Say覺 5, May覺s 2014
1
Sunuş 30 yıldır yaşanan neoliberal bombalamalar Türkiye solunu ne yazık ki kendi tarihine yabancılaştırdı. Artık solcu olabilmek için Kemalist Devrim reddedilmeli, Mustafa Kemal diktatör ve faşist ilan edilmeli, Cumhuriyet Devrimleri özgürlükleri yok eden girişimler olarak kabul edilmeli, bunlarla bağlantılı olarak da Kemalist Devrim’in son sıçrayışı 27 Mayıs Devrimi de diğerleri ile birlikte aynı torbaya konarak darbe diye yaftalanmalıydı. Deniz Gezmiş’in, Mehmet Ali Aybar’ın, Nazım Hikmet’in, Hikmet Kıvılcımlı’nın tam tersini düşünmüş olmaları da önemli değildi! Onlar ölmüştü. Ölüler kendilerini savunamazdı. Ne var ki, bedenler ölseler de fikirler ölmüyor. Bedenleri ölse, kişiler kendilerini savunamasalar da fikirleri ile onları savunacaklar bir şekilde çıkıyor. Bu sayımızı 54. yılında 27 Mayıs Devrimimize ayırıyoruz. Geniş bir derleme çalışması yaptık. Türkiye sosyalist aydın ve önderlerinin 27 Mayıs’a bakışlarını sayfalarımıza taşıdık. 27 Mayıs devrimcilerinden rahmetli Suphi Karaman’ın oğlu Suay Karaman’ın da KADRO için yazdığı makalesini bu sayımızda bulacaksınız. Bu sayıda ayrıca Av. Sedef Ünal’ın “Milliyetçilik ve Faşizm” isimli makalesini, Kubilay Kızıldenizli’nin de “Sorular ve belirsiz yanıtlar” makalesini, Mehmet Esmer’in “Parola: İnkılap” adlı kitabın değerlendirme yazısını sunuyoruz sizlere. 1 Mayıs İşçi Bayramımız ve 27 Mayıs “Hürriyet Bayramı”mız kutlu olsun.
2
İçindekiler 4 Sapına kadar 27 Mayısçıyız! 6 Türkiye’de ihtilal, darbeler ve 27 Mayıs 12 27 Mayıs; Kemalist Devrim’in 20. yüzyıldaki son atılımı 18 27 Mayıs Devrimi Gladyo’ya darbedir 20 27 Mayısçılık, iştir! 26 Hikmet Kıvılcımlı’nın Milli Birlik Komitesi’ne 1. Açık Mektubu 35 Seçimler Türkiye’yi gericileştiriyor 36 Görünen şey, her zaman görünen şey değildir
39 Mehmet Ali Aybar’ın Cemal Gürsel’e yazdığı mektup 44 Milliyetçilik ve Faşizm 50 Sorular ve belirsiz yanıtlar 52 Tarihte bu ay 54 Kitap 56 Belgesel 57 Bulmaca 58 Sinema 59 Tiyatro Genel Yayın Yönetmeni: Osman Budak Yazı İşleri Müdürü: Nurtaç Özkayalarlı
İletişim: kadrodergisi@gmail.com
Yazarlar: Ali Duran, Aytekin Kaan Kurtul, Ayşe Meral, Coşkun Turgut, Ersoy Münevis, Kubilay Kızıldenizli, Mehmet Esmer, Meftun Bulunmaz, Murat Kula, Nurtaç Özkayalarlı, Osman Budak, Özgür Senger, Sedef Ünal, Tekin Tek.
Sayı 5, Mayıs 2014
3
Uğur Mumcu:
“SAPINA KADAR KEMALİST,
SAPINA KADAR 27 MAYISÇIYIZ!”
H
er devrim getirdiği sonuçlarla değerlendirilir. Bir devrimi kendi siyasal inançlarımızla değerlendiremeyiz. Devrimi yapanların devrime verdikleri anlam da, bir süre sonra değerini yitirir. Çünkü devrim artık tarihin malı olmuştur. Bundan sonra bu bilimsel ve tarihsel incelemelerle eleştirilir. Devrimin olumlu yanları savunulur, hatalar ve yanlışlar yerli yerine oturtulur.
Türk Tarihinin ikinci büyük olayı 27 Mayıs 1960 Devrimidir. Bu devrim, süngü ucuyla ile bir Anayasa getirmiş ve türlü engellemelere rağmen, devrimci akımlar, işçilere ve köylülere doğru gelişmeye başlamıştır. Son on yılda devrimci kişiliklerini geliştirenler, 27 Mayıs Anayasasının gölgesinde okuma, araştırma ve tartışma olanağı buldular. İhtilalin sonuçları, ihtilalcilerin amaçlarını aştı; toplum yeni bir aşamaya doğru yöneldi.
Tarihin yakın tarihini iki devrim etkilemiştir. Bunlardan birincisi Kemalist devrimdir. Bir Türk Devrim- Demir kapılar, kelepçelcisinin hangi öğretisel dayanaktan güç alırsa alsın, ke- er, tabu ve yasaklar malist devrimin ilerici niteliğini savunması gerekir. yıkıldı. İşte bugün sosyalizmin her çeşidini Kemalist devrim, Türk tarihinin kısa bir dönemini kap- tartışan bir ortamın samaktadır. Bu dönemin evrensel ve ulusal özellikleri içindeyiz. On yıl göz önünde tutulursa, 1970 yılında kendisine devrimci önce, iki kişi arasında diyen bir aydının Kemalizme karşı olması düşünüle- konuşamadığımız ya da mez. Bu olsa olsa günlük devrim kavgasından kaçan aklımızın köşesinden korkakların kendi kendilerine buldukları bir sığınak- geçmeyen düşünceleri tır. Böylece, toplum içinde en ileri kendileri görünece- açık açık tartışıyoruz, kler ve fakat devrimci kavganın hiçbir atılımında bu- daha doğrusu tartışalunmayacaklar ! Bunlar gizlenen bir sağcılık akımının biliyoruz. Devrimci içindedirler: Atatürk’e karşı Osmanlı hayranlığı, Ul- düşüncemizin sınırı , usal Kurtuluş Savaşına karşı Çerkez Ethem taraftar- gün geçtikçe genişlilığının adı solculuk olamaz. Hiçbir bilimin verisi, yor. 27 Mayıs Devrimi, hapishane anılarıyla karıştırılmış bir muhayyilenin bunca olumsuz koşula tarih olarak sunulmasını gerçek olarak niteleyemez. rağmen, kendi sahiplerKemalist devrimin anlamına karşı çıkan bir devrimci, ini bulma yolundadır. sadece bireycidir; toplumcu değildir, tarihçi değildir Biz kötümser değiliz. ve eylemsel anlamda devrimci de değildir. Sağcılığın Her devrim böylesen sinsi kesimi, kendilerini devrimci olarak tanıtıp ine güç koşullar içinde Kemalizme saldıranlarca temsil edilmektedir. yeşermiştir.
4
Gazeteleri okuyoruz. Dergileri izliyoruz. Tartışmaları dinliyoruz. Görünen köy kılavuz istemez. Gerçek gün gibi açık ve seçik. Devrimci birikim örgütlenemiyor. Hepimiz birer küçük burjuva tutkusuyla toplumculuğu değil bireyciliği seçiyoruz. İşçiler dağınık. Köylüler ilgisiz, gençler sahipsiz, aydınlar disiplinsiz. Biz her şeyi ve herkesi eleştiren devrimciler henüz devrimci bir örgütlenmenin üstesinden gelememişiz. Nasıl olur da, koskoca ulusal Kurtuluş Savaşı’nı küçümseriz? 27 Mayıs Devrimi, her birimize siyasal kişiliğimizi kazandırdı. Bu Anayasa gelmeseydi, kaçta kaçımız bırakın devrimci kavganın lideri olmayı, devrimin ne demek olduğunu anlayabilirdik? Kim bize öğretirdi toplumun hangi güçler tarafından yönetildiğini? Hangimiz devrimci öğretiler okur ve bu öğretilerle üç ayda bir değiştirdiğimiz stratejilere sahip olurduk? Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayısçıyız. Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimini savunmak, devrimci aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayısçı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.
Sayı 5, Mayıs 2014
5
Türkiye’de ihtilal, darbeler ve
27 Mayıs Suay Karaman
* Tüm Öğretim Elemanları Derneği (TÜMÖD) Genel Sekreteri
Batı ülkelerinde asker, bizde olduğu gibi kurtuluş savaşı vermemiş ve devrimlere öncülük işlevini üstlenmemiştir. Üstelik sömürgecilik ve emperyalizmin uygulayıcısı olmuştur. Ülkemizde ise, demokratik ve laik cumhuriyet, askerin öncülük ettiği, asker ve sivil aydınların başında bulunduğu bir Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulmuştur. Türk ordusu, Türk ulusu adına cumhuriyetin kurulmasına öncülük ederek, 1923 Aydınlanma Devriminin yaratıcısı olmuştur. Türk Ordusu, kurucu düşünce olan Atatürkçülüğü korumak ve kollamak görevinin bir ifadesi olarak da, Türk ulusu adına 27 Mayıs 1960 tarihinde bir müdahale gerçekleştirmiştir. 27 Mayıs 1960 sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirdiği, Atatürk devrimlerine sahip çıkmak ve demokrasiyi korumak için giriştiği bu hareketi, tartışmasız bir “ihtilal” olarak tanımlamak gerekir. Bu işe soyunanlar eğer başarısız olsalardı, bunu hayatlarıyla öderlerdi. Koşullar tamam olduğu zaman ihtilal kaçınılmaz olur. Her ihtilalin, onu yapanlar kadar onun koşullarını hazırlayanların da eseri olduğunu unutmamak gerekir. Askeri harekatlar ve ihtilaller, topluma olumlu getirileri ya da olumsuz götürüleriyle önem kazanırlar. Devrim ya da darbe oldukları da ancak bu şekilde be-
6
lirlenir. 1974 yılında gerçekleştirilen “Portekiz Karanfil Devrimi” ile faşist diktatörlüğe son verilmiş, sömürgeler özgürleştirilmiş, siyasi af çıkarılmış, işkenceciler tutuklanmış ve parlamenter demokratik bir rejim kurulmuştur. Halkın büyük çoğunluğunun desteklediği genç subaylar tarafından gerçekleştirilen bu olayı da, bir askeri harekat, darbe olarak adlandırmak olasıdır. Ancak bugünkü Portekiz demokrasisini darbe denilen 1974 Karanfil Devrimi kurmuştur. 25 Nisan her yıl Portekizliler tarafından “Özgürlük Günü” olarak coşkuyla kutlanmaktadır. 23 Haziran 1952 günü başında bulunduğu Hür Subaylar Örgütü ile kraliyet rejimine karşı bir darbe gerçekleştirerek, İngiliz egemenliğine son veren ve bağımsız cumhuriyetin yolunu açan Cemal Abdülnâsır, Mısır toplumu tarafından bir “devrimci” olarak benimsenmiştir. 1943 yılında Albay Juan Peron tarafından Arjantin’de gerçekleştirilen ve geniş halk kitlelerinin desteğini kazanan darbe de, “devrim” olarak benimsenmiştir. Üç yıl sonra yapılan seçimlerden Juan Peron, İşçi Partisi lideri olarak zaferle çıkmıştır. 27 Mayıs 1960 ihtilali, seçimle gelen sivil iktidarın demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilmiştir. Atatürk’ün yok sayıldığı ve ortaçağ karanlığına doğru yol
aldığımız bu günlerde, 27 Mayıs 1960 ihtilali, oluşumu ile siyasilerin belleklerinde bulunmalı ve gereken derslerin çıkartılmasına çalışılmalıdır. Günümüzde kimilerinin darbe kapsamına sokmaya çalıştığı, kimilerinin ise utandığı 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin 54. yılındayız. Darbe kapsamına sokulacak ya da utanılacak bir hareketin “insan hak ve özgürlüklerini, ulusal dayanışmayı, toplumsal adaleti, bireyin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve güvence altına almayı olanaklı kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukuksal ve sosyal temelleriyle kurmak ve Atatürk Devrimleri’ni yeniden yaşama geçirmek” gibi bir amacı olduğu nerede görülmüştür?
Mısır’da krallığa ve İngiliz egemenliğine son veren “devrimin” önderi Cemal Abdülnâsır
27 Mayıs 1960 ihtilali, tartışmasız bir devrimdir. İhtilal, toplum yapısında biriken çelişkilerin bir gün patlayışı sonucunda ortaya çıkan ve bir grubun yönetime el koymasıyla, devletin siyasal ve sosyal yapısında oluşan ani ve şiddetli değişikliklerdir. Devrim, özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir toplumdaki siyasal ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına hızla değişmesidir. 1961 Anayasası’yla getirilen yeni ve çağdaş kurumlarla, sosyal hukuk devletiyle, özgür seçimlere gidilmesiyle ve bütün bunların on yedi ay gibi çok kısa bir zaman içinde başarılmasıyla, 27 Mayıs tartışmasız bir devrim niteliğini kazanmıştır. 27 Mayıs 1960 Devrimi, öncelikle özgürlüğü ilke edinmiştir. Eylemin yapıldığı sabah, yeni anayasa çalışmalarına katkı vermek üzere İstanbul’dan gelen yedi profesörün hazırladığı bildiride, siyasal yaşamda hep anımsanması gereken şu tümce yer almıştır: “Bir devlette, hükümet ve onu oluşturan siyasi iktidar, hukuka, adalete, ahlaka ve bütün halkın menfaatine dayanmalıdır.” On yedi ay gibi kısa bir sürede gerçekleştirilen aydınlanma yolundaki yeni atılımların ve yeni anayasanın hazırlanarak, seçimlere gidilmesi ile Milli Birlik Komitesi ülkeyi sivil yönetime bırakmıştır. 27 Mayıs 1960 sabahı ve sonrasında sevinç gözyaşları içinde, coşkuyla sokağa dökülen halkımızın, baskıcı yönetimden kurtulmanın mutluluğu içinde günlerce gösterilerde bulunması, 27 Mayıs’ın halk tabanındaki desteğinin en belirgin kanıtıdır. 27 Mayıs sabahı radyoyu dinleyen halkımız, kısa bir süre sonra, sokaktaki askerlerle sarmaş dolaş olmuştu. Askeri araçların üzer-
Portekiz’de halk, “Karanfil Devrimi”ni kutluyor. 25 Nisan 1983, Porto ine ellerinde bayraklarla gençler doluşmuştu. İnsanlar sokaklarda birbirileriyle kucaklaşıyordu. Bu görüntüler acı ve sıkıntılarının sona ereceğine inanan insanların kendiliğinden gelişen sevinç gösterileriydi. 27 Mayıs 1960 gününün hemen ertesinde, 27 Mayıs için coşkulu marşlar bestelenmesi, Türk ordusuna şükran sunmanın bir göstergesidir. 27 Mayıs 1960 öncesinde, Demokrat Parti iktidarında demokrasinin, hukukun ve özgürlüğün olmadığını herkes bilmektedir. Buna karşılık demokrasiye darbe olarak adlandırılan 27 Mayıs 1960 hareketi, topluma özgürlüğü, hukuku, demokrasiyi ve aydınlanmayı getirmiştir. İşte bu yüzden 27 Mayıs, Hürriyet ve Anayasa Bayramıdır. 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni darbe olarak niteleyenlerin amacı, 1923 Aydınlanma Devrimi’ni de darbe kapsamına sokarak, Osmanlı Devletinin küllerinden yepyeni laik ve demokratik bir cumhuriyet kuran Mustafa Kemal Atatürk’ten de hesap sormaktır. “Atatürk’ü sevmek ibadettir” diyen Celal Bayar’ın iktidarında Atatürk Devrimleri, ‘tutan devrimler’ ve
‘tutmayan devrimler’ olmak üzere ikiye ayrılmış ve tartışma konusu yapılmıştı. Türkçe söylenen ezan Arapça’ya çevrilmiş, irticaya ödünler verilmiş, özgürlükler kısıtlanmıştı. TBMM’nin onayı olmadan Kore’ye emperyalist ABD’nin çıkarı için asker yollanmıştı. 6-7 Eylül 1955 olaylarındaki tahriklerin baş sorumlusu DP iktidarıydı. İsmet İnönü’yü öldürmek için Kayseri, Uşak ve Topkapı’da suikastlar düzenlenmişti. Muhalefeti cezalandırmak için Meclis Tahkikat Komisyonu kurulmuş, bu komisyonun yetkilerinin genişletilmesinden sonra, Ankara ve İstanbul’da olaylar çıkmış, ölen ve yaralananlar olmuştu. Ulusal bütünlüğümüz parçalanmış, yönetim partizanlaştırılmıştı. Basın ağır sansür altında tutulmuş, gazeteciler hapse mahkum edilmişti. Enflasyon, pahalılık, dış borçlar, karaborsa giderek artmış, nüfuz ticareti, vurgun, rüşvet, keyfi yönetim ve baskı bu dönemin ana karakteri olmuştu. Vatan Cephesi kurarak, halkı birbirine düşürenlere ve “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyenlere bugün “demokrasi yıldızı” denmektedir.
Sayı 5, Mayıs 2014
7
27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kurularak, yasaların anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa ihlalleri yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik hale getirilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Türk Standartları Enstitüsü, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur. 1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve hakim güvencesini sağlayacak kurumlar oluşturulmuş, grev ve toplusözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır.
27 Mayıs 1960 İhtilali’nin olumsuz yanı idam cezalarının onaylanmasıdır. İdamların yapılmaması için çırpınanların emekleri boşa çıkartılmış ve çeşitli baskılarla idamlar gerçekleştirilmiştir. İdam cezalarını hiç kimse için onaylamak doğru değildir. Ne Menderes zamanında sokaklarda herkesin gözü önünde yapılan idamları, ne Menderes ve bakanlarının idamını, ne Talat Aydemir ile Fethi Gürcan’ın idamını, ne Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını, ne de 17 yaşındaki Erdal Eren’in idamını onaylamak, insanlığa yakışmaz. İdam cezası, insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır. 27 Mayıs döneminde oluşturulan kuruluşların ve çıkarılan yasaların, topluma, demokratik rejime ve ülke yönetimine sağladığı olumlu kazanımların, aradan geçen 54 yıla karşın hala yaşaması, 27 Mayıs Devrimi’nin tarihimizdeki aydınlık ve onurlu yerini aldığının kanıtıdır. Bu nedenle 27 Mayıs 1960 Devrimi, gerek toplumsal dayanakları, gerekse yaratılan çağdaş ve devrimci anayasası ile, Seçimlerin Temel Hükümleri ve baskıcı 12 Mart 1971 muhtırası Seçmen Kütükleri Yasası, Basınve devrim karşıtı 12 Eylül 1980 Fikir İşçileri Yasası, İlköğretim ve darbesi ile karşılaştırılamaz. Zaten Eğitim Yasası, Sağlık Hizmetlerin- 27 Mayıs, ihtilal ya da devrim in Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir olarak anılır, öyle bilinir. Halbuki Vergisi Yasası gibi yeni düzenle12 Mart ‘muhtıra’, 12 Eylül ‘darbe’ meler yapılmıştır. 27 Mayıs 1960 olarak anılır. Kenan Evren bile Devrimi olarak adlandırılan kendi yaptığına darbe diyor, hiç tarihsel olay, ayrıntılı inceledevrim dediği duyulmamıştır. 12 meleri gerektiren toplumsal bir Mart, 27 Mayıs’ın getirdiği yenidavranışın ürünüdür. liklerden geriye dönüşü, 12 Eylül ise, 27 Mayıs’ı tama1961 Anayasası ile kazandığımız kurumlar
Anayasa Mahkemesi
8
Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu
men reddeden baskıcı bir devletin kuruluşunu vurgulamaktadır. 27 Mayıs’tan sonra kurulan Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet Partisi koalisyon hükümeti döneminde, 1961 Anayasası ile bir dizi reform öngörülmesine karşın, bu işler tam anlamıyla gerçekleştirilememiştir. Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi ile yapılan koalisyon, hükümet içinde uyumsuzluğa neden olmuş, bu da ordu içindeki darbe isteklilerinin umutlarını güçlendirmiştir. 27 Mayıs İhtilali sırasında Kore’de görevli olan Talat Aydemir liderliğinde 22 Şubat 1962 yılında bir darbe girişimi yapılmıştır. Söz konusu darbe girişimi engellenmiştir ve Başbakan İsmet İnönü, bu darbe girişimi için şöyle bir yorum yapmıştır: “27 Mayıs ordunun demokrasiye inancının bir sonucuydu. Bazı siyasilerin bütün kışkırtmalarına rağmen 14’lerin tasfiyesi aynı inancın sonucuydu. Yine seçimlerden sonra politikacıların giriştikleri kışkırtmalar 22 Şubat 1962 darbe girişimiyle sonuçlanmıştır. 27 Mayıs İhtilalinin kolaylıkla başarılı olması teşvik edici olmuştur. Düşünmemişlerdir ki 27 Mayıs İhtilali bütün milletin vicdanında meydana gelen bir kurtuluş isteği sonucu olduğu için halk tarafından hemen benimsenmiştir.” Ancak engellenen bu darbe girişimi, aynı zamanda I. İnönü hükümetinin de yıpranmasına neden olmuştur.
Türk Standartları Enstitüsü
Daha sonra kurulan Cumhuriyet Halk Partisi, Yeni Türkiye Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve bağımsızlardan oluşan yeni koalisyon hükümetinin de önceki hükümete benzer yetersizlikler taşıması nedeniyle, ordu içindeki darbe heveslilerinin yeni bir darbe girişimi için umutlanacakları hükümet ortaklarınca tahmin edilmiştir. Ancak, Yeni Türkiye Partisi ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, hükümet içinde Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı, muhalefetteki Adalet Partisi ile birlikte hareket etme yolunu tutmuşlardır. Bu süreçte, Cumhuriyet Halk Partisi, istemediği pek çok uygulamanın, hükümetin hanesine yazılması karşısında eli kolu bağlı kalmıştır. Örneğin 10 Eylül 1962 tarihinde alınan bir kararla, Milli Birlik Komitesi yönetiminin ülkenin doğusundan batıya sürdüğü 55 toprak ağasının doğuya tekrar dönmesine izin verilmiştir. 26 Eylül 1962 tarihinde İlk Beş Yıllık Kalkınma Planını hazırlamakla görevlendirilmiş olan uzmanlar topluca istifaya zorlanmışlardır. Bu ve benzeri olaylarda Talat Aydemir, bütün siyasi partileri, ülkenin çıkarlarına aykırı davranmakla suçlamış ve yeni bir ihtilal için şartların yeterli olduğunu açıklamaktan çekinmemiştir. 1963 baharında eski Demokrat Parti’lilerin bir kısmı için af çıkartılması ise, ordu içindeki kıpırdanmaların dozunu daha da artırmıştır.
Devlet Personel Başkanlığı
Talat Aydemir ve arkadaşları 21 Mayıs 1963 tarihlerinde yeni bir darbe girişimi gerçekleştirmişler ancak yine başarısız olmuşlardır. Her iki darbe girişiminin gerekçesini, 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin amacına ulaşmamış olmasına dayandırmışlardır. Oysaki 27 Mayıs ile sonraki askeri müdahale girişimleri arasında temel bir fark vardır: 27 Mayıs Türk ulusu adına yapılmıştır. Diğer iki girişim ise, her ne kadar Türk ulusu adına yapıldığı söylense de, aslında bir avuç emekli ve görevdeki subayın demokratik rejimi tasfiye etmek ve yerine askeri diktatörlük kurma hevesinden öte bir anlam taşımamaktadır. Talat Aydemir’in bu darbe girişimleri için elverişli ortamı hazırlayanlar, dönemin sivil siyasetçileri, özellikle de Demokrat Parti’nin devamı olduğunu iddia eden, Meclisteki çoğunluğunu millet iradesi olarak göstermeye çalışan siyasetçilerdir. 21 Mayıs 1963 girişiminden sonra Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam edilmiş, 44 subaya çeşitli cezalar verilmiş, 1459 Harp Okulu öğrencisinin, Harp Okulu’yla ilişiği kesilmiştir. Toplumun sosyal ve siyasi yönden gelişmesinden rahatsızlık duyan tutucu çevrelerin yönetime el koymasıyla “darbe” adı verilen oluşum gerçekleşmektedir. 12 Mart 1971
Devlet Planlama Teşkilatı
tarihinde ve 12 Eylül 1980 tarihinde, Türk ordusunun yukarıdan aşağıya doğru sadece komuta kademesi ile ve emperyalist güçlerin istekleri doğrultusunda giriştikleri bu hareketleri, tartışmasız bir “darbe” olarak tanımlamak gerekir. Bu işe soyunanların, başarısız olma gibi bir seçenekleri bulunmamaktadır. 1961 Anayasası’nın tüm kazanımları, önce 12 Mart 1971, ardından 12 Eylül 1980 ile yok edilmesi, bu hareketlerin devrim karşıtı olan bir darbe niteliği kazanmasını açıklamaktadır. 12 Mart ve özellikle 12 Eylül’ün sindirme, baskı, işkence ve zulüm olguları toplum üzerinde, aradan geçen uzun yıllara karşın halen hissedilmektedir. Özellikle 12 Eylül darbesi ile faşist bir yönetim uygulamaya konulmuş, özgürlükler sınırlandırılmış ve yürürlükten kaldırılan 1961 Anayasası yerine, baskıcı 1982 Anayasası hazırlanmıştır. Hazırlanan bu anayasanın %92 gibi büyük bir oranla halk oylamasında kabul edilmesi de düşündürücüdür. 1982 Anayasası’nı hazırlayan Danışma Meclisi’nin tüm üyeleri, Milli Güvenlik Konseyi tarafından atama ile belirlenmiştir. Oysa %62 oy oranıyla kabul edilen 1961 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis, seçimle oluşturulmuştu. Darbe yalnızca askerler tarafından yapılmamaktadır; sivillerin de yaptıkları darbeler vardır. İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da
Basın İlan Kurumu
Sayı 5, Mayıs 2014
9
Adolf Hitler, Portekiz’de Antonio de Oliveira Salazar gibi sivil diktatörlerin darbeleri, ülkelerini karanlıklara boğmuştur. Avrupa’nın ilk faşist diktatörü olan Mussolini gençliğinde öğretmenlik yapmıştır. Askerlik görevini yapmamak için 1902-1904 yılları arasında İsviçre’ye kaçmıştır. İtalya’ya döndükten sonra gazetecilik yapmıştır. Askerlikle tek ilgisi Birinci Dünya Savaşı’na katılmış ve yaralanmış olmasıdır. Ressam olmak için uğraş veren Hitler’in askerlikle ilgisi, Birinci Dünya Savaşı’nda Bavyera ordusunda onbaşı rütbesi ile savaşmasıdır. Portekiz’in diktatörü Salazar, iktisat profesörü bir sivildir ve 1926 yılında akademiden ayrılarak askerlerin desteklediği hükümette ekonomi bakanlığı görevine getirilmiştir. Bu faşist liderler, sivil diktatörlüklerini oturtmak için önce orduyu, yargıyı ve basını susturarak işe başlamışlardır. Susmamakta direnenler ise hapislere atılmıştır. Ülkemizin başbakanı “diktatörlük sivilin işi değildir” diyerek, önce medyayı, sonra cumhuriyeti korumak ve kollamakla görevli orduyu, daha sonra yargıyı susturmak için yasal ve idaresel her türlü baskıyı içeren önlemleri almakta ve uygulamaktadır. Siyasi iktidara muhalif olanlar da Silivri’de hapis yatmaktadır. 27 Mayıs’ı anlamak için, Anadolu’da başarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, Atatürk ilke ve devrimlerini, tam bağımsızlığı, emperyalizm karşıtlığını ve yurtseverliği özümsemek gerekir. Bu özümsemeden payını alamamış siyasetçiler, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni darbe sayarlar ve yıllardır kendi yaptıkları sivil darbeyi görmek istemezler.
10
Ülkemizde on iki yıldır AKP iktidarı ile sistemli ve bilinçli bir şekilde sivil darbe uygulanmaktadır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmaktır. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, kendi ülkesinin ordusuna düşman ise, o ülkede sivil darbe yapılıyordur. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, ülkenin parlamentosu yerine kanun hükmünde kararnamelerle yasama görevini yerine getiriyorsa, o ülkede sivil darbe yapılıyordur. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşen AKP iktidarının, bu karara karşın ülkeyi yönetmesi tam anlamıyla bir sivil darbedir.
demokrasiyi ortadan kaldıran askeri darbelerin ve yaşadığımız sivil darbe sürecinin, haklı ve meşru gösterilebilecek bir yanı yoktur. Gerçek demokrasiyi yok eden darbelerin her türlüsüne, etkin olarak her zaman ve her koşulda karşı konulmalıdır. Bu yüzden ülkemizde gerçek demokrasi etkin ve egemen kılınmalı, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanmalıdır. Sivil yönetimler demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk ilkelerine bağlı kaldıkları zaman, darbe ortamlarının yaşanmadığı herkes tarafından görülecektir…
İhtilal sonucunda oluşan devrim, topluma aydınlık ve özgürlük sunarken, darbeler topluma zulüm, baskı ve işkence vermektedir. 21 Nisan 1967 tarihinde Yunanistan’da darbeyle işbaşına gelen Albaylar Cuntası döneminde, binlerce yurtsever insan, Atina’ya 100 km uzaklıktaki Yaros adası’nda hapishaneye kapatılmıştı. Bu insanların suçu, ülkelerini sevmek, cuntacılara karşı olmak ve demokrasi istemekti. Ülkemizde ise sivil darbeciler, yurtsever insanlarımızı Silivri’de hapishaneye kapatmaktadırlar. Bu yurtsever insanların da suçları aynıdır: ülkelerini sevmek, sivil darbeye karşı olmak ve gerçek demokrasi istemek. Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin hale getirmeleri gerekir. Hukuk devleti ve
Sivil diktatörler (yukarıdan aşağıya) Adolf Hitler, Benito Mussolini, Antonio de Oliveira Salazar
Say覺 5, May覺s 2014
11
27 MAYIS KEMALİST DEVRİM’İN
20. YÜZYILDAKİ
SON ATILIMI Arslan Kılıç
S
on yıllarda Türkiye’nin mandacı gericiler cephesinin bağırdığı başlıca sloganlardan biridir “Tarihimizle yüzleşelim!”.
ısmarladığını ve yazı konuları arasında birinci sırada “Türkiye’nin kendi tarihinin hakkından gelmesi” olduğunu hatırlayalım. (1)
Nesnellik adına kaydedelim ki, sloganın asıl imalatçıları bunlar değildir. Slogan 1990’ların başında Graham Fuller, Tessa Hoffman, Udo Steinbach’lar tarafından üretildi. Yani Batı’nın büyük emperyalist devletlerinin istihbaratçıları, istihbaratçı “tarihçiler” tarafından... Sloganın Türkiye içindeki pazarlamasında G. Fuller ve Karen Fogg doğrudan görev aldılar. G. Fuller’in 1990’larda Türkiye’de yayın yapan gazetelerin ve televizyonların en makbul yazar ve program konuklarından olduğunu, Ankara’da, İstanbul’da düzenlenen birçok panel ve sempozyumun baş konuşmacısı olduğunu hatırlayalım. K. Fogg’un, Kör Agop’ta ağırladığı kiralık kalemlere makbuz karşılığı yazı
Bilindiği gibi, T. Hoffman ve U. Steinbach bu pazarlama işini Taner Akçam’lar eliyle yürüttü. 1992’den başlayarak T. Özal ve T. Çiller “himayesinde” Türkiye’ye adeta üşüşen ABD ve AB “menşeili” vakıfların ulufe dağıtarak “araştırmacı” kiraladığı, raporlar yazdırdığı başlıca konulardan biri de yine, “Türkiye’nin tarihi ile yüzleşmesi”ydi.
12
2000’lerin başına gelindiğinde bu slogan artık, neoliberalinden dönek solcusuna, Haçlı irtica cenahından Batıcı Kürt milliyetçisine kadar bilumum gerici takımının dilindedir. Bu koronun yedek gücünü ise, son yıllarda her önemli konu ve sorunda olduğu gibi bu konuda da mandacılar
cephesinin kuyruğuna takılmış olan neosol oluşturuyor. *Bu koro tarafından artık, gazetelerde, televizyonlarda, açıkoturumlarda, panellerde, üniversite kürsülerinde, her fırsatta ve her vesile ile
Karen Fogg’un “Türkiye’nin kendi tarihinin hakkından gelme” çalışması Türkiye’nin gündemine oturmuştu.
bu slogan bağırılmaktadır: “Tarihimizle yüzleşelim!”
Sloganın şifreleri Slogan tek başına ele alındığında ve şifreleri çözülerek gerçek anlamı ve amacı kavranmadığında, pek masum... Öyle ya, bilimsel tutuma sahip, gerçek tutkusu olan hangi insan, tarihte kalmış olaylara ilişkin gerçeklerle yüz yüze gelmekten kaçınabilir? Bu konulardaki yeni bulgu ve bilgilerin dile getirilmesinden rahatsız olabilir? Ama bu sloganın gerçekte, pratikte ifade ettiği bunların hiçbiri değildir. İşte bu noktada sloganın şifreleri devreye girmektedir. Sözü dolaştırmadan sloganın şifrelerini verelim. Batılı istihbarat “tarihçileri”nin ürettiği bu slogandaki “tarihimiz” sözcüğü, eğrisi ile doğrusu ile bütün bir tarihimiz ya da bütün yakın tarihimiz kastedilmiyor. İmalatçılarının ve kullanıcılarının bu sözcükle kastettikleri, devrimler tarihimizdir. “Yüzleşmek” sözcüğü ile kastedilen ise, hesaplaşmak, K. Fogg’un açık sözlülüğü ile ifade edersek, “hakkından gelmek”tir. Yani bu sloganla ifade edilen eylem, Türkiye’nin devrimler tarihiyle hesaplaşmak, onun hakkından gelmektir. Örneklersek, Jöntürk Devrimi’nin, Kemalist Devrim’in, 27 Mayıs Devrimi’nin, 68’in devrimciliğinin... hakkından gelmek; onları mahkûm etmek, mezara gömmek, toplumumuzun belleğinden silmektir. Bunlarla bağlantılı, bunların esin ve beslenme kaynakları olarak, dünya devrimlerinin; Fransız Devrimi’nin, Ekim Devrimi’nin, Çin Devrimi’nin, Küba Devrimi’nin hakkından gelmektir. Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler halklarının İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleştirdiği antiemperyalist-halkçı devrimleri, yani
27 Mayıs’ı, 12 Mart ve 12 Eylül’le aynı kefeye koyarak saldıranlar geçmişte 12 Mart ve 12 Eylül’ü savunanlar olmuştur. Nehru’nun, Nasır’ın, Lumumba’nın, Ho Şi Minh’in önderlik ettiği devrimleri mahkûm etmek, mezara gömmektir. Gericilik cephesi “yüzleşmede” devrimleri karalayıp belleklerden silmek isterken, tarihin çöp sepetinde yer alan Abdülhamit’leri, 31 Martları, Vahdettin’leri, Damat Feritleri, Ali Kemal’leri, İstiklal Savaşı ve cumhuriyet yıllarındaki bütün gerici isyanları temize çıkarmaya çalışmaktadır. (2) Bu ay 50 yaşına basan ve Mayıs/2010 sayımızı adına “özel sayı” olarak çıkardığımız 27 Mayıs 1960 Devrimi, bu emperyalizm işbirlikçisi gericiler korosunun saldırılarının baş hedeflerindendir. Hiç şüpheniz olmasın, Mayıs ayı boyunca ve özellikle 27 Mayıs haftasında, küçüğünden büyüğüne bütün mandacılar cephesi, koro halinde, 27 Mayıs’ı 50. yıl yaylım ateşine tutacaklar; Nazım’ın deyişiyle, “Gözleri, kulakları, elleri, ayaklarıyla/ Han, hamam, apartıman ve konaklarıyla/ 16 sayfaları, baskı makinaları-tanklarıyla/ Yamak ve yardaklarıyla/ hücuma kalkacaklar”dır. Karşı-devrim cephesinin 27 Mayıs’a saldırı tezleri Adlarının
başında “devrimci”, “sosyalist”, “emek/emekçi”, “sol”, “özgürlük”, “demokrasi” vb sıfatlar bulunanlar da dâhil, 27 Mayıs’a saldıranların başlıca tezleri şunlardır: -12 Mart ve 12 Eylül gibi 27 Mayıs da bir askeri darbedir; amaçları, hedefleri, yaptıkları farklı bile olsa, askeri bir harekettir; askerden gelen, askeri olan her şey ise, kötüdür, antidemokratiktir, vb. -27 Mayıs, seçimle gelen bir hükümeti devirmiştir; Türkiye’de hükümetlerin seçimle gelip seçimle gitmesi yerine, askeri darbelerle devrilmeleri geleneğini başlatmıştır. Millet iradesine karşı, tepeden inme, topluma/”sivil topluma”, kitle inisiyatifine karşı bir harekettir. 27 Mayıs’a yapılan “sol”, liberal, irticai, Kürtçü, vb her kılıktan saldırı, yukarıdaki tezlerin çeşitli türevleri ve karışımları ile yapılmaktadır. Bunlar içinde en gerçek dışı olanı ve en hainanesi, 27 Mayıs’la 12 Mart ve 12 Eylül’ü aynı kefeye koyarak yapılan saldırıdır. Ve üstelik bunun şampiyonluğunu da, 12 Mart ve 12 Eylül’ü desteklemiş olanlar, bu “our boys” darbelerinin ürünü olan, onların besleyip
Sayı 5, Mayıs 2014
13
Sol ve solculuk adına CIA yalanlarına başvuranlar çok daha büyük suçlar işlemektedir.
büyüttüğü güçler yapmaktadır. Ama daha da garibi ve acı olanı, bu konuda, “sol” adına, “solculuk” adına bunların peşine takılanların tutumudur. Bunlar, Türkiye sosyalist hareketinin 1960 ve 70’lerdeki 27 Mayıs değerlendirmelerini; TİP’in, Mehmet Ali Aybar’ın, Hikmet Kıvılcımlı’nın, Behice Boran’ın, (bugün o günlerdeki değerlendirmesinden dönmüş olsa da) Mihri Belli’nin, Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın, hatta İbrahim Kaypakkaya’nın, 27 Mayıs’a sahip çıkan, onu olumlayan görüşlerini bir kenara atarak, “insan haklarıcı”-“sivil toplumcu” Batıcı solculuğun kuyruğunda hidayete erip, bugünün “our boys”larıyla ağız birliği etmektedirler. 27 Mayıs; gençlik hareketinin, aydınların ve basının, CHP ve CKMP muhalefetinin, DP’nin parlamenter faşizme yönelen tutumuna karşı yükselen mücadelesinden güç alarak gerçekleşti. Yani, yükselen kitle mücadelesi inisiyatifine dayandı. Daha da önemlisi, başarıya ulaştıktan sonra yaptığı düzenlemelerle, 1960’lardaki, Türkiye tarihinin en büyük emekçi kitle eylemlerinin
14
önünü açtı. 12 Mart ise, o yükselen kitle mücadelesini zapturapt altına almak üzere gerçekleşti. 27 Mayıs’ın sloganı “Hürriyet” iken, 27 Mayıs’a güç verenler “Kahrolası diktatörler” diye bağırırken; 12 Mart, 27 Mayıs Anayasası’nın toplumun bedenine “bol geldiği”, “bol gelen elbiseyi (özgürlükleri) daraltma” sloganını benimsedi. Kendinden önceki dönemle ilgili olarak 27 Mayıs’ın saptaması, “hürriyetlerin yetersizliği ve var olan yetersiz hürriyetlerin bile bastırılıyor olması” idi; 12 Mart’ın saptaması ise, Memduh Tağmaç’ın ifadesiyle, “Toplumsal uyanışın ekonomik gelişmeyi geçmesi”, yani “hürriyet fazlalığı” idi. 27 Mayıs, DP iktidarının bastırdığı ve ikide bir tırpan attığı solun önünü açtı; 12 Mart, 27 Mayıs’ın açtığı yoldan filizlenen sol’a tırpan salladı.
da Amerikan emperyalizminin Türkiye üzerindeki denetimini zayıflattı. ABD’nin Akdeniz’deki jandarma gücünü oluşturan 6. Filo’nun Türkiye limanlarına ayak basamamasına yol açtı. Parlamentoda, DP iktidarının ABD ile imzaladığı gizli ikili anlaşmaların hesabını sordu.**Tepesindeki, Amerikalı nalbant çavuşun parkasını tutan Rüştü Erdelhunları***devirdi ve hapse attı. DP hükümetinin Kore’ye gönderdiği tugayı (hem de ABD’den izin almadan, hem de ABD’nin karşı çıkmasına rağmen) çekti. 12 Mart ve 12 Eylül ise, ABD’nin “our boys” dediklerinin emir-komuta zincirinde gerçekleşti. Türkiye limanlarını tekrar 6. Filo’ya açtı. TSK’nin NATO’ya ve Türkiye’nin ABSolD’ye bağımlılığını tahkim etti.
27 Mayıs’la karşıtlık bakımından 12 Mart için söylediklerimiz, on katı fazlası ile, bir ABD “our boys” eylemi olan 12 Eylül darbesi için de geçerlidir. 27 Mayıs’la 12 Mart ve 12 Eylül arasında, “askeri olmak”, askeri inisiyatife dayanmak dışında hiçbir ortak yan yoktur. Kaldı ki, 27 Mayıs sadece askeri inisiyatife değil, onun kadar sivil inisiyatife de dayanmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül ise, sivil inisiyatife, kitle inisiyatifine, hele hele emekçi inisiyatifine dayanmak bir yana, tamamen bunlara karşı gelişmiş askeri hareketlerdir. 27 Mayıs, aynı zamanda askeri inisiyatife (ordunun tepesine) karşı da bir isyan hareketidir. 12 Mart ve 12 Eylül ise, tepesinin ordunun tabanına karşı hareketleridir. 12 Mart ve 12 Eylül, yüzlerce genç yurtsever subayı ordudan atmış ve hapse göndermiştir.
12 Mart, 27 Mayıs’ın yaptığı anayasayı budadı. 12 Eylül ise, o anayasayı tümüyle ortadan kaldırdı. 27 Mayıs Devrimi’nin adını bayramlar listesinden sildi. Bizzat 12 Mart ve 12 Eylülcülerin sergiledikleri bu kadar 27 Mayıs karşıtlığının üstünü külleyerek 27 Mayıs’la 12 Mart ve 12 Eylül’ü aynı kefeye koymak, ABD ve AB’nin “esas oğlanları” için, hadi diyelim ki bir hiledir. 12 Mart ve 12 Eylül’ün acısını çekmiş insanları avlamak amacıyla başvurdukları bir CIA hilesidir. Onlar, bu ve benzeri hilelere başvurarak kendi görevlerini yapmaktadırlar. Fakat, binlerce insanı sol ve solculuk adına bunların peşine takanlar, çok daha büyük suçlar işlemektedirler.
27 Mayıs, yolunu açtığı ve gelişmesine katkıda bulunduğu bağımsızlıkçılık, yurtseverlik ve sosyalizm sayesinde 1960’lar-
Demokrasi, sivillik, çoğulculuk ve 27 Mayıs DP iktidarı 1950’lerin sonuna gelirken, egemen sınıflar arasındaki 1946 uzlaşmasına dayanan sol’a kapalı parlamenter çoğulculuğu bile boğmaya kalkıştı. Hem de
27 Mayıs’ın 50 yıllık ömründeki kaderi, tarihteki bütün devrimlerin kaderi gibi olmuştur. Toplumda devrimciliğin, devrimci mücadelenin yükseliş yıllarında yere göğe konmayan 27 Mayıs, gericiliğin egemen olduğu yıllarda geminin bordasından atılmış, üzerinde “darbe, darbe” diye tepinilmiş, lanetlenmiştir. Bugün böyle bir dönemi yaşıyoruz. Türkiye’de devrim ve karşı-devrim, ikincilerin gücünün ağır bastığı koşullarda, ideolojik ve siyasi bakımdan göğüs göğse bir çarpışma içindedir. Bu çarpışmanın alanlarından biri de 27 Mayıs’tır. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi, içerde DP iktidarının baskılarına ve parlamenter faşist bir diktatörlük kurma çabalarına karşı gençliğin, üniversitelerin, aydınların, basının, muhalefet 27 Mayıs coşkusu hayatın her alanında kendini gösteriyordu. partilerinin (CHP ve CKMP) Zarf pullarından sigara markalarına kadar halk, devrime sahip çıkıyordu. yükselen mücadelesinden güç alarak gerçekleşti. 27 Mayıs bunu, ordunun tepesini kullanarkesimlerini kapsama yönünde müdahalesinin hazırlandığı ve ak, yani sivilcilerin iddialarının genişletti. Sadece Anayasa ve gerçekleştiği yıllarda, içerde kitle aksine, askeri yoldan yapmaya örgütlenme özgürlüğü alanına kalkıştı. Sivil toplumcu metafiziği ilişkin yasalarda değil, getirdiği ve mücadelesi yükselirken, dışta da bir yana bırakırsak, devletin zor “Milli Bakiye” adıyla anılan seçim dünya çapında devrim dalgası yükseliyor, ezilen dünya ülkegücünü devreye soktuktan sonra, sitemiyle de parlamenter çoğullerindeki Bayar-Menderes türü zaten başka türlüsü de olmazdı. culuğu, toplumun alt sınıflarına iktidarların başlıca dayanağı olan da açık hale getirdi. 1965’de TİP, ABD emperyalizmi geriliyordu. 27 Mayıs, DP iktidarının ortadan bu kazanım sayesinde parlamenkaldırmaya çalıştığı parlamenter toya girebildi. Amerikancı “sivil 27 Mayıs içte ve dışta yükselen çoğulculuğun, sınırlarını daha da toplumcu”lar ve neoliberallerin, bu devrimci dalgadan güç alarak genişleterek ve DP’nin yaptığı gibi onların piri olan T. Özal’ların ve gerçekleşirken, kendisi de daha herhangi bir kanadın diğer kanadı “idol”leri olan T. Erdoğan’ların büyük bir devrimci yükselişin tasfiye etmeye kalkışmasının %10’luk seçim barajlı “parlamenyolunu açtı. 1960’lı yıllarda Türönlemlerini alarak yeniden işletoculuğu” ve “sivilliği”, 12 Eylül kiye, tarihindeki en büyük kitle mesini sağladı. Anayasa Mahkeaskeri rejiminin egemen sınıflar mücadelelerine sahne oldu. Bu mesi, çift meclis vb önlemler, bir için “istikrar” vurgusu tarafında kanadın parlamentoda sağladığı yer alırken; 27 Mayıs, parlamenter yılların 27 Mayıs değerlendirmelerine, devrimcilik, tarihsel maçoğunluğa dayanarak diğer kanadı çoğulculuğun demokratikleştirilteryalist gerçekçilik ve bilimsellik oyunun dışına atmasını önleyemesini savunmuş ve sağlamıştır. damgasını vurdu. cek kurumlar olarak getirildi. En önemlisi de, 1946 uzlaşmasına 27 Mayıs’ın devrimci Kitle mücadelesinin ve devrimdayanan parlamenter çoğulcukabarış ve alçalışlara bağlı ciliğin yükselişte olduğu 1960 ve luğun sınırlarını, orta sınıflar ve yükselişi ve gözden 70’lerde, 27 Mayıs konusunda emekçi sınıflar da içinde olmak üzere, toplumun daha geniş düşmesi Türkiye’nin siyasi fikir hayatında,
Sayı 5, Mayıs 2014
15
da, bilimsel ve tarihsel gerçeklikten uzaklaşan büyük bir kavram çarpıtması yaşanmaya başladı.
12 Eylül darbesi solcu aydınlarda sağa kayışa neden oldu. 27 Mayıs da bundan nasibini aldı. özellikle de sol’da, aşağı yukarı bir fikir birliği de vardı. Bu fikir birliği, 27 Mayıs’ın, Türkiye’nin yüz yıllık demokratik devrimler mücadelesinin bir parçası; bu anlamda da ilerici ve sol bir hareket olduğu değerlendirmesine dayanıyordu. Gerçi bu değerlendirmenin tamamına katılmayan “27 Mayıs mağduru” bir siyasi kesim (DP-AP siyasi geleneği) de vardı. Ama 27 Mayıs’ın sol bir hareket; tarihsel olarak Jöntürk ve 1920’lerin, 1930’ların devrimciliği çizgisinde, onların devamı olan bir hareket olduğu görüşüne -değişik bir bakış açısından- onlar da katılıyordu. Onların itirazı, 27 Mayıs’ın demokratikliği değerlendirmesineydi. Onlar, çağdaş Türkiye tarihindeki bütün devrimci sıçramaların karşı tarafında yer almış toplumsal kesimlerin devamı olarak, 1908 Jöntürk Devrimi ile 1920-30’ların “tepeden inme devrimleri” gibi 27 Mayıs’ın da “sivil siyasete” ve her nasılsa bir kere oluşmuş “parlamenter demokrasiye zarar verdiği” görüşünü savunuyorlardı.**** 12 Eylül darbesi ile girilen dönemde, birçok konuda olduğu gibi demokrasinin içeriği ve askeri ve sivil olanla ilişkisi konularında
16
bölgede ABD adına jandarma gücü olacak sömürge orduları idi. TSK bu bakımdan ya sözcülüğünü T. Özal’ın yaptığı küçültülmüş, Türkiye’de 12 Eylül faşist dikvurucu gücü yükseltilmiş ve tatörlüğünün baskısı, dünya çapın- profesyonelleştirilmiş askeri güce da devrim dalgasının geri çekildiği dönüştürülmeli; ya da, parçalanıp ve Batı merkezli emperyalist-kapi- dağıtılarak yeniden inşa edilmelitalist sitemin yeni bir atağa kalkydi. Aslında birinci yol da ikincistığı koşullarda yaşandı. Üst üste ine çıkıyordu. 650-700 bin kişilik gelen bu üç olgu, Türkiye sol’u konvansiyonel bir orduyu 200-250 ve aydınları arasında büyük bir bin kişilik profesyonel bir jandarideolojik sağa kayışa yol açtı. Bu ma gücüne dönüştürmek, ancak sağa kayıştan 27 Mayıs konusunbüyük bir parçalama-dağıtma daki değerlendirmeler de nasibini operasyonu ile mümkün olabilirdi. aldı. Sol’un Batı’dan gelen ideolojik rüzgârlardan etkilenmeye açık İşte bu nedenlerle ABD ve içerdeki kesimleri, yükselen yeni liberaliz- bilumum işbirlikçileri, YDD’nin min, “askerden gelen her şey kötü, ilan edilmesiyle birlikte, 12 Mart antidemokratik”, “sivil olan her şey ve 12 Eylül’deki rollerini bir kenara iyi ve baş tacı” değerlendirmesinin atarak, dünyanın en büyük “sivilpeşine takıldı. Bu değerlendirme, cileri” oldular. ABD’nin Küreselleşme stratejisi ve programıyla birlikte, ezilen dün1980 askeri müdahalesiyle ya ülkeleri ordularına düşmanlık başlayan süreçte 27 Mayıs’ı 12 çizgisine dönüştü. Mart ve 12 Eylül askeri müdahaleleri ile aynı kefeye koyan ve ABD, 12 Mart ve 12 Eylül’de “Sonuçta üçü de askeri darbedir, komuta kademesi “our boys” üçü de sivil siyasete ve demokrasiolan ve onlar kanalıyla denetlye müdahaledir, bu yüzden üçü de ediği TSK’yi, tek başına dünya antidemokratiktir” diyen neolibegemenliğine soyunduğu “Yeni eral değerlendirme giderek güç Dünya Düzeni”(YDD) dönekazandı. minde, Endonezya, Yugoslavya, Filipinler orduları örneğinde 2000’lerin ilk on yılı biterken, olduğu gibi, parçalanıp dağıtılacak dünya yeni bir devrimci kabarışa güçler arasına koydu. Çünkü TSK sahne olmaya başlamıştır. Türkiye, mevcut yapısıyla, Türkiye’nin bu kabarışı 1920’lerdekine benzeyparçalanmasına karşı koyma en bir devrimci durum sürecine ve bu anlamda ABD ve NATO girerek yaşamaktadır. Yaşanan denetiminden çıkma potansiyeli ve girilen sürecin diğer sonuçları taşıyan bir askeri güçtü. Çünkü, başka yazıların konusu. Konumuz 45 yıldır bir NATO gücü olsa da, bakımından sonucu ise, hiç kimsNATO’nun ideolojik-siyasi torenin kuşkusu olmasın, 27 Mayıs’ın nasından geçirilse de, kökeninde önümüzdeki yıllarda, toplumubir ulusal Bağımsızlık Savaşı ve muzun ezici çoğunluğunun devrim (Kemalist Devrim) ordusu gözünde devrimler tarihimizdeki olma geleneği bulunan bir ordu onurlu yerini alması olacaktır. idi. ABD’nin tek başına dünya egemeni olma stratejisinin ihtiyaç *Bu yazı, Teori dergisinin Mayıs duyduğu ezilen dünya ülkeler or2010 sayısından alınmıştır. duları ise, Bosna’da, Afganistan’da, Irak’ta kurulan tipte, içte polis,
Kaynakça: (1)Bkz: D. Perinçek’in, Karen Fogg’un E-Postalları kitabındaki yazışmalar. (2) Siyasi ve biyolojik Ali Kemal soyunun bile cesaret edemediği şu ibret verici Ali Kemal savunmasının “solculuk” adına yapıldığını okurların bilgisine sunuyoruz. Bu savunma da göstermektedir ki, “solcu” maskeli karşı-devrimcilik işi artık arsızlık ve günümüzün Ali Kemalleri olma boyutuna vardırmıştır: “Ali Kemal, ‘Artin’ adı takılarak linç ettirildi, 1915 trajedisini soruşturmaya kalkıştığı için. Bir gün bu ülkede onun heykeli dikilecek. Türkler onunla onur duyacak, ‘içimizden cesur insanlar çıktı’ diyerek, Almanların bugün Schindler’ler ile öğünmesi gibi.”(Ragıp Zarakolu, Günlük gazetesi, 26 Kasım 2008) *1980 öncesinin maceracı solculuğu 2000’lerde, Batıcı Kürt milliyetçiliğinin kuyruğunda ve Troçkizm’le Anarşizm’in ideolojik rehberliğinde neredeyse toptan Batıcı, “insan haklarıcı” solculuğa bağlandı. Bunlar, Troçkizm’den: Köylülüğe, milli burjuvaziye, dünyanın “köylü”/ezilen milletlerine -en hafif deyimiyle- “bulaşmama”yı (aslında düşmanlığı), SB, Çin, Küba, Vietnam başta olmak üzere dünyadaki bütün sosyalizm deneylerine birer kulp takma kibirliliğini; Anarşizm’den: Kör bir devlet düşmanlığını, ama Batı’nın emperyalist devletlerine değil, ezilen milletlerin devletlerine düşmanlığı; Batıcı Kürt milliyetçiliğinden ise, emperyalizmle işbirliğini “devrimci diplomasi” diye alkışlamayı öğrenerek “yeni sol”(neosol)laştılar. Kuşkusuz bu bağlamada, biraz daha dolaylı biçimde olmak üzere, mandacıları bağlayan mekanizmalar da kullanıldı. **27 Mayıs’a gerçekleştiren kadrodan MBK üyesi ve Tabii Senatör Haydar Tunçkanat, 1968’de Cumhuriyet Senatosu’nda yaptığı konuşmada, ABD ile 1945’ten itibaren imzalanan ve kamuoyundan
gizlenen iktisadi, siyasi ve askeri ikili anlaşmaları açıkladı. Bkz: Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Kaynak Yayınları, 4. Basım, Ağustos 2006, İstanbul. ***MBK üyesi Şefik Soyuyüce’den dinleyelim: “Düşünün ki o zamanın Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, o zaman[1954 yılında] 51. Tümende Tümen Komutanı idi. Biz de Ataları Orta Asya’dan, Avrupa’nın ortalarına, Viyanalara kadar at üstünde gitmiş olan bir neslin çocukları olarak, bize Amerika’dan gönderilen katırların nallanmasını öğrenmek üzere kursa tabi tutulmak üzere 51. Tümene çağrıldık. Ağrımıza gitmekle beraber kalktık gittik. Orada çok enteresan bir şey oldu. Bizim oraya gidişimiz öğleyi buldu. Askeri mahfelde -Orduevi demek mümkün- öğlen yemeği yiyeceğiz. Tümen komutanını bekliyoruz. Kumandan masasına oturacak, biz de diğer subaylar yemeğimizi yiyeceğiz. Benim rütbem daha üsteğmen. Biraz sonra Tümen komutanı geldi. Yanında parkalı bir kişi var. Bu bize katırların nallanması kursu gösterecek Amerikalı çavuş. Bizim Tümen Kumandanı ile beraber kapıdan girince bir vestiyer vardı. Tümen Komutanı Amerikalı çavuşun parkasını aldı ve vestiyere kendisi koydu. Bu bizi son derece yaraladı. “Bununla kalmadı, Amerikalı çavuşla beraber General aynı masayı paylaşarak yemek yedi. Bu da bizi son derece yaraladı. Amerikan ordusunda da böyle bir kural, böyle bir gelenek yok. Bir çavuş bir generalle oturamaz. Subayla bile oturamaz. Bizim generalimiz hem de bir nalbant çavuşu ile -nalbantlığı hor gördüğüm için söylemiyorum- kendini aynı düzeyde tutuyor, ama bizde bir hiyerarşi var. Yemek yendi. Ama kendi aramızda ‘Ne biçim mantık?’ diye söylenmeye başladık. Yemek bitti, kumandan kalktı, biz de kumandana saygı için hep beraber ayağa kalktık. Gitti vestiyerden parkayı aldı. Tuttu. Bizim General Amerikalı çavuşa giydirdi. Anladık ki biz, general-
lerimiz bizsiz haklarımızı savunacak mertebede insanlar değilmiş. Büyük üzüntüye kapıldık.”(Gazeteci Necati Çavdar’ın, 7-8 Nisan 2001 günü Ankara’da İP’nin düzenlediği “Halkçı-Devletçi Ekonomi Kurultayı”na katılan Şefik Soyuyüce ile kurultay salonunda yaptığı söyleşiden; bkz: Necati Çavdar’la Ufuk Turu 1 içinde “Beyaz İhtilal’den Darbeye: 27 Mayıs”, kendi yayını, 2003, Ankara) ****27 Mayıs’ın devirdiği DP siyasi geleneğinin daha sonra 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini yaşamış temsilcileri olan S. Demirel ve H. Cindoruk bugün, “27 Mayıs’ın parlamenter demokrasinin yerleşmesine ve sağlamlaşmasına hizmet eden bazı kurumlar da getirdiğini”; bu anlamda örneğin 12 Eylül ile tam olarak aynı kefeye konamayacağını söylüyorlar. 50 yıl sonra yapılan bu değerlendirmenin oluşmasında, 12 Mart ve 12 Eylül’den çok, 1980’lerde başlayıp 2000’lerin başında ivme kazanan T. Özal-T. Çiller-T. Erdoğan çizgisindeki sömürgeleşme sürecini yaşamanın etkisi var. Bu sürecin temsilcileri olan T. Özal-T. Çiller-T. Erdoğan’lar, kuşkusuz ki, 1946’da kurulan ve 27 Mayıs’la tahkim edilen “çok partili parlamenter sistem”in egemen sınıflarından DP ve AP’nin temsil ettiği kanat içinden çıktılar. Ama, 1980 sonrası sömürgeleşme sürecinin ürettiği ve yükselttiği bu kesim, varlığını ve egemenliğini 1946’da kurulan sistem içinde değil de, esas olarak ABD’nin Türkiye’deki, bölgedeki ve dünyadaki gücüne dayanarak sürdüren bir güç olarak, “çok partili parlamenter sistemi”, gladyo-mafya-tarikat sivil diktatörlüğünün peçesi haline getirdi. Sömürgeleşme sürecinin ürünü olan bu sivil diktatörlük, 27 Mayıs’ın genişlettiği ve tahkim ettiği parlamenter alanı daralttıkça, bu daralmanın baskıladığı Cindoruk’lar, Demirel’ler, gladyo-mafya-tarikat sistemine karşı direnmede, 27 Mayıs’ın kazanımlarına da dayanmak zorunda kalmaktadır.
Sayı 5, Mayıs 2014
17
Doğu
“27 Mayıs D
Glad darb
27
Mayıs 1960 Devrimi, Türkiye’nin 1876 Meşrutiyet i ile ilk önemli başarısını kazanan milli demokratik devriminin son halkasıdır; Kemalist Devrim’in devamıdır. 27 Mayıs bir askeri darbe değildi ; halk hareketiyle geldi. Ordudaki genç devrimci subaylar bu halk hareketinin bir parçasıydı. Nitekim 27 Mayıs, yalnız ABD işbirlikçisi DP iktidarını devirmekle kalmadı ; Genelkurmay Başkanı da içinde komuta kademisini de hapse attı ve ömür boyu hapse kadar varan cezalara çarptırdı. 27 Mayıs’ın çok önemli bir yönü üzerinde hiç durulmamıştır. Kemalist Devrim’in devamı olan bu hareket, ABD emperyalizmine, CIA ve NATO’ya bağlı olarak oluşan Gladyo’ya da çok ağır darbeler indirdi. Yassıada yargılamalarında MAH (o zamanki MİT) ile CIA arasındaki ilişkiler sergilendi.
derlerinden Suphi Karaman’dan dinlediğim üzere, ABD’nin bir üssü ve DP iktidarının aleti olarak görüyorlardı. Nitekim aynı gerçeği Özel Harp Dairesi üzerine araştırma yapan gazeteci Ecevit Kılıç saptamaktadır: 27 Mayıs Devrimini gerçekleştiren subaylar, “Özel Harp Dairesini Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Adnan Menderes’in özel örgütü olarak görüyorlardı”. Hatta örgüte “Menderes’in gestaposu” ve “Menderes’in gizli örgütü” diyorlardı.
27 Mayıs Devrimi, Özel Harp Dairesi Başkanını, Başkan Yardımcısı’nı ve Kurmay Başkanını emekliye sevk etti. Özel Harp Dairesi içine yerleştirilen Demokrat Parti yöneticilerinin yakınları olan 10 subay da Daire Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla çalışan Özel Harp Başkanı Tümgeneral ile birlikte emekli edildi ve yeDairesi Başkanı Tümg. Daniş Karabelen’in 27 Mayıs rlerine yeni atamalar yapılmadı. Tavır, Özel Harp Devrimi hazırlıklarından haber i bile olmamıştı. Dairesine idi. 27 Mayıs yönetimi, bizzat bana Suphi Çünkü Özel Harp Dairesini, bizzat o devrimin ön- Karaman’ın belirttiği üzere bu kuruluşu iktidarın
18
Perinçek:
Devrimi
dyo’ya
edir!”
güvenlik örgütü gibi görüyordu. Hatta 27 Mayıs’ın önderi Org. Cemal Gürselin Özel Harp Dairesi’ni tamamen kapatacağı ve orada görevli subayların hepsini emekliye sevk edeceği konuşulmuştu. Ayrıca Dairenin parasal kaynakları da kesildi. Özel Harp Dairesi Komutanları tutuklanma korkusu içindeydiler. Onları Alparslan Türkeş kurtardı. 27 Mayıs Devriminin Ordu’da gerçekleştirdiği yenileşme, Özel Harp’le sınırlı değildi. 35 general başta olmak üzere 4 binin üzerinde subay emekliye sevk edildi. Ordu’da piramit sistemini kuran ve komuta kademesini gençleştiren bu büyük harekâtı Milli Birlik Komitesi Üyesi Suphi Karaman yürüttü. Yine Suphi Karaman, 27 Mayı s Devriminden hemen birkaç gün sonra olağanüstü bir girişimde bulunarak, Kore’deki Türk birliğinin geri çekilmesini de oldubittiyle ilan etti. Bunun üzerine ABD Büyükelçisi 27 Mayıs Devriminin önderi Milli Birlik Komitesi Başkanı Org. Cemal Gürsel’e geldi ve Kore’den birlik çekilmesinin sebebini sormaya kalktı. Suphi Karaman, tanık olduğu bu görüşmeyi hep mutlulukla anlatmıştır. Org. Cemal Gürsel, çevirmene aynen şöyle söylüyor:
“Söyle bu ayıya Türkiye Cumhuriyet i bağımsız bir devlettir ve aldığı kararların nedenlerini başka bir devlete açıklamak zorunda değildir.”. 27 Mayıs yönetimi, yalnız Özel Harp Dairesi’ne karşı değil, CIA denetimine düşmüş olan MAH’a, yani bugünkü adıyla MİT’e de kuşkuyla bakıyordu ve harekât yaptı. CIA bağlantılı Özel Harpçilere ve MAH’a karşı uygulamalar, Milli Birlik Komitesi içinde önemli mücadele konularındandı. Türkeş ve 13 arkadaşının MBK’den tasfiye edilerek yurtdışına gönderilmelerinden sonra. Özel Harp Dairesine karşı yürütülen harekât devam etti ve 10 subay daha emekliye sevk edildi. Dairenin başına uzun süre komutan atanmadı ve Milli Savunma Bakanlığı bütçesinden Daireye aktarılan para kesildi. Ancak bu uygulamalar 27 Mayıs’tan sonra yedi ay sürdü. MBK, Özel Harp Dairesi’ni tasfiye etmekten vazgeçerek, başına ihtilalci bir emekli albayı getirdi. Faruk Ateşdağlı’nın bu görevi kısa sürdü. Onun yerine Kurmay Binbaşı Şaban Başsoy atandı. 27 Mayıs öncesinde tümgeneral rütbesindeki komutanlık, bir kurmay binbaşıya verildi. 1964 yılında çok partili rejim koşullarında MBK’nin önde gelen üyelerinden Albay Sezai Okan Dairenin başına atandı. 27 Mayıs Devrimcileri bu Daireyi ABD denetimine vermemek ve kendi ellerinde tutmak için özel bir çaba göstermişlerdi. Bu gerçekler Türkiye’de bilinmez. 27 Mayıs Devrimi, bir yönüyle ABD ve NATO’nun Gladyosuna karşı yapılmıştı. Gladyo’nun iktidar sahiplerine hizmet eden bir gizli örgüt işlevi görmesi geleneği Menderes’le başlamıştı. Özel Harp Dairesi, “Seferberlik Tetkik Kurulu” adıyla kurulmasından başlayarak, Türkiye’de gericiliği örgütledi ve destekledi, tarikatları yaydı ve güçlendirdi.
Sayı 5, Mayıs 2014
19
Hikmet Kıvılcımlı:
27 Mayısçılık
karagözcülük değildir,
oyun değildir,
20
İŞTİR!
Amerika’nın Kuklaları ve Uşakları
Menderes sonradan “meşrutiyetini yitirmişti”, onlar da Menderes’i alaşağı edince sorun kalmamıştı. Mayıs devriminin anılarını yapanların Herşey kendiliğinden tıkırına girecekti. Bütün sorun ağzından heyecanla dinledik. En son gölgedeki devrimcilerin ne olacaklarına kalıyordu. adam, acıklı 27 Mayıs ve sonrası olaylarını bir başka açıdan aydınlattı. Finans - Kapital ve İşçi Sınıfı
27
27 Mayıs sabahı, devrimciler iktidardaki DP Oysa DP iktidarında, Türkiye’yi ve dünyayı sarmış hükümetinden değil Amerika’nın araya karışmasından finans-kapital adlı bir sosyal sınıf bölümünün tahakkorkuyorlardı: kümü vardı. DP finans-kapitalin örgütüydü. Menderes onun simgesiydi. Simgenin kalkması, ne dün...arada, resmi veya gayrı resmi gelen haberlere göre yada emperyalizmi, ne Türkiye’de onu destekleyen ihtilal: iktidara nefes dahi aldırmadan tam bir başarı tefeci-bezirgan eşraf ve ajanlar topluluğunu eli kolu ile sonuçlanmıştı. İktidarın bir yere sığınarak ken- bağlı bırakamazdı. disine artık Amerikalıları yardımcı olarak çağırması bahis konusu değildi.” (D. Seyhan: Gölgedeki Adam, Türkiye’de bir işçi sınıfı vardı. Finans-kapitalin tahak31.5.1966)1 kümünden hiçbir yararlığı bulunmayan, durumu ve çıkarı finans-kapitalle hiçbir noktada uzlaşamayacak Demek Türkiye’de DP iktidarı değil, Amerikan müda- olan, yerli finans-kapital yalanlarına en az aldanabilecek ve en çabuk uyarılabilen, en kolay, en geniş halesi önemliydi... örgütlenme becerisi ortada duran halk yığınımız, işçi O atlatılınca, devrimciler Türkiye’nin en yetkili ulu sınıfımızdı. görevlileriydiler. Herkesin istediğinden ala “millet” kaderine hakim” bulunuyorlardı. Şimdi ne yapacak- Ezilen, soyulan Türk ulusunun önüne, sömürmenin her biçimini kökünden ve kesince gidermeye hazır lardı? · bulunan işçi sınıfı tutulup geçirilebilseydi, o zaman Ellerinde sosyal sınıf pusalası yoktu. Anadan doğma ulu görevlilerin tereddüt ve telaşına yer kalmazdı. devletçi yetişmişlerdi. Devlet bütünüyle ellerindeydi. “Kendi gelecek stratejilerine”, yani can kaygusuna düşmezlerdi. “Sosyal sınıflar stratejisine” bel bağlarİstediklerini yapabilirler miydi? lardı. Böyle hallerde kurmay nitelikleri en iyi stratej Her devletçinin kalemine doladığı bütün sorunları olmalarını sağlayabilirdi. ortaya atabilirlerdi. Ancak o sorunların sosyal sınıf Öyle olmadı. Devrim başarıyla sonuçlanır sonuçlaçısından çözüm yolları açık değildi. anmaz, devrimciler iğneli fıçıya düşmüş çocuğa Sınıf pusulasızlığı yüzünden, iktidar, devrimcileri döndüler. İşte en ulu görevliydiler, ama yuvarlak “readeta paniğe uğrattı. Net, belirli bir davranış yerine, form, demokrasi, kültür” gibi sözcüklerin kendilerini hangi görevle nereye iteceğinde şaşırıyorlardı. herkes başının derdine düştü. D.Seyhan yazıyor: İlk akıllarına gelen, üniversite cankurtaran simidine sarılmak oldu. “Bilim” tanrısı önüne kılıçlarını adadılar: Üniversite ise, kendilerinden daha “muhtacı himmet bir dede”ydi; “nerede kalmış gayriye himmet ede!” Devrimle şoke olmuştu. Bir avuç genç üniversiUlu görevliler eğer Türk ulusunu önlerinde yuvarlak teliyi, Uzakdoğu Kore’sindeki “öğrenci ayaklanmaları” bir bilmece- bulmaca gibi görmeyip de, aradaki sosy- örneğine kimin için ve nasıl sığdıracaklarını bilmiyoral sınıf ilişkilerini olduğu gibi kavrayabilselerdi, tuta- lardı. cakları yanı daha ilk adımı atarken bilirler ve o yana Herşey oluruna bırakıldı. En ampirik “akıl ve sağduyu”, yönelirlerdi. “battı balık yan gider” oldu. Onlar DP’yi “meşru yoldan iktidara gelmiş” sayıyorlardı, yani DP’ye oy verenlerin ne yaptıklarını bilerek Siyaset Yasaklısı: Baş Siyasetçi oy verdikleri varsayımına inanmışlardı. “Muzaffer Özdağ, İzmir’den Gürsel’i alarak Ankara’ya “İhtilalin geçici Anayasası yapılıp Komitece kabul edilinceye kadar, hiç kimse yarınından emniyet duymadığı için bilhassa ilk 15 gün zarfında ihtilalciler kendi gelecek stratejilerinin derdine düşmüşlerdi.”
Sayı 5, Mayıs 2014
21
götürür.” (Bir “görevli”, Paşayı Özdağ’ın değil kendisinin getirdiğini pek öfkelice bir yalanlamada açıkladı. Hepsi bir.) “Gürsel gelir gelmez de etrafını, ihtilalin tevkif ederek içeri atmadığı generallerle çevrili bulur,çevresinde dolaşan ve ortalıktaki kargaşalığa bir YÖN vermeye çalışan gerçek ihtilalciler de vardır ama, Gürsel bunların kim olduklarını bilmez, çünkü tanımaz.” (Böylece ecinniler arasında kalmışa dönen Paşa, ilk radyo konuşmasında, bu işi yalnız başına yapmış gibi konuşmuştu: “Geldim. Haksızlığı gördüm. İktidarı aldım” dedi.) “Nihayet emir verir. Türkeş başbakanlık müsteşarlığına, Baykal kalemi mahsus müdürlüğüne gidecektir. Diğerlerine de döner: ‘Siz kısımlarınıza, vazifelerinizin başına dönün. Lazım olursa ben sizi çağırırım der.” . Yani, bütün ömrünce “siyasetle uğraşma yasağına” uymuş bir emekli Paşa, beklemediği bir geceyarısı, ansızın getirildiği o yüce görevde; Türkiye’nin bütün siyasetini tek başına güdecek!...
İki Dudak Bir Devrimdin Üstün “Bu emir karşısında ilk ayılan Sezai Okan olur. Arkasına İhtilalci grubu katar ve Başbakanlığın yolunu tutar. Gürsel’e, ihtilali kendilerinin yaptıklarını ve neticeyi almadan yetkiyi de hiç kimseye bırakmaya niyetleri olmadığını açıkça beyan etmiştir. İstanbul’daki arkadaşlar: Kabibay, Erkanlı, Esin ve diğerleri, bir askeri uçakla Ankaraya ulaşırlar. Bu esnada Sezai Okan Ankara’daki arkadaşlarla kiritiklerini Gürsel’e kabul ettirebilmiştir.” Ama, yetkiyi basbayağı gene Paşa’ya bırakmışlardır. “Niyet”leri ne olursa olsun, kısmetleri olan “netice”yi ilk adımda 14’lerle aldılar. Çünkü 9 kişilik bir komisyon. “olağanüstü olaylarda külah kapmasının becerebilen... fırsat düşkünü... türedileri tasfiye” eder, “38 kişilik komiteyi tayin eder” ise de:
22
“Komite teşkil edilinceye kadar bütün yetki ve ihtilalcilerin akibeti, Cemal Gürsel’in iki dudağının oynamasına bağlıdır. Aslında, ihtilale, yıllarca çalışmış bir komite önayak olmuştur ama, Cemal Gürsel, pekala Ordu’nun yüksek rütbelilerinden bir konsey kurarak, duruma bir anda istediği şekilde hakim olabilirdi.”
Finans - Kapital Gözbağı Dikkat edelim. Devrim iktidara çıkıyor. “Hakim” “mevkilere gelmiş” olanlar kim? Bir küçük-burjuva ellerini çırpacak “gördünüz mü, işte kalkınma felsefeleri yok da ondan bu kargaşalık!” diyecek. Nasıl yok? Sonradan hemen bütün yazılanları, biz çok daha önce Cumhuriyet gazetesinde okuduk. Milli Birlik Komitesi üyelerinden herbiriyle ayrı ayrı yapılan röportajlarda, Birlik üyelerinin ağızlarından çok şey dinlemiştik. Burada saymayalım. Milli Birlikçilerin tek bilmedikleri şey, küçük-burjuvaların 4 yıldır göz göre göre bilmezlikten geldiği pusuladır.
Onlar hala, milleti karınca yuvası gibi kaynaşan bir küçük-burjuva kara kalabalığı olarak görüyorlardı. Bu kalabalıklar içindeki sosyal sınıf billurlaşmalarını birbirine karıştırıyorlardı. Bir avuç kökü dışarıda finans-kapitalisti en “köklü” millet temeliyle karıştırıyorlardı. Çevredurumlarda çok ince hesapları yapmakta usta oldleri fınans-kapitalin en göze görünmez ağlarıyla sarılı olduğu için, koca Türk uğundan yapmadı. ulusunun sosyal ve ekonomik ilişkilerini finans-kapiMadem ki balıklar ağı görmüyorlardı, bıraktı onları, tal ilişkilerinden ibaret sayıyorlardı. rahatça dolsunlar. Ne tür ve ne sayıda ve kalitede Bu “sınıf gözbağı”, kendilerine pusulayı şaşırtıyordu. balıklar olduklarını zevkle ve bilimle ayırdetti. Canı ne zaman çekerse, ağı o zaman çekmek elindeydi. Başka hiçbir şey değil. Devrimci balıklar bunu bilmedikleri için,15 gün (bir devrim için 15 yıl) akibetleri “Cemal Gürsel’in iki dudağı” arasında kaldı. Bu dudakların “oynamayışını” Bu durumlarıyla devrimciler tabana, temele inmeyi Paşa nın şok geçirdiğine veriyorlar. akıllarına getiremiyorlardı. Millet önünde geçerli, sınanmış bir otoritenin büyük rütbeli heykelini dik“Gerçekte Cemal Gürsel de manzaradan şok olmuşip, onun gölgesine sığınmak zorunda kaldılar. Halk tur. Neye uğradığından ve devlet kuşunun böyle bir yığınlarının muazzam denizinde yüzeceklerine, fianda, bu kadar kolaylıkla başına konmasından kısmi nans-kapital ağları ve oltaları içine girdiler. şaşkınlık içerisindedir. Fakat, ne olursa olsun, evvela, kendi şahsi yetki ve emniyetlerinin bir esasa, hukuki Bu olta ağ, onları daha ilk günden kıstırıp, kendi sebir statüye bağlanmasını öngörmektedirler.” lamet sahilindeki torbasına atmadıysa, çok tehlikeli
Şok mu, Olta mı?
Devrimcilik Karagözcülük müdür? Yani, gene hep kişisel açıklama! Sosyal sınıf yok. “Millet kaderine hakim” yüce “görevliler” var; ve kimin başına konacağını “iyi saatte olsunlar”ın bileceği “devlet kuşu” var... Yön’ün “kalkınma felsefesi”ni, bu yüce “görevli “hakim” kişiler ya da çevreler mi uygulayacak? Küçük-burjuvaların dört yıldır “ılımlı sosyalizm” ve “40 yıllık elkitapsız Marksizm” adına “Perde kurdum, şema yaktım, gösteren zıl’lü hayal!” deyişi, yeni bir şey değildir. 27 Mayısçıları tasfiye eden, en son tutundukları tabii senatörlük mevzilerinde bile topa tutulmaya götüren “kalkınma felsefesi”dir. Yanlış anlaşılmasın. Biz, Karagöz perdesi oyunlarına karşı değiliz. EIbet çoluk çocuğumuzu da kimi anlamda eğitmek ve eğlendirmek gereklidir. Hatta, Yön
Sayı 5, Mayıs 2014
23
karagözlerinin, karşılarına TİP liderliği gibi Hacivatları da alıp, sille tokat “ehli irfan olmayana bunu bilmek pek muhal!” diye böbürlenmelerine bile karışmak istemedik.
Neden? En basit bilim dürüstlüğünü çiğnemeleri ayrı konu, “emek” savunuculuğu yapılırken başkasının emeğinin sömürücülüğünü yaptıkları için mi? Hayır. Düşünce ve davranışları bulandırdıkları için.
Bir şartla: Karagöz, kendi tekerlenmelerinden başka gerçek ülkede söylenmemiştir ve söylenemez dememelidir. Hacivat, kendi davranışlarından başka davranış bu ülkede yapılmamıştır ve yapılamaz sanmalıdır.
27 Mayıs Yıpratılıyor
Konulmuş İlkeler ve Tahrifleri 27 Mayıs ciddi bir atılganlıktı. Onun zorunluluğunu Türkiye’de 1954 yılı işçilerin -ama parlak sendikacıların değil, sıradan işçilerin kurduğu bir siyasi partinin gerekçesi, programı ve tüzüğü ve üyelerinin hayatı, kaçıncı defa ortaya attı ve bu uğurda kanlı savaşı verdi (Üyelerine o yolda kan kusturuldu): O zorunluluk “İkinci bir Kuvayımilliye seferberliği”, ya da “Mübarek iktisadi Kuvvayımilliye seferberliği” (V.P. Tüzüğü). “Yeni bir Kuvayimilliyeci mukaddes hamle” (Gerekçe) idi. Karagöz kalkar: “Yeni bir İkinci Kurtuluş Savaşı” teorisini Yön icat etti derse, ona “Karagöz, yapma Karagöz!” denir. Hacivat kalkar, Vatan Partisi gerekçesinin ruhunu kavramadan, tüzük ve programının maddelerini sulandırıp bozarken, ikinci Kuvayımilliyeciliği tahrif ederse, ona: “Hacivat denir, etme Hacivat!”
27 Mayıs, Karagözle Hacivata çok esin, çok kabadayılık vermiş olabilir. 27 Mayıs Karagözcülük değildir, oyun değildir, iştir. Bu ciddi iş geçip gitmiş olsaydı, Karagözlerle Hacivatlar da varsın o ciddi işin “Bu kubbede baki kalan hoş bir sada”sı olarak sahneyi kaplasınlardı. 27 Mayıs yaşıyor. 27 Mayıs’ı yaralayanlar öldürmek istiyorlar. Bu kötü amacı besleyenler, yalnızca 27 Mayıs’ı pusulasız yakalayabildikleri için yöntemlerine güveniyorlar. Karagöz kalkıp pusula sosyal sınıf değil, “kalkınma felsefesi”dir komedisini inatla oynamamalıdır. Hacivat kalkıp, pusula sosyal sınıftır ama, bu sınıf “yüce görevli’ avukat torbasında kekliktir dramını oynamamalıdır. Dergi kapatmak, kitap okuyan, eski sosyaliste selam veren üyeyi kapı dışarı etmek ile sahneyi doldurursa... bunların millete pusulayı şaşırtmak istedikleri kuşkusu uyanır. Yaptıkları alıntı ve tahrifleri akla getiriverir. Hele bunlar 27 Mayıs’ın çömezi bile olamazken, akıl hocası pozunu takınırlarsa, müdahale gerekli bir görev olur. 27 Mayısçılar, savaş veriyorlar. Roller tersine döndü. Yassıada suçluları 27 Mayıs’ı suçluyor. Dünyanın böyle tersine dönüşü, neden? Hep sosyal sınıf bilinciyle davranış yerine, yüce “görevli kişi” ve “çevre”yi geçirmekten.
Güvence Kişiye mi, Devrime mi? Bakın gölgedeki adam nasıl görüyor hala sorunu: “Aslına bakarsanız, bizce o günkü tutum, ihtilalin doğal bir sonucudur. Kimsenin kimseye darılmaya hakkı yoktur. Yıllarca emek ve gayretle çalışan ihtilalcilerle, 27 Mayısa takaddüm eden son aylarda bulundukları yer ve makam yüzünden harekete katılan bir takım kimselerin birlikte ele geçirdikleri iktidarı paylaşmada herşeyden evvel, kendi yetki ve şahıslarını garanti altına almayı esas kabul etmeleri kadar tabii bir davranış olamazdı... ‘İhtilalci evvela kendini düşünen adamdır.’ Bunun dışında çok faz-
24
la düşünceye yer veren ihtilalci, ana hedefi ve esasları kaybeder, dağılır ve ayrıntılarına mal olur. Keşke ihtilalci arkadaşlarımız, ele aldıkları her konuda bu prensipten hiç ayrılmamış olsalardı, çok şey kurtarılmış olurdu.” Gölgedeki adamın burada devrimciyi kötü bir bencil saydığını öne sürmek, anlayışsızlık olur. Elbet devrimci sağ kalırsa ülküsüne yararlı olur. Ama sağ kalmak var, sağ kalmacık var. Devrimci kendisine sırça saraylar kurup, çevresini yedi kat polis ve silahlı adamlarla sararak da sağ kalır, çarıksızlarla bir arada yaşayarak, halk sevgisinden örülmüş zırhlar içinde de... Ancak, kendi ülküsüne en elverişli sosyal sınıfı seçmek, Hasan Sabbah’ın Kan Kalesi içinde nefsini güvence altına almaktan çok daha garantilidir. Kişi için garantili olmasa bile, dava için garantilidir. 27 Mayıs bu noktada yanılmıştır. Onun için tabii senatörlük değil, sayılı cumhurbaşkanlığı bile, kişi için de, dava için de gereği gibi “güvenceli” olamamıştır.
Sayı 5, Mayıs 2014
25
Hikmet Kıvılcımlı’nın Milli Birlik Komitesi’ne
1. Açık Mektubu
I- Tarihi Gerçeklerimiz Bizde niçin ordu inkılapçıdır? Tarihimizden bir-iki sözle başlayalım: DİRLİK DÜZENİ Anadolu’yu açan Horasan erlerimiz, yedisinden yetmişine kadar ordulaşmış oymaklardı. Ondan sonraki yerleşmeler, bu vasfımızı millileştirdi. Türkiye’mizin tarihi, Osmanlı gazilerinin Bizans derebeylerini yok etmesiyle başladı. Tekfur topraklarına düzen vermekle işe girişildi. Buna DİRLİK-DÜZENİ denildi. Dirlik düzeninde toprağın “rakabesi” (mülkiyeti), padişaha bile değil, Müslümanların Beytülmaline düşüyordu. Toprağın işletilmesi, adil bir iş bölümüne ve adil bir gelir taksimine dayanıyordu. Besledikleri boğaza göre mesahası (ölçüsü, genişliği) tayin edilmiş toprağın üzerinde hür köylüler ekincilik yaptılar. İsrafı haram bilen
26
ülkücü ilbler (Türk gazileri), iç düzeni denetleyip, dış emniyeti sağladılar. Köylülere: “çiftçi”, ilblere: “Dirlikçi” adı verildi. Dirlikçiler: Ordu-Devlet, çiftçiler: Dirlik halkı idiler. Bu ikiye bölünmüş iş zümresinin arasına hiç kimse giremezdi. Onun için Türk milletinin bütününe “Ordu millet” tabir edildi. Bugüne kadar Türkiye’mizde olagelen Ordu-Millet birliği, bu tarihi, iktisadi, içtimai kökten ileri gelir.
KESİM DÜZENİ Kanuni Süleyman çağında, İspanya’dan ülkemize sürülüp sığınmış yabancı topluluklar, Türkiye’de ilk defa “Dolap” adı verilen, eski zaman bankalarını kurdular. Çevrilen dolaplar, bir yandan (Madam Roksalana) ve (Frenk beyi) gibi sözcüleriyle ödünç verme yolundan Sarayın içine süzüldüler; öte yandan, toprak ekonomimiz üzerine tefeci-bezirgan sermaye ağını yaydılar. Dirlik düzeni aksamalar yapıyor ve önlenemiyordu. Bu sebeple “kanun”lar çıkartıldı. Bu yeni toprak düzenine: “Kesim düzeni” (Mukataacılık) adı verildi. Dirlik düzeninde sosyal vazifeleri bulunan dirlikçilerin yerine
“Kesimciler” (Mukataacılar) geçti. Miri topraklar, eski Roma usulü büyük çiftliklere döndü. Hür köylülerin çoğu-ıslahatçılarımızın sözüyle- “yerlerin esiri” durumuna düştüler. Çalışmadan yaşayan kesimcilerle, çalışan çiftçilerin arasına, her iki tarafı haraca bağlayıp aşındıran, (mültezim, sarraf, mübayaacı ve ilh.) adını alan bir sürü tefeci-bezirgan sermaye türedileri girdi. Böylece hem, devlet-halk iş birliği parçalandı, hem ordu, temeli olan toprak ekonomisinden koparak, muallakta kaldı. Eski Bizans tekfurluğunu hortlatan derebeyileşme aldı, yürüdü. İmparatorluk çöktü.
MODERN SERMAYE-KADİM SERMAYE Sermaye (kapital), niçin Avrupa’yı dünyaya hükmettirirken bizi çökertti? Çünkü, birincisi: Avrupa’da modern sermaye, evvela sanayileşmeyi geliştirdi. Bizde ise tefeci-bezirgan sermaye, derebeyileşmeyi tekrarlattı. İkisi de sermaye adını aldığı halde, modern sermaye ile kadim sermaye (tefeci-bezirgan) birbirinin can düşmanıdır. Uzun medeniyetler tarihi açıkça gösteriyor: Nerede tefeci-bezirgan sermaye bir ur gibi dahhameleşirse (anormal büyürse), orada modern sermaye dumurlaşır (ufalır, işlemez hale gelir). Bütün kadim medeniyetler gibi, Osmanlılığın da başını yiyen, tefeci-bezirgan sermayenin azgın gelişmesidir. Tersine, nerede modern sermaye gelişirse, orada tefecilik (faizcilik, murabahacılık) ve bezirganlık (vurgunculuk) ile birlikte, kangren olmuş derebey imtiyazları yok edilir. Batı ülkelerinin modern yükselişi bu gidişten ileri geldi. Bizimle batı arasında birinci büyük fark buradadır. İkincisi: Avrupa’da modern gelişme bütün öteki kıtaların zararına oldu. Korsanlığı uzak dış ticaretle bağdaştıran batı, eski ve yeni dünyaları çapul ederek, modern sermayesini biriktirdi. Bir kere de modern sermaye denilen müthiş üstünlük silahını ele geçirince, geri kalan ülkeleri iktisatça ve siyasetçe sömürge durumuna sokmadan edemedi. Edemezdi de. Büyük sanayi çığırı, her beş-on yılda bir iktisadi ve siyasi buhran çıbanları çıkartıyordu. Bu çıbanları dışarılara doğru deşip “derive” etmek, batı için ölüm kalım meselesi idi. O yüzden Avrupalının refah ve hürriyeti, bizim yoksulluğumuz
ve esaretimiz pahasına sağlandı. Bizimle batı arasında ikinci büyük fark buradadır.
İNKILAP-İRTİCA Bu iki tezat açısından tarihimize bakınca ne görüyoruz? Yerli irticaı temsil eden bir avuç (tefeci-bezirgan), kapitülasyonlar mekanizmasıyla ecnebi sermayenin gizli, açık soygununa ortak çıkmayı ar değil kâr saydıkça, milletin bütününe bağlı olan Türk ordusu, dirlik düzeninden kalma (halkla beraberlik) geleneklerini dirilterek, milli kurtuluşa yol açtı. Bizde, irtica oligarşisi ne zaman ecnebi hayranlığına teslim olduysa, o zaman, ordu hemen milletle kaynaşıp inkılaptan yana geçti. Çünkü, milletimizin ayakta kalan (şuurlu ve teşkilatlı) biricik parçası ordu idi. Alemdar Mustafa Paşa’dan Mustafa Kemal Paşa’ya, Cemal Gürsel Paşa’ya kadar; Ruscuk yaranından Milli Kurtuluş Komitesi’ne kadar, ileri gidişimizin vurucu gücü, halk çocuklarımızın güttüğü ordu oldu. Osmanlı çöküş devrinde (sanki ecnebi sermayeye kul olacakları bilinmiş gibi) adlarının başında hep birer “abd” (kul, köle) sözü bulunan padişahların (Abdülmecid’in, Abdülaziz’in, Abdülhamit’in) istibdatları boyunca, vatan ve hürriyet aşkına asker ocakları (Kuleli, Tıbbiye, Harbiye) beşik oldu. 1876’da Abdülaziz’i tahtından indiren, 1908’de meşrutiyeti dağda ilan edip Abdülhamit’i tahtından indiren, 1919-1923’de İstiklal Savaşı’yla saltanatı müzeye kaldıran hep o genç ordumuzdu. Nihayet, Batıdaki sermaye birikişinin korsanlık devrine rahmet okutacak bir utanmazlıkla kendi yurdunu ve kendi halkını, hem de “demokratlık” perdesi altında “gör ülmemiş k a l k ı n ma” diye görülmemiş ç a p u l a
Sayı 5, Mayıs 2014
27
uğratan ve (böl ve güt) fetvasınca köylere kadar soktuğu siyaset maskeli fitne ile milli birliğimizi sarsan bir avuç tefeci-bezirgan çetesine, geniş ülkemizi değil, yüz küsur metrekarelik Yassıda kayalığını bile kaplayamayacak derecede azlık ve milletten kopmuş bir oligarşi olduğunu 3 saatlik harekâtıyla öğreten; gönlü alçak destan yiğitlerimiz de, gene 6 yüz yıl önceki Kayıhan ilblerinin geleneklerine uygun torunları oldular.
II- Siyasi Gerçeklerimiz Bizde niçin siyaset bir kör dövüşüdür? Türkiye’de modernleşme yahut hürriyet hareketi 200 yıl önce başladı. 150 yıl, irtica üstte, inkılap altta güreşti. Meşrutiyetten sonra boğuşma bitmedi. Yalnız, bu sefer de 50 yıldır inkılap üstte, irtica altta güreşiyor. Ve hâlâ ordu gençliğinin ihtilal yapması gerekiyor. Neden? Çünkü, bizde, tefeci-bezirgan derebeyi artıkları hem çok kuvvetli, hem çok zayıftır. İrticaın zaafı: Milletten kopmuş bir avuç azınlık oluşudur. Halkı aldatmaktan daha keskin bir silah bulamadığı için, irtica, kalabalıkları yıldırıp peşinden sürüklediği zamanlar dahi, milletin gönlünü sahiden kazanamaz. O yüzden, en ufak bir vuruş, o vurguncu çeteyi tuz buz eder (arkasından kimse gözyaşı dökmez. En yakın ve satılık omuzdaşları bile ona sövmekte herkese taş çıkartır. Ve halk düğün-bayram eder). İrticaın kuvveti: Korkunç derecede uysal ve esnek oluşudur. Bizans, hatta Etiler çağından beri topraklarımıza kök salmış bulunan derebeylik ruhu, ne vakit zor gördüyse, kırılmamak için, eğilir, bekler. Gürsel gidip kum kalınca, yeniden baş kaldırır. Tokadı yedi mi, siner, anasına sövsen tınmaz. Kuzu postuna bürünmüş eski kurttur. Öyle sureti haktan görünmeyi bilir
28
ki, kaleyi içinden fethetmek için, gerekirse inkılapçıdan fazla inkılapçı kesilir. Bir kere de suyun başını kesti, dizginleri eline geçirdi mi, dönekliğinin hayasızlığı idrakleri çatlatır. Onun için, bizde irticaın kolayca baş eğmesi, daima, kolayca baş kaldırmak için asırlardan beri denediği en çıkar yoldur. İrtica, dinlenmek için altta güreşen pehlivana benzer. Köylünün baş belası ayrıkotundan beterdir. Tuttunuz mu kopuverir, ama kökü derinde kalmıştır. Bir köşeye atarsınız, kuruyup gebermiş sanırsınız; ekininize suyu verdiniz mi, toprağın ilk bereketini yutup yayılan odur. Bu kördüğümün yakın tarihimizdeki örnekleri: Gerek ikinci meşrutiyet, gerekse birinci cumhuriyet devirlerinde tekerrür eden siyasi partilerimizin alınlarına yazılmıştır.
MEŞRUTİYET İttihat ve Terakki, genç Türklerin ordu hareketi şeklinde başarı kazandı. Fakat 5-6 yıl, batılı devletler, Girit, Bosna, Hersek, Trablus, Arabistan, Balkan facialarıyla, Hürriyet inkılapçılarını yıprattılar. Hürriyetin yerleşmesine, halka inmesine sıra gelince, diri bırakılmış Osmanlı derebeyliğinin tefeci-bezirgan zümreleri, hemen yol bağı yaptılar. Büyük şehirlerde; bezirgan kodamanları batılı iş ortaklarından ilham ve kuvvet alarak, ittihadı terakkiciliği ele geçirdiler. Taşramızı tutan tefeci hacı ağalar, sömürgeci “Düveli muazzamanın” casus teşkilatlarında dost ve yüz bularak, Hürriyet ve İtilafçı kesildiler. Millet, hürriyet ışığı, refah rahmeti beklerken, zümre imtiyazları uğruna birbirine giren İttihatçı-İtilafçı tepişmesi, halkın sırtında iğrenç vurgun ve soygun yarışına doğru soysuzlaştı.
4 yıl süren Cihan Harbinde, bezirgan nüfuzuna kapılmış İttihatçı diktatörlüğü, içerde ve dışarıda kanlı sergüzeştlerle imparatorluğu batırdı. Ondan sonraki mütareke 4 yılında, tefeci ağa nüfuzuna kapılmış İtilafçı istibdadı, ecnebi uşaklığını Allah’ın yeryüzündeki gölgesi dediği hilafetle peçeleyip, milli kurtuluş hareketini arkadan hançerlemekte düşmanları geçti. Nerede Genç Türkler’in ve yiğit ordumuzun özgürlük ve uygarlık ülküsü, nerede bu tefeci bezirgan canavarlıkları. Güzelim [hürriyet, adalet, müsavat (eşitlik), uhuvvet (kardeşlik, dostluk)] dördüzü birer ölü doğmuş memnu (yasak) aşk çocuğu gibi “Hürriyet’i Ebediye” tepesine gömüldüler. Batı medeniyetleri tarafından zincire vurulmak istenen Türk milletinin eşkıyaları bile, dağdan inip işgalcilere karşı koydular. Her bölgede kendiliğinden “Müdafaayı Hukuk”, “Reddi İlhak” hareketleri doğdu. Alaşehir, Erzurum, Sivas kongreleri toplandı. Tek-tük şahıslar bir yana, parti olarak ne İtilafçılar, ne İttihatçılar millete güvenemediler. İtilafçılar Mustafa Kemal’in vücudunu, İttihatçılar ruhunu tevkif etmeğe çabaladılar. İtilafçılar, Matrut (kovulmuş) Ali Galipleri vali yapıp, Sivas kongresini açıkça dağıtmak istediler. İttihatçılar, “Dost mektupları” ile “İzzet’i nefs’i millimizden fedakarlık” yapılmasına, milletin toptan batılı işgalcilere teslim olmasına uğraştılar. Bezirgan İttihatçıların parolası: “Filipinler gibi” bir “Amerikan mandası” olmaktı. İngiliz casusluğunu “Alem’i İslam’ın hamisi” sayan İtilafçılar, sarıklı casuslarla “İngiliz mandası” olmağı tapşırıyordu. Bir sözle, Türkiye’nin iki büyük partisi Türk milletine ölümlerden ölüm beğendirmeğe çabaladılar. Çünkü, taşra tefecileri rahip Fru’lardan alacakları bahşişleri yüzde yüz faizle işletebilirlerdi. Başkent bezirganları ise, ecnebi mallarının simsarlığı ile Karunlaşabilirlerdi. Onun için, ordulaşan birinci kuvayı milliye inkılapçılarımız, millet ekinimizin içini ayrık otu gibi
sarmış olan o meşhur partileri yolup attılar.
BİRİNCİ CUMHURİYET Uzun teferruatla baş ağrıtmayalım. Yalnız en tipik birkaç noktayı hatırlayalım: İkinci Meşrutiyet inkılapçılarını Osmanlı derebeyi artıklarının kucağına düşürmek için batılı devletler, kapitülasyonlar manivelasıyla İttihatçıların başlarına açtıkları siyasi gailelerden faydalandılar. Birinci Cumhuriyet inkılapçılarımıza siyasi basınç oyunu oynayamayan aynı devletler, iktisadi hulûl (içe
girme) politikası yoluna gireceklerdi. Bunu en feci şekilde belirten jest, Lozan antlaşmasında kapitülasyonların kaldırıldığı gün, Lord Kürzon tarafından yapılmıştır. Lord, salondan çıkarken koluna girdiği İsmet Paşa’ya: “Mutlak istiklal için boşuna uğraştınız. Bu (baş ve şahadet parmaklarını birbirine sürtüp göz kırparak) para bizde oldukça, er geç kucağımıza düşecek değil misiniz?” demişti. Bugün, birinci Cumhuriyet partilerinin sonuçlarına bakarken, ister istemez o jest gözümüzde büyüyor. Ve İkinci Meşrutiyet devrinin meşhur partileriyle, birinci Cumhuriyet devrinin meşhur partileri arasındaki kader benzerlikleri bu açıdan insanı şaşırtıyor: Meşrutiyetin İttihat ve Terakki Fırkası, birinci cumhuriyetin
Sayı 5, Mayıs 2014
29
Cumhuriyet Halk Partisi’dir; Meşrutiyetin Hürriyet ve İtilaf Fırkası da Demokrat Parti’dir. Lordun meş’um kehanetini unutmasına imkan bulunmayan İnönü gibi birinci kuvayi milliyeciliğin barut kokusunu yeni nesillere getirmiş, iyi niyetli milli kahramanlarımızı tenzih etmek isteriz. Ama, şahıslar bir yana, parti olarak CHP ile DP İkinci Meşrutiyetin İttihatçılığı ile İtilafçılığıdaurumundadırlar. Ordu gençliğimizde, Resneli Niyazi’lerin ruhu dirilmeseydi, işlerin daha nerelere varacağını Allah bilirdi. Meşrutiyette (başka birçok partiler gibi) Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İttihat ve Terakki’den çıkmıştı. Birinci cumhuriyetin (Millet Partisi gibi) Demokrat Partisi de CHP’den çıktı. Ve birbirinden çıkmış olmayan partiler sistematikman yaşatılmadı. DP, İtilafçılar derecesinde ihanete sürüklendi. Ama, CHP de, Cumhuriyet inkılaplarını baltalamakla, bu ihanete zemin hazırlamaktan geri kalmamıştı. İndî sayılmamak için, başkalarının sözlerini şöylece gözden geçirelim:
6 Nisan 1959 günlü Dünya gazetesi yazdı: “İyi hatırlıyorum. DP muhalefet liderleri ellerini kollarını sallayarak valisinden jandarmasına kadar bütün idare cihazından azami saygı görerek, istasyonlarda karşılanıp uğurlanarak memleketi köy köy; kasaba kasaba dolaşıyorlardı. Neler söylemiyorlardı. Memleket bir zalimin eline düşmüştü. Hürriyet yoktu, hayat pahalılığı dayanılmaz hale gelmişti.” İnönü’nün bu çeşit faaliyetlere mukabelesi, yeni bir yurt seyahati yapmak, uğradığı illerin valilerine: Muhalefete saygı 30 Nisan 1959 günlü Vatan gazetesi yazdı: “... Bungöstereceksiniz, çalışmalarını kolaylaştıracaksınız” da CHP’nin de, DP’nin de ortaklaşa suçu var. Daha demek oluyordu. doğrusu iki partinin bir kısım ileri gelenleri, kültür alanındaki yürüyüşü durdurmakta iş birliği ettiler.” Bu da gösteriyor ki, asil tolerans ve iyi niyet kifayet etmez. O, Devlet gücüyle desteklenip, işin içyüzünü bilmeyen halka kahraman gibi lanse edilen sözde muhalefet kimdi? (İnönü toprak kanununu birinci defa meclise getirir getirmez, Atatürk’ün hastalığından fırsat bularak, başvekalete sıçrayan Celal Bayar hizbi)... Atatürk’ün ölümünden sonra da, ordumuzun uyanıklığıyla tekrar iktidara çıkan İnönü, toprak kanununu ikinci defa Meclise getirir getirmez Amerikan desteğinden fırsat bularak, milli kahraman edası ile ağır gövdelerini okkalatan aynı Celal Bayar hizbi... Celal Bayar kimdi? “Cemâziyelevvelleri (geçmişleri)” bir yana, 6 ay başvekalette kalınca, İş Bankası’ndan 60 bin lira dolandırmış; bu hırsızlığını iptal ettirmek için İnönü’den şefaat dilenmiş olan adam. Bunu bizzat Sayın İnönü, Büyük Millet Meclisi’nde sonradan açıkladı. Bu adamın 10 yıl iktidarı ele geçirirse, yalnız aynı İş Bankası’nda 103 milyona sahip çıkacağı beklenemez miydi?
30
Celal Bayar’ın arkasında kimler vardı? Göbek bağları Lord Kürzonların iki parmağı arasına takılı bankalara dayanmış tefeci hacıağalar. Bunu
da gene CHP’nin genel başkan vekili ve içişleri bakanı, toprak kanunu dolayısıyla itiraf eder: “Büyük arazi sahiplerinin elinden icabında topraklarından bir kısmının istimlak edilerek alınacağı şeklinde kanuna bir hüküm koymak, yurtta devamlı huzursuzluk yaratmış ve büyük arazi sahiplerini aleyhimize çevirmişti. “(Hilmi Uran; “Tek Partiden Demokrasiye”, (Dünya, 8 Kasım 958). Bu büyük arazi sahipleri kaç kişiydiler? Başvekalet istatistiklerine göre, 4700 toprak ağası ile 418 toprak beyi... Nasıl oluyor da, 500 bin kişilik ordusu, 500 bin kişilik memuru olan bir ülkede o hırsızlar hizbiyle bu uğursuz 5118 derebeyi artığı “devamlı huzursuzluk yaratmış” bulunabiliyor? Ve azınca, “25 milyon kişi içinde 1500 Harp okullu nedir? Orduyu da yok ederiz” tehdidini savurabiliyor. Bir avuç tefeci bezirgan ve Levanten nüfuzuna uğramış partilerin siyaseti tekellerinde tutabilmeleri sayesinde, meydan yalnız böyle partilere boş bırakıldıkça, onlar her zaman birkaç yavuz hırsız Menderes bulacaklar, aynadaki endamlarına bakıp, ev sahibi olan milleti şu haykırmalarla şaşırtacaklardır: “Hicap duyulması icabeden cihet, Anayasa hükümlerini çiğneyerek, vatandaşlık hak ve hürriyetlerini ve insanlık haysiyetini tekmelemektedir. Hicap duymak mevkiinde bulunanlar ise, programlarının vaat ettikleri millet hakimiyetinin üstüne oturan kâr’ı kadim yeni derebeyleridir.” (13.6.1948’de “Menderes’in çektiği söylev”) ve bu, dünyada cidden eşi görülmedik utanmazca maskeleme, yeryüzünün en teşkilatsız “kitlesi” bulunan Türk milletini ister istemez aldatacaktır.
mi olur? Gerçekte, 1908’den beri bizde batılı anlamında parti yok, başına kuvvetli bir şef geçmiş aşiret teşkilatları vardır. Şef, fevkalbeşer (insanüstü) ülkücü kaldıkça, iyi şeyler olmuştur. Kurtuluş savaşlarının ateşi küçüldükçe, şef ve fani insanlığına kapılmış ve tarihin bütün fatihlerinde görüldüğü gibi, aşiret ehlinin “hazariyet” (nehdat) (kalkışma, ayaklanma) temayülleriyle sürüklenip gitmiştir.
III- Ne Yapmalı? Türk ordusuna dayanan birinci kuvayi milliye inkilapçılarımız: (İttihatçı), (İtilafçı) tahtaravallisini yok ettilerdi. 27 Mayıs 1960 gecesi iktidara gelen ikinci kuvayi milliye inkılapçılarımız da, aynı Türk ordusunun içgüdüsüyle (Demokrat) - (Halkçı) çekişmelerini yasak ettiler. Parti ocak ve bucaklarını kaldırdılar. Temiz, ülkücü vicdanlarıyla daha ilk günü: 3 ayda iktidardan çekileceklerini açıkladılar. 25 Haziran günü tekrar: “Bir karşılık beklemeden vatan ve milletin mutluluğuna ve milletin egemenliğine” kendilerini adadılar. İlim uğruna üniversiteye, efkariumumiye (kamuoyu) uğruna basına kart blanş, açık bono verdiler. Feragat ve iyi niyetin bu derece yücelmişi göz
Çünkü, -gene biz söylemeyelim- gelişi güzel, 19 Ekim 1958 günlü Cumhuriyet gazetesinin başyazarından okuyalım: “1908’den beri yurdumuzda görülen iktidar savaşları hiçbir zaman sosyal ve ekonomik davalar üzerinde partilerin belli prensipleri benimseyip bir doktrin partisi halinde gelişmelerine yol açmamıştır. Türkiye’de aşırı sağ ve sol partiler kurulması yasaktır. Ortadakiler de altı okun ışığında nazarî olarak birbirlerine benzerler. Bunlardan sadece bir tanesi, iktidarı elinde tutan parti, vaatlerini unutmuş olmakla ötekilerden ayrılır. Geri kalanlar hep hürriyet sevdalısı, demokrasi hayranıdırlar. Yapabildikleri, yaptıkları gidenin yerini almaktan öteye geçemez ve bu böylece sürüp gider.” Gestaposuyla, çapuluyla, DP’den daha aşırı sağ parti
Sayı 5, Mayıs 2014
31
yaşartıcıdır. Ancak bugün üniversite, basın ve meşhur meşrutiyetten sonra ve birinci cumhuriyetten sonra partiler şu iki telkine inanmış görünüyorlar: olduğu gibi hayal kırıklığına uğratmamaktadır. Bu da, çok uzağa gitmeksizin, birinci kuvayı milliyecilerimiz 1- Meşruiyet kavrayışı: Bilhassa meşhur siyasi partiler- adına 18 Eylül 1921 günü, Büyük Millet Meclisi reisi le, herhalde onlara bakan üniversite: DP’nin sonradan Mustafa Kemal imzasıyla sunulan halkçılık programı sapıttığını, yoksa “menşeinin (kaynağının) meşru” ile olur. olduğunu yayıyorlar. Üniversite, siyasetle uğraşmaktan uzak tutulduğu için konuyu incelememiş olabilir. Halkçılık programının ne olduğunu birinci Millet Meclisi zabıtlarından herkes okumalıdır. Fakat DP’nin menşeini siyasi partiler herkesten iyi bilseler gerektir. Denize itilip düşürülenin yılana sarıl- 18 Kasım 1920 günü bir milletvekili diyordu ki: ması, yılanı “meşru”laştırabilir mi? Bu yanlış kavrayış, “Gözümüzün önünde akan kanların, yıkılmış evlerkorkunç sonuçlara kapı açabilir. Eğer DP’nin menşei in, köylerin eninlerinin (iniltilerinin) tesiriyle kendilmeşru ise, önce kabahat DP de değil, millette demek iğimizden islah ve inkılap zaruretini anladık. Meclis-i olur, ondan sonra, yarın gene 10 yıl önce DP’nin aliniz müdafaa için toplanmış olmakla beraber, bu başladığı gibi yola çıkılacak demek olur... memleketi, bu milleti yaşatmak için en iyi esas nerede ise onu bulmaya ve ledelhace (ihtiyaç olduğunda) Tanrı Türk milletini böyle meşruluklardan korusun.. her şeyde inkılap yapmaya, her şeyi, her şeyi yapmaya Yoksa, 10 yıl sonra, kahraman Türk ordusu gibi bir karar vermiştir. İşte hükümetin halkçılık programı alHerkül için bile, Augias’ın ahırlarını temizlemek belki tında meclis-i alinize sevk ettiği program bu fikirlerin çok geç ve güç olacaktır. mahsulüdür.” 2- Kitle kavrayışı: Gene dinozorlar kadar “büyük” Aynı gün bir başka milletvekili şöyle haykırıyordu: partilerimizle, onları meşhur eden basınımız, tefeci-bezirgan DP diktatörlüğünü “kitle istibdadı” gibi “Şimdiye kadar memlekette teşekkül eden meclisler görüyorlar. daima güzideler sınıfından teşekkül etmiş meclislerdi. Halktan kimse gelmiyordu.. Efendiler, memleket Bu kitle saçması, meşrutiyet saçmasının kaçınılmaz demek o memleketin iktisadiyatı demektir. Hiçbir serpintisidir. Onlara göre: Mademki DP “çoğunzaman o memleketin yalan yanlış politikacıları delukla” iktidara gelmiştir (muhalefet %52 oy almış mek değildir. Fakat o memleketi sapanıyla, elinde iken, hangi çoğunluktan bahsediliyor bilinmez) ve mademki bu çoğunluğu sağlamak (millet içinde azınlıktayken, Mecliste beşte dört çoğunluğu sağlamak: CHP seçim kanunu) meşru sayılabilir. O halde kabahat DP de değil, kitlededir. Aman kitleden korkalım: “Siyasi partiler artık köylere kadar teşkilatlanmadan vazgeçmelidirler” 1908’den beri geçirdiğimiz tecrübeler, milleti son yuvasına kadar ikiye, üçe bölmenin ne kadar kötü neticeler verdiğini göstermiştir.” F.Atay: “Siyasi Partiler Meselesi.” (Dünya, 21 Haziran 1960) Görüyoruz, birbirinden çıkma bu iki sakat mantık, yarım yüzyıllık tecrübelerimizden en ters neticeleri çıkartmamıza: 50 yıllık bocalamalardan sonra, bizi halk düşmanlığına kadar sürükleyebilir. İkinci kuvayı milliye inkılapçıları, bu alanda; birinci Cumhuriyetin İttihatçı ve İtilafçılarından veya meşrutiyet ulema ve üdebasından (bilim adamları ve yazarlar) ders almaya muhtaç değildirler. Kitlelerin tefeci-bezirgan çetesinden ne kadar tiksindiği, 27 Mayıs inkılabını nasıl candan selamladığı, gittikçe daha iyi anlaşılacaktır. Bütün dava: Kitleyi ikinci
32
mübarek çekiciyle çalışan demircisi, çiftçisi temsil eder. Ve memleket onlardan terekküp eder. Memleket manası onlarda mündemiçtir. Ve o tabaka re’sikara gelmedikçe bu memleketin mukadderatını doğrudan doğruya eline almadıkça, hülasa, doğru yürümesine imkan yoktur.” Milli Birlik komitesi haklı olarak “Demokratik Cumhuriyeti yeni Anayasaya göre düzenlemek” ile “iktidarı yeni meclise devretmek”i, iki ayrı cümle halinde andlandırmıştır. Çünkü, ikinci cumhuriyete yeni Anayasa ile düzen vermedikçe, iktidar yeni meclise devredilirse, bugünkü içtimai sınıflarımızın eşitsizlikleri, siyasi partilerin teşkilatları ve basının seviyesi altında ne kadar teminata bağlansa, Anayasa’nın işlemez ölü düsturlar halinde sokulmasından çok korkulur. Anayasa ile işin bitmeyeceğini, birinci kuvayi milliyeciler halkçılık programı tartışmalarında şöyle belirtmişlerdi: “Parlamentoların kabulüne ve Kanunu Esasi’nin (Anayasanın) alkışlarla tasdikine rağmen, bir tabaka vardır ki, memleketi omuzlarında taşıyan bir tabaka vardır ki, o daima esaret altında inlemiştir. Efendiliğe nail olamamıştır. O sefalet içinde inlerken, burjuva tabakası, onun önüne çıkmış, elindeki Kanun-u Esasî (Anayasa) ile, o zavallı tabakanın önünde istihza etmiştir. Bizim memleketimizde de bu böyle olmuştur... Bütün Kanun-u Esasi’lere, bütün şekli meşru- şunu kolayca halka yüklemeyelim. Halka iftira, halk tiyete rağmen yürümesi imkanı yoktur. Zavallı halk, düşmanlığımızın acı ve saldırgan dışa vurmasıdır. Kanun-u Esasilere rağmen esirdir. Gene inlemektedir, Halkımız cumhuriyet prensiplerine beklendiği kadar gene aç ve sefildir.” ısınamadıysa, bunun başlıca sebepleri siyasetimizdeEski seçim kanunu için, birinci cumhuriyet kanun- dir. larının babası sayılan Mahmut Esat şu tenkidi yapmıştı: “Bu memleketi yapan tabakayı buraya getirir bir vasıta olmadığından dolayıdır ki, eski kanun bugünkü emellerimizi mevkii fiile koyamaz. Yani bu memleketi kurtaramaz. Bu memleketin halkını efendi yapamaz. Ve bu memleketin halkı, bu usul ile gene asırlarca yalnız politikacılığı, sersem politikacılığı kendilerine sanat ittihaz etmiş tabakanın elinde inler.”
Son zamanlar, demokrasi prensipleri için yaptığımız gibi, cumhuriyet prensiplerini bir ipliğe dizip tespih çekmekle kendiliğinden hayata geçirtiveririz sandık.. Halbuki bu ortaçağ skolastiği, halkçılığı ve cumhuriyeti halka uzaktan koklatmakla yetinmeyi kendi çıkarlarına uygun gören bezirgan ve tefeci oligarşisinin en kutsal gerçekleri soysuzlaştırma usulüdür. Değil yalnız Türkiye’de, dünyanın en ileri ülkelerinde “Halkçılık programının gerçekleşmesi için ilk şart: dahi, halk yığını, her fikri dişine vurarak dener. MilKitleden korkmamak, halka inanmaktır. Ya kitle bizi let, elle tutulacak maddi eser, dişine dokunacak nesne anlamazsa? Yalan. Kitle her şeyi anlar. Ordu: Mil- arar. Kuru lafa inanmaz. let kitlemizin özü değil midir? Denecek ki: İyi ama birinci cumhuriyetin demokratik prensipleri kitlece Şöylece hatırlayalım: Milliyetçiyiz, dedik: İktisadibenimsenmemiştir. Bu da yanlış.. Kitle demokrasiyi yatımızın temelleri ecnebi firmaların yerli Levantbenimsememiş değil, demokrasi kitleye benimsetil- en mümessilleri elinde (Mesela, Fransa ile dış timemiştir. Atatürk’ün Pasinler kaymakamına bağırdığı caretimizdeki mümessillerin 103 tanesinden 97’si gibi: “Oğlum! Tamim ile inkılap olmaz...” Günahl- Hayım, Kirkor, Kosti; toptancılar öyle, sanayiciler arımızı örtmek için, kalem efendisi içgüdüsüyle öyle, bankalar hepsinden beter öyle) kaldıkça, sözde
Sayı 5, Mayıs 2014
33
kalmış olmadık mı? İnkılapçıyız, dedik. Köyde toprak reformu isteyen İnönü’yü bile taşa tuttukça, şehirde işsizliği kaldıracak sanayi kuramadıkça, sözde kalmış olmadık mı? Devletçiyiz, dedik. Devlet fabrikalarını kendilerine satmayı teklif ettiğimiz iş verenler, personelin üçte ikisini taburcu edeceğiz deyince, bu iktisadi devlet teşekkülleri fiyat arttırmada öncü kesilince, sözde kalmış olmadık mı? Halkçıyız, dedik. Her karakola düşen iki kişiden biri rüşvet vermeye, ötekisi dayak yemeye katlanınca, sözde kalmış olmadık mı? Cumhuriyetçiyiz, dedik. Yukarıdan tayin edilip bezirgan ilanlarıyla reklam edilmiş, tanımadığımız listelere toptan oy vermekten ve dört yıl kadere boyun bükmekten başka bir şey elimizden gelmedikçe, sözde kalmış olmadık mı? Nihayet, bütün bu eksiklerin üzerine tüy dikercesine, bir yanda “Laikiz” derken, ötede bütün partiler, hükümetleri ve basın, batıl itikat demagojisi yaparak efkarı morfinlemeye çalıştıkça sözde kalmış olmadık mı?
Yüzde yetmişi yazma bilmez, yüzde 29’u Şahmerandan başka okuduğunu anlamaz halk yığınları, çil yavrusu gibi dağınık ve teşkilatsız... Demokrasimizin, Türkiye halkı kadar uygarlığa susamış gür bir kaynaktan nasıl mahrum bırakılacağı kolayca anlaşılmaz mı? Halkın bereketli inisiyatifi, şuurlu teşkilatı ve aktif iş birliği işlemez olunca, irtica ister istemez ağır basmaz mı? Bu şartlar altında, Milli Birlik Komitesi (ikinci meşrutiyetçilerin Hürriyeti İtilaf ve İttihadı Terakki fırkalarına bakmayan Atatürk’ün Halk Partisi’ni kurduğu gibi), bütün milleti projesiz çağıracağı bir ikinci kuvayi milliye partisi kurmalıdır.
Birinci kuvayi milliyecilerin, acil müdafaa durumlarıyla geciktirip, sonra da unuttukları ilk halkçılık programını kitaptan hayata geçirmelidirler. MBK’den 30 Mayıs ve 15 Haziran’da tebliğ edildiği gibi: “Milli Beri yanda, vatan sathını kaplayan bankalar, ticaret inkılap hiçbir şahsın; hiçbir zümrenin lehine yapılmış odaları, sanayi odaları, ziraat odaları, şirketler, bir- bir hareket değildir.. Hiçbir şahsa, hiçbir zümreye likler (köylünün köy bankası dediği), sözde kooper- karşı değildir.” atiflerle, dişlerine tırnaklarına kadar teşkilatlanmış imtiyazlı 10.000 kişi, Osmanlılıktan beri geniş köylü Sayın Cemal Gürsel’in dediği gibi: “Garp alemi fezanın yığınları içinde babaşahça derebeyliği tefecilikle derinliklerine doğru sefere hazırlanırken, bizler hangi perçinlemiş nüfuzlu 5000 kişi, devlet içinde devlet noktadayız? Bunu hepimiz iyi biliyoruz.” kurmuşlar, cumhuriyet prensipleriyle halk arasına, demir perde yetmemiş, batıl itikat perdesi germişler... Birinci kuvayi milliye seferberliğinde olduğu gibi: Yedisinden yetmişine, çobanından mareşaline kadar, demir çarık, demir asa: Ucuz devlet-şuurlu ticaret toprak reformu uğruna, ikinci kuvayi milliye seferberliğine çıkmalıyız. Böyle bir çağrıya, bütün gençlik başta gelmek üzere bütün millet koşar. Hatta, çıkmazı gören iyi niyetli tefeci-bezirgan fertler bile, bu insani ve medeni kurtuluşa katılabilirler. Birer kabuktan ibaret kalmış, mevcut İkvanodon’lar kadar “büyük” partilere gelince, onlar da en sahici halk çocuklarını ve hürriyetçi azimlerini, doğan gerçek Milli Kurtuluş hareketine vakfedebilirler. Yoksa, topal eşekle kervana katılamayız. Siyasi basamağı aşamamış olduğu için tehlikeye düşen milli kurtuluşumuz: İktisadi, içtimai alanlarda tamamlanınca, “fezaların derinliklerine doğru” yücelir. 6 Temmuz 1960
34
Soner Yalçın
Seçimler Türkiye’yi gericileştiriyor Fikir hayatımızda zihniyet zorbaları tara fından terör estiriliyor. Bir düşünce ya da bir hareket karalanmak mı isteniyor; onu hemen “darbecilikle” suçluyorlar! Türkiye düşünsel bir kısırlık yaşıyor ise, bu kaba yaklaşımın da büyük etkisi var. Oysa… “Darbe” dediğiniz nedir? Hangi koşul larda nasıl doğmuş, neye karşı yapılmış, neyi hedefl emiş bunların bilinmesi gere kiyor. Biraz açmalıyım: İngiliz Oliver Cromwell 40 silahlı askerle 20 Nisan 1653’te Kral’ın oluşturduğu ve istediği zaman dağıtabildiği meclisi (Uzun Parlamento) basıp şöyle dedi: “Siz ki fitneci, fesatçı, meclis üyeleri, siz ki iyi bir hükümet olmak dışındaki her şeysiniz! Kiralık sefil yaratıklar, zavallılar, ülkenizi en küçük şahsi çıkar adına satı lığa çıkaranlar, birkaç kuruş için Allah’a ihanet edenler, içinizde bir parça da olsun erdem kalmadı mı? Bir parça vicdan da mı yok? Atım kadar bile dindar değil siniz! Altın sizin yeni Tanrınız olmuş! Satılığa çıkarmadığınız bir değer bile kalmadı. Sizi çıkarcı sürüsü, bulunduğu nuz bu kutsal meclisi, varlığınızla kirleti yorsunuz! Bu şeytan ocağını yönetmeye geldim. Şimdi derhal defolun rüşvetin köleleri!” Darbeci Cromwell mutlakiyete son verdi; anayasal monarşi kurup kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsedi. Yaklaşık 4 asır önce Cromwell’in yaptığı darbe kötü müydü? Peki: 27 Mayıs 1960 askeri darbesi kötü mü? İzah edeceğim. Önce önyargılarınızı kır mam gerekiyor. Eurovision şarkılı darbe Tarih 24 Nisan 1974. Eurovision Şarkı Yarışması’nda Portekiz’i temsil eden Paulo de Carvalho’nun E depois do adeus (Elvedadan Sonra) isimli parçası, gece Ulusal Radyo’da çalınmasıyla kimi askeri garnizonlarda hareketlilik başladı. Şarkı parolaydı. Portekiz Ordusu içinde örgütlenen düşük rütbeli -çoğunluğu Yüzbaşı- askerlerden oluşan Silahlı Güçler Hareketi, yarım asırdır -Salazar’la başlayan- otoriter bir diktatörlüğe son vermek amacıyla tanklarla sokaklara çıktı. Lizbon Çiçek Pazarı’nda halk, kırmızı
karanfilleri tank namlularına sokarak darbeye destek verdi. Ve bu hareketin adı “Karanfil Devrimi” oldu. Başbakan Caetano ve Devlet Başkanı Tomas iktidarlarını bırakarak Brezilya’ya kaçtı. Karanfil Devrimi, demokratikleşmeyi amaçlayan anayasa hazırladı ve yürürlüğe soktu. Bu darbe, “25 Nisan Özgürlük Günü” olarak Portekiz’de hâlâ kutlanmaktadır. Türkiye’de “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” vardı; 27 Mayıs 1960 askeri müdahale ürünü olan anayasa ve özgürlükleri kutlamak için yapılıyordu. Kaldırıldı. Ne demek istediğime yavaş yavaş geliyorum. Şöyle… 82 Anayasası’ndan gerideyiz Türkiye’nin gündeminde Anayasa Mahkemesi var! Başbakan Erdoğan mahkemenin verdiği kararlara saygı duymadığını açıkladı; ve satır arasında mahkemenin “Paralel Yapı”nın kontrolünde olduğunu belirtti. Otoriter bir diktatörlük hedefleyen Erdoğan’ın Anayasa Mahkemesi kararlarına karşı çıkması şaşırtıcı değil. Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş amacı, Erdoğan gibi otoriter diktatörlük isteyen iktidarlara karşı rejimi/sistemi korumak! 27 Mayıs’ı oluşturan 1950’li yılların ikinci yarısını anımsayınız… Başbakan Menderes’in son icraatından örnek vereyim; kendi partisinin 15 milletvekilinden oluşan bir Meclis Tahkikat Komisyonu kurdu; ve kuvvetler ayrılığı prensibine aykırı olan bu komisyon, gerekirse bir partiyi veya bir gazeteyi kapatabilecekti! İşte 27 Mayıs; bu tür hürriyeti kısıtlayıcı DP icraatları sonucu gerçekleşti. Ve, 1961 Anayasası ile sağlanan hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı gibi ilkeleri güvence altına almak için, Anayasa Mahkemesi kurdu. Bugün 27 Mayıs’ı yerden yere vuranlar (Taha Akyol gibi isimler), 27 Mayıs kurumu olan Anayasa Mahkemesi’ne övgü düzüyorlar. Aslında acı olan şu: Mevcut Anayasa Mahkemesi, hükümetin/meclisin faaliyetlerinde “Anayasa’ya uygunluk” arıyor. Peki, hangi anayasayı referans alıyor: 1961’in özgürlükçü anayasasını kaldıran 1982 Anayasası’nı!
Ne kadar gericileştiğimizi görüyor musunuz? Erdoğan’ı 82 Anayasası bile kesmiyor! O halde… Kafamdaki soruyu tartışmaya açabilirim… Araç, amaç oldu! Tespit: İnsanoğlu iki temel sorunu çözemedi: Özel mülkiyet ve demokrasi. Mülkiyet meselesi bu yazının direkt konusu değil; gelelim demokrasi’ye… Çünkü, kavram salt sandıkla özdeşleştiriliyor. Yanlış. Demokrasi amaç değildir. Demokrasi araç’tır. Demokrasi sadece özgürleşmenin aracı’dır. Nihai amaç, özgürlük’tür. Bizim gibi ülkelerde “araç” kitlelere “amaç” diye yutturuluyor. Bu sebeple, 1946’dan beri yapılan seçimler, Türkiye’yi sürekli gericileştiriyor. Sandık fetişizmi, 70 yıldır Türkiye’de gerici bir rol oynuyor. Sandıktan çıkmak için popülizme yenik düşülüyor; ödünler verilerek vasatlık, bayalığılık iktidara taşınıyor. Baksanıza: 21’inci yüzyılda bir siyasal iktidarın, 1982 Anayasası’nın bile gerisinde olan yasaklayıcı taleplerini konuşup tartışıyoruz. “Ben sandıktan çıktım, istediğimi yaparım” diyor; başka bir söz dinlemiyor ve buna “demokrasi” diyor. Biz istediğimiz kadar, “sandıktan çıkan siyasal irade, her istediğini yapamaz” diyelim. “Ölçü sandık değil, özgürlüklerdir” diye feryat edelim. Erdoğan; otoriter, irrasyonel, antidemokratik, özgürlük düşmanı tutumlarını sürdürüyor. Zaten demokrasi onun için durağa gelince inilecek bir tramvay! Şimdi de, TBMM’deki çoğunluğuyla Anayasa Mahkemesi yapısını değiştireceğini belirtiyor. Kimi darbe özgürlükleri getiriyor; kimi sandık özgürlükleri yok ediyor! Aslonan özgürlükler ise, bunu kimin, hangi yöntemlerle sağladığına takılmamak mı lazım? Gelin de çıkın işin içinden! Evet, özgürlük düşmanlarından korkmadan tartışmamız gerek. Demokrasi dışında başka yol yok çünkü.
Sayı 5, Mayıs 2014
35
Görünen şey, her zaman
görünen şey değildir Nadir Eyinnen
R
obin Villiams’ın bir filmini izledim yıllar önce. Patch Adams. Arşivimde CD’si var, evime gelen herkese izlettiririm ve ben de onlarla yeniden izlerim bıkmadan. ABD’deki liberal sağlık sistemine ve kireçlenmiş tıp eğitim anlayışına köklü eleştiriler getirir, çözüm önerileriyle birlikte. Filmin gelişimi içinde tıp eğitimi alıp doktor olacak olan Adams, kendi içindeki intihar etme duygusunu kontrol edebilmek için ruh ve sinir hastalıkları hastanesine gönüllü yatar. Film böyle başlar. Orada kendisi gibi gönüllü yatan biriyle tanışır. Ünlü bir işadamı ve matematikçi! Herkese başparmağını avucun içine saklayarak diğer 4 parmağını uzatır ve “Bu kaç?” diye sorar. Herkes “4” diye yanıtlar. Doğal, görünen o çünkü. Kızar onlara matematikçi. Adams bu işin peşine düşer. “Bu kadar akıllı bir adam niye buna kızıyor, aslında herkes doğru söylüyor. Gariplik neresinde bunun” diye düşünür. Bir gün odasına gider, matematikçi çalışıyordur masasında. Adams’ı diğer deliler gibi gördüğünden o da baştan onu ciddiye almaz. Adams masasının yanına oturur, o arada matematikçinin kâğıt çay bardağının dibinden sızdırdığını görür ve
36
masada bulunan yara bandını alarak sızdıran yere yapıştırır ve akmayı engeller. Sorunu böyle basit bir yöntemle çözmesi matematikçinin ilgisini çeker ve ona da “4” parmağını uzatarak sorar, “Bu kaç?” Adams doğal olarak “4” der. “Hayır” der matematikçi, “Sen soruya odaklanıyorsun. Parmakların arkasına bak!” diye yineler sorusunu. İşte o zaman Adams fark eder ki görünen şey her zaman görünen şey değildir. Parmağın bu yüzünde “4” varsa diğer yüzünde de “4” var. Etti mi “8”. Parmakların arkasını görür Adams ve “8” diye bağırır heyecanla. Matematikçi de heyecanlanır, ilk defa birisi doğru cevaplamıştır soruyu. Ona Patch (Yara Bandı) lakabını takar. Adams’da bu lakabı sever ve ismine ekler. Bulursanız kesinlikle kaçırmayın. Hatta gidip CD kiralayan yerlerden bulun ve kesinlikle izleyin bu muhteşem filmi. Robin Villiams’ın müthiş oyuculuğunu eklememe gerek yok sanırım. Yer yer komedi ve yoğun duygusal sahnelerin de yer aldığı bu filmi kesinlikle izleyin. Görünen şey her zaman görünen şey değildir. 27 Mayıs dendiğinde hep aklımıza
1958, 1959 ve 1960 yılları gelir. Özetleyecek olursak: 1959 yılı iktidar ve muhalefet arasındaki ilişkiler açısından son derece gergin geçer. Bu gerginlik 1960’a gelindiğinde daha da sertleşir. 7 Nisan’da DP Meclis Grubu’nun yayımladığı bildiride “CHP’nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı ve orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığını” öne sürer ve TBMM Başkanlığı’na muhalefetin eylemlerinin soruşturulması için bir önerge verir. 18 Nisan 1960’da Meclis’te büyük çoğunlukla kabul edilen bu önerge sonun başlangıcı olur. Yasaya
göre bir Tahkikat Komisyonu oluşturulacak ve bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacaktı. Hükümet bu yasa ile iktidar dışındaki bütün halk kuvvetlerini baskı altına almayı amaçlıyordu. Ancak Meclis’te çoğunluğa sahip olmak fazla bir şey ifade etmiyordu. Bu, çoğunluğun her istediğini yapabileceği anlamına gelmiyordu. Bir de meşruluk kuralı var, hükümetin hesaplamadığı tunçtan bir fizik kanunu var: “Baskı tepkiyi doğurur.” Bizim halkımız “Kedi köşeye sıkıştığında tırnaklarını gösterir” diye ifade eder bunu. Komisyon görevine başlar başlamaz, Ankara ve İstanbul’da öğrenciler protesto gösterileri düzenler. Halk öğrencilere sahip çıkar ve her eylemini destekler ve yer yer eylemlerde yerini alır. Ordu içinde de on yıllık DP İktidarına karşı alttan alta başlayan hareket, protesto gösterileri sırasında kendini açıkça belli etmeye başlamıştı. Özellikle 29 Nisan’daki gösteriler sırasındaki öğrenci – ordu dayanışması dikkat çekiciydi. Tahkikat Komisyonu’nun CHP hakkında verilen önerge hakkındaki çalışmalarını tamamladığını açıklamasından iki gün sonra 27 Mayıs 1960’ta Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime doğrudan el koyduğunu açıklar. 27 Mayıs’ı diğer Amerikancı 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden ayıran özelliği burada da görünür. 12 Mart ve 12 Eylül hareketleri ne kadar Amerikancı ve halka karşı gerçekleştirilen hareketler ise 27 Mayıs o kadar milli ve özgürlüklerin yanında yer alan bir harekettir. 12 Mart 27 Mayıs’ı biçerken 12 Eylül tamamen ortadan kaldırmıştır. Her iki hareketin, 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlükleri budaması ve yok etmesi bile 27 Mayıs ile 12 Mart/12
düşünüyorlardı ve yönlerini Atatürk Devletçiliğinden emperyalizmin liberalciliğine çevirmişlerdi.
Eylül hareketleri arasındaki karakter farkını göstermesi açısından tartışma götürmez kanıttır. 27 Mayıs özgürlükleri genişletmiş, 12 Mart/12 Eylül ise özgürlükleri ortadan kaldırmıştır. Bu gerçeğin bir yönüdür. Peki, 27 Mayıs Kemalist Devrimin devamı mıdır? Bunu anlayabilmek için ise 27 Mayıs’a yol açan etkenleri geriye doğru incelemek gerekir. Yani 27 Mayıs’a nasıl bir sürecin sonunda geldik? Atatürk’ün ölümünden sonra, CHP yönetimi Atatürk Devrimlerini sürdürmekten vazgeçerek, Altı Ok’u rafa kaldırmış ve okları birer birer tasfiye etmeye başlamıştır. İlk tasfiye Devrimcilik okunda gerçekleşir. Devrimleri sürdürmekten vazgeçer. İkinci olarak da Devletçilikten vazgeçilir. İç içe geçmiş ilişkilere sahip olan Altı Ok programı üstelik de en temel iki ilkesinin Devrimcilik ve Devletçilik ilkelerinin iskelet dışına itilmesi sonucunda Altı Ok iskeleti yamulur ve işlevsiz kalır. Recep Peker hükümetinin 40’lı yılların ortalarındaki açıklamalarına bakın Özal’ın konuşmasının köklerini o konuşmalarda bulabilirsiniz. Atatürk Devrimlerinden vazgeçerken CHP’nin ilericileri Türkiye’nin önünde liberalizm seçeneğinin de bulunduğunu
Mustafa Kemal’in toplumun geniş kesiminin çıkarlarını savunan özgürlük anlayışının yerine “herkesi kucaklayan” ve “bütün akımlara eşit olanak tanıyan” bir özgürlük anlayışını savunmaya başlamışlardır. Yani tarikatlara da özgürlük, toprak ağalarına da özgürlük! Kemalist devrim ise özgürlüğü şöyle tanımlıyordu. Mustafa Kemal’in Samsun Kütüphanesi’ndeki bir kitabın içinde altını çizdiği bir bölümü bize Hasan Ali Yücel ulaştırır. O bölüm şöyledir: Atatürk 1930’da Samsun Kütüphanesi’nde okuduğu “Tarihte Güzel Kadınlar” isimli kitabın bazı bölümlerinin altını çizer. Fransız ihtilalcisi Madame Roland’la ilgili kısımda altını çizdiği bölüm şöyledir; “Hürriyet, kayıtsız şartsız serbest olmak değildir. Onun kayıtları ve şartları vardır. Kayıtsız şartsız özgürlük ormanda yaşayan hayvanlara mahsustur. İnsanlar ise toplumsal çevrelerde bir takım adet ve eğilimlerle kaynaşmış bir toplumsal terbiye altında kalmış olduklarından hürriyetleri bu çevrelerin toplumsal kurallarıyla sınırlıdır.” Bu kadar! Sınırsız özgürlük, herkese özgürlük “ormanda yaşayan hayvanlara mahsustur” der Atatürk. Bireyin özgürlüğü “toplumun özgürlük kurallarıyla sınırlıdır” der. Türk Devrimi’nin temeli olan, o Devrimciliği bırakmışlar; o Halkçılığı ve o Devletçiliği terk etmişlerdir. Sonuç ortada; tarikatların, toprak ağaların ve Ortaçağ kurumlarının iktidarı! Kısaca Atatürk’ün dernek bile kuramazlar denilen kesime iktidarın sunulması.
Sayı 5, Mayıs 2014
37
Peki, 27 Mayıs bu gelişmenin neresinde? Menderesler 40’lı yılların ortalarından başlayan “herkese özgürlük” mutabakatıyla iktidara gelmişlerdir. Ancak, kendi iktidarlarının sıkıntıya düşmesi durumunda ise bu mutabakatı bozmuşlar ve kendi dışındaki kuvvetlere zor uygulamaya kalkışmışlardır. 27 Mayıs İhtilâli bir anlamıyla bu mutabakatı korumak ve yeniden hayata geçirmek üzere gerçekleştirilmiştir. 27 Mayıs, sürece bir itiraz gibi görünüyor; ancak bizi Atatürk’ten kalan mirasla buluşturamamıştır. 1961 Anayasası, Türkiye’yi Atatürk Devrimi temelinde yeniden örgütlemedi. 27 Mayıs 1960 İhtilâli’nin Türkiye’yi bir krizden çıkardığı ve önümüzü açtığı doğrudur. Ancak Türkiye 1960 sonrasında Atatürk Devrimi rotasına girmedi. Bu gerçeği de tespit etmek zorundayız. İçinde bulunduğumuz koşulların çözümü 1940’lı yıllarda izlenen bu yanlış politikaların ve 27 Mayıs İhtilâli’nin eksiklerinin ve yanlışlarının doğru saptanmasında yatmaktadır. Bu yüzden önemlidir. Elbette ki Anayasalar bir hareketi tam olarak tanımlayamaz ama sonuçta o hareketin düşünsel boyutunun da kurallarını kapsaması açısından önemlidir. 27 Mayıs ve Kemalist Devrim’i Anayasal düzlemde ele aldığımızda farklılığı daha net görebiliriz. 1961 Anayasası’na baktığımız zaman Atatürk’ün program ve stratejisini göremiyoruz. En önemlisi, 1961 Anayasası, 1924 Anayasası’na 1937 yılında eklenen Cumhuriyetin temel niteliklerine yer vermedi. 1937 yılında Atatürk’ün önderliğinde Anayasaya konan 2. madde, Devrimin programını özetliyordu: “Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve devrim-
38
cidir.” Bir de 27 Mayıs Anayasası’nın temel stratejisine bakalım: “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
yeniden kurdu. Bu nedenle 1961 Anayasası, 1959’a göre bir ilerlemeydi; ancak 1938’e göre ilerleme değildi.
1961 Anayasası, Kemalist Devrim’in değil, 1945’in anayasasıdır. 1945 sonrasında Atlantik sistemine girilirken kabul edilen mutabakatın anayasası yapılmamıştı. İnönü ve bazı seçkin şahsiyetler, aslında o zaman yeni bir anayasa yapılması gerektiğini daha sonra savundular. 1957 sonrasında Bayar-Menderes yönetimi, 1945 mutabakatını bozmuştu. 1961 İhtilali, Atatürk Devrimi’ni getiremedi; ancak 1945 mutabakatınıı
Kemalist Devrimi sürdürmekte kararlı isek 1945 mutabakatının ve 27 Mayıs ihtilalinin bu eksiklerini ve Altı Ok’tan vazgeçen yanılsamasını da görmek zorundayız.
Dedik ya görünen şey her zaman görünen şey değildir diye.
Türkiye’nin geleceği bu yanılsamanın düzeltilmesine ve eksiklerin giderilmesine bağlıdır. Yeniden Devrimcilik, yeniden Devletçilik, yeniden Halkçılık... (Ulus gazetesi, 24 Mayıs 2008)
Türkiye İşçi Partisi lideri
Mehmet Ali Aybar’ın
Cemal Gürsel’e yazdığı mektup 19.11.960, İstanbul Sayın Devlet Başkanı, İktidara gelir gelmez, bir basın konferansında o güne kadar hiçbir devlet adamımızdan duymadığımız, yurt gerçeklerini bilmenin ve sağduyunun ilham ettiği ilerici sözleri sizden duyduk. Seçimlere dair bir soruyu cevaplandırırken, dediniz ki; “komünist partisinin başarı kazanacağını sanmıyorum. Ama bir sosyalist partisinin yurdumuz için yararlı olacağına inanıyorum.” Sosyal
davalarımız ancak bir sosyalist partisinin yardımı ile çözümlenebilir. Bu istikamette başka demeçlerde verdiniz İçişlerini teşkilatlanmaya çağırdınız. Bay Alaeddin Tirirtoğlu’nun sosyalist partisini teşvik ettiniz... Bu demeçlerinizden, politik denge için bir sol kanadı gerekli gördüğünüz sonucu çıkıyordu. M.B. Komitesinin toprak reformu, eğitim seferberliği, hekimliğin millileştirilmesi ekonominin planlanması için reform tasarılarınız da 27 Mayıs ihtilalinin ilerici bir karakter taşıdığına işaretti. Yurt-
ta ne zamandır hasreti çekilen ilerici, hatta sol bir hava esmeye başladı, o derece ki yıllarca en sağ politikaları yürütmüş, sol düşünce ve hareketi amansızca ezmiş olan Halk Partisi bile, program ve tüzüğüne sosyalist bir çeşni vermeye kalkıştı. Daha bir yıl önce sosyalizan teklifler ileri sürdükleri için birkaç üyesini saf dışı eden Millet Partisi de aynı yolu tuttu. Politika ibresinin bu sola kayışı elbet sebepsiz değildi. Bunda demeçlerinizin büyük etkisi olmakla beraber, ekonomik ve sosyal şart-
Sayı 5, Mayıs 2014
39
lar bu yön değişikliğini sorumlu kılıyordu. Ama ne var ki, böyle bir yön değişikliği sadece güzel sözlerle temennilerle olacak şey değildir. Öteden beri denenmiş politika adamlarının şimdi de sosyalist havarileri kılığında ortaya çıkmaları elbette ciddiye alınmazdı. Hele bundan davalarımızın sosyalistçe çözümlenerek ilerici ilerletici bir kuvvet olarak çalışabilmesi için önce mutlaka solu yasaklayan kanun maddelerinin yürürlükten kalkması şarttı. Oysa bu yola bir türlü gidilmiyordu. Beri yanda sağ çevrelerin, demeçlerinizle başlayan sola doğru gelişmeden hoşlanmadıkları,
gözden kaçmıyordu. Mesela, Halk Partisi çevreleri sosyalist bir partinin yararlı olacağı yolundaki demeçlerinize karşı yeni partiler kurulmasına lüzum olmadığını ileri sürüyorlardı. Halk Partisi çevrelerine göre doktrin partilerin modası geçmişti. Sosyalizm gerekiyorsa onu da onlar yapacaklardı. Sol aydınlar düşüncelerini açıklamak hak ve hürriyetlerinden hukuken fiilen yoksun oldukları için iddialara gerekli cevaplar verilemiyordu.. Yavaş yavaş sağa kaymaya başlamıştık. Çok geçmeden eski iktidarların havasına dönüldü, sol, hücumda herkesin birleştiği tek hedef haline geldi...
Faşist bir dikta rejimine mi gidiyorduk? Şu yoksul milletin bağrından çıkmış, idealist, namuslu, yurtsever ihtilalcilerin, faşist bir dikta rejimine gitmelerine nasıl ihtimal verilebilirdi? Tarih mi bilmiyorlardı? Millet kavramını yanlış mı değerlendiriyorlardı? Faşist bir dikta rejimi ıstıraptan başka bize elverişli değildi. Üniversitelerdeki tasfiyeden hemen sonra böyle bir tasarının ortaya atılmış olması, sermaye çevrelerini iyice ürküttü; çünkü sermaye, ancak iktidarın sola geçmesi ihtimali kuvvetle belirince, faşizme sarılır. Oysa sermaye çevrelerimiz için böyle bir tehlike yoktu, olmadığı içinde faşist bir denemeye müsamaha edilmezdi ve de edilmedi. Sayın Devlet Başkanı M.B. Komitesi’nde yapılan son operasyondan sonra, demokratik rejimin mutlaka kurulacağına dair millete bir kere daha teminat verdiniz. Bu sözü yerine getireceğinizden kimsenin şüphesi yoktur. Ancak bu iş iki türlü yapılabilir. Birincisi eldeki politika ortamı değiştirilmeden, sol kanat olmadan seçimlere gidilir. Bu takdirde maddi manevi tam bir iflas ile sonuçlanan, 1946-1960 denemesini yenileyeceğiz demektir. İkincisi, politik ortam değiştirilir. Sol kanadın kanun güvenliği altında bir politik kuvvet olarak çıkabilmesi için gerekli şartlar sağlanır ve seçimlere öyle gidilir. Demokratik rejimi kurmanın ve yaşatmanın zaten başka yolu yoktur. Birinci yol ne teorik bakımdan, ne yurt gerçekleri bakımından, ne de milli çıkarlarımız bakımından tutulacak bir yol değildir. Gerçekten de demokrasi vardır denilebilmesi için sermayenin ve ona bağlanan
40
türlü zümrelerden kurulu sağ kanat karşısında, emek gücünün ve o yandan olan zümrelerin kurduğu sol kanadın kanun güveni altında politik bir kuvvet olarak teşkilatlanması şarttır; Mihenk budur. Sol kanada hayat hakkı tanınmayan bir rejim, etiketi ne olursa olsun demokrasi, değildir. Tarih gösteriyor ki batı demokrasisi bir denge rejimidir.. Bu denge, toplumsal sınıflar arasında sağ ve sol kanatlar arasında kurulmuş ve boyuna sola doğru değişen bir dengedir. Sağ kanadın gerici veya tutucu davranışlarını ancak ve ancak sol kanat frenleyip dengeler. Ve tarihsel gelişme ancak sol kanadın ilerici ve ilerletici çıkışları ile gerçekleşir. Batı memleketlerinin sosyal ve politik tarihleri bunu böyle gösteriyor; gerçek böyle iken, bir takım biçimsel mantık oyunları ile ikinci Cumhuriyetimizi sadece sağ kanatın türlü zümreleri arasında işler bir rejim olarak kurmağa kalkışmak, milletimizi yeni, buhranlara sürüklemekten başka bir sonuç vermeyecektir. Çünkü sol kanat baskı ve ezgi altında bulundukça, toplum gelişmesini normal olarak yapamaz. Karşısında sol kanadın frenleyici kuvvetini bulmayan sermaye, serbest teşebbüs rejiminin doymak bilmeyen ihtirası ile maddi, manevi bütün değerleri sömürür. Bir yanda büyük servetler birikirken, milletin büyük çoğunluğu artan bir hızla yoksullaşır. Para, bütün değerlerin ölçüsü haline gelir. Sermaye çevreleri, hatta hükümetle ortaklıklar kurarak bu kuvveti de emellerine hizmet eder duruma getirirler. Bütün ahlak değerleri tersine döner; sanki bir sosyal Gresham kanununun etkisi altında imişiz gibi kötü, piyasadan iyiyi kovar. Bunu sadece kanunla önlemeye imkân yoktur. Sermayenin kötü taşkınlıklarını, ancak
bundan doğrudan doğruya zarar görenlerin teşkilatlı kuvveti durdurur. Bu da emek gücü ve onun çevresindeki zümrelerin kurduğu sol kanattan başkası değildir. 1946 da başlayan çok partili rejim denemesi sol kanadı olmadığı için iflas etmiştir aynı rejimi bir kere daha denemeye kalkışmak akıllıca bir iş olmaz. Sayın Devlet Başkanı, Solu yasaklayan kanunlar toplum hayatını zehirliyor. Hiçbir alanda normal gelişme olamıyor. Politika hayatımızdan bilim ve sanat hayatımıza kadar kültür varlığımızın tümü, felçli durumdadır. Bu gün bir resim sergisi açmak, bir şiir kitabı, bir roman yayınlamak bile medeni cesaret isteyen işler haline gelmiştir. Son yıllarda, sadece ilerici oldukları için, şairlerimiz, ressamlarımız, romancılarımız sık sık mahkemelere verildiler. Bir “abstre” tablonun kışkırtıcı işaretler taşıyıp taşımadığı, bir mısraın gizli anlamlara gelip gelmediği, Ağır Ceza Mahkemelerini celselerce uğraştırmıştır. Eroin gizler gibi kitaplarımızı gizliyoruz. Evlerimiz basıldıkça kitaplıklarımız, yazılarımız talan
ediliyor. Kör çıkarından başka bir endişesi olmayan, kitaba düşünceye düşman azınlığın, milletini insanlığı seviyor diye, iyiden doğrudan, güzelden, ileriden yanadır diye, insanlara zulmettiği bu memlekette, milletinin hayrından başka bir isteği olmayan, kursağına on paralık haram girmemiş, elmas kadar temiz insanların parya hayatı sürdüğü bu memlekette, hak ve hürriyetler vardır demeye kim cesaret edebilir? Bu durum değiştirilmeden kurulacak bir rejimin “sosyal cumhuriyet” gibi zaten manasız bir etiket taşıması kimi aldatır? Sayın Devlet Başkanı, Solun yasak olup olmaması hürriyetlerin mihengidir. Çünkü yüzyılımızda, hürriyet kavramının özü soldur. Yani son bir tahlil ile, yüzyılımızda, hürriyet mücadelesi, halk yığınlarının sömürülen emek gücü yığını olmaktan kurtulması amacıyla yapılmaktadır. Artık hürriyeti kimse 18. yüzyıldaki özü ile teşebbüs serbestliği olarak anlamıyor. Hürriyetin bu yolda anlaşılmasından çıkarları olanlar bile, soğuk harbin
Sayı 5, Mayıs 2014
41
kızıştığı anlar dışında bunu açıkça savunamıyorlar. Dünya sola gidiyor. Batı dünyası da sola gidiyor. Çıkarları insanlığı sağa çekmek olanlar, ne yapsalar boştur. Dünyanın sola gidişini durduramazlar. Çünkü insanlar şuurlandıkça sömürülmelerine izin vermiyorlar. Dünyanın üçte birinden çoğu sosyalist bir düzen altında yaşıyor Ve kapitalist rejimin asla ulaşamadığı bir tempoyla ilerliyor. Beğensek de beğenmesek de gerçek budur. Buna paralel, sömürge halkları da birer birer bağımsızlığa kavuşuyorlar. Geri kalmış milletler oldukları için er geç çağdaş medeniyete bir an önce ulaşma gayretiyle bunlar da sosyalizm yolunu tutacaklardır. Bu gerçekleri görmemek milletimizin hayrına olmasa gerektir. Biz yoksul, geri kalmış ve yüzyıllarca yarı sömürge olmuş bir milletiz. Millet olarak bizim, sola gidişten bir korkumuz olamaz. Birer birer hepimiz, emeği ile zor yaşayan, yoksul kişileriz. Çağdaş medeniyetin maddi manevi bütün değerlerinden milletçe yoksunuz. İçimizde yalnız bir avuç insan, batı sermaye çevrelerine aracılık eden büyük tüccarlarımız, fabrikatörlerimiz, bankacılarımızla, derebeylik zamanlarından arta kalmış büyük toprak beyleri, bu gün insanca yaşamak imkânlarına sahiptir. Sayıları en cömert bir hesapla sekiz on bini ya bulur, ya bulmaz. Beri yanda yirmi yedi küsur milyon insan, insanlıkla hiçbir ilişkisi olmayan bir hayat sürüyor. Acaba milletimizin yüksek çıkarı hangi yandadır? Ama bu sekiz on bin kişi, toplumun can damarlarını öylesine ellerinde tutarlar ki, sonunda mutlaka onların çıkarlarına uygun olan yol tutulur. Evet, toplumun can damarları onların elindedir. Sade ekmeğimizi ellerinde tuttukları için değil. Asıl, en körpe yaşımızdan beri kafalarımıza diledikleri biçimi verdikleri için, milletin kaderini
42
bildikleri gibi çizerler. Sermaye çevreleri ile aramızda çıkar birliği olmadığı halde, çoğumuz kraldan çok kral taraflısı oluruz. Sayın Devlet Başkanı, Milli burjuvazimiz, ufuksuz, kültürsüz, kısa görüşlü yakın çıkarlarına yönelmiş bir kurnazlıktan başka hiçbir hasleti olmayan bir sınıftır. Bu tarihsel gelişmesini tam yapamamış ithalatçı, tüccar merhalesinde kalmış olmasının sonucudur. Ne dünya, ne yurdumuz gerçeklerini, hatta kendi öz çıkarı açısından bile, gereği gibi değerlendirecek durumda değildir. O, hâlâ sol kanadı baskı ve ezgi altında tutmak sevdasındadır. O, hâlâ sol aydınları zorla susturarak imtiyazlarını sürdürebileceğini sanmaktadır. O hâlâ işçilerin emekçi yığınlarını, bundan onbeş yirmi yıl önceki durumda bellemektedir. Afrika’nın göbeğinde halkların uyandığı bir çağda yaşıyoruz.. Bu gerçekleri görmeden baskı ve ezgi metotlarında ısrar etmek, ancak bu sefer kanlı olacak ihtilalleri hazırlar. Milletimizi ihtilale zorlamaya kimsenin hakkı yoktur. Sayın Devlet Başkanı; Kaderimizin çizildiği şu günlerde, şekli hal suretlerinden kesinlikle kaçınmak gerektiğine inanıyoruz. Nâçizane görüşüm, tutulacak yolun, ilk demeçlerinizde işaret ettiğimiz yol olması merkezindedir. Yani mutlaka sol kanadı olan bir demokrasi kurulmalıdır. Sol aydınlar da artık paryalıktan kurtulmalıdırlar. İşçiler, emekçi halk yığınları kendi partilerini serbestçe kurup, yaşatabilmelidirler. Grev hakkı, hem de kısıntısız olarak, tanınmalıdır. Sol gazete ve dergiler çıkabilmelidir. Hepsinin hak ve hürriyetleri bu kanun teminatı altında bulunmalıdır. Tersine
tutulacak yol, mutlaka ama mutlaka, hem on yıla varmadan iflas etmeye mahkûmdur. Sayın Devlet Başkanı, Demokrasiyi kurma kararında ve azmindesiniz. Ama bu amacınıza bu günkü politika ortamıyla ulaşamazsınız. Yalnız sağ kanadın partileri ile demokrasi olmaz. Milletimizin hayrına olan işler de yapılamaz. Bundan dolayı vakit kaybetmeden sol kanadın ortaya çıkmasına engel olan kanunlar yürürlükten kaldırılmalıdır. Son yılların tatbikatından tipik bir misal arz etmeme müsaade buyrulsun: 1946 tevkifatından Türkiye Emekçi Sosyalist partisi ile birlikte Türkiye Sosyalist Partisi de kapatılmış, kurucu yönetici ve üyeleri tevkif olunmuştur. Yıllarca süren bu dava sonunda Türkiye Sosyalist Partisi beraat etmiştir. 1950 yılında yeniden faaliyete geçen bu parti 1952 ‘de bir daha kapatılmıştır. Dava sekiz yıl sürmüştür. Lideri Esat Adil in, ikinci beraat kararını almaya ömrü vefa etmedi. 15 yıllık bir sürede 13-14 yıl kapalı kalmış, yöneticileri üyeleri yıllarca hapiste yatmış bu parti, sonunda iki kere beraat etmiştir diye memleketimizde sosyalist partiler kanunun teminatı altındadır denilebilir mi? Bu parti yeniden faaliyete geçse , iki kere beraat etmiş olması, onu üçüncü defa kapatılmaktan hiç korur mu:? Hükümetin bir işareti ile kapatılıvermek, üyeleri yıllarca hapsedilmek tehlikesi ile her zaman karşı karşıya olan bir partinin, normal bir politik kuvvet haline geleceğini, sol kanadı teşkilatlayabileceğini kim ileri sürebilir? Sayın Devlet Başkanı; İkinci Cumhuriyet kurulurken, sol kanun dışı olmaktan kurtul-
malıdır. Kurulacak rejimin uzun ömürlü olması, toplumumuzun huzura kavuşması ve normal şekilde gelişmesi ilerlemesi buna bağlıdır. Ayrıca şu intikal devresinde sol aydınlara görüşlerini açıklamak imkânlarının verilmesi gerektiğine inanıyorum. Bundan yurdumuz için, ancak hayır gelir. Naçiz inancım, sol aydınların ödeve çağrılmasıyla, çizilmekte olan yolun çok daha isabetle çizilebileceği merkezindedir. Anayasa tasarısı hazırlandı, Kurucu Meclis için çalışmalar oluyor tüm komisyonlar var, bunların hiç birinde sol aydınlara iş verildiğini duymadım. Sol aydınların piyasada görülmemesi, yokluklarına delalet etmez. Ödeve çağırılacak sol aydınların, adlarını ve adreslerini Emniyet dosyalarından öğrenmek kabildir. Davalarımızı bir de sol açıdan ele alıp çözümleyenlerin görüşlerini öğrenmekte, yurdumuz için zarar değil yarar olsa gerektir. Kurucu Meclisi ağır yurt ödevleri bekliyor. Eldeki anayasa tasarısının bu Mecliste tartışılacağı, son şeklini buna göre alacağı anlaşılmaktadır. Bu tartışmalara sol aydınların katılmasında, her bakımdan büyük yararlar olduğunu düşünüyorum. Kurucu Mecliste sol aydınların da bulunması, ilerletici ve yapıcı yepyeni bir çığırın açılmasına ön ayak olabilir. Gerçeklere tarih açısından bakabilmeliyiz. Yüksek takdirinize tazimlerimle arz ederim. Mehmet Ali Aybar Avukat Galata, Veli Alemdar Han 5/5 İstanbul 19.11.960 (CG/TK)
Sayı 5, Mayıs 2014
43
Milliyetรงilik
ve Emperyalizm Av. Sedef ร nal
44
Giriş
Milliyetçilik kavramı, kullananın ideolojik eğilimine göre anlam değiştiren, yani üzerinde anlam mutabakatı bulunmayan bir kavramdır. Bu yazıda, farklı ideolojilere sahip kesimlerin bu kavrama verdiği anlamlara değinilerek, yazarın bakış açısı ile kavram açıklanmaya çalışılıp, emperyalizm ile ilişkisi değerlendirilecektir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, insanlık tarihi incelenirken, geçirmiş olduğu evreler göz önüne alınarak sınıflandırmalar yapılır. Her tarihi kavram, yaşanıldığı zaman içerisindeki koşullara göre ilerici/gerici olarak nitelendirilmeli, daha sonra kavram içeriğinin günümüzde de geçerli olup olmadığı incelenmelidir.
Milliyetçiliğin Doğuşu ve Siyasi Süreç
Milliyetçilik, Fransız Devrimi ile dünyada esen bir rüzgardır. İnsanlık tarihinin evreleri göz önüne getirildiğinde, Avrupa tarihçiliğini baz alırsak, İlkçağ’da ilk büyük devletler ve imparatorluklar kurulmuş, ardından savaşlar nedeniyle bunların zayıflamasıyla Ortaçağ’da feodalizm ortaya çıkmış, Ortaçağ sonlarında, ticaretin gelişmesi kentleşmeye yol açarken güçlü krallar ile monarşilerin ortaya çıktığı dönem başlamış, kasaba (bourg)larda yetişen yeni bir sınıf (bourgeoisie) feodal beylere karşı krallıkları desteklemiş, ekonomide merkezi krallıkların güttükleri politika ile aynı dilin konuşulduğu, aynı kanunların uygulandığı ulus çapındaki örgütlenme ihtiyacı oluşmuştur.1 (Feodal sınırların yerle bir edilmesi ve ülkenin en uzak yerlerindeki insanların özgürce ticaret yapması, emek gücünün özgürce satılması için burjuvazi, Ortaçağlı üretim ilişkilerini temsil eden ve ticareti engelleyen feodal sınırları
aşmalıydı. Birbiriyle ticaret yapan bir toplum ortak dili konuşmak, ortak kültürü paylaşmak zorundadır ama piyasa olmazsa bunların hiçbiri olmayacaktır.) Ardından, Rönesans-Reform hareketleriyle oluşan Aydınlanma Çağı’nın etkisiyle Fransız İhtilali gerçekleşerek, milliyetçilik fikri bu aşamada dünya siyasi tarihinin göbeğine oturmuştur.2
İhtilal ile birlikte mutlak krallıklar yıkılmış ve halkın yönetime katılımı fikri yerleşmiştir. Aydınlanmacı fikirlerin etkisiyle bilimde yaşanan atılımlar ile Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkması ve burjuvazinin güç kazanarak meşruti monarşiye geçiş yaşanması mümkün olmuştur.
Milliyetçilik, siyasi kavram olarak, ortak paydalarda buluşan ve millet ya da ulus olarak adlandırılan insan topluluklarının, kendi aralarındaki birlikte yaşama isteği ve bağlılığın adı denilebilir. Millet, “Aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk” olarak sözlüklerde tanımlanmaktadır. 3
Tarihsel açıklamalara boğmadan günümüze gelirsek, yukarıda özetlediğim tarihsel süreç sonucunda, yaşanılan dünya savaşları ile devletler sınırlarını ulus devletler olarak belirlemiş, modern Cumhuriyetler ile halkın egemenliği (teorik olarak) kurulmuş ve ekonomik anlamda da kapitalizm devam etmiştir. Ardından Lenin’in deyimiyle, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm çağı yaşanmaya başlamıştır. Dünya şuanda bu aşamadadır.
Tarihin akışında en son, iki paragraf önce, Fransız İhtilali’ne değinmiştik. Bununla birlikte sadece milliyetçilik değil, eşitlik, özgürlük, kardeşlik fikirleri de yeşererek, insanlık tarihinde büyük bir entelektüel sıçrama yaşanmıştır. İhtilale gelmezden evvel, soylular statülerini koruma hevesindeyken, burjuvalar da ekonomik olarak güçlenmelerine rağmen toplumsal haklarda söz sahibi olamamaktan şikâyetçiydi.
Dünyayı para babalarının yönetmesi ve büyük çoğunluğun bunun altında ezilmesi olarak niteleyebileceğimiz emperyalizm çağında, tekeller ile bütün ekonomik ve siyasal kurumların üzerine sımsıkı bir bağımlılık ağı germiş bir mali oligarşi ortaya çıkmıştır. (Örneğin ülkendeki yerli sanayici bile korunmaya muhtaç konuma gelir ve dünya tröstlerinin altında ezilir.) Emperyalizm her yere özgürlük
Sayı 5, Mayıs 2014
45
değil, egemenlik götüren mali sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu da, siyasal rejim ne olursa olsun, her planda gericilik ve ulusal bağımsızlığın bozulmasıdır.4 Yani, küreselleşme/ globalizm dediğimiz şey, ulus devletleri hedef almaktadır.
Milliyetçilik ve Faşizm
Faşizmin tanımı kadar muğlak kavrama az rastlanılır. Faşizmle ilgili incelemeleri ile ün sahibi olan Stanley G. Payne, faşizm hakkında, “20. Yy. sonunda faşizm, muhtemelen büyük siyasi terimlerin en belirsizi olarak kaldı” demektedir. George Orwell da, “Faşizm sözcüğü şimdiye kadar taşıdığı ‘istenmeyen bir şey’ anlamından başka bir anlam taşımıyor yine” diyerek aynı noktaya parmak basmıştır. Mantıklı, eğitimli bir insana “faşizm” dendiğinde aklına ne geldiğini sorsanız, “diktatörlük”, “ırkçılık”, “sağ”, “milliyetçilik”, “militarizm” sözcüklerinden birini veya bir kaçını söyleyecektir.5 Nazi Almanyası ve Mussolini İtalyası örneklerinden sonra kavram, “her şeyin devlet için olduğu anlayışıyla yönetilen, temel hak ve özgürlükleri kolayca
46
peşinde koşmya başladıktan sonra, hitlerciler partisi nasyonalist bir parti olmaktan çıkmıştır; çünkü bu parti o dakikadan itibaren emperyalist, istilacı, esaretçi bir partiye dönüşmüştür… Eğer bu kuduz emperyalistler ve hain mürteciler hâlâ daha “nasyonalist” ve “sosyalist” kılığına bürünmeye devam ediyorlarsa, bunu onlar, halkı aldatmak, safdilleri aptallaştırBakın Stalin, Nasyonel Sosyalistler mak ve soyguncu emperyalist için ne diyor: “Alman istilâcılarına, cibilliyetlerini “nasyonalizm” yani hitlercilere, bizde adet üzere, ve “sosyalizm” bayrağıyla perfaşist derler. Hitlerciler, meğer bunu delemek için yapıyorlar. Tavus doğru bulmuyor ve kendilerine inkuşu tüyüne bürünmüş kargalar... atla “Nasyonal Sosyalist” demekte Fakat tavus kuşu tüyüne ne kadar devam ediyorlar…Hitlerciler nasyo- bürünürse bürünsün, karga yine nal sosyalist sayılabilir mi? Hayır, kargadır…Vicdan ve şerefi olmayan sayılamaz. Hakikatte Hitlerciler hayvan ahlaklı bu herifler, büyük şimdi nasyonalist değil, emperyRus milletini, Plehanov ve Lenin, alistlerdir. Hitlerciler, Alman toBelinski ve Çernişevski, Puşkin ve praklarını bir araya toplamak, Ren Tolstoy, Glinka ve Çaykovski, Gorki eyaleti, Avusturya vs. gibi yerleri ve Çehov, Seçenov ve Pavlov, Repin birleştirmek davasiyla uğraştıkları ve Surikov, Suvorov ve Kutuzov’un zaman onları nasyonalist saymak milletini ortadan kaldırmaya çalışiçin az çok bir esas vardı. Fakat mak küstahlığını gösteriyorlar!..”6 yabancı toprakları zapt ve Avrupa Görüldüğü gibi Stalin, Hitler ve milletlerini yani, Çekleri, Slovakekibinin nasyonalist olamayacakları, Polonyalıları, Norveçlileri, larını, onların emperyalist oldukDanimarkalıları, Hollandalıları, larını söyleyerek, onları milliyetçi Belçikalıları, Fransızları, Sırpları, saymamakta, “büyük Rus milYunanlıları, Ukraynalıları, Beleti”ni ortadan kaldırmaya çalışma lorusları, Baltıkları ve ilk, esaret küstahlıklarından bahsetmektedir. altına aldıktan ve dünya hâkimiyeti Burada, Stalin’in milliyetçiliğe yok sayabilen totoliter ve otoriter devlet” anlamına daha çok yaslanmıştır. Nazilerin yani “Nasyonel Sosyalistlerin” ve Mussolini’nin kendilerini sosyalist olarak nitelendirmeleri ve bu yönde bazı uygulamalarının bulunmasına karşın, günümüzde faşizmin komünizm karşıtlığı olarak algılanması da tarihsel bir paradokstur.
bakış açısı, günümüz Türkiye “sol”una ders olmalıdır. Elbette Hitler’i veya Mussolini’yi sosyalist olarak da tanımlayamayız; fakat (özellikle Mussolini açısından daha belirgin olarak) kendilerini böyle adlandırmaları, işçilere yönelik vaatleri, Volkswagen örneği gibi pek çok örnekte, sosyalizm argümanlarını kullandıklarını görürüz. Nazileri ve Mussolini’yi sosyalizmle aynı cümle içerisinde geçirme gayem, bu yazının ana hedeflerinden biri olan “yaftalamalara karşı duruş”u sergilemektir. Mussolini kendisini sosyalist olarak tanımlarken bir yandan emperyal hedeflerine doğru yol almakta idi. Günümüzde de kimileri, kendilerini sosyalist olarak tanımlayıp karşıt olarak algıladıkları her grubu, siyasi analizden yoksun şekilde “faşist” diye adlandırırken, “faşizmin kurucuları” ile aynı sığlık paydasında buluşmaktadırlar.
ulus-devletlerin bu bakış açısına sahip oluşunu yadsımamıza sebep olamaz) Ulus-devlet mantığında ulusu oluşturan bireyler arasında herhangi bir etnik temele dayanan öncelik yoktur, tam aksine homojen bir bakış açısı ortaya konmaya çalışılır. Irkçılığa varan bir milliyetçilik ile aidiyet duygusunun diğerlerini ezme isteği olarak ortaya çıkması da ulus-devlet kavramının varlığına ters olup, Eğer faşizmi, insan hak ve bu ilkel hisler, hep beraber birer özgürlüklerine keyfi müdahale eden otoriter/baskıcı ve/veya ırkçı parçasını oluşturduğumuz Türkiye devlet rejimi olarak algılıyorsak (ki Cumhuriyeti Devleti’nin Anayasa’sında var olan “Atatürk millialgılardaki genel karşılığı budur), yetçiliği” ile uzaktan yakından milliyetçilik ile bunun bağının benzeşmez. Dolayısıyla, milliyetçikurulması gerekiyor ki millilik=faşizm değildir. yetçiliğe “faşistlik” denilebilsin. Devletin baskıcı olması ile milliyetçilik arasında bağ kurabilmek Atatürk Milliyetçiliği için, devletin millet kavramını, Yukarıda gelişimini özetlemeye “ulus-devlet”lerde idealize edilen çalıştığımız milliyetçilik fikrinin, kavram olarak değil, örneğin OsKemalizm felsefesindeki yeri, anti manlı Devleti’nde içeriğini bulan emperyalizm ve tam bağımsızlık “tebaa” “cemaat” olarak algılamış kavramlarıyla özdeştir. Türkiye olması gerekir ki çeşitli farklılıklar Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustataşıyan insan gruplarının bafa Kemal Atatürk “Türkiye Cumzılarını diğerlerinden üstün tutsun huriyeti’ni kuran Türkiye halkına ve diğerlerine ayrımcılık yapsın. Türk milleti denir.” diyerek Türk Zira ulus-devletlerde herkes devmilletini tanımlamaktadır. Buralete vatandaşlık bağı ile bağlı olup da, dünyada ilk kez emperyalizme birbiriyle eşittir (Fırsat eşitliğinin karşı savaşmış ve bunu kazanmış sağlanamaması ve ülkemizde bir halkın, anti emperyalist bakış özellikle geçmişte yaşanan bazı açısını görmekteyiz. Mustafa Keyanlış uygulamalar, prensip olarak mal’in geldiği geleneğe (İttihat ve
Terakki) bakarsak ilk Türk sosyalistleri ile Türk milliyetçilerinin bu gelenek içerisinde olduğunu ve ekseriyetle aynı kişiler olduğunu görürüz (Rasim Haşmet Bey, Mustafa Suphi, Nazım Hikmet, Şevket Süreyya Aydemir, Ethem Nejat gibi). Cumhuriyet’in kurulduğu 20. yy. başında ulus devletler kurulmuş idi ve Türkiye’de de Türk milleti verdiği antiemperyalist mücadeleyi kazanarak işgalci kuvvetleri defetmiş ve ulus devletini kurmuştur. 1930’larda CHP programına ve Anayasa’ya girecek olan Altı Ok’tan birisi de milliyetçiliktir.7 Buradaki milliyetçilik8 kavramı, kapsayıcı, vatandaşlık bağını esas alan bir kavramdır. Ait olduğun ulusun çıkarlarını önde tutmak, dolayısıyla kendini önde tutmaktır. Ben bunu, insanın ailesini diğer insanlardan daha çok sevmesine benzetiyorum. İnsan aile bireylerini diğer insanlardan daha çok seviyor ve onların çıkarını öncelikle gözetiyor öyle değil mi? Öyleyse ait olduğun daha büyük yapıya da aynı şekilde aidiyet beslemek, onun gelişimi dolayısıyla kendi gelişimin için istek duymak, adım atmak da en doğal insan davranışı olsa gerek. İşte Atatürk milliyetçiliğinin özü
Sayı 5, Mayıs 2014
47
de budur. Ülkemizde yaşanan etnik milliyetçilik olgusu sebebiyle burada hemen “Peki ama bu milletin adı neden Türk?” sorusu sorulur. Hiçbir Fransa vatandaşının Fransız olarak nitelendirilmesi kimsenin aklına takılmazken, hatta 19. Yüzyılda oluşturulmuş ABD vatandaşları bile kendilerine “Amerikan” derlerken, Türkiye’de milletin adının “Türk” olmasına itiraz edilmesinin tek bir mantıklı izahı vardır, o da emperyalizmdir. Bir coğrafyada bulunan insan topluluğunu oluşturan insanların, tarihsel olarak gelen ayrımlara göre oluşmuş adlandırmalarında, çoğunluk/baskın olan grubun adıyla coğrafyanın ve milletin adının oluşmasından daha doğal ne olabilir? Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan antropolojik ve etimolojik araştırmalar, dil ve tarih tezleri eleştirilir, Atatürk ve yol arkadaşları “kafatasçı” diye suçlanırlar. Etimolojinin ve antropolojinin birer bilim olduğunu izaha muhtaç bırakılışımız hazindir. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bu alanda bilimsel çalışmalar yapılması olağan olup, bunun “ırk anlamında Türk”leri üstün gösterme çabasıyla bir ilgisi bulunmamaktadır. Bununla beraber, Batı dünyasındaki ırkçı, Türk düşmanlığı içeren söylem ve yazılara bilimin ışığında cevap vermek, hakikati haykırmak isteği elbette vardır ve bu araştırmaların temel nedeni de budur. Zira İngiltere eski Başbakanı William Gladstone’un yazdığı kitapta “Türkler maymunla insan arası medeniyet yıkıcı barbarlardır… Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir” şeklinde en bariz örneğini göreceğimiz ırkçılık hastalığı, Avrupa’da oldukça yaygındır.
48
Atatürk’ün antropoloji çalışmaları bilimseldir; ırkçılığa karşıdır. Birinci Türk Tarih Kongresi’nde Atatürk’ün fikir fedaisi (son günlerde Andımız’ın yazarı olması sebebiyle ırkçılıkla suçlanan!) Dr. Reşit Galip’in aşağıdaki konuşması bu konuda son derece açılayıcıdır: “Her şeyden evvel şunu ilan edelim ki biz insanlığın deri veya saç rengine göre parlayıp karardığına, ruhların iskelet boyundaki santimetre yekünile yükselip alçaldığına inanan ve alemi inandırmak isteyenlere istihfaf ve istihkarla bakarız ve onları insanlık mefhumunu anlamakta çok ve hala gecikmiş olmakla hakiki ruhlarını temsil eden ihracat gümrüğü vinçlerinin ve manifatura balyalarının üstünde hala kurunuvusta (ortaçağ) taassubu taşımakla itham ederiz (Alkışlar).” Atatürk’ü ırkçılıkla suçlayanlar, ne Atatürk’ün yaptırdığı bilimsel çalışmalardan, ne başta E.Pittard olmak üzere dünyaca ünlü antropologlarla kurduğu yakın diyaloglardan, ne yaptırdığı tarih kongrelerine yerli ve yabancı biliminsanlarınca sunulan antropoloji tezlerinden, ne Türkiye’deki Uluslararası Antropoloji Kongresi’nden, ne “kafatası ölçümleri yapmakla” suçlanan Şevket Aziz Kansu ve Afet İnan’ın Avrupa’nın en iyi üniversitelerinde öğrenim görüp doktora yaptıklarından, ne Batı’nın Ari Irk Kuramı’na karşı eşitlikçi Brakisefal Türkler Kuramı’yla bilimsel bir başkaldırı gerçekleştirildiğinden, ne de antropolojiye dayanılarak asla ırkçılık yapılmadığından haberdardırlar… 9 Atatürk milliyetçiliğinin niteliğini, döneminin ideologlarından Doç. Dr. Yavuz Abadan’ın şu şu cümleleri ile belirterek bu bahsi geçeceğim: “Türk milliyetçiliği, hümanist bir felsefenin ziyası (ışığı) ifadesi olan bir demokrasiyi
gerçekleştirmiş, milli manzumeler arasında karşılıklı riayet esasına dayanan daimi bir uyum, genel bir barış ve refah düzeni içerisinde insanlığı ve insanlık değerlerini geliştirmeye yönelmiş bulunuyor. Bu zihniyet ve durum adına “milli hümanizm” demek istediğim yepyeni bir akımın sevinçle haber ve müjdesini taşımaktadır. Bu yeni hümanizme milli niteliğini vermek isteyişimin sebebi, eski hümanist anlayışındaki ferdi akla güven yerine bizimkinde milli bilince güvencin geçmiş olmasıdır.”10 Dünya 20. Yüzyıla geldiğinde, insanlık uzun yürüyüşünün milyonlarca yılını geride bırakmıştı. Milyonlarca yıldır var olan ademoğlunun gen havuzu, oldukça çeşitlenmiştir. İnsanlar artık etnik kökenlerini bilecek durumda değillerdir. Her zaman söylediğim gibi “milyonlarca yıldır var olan insanlıkta kim kiminle karışmış nereden bilelim ayrıca bunun ne önemi var?” Elbette bunun hiçbir önemi yok. Yaşadığımız 21. Yüzyılda, bir insanın ırksal yahut kültürel aidiyetlerinin eksi ya da artı olarak görülmesi ilkelliğini aşmış olmamız gerekirdi. Fakat günümüzde bile ne yazık ki bu aidiyetleri önemseyen, bir aidiyeti diğerinden üstün ya da aşağı gören ilkel zihniyet az da olsa varlığını sürdürmektedir. Türkiye’de de bunun örnekleri bulunmakla, geçmişte (1970’lerden sonra) ülkemize siyasi ve sosyal olarak çok fazla zararı dokunmuş durumdadır; etkileri hala sürmektedir.
Emperyalizm ve Ulus Devletler
Türkiye’de ülkeyi terör batağına saplayan bilinçli veya bilinçsiz yanlışların arasında, çeşitli dil ve kültürlerin yaşanmasının engellenmesi başta olmak üzere ırkçı yaklaşımların payı elbette vardır.
Fakat zemini oluşturan bu yanlışlar, sorunun asıl sebebinin, “büyük resim” olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Batı emperyalizmi, başta Ortadoğu olmak üzere dünya üzerindeki hegamonyasının devamı için ürettiği planlar ışığında, günümüzde ulus devletleri hedef almaktadır; fakat elbette ki, az gelişmiş ulus devletleri. Yani “adamlar” kendi ulus devletlerini sürdürüp, ülkeleri için yeni pazarlar açmak, kaynaklar bulmak amacıyla okyanus aşıp başka kıtaya yerleşirken, biz burada Ortadoğu halkları olarak, “sen o’sun ben bu’yum” diyerek bölünme peşinde dünya sermayedarlarına hizmet etmekle meşgulüz. Yurdumuzda 30 yıldır süren kanlı savaşın da sebebi budur. Büyük devletlerin “enstürmanı” olanlar, Türkiye’yi, “ulus –devlet” çağından bir önceki çağa döndürüp etnik milliyetlere bölünmüş Ortadoğu planlarının parçası yapmak isterlerken, 20. Yy.ın kavramı olan “kendi kaderini tayin hakkı” gibi afili laflara sığınsalar da, tarihin tekerini geriye döndürme çabaları umuyoruz Türkiye’de sonuçsuz kalacaktır. Eğer emperyalizm tehlikesi olmaz ve insanlık ulus-devletlerden daha ileri, daha mutlu bir devlet sistemine geçecek olursa, buna en ufak bir direncimiz söz konusu olamaz.
Sonuç
Milliyetçilik, ülkemizde bir kısım insanlarca “öcü” olarak görülmekle, faşizm ve ırkçılıkla eş anlamlı olarak algılanmakta iken, bir kısım insanlarca da, ekseriyetle eğitim seviyesi daha düşük kesimler içerisinden olmak üzere, ait olunan ırksal-köksel-kültürel yapının üstünlüğü olarak algılanmaktadır. Kanımca her ikisi de algı yönetimlerinin sonucu olup,
ne çocuktan katil yaratıp arkasında milli bayrakla poz verdirenlere, ne de emperyalist planlar gereği bir kısım Türk vatandaşının etnik aidiyet duygularıyla Türkiye topraklarında ayrı bir devlet kurmayı hayal edenlere pabuç bırakılmalıdır. Altı okundan üçünü Sovyet Devrimi’nden, diğer üçünü de Fransız Devrimi’nden alan Türk Devrimi’nin bütün okları gibi bu oku da, tarihsel süreci, anlamı, günümüzdeki yeri sorgulanarak, duygusallıktan uzak şekilde layıkıyla tahlil edilmeyi hak etmektedir.
Baskı, Sol Yayınları, Ankara, 2006, s. 136-139
Kaynakça ve Dipnot:
8) Cumhuriyet Halk Fırkası 1931 Programı’nda milliyetçilik ilkesi şöyle tanımlanmıştır: “Fırka, terakki ve inkişaf yolunda beynelmilel temas ve münasebetlerde bütün muasır medeniyetlere muvazi ve onlarla bir ahenkte yürümekle beraber Türk içtimai heyetinin hususi seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmayı esas sayar.”
1) Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, 10. Bası, Beta Yayınları, Ekim 2005, s.115 2) Soner Yalçın’ın betimleyişiyle bu dönem, “Ticaretin, feodal mülkiyet karşısındaki zaferiydi. Aydınlanmanın-modernleşmenin, dogmatizme karşı zaferiydi. Millet’in, bölgecilik karşısındaki zaferiydi. Birey’in, ümmet karşısındaki zaferiydi. Rekabetin, lonca karşısındaki zaferiydi.” “Ulusalcılar Devrimci Mi Faşist Mi?” Yazısı, Sözcü Gazetesi, 10.04.2014 3) Aslında “milliyetçilik” ile kast edilen “ulusçuluk”tur. Zira, Fransız Devrimi’nin doğurduğu “nationalisme”, tam çevirisi ile “ulusçuluk”tur (Kelimenin kökü “millet” anlamındaki “nation” olup, milliyet anlamındaki “nationalité” değildir. Yani, tam çevirisi ile “nationalisme”=milletçilik/ ulusçuluk, “nationalitarisme” ise “milliyetçilik” anlamına gelmektedir). Fakat Türkçeleşirken “milliyetçilik” şeklinde benimsenmesi nedeniyle, yazıda da kavram bu haliyle kullanılmıştır.
5) Jonah Goldberg, Liberal Faşizm, Pegasus Yayınları, Nisan 2010, s. 10-11 6) J. Stalin, Sovyetler Birliği’nin Büyük Vatan Müdafaa Harbi Hakkında, Çankaya Matbaası, Ankara, 1944 7) Bu, “Millli Demokratik Devrim”’in bir parçası olup, diğer oklarla birlikte yekün bir anlam taşımaktadır.
9) Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, 4. Cilt, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012, s.434 10) Yavuz Abadan, Hukukçu Gözüyle Milliyetçilik ve Halkçılık, Cumhuriyet Halk Partisi Yayını, Ankara Halkevi, 23.05.1938’den aktaran Doğu Perinçek, Altı Ok-Kemalist Devrim 3, 4. Basım, Kaynak Yayınları, Nisan 2012, s. 46
4) V.İ.Lenin, Emperyalizm-Kapitalizm’in En Yüksek Aşaması, 11.
Sayı 5, Mayıs 2014
49
Sorular ve
Belirsiz Yanıtlar
Kubilay Kızıldenizli ABD, AKP’den vazgeçer mi? Soruyu hemen yanıtlayalım; Geçmez ve BOP ekseni projesi konusunda fikir ayrılıkları olmadığı sürece vazgeçmeyecek. 17 Aralık 2013’ten bu yana Fettullah Gülen’in “kasetler üzerinden yürüttüğü AKP’yi hizaya getirme operasyonu” bitti. Bundan sonra AKP’nin “paralel/ illegal devlet” yapılanması olarak tanımladığı eski iktidar ortağına karşı, mahkemeler ve savcılar üzerinden yürüteceği bir operasyona başlayacağı beklenmelidir. Bunu hep birlikte izleyeceğiz. Ama asıl problem bu değil. Tayyip Erdoğan’ın ilan ettiği ve seçimlerden sonra gireceğini söylediği, “girilecek in”, Gladyo “ini” olmayacaktır; olsa olsa Gladyo’nun içinde birlikte çalıştığı Fettullah’ın Gladyo içindeki tasfiyesini yapacaktır. ABD’nin yönettiği Gladyo’nun , AKP+PKK ve Fettullah Gülen’le
50
ittifak yaparak Türkiye’yi Ortadoğu batağına sürme ve bölme planı Fettullah Gülen’siz devam edecek görünüyor. Yani “Gladyo ini” Fettullahçılardan temizlenecektir. Tam da bu anda BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Fettullah Gülen’in üzerine yürünmesine karşıyız” türü açıklaması, büyük resim içinde bir anlam ifade etmiyor. Bununla birlikte Fettullah Gülen’in tasfiyesi, Güneydoğu’da Hizbullah’ın gelişmesine ortam sağlayacaktır. Böylesi bir durum ise PKK+BDP açısından bir tehdit unsuru olarak değerlendirilebilir. Konumuza dönersek, yakın bir zaman içinde Türkiye ile eş zamanlı ya da değil, ABD’de de Fettullah Gülen’e karşı bir operasyon başlaması hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Böylesi bir operasyon ya da Gülen
Cemaati’nin ABD’de hareket serbestliğinin önemli ölçüde kısıtlanmasına yönelik çalışmalar, AKP ve ABD’nin yoluna birlikte devam edeceklerinin önemli bulgularından biri olacaktır. Zaten balkon konuşmasında Tayyip Erdoğan’ın “Suriye ile savaş halindeyiz” açıklaması ve Suriye uçağının düşürülmesi, ABD’ye verilen en önemli yol arkadaşlığı uygulamalarıdır. ABD, Türkiye’de PKK ve AKP ile yoluna devam edecektir, başka bir seçeneği de bulunmuyor. Kılıçdaroğlu+Gülen ittifakının seçim sonuçlarına yansımadığını, Cemaatin bu açıdan başarısız olduğu 30 Mart 2014 günü kanıtlanmıştır. Peki, ABD-PKK-AKP işbirliği uzun soluklu olacak mıdır? Mısır’da, Suriye’de, Ukrayna’da yenilen, on yıl boyunca işgal ettiği Irak’ta istediği hâkimiyeti
sağlayamayan, İran’la ilişkilerini yumuşatmaya çalışan bir ABD’nin gerçekçi bir Türkiye politikası var mıdır? İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, 13 Mart 2013 tarihli Aydınlık Gazetesi’nde yayımlanan makalesinde 14 önemli soru ortaya attı. Özellikle 3. Soru, konumuzla ilişkili olması açısından sorulan sorular içinde en önemli olanıdır. Soruyu anımsayalım; ABD artık Türkiye’yi Recep Tayyip Erdoğan’ın eliyle yönetemez durumdadır. Gerçi CHP ve Abdullah Gül-Fethullah Gülen çevresinde bir ortak Geçici Hükümet tasarımları var ama bu girişimin de başarı şansı gözükmüyor. Bu koşullarda ABD Türkiye’yi kimlerle ve nasıl denetim altında tutabilir? ABD’nin yaklaşan depreme karşı çözümü veya çözüm seçenekleri ne olabilir? Bu seçenekleri hayata geçirme şansı var mıdır? Sayın Doğu Perinçek, bu sorulara yanıt ararken, yaklaşan ekonomik depreme, gerek miting konuşmalarında, gerekse de seçim gecesi kendisiyle Ulusal Kanal’da yapılan söyleşide olduğu gibi özellikle vurgu yapıyor ve bu depreme “sistemin vereceği yanıt yoktur” saptamasını yapıyor Bu önemli soruya Sayın Doğu Perinçek kadar net yanıt veremiyoruz.Tartışılması gerektiğine inanıyoruz. ABD’nin, içinde bulunduğumuz coğrafyada bulunan ülkelerle ilişki durumunu yeniden sıralayalım. ABD Kuzey Afrika’da aradığını bulamadı. ABD Irak’ta eskisi kadar güçlü değil. ABD, Suriye’den dayak yedi. ABD ve Emperyalist Batı’nın Ukrayna hamlesi Kırım’ın kaybıyla sonuçlandı. Siz ABD olsanız, böylesi bir tabloda, neredeyse kendisiyle her alanda işbirliği yapan bir hüküme-
tin yönettiği bir ülkede işlerin bozulmasını ister misiniz? Bu soruya yanıt dikkatli verilmeli ve hesaplar buna göre yapılmalıdır. Bizim içinde bulunduğumuz coğrafyaya baktığımız zaman, ABD’nin NATO ülkesi olan Türkiye’deki hükümet dışında bir dostu yoktur. Peki, bu durumda ABD ve AB, ciddi sermaye yatırımı yaptığı, siyasi ve ekonomik çıkarları olduğu böyle bir ülkeyi kaybetmek ister mi? Üzerinde düşünülmesi gereken soru budur? ABD ve AB’nin Türkiye’nin bu ekonomik depremle sarsılmasında bir çıkarı olması söz konusu mudur?
İçinde yeni sorular barındıran belirsiz yanıtlar… ABD iki yıl içinde Türkiye’yi bölmek istiyorsa, bu ekonomik depreme kayıtsız kalacaktır ve bu deprem sonucunda Türkiye’yi bölecektir. Ancak Türkiye’nin bölünmesine karşı çıkacak olan ezici bir nüfusa önderlik edecek güçlerin ABD’nin bu operasyonuna karşı yürüteceği bir mücadeleyi nasıl kontrol altına alacaktır? Soru; Böylesi bir krizin Türkiye’de bir devrimi doğuracağını ABD bilmez mi? Ayrıca, aynı bölünmeyi hadi Irak’ı şimdilik görmezden gelelim ama Akdeniz’e açmak istediği bir Kürt koridorunu gerçekleştirmek için Suriye’nin de bölünmesi ile eş zamanlı yapması gerekmez mi, ABD’nin bunu yapabilecek kabiliyeti var mıdır? Rusya’nın Suriye’nin bölünmesine izin vermeyeceğini biliyoruz. Aynı Rusya’nın Türkiye’nin bölünmesine bir cevabı olmayacağı düşünülebilir mi? Rusya, ikinci bir İsrail’i Ön Asya’da ister mi?
Yukarıdaki son soruya aykırı bir soru daha soralım; ABD, bir referandum sonucunda, Kırım’ın Rusya’ya katılmasına düşük ses tonuyla karşı çıkmıştır. Acaba ABD’nin verdiği bu taviz, ilerde Suriye için olmasa da, Türkiye’nin bölünmesine karşı Rusya’nın tepkisini dengelemek için verilmiş bir taviz olabilir mi? ABD ve AB, Ortadoğu’da İsrail dışında neredeyse tek dostları olan Türkiye’yi, sonu kendi çıkarları açısından belirsiz bir maceraya itecek bir ekonomik depreme karşı korumayacak mıdır? Bu soruların yanıtını hep birlikte yaşayarak göreceğiz ama önümüzdeki dönemde yaşanacağı varsayılan bir ekonomik depreme “sistemin yanıtının ve çözümünün” olmadığı savıyla, “ekonomik deprem mutlaka olacak” önermesi ne kadar doğrudur? Bildiğimiz şey şudur; Türkiye’de gerilim o kadar fazladır ki, işlerin bugünkü şekilde akıp gitmeyeceğini kesin bir dille söyleyebiliriz. ABD ve Batı’nın Türkiye’de yaşanacak depreme kayıtsız kalması durumunda ortaya çıkacak kaos iki şeye yol açacaktır. Bunlar “Bölünme” veya “Devrim”dir. ABD’nin kendi eliyle yarattığı krizler bile, kendi istediği gibi sonuçlanmamışken, Mısır’dan, Suriye’den, Irak’tan, Gürcistan’dan ve Ukrayna’dan çok daha gelişmiş insan ve güçlü bir devrim tecrübesine sahip bir Türkiye’de böylesi bir ekonomik depremden, onun istediği bir sonucun ortaya çıkmayacağı açıktır. Burada merak edilmesi gereken başka bir kritik soru ise, öncülerin böylesi bir depremde halkı sevk ve idare etme kabiliyetinin ne olduğudur. İşte biz devrimciler bugün bu kabiliyeti geliştirme sorumluluğuyla karşı karşıyayız.
Sayı 5, Mayıs 2014
51
Tarihte bu ay
1 MAYIS 1977 2 MAYIS 1999
Fazilet Partisi’nDİSK tarafından den Merve Kavakçı Taksim Meydanında milletvekili yemin düzenlenen 1 Mayıs törenine başörtüsüyle mitingine 500 bine katıldı. Olay Mecyakın işçi, emekçi lis’te protestolarla katılmıştı. Akşam saat karşılandı. 7’yi biraz geçe, alana giriş sürerken Sular İdaresi binasının üzeMAYIS 1929 rinden ve Interconİlk Tıp Bayramı Haytinental Oteli’nden (şimdiki The Marma- darpaşa Tıp Fakültesi’nde kutlandı. ra Oteli) kalabalığın üzerine ateş açıldı. MAYIS 1960 Silah sesleri dinmeHarp Okulu öğrenciden polis panzerleri leri, hükümet aleysirenlerini çalarak hine sessiz yürüyüş topluluğun üzerine yaptı. yürüdü. Birkaç kişi kurşun yarasıyla ya MAYIS 1955 da panzer altında kalarak, ama çoğu çıkan Aziziye Tabyası kahramanı Nene Hatun panik sırasında ezi97 yaşında Erzulerek 37 kişi hayatını rum’da öldü. kaybetti, çok sayıda kişi yaralandı.
12 21 22
11 MAYIS 1958
Amerikalı genç bir adam, Türkiyeli sevgilisini sokakta öpünce neredeyse linç ediliyordu. Amerikalı genç ve sevgilisi 20’şer lira ağır hapis cezasına çarptırıldı. Yargıç “Nişanlı da olsanız Türkiye’de
52
4 MAYIS 1972 5 MAYIS 1960
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmelerini önlemek isteyen dört kişi Jandarma Genel Komutanı Kemalettin Eken’i kaçırmak istedi. Polis müdahale etti. Orgeneral Eken ayağından yaralandı. EylemciMAYIS 1951 lerden üçü kaçmayı Demokrat Parti başarırken Ankara Meclis Grubu’nda din Üniversitesi Hukuk eğitiminin genişletil- Fakültesi Öğrencisi mesi istendi. Niyazi Yıldızhan öldürüldü.
3
Demokrat Partililer hükümete destek için Ankara Kızılay’da bir gösteri düzenlemeye karar verdiler. İktidara karşı gençler de aynı gün, aynı saat, aynı yerde gösteri yaptılar. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve başbakan Adnan Menderes alanda protestolarla karşılandı.
15 MAYIS 1919
Yunan orduları İzmir’i işgal etti. GazeMAYIS 1999 teci Hasan Tahsin Prof. Dr. Ahmet Taner MAYIS 1955 işgalcilere ateş açtı ve Kışlalı bombalı saldı- Sovyetler Birliği ve öldürüldü. rı sonucunda yaşamıDoğu Avrupa’daki nı yitirdi. sosyalist ülkeler yeni bir askeri ittifak içeMAYIS 1950 ren Varşova Paktı’nı Milli Eğitim Bakanimzaladılar. lığı 19 Mayıs gösterilerini yasakladığını açıkladı.
13
14
16
24 MAYIS 1844
Amerikalı mucit Samuel F.B. Morse ABD senatosu üylerinin da hazır bulunduğu bir deneyle ABD Kongre binasından MAYIS 1928 Baltimore’da bir tren Tekke ve zaviyeler istasyonuna kendi kapatıldı. icadı olan Morse alfabesiyle ilk mesajı
23
25 MAYIS 1944 Nuri Demirağ’ın fabrikasında yapılan ilk Türk uçağı İstanbul’dan Ankara’ya uçtu.
6 MAYIS 1972 7 MAYIS 1945 8 MAYIS 1993 9 MAYIS 1958 10 MAYIS 1970
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) kurucu ve yöneticilerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildi. Son söz olarak; Deniz Gezmiş: “ Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın MarksizmLeninizm. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği. Yaşasın İşçiler, köylüler. Kahrolsun emperyalizm,” Yusuf Aslan: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerikanın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm, “. Hüseyin İnan: “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet
Nazi Almanyası’nın müttefiklere kayıtsız şartsız teslimiyle II. Dünya savaşı sona erdi.
Üç bin kişi Gökova Üniversite öğrenciletermik santraline kar- ri “flört” konulu bir şı eylem yaptı. panel düzenleyecekti. İstanbul valiliği toplantıya izin vermedi.
17 MAYIS 1967 18 MAYIS 1960 19 MAYIS 1919 İmam-hatip okullarını bitirenlere üniversitelere girme hakkı tanındı.
Üniversite öğrencileri İstanbul Sultanahmet alanındaydı. Mitingte gençler özel okulların devletleştirilmesini istedi.
20
Başbakan Süleyman Mustafa Kemal Milli MAYIS 1928 Mücadeleyi başlatDemirel’in hayaTürkiye’de uluslaramak için, Bandırma li mobilya ihracatı rası rakamlar kabul vapuruyla İstansuçundan tutuklu edildi. bul’dan ayrılarak yeğeni Yahya Demirel Samsun’a çıktı. 19 tahliye edildi. MAYIS 1926 Mayıs, 20 Haziran MAYIS 1953 Milli Mücadele’ye 1938 tarih ve 3466 Fatih Sultan Mehmed katılmayan memursayılı kanunla millî Hızır Bey’i (Çelebi) ların görevlerine son bayram olarak kabul İstanbul’a ilk beleverilmesine ilişkin edildi. diye başkanı olarak kanun kabul edildi. MAYIS 1951 atadı. O günden bu Menderes Hükümeti, yana 475’i Osmanlı MAYIS 1942 ve 30’u Cumhuriyet işçi sendikalarının MAYIS 1960 faşist ve komünist Adolf Hitler, Nazi döneminde olmak Türk Silahlı Kuvvet- sistemlerin bir öğesi propaganda bakanı üzere 505 belediye leri yönetime el koy- olarak kurulduklarını Joseph Goebbels’in başkanı görev yaptı. du. Silahlı Kuvvetler tavsiyesiyle işgal alileri sürdü. Yeni bir adına ülke yönetimini sendika yasası hazır- tındaki Paris’te yaşaMilli Birlik Komitesi yan tüm Yahudilerin lama kararı aldı. üstlendi. Orgeneral sol göğüslerine sarı Cemal Gürsel Milli bir yıldız takmalarını Birlik Komitesi’nin emretti. başına getirildi. Milli Birlik Komitesi ilk iş olarak Türkiye Büyük MAYIS Millet Meclisi’ni ve 1999 hükümeti feshetti ve PKK lideri Abdullah her türlü siyasi faaliÖcalan’ın yargılanyeti yasakladı. masına İmralı adasında başlandı.
26
30
28
27
29
31
Sayı 5, Mayıs 2014
53
Kitap
Kitap Yazar Yayınevi Boyut Kapak türü Kağıt türü
Parola: İnkılap Sinan Onuş Kaynak Yayınları 14 x 10 cm Karton 3. hamur
Mehmet Esmer Neredeyse iki yüzyıldır süren Milli Demokratik Devrim mücadelemizin kilometre taşlarından olan 27 Mayıs Devrimi’nin 54. Yılını, Hürriyet ve Anayasa Bayramımızın 51. yılını kutlayacağız. 27 Mayıs Devrimi’nin izleri şimdiki anayasanın satır aralarında kalsa dahi ona karşı yapılan iki darbeye rağmen ortadan kaldırılamadı. Devrimin karşıtları yalan yanlış yazarak, çarpıtarak emperyalizme karşı mücadele tarihimizin bu top sesini unutturma görevlerine devam ediyorlar. Bu mümkün değil elbette. Gazeteci Sinan Onuş’un 43. yılında yazdığı, “Parola: İnkılap” kitabı, 27 Mayıs’ın önderleriyle görüşerek ve yaygın araştırma yapılarak ortaya çıkmış.
54
“Parola: İnkılap”ın önsözünde Suphi Karaman; “Birkaç gün öncesinde, serbest ve dürüst bir seçim yapılabileceğine inandırılarak yakın bir seçim tarihi ilân edilebilmiş olsaydı, bir müdahale hiçbir zaman söz konusu olmazdı”, diye yazarak 27 Mayıs’ı yapanların niyetlerinde “darbe” yapmanın hiçbir zaman olmadığını ifade ediyor. Demokrat Parti’nin emperyalistlerle işbirliği halinde Said-i Nursi’yi baş tacı etmesi, çıkarılan basın kanunu ve gazetecilere yapılan baskılar, muhalefete konulan yasaklar, İnönü’ye yapılan saldırılar, emperyalizme teslimiyetin tam da ifadesi olan Kore’ye asker yollanması, buna yapılan itirazlara “orduyu yedek subaylarla da yönetirim” sözlerinin; 27 Mayıs’ın sadece “genç
subayların rahatsızlığı” nedeniyle yapılmadığını, toplumun geniş kesimlerinde özellikle aydınlar ve gençlik üzerinde de tepkiye yol açtığını kitapta bulmak mümkün.
Parola: İnkılap İşaret: El Kaldırma Kitaba adını veren bu sözler, emir ve komuta dışında kalan az sayıda genç ihtilalcinin, içinde bulundukları hücreler dışındakileri tanımaları için bir güvenlik parolası olarak sıkça söylenir devrim sırasında. Ancak bir başka parola da vardır: 555 K! Öğrenci gençliğin ve yurtsever aydınların düzenlediği 5 Mayıs 1960 Kızılay mitinginin parolasıdır bu. “Beşinci ayın beşinde, öğleden sonra, saat beşte Kızılay’da” olunmuş Başbakan Menderes’in yakasına
yapılmıştır. “27 Mayıs sabahı, saat 03.45 Çankaya tepelerinin gerisinde tanyeri ağarırken” diye başlayan kitapta daha sonraları Milli Birlik Komitesi adıyla yer alan önderlerinin Türk ordusunda silah arkadaşlığı geleneğini hatırlatan olaylar da yer almış. Celal Bayar’ın teslim alınması sırasında ihtilalin başladığını duyan Tümgeneral Burhanettin Uluç, Cumhurbaşkanlığı köşkünün kapısında, “Bayar’ı isterim” diye bağırmaktadır. Muhafız alayı askerlerinin silahlarını Uluç’a doğrultmaları üzerine iki astsubay, ihtilalcilerden olduğunu bilmedikleri alay komutanı Osman Köksal için “Bu albay Köksal, koyu Bayarcıdır. Muhafız alayının da komutanıdır” diye bağırınca, askerler Köksal’ın etrafını çevirirler. Bunu gören Sami Küçük, Köksal’ın boynuna sarılarak araya girer ve onun da ihtilâlci olduğunu Uluç’a söyler. Köksal kurtulur. Kitabın yazarı bu olayı Sami Küçük’e sorar. Küçük, Burhanettin Uluç ve İhsan Kızıloğlu için “Örgütte yoktular ama, onlar top sesine koşan askerlerdir” der. “Top sesine koşma” deyimini ise şöyle anlatır: “Napolyon’un ordusu top seslerine göre hareket edermiş. Ses nereden geliyorsa oranın yardıma ihtiyacı olduğunu düşünür ya da savaşın orada olduğunu anlar o yöne yönelirlermiş.”
“Çok Yaşa Aslanım” İhtilal yapılmıştır ama katılmayan subaylar arasında Kenan Evren de vardır ve etrafına “tüh bu işin dışında kaldık” diye sızlanmaktadır. Bir arkadaşının cesaretlenmesi ile kendini ekipten göstermek için Madanoğlu’nun karşısına çıkar ve sert bir selam çakarak “Ordonat okulu emrinizdedir paşam!” der. Madanoğlu duru-
mu anlar ve Evren’in omzuna sağ eliyle iki üç kez sertçe vurduktan sonra “çok yaşa aslanım der ve geri gönderir. O Kenan Evren, 20 Yıl sonra 27 Mayıs’ta yapılan anayasayı “toplumumuza dar geldi” diye yıkmak isteyenlerin başında, ikinci büyük darbeyi vurmuştur. Kenan Evren gibi, 27 Mayıs’ın önderliği dışında kalan bazı subayların sonraları emperyalizmin desteğiyle yapılan 12 Mart, 12 Eylül darbelerinde önde roller üstlenmiş oldukları da kitabın tarihe düştüğü bir başka not olmakta.
Disiplinsiz ve karışık ilişkiler içindeki Alparslan Türkeş 27 Mayıs’ın karışık ilişkiler içerisinde olan tek subayı Alparslan Türkeş’tir kitapta yazıldığına göre. Sonraki siyasal yaşamı da bunu doğrulamıştır aslında. Arkadaşlarının bütün ısrarlarına rağmen görüşmemesi gerekenlerle görüşerek sürekli disiplini bozmuş ve Milli Birlik Komitesi’nin bir an önce seçimlere gitme isteğine bazen açık bazen kapalı hep karşı durmuştur. Uzaklaştırılmasına rağmen daha sonra da Talât Aydemir’le görüşmelerine devam etmiş ve emperyalist planda roller üstlenen açık siyasi yaşamının köşe taşlarını örmeye devam etmiştir. Biz, çocukluğumuzda büyüklerimizden “Hindistan’a sürdüler, tırnaklarını söktüler” diye duyarak tanıdık Türkeş’i. Böyle olmadığını sonraları öğrendik ama kamplarda eğittiği komandolarının sopaları ve silahlarına karşı mücadele içerisinde bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi verdik hep.
Amerikan elçisine “ayı” diyen Cumhurbaşkanı 27 Mayıs’ın ilk bildirilerinde yer alan “Nato’ya, Cento’ya bağlıyız” açıklamaları “pür-i pak” devrimcilerimizi kızdırsa da uygulamaları, Amerika’nın yuvalandığı MAH’ı ( günümüzde ki MİT ) onlardan temizlemiş ve Kore’ye asker gönderilmesini sonlandırmıştır. Buna karşı çıkan emperyalist elçisine Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in verdiği yanıt manidardır: “Bu ayıya söyle karşısında bir devletin başkanı var!” Tüm devrimci kalkışmalarda olduğu gibi 27 Mayıs da hakim olan güçlerle sonuna kadar çarpışmış ve karşı programın liderlerine yaşam hakkı tanımadan bir anayasa yapabilmiştir. Atatürk’ün devrimlerin diyalektiğini açıklayan “Devrimin kanunları bütün kanunların üstündedir” sözünün gereği uygulanmıştır. 27 Mayıs Devriminin büyük başarısı; 1961 anayasasının hazırlanması, yapılan yenilikler, Milli Birlik Komitesinin direktifleri ve temel görüşleri kitabın eklerinde yer almış. Bu belgeler, tarihsel olmanın ötesinde, günümüze ışık tutan metinler olarak kayda değer. Şimdi emperyalistlerle beş maddelik dokuz sayfalık gizli sözleşme yapan “cumhurbaşkanlarını” ve yabancı bir devletin projelerinde eş başkanlık görevi aldığını övünçle söyleyen “başbakanları” görünce 27 Mayıs Devrimi önderlerinin bu yurtseverlikleri adeta göz yaşartıyor. Ve elbette “top sesine koşan subay” tavrı almayı gerektiriyor. Sinan Onuş’un yazdığı “Parola: İnkılap” kitabı 27 Mayıs’ta sahra topu gibi gürleyen Türk devriminin sesini bu günlere taşıyor. Şimdi o sesi yeniden duyuyoruz. Ve koşma zamanı…
Sayı 5, Mayıs 2014
55
Tek Belgesel kare video
1980 yılında yayımlanan ve Carl Sagan tarafından hazırlanıp sunulan Cosmos: A Personal Voyage (Kozmos: Şahsi bir Seyahat), bilimi kitlelere taşıyan en önemli TV olaylarından biri olmuştu. Sagan popüler bir bilim figürü haline gelmiş, hatta parodileri bile yapılmıştı. O günden bu yana bilim dünyasında pek çok keşif yapıldı, bildiklerimizin üstüne yeni bilgiler eklendi, yanlış bildiklerimiz ise bilimsel eleştirellik ışığında düzeltildi. Aradaki 35 yıllık boşluğu kapatmak, yeni kuşağı güncel bilgiler doğrultusunda bilimle kucaklaştırmak için yeni bir Cosmos ihtiyacı gündeme geldi. Carl Sagan, ne yazık ki bugün aramızda olmadığı için yeni Cosmos’u sunma görevi, tanıdık bir figür olan astrofizikçi Neil deGrasse Tyson’a düştü. Sagan, bize sadece bilimin muhteşem yanını anlatmakla kalmamış, eşsiz üslubuyla bilimin de şiirini yazmıştı. Sagan’la kıyaslamak kaçınılmaz elbette, “bi Sagan” olmasa da Tyson da aynı tutkuyla bilimi aktarma konusunda ondan pek geri kalmıyor. Carl Sagan’ın kendine has dolgun telaffuzuyla “billions and billions” (milyarlarca ve milyarlarca) deyişini çok arasak da, yeni Cosmos günümüz teknolojisinden bekleyeceğimiz gibi, çok daha üstün bilgisayar efektleri ve görselleriyle Sagan’ın mirasını kaldığı yerden devam ettiriyor.
Kaynak: garajimdakiejder.blogspot.com
56
Yeni prodüksiyon ve Cosmos serileri hakkında bazı bilgiler:
- Yeni serinin ilk bölümü, Ca rl Sagan’ın 80 yılında sunduğu serinin ilk bölümünde söylediği sözlerle açılıyor ve Ty son, Sagan’la aynı mekanda bulunuyor (Kali forniya’nın kuzey kıyısı). - Çekimler 70 gün sürdü. - Serinin yapımcıları arasında Family Guy’ın yaratıcısı Seth MacFarla ne ve Sagan’ın eşi Ann Druyan bulun uyor. - Belgesel, Ann Druyan’a ait Co smos Stüdyoları’nın, Seth MacFarla ne’e ait Fuzzy Doors Prodüksiyon’un ve Na tional Geographic Channel’ın ortak yap ımı. - Yeni Cosmos’un ilk bölümün de Sagan’ın mirasına ithafen eski bel geselden görüntülere de yer verildi. - ABD başkanı Obama, serini n ilk bölümünden önce bir açılış ko nuşması yaptı. - Serinin müzikleri Geleceğe Dönüş üçlemesinin bestecisi Alan Silvestri tarafından hazırlandı. - NASA, yeni serinin yayınlan dığı ilk günün onuruna Flickr’da çarpıc ı uzay görselleri paylaştı. - Sagan’ın Cosmos’u 60 ülked en 400 milyona yakın insan tarafından izle nmişti. - Sagan, orijinal Cosmos’u eşi Ann Druyan’la birlikte yazmıştı.
Bulmaca
Say覺 5, May覺s 2014
57
Sinema
Nisan Devrimi Capitanes de Abril
Nisan 1974... Portekiz... Salazar’ın faşist rejimi en katlanılmaz haliyle ülkenin üzerinde terör estirmektedir ve bir sürü genç adını bile duymadığı topraklarda kolonyalizm uğruna canlarını verip, bir sürü
suçsuz insanı katletmektedirler. Gizli servis hergün yüzlerce insanı işkence tazgahlarında öldürmekte ve sanatçılar, gazeteciler ile öğrenciler her türlü baskıya maruz bırakılmaktadırlar. Bir grup devrimci yüzbaşı bu gidişe dur demek için Lizbon’a doğru tanklarla hareket etme kararı almışlardır. Artık tek ses yankılanmaktadır kulaklarda; Ya demokrasi, Ya Ölüm...
Vizyon Tarihi: 26 Ocak 2001 Yapımı: 2000 - Fransa , İtalya , Portekiz Tür : Tarih Süre: 123 Dak.
Yönetmen : Maria de Medeiros Oyuncular : Stefano Accorsi , Fele Martínez , Maria de Medeiros , Joaquim de Almeida , Frédéric Pierrot
58
Tiyatro
ADOLF Oynayan Yazan Çeviren Reji Işık Kostüm Kondüvit Afiş Fotoğraflar Çevirmen
: Burak Sergen : Pip Utton : Özcan Özer : Levent Özdilek : Akın Yılmaz : Hatice Kübra Erişir : Sedat Uğurcan : Berkcan Okar : Mehmet Turgut : Sinan Gürtunca
13. Direklerarası Seyirci Ödülleri: En İyi Tek Kişilik Prodüksiyon Hitler’in Berlin’deki sığınağında geçirdiği son 12 saati konu alan tek kişilik oyun Adolf, 9 Mayıs’ta Bo Sahne’de sizlerle buluşuyor. Ölüm bütün sorunları çözer. İnsan yoksa sorun da yoktur! 09-22-29 Mayıs 2014 Saat 20:30 Bo Sahne İstanbul Gala öncesinde soruları yanıtlayan Pip Utton, dünyanın birçok ülkesinde Adolf ’u sahnelediğini ve birçok ödül aldığını ancak bu oyunun ilk kez başka bir oyuncu tarafından oynandığını söyledi. Burak Sergen’in performansından çok etkinlendiğini belirten Utton, Adolf ’un izleyicilerin arkalarına yaslanarak rahat rahat izleyecekleri bir oyun olmadığını, bazı gerçeklerle yüzleşme sağladığını söyledi. Burak Sergen de dünyanın en nefret edilen adamının kendi ölüm kararını verirken sığınakta yaşadığı çekişmeyi anlatmaya çalıştıklarını ifade ederek, “Oyun boyunca izleyicilerin yüzünde Adolf ’a karşı bir tebessüm olmaması için çabaladık” diye konuştu.
BO Sahne, tiyatro salonu ve büyük bir dans ve prova salonuyla tiyatro oyunlarının yanı sıra oyunculuk ve dans eğitimlerine, atölyelere ev sahipliği yapıyor. BO Sahne’de Kemal Başar’ın yönetmenliğini yaptığı, Reha Özcan, Devrim Evin, Ece Özdikici ve Tamer Levent’in rol aldığı Rain Man de sezonun iddialı oyunları arasında yer alıyor. Arif Akkaya’ nin yönettiği, Yeton Neziray’in “Şehir Büyüyor” adlı oyunu da iddialı oyuncu kadrosuyla seyirciyle buluşmak için gün sayıyor. Atılgan Gümüş, Barkın Özüyanık, Bekir Çiçekdemir, Esin Doğan, Nur Eraslan ve Şeyla Halis’ in oynadığı oyun sezonun çok konuşulacak oyunları arasında...
Sayı 5, Mayıs 2014
59
60