr-i maddi unsurlar, “hariçteki maddî varlıkları” dahi değiştirip dönüştürebilme fırsatı tanımış olur. Çünkü asıl olan
gibi pek çok mefhumun zihnimizde tetiklediği reaksiyonları bu çerçevede yeniden mülahaza edebilirsiniz. Bilimdeki bu gelişmeler, mütefekkir ve münevverler için umut bahşeden gelişmelerdir.
Zira, içtimai hayatı değiştirip dönüştürmek için, hariçteki maddî varlıkların miktarı veya zorluk derecesi değildir belirleyici olan. Bir ülkede, bir bölgede veya bütün dünyada değişim ve dönüşüm meydana getirmek
ve cisimlerin algılanma şeklini değiştirebilmektir. İnsanlar için hayat; dünya gezegeni üzerinde (hariçte) değil, zihinlerde cereyan etmektedir. Şuur, insan hayatının esasıdır.
Bu izaha göre kitleler tarafından kabul edilecek normlar bütünü üretilip kitleleri sürükleyecek şümullü doktrinler inşa edilebilir. Siyah-beyaz, iyi-kötü, meşru-gayri meşru, dost-düşman, demokrat-baskıcı, liberal-diktatör, terörist-barışçı, haydut-müttefik…
44
KELÂMBAZ
mefhumlar silah mesabesine ulaşmış vaziyette. Kitlesel iletişim,
kimliklerin değişimi, gündem belirleme ve kamuoyu oluşturma, büyük çaplı halk hareketleri meydana getirme, devrimler gerçekleştirme, siyaset oluşturma… vb. pek çok büyük değişim ve dönüşümde gayr-i maddi silahların kullanıldığını müşahede etmekteyiz. Esas mesele, dünyanın “ne” olduğundan ziyade, insanların onu “nasıl” algıladığıdır. Modern bilimin keşfettiği ve atom bombasından daha tesirli olan silahın hedefi; zihinler, gönüller, kanaatler, tercihler, bakış açıları, saikler, hisler ve bilahare
hariçteki madde ve cisimleri değiştirmek değildir, o madde
Görüldüğü üzere kıymetler, normlar, tecrübe, semboller, mefhumlar, fikirler, düşünceler, şuur, ifade, beyan (söylem), lisan, kelimeler, elit kesim, münevverler, içtimaî ikna, diplomasi ve iletişim gibi aslında “madde bile olmayan”
inançlardır.
için maddî varlıklarda fevkalâde değişiklikler meydana gelmesini bekleme mecburiyeti büyük ölçüde ortadan kalkmış oluyor. Böylece, münevverlerin şuurlu gayretleri neticesinde dünyada köklü değişiklikler meydana getirmesi daha kolay olmakta. Yani dünyayı değiştirmek istiyorsanız hariçte var olan maddî hakikati değil, insanların o maddî hakikati algılama şeklini değiştirmeniz yeterli olacaktır. Oturduğunuz
yerde; bilgi, kelimeler, inanç, fikirler… gibi gayr-i maddi unsurlarla dünyayı değiştirebilirsiniz.
Kendi medeniyetimize bakalım: İslam dünyası bölünmedi. Türk dünyası parçalanmadı. Hariçte, dışarıdaki maddi dünyada, insanlar arasında duvarlar örülmedi. Grup grup, insanların hadiseye bakışı değiştirildi, hepsi bu kadar. Dünyada vuku bulan ve şu anda meydana gelmekte olan bütün hadiseleri, değişimi, dönüşümü, içtimaî hareketleri, etrafımızdaki gelişmeleri ve kitlesel psikolojiyi bir de bilimdeki bu gelişmeler ışığında tahlil etmemiz gerekir. Dünyayı değiştirmeye hazır mısınız?
Şiir
Ahmed Necib Yıldırım
Nefesler Kervanı
46
Nefes nefes çıkan, sîneden safran; Ömrümü mühürle, dağladı gitti. Damla damla sızan, gönülden katran; Ufkumda nur oldu, çağladı gitti.
Nakışlar alnımda, kesret çatlağı. Son nefes dudakta, hayret parmağı. Ankânın uzleti, şöhret sancağı. Adımız nâmından, sıyrıldı gitti.
Benliğim bir mumdur, sırlar hemdemi! Şimşek kadar üryan, saklar mahremi! İhramı ateştir, yakar merhemi! Yanıp buhar olup, kaynadı gitti.
Sırtına nefesin, bindik bakalım. Endam kametini, büktük bakalım. Kambur köprüsünü, kurduk bakalım. Bu tümsekten yıllar, süzüldü gitti.
Hayat bir kıvılcım, fırsat bulunmaz. Av dolu her yanım, tuzak bulunmaz. Gölge nasıl seyyâd, bilen bulunmaz: Hasretten yerlere, serildi gitti.
Evham perdesinden, gidip söktüğüm; İki çift söz vardı; boğazda düğüm. Vardım bir yere ki; dilim kördüğüm; Haber habersizce, duyuldu gitti.
Nefes kervan oldu; yük, ibret dolu! Yaşlar revan oldu; ah, işret dolu! Koyun kurban oldu; göz, hayret dolu! Kanlar kime hasret, döküldü gitti?
Kınalı kuzuyu, süsleyen kimdir? Bende bir başka ben, besleyen kimdir? Bedeni ney gibi, üfleyen kimdir? Bir nidâ duyuldu, kavurdu gitti.
Dersimin kitabı, hâmûş dudaklar! Duyulmamış sözler, duydu kulaklar! İzimi sürerken, bîtap kanatlar; Çıktı bu âlemden; kayboldu gitti.
Goncalar yakayı, yırtıp gittiler. Bülbüller çığlığı basıp gittiler. Kafesler kuşları, salıp gittiler. Tesbih tesbih nefes, çekildi gitti.
Nefes bir Semender, çatıktır kaşı! Havadan kâfile, vahşettir başı! Tohum mu, tabut mu; dikildi taşı: Ömür tarlasına, saçıldı gitti.
İçilmeden sarhoş, olunmaz deme. Nâleysen kafesten, çıkılmaz deme. Görmeden bu yoldan, yürünmez deme. Nasıl göz yumanlar, atladı gitti?
Nefes tutuşmadan, körük yanmaz ki! Zindan yıkılmadan, zincir kopmaz ki! Gece can vermeden, güneş görmez ki! Girdaplar akışı, döndürdü gitti.
Kanımda kına var, kimin elinde? Kafamda kepçe var, kimin elinde? Ruhumda kadeh var, kimin elinde? Perde arkasından, güldürdü gitti.
Bölük bölük nefes, coşup çıkmakta. Bir ömürdür gönül, adım saymakta. “Nedir serencamı”, bülbül sormakta: “Güller gonca gonca, açıldı gitti”!
Ömür emellerden, isyana geldi. Eteği yaşlardan, ihsana geldi. Dehşet ayıplardan, figana geldi Utancından hayâ, hıçkırdı gitti.
KELÂMBAZ
Sahiller Leyla’dır; dalgalar Mecnun. Limanlar sevdadır, deryalar cünun. Ayrılmak muhaldir, koymuşlar kanun. Bin defa anlattım, unuttu gitti.
Adem diyarında, yol tutmak zordur. Cebi yok kefende, mal tutmak zordur. Delikli elekte, su tutmak zordur. Günler buhar oldu, damladı gitti.
Gönül bir misine, nefes oltası. Ömür bir terleme, kuru ortası. Akıl bir virane, meçhul rotası. Aşka tutunanlar, kurtuldu gitti.
Ömrümün duası, eller misali; Derdimin kokusu, güller misali; Gözyaşı ordusu, seller misali; Yanaktan süzüldü, kabardı gitti.
Gözün yakasını, kirpik dikmedi. Yaştaki akışı, girdap örtmedi. Sessizlik yaşları, pinhan etmedi: Yüzümdeki nemden, anladı gitti.
Batması mukadder, güneştir hayat. Dönmesi mukadder, serkeştir hayat. Sönmesi mukadder, ateştir hayat. Kıvılcımlar saçtı, parladı gitti.
Hayat suda nakış, nefes izidir. Nefes giden ömür, abes izidir. Abes mezar taşı, kafes izidir. Kafesi kıranlar, defnoldu gitti.
Bu çamur hapisten, kaçmak ne mümkün! Bu delikli neyden, çıkmak ne mümkün! Bu güzel dünyadan, gitmek ne mümkün! Gidenler ardına, bakmadı gitti.
Kervancı elinde; bir çan, nefesler. “Gitme vakti” diyen; figân, nefesler. İkamet ne mümkün, revân, nefesler. Terazi omuza, kurdurdu gitti.
Mecalim haddime, iftira etmez: Takatim halimi, müdara etmez. Bu âlemi bilen, macera etmez. Himmetim üstünden, atladı gitti.
Yaşlardan bir ömür, cevher bekledik. Nâleden bir ömür, eser bekledik. Yusuf ’tan bir ömür, haber bekledik. Kuyudan nefesler, tırmandı gitti.
Keman dek eğilmez, mihrapta kaşlar. Beynim dek erimez, volkanda taşlar. Elmas dek işlemez, kalbime yaşlar. Bu zehri içenler, ayıldı gitti.
Havadan ördüğüm, bir ağdır nefes. Yaydan fırlattığım, bir oktur nefes. Gönülden çektiğim, bir âhtır nefes. Maşuka varmaya, ayrıldı gitti.
Deşmedi Ferhad’ın, kürek kepçesi. Açmadı Serâzât, titrek pençesi. Geçmedi aşkında, yürek akçesi. Yoksa çok bu pazar, kuruldu gitti.
KELÂMBAZ
47
İktibas
Cedel Münazara İlmi Usandıracak derecede ısrar etmeye ve karşıdakinin davasını bozmaya güç kazandıran kaidelerden ve usullerden bahseden ilm-i cedelin, muhalifleri ikna edici deliller ile susturmanın yanı sıra ilmî ve amelî hükümlerde birçok faydası vardır. Buna mukabil fıkıh tahsiline mâni olması, insan ömrünü zayi etmesi, insanlar arasında dargınlık, kırgınlık, düşmanlığa sebep olması ve Hadis-i Şerif’te bildirildiği üzere kıyamet alametlerinden olması gibi zararları vardır.
İ
lm-i cedel; ibrâm, yani usandıracak derecede ısrar etmeye ve karşıdakinin davasını bozmaya güç kazandıran kaidelerden ve usullerden bahseder. Bu ilim, ilm-i münazaranın kollarından sayılıp ilm-i hilâfın temelidir. İlm-i cedel, mantık bahislerinin uygulanmasından bir kısımdır. Ancak bu ilim, dinî ilimlere mahsus olmuştur. İlm-i cedelin temellerinden bazısı, münazara ilminde bildirilmiştir. Bu temellerden bir kısmı hitabetle, bir kısmı da umumi bilgilerle alâkalıdır. İlm-i cedel, âdâb-ı bahs diye meşhur olan ilm-i münazaradan faydalanır. İlm-i Cedelin Mevzuu Bir şeyi kabul ettirmek için usandıracak şekilde ısrar etmek ve muhalifin sözünü geçersiz hâle getirmektir. Gayesi ise bu hususlarda meleke kazandırmaktır. İlm-i Cedelin Faydası Muhalifleri, ikna edici deliller ile susturmaktır. İlmî ve amelî hükümlerde çok faydası vardır.
48
KELÂMBAZ
Hazretleri “rahmetullahi aleyh”, bu ikinci usulü ilk koyan olup “İrşâd” isminde muhtasar bir kitap yazmıştır. Ondan sonra gelen âlimlerden İmâm-ı Nesefî Hazretleri ve diğer büyük âlimler de onun usulüne tâbi olarak pek çok eser yazmışlardır. Âlimlerden Mevlâ Ebü’l-Hayr Hazretleri’ne göre ilm-i cedele dair çok usuller olup bunların en iyisi Rükneddîn Âmidî’nin usulüdür. İlm-i cedele dair ilk eseri yazan zât, büyük âlimlerden İmâm-ı Ebû Bekr Muhammed bin Alî bin İsmâ’îl el-Kaffâl eş-Şâşî eş-Şâfi’î Hazretleri’dir. Bu zât, 336 [m. 947] senesinde vefat etti.
İlm-i cedelin, ilm-i münazaranın aynısı olduğu sözü hakikatten uzak değildir. Çünkü ikisi de aynı manadadır. Fakat cedel, münazaradan daha hususidir. Çeşitli ilimlerde âlim olan tarihçi İbn-i Haldun’un açıklaması da cedel ilminin, münazara ilminin aynısı olduğunu teyit etmektedir. Onun beyanına göre cedel, fıkıh mezhepleri âlimleri ile başkaları arasında cereyan eden münazara adabını bilmektir. Ret ve kabul hususunda münazara çerçevesi genişleyip doğru ve yanlış olan şeylerin delil ile ortaya konması hâlleri görülünce delil getirenin ve ona cevap verenin durumunun bilinmesi için usul ve kaideler konmasına ihtiyaç hâsıl oldu. Bundan dolayı ilm-i cedel; delil getirmekte, belli şeylere riayetten bahseden kaideleri bilmektir, denildi. Bu kaideler ile gerek fıkıh ilminde gerek başkalarındaki görüşün muhafazası veya terk edilmesi sağlanır. Bu kaideler için iki yol vardır: Birincisi Pezdevî’nin usulü olup istidlal, icma ve nastan ibaret olan edille-i şer’iyyeye mahsustur. İkincisi Rükneddîn Âmidî’nin usulü olup hangi ilimde olursa olsun, dayanılan her delile şamildir.
İlm-i Cedelin Zararları Büyük âlimlerin vefatlarından sonra, ortaya çıkan cidâl, mücadele ile meşgul olmayı, bazı âlimler menetmişlerdir. Böyle cedellerin, fıkıh tahsiline mâni olduğu ve insan ömrünü zayi ettiği ve insanlar arasında dargınlık, kırgınlık ve düşmanlığa sebep olduğu ve Hadis-i Şerif ’te bildirildiği üzere kıyamet alametlerinden olduğu bildirilmiştir. Şiir tercümesi: Asrın din adamları uzak düştü ilimden, Niçin, demekten başka şey gelmez ellerinden. Onlarla görüşürsen bir şey vermezler sana, “Niçin, neden, olamaz” dökülür dillerinden. Bazı âlimlerin beyanına göre, meal-i şerifi, (Onlarla en güzel şekilde mücadele et.) olan, Nahl Suresi’nin yüz yirmi beşinci Ayet-i Kerime’sine göre doğruyu ortaya çıkarmak için olan cedelde mahzur yoktur. Cedelden daha çok zihni kuvvetlendirmek için faydalanılır. Yasak olanı, vakti zayi eden ve faydası olmayan cedeldir. Mahzenü’l-Ulûm, Hakikat Kitabevi, İstanbul 1998, sf. 229-230
KELÂMBAZ
49
Aktüel
Kavgaların Ortasında Bir Âlim
Mustafa Sabri Efendi YANLIŞLAR GERÇEKLER İdeolojiler; ismi ve muhtevası ne olursa olsun, “şahısların” mahsulüdür. Belli sınırları vardır. Bu sınırların dışında düşünen kimse “hain” kabul edilir. Hıyaneti sebebiyle dışlanır.
Y
Ahmet Faruk Şenkaya
akın zamanda bir “Mustafa Sabri Efendi tartışması” çıktı. Tokat’taki imam-hatip lisesine, memleketi olduğu için Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin ismi verildi. Fakat gelen reaksiyon üzerine vazgeçilip okulun ismi “Tokat Şehit Yakup Akdağ Anadolu İmam Hatip Lisesi” olarak değiştirildi. Reaksiyonun sebebi ise Ankara aleyhindeki meşhur idam fetvalarını onun verdiği iddiası. Bu münakaşa merkezinde Şeyhülislâm’ı müdafaa edenlerin de karalayanların da söylediklerinin hepsi tarihî yanlışlarla doluydu. Anakronizm ve İdeolojik Okuma Bu yanlışların temelini de anakronizm dediğimiz tarih
50
KELÂMBAZ
okuması oluşturuyor. Yani bugünün bakış açısı ile geçmiş tarihî devirleri değerlendirme. Tarihi; günümüzün normları, ölçüleri ile tartınca, kullandığınız argümanların da yanlış çıktığını fark etmiyorsunuz. Bilhassa bu bakış, şahıslara değil bir kitleye sirayet etmişse… Dolayısıyla binlerce insanın okuduğu gazete de olsa ideolojik cepheleşme sebebiyle bariz yanlışlara düşüldüğü fark edilmiyor. İdeolojiler; adı ve muhtevası ne olursa olsun, “şahısların” mahsulüdür. Belli sınırları vardır. Bu sınırların dışında düşünen kimse “hain” kabul edilir. Hıyaneti sebebiyle dışlanır. İdeolojiler tartışmaya kapalı fikrî yapılardır. Neticede bir ideolojik bakış, ilim ve sanatın içine sokulduğu vakit, peşin hüküm doğurur. Ancak hakikatler de, fikirlerin çarpışmasından doğar.
Yanlışlar ve Gerçekler
Şimdi baştan sona hatalı ve uydurma olan iddiaları nakledip tarihî hakikatleri sıralayalım: 1- Mustafa Kemal ve Ankara hareketi hakkındaki idam fetvasını Mustafa Sabri Efendi vermiş. Yanlış! O fetvayı veren bir başka şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi’dir. O tarihte meşihatta (10 Nisan 1920), yani şeyhülislâmlık makamında Dürrizâde vardır. 2- Mustafa Sabri Efendi, Damat Ferid’in “değişmez şeyhülislâmı” imiş ve bu makama beş defa gelmiş. Bu da yanlış! Ferid Paşa beş hükûmet kurmuş fakat Mustafa Sabri’ye beş değil, dört hükûmette görev vermiştir. Dördüncü hükûmetin sadrazamı Dürrizade’dir. Fetva da bu hükûmet tarafından verilmiştir. 3- Mustafa Sabri Efendi, Ferid Paşa ile Sevr Antlaşması’nı imzalayan hükûmet üyesiymiş. Büyük yanlış! Sevr Antlaşması’nda ne Damat Ferit’in ne Mustafa Sabri’nin ne de hükûmetin imzası vardır. Bu belgeyi Bern temsilcisi Reşat Halis, her ikisi de “Âyân Meclisi Üyesi” olan, vaktiyle İttihatçılar arasında bulunan filozof şair Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Hâdi Paşa imzalamıştır. Hangi ideolojik yorumla bakarsanız bakın tarihî hakikatler bunlardır.
Mustafa Sabri Efendi Nerede Yanlış Yaptı? Evvela şunu açık bir şekilde söylemek gerekir: Mustafa Sabri Efendi imparatorluğumuzun son devrindeki en mühim bir kaç din âliminden biridir. Bunu bugün bizim içimizde gözlerini kapatıp kabul etmeyenler olsa da dünya ilim âlemi kabul ediyor. Sabri Efendi ve eserleri üzerine yapılan akademik çalışmaları (doktora ve yüksek lisans tezleri, hakemli dergilerdeki akademik makaleleri, sempozyumları) dileyenler araştırıp kolayca bulabilir. Mesela daha yeni “Mustafa Sabri Efendi’nin İslam Düşüncesine ve Yeni Kelam Çalışmalarına Katkısı” isimli uluslararası toplantı 8 Ağustos 2017 tarihinde İSAM’da gerçekleşti. Ancak İslam tarihinde din adamlarının siyasetle ilgilenmeleri, politik tartışmalara girmeleri de hiçbir zaman doğru görülmemiştir. Dolayısıyla Mustafa Sabri Efendi politikaya girmekle yanlış yapmıştır. Hatta 2. Meşrutiyet sonrasında partisine üye yapmak için bazı din âlimlerine gitmişti. Ulemadan pek çok kimse çeşitli bahanelerle teklifini geri çevirmiştir. Çünkü politik kavga ve fitnelerin ilme zarar verdiği tarihî bir gerçektir. Sabri Efendi mücadeleci yapısıyla devrindeki kavgalara girmekten geri duramamıştır. Bu fetvalar ona ait değildir. Ancak tıpkı İttihat ve Terakki’ye dinî sebeplerle muhalefet ettiği gibi Ankara’ya da karşı çıkmıştır. Kendisi İttihatçıların din aleyhindeki politikalarına her zaman muhalif olup Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın mensuplarındandı. Dolayısıyla Ankara’ya sızan böyle İttihat Terakki mensupları olduğunu görmüş, bunlara da şiddetli şekilde muhalefet etmiştir. Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra yurt dışına çıktı. 150’likler listesine alınıp Türkiye’ye girişi yasaklandı. Muhalefetini yurt dışında Batılılaşma adına yeni inkılapların yapıldığı genç cumhuriyet için de sürdürmüştür. Yaptığı neşriyat ile yayımladığı yazılar çok keskin ifadeler ve şiddetli yorumlar ihtiva eder. İşte bütün bu çalkantılı hayatı, polemiklerle dolu siyasi yorumları onun anlaşılamamasına, hakkında yanlış bilgilerin yayılmasına sebep olmaktadır. KELÂMBAZ
51
Aktüel
Yaşasaydı Ne Derdi? Gerek laik cumhuriyete karşı olan duruşu gerekse modernist-İslamcı yorumlara tavrı sebebiyle acaba Mustafa Sabri Efendi yaşasaydı isminin bir okula verilmesini ister miydi? Onun eserlerini, İslam coğrafyasındaki ilim adamları başta olmak üzere Batılı oryantalistler de dikkatle incelemektedirler. Böyle bir ilim adamı oluşu, mevzunun en mühim noktasıdır. Aslında ilim sahasında herkesçe kabul edilen birinin muhalefeti hazmedilemiyor. Yoksa 150’likler arasında onun gibi olan hatta cumhuriyet idaresine karşı ondan daha şedit kimseler vardır ki bugün onların isimleri devlet müesseselerinde yaşamaktadır. Tabii 150’liklerin pek çoğu pişmanlıklarını ifade edip Ankara’dan af dilerken onun geri adım atmaması dikkat çekiyor. Mesela bu 150’likler arasında Refik Halit Karay da vardır ki o, muhalif fikirlerine tövbekâr görününce affedildi. Sabri Efendi’deki şiddetli muhalif duruşun aynısını, Sevr’de imzası olan Rıza Tevfik’te de görüyoruz. Rıza Tevfik senelerce Suriye’de yaşamış, 10 Kasım 1938’den sonra İsmet İnönü tarafından Türkiye’ye getirilmiştir. Belki Sabri Efendi, muhalefetini sürdürmeseydi veya İsmet Paşa ile arası iyi olsaydı hakkında bu yanlışlara, peşin hükümlere düşülmeyecek, kavgalar çıkmayacaktı.
52
KELÂMBAZ
Ya Diğerleri Ne Olacak? Aslında oldukça şaşırtıcı olan nokta şudur ki Kâzım Karabe-
“yanlışlıkla bu ismin verildiği”
kir, Enver Paşa, Rauf Orbay,
meşhur bir isim, nasıl yanlışlıkla
Necip Fazıl, Ali Fuat Cebesoy
gibi birçok muhalifin adı okullara, caddelere verildi. Hatta muhalefetiyle, ithamlarıyla Mustafa Sabri Efendi’den katbekat ağır ifadeler kullanan Doktor Rıza Nur adına Sinop’ta kütüphane bulunmaktadır. Keza böyle benzer kimselerin de isimleri bugün çeşitli devlet müesseselerine verilmiştir. Yine
söylenip hemen o isim değiştirildi. Bir insanın ismi, hele de böyle bir okula verilebilir ki? İhtimaldir ki Müslümanlar arasında bulunan Afgani-Abduh çizgisindeki modernist harekete karşı tavizsiz, muhafazakâr duruşu da bu değişikliği kolaylaştırmış olabilir. Çünkü 150’likler listesi ve onların fikirleri incelendiğinde hayret edilecek pek çok şey görülecektir. Onlara karşı hiçbir münakaşa çıkarılmazken Mustafa Sabri isminin malzeme yapılması düşündürücüdür. Niçin, Mustafa Sabri Efendi’nin ismi Tokat’taki imam-hatip lisesine verildi? Farz edelim memleketi Tokat olduğu için. Hakkındaki haberler doğru mu? Hayır, yanlış! İddialar yanlışsa ismi niçin değiştirilerek
Cumhuriyet’in kurucu kadrosunu “Deccal” olarak vasıflandıran Said-i Nursi’nin ismi, ilkokul ve liselere verilmiştir. Bu isimler çoğaltılabilir. Fakat ortada çok daha mühim bir problem var: Mustafa Sabri Efendi’nin aleyhinde hakarete varan iddia sahiplerinin onun hakkında hiçbir şey bilmemeleri bir tarafa, şeyhülislâmın ismini okula verenlerin de susmalarıdır. Bu ise daha da hayret verici bir durumdur. Bu kadar bariz bir yanlışa “Bu fetva ona ait değil” bile diyememeleri çok garip. Bunun yerine
yanlışlar, doğruymuş gibi kabul edildi? Madem rejimle, kurucu kadroyla problemi olan, muhalefeti olan isimler değiştirilmeli, o zaman bu zikrettiğimiz isimlere niçin kimse dokunmuyor? Hülasa ülkemizin tarih bilgisinin, şuurunun seviyece bu kadar düşük ve ideolojik oluşu üzücü. Türkiye; tarihe ve tarihî şahsiyetlere olan problemli bakış, ilmî hakikatlerle ideolojik yorumların birbirine karışması
sebepleriyle daha pek çok kavgalara gebe…
Şiir
Ahmed Necib Yıldırım
Türkistan Destanı Hani erenler nerde, dönmez oldu yelkovan! Türkistan’dan haber yok, ne gün dönecek kervan? Çatlıyor Aral Gölü, Buharî etti sükût. Karardı âlem bir ân, güneş mi etti sukût? Kan aktı Seyhun nehri, Tuna oldu muhâcir. Kaşgar’ı dağladılar, Tebriz’i sardı zincir. Güney Efgân içinde, “Rum Eli” dendi garba. Kuzeylerde Moskof var, şarkı inletti zorba. Bölündük ufalandık, olduk bin bir devletçik. Hürriyetten dem vursan, korkarım yersin dipçik! Şu güneş değil miydi, evimizdeki kandil? Kurtlandı “Kızıl Elma”, bozuldu tarih ve dil. Bağlanmış basîretler, mil çekilmiş gözlere. Ahlâkı yutmuş tufân, fitne dolmuş sözlere. Nerede Mahdum Kulu, hani Ahmet Yesevî? Sorsan câhil hocaya, bilmez ne der Mesnevî! Çin Seddi’ni kim aştı, kim sarstı Viyana’yı? Bağladık Hindistan’a, koskoca Sibirya’yı. Kıskanır gökkuşağı, Türkistan bayrak olsa. Tek safta tekbir alsak, düşmanı kaplar tasa. Kara, fezâ ve deniz; onda madde ve mana. Kaf dağındaki ankâ, şöyle seslendi bana: Dün gece bir dev gördüm, heybetle uyuyordu Asya’ya sermiş döşek, yastığı İstanbul’du. Yay gibi iki kolu, kuşatmış Akdeniz’i Akbabalar korkudan, her yana kurmuş mevzi. Doydun uykuya ey dev, yetmez mi artık rüyâ? Tarumar olmuş evin, ne gün olacak ihyâ? Sensin devlerin devi: hanlar, sultânlar sensin. Kardeşin padişahlar, hünkârlara yâversin. Kaldır başını, doğrul; gel değiştir bu hali. Tarihten vasiyet var, haydi kur istikbâli.
İşte bu feryâdımız, duyulsun ayân beyan! Ayrılık yetti artık, uyan Türkistan uyan! Nabzında atsın ülkü; şah damarında dava! Kafatasında pişir, bu ulvî derde deva! Orta yere atalım, Musâ’nın âsâsını. Sihirbazlar işitsin, ejderha nârâsını. Yazalım yeni baştan, Türkistan’ın kâmusu. Türkistan bizlerindir, şerefi ve nâmusu. Kaşgarlı Mahmut gibi, inşâ ettik bir lügat. Her sözümüz bir tuğla, her ferdimiz bir ırgat. Bayrak oldu Türkistan, yeşerdi umudumuz. Yükselttik gök kubbeye, yıldızlar verdi omuz. İstikâmet âşikâr, bir değil mi mâzimiz? Hudutlar kaldırılsın, bir olsun alfâbemiz. Sana göstermek için, gidecek durağını. Kaldırıyor camiler, şehadet parmağını. Söyle Türkistan söyle, birliğe koşalım mı? Diriliş vakti geldi, aşkından coşalım mı?
KELÂMBAZ
53
İktibas
Müslüman Saati Ahmet Haşim
İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istîlâların en gizlisi ve en te’sirlisi yabancı saatlerin hayâtımıza girişi oldu. “Saat”ten kasdımız, zamânı ölçen âlet değil, fakat bizzat “zaman”dır.
E
skiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre; dinden, ırktan ve an’aneden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu üslûb-ı hayâta göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün
lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar hâlinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanılmazdı. Ziyâda başla-
başlangıcını şafağın parıltıları
mes’ut olduğu günler, işte bu
ve nihâyetini akşamın ziyâları
günlerdi; şerefli günlerin vakaayii-
ta’yin ederdi. Ma’denden sağlam
ni bu saatlerle ölçtüler.
kapaklar altında mahfuz tutulan eski ma’sum saatlerin yelkovanları, yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin semâ üzerindeki seyriyle az çok münâsebetdâr bir hesâba tebaan, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sâhiplerini, zamandan takribî bir sıhhatle, haberdâr ederlerdi. Zaman nâmütenâhî bahçe ve saatler orada açar, gâh sağa gâh sola mâil, güneşten rengârenk çiçeklerdi.
Gerçi, felekî hesâbâta göre bu “saat” iptidâî ve hatâlı bir saatti, fakat bu saat hâtırâtın kudsî saatiydi. Zevâlî saatin âdât ve muâmelâtımızda kabûlü ve ezânî saatin geri safa düşüp câmilere, türbelere ve muvakkithânelere bırakılmış metrûk bir “eski saat” hâline gelişi, hayâta tarz-ı rü’yetimizin üzerinde vahim bir te’siri hâiz olmamış değildir.
Ecnebî saati ibtilâsından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, muhtelif evkaatın kırmızı, sarı ve
54
KELÂMBAZ
yıp ziyâda biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın
Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve
orduların düşman şehirlerine
larının karanlığında mevhum
girdiği saatlerdi. Bunlar, hayâtı
bir zamanı bildiren bu saat,
etrâfımızda serbest bırakan geniş lâkayd dostlardı.
şimdi hayâtımızda renksiz ve
görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî ma’nâyı veren o muhayyirü’l-ukuul mi’mârîyi anlamış değillerdir.
şaşkın bir noktadır. Yeni saat,
Esmer câmiler, fecrden itibâren
Müslüman akşamının mahzun ve muşa’şa’ dakîkasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği maîşet şekli de bizi fecr âleminden mehcûr bıraktı. Başka
semâvî bir altın ve semâvî
Gelen yabancılar ise hayâtımızı bozup onu meçhul bir düstûra göre yeniden tanzîm ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hâle getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda zîr ü zeber ederek, eski “gün”ün bütün sedlerini harâb etti ve geceyi gündüze katarak saâ-
o saatte tamamlanır. Bütün mâbedler içinde güneşten ilk minâreler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.
bulanık renkte bir yeni “gün” vücûda getirdi. Bu Müslümanın
Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyâde hasretle tahattur edilen saat, akşamın on ikisidir. Artık on iki, solgun yeşil semâ altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir. Akşam telâkki-
ustalarının nâtamam eserleri
ziyâ alan, câmidir. Bakır oklu
deti az, meşakkati çok, uzun,
eski mes’ut günü değil, bedmestleri, evsizleri, hırsızları ve kaatilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihâyetsiz günüdür.
bir çini ile kaplanır ve İslâm
memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle muztariplerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perîşan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyâdır.
Şimdi heyhât, eski “saat”le berâber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acâyip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayâtımıza sokulan yeni ve fenâ günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz.
Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin
Hâlbuki fecir saati, Müslü-
vakitlerini gösterir gibi, bizim
man için rûyâsız bir uykunun
için gece olan saatleri gündüz
nihâyeti ve yıkanma, ibâdet,
ve gündüz olan saatleri gece
neş’e ve ümîdin başlangıcıdır.
renginde gösteriyor.
Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin
sinden koparak, gâh öğlenin
en güzel tecellîlerindendir.
harâretinde ve gâh gece yarı-
Kubbe ve minâreleri o alaca saatte
Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.
KELÂMBAZ
55
İktibas
Anadolu-Filistin Nere,
Birmanya (Myanmar) Neresi 1916 yılında, Filistin Cephesi’nde İngilizlere esir düşen 12 bin kadar Türk, Birmanya’ya getirilmiş ve bunların binden fazlası esarette ölmüştü. Yarım yüzyıl (şimdi 90 yıl) evvelki bu şehitliklerimizin yeri ancak tahmini olarak biliniyordu. Şehitliklerin yerleri tespit olunca ilgili Türk makamları, hazirelerin imarını ve abideler yapılmasını istemekte idi. Osmanlı Esirlerine İngiliz Zulmü Birinci Cihan Harbi’nde yedi cephede düşmanla kahramanca savaşan Osmanlı askerlerinin pek çoğu şehit olmuştu. Esir düşen bir kısım Osmanlı askerlerini de Ruslar Sibirya’ya, İngilizler Uzak Doğu’ya kadar götürmüşlerdi. Buralardan ve diğer esir kamplarından kurtularak on, on beş sene sonra vatanlarına, ailelerine kavuşanlar yanında, binlercesi de bu uzak diyarlarda zor iklim ve tabiat şartlarından ve muhtelif hastalıklarından dolayı şehit olmuşlardı. İngilizler, Birinci Cihan Savaşı esnasında 1916 yılında Filistin Cephesi’nde esir aldıkları 12 bin Türk askerini Hindistan’ın doğusundaki Birmanya’ya sevk etmişlerdi. Araştırmacı Yazar Dr. Emel Esin, Birmanya’daki Türk şehitliklerinin yerini tespit etmek için yaptıkları çalışma ile ilgili olarak özetle şöyle diyor: 1964 yılında zevcim Seyfullah Esin, Hindistan ve çevresindeki memleketlerde, Türkiye’yi temsil
56
KELÂMBAZ
ediyordu. Bu memleketler arasında bulunan Birmanya’ya itimâdnâmesini (güven mektubu) vermesi münasebetiyle, ben de Ocak 1964’te Birmanya’yı ziyaret ettim. Ocak 1964’te Birmanya Cumhurbaşkanı’na itimâdnâmesini takdim eden Seyfullah’ın, bu memlekette hazin bir vazifesi de vardı: Türk şehitliklerinin yerini tespit etmek.
1916 yılında, Filistin Cephesi’nde İngilizlere esir düşen 12 bin kadar Türk, Birmanya’ya getirilmiş ve bunların binden fazlası esarette ölmüştü. Yarım yüzyıl (şimdi 90 yıl) evvelki bu şehitliklerimizin yeri ancak tahmini olarak biliniyordu. Şehitliklerin yerleri tespit olunca ilgili Türk makamları, hazirelerin imarını ve abideler yapılmasını istemekte idi.
Şehitliklerin Yerini Tespitte Birmanya Hükûmeti İsteksiz Seyfullah, ilk önce Birmanya Hükûmeti’nin yardımını rica etti. Fakat muharebeler, dâhilî çarpışmalar olan ve kabilelerin o yıllarda bazen isyan hâlinde bulunduğu Şan ve Kaçin bölgelerindeki şehitlikler hakkında Birmanya Hükûmeti’nin kati bilgisi yoktu. Üstelik sömürgelikten yeni çıkan, evvelden İngiliz ve Japon askerî abidelerinin bulunduğu Birmanya, topraklarında yeni yabancı abideler yapılmasını istemiyordu. Seyfullah, kendilerine, şehitlerimizin Birmanya’ya müstevli olarak değil, esir bulunarak geldiğini ve mazlum olarak öldüğünü söyledi. Yine de başka memleketlere misal teşkil edebilecek bir izni vermek istemediler.
Eğer şehitlerimizin kemiklerini Türkiye’ye taşırsak bize yardımcı olacaklarını söylediler. Seyfullah bu durumu Dışişleri Bakanlığı’mıza bir taraftan bildirirken diğer taraftan da şehitliklerin yerini tespit ve durumlarını tetkik ile neticeyi, bağlı bulunduğu Bakanlığa bildirmek üzere araştırma yapmaya karar verdi.
Rangoon Şehri Müslümanları İmdada Yetişti O zaman Rangoon Müslümanları imdada yetişip şehitliklerin yerlerini bildiklerini söylediler. Temas edebildiğimiz Birman Müslümanlarından öğrendiğimize göre 1916 yılında Rangoon’a getirilen Türk esirleri muhtelif kamplara yerleştirilmiş. Başlıca kamp, Mandalay’ın yakınında Meiktila’da bulunuyordu. Burası, 17. yüzyıldan beri Müslümanlarla meskûn bir yerdi. 1909 yılında Bengalli Müslümanlardan müteşekkil 91. İngiliz Alayı için Meiktila kasabası güneyinde bir de cami yapılmıştı. Bine yakın şehidimiz bu câminin yanında medfûndur. Meiktila’nın ve Mandalay’ın kuzeyinde, Kaçin eyaletinde bir diğer eski Müslüman ili olan Schwebo’da 100 kadar şehit varmış. Meiktila güneyinde, Irrawady Nehri üstünde, Thayetmgo şehrinin kuzeybatısında, Borstal Enstitüsü Çarşısı yanında bulunan bu kamptan bazı Türk esirleri kaçabilmiş. Müslüman aileler onları saklamış. Hatta Türk esirlerinden birkaçı Birmanlı hanımlarla evlenmiş. O havalide yaşayan torunlarının bazıları açık renk gözlü imiş. Esirler Çok Ağır İşlerde Çalıştırılmış Güney Şan vilâyeti bölgesinde, Heho’ya 18 mil mesafede, Aungban kasabasında, Kalao-Thoyi Heho demiryolunu inşa ile vazifeli yirmi kadar Türk mühendisi ölerek oraya defnolunmuş. Türk esirlerine Thazi-Schwen Yaung demiryolu ve şoseler ile kanallar da inşa
Meiktila güneyinde, Irrawady Nehri üstünde, Thayetmgo şehrinin kuzeybatısında, Borstal Enstitüsü Çarşısı yanında bulunan kamptan bazı Türk esirleri kaçabilmiş. Müslüman aileler onları saklamış. Hatta Türk esirlerinden birkaçı Birmanlı hanımlarla evlenmiş.
ettirilmiş. Türklere, mühendislikten gayri, ağır işler de gördürülmüş. Meiktilalı yaşlı bir zat olan Mustafa, alışmadıkları ağır işlerden avuçları kanayan Türk esirlerini hatırlıyordu. Esaretten kaçtıkları için ceza olarak ağır işlere çarptırılan ve mihnetten ölenlerden birinin mezarı Meitkila’nın 30 mil kadar güneyinde Kyaukse’dedir. Kyaukse Müslümanlarının anlattığına göre üç Türk, Meiktila Kampı’ndan kaçmış. Bir müddet, “Cemal ve Biraderleri” firmasının sahipleri olan Birmanyalı bir aile yanında Kyaukse’de saklanabilmişler fakat İngilizler onları bulmuşlar. Esirlerden ikisinin akıbetinin ne olduğunu öğrenemedik. ÜçüncüKELÂMBAZ
57
İktibas
sü, Kyaukse civarındaki Sapaidun
ile Rangoon’un 600 km kadar
Çok Hazin Bir Manzara
madeninde çalıştırılmış.
kuzeyinde Mandalay’a gittik. Bir
Şehitlikte hazin bir manzara
taksi kiralayarak Mandalay’ın 130
vardı. Çorak bir arazide, ekserisi
Efendi
km kadar güneyinde ve takriben
devrilmiş, dikenler ve çalılar altına
Kyaukse Müslümanları bu Türk’ün
21 enlem ve 96 boylam derecele-
gömülmüş, çoğu kırık, çimen-
ismini hatırlayamadıkları veya
rindeki Meiktila’ya ulaştık. Orada,
todan mezar taşları yatıyordu.
bilmedikleri için kendisinden “Efendi” diye bahsediyordu. “Efendi” bilhassa okumuş kim-
selere o devirde verilen lakaptı. “Efendi” maden işinin mihnetine dayanamamış ve 1915-1917 yılları arasında, tam hatırlanmayan bir tarihte, malaryadan Kyaukse
müddet araştırdıktan sonra Meiktila kasabasının güneyinde Bengal alayının Hind Timuroğullarının üslubunda olan camiyi bulabildik. Caminin önünde iki yüz kadar Meiktilalı Müslüman, geleceğimizi
Her taş, bir kaide üzerine tespit edilmiş takriben 40 cm. kutrunda, çimentodan birer toparlak teşkil ediyordu. Toparlağın en üstünde, bir ayetten mülhem olan (Kuran-ı Kerim - XXV/58) ve Anadolu Türk mezarlarında çok rastlanan şu ibare vardı: “O yaşar ve ölümsüz
Hastanesinde ölmüş, İngiliz
duyarak beklemekteydi. Başların-
polisi Efendi’nin na’şını Kyaukse
da, şehitlerin Meiktila’da geçirdiği
Müslümanlarına vermiş ve onlar da
yılları hatırlayan yaşlı Mustafa
İngilizce yazıları ise Türkçe bil-
Efendi’yi İslâmî usullere göre def-
ve hayırsever müteahhit Ahmet
meyen biri, muhtemelen yerli bir
netmiş. Bize bunları anlatan ve bizi
duruyordu.
Müslüman yazmış. Ayetin altında,
mezara götüren ise Kyaukse İslâm
Meiktila Müslümanları, şehitli-
olan O’dur.”
Hattat, şüphesiz ki Türk’tü.
solda Türkçe, sağda İngilizce
Mektebi eski müdürlerinden Saya
ğin bakımını 1920’den 1944 yılına
olarak yukarıdan aşağıya; şehidin
Mahmood, “Efendi”nin na’şını
kadar deruhte etmiş ve bu vefakâr
numarası, rütbesi, alayı, tabur
yıkayan Hacı Yunus adlı merhum
kimseler, aralarında vazife taksimi
numarası ve miladi tarih ile ölüm
Birman’ın oğlu idi.
yapmışlar. Ahmet gibi zenginler
günü yazılmıştı. Kaide üzerinde de
masraf etmiş, gençler elleriyle
şehidin doğum yeri ve bir numara
Türklerin çok sayıda ölmelerinin sebeplerinin birinin de Birmanya’nın tropikal ikliminde o devirde salgın olan dizanteri ve malarya gibi hastalıklar olduğunu söylediler. Birkaç Türk de tayın ile doymayıp makine yağı yiyerek zehirlenmiş.
58
Müslüman mezarlıklarını bir
çalışmış. 1922 yılında şehitliğe bir duvar yapmışlar. Ancak 1944 yılında İngilizler ile Japonlar arasında cereyan eden muharebelerde, Japonlar şehitliğimizde siperler kazmış, mezar taşlarını setler yapmış ve civardaki havaalanı inşaatı
daha vardı. Türkiye’ye döndüğümüz zaman, belki şehitlerin akrabasından bir kimse çıkar diye bulabildiğim 86 taşın kırılmamış kısmındaki kayıtları yazdım. Gurbette ölen şehitlerin toprağından ve mezarların üstünde biten çalıların yaprağın-
Şehitliklere Yerli
için kullanmışlar. Kalan taşlar
Müslümanlar Sahip
da Müslüman olmayan köylüler
Çıkmış
tarafından çalınıyormuş. Caminin
hepsine müşterek gurbet ve
Bir şubat sabahı, fahrî konsolo-
imamı ve Mustafa, gençlerin yar-
hasret acısını ifade eden kendisi de
sumuzun torunu Davud Ahmed
dımı ile bazı taşları cami avlusuna
parçalanmış Türkçe yazılı bir çi-
Ginwalla, Seyfullah ve ben, uçak
aldırmış.
mento parçası da bulduk. Bu parça
KELÂMBAZ
dan da aldım. Bu yıkılmış mezar taşlarının
Tayetmo Şehidliği TİKA’nın 2015’te tamamladığı restorasyon sonrası
muhtemelen şehitliğin girişinde
Suresi’ni okumaya başlayınca 50 yıl
İSİM
MEMLEKETİ
bulunuyordu ve esir bir Türk zabi-
(şimdi 90 yıl) evvel Türk kasabala-
Er Hasan Mustafa
Afyonkarahisar
tinin eseriydi. Mezar taşlarındaki
rından, köylerinden, şimdi burada
Er Salih Mustafa
Trabzon
nesih hattan ayrı, çok güzel bir
yatan bu askerler o zaman yola
Er Tevfık Eyüp
Çubuk
çıkarken okunan Fetih Suresi’nin
Onbaşı Feyzi Hüseyin
Burgaz
uzak aksini sanki duyduk ve göz
Er Hasan Mehmet
Adana
yaşlarımızı tutamadık.
Er Mehmet Ali
Muğla
Er Mehmet Mustafa
Bursa
başları yere doğru eğildi. Gurbet
Onbaşı Tevfık Halit
Kastamonu
toprağında yatan şehitlerin topar-
Çvş. İbrahim Osman
İzmir
lak mezar taşları, sanki birer insani
Er Mustafa Salih
Beypazarı
Er Mustafa Hüseyin
Isparta
Onbaşı Bekir Süleyman
Malatya
Er Mehmet Halil
Erzurum
Er İsmail Durmuş
Konya
rik’a ile yazılmıştı. Kalan çimento parçasında ise son devir Osmanlı üslubuyla yazılmış bir ibarenin şu kısımları okunuyordu: “Eğil huşû ile, zâir! Bu bir hazire-i gam Kazâ-i Harb-i Umumide … …gömüldüler, ne hazîn!”
Birman Müslümanlarının da
yüz gibi alında yazılı ayetin manasını ifade ediyordu: “Yaşayan ve ölümsüz olana tevekkül kıl.”
(Kur’an-ı Kerim XXV/58) Caminin Birmanyalı imamı
Mezar taşlarında isimleri ve
işaret etti ve şehitlere rahmet dile-
memleketleri okunabilen şehitlerin
mek için eller açıldı. İmam, Fetih
birkaçı: KELÂMBAZ
59
Kitabiyat
Mızraklı İlmihal’e Dâir Ahmet Faruk Şenkaya
A
sıl ismi Miftâhul Cennet(Cennet kapısının anahtarı) olan bu kıymetli kitap, halk arasında Mızraklı ilmihâl ismiyle meşhurdur. Bazı araştırmacılara göre kitâbın müellifi ve yazılma tarihi kesin olarak belli değildir. Muhammed bin Kutbüddîn-i İznikî hazretleri tarafından yazıldığı da rivayet edilmektedir. Derin İslâm âlimi, seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretleri, Mızraklı İlmihal için (Miftâh-ul Cennet ilm-i hâlinin yazarı sâlih bir zât imiş. Okuyanlara fâideli olur)
buyurmuşdur. Bu kitap kıymetli kitaplardan toplanarak hazırlanmış ve kitapta umumiyetle Hanefi mezhebindeki en kuvvetli hükümler toplanmıştır. İhtilâflı meselelere yer verilmemiştir. Bu bakımdan, halkın çok rahat anladığı bir ilmihâl kitabı olmuştur. Böyle
60
KELÂMBAZ
olması sebebiyle senelerce halkın çok rağbetine mazhar olmuş ve ellerden düşmemiştir. Günümüzde dahi Anadolu’da birçok evde kitabın Osmanlı Türkçesiyle yazılmış eski nüshaları mevcuttur. Nazım hikmet ise ‘Vatan Haini’ isimli şiirinde Mızraklı İlmihal’den şöyle bahseder;
Mızraklı İlmihalle bir tutmasına sebep olmuştur. Yine devrin siyasi şartları içinde ezanı aslına iade eden DP’yi Müslümanların desteklemesi ve DP idarecilerinin ABD yanlısı ve SSCB aleyhtarı tavrını tenkid etmeye çalıştığı anlaşılabilir. Komünistler ve ateistlerden başka, Vehhabilerde ve modernistler-
“vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, amerikan üsleri, amerikan bombası, amerikan donanması, topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim.” Bir komünistin Amerika’ya, sermayeye, otoriteye düşman olması normaldir. Peki bu Mızraklı İlmihal düşmanlığı nereden gelmektedir? Mızraklı İlmihal sıradan bir kitap olsaydı, Nazım Hikmet onu şiirinde kötüler miydi? Aslında Nazım Hikmet burada bir zihniyyeti hedef almıştır. Komünizm ideolojisinin aksine İslamiyette hususi mülk edinme ve şahsi teşebbüsün insana verilmiş haklar olması, Nazım Hikmet’in Müslümanlığı
de/mezhepsizlerde niçin Mızraklı İlmihâl düşmanlığı görülmektedir? Bu sorulara cevap vermek için önce ilmihal nedir onu öğrenelim. Ehli sünnet alimlerinin, Kur’ân-ı Kerîm’in açıklamalarından ve ayrıca peygamberimiz Muhammed aleyhisselam’ın (Hadîs-i şerîf ) denilen sözlerinden derliyerek yazdıkları din kitâblarına (ilm-i hâl) kitâbları denir. Her Müslümanın, îmân, amel ve ahlâk ile ilgili öğrenmesi ve yapması lâzım olan bilgileri içerir. İlmihâl bilgilerine zarûrât-ı
dîniyye, yâni zarûrî din bilgileri de denir. Peygamber efendimiz; “İlim taleb etmek her Müslüman erkek ve kadın üzerine farzdır.”
buyurmuştur. Burada öğrenilmesi istenilen bilgiler, ilmihâl bilgileridir. Bunları öğrenmeyen dînin emirlerini doğru olarak yapamaz. Çocuklarına öğretmeyen, onlara karşı dînî ve insânî vazîfesini yapmamış olur. Bu kitâplar fazla teferruâta, inceliğe girmeden din bilgilerini lâzım olduğu kadar anlatırlar. Dört hak mezheb olan Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinden herbirine âit ilmihâl kitâbı vardır. Mızraklı İlmihâl de Osmanlı coğrafyasında bilinen, en meşhur Hanefî ilmihâl kitaplarından birisidir. Hatta en meşhurudur. Osmanlı sultanı II. Mahmud, Es’ad Efendi’nin yazdığı Dürr-i Yektâ isimli Türkçe ilmihali Osmanlı coğrafyasındaki bütün şehir, kasaba ve köylere yollatmıştı. Torunu Halife II. Abdülhamid Han da aynı şekilde Osmanlı Türkçesiyle yazılmış bir başka çok kıymetli eser olan Mızraklı İlmihâli, ahalisinin ekseriyetinin Türk olduğu hemen her yere göndermiş ve halkının, dinini sahih kaynaklardan doğru bir şekilde öğrenmelerini temin etmişdir. Günümüzde arabanın bile zor ulaştığı birçok köye bu kitap o günlerde katır sırtlarında ulaştırılmıştır. Bu kitabı
okuyan ecdadımız dinlerini doğru bir şekilde öğrenmişler, dinlerine sıkı bir şekilde sarılmışlar ve bozuk akımların zararlarından etkilenmemişlerdir, Bu kitap, Anadolu’da bozuk akımlara, ideolojilere âdeta bir set çekmiştir. Muhteva Kitâba ‘’Bismillâhirrahmânirrahîm.El-hamdü lillâhillezî cealenâ minet-tâlibîne ve lil-ilmi minerrâgıbîne ves-salâtü ves-selâmü alâ Muhammedinil lezî erselehü rahmeten lil-âlemîne ve alâ alihi ve Eshâbihi ecma’în.’ diyerek başlanılmıştır, yani besmele, hamd ve salavat ile başlanmıştır. Hamd ve salavatın manâsı: Bizi ilmi taleb edenlerden ve ona rağbet gösterenlerden kılan Allahü tealaya hamd olsun. Salât ve selâm âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed aleyhisselâma, O’nun âline, ya’ni Ehl-i Beytine (akrabâsına) ve Eshâbının hepsine ‘’rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în’’ olsun. Kitâbın başında önce îmân ve doğru itikada yer verilmiş; sonra ibâdet bahisleri ve ahlâk, 54 ve 32 farz yer almıştır. Kitap zamanın Türkçesine göre yazılmış ve baş sayfasındaki mızrağa benzer motiften dolayı halk arasında Mızraklı İlmihal diye şöhret bulmuştur. Kitâpta Hanefî mezhebi âlimlerinden İbn Nüceym’in el-Eşbâh, Halebî’nin
Mülteka kitâplarından, Ebusuud Efendi’nin fetvalarından ve yine Türkçe bir ilmihâl kitâbı olan Birgivî Vasiyyetnâmesinden iktibaslar mevcuttur. Kitapta ismi geçen kaynaklara bakıldığında kitabın 16. yüzyıldan sonra yazılmış olabileceği düşünülmektedir. Eserin yazma nüshaları arasındaki muhteva farklılıkları değişik tarihlerdeki matbu nüshalarında da görülmektedir. Bu farklılıklar belirli dönemlerde kitaba ilâvelerin yapıldığından olsa gerektir. Sade bir dilin ve kısa cümleli basit anlatım tekniğinin kullanıldığı Mızraklı İlmihal, Osmanlı toplumunda en çok okunan ve ezberlenen eserler arasında yer almıştır. Sıbyan mekteplerinde din bilgisine başlangıç kitabı olarak, ayrıca camilerde, köy odalarında ve evlerde yaygın biçimde okunması sebebiyle halkın din anlayışını etkilemiştir. Nereden buluruz Kitabın Osmanlıcası bugün birçok kitabevi tarafından basılmaktadır. Çeşitli şekillerde baskısı mevcuttur. Hem asli hem latin harfli beraber baskısı, yeni bilgisayarlı hat ile yazılışı gibi… Latinize edilmiş hali uzun yıllardır Hakikat Kitabevi tarafından satılmaktadır. Hakikat Kitabevinin hazırladığı nüsha yine Osmanlı döneminde telif olunmuş 2 kıymetli kitapla birlikte ‘İslam Ahlakı’ ismiyle tek kitap olarak basılmıştır. Arzu edenler istifade edebilirler.
KELÂMBAZ
61
KELÂMBAZ KİTAPLIK İslam’da Modernleşme Yazar: Bedri Gencer Yayınevi: Doğu Batı Yayınları Sayfa: 886
Bu eser, çağımızda sayısız araştırmaya konu edilen İslam’ın modernleşmesi hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı ve derinlikli incelemedir. “Hristiyanlaştırmadan modernleştirmeye Batılı kozmopolis projesinin sekülerleşmesinin modern Batı/Doğu karşılaşmasını nasıl etkilediği” merkezî sorusundan hareket eden eser, İslam’da modernleşmeyi ilk kez Batı ile Doğu’nun bu büyük karşılaşması bakımımdan ele alıyor. Eser, Batı ile İslam düşüncesi, geleneksel ile modern İslam düşüncesi ve Osmanlı ile sair İslam düşüncesi arasında mukayeseli ve
Cemaleddin Esedâbadi Yazar: Doç. Dr. Yılmaz Karadeniz Yayınevi: Gece Kitaplığı Sayfa: 270
“… Malûmât ve mütâlaât-ı çâkirâneme gelince, Şeyh Cemaleddin, Babi Cemiyeti erkânından ve erbâb-ı fesatdan olduğu gibi, hiçbir tarafça hâiz-i itibâr ve i’timat olmamış, ehemmiyetsiz bir adamdır. Ve merkûmun Mason Cemiyeti ve Ermeni Komiteleri ve Jön Türk takımı ile münasebet ve muhabere-i hâfiyesi vardır. Kendi-
62
KELÂMBAZ
kuşatıcı, sosyolojik bir perspektiften sosyal ile düşünsel değişim arasındaki etkileşim bakımından on dokuzuncudan yirminci yüzyıla İslâm dünyasının modernleşmesi sürecini derinlemesine inceliyor. Çalışmada on dokuzuncu asır İslam dünyasında modernleşmeye karşı alınan bütün tavırlar modern İslam incelemelerinde yararlanılacak analitik bir çerçeve oluşturmak üzere kategorileştiriliyor ve İslam düşüncesindeki değişimin mahiyetini göstermek için Osmanlı ve Mısır İslam düşüncesinin temsilcileri olarak alınan Namık Kemal ve Muhammed Abduh örneklerinde “gelenekselcilik/modernizm” olarak iki ana tipe dönüştürülerek karşılaştırılıyor. Farklı İslam yorumlarının, özellikle sömürge sonrası paradigmalara meydan okuyan tek örnek olarak Osmanlı İslam yorumunun modernizmle hesaplaşmadaki etkisini vukuf-
la gösteren eser modern İslam incelemelerine yepyeni bir boyut getiriyor. Bedri Gencer, ilk elden kaynaklara dayanarak bir bütün olarak modern İslam dünyasındaki değişim sürecini tasvir ederken sağlam bir muhakeme ve akıcı bir dille problematik durum ve fikirlere doyurucu açıklamalar getiriyor. Eser, böylece bugun islam dünyasının yaşadığı müzmin problemlerin kaynağına inerek bu problemleri aşmak için çağdaş İslam düşuncesinin taşıdığı potansiyeli ortaya koyuyor. Turk sosyal bilimcilerinin duayeni Şerif Mardin`in uzun bir sunuşuyla ilk yayını yapılan ve modern İslam hakkında çığır açıcı bir inceleme olarak Türkiye’de geniş yankı bulan eserin gözden geçirilmiş yayınını sunuyoruz.
sini efendimize mensûb bildirerek esâsen hiç olduğu halde, bu şeref-i mensûbiyetden dolayı kendisini ve mahiyetini ve hakikatini bilmeyen birtakım adamları celb ve iğfal ederek yavaş yavaş cemiyetini çoğaltmaya çalışıyor…” Sadrazam Halil Rıfat Paşa “İngiltere Devleti bir müddettir padişahın halifeliğini gizlice yıkmak istemekte ve halkı da halifelik fikrinden soğutmak istemektedir. Bu maksad için Arap şeyhlerini tahrik etmektedir ve onları isyana çağırmaktadır. Arapların kendilerinden bir halife seçmeleri için fikir vermektedir. Zeyd bin Ali
ailesinden Mekke Şerifi’nin halife seçilmesini istemektedir. Londra’da kalan Cemaleddin Esedabadi’nin Arap şeyhlerini halifelik için Osmanlı halifesine karşı isyana teşvik etmesi için ayrılmasını istemektedir. Padişahı halife-i ru-i zemin olarak bilen halkı bu makamdan soğutmak istemektedir. Osmanlı Devleti, buna bir tedbir olarak kendi Londra elçisine haber göndererek, bu işte kullanılacak olan Cemaleddin Esedabadi’nin İstanbul’a mutlaka gelmesinin sağlanmasını istemektedir…” İran’ın İstanbul elçisi Mirza Esedullah Han Vekilü’l-mülk
KELÂMBAZ KİTAPLIK Siyah Papa’nın Casusu, Wilfrid S. Blunt ve İslam’da Reform Yazar: Mehmet Hasan Bulut Yayınevi: IQ Kültür Sanat Sayfa: 325
“Eğer, Avrupa’nın yüzlerce yıldır Müslümanlığın sembolü olarak gördüğü Osmanlı Türkleri, bir gün İslam’ı terk ederse, bu, tarihin garip bir intikamı olacaktır. Bu, yine de bizim çocuklarımızın ya da torunlarımızın yaşayarak görecekleri bir intikamdır.” Wilfrid Scawen Blunt Arabistanlı Lawrence’ın ‘kâhin’ dediği Wilfrid Scawen Blunt, hayatını, Türkleri Arap topraklarından atmaya ve İslam’da reform yapmaya adamış bir İngiliz casusuydu.
Can Veren Pervaneler Yazar: Hayati İnanç Yayınevi: Babıali Kültür Yayıncılığı Sayfa: 211
Divan Edebiyatı, geçmiş kültürümüzün eşsiz ve engin hazinelerinden biridir. “Can Veren Pervaneler” unutulmaya yüz tutmuş muhteşem mirasımız Divan Edebiyatını küllerinden yeniden doğurmaya namzet ve okuyan herkese can verecek bir eser… Bir sebeple o kadar iltifat ettiği
Bugün modern İslamcıların kendilerine önder olarak gördükleri Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh vasıtasıyla İslam’ı içeriden çökertmeye çalıştı. Blunt, şimdiki Papa Francisco’nun da mensubu olduğu Cizvitlere hizmet ediyordu. Churchill’in üstadıydı. Mısırlı, İrlandalı ve Hintli Ulusalcıların ve Jön Türkler’in yakın dostuydu. Mısır’ın Osmanlı’dan kopartılmasında büyük rol oynadı. En büyük rakibi olarak gördüğü Sultan Abdülhamid’in düşüşünü ve Arap ihtilalini görecek kadar uzun yaşadı. Wilfrid S. Blunt’ı ve bağlantılarını bilmeden, ne Cizvitlerin ve Britanya’nın İslam politikasını, ne de günümüz İslam dünyasını anlamak mümkün...
Pertev Bey’in 3 Kızı
şair Bâkîye öfkelenen Kanuni merhum, şiir kudretini konuşturarak onu memleketine sürgün yönünde ferman ısdâr eder: Tabii biri şairlerin sultanı biri de Osmanlı Sultanı fakat ikisi de gönüllerin sultanı olunca ortaya aşağıdaki şaheserler çıkmış: “Baki bed / Azm-i bülend / Bursaya red / Nefy-i ebed” (Bâkî kötü adam; yüksek kararım odur ki -memleketi olanBursaya gönderilsin, bir daha da gözüm görmesin.) Bu müstesna edebiyat için yine kendi kaleminden netice-i kelâm: “Geçmiş zaman olur ki hayâli cihân değer.”
Münevver Ayaşlı, Pertev Bey ve ailesinin konaklarda, yalılarda; mürebbiyeler, lalalar, dadılarla süren ışıltılı hayatlarının, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sinyallerini vermesiyle altüst oluşunu, duygusal, gerçekçi ve cesur bir üslupla kaleme alıyor. Miralay Pertev Bey’in ailesi üzerinden, toplumsal bozulmuşluğu tahlil ediyor. Tarihsel gerçekliğe yaslanan; okuru Osmanlı’nın son günleri üzerine düşünmeye davet eden Pertev Bey’in Üç Kızı, Münevver Ayaşlı’nın nehir roman olarak kaleme aldığı serinin ilk halkası…
Yazar: Münevver Ayaşlı Yayınevi: Timaş Sayfa: 192
Sultan Abdülhamid tahttan indirileli birkaç sene olmuş, İttihat ve Terakki Cemiyeti devletin her kanalında etkin rol oynamaya başlamış, İtalyanlar ani bir baskınla Trablusgarp’ı almıştı. Ufukta Balkan Savaşı’nın kara bulutları görünüyor, Osmanlı her cepheden bozgun ve yenilgiyle dönüyordu. Mağlubiyet ve sefalet… Bir devrin çöküşü, yeni bir devrin başlangıcı, yaşanan acılar, aniden türeyen sınıflar, yeni hayat tarzıyla estetiğin ve zarafetin eriyip gitmesi, bir neslin kaybı...
KELÂMBAZ
63
SOSYAL MEDYA
64
Tarih Lügati Köklü milletler kamuslarına namus gözüyle bakmışlardır. Bunun ne kadar haklı bir bakış olduğu izahtan varestedir. Kelimeler, mefhumlar, isimler ve fiiller;
kökleriyle, ekleriyle ve kökenleriyle milletlerin, hatta daha geniş manada medeniyetlerin hafızasıdır. Belki hafızadan da ileride, hafızayı da aşarak medeniyetlerin başlı başına karakteri, kimliği ve kimliğinin lazım-ı gayr-ı mufarıkı olan tasavvuru olma vasfını taşır lügat. En basit bir misal: İngilizce konuşanların “air-conditioner” dedikleri klimaya Ortadoğulular “mükeyyif ”, yani “keyif veren, rahatlatan” derler. Donuk ve “katı gerçekçi” perspektife karşılık, insan
odaklı fakat biraz da, ne diyelim, gevşek bakış... Tarih Lügati her gün, kendi ifadesiyle, hatırından geçenleri, ıstılahları ve (kelime oyununa dikkat) “mevhumları” yazıyor. İyi de ediyor. Sayesinde elektrik diyarında soluklanacak bir gölgelik buluyor, kimliğimizle rabıtamızı tazeliyoruz. Ha bir de büyük hattat Cevrî, sadece Mevlânâ’nın 6 ciltlik Mesnevî-i Manevî’sini 22 kez istinsah etmiş (Tarih Lügati). Bizim işler çok yoğun, yoksa...
Bin safsata bir mısra-i bercesteye değmez İndimde esâtir-i Felâtun hezeyandır
Berceste Beyitler “İnne minel beyâni le-sihran” buyuruluyor Hadis-i Şerif ’te. Beyân muhatabını tesir altında bırakır, onu meftûn eder. Bununla beraber,
“beyân” olmasaydı herhâlde çıldırırdık. Dimağımızda kıpırdayan en ufak fikir filizi bile eğer ki beyân olmasaydı bir kurt gibi beynimizi yiyip bitirirdi. Bizi bunca sıkıntıdan âzâd eden ve muhatabımızı yeri gelip meftûn eden beyân, uzayıp haddi aştı mı can sıkar. Dinlenemez olur, tesirini kaybeder. Bundan olacak, tarihin söz ustaları, namlı şairler ifadenin en kısası fakat en hikmetlisi peşinde koşup durmuşlar. Beytin böylesine “berceste” demiş bizimkiler:
Tarih Arşivi Kelime okyanuslarından ve cemiyetin fikriyatını mısralara dercetmiş bercestelerden maada,
medeniyetleri büyük yapan bir diğer unsur herhâlde, günümüz ifadesiyle arşivciliktir. Tarihin büyük devletleri, yaptıklarını ve meydana gelen hadiseleri hep kayıt altına almak istemişlerdir. Kim bilir belki de medeniyetlerin mücerred şahsiyetlerinin unutulmamak gibi bir temayülleri vardır. Zira unutulmamak, yaşamakla birdir medeniyet için. Bu zaviyeden bakınca “Tarih
Arşivi” gayet mütevazı şekilde eskiyi (ya da eskimeyecek olanı) hatırlatma gayreti içinde. Alıştığımız manada bir arşiv değil. Uzun kayıtlar, eşsiz ve nadide eserler kasıp kavurmuyor ortalığı fakat resim ve fotoğraflarda, bazen de bir kitabın bir satırında unuttuklarımızı yakalıyor “Tarih Arşivi”. Hem kitap piyasasından da haberdar oluyorsunuz.
KELÂMBAZ
(Yenişehirli Avni)
Ecdat, manevi hazinelerimizi bir iki kelimeyle bir iki mısraya sığdırmış. Berceste beyitler, her değeri hoyratça kemiren bu postmodern düzende, unuttuğumuz hazineleri bizlere hatırlatıyor. Seçme beyitler, kısa izahlar... Bize teşekkür etmek düşer.