Kirli Gözlük — 2. Sayı

Page 1

KİRLİ GÖZLÜK Fanzin

2. Sayı Mart 2020



BİLDİRİ Merhaba sevgili arkadaşım; Zamanımız maalesef içi boşaltılmış ve bu boşluğun etkisinde kalmış dergiler, kitaplar ve kalemlerle dolu. Her geçen gün edebiyatı yağmalamak ve popülarite kazanmak için yazılan yazılarla karşılaşmaktayız. Buna zorunlu değiliz. Onlarca sayfa ve mürekkep ne uğruna akmaktadır? İnsanların barbarca saldırdığı edebiyat dünyasının artık kendisine bir set çekmesi gerekmektedir. Bu seti elbette alternatif yaratarak, okuyarak, yazarak ve tartışarak var olacağına inanıyoruz. Bizler daima güzeli bulmayı ve gerçeğin peşinden koşmayı hedefliyoruz. Sayılarımızda amacımız siz okurlara özgün düşünceler kazandırmak ve de toplumumuzun birçoğunun bilmediği veya unuttuğu kavramları ele almak. Bizler, Kirli Gözlük fanzininde ele aldığımız konularla sadece üretmeyi değil, aynı zamanda bir tartışma ortamı kurup, özgün içeriklerle karşınıza çıkmayı hedefliyoruz. Çünkü artık kitlelere herhangi bir şekilde ulaşmış olan insanların çıkardığı kitapların, dergilerin ve fanzinlerin edebiyatla, sanatla veya hayatla uzaktan yakından alakası olmadığını görmek, bizleri fanzin kavramını yeniden ele almak ve beraber üretmek anlayışına yöneltti. Günümüz sözde edebiyatçıları için takipçi sayısı her şeydir. Bize sattıkları dergi ve kitaplarda içini her gün içini biraz daha boşalttığımız edebiyat dünyamıza uygulanan anesteziyi üzerimizden atmak için hep birlikte okumalı ve karanlığa teslim olmamak için üretmeliyiz. Bu yüzden hep birlikte gözlüklerimizin kirlerini temizlemek ve gerçek kirleri görmek adına sizlere bu fanzini sunmaktan onur duyuyoruz.

1


TERAKKİ MUHADDERAT 1869 yılında yayına başlayan ve her pazar günü yayımlanan Terakki-i Muhadderat, “Kadınların İlerlemesi “anlamına gelen, kırk sekiz sayı basılmış, bilinen ilk Osmanlı-Türk kadın hareketi dergisidir. Adile, Belkıs, Safiye, Meryem, Kâmile, Sıdıka, Hayriye, Nuriye, Hamide ve Ülker gibi isimlerini gizleyen ya da takma isimler kullanan yazarların yazılarını yayımlamıştır. Dergide, o günün Avrupa’sıyla karşılaştırmalar yapılarak o dönemki toplumumuzda kadının geri bırakılmasını eleştiren yazılar yayımlanmıştır. Bu sayıdaki temel hedefimiz, Türkiyedeki ve dünyadaki kadınların tarihsel süreç içinde sosyal ve siyasal yaşamlarındaki kazanımlarını görmek ve oluşturmaya çalıştığımız bu tarihsel bellekle farkındalık yaratmaktır. Bu hedefler ışığında toplumsal cinsiyet eşitsizliğini merkeze alarak insan hakları ve fırsat eşitliği konusunda bir bilinç oluşturmak ve “ başta bizzat kadınların kendileri olmak üzere tüm bireylerin temel insan hakları savunucusu olması gerekir” fikrine destek olabilmek istedik. Bunu yaparken de bu hareketin öncüsü olan Terakki-i Muhadderat dergisini ve bu hareketin ilk basılı isimlerini anmadan geçemedik.

YAZARLAR

ÇİZERLER

DÜZELTMEN

Talip CÜZDAN

Aygül AŞIR

Gökçe Garibe COŞKUN

Aygül AŞIR

Samet YOKUŞ

Begüm GÖKAY Şükran BAYRAM Ulrike DEMİRYOL

TASARIM Yağız BOZAN

Melike Zeynep SİLAHŞÖR 2


KADIN YETİŞTİREMEYİŞİMİZ Kadın yetiştirmek konusundaki beceriksizliğimizin temel sebebi, meseleye tam da bu açıdan bakışımız. Konuya en baştan cinsiyetçi bir ayrımla yaklaşmak, kişiler arasında en baştan bir rol dağılımını kabullenmek olsa gerek. Her ne kadar son yıllarda bu konuda yavaş yavaş bir farkındalık oluşturulmaya çalışılsa da bu genelgeçer kabulden hareket ettiğimiz bir gerçektir. Fakat elbette ki bu gerçeğin tek sorumlusu bireysel olarak yalnız biz değiliz. Biraz sert olacak ama evde çeyiz düzen, koca bekleyen ya da evinin direği kocası için daha güzel daha seksi, daha becerikli (!) olmaya çalışan kadın; plazada ya da şurada burada bluzunun yakasıyla frikik vererek bir yerlere gelmeye çalışanından ne kadar farklıdır? (Ünlem değil gerçek bir soru işareti) Ya da kocasının eline bakan ve onun verdiğiyle yetinen veya kıvanan kadın, kendisiyle emsal olan erkekten daha az maaş alan ve buna razı olmak zorunda bırakılandan ne kadar farklıdır? Peki ya tüm bunları bilip bunlarla uğraşmak yerine kadınlığının artılarını kullanıp -Freudyen bir hayat tarzıyla- her önemli günde kendine boy boy “taş” aldıran kadın en akıllımız mıdır? Gerçek kadınlık hangisidir? Ve kadını tüm bu sistem içinde rol almak zorunda bırakan sistem/düzen ne kadar ahlaklıdır ve doğrudur? Dünyanın kuruluşuna baktığımızda toplumların ilk olarak anaerkil sisteme sahip olduklarını görürüz. Tam olarak ne zaman ne gibi sebep3


lerle ataerkil yapıya geçildiği tespit edilemese de ortak karar teknoloji ve sanayinin gelişimi, tek tanrılı dinlere geçiş gibi birkaç ana sebepte toplanır. Burada sözü edilen dönem sanayi dönemi değildir elbette. Daha MÖ 8.yy’de Hesidos bile insanların teknoloji elde ettikçe değerlerinin bozulduğundan bahseder. Kelimenin tam anlamıyla kadının fiziksel sınırlarını bir zayıflık olarak algılayan, kaba, faşizan erkek gücü süreç içinde kadını tahakkümü altını almıştır. Buna tek tanrılı dinlerin baskıcı yapısı da eklenince kadın evinin kadını çocuklarının anası olmak ve tüm değerini bu iki vasıftan kazanmak zorunda bırakılmıştır. Kendi kültür dünyamızdan bakarsak konuya, Eski Türklerin yaşamlarında kadının değerinin yüceliğini görebiliriz. Destanlarımızda ve halk hikâyelerimizde kadın, erkeği ile birlikte kılıç kuşanan, ok atan, at binen, evleneceği erkeği onunla güreşerek seçen, obanın yönetiminde söz sahibi olan bir kadın olarak çıkar karşımıza. 40 ince belli kız 40 yağız ata da biner, kilim de dokur obasında, ilinde söz sahibi de olur. Bunların hiçbiri ona erkek tarafından verilmiş bir lütuf da değildir üstelik. Çünkü göçebe hayat herkesin eşit derecede sorumluluk ve güç sahibi olması ile mümkündür. Platon ideal devlet sistemini anlatırken kadının erkekle her şeyi birlikte yapması gerektiği fikrini öne sürer. Platon, fikirleriyle kimi zaman kadın düşmanı gibi algılanırken kimiz zamansa işinin sadece evde oturup çocuk bakmaktan ibaret olamayacağını söyleyerek kadınları desteklemiştir. Ne güzel! Batı da biz de bu durumlardayken ne olmuştur da kadın konum kaybına uğramıştır? Tek tanrılı dine geçiş sadece bizde değil bu evrimi yaşayan herkeste kadına gem vurmuştur. Esasen tüm İlahi dinler kadını zapturapt altına almak derdinde değil midir? Bu bazen kadını korumak adına gibi görünse de bazen kadını bir günah vesilesi olmaktan çıkarmak amacıyladır. Dindarları üzmeyelim de şöyle diyelim: Yanlış yorumlamalarla kadın bir günah vesilesi kabul edilmiştir. Öyle değil midir Divan şiiri? “Tahammül mülkünü yıktın Hülâgü Han mısın kafir/ Aman dünyayı yaktın ateş-i Suzan mısın kâfir” derken Nedim kâfir diye kime seslenir? Yaygın kabul sevdiği kadınadır. Okullarda da hep böyle öğretilir. Öyledir ya da değildir ayrı bahis de, sonunda genç beyinlere yıllarca koskoca Divan Şiirinden akılda kalan kadının kâfir olduğu fikridir. Birçok şiirde kadın kâfirdir, şeytandır, abdesti yok yere bozdurandır. E şimdi nerede kaldı hemen tüm dünya mitolojilerinde gördüğümüz varlığın çıkış noktası olan “ana tanrıça” figürü? Onun yerini bizde “bacı, ana” aldı. Ama saygıdan mı yoksa kontrolü ve otokontrolü sağlamaya yarasın, ayar versin herkese diye korkudan mı? Aman ha, bacı diyelim de şey olmasın! Zira kadın dediğin ya anadır ya bacı ya helal ya da… Duruma biraz farklı bir boyut getirmeye çalışanlar olmuş elbette. Sanayi 4


geliştikçe, insan makineleştikçe sınıf farkları oluşmaya ve aydın beyinlerce bu durum fark edilmeye başlanmış sınıf bilinci oluşmuştur. Bir sınıfa bağlı olmanın ölçütü bir kişinin hâkim üretim tarafındaki yeridir. Üretime ve ürettiğine bağlı yeni bir değer eş ve anne olma değerinin yanına eklenmiş ve böylece kadın değer kazanmış gibi görünse de durum hiç de öyle olmamıştır. Engels “Erkek burjuvazidir ve karısı proleteryayı temsil eder.” derken Marx Alman İdeolojisi’nde aile içi iş bölümünün insanın başka bir insana efendiliğinin ilk biçimlerini yarattığını belirtir. Karı ve çocuklar köle, koca özel mülkiyet sahibi efendi.” Gelin buna siz Freud’u Ödip’i falan da ekleyin. Sonuçta çocuğu ile kocası arasında tampon olan anneyi bulursunuz arada. Şimdi kadın, emek emek umut umut yaptığı çeyizine mi yansın, okuyamadığı, vazgeçtiği, gerçek kendisi olamadığı hayatına mı? Gelişen sanayi ve beraberinde getirdiği rejim ve arz talep ilişkisi her şeyi metalaştırdığı gibi kadına da aynı değişimi yaşattı. Kadın ve sahip olduğu değerler sanayi makinelerinin dişlilerini en hızlı döndüren sermaye halini aldı. Aristo mutluluğun ölçütlerini soyluluk, dost, servet, siyasi nüfuz ve mükemmel bir fiziğe sahip olmaya bağlarken işin buraya geleceğini biliyor muydu dersiniz? Mükemmel bir fiziğe sahip olmaya çalışan kadınlar ve o kadınlara sahip olmaya çalışan adamlarla ahlaki ve insani değerler ezilip gitmedi mi o dişlilerin arasında? Daha güzel ve daha arzu edilir olmak için harcanan paralar gerçekte kimi ne kadar mutlu etmiştir? Mutluluk nedir? İşte bu soru az çok düşünen, yıllarını bir aileye ya da bir kariyere veren her kadının bir gün uzaklara bakarken sorduğu sorudur, iç sesidir. Kaybolan yaşama sevincidir. Bir başka büyük zekâ Napoleon ise kadınların eğitilemez olduğunu düşünürmüş. Mussolini kadınları küçümsermiş. Goethe kadına saygı duyarmış. Fakat tüm bunlarda esas mesele şu ki ne kadar zeki ya da güçlü bir erkek olursa olsun tüm bu erkekler kadını hep kendi türünün yani insan türünün dışında bir varlıkmış gibi düşünüp anlamaya uğraşmış. Kapitali yani gücü elinde tutan bu erk dünyanın düzenini de bu bakış açısıyla ilmek ilmek işlemiş yıllarca. Tabii buradan şu noktaya varabilir biri: Kadınlar da anaerkil düzendeki güçlerini kaybetmeselermiş. Demek ki zayıflar ve olan bitene karşı gelememişler. O zaman biraz da Virginia Woolf’ten gidelim: “Kadınlar yüzyıllar boyunca erkeği olduğundan iki katı daha büyük gösteren sihirli ve müthiş bir güce sahip ayna görevi görmüşlerdi. Napoleon ve Mussolini bu yüzden üstüne basa basa kadınların daha zayıf oldukları konusunda ısrar ederler. Çünkü kadınlar zayıf olmasalardı erkekler büyüyemezlerdi. Bu da kadınların erkekler için ne kadar gerekli olduğunu kısmen de olsa açıklıyor....... Kadın doğruyu söylemeye başlarsa erkeğin aynadaki görüntüsü büzülmeye başlar, hayatla yakaladığı uyumu azalır.” Doğru ve eğlendirici bir paragraf değil mi? Şimdi siz bunu koca şirketlerin başındaki kadın erkek çekişmelerine de 5


alın uygulayın evde kavanoz kapağını açan adaleli kocaya da aptalca sorularıyla sevgilisi olan adamın kendini zeki sanmasını sağlayan kadına da. Beri yandan kadınlara şiirler yazan şarkılar besteleyen erkeklerin gerçek hayatta kadınlara oksijen bırakmayan tavırlarını da bu ayna benzetmesinden çözmek mümkün. Erkeğin bu sanatsal var oluşu da bu tezadı rahim yapıyor kendisine. Aşkını yaşayabildiği, kendini ve aşkını toplum önünde ya da sanatında ifade edebildiği bir araçtan ibaret kadın. Bir ayna. Ayna olan kadın “sanatçı” erkek için gerçekte güzel bir büstten ya da rengârenk bir boya paletinden, nota defterinden farksız bir araç sadece. Her şeyden evvel salt insan olarak insan yetiştirme derdinde olabilmek bir ülkenin eğitim politikası olmalıdır. Kitaplardan sadece bulaşık yıkayan, çocuk büyüten anne figürünü çıkarmakla olmayacaksa da bu da bir başlangıçtır şüphesiz. Kondom reklamı yapar gibi reklam yapan tüm o kadınlı reklamlar kalkmadıkça, o reklamları meşru kılan düzen son bulmadıkça, kadının bedeni, güzelliği, hakları ve sorumlulukları üzerine herkes hadsizce söz söylemeye devam ettikçe kadın da ailenin ve toplumun her anlamda kölesi olmaya devam edecektir. Kadını değil, “insan”ı merkez edinen hukuka ve yasalara ve toplumsal bilince ihtiyacımız var. Anamız, bacımız olmasa da insan olduğu için saygı duymamız gerektiğini anlatan sözlere, öğretilere ihtiyacımız var. “Dünya kadar malın olacağına fındık kadar…” diyen atasözlerinin zihinlerden el birliğiyle silinmesine çok ihtiyacımız var. Eğitimli, düşünen, kendini meta olarak kullandırmayan kadınlara ihtiyacımız var. O kadınları anlayan gerçek “eş”lere ve beraber büyütülen aydınlık çocuklara… Düzen ancak böyle yenilir. Yavaş yavaş, sindire sindire ama emin adımlarla. Ulrike DEMİRYOL

6


ASUR’DA KADIN Bugün neredeyse her mecra kadın sorununu ele alır. Dergiler, kitaplar, tv programları, sempozyumlar, seminerler... Günümüzde tarihsel süreçte Anadolu ve Mezopotamya toplumu içerisinde kadının hep ikinci planda olduğuna inanıldı. Bu inanış son yıllarda yapılan arkeolojik çalışmalar ile önemini yitirmeye başladı. Kendinden sonraki nesilleri oluşturan, bedeninden yeni bir insan çıkartabilen, besin bulmanın oldukça zor olduğu dönemlerde göğüslerinden akan süt ile hazır ve zahmetsiz besin üretebilen ve bununla bedeninden üreyen, insanı besleyen, belirli dönemlerde kanamasına rağmen ölmeyip aksine daha da canlanan bedeniyle kutsal olduğuna inanılan ve yaratıcı seçilen Paleolitik Çağ kadını, Koloni Çağı’nda Mezopotamya ve Anadolu’da da diriliğini korumuştur. Kültepe tabletlerindenden, sosyal, hukuki ve ticari belgelerden dönemindeki kadının içinde bulunduğu döneme ve toplum yapısına göre birçok hakka sahip olduğunu görürüz. Koloni Çağı’nda Anadolu kadınının çağdaş Ön Asya’da dahi görülmeyen geniş yetkileriyle önemli sosyal ve ekonomik hayatının olduğunu ve döneminin toplumunda özgür kadının sadece anne ve ev kadını olmayıp tek başına veya ortaklarıyla ticarete girişen ve özellikle soylu kadının, krallığın başında, memleketini yöneten, devlet otorite ve iktidarını yüklenmiş kişiliği ile erkeğe paralel bir yeri olduğunu birazdan göreceğiz. Asur Ticaret Kolonileri Çağı’nda (İÖ 1920-1750) Anadolu ve Asur kadınından bahsettikten sonra tarihsel mukayeseyi daha iyi yapabilmek için, sonrasında yakın tarihimizde kadın kazanımlarından bahsetmekte fayda görüyorum. 7


Anadolu iklimi, coğrafi konumu, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle, binlerce yıllardır birçok kavmin ve uygarlığın ilgisini üzerine çekmiştir. Kimi bunu istila ile yaparken kimi ticaret yapma yolunu seçmiştir. Asur imparatorluğu ticareti seçenlerde olmuştur. Birçok ünlü tüccar Anadolu’ya ticaret için gelmiş, kimisi Anadolu kadınıyla evlenmeyi tercih etmiştir. Mezapotamya’da kalan Asur kadını, evin erkeği (eş, baba, kardeş) Anadolu’da iken aile şirketlerinin Asur’daki temsilcisi, yöneticisi, muhasebecisi ve hatta işçisi olarak kendi atölyelerinde çalışmış, ürettikleri ürünlerin Anadolu’ya sevkiyatını yapmış, kendi adlarına borç verip senet düzenlemiş ve köle alım-satımında bulunmuştur. Asurlu erkekler Anadolu’da iken geride kalan kadının annelik de dahil diğer tüm domestik işleri yapıyor olması günümüzdekinin aksine bir zorunluluk ve görev bilinci olmaktan ziyade kadın ve erkeğin iş dayanışmasının bir sonucudur. Mezopotamya’dan Anadolu’ya gelen tüccarlar arasında sadece erkekler değil birçok büyük karumda ticari ağı bulunan güçlü kadınlar da vardır. Asur’dan gelenlerin yanı sıra Anadolu yerlisi olan ve birçok karumda ticari ağı bulunan, borç verip senet düzenleyen, borcunu ödemeyenleri rehin alan, yüksek oranda faiz uygulayıp kendine ait ölçü kabı olması ile beraber mühür taşıyan tefeci kadın Madawada Anadolu yerli tüccar kadınların en ünlüsüydü. Ekonomik özgürlüklerden bahsettikten sonra kısaca kadının miras hakkına da değinmek istiyorum. Mirastan eş ve gubaptum denen rahibe kızlar ailenin diğer bireylerine oranla daha fazla pay alırlar. Rahibe kızın mirastan daha fazla pay almasının sebebi hiç evlenmeyerek baba evinden çeyiz parası almamasıdır. Eğer kız evlat rahibe olmazsa bile çeyiz parasından faydalanamadıysa mirastan payı alabilir. Belgeler incelendikçe kadının sadece ticari özgürlüğünde değil evlilik müessesesinde de erkekle haklarının paralel olduğu anlaşılır. Gelin eşlerin nasıl eşit haklara sahip olduğunu görelim. Ayrılma halinde var olan ve kazanılan malları eşit taksim ettiklerini görürüz. Koloni Çağı’nda Anadolu’da monogami vardı. Anadolu kadını Asur erkeği ile evlendiğinde başka eş alamaz şartı koşulur ve şayet erkek bu şartı yok sayarsa tazminat ödemek zorunda kalırdı. Ancak kadının iki sene içerisinde çocuğu olmazsa kendi rızasıyla gidip eşi için bir köle kadın satın alırdı. Bu köle kadın çocuk sahibi olur olmaz tekrar satışa sunulurdu. Tabletlerde en çok görülen ifadelerden biri şudur; eşler birbirini asla bırakmayacaktır ve terk eden taraf tazminat ödeyecektir. Domestik: Yerel, yerli - Karum: eski Asur ticaret bölgelerine verilen addır Buradan evlenmenin de boşanmanın da her iki taraf için eşit şartlarda gerçekleştiğini görürüz. Boşanma sonunda çocukların vesayeti her 8


iki tarafa da kalabilir ve anneye çocuğun bakımı için nafaka verilirdi. Evet, İÖ 1920-1750 yıllarını kapsayan Koloni Çağı’nda Anadolu ve Asur kadınının sahip olduğu bu haklar bize çok tanıdık geliyor ve Türkiye Cumhuriyet kadınının kazanımlarını hatırlatıyor. Osmanlı Devleti’nden kalan kanunlarda aile hayatında, evlilikte ve mirasta erkeğin üstünlüğü vardı ve laik düzende bu kabul edilemezdi. Mustafa Kemal, Yeni Türkiye’nin Mecelle ile yoluna devam edemeyeceğini söyledi ve yeni Medeni Kanun için arayışlara girdi. İsviçre’de 1912’de yürürlüğe giren kadın-erkek eşitliğine dayalı bir aile düzeni içermesi sebebiyle, 4 Ekim 1926’da İsviçre Medeni Kanunu birebir haliyle alınarak Yeni Türkiye’de yürürlüğe girmiştir. Peki neden coğrafi ve kültür olarak bize daha yakın olan Anadolu ve Mezopotamya’dan değil de sadece 14 senelik bir tarihi olan İsviçre’den aldık? O sancılı dönemde elbette profesyonel anlamda arkeolojik çalışmalarımız olmadığı için Kültepe topraklarında medeni hukukun esasen Koloni Çağı’nda da var olduğuna dair henüz gün yüzüne çıkmamış yüzlerce tablet vardı. 1948’de Prof. Dr. Tahsin Özgüç’ün burada bilimsel anlamda yaptığı ilk kazı çalışmaları ile bu tabletler gün yüzüne çıkmıştır. Yeni kazılarda özel ve resmi mektupların sayısının artması yerli toplumların siyasal ve hukukî yapısı aile düzenleri hakkında bizi aydınlatmıştır. Sonuç olarak Anadolu topraklarında yüzlerce yıl önce kazanılmış olan kadın haklarımız elimizden alınmış, unutulmuş ve bugünkü hâline evrilmiştir Kadının medeni hukuktaki hakları Anadolu insanın bir gerçeğidir. Tarihsel süreçte bunu yok saymamız maalesef bilime zıt düşer. Tarih bilimi her geçen gün teknolojik gelişmelerin de artması ile ilerler. Tüm bu gelişimi yorumlayarak daha iyi bir yaşamın olabileceğini ve bu bilim dalının çağımızı aydınlatacağını görmek mümkündür. Bu bilimsel verilerle medeniyetin beşiği deyiminin Anadolu ve Mezopotamya olduğunu ve bu topraklarda aslında kadının rolünün erkeğe paralel olduğunu görmekteyiz.

“Her başarılı adamın arkasında bir kadın yoktur. Kadın sömürüsü vardır.” ŞÜKRAN BAYRAM

9


BİLİMSEL İLERLEMEYE BİLİMSEL TACİZ “Neden hiç kadın filozof, matematikçi, bilim kadını yok? Neden çevremiz bilim adamları ile dolu?” Bu sorunun yanıtı, bilim dünyasının işlediği cinsiyetçi cinayetleriyle ve tarih boyunca onlarca örnekleri örnekleri görülen bir sorundur. Bu cinayetler, kimisi öldürülerek, kimisi anılmayarak, tarihe geç(e)memişlerdir ve yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğine yaklaşırken, hala bu cinayetlere devam edilirken, insanlığın amacı geçmişi malzeme etmek değil, ondan ders çıkarmak olmalıdır. İskenderiyeli Hypatia (370-415)

-Tarihin ilk 8 Mart’ı-

Hypatia aydınlanmanın bağnazlığa vermiş olduğu bilinen ilk kadın kurbandır. Kurban diyorum çünkü dinciler bilime kendini adını adamış bir kadını insan olarak görmemiştir. 1600 sene önce yaşamış İskenderiyeli Hypatia; doğduğu zamanda genel eğitim yok denecek kadar azdı, bilgiye ulaşmak zahmetliydi, mesafeleri aşmak çok zordu. Kısacası tam bir Ortaçağın yaşandığı dönemde, Hypatia bilime yaptığı katkılarla o döneme ışık oldu. Doğayı mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalıştı. Hypatia, matematik ve astronomi ilgili kitaplar yazdı. Astronomik Kanun adlı kitabında gök cisimlerinin sınıflandırılmasında, hidrometrenin bulunmasında, sıvıların yoğunluk derecesinin belirlenmesinde 10


ve daha birçok konuda bu alanla ilgili yapılacak çalışmalara asırlarca etkisi oldu. Ama Hypatia’da cinsiyetine takılmış; İskenderiye’de Hristiyanlığın gücü gittikçe artmış ve din her zamanki gibi kendine rakip olarak bilimi seçmişti. “Kadın sessizliği ve uysallığı öğrenmelidir. Kadının ne ders vermesine, ne de erkeğin üzerinde yetki sahibi olmasına izin vermeyeceğim. Suskun olacak ve sessiz kalacaklar, kadınlar. Çünkü önce Âdem, sonra Havva yaratılmıştır”. Cyril(Rahip) Hypatia’nın ölümünü emretmiş ve halkı kışkırtmış ve gericiliği insanların damarlarına enjekte etmiş ve Hypatia’yı “dinsiz” ve “şeytan” olarak göstermişti. Hypatia bilimsel ilerleme için çalışırken ve halkına bilimsel düşünceyi aktarmak için çabalarken, dincilerin ve gericilerin baskısı, sonucu öldürülmüştü. Bu dinsel ve toplumsal baskının bilinen ilk örneğiydi fakat bilinense son olmayacağıydı. Emilie Du Chatelet (1706-1749) On iki yaşında Latince, İtalyanca, Yunanca ve Almanca öğrenmiş bir Fransız kadın. Yaşadığı dönemde kadının toplumsal rolünün kritiğini yapmış ve kendince 19 yaşındayken kısmen daha özgür olabilmenin yolunu Fransız ordusundan bir generalle evlenip 3 çocuk sahibi olmakta bulmuştu fakat o içindeki bilim tutkusunun peşini hiç bırakmadı. İleri derecede matematik öğrendi. O sıralarda ders aldığı ve hocası Newton’un büyük bir hayranıydı. Newton fiziğinin hatalarının olabileceğini düşünecek kadar cesurdu. Hatayı bulabilecek kadar bilgisinin olup olmadığıyla değil bir kadının bir adamı eleştirmesi o dönemde pek mümkün değildi. Newton kinetik enerjinin hızla doğru orantılı olduğunu yazarken Chatalet hızın karesiyle doğru orantılı olduğunu iddia etmişti. O dönemde bilimin içinde kadınların hiç olmaması göz önüne alınırsa, Fransız Bilimler Akademisi’ne başvurusunun cinsiyeti nedeniyle reddedildiğini de düşünürsek söylemlerinin neden kendisinden 100 yıl sonra kabul görüldüğünü açık bir şekilde anlarız. Onun fikirlerinin bilime katksını anlamak için neredeyse üzerinden 100 yıl geçmesi gerekti. Nihayet Einstein bu fikri kullanarak enerji ve kütleyi ışıkla bir araya getirdi. Oysa bilim camiasında ondan bahsederken; Voltaire “Tek hatası kadın olmak olan harika bir adamdı” dedi ve sanırım bu ayıp da bize birkaç yüz yıl yeter(di). Margaret Eloise Knight (1838- 1914) Margaret, kese kağıtlarının alt kısmına uygun bir parça yerleştirilmesini sağlayan cihazı tasarlamış ve patentini almış mucit. Margaret’ten önce kese kâğıtları zarf şeklinde ve kullanışsızdı. İçine bir sandviç koymak bile mümkün değildi. Çünkü alt kısmı yoktu. Margaret ise buna çözüm olarak kâğıdın alt kısmına uygun parçayı yerleştiren bir cihaz icat etti 11


ve bu cihazın patentini 1871 yılında aldı. Buraya kadar her şey normaldi. Daha sonra Annan isminde bir uyanık, Margaret’e ‘’Bir kadın yenilikçi bir cihaz tasarlayamaz’’ diyerek bir dava açtı. Mahkeme ise Annan’ın bu davasını kabul etti fakat Margaret Annan’a karşı bir patent yasaklama davası açtı. Çizimlerini kanıt olarak kullandı ve kanıtladı. Çizimler uygun ve yeterli göründü. Davayı kazandı fakat daha çok uzaklara gitmeden yüzyıl öncesine kadar kadınların toplumdaki rolünün o zaman da ne olduğunu göstermeye çalışan Annan, kadının da insan olduğunu gösteren Margaret bize her dönem mücadelenin önemli olduğunu anlattı. Lizzie Magie (1866-1948) Lizzie Magie, ilginç bir kadın. Yazar, sanatçı, daktilocu, mucit, feminist. Haftada 10 dolar kazanabildiği daktiloculuk işi için “Bir çeşit kölelik işte” diyor. Kadınların yaşadığı ücret eşitsizliğini, evliliğin kadınlar için tek çıkış yolu olmasını protesto etmek için gazetelere kendi ilanını veriyor. İlanda “Genç Amerikalı kadın köle, güzel değil ama çekici, en yüksek teklif verene gidecek” yazıyor. Bu çıkış ses getirip gazeteciler açıklama isteyince Magie kadınların bulunduğu berbat konumla ilgili bir şey söylemek istediği için bu reklamı verdiğini anlatıyor ve bizler makina değiliz. Kadınların da akılları, arzuları, umutları ve hırsları vardır, diyor. Gelelim yıllarca anlatılan rivayete: Büyük Buhran’ın en yoğun yaşandığı günlerde işsiz kalan Charles Darrow adlı bir adam, kendini ve ailesini eğlemek için bir oyun icat ediyor. Oyuna Monopoly ismini veriyor ve vakit geçmeden oyunun haklarını büyük bir şirkete satarak hayatı kurtuluyor. Düzen, parlak çocuğunu tabii ki mükâfatlandırıyor. Amerikan rüyası ve mutlu son… Oysa işin arka bahçesinde başka şeyler var. Magie’nın kendi tasarladığı The Landlord’s Game oyununda iki versiyonlu bir kurallar sistemi var. İlki anti-monopolist diğeri monopolist. İlk versiyonda oyunu kazanmak tüm oyuncuların zenginliğini artırmaya bağlı ve bu ilk oyuna Magie “Refah Oyunu” da diyor. İkinci versiyonda oyunu kazanmak için tek bir oyuncunun monopoli kurması ve bütün rakiplerini teker teker ezmesi lazım. Sistemin yoksulları daha yoksul zenginleri daha zengin hâle getirdiğine, gelir dağılımındaki ve vergilendirmedeki eşitsizliklere dikkat çekmek isteyen Magie’nin cin fikri şu: İki oyunu arka arkaya oynayan biri elbette ilk oyunun ahlaki açıdan daha üstün ve çoğunluğun menfaatine olduğunu görecek, böylece bilinçlenecek. Bir kapitalizm eleştirisi olarak gördüğü oyunun özündeki fikrin kitlelere yayılması, fikrinden, ve şirketin diğer oyunlarını yayınlama ihtimalinden heyecan duyan Lizzie Magie, fikrini yürüten Darrow’un sahte hikayesine ses etmiyor. Yıllarca popülerliğini kaybetmeyen Monopoly sonuç olarak Magie’nin planladığından çok farklı şeylerin sembolü oluyor. Şans, fırsatçılık, dü12


şene bir tekme de sen atçılık ve sinsi hesapların ödüllendirildiği, iflasa sürüklenen bahtsızların sömürücünün neşesine neşe kattığı ancak diğer herkes kaybederken kazanabilen “tek”leri yücelten müthiş bir oyun. Magie ise tabloyu görünce şöyle diyor: “Kısa zamanda, umarım çok kısa zamanda, kadınlar ve erkekler Rockefeller(19. Yüzyılın Amerika’sında petrol ve banka sayesinde tekel olmuş ailenin üyesi) ve Carnegie(19. Yüzyılın Amerika’sında demir ve çelik sayesinde tekel olmuş sanayici) gibi bu kadarıyla ne yapacağını dahi bilemediği kadar çok paraya sahip olanlar yüzünden yoksul bırakıldıklarını anlayacak.” Ölümünden sekiz yıl önce nüfus sayımındaki Magie’ye “Mesleğiniz nedir?” sorusunu “oyun yaratıcısı” diyerek cevaplayarak “Geliriniz?” kısmına da koca bir sıfır koyuyor. Henrietta Swan Levaitt (1868-1921) Henrietta, uzay araştırmalarında kilit bir keşifte bulundu. Büyük mesafelerin doğru ölçümünü geliştirmesiyle, evrenin yapısı ve boyutlarının anlaşmasında 19. ve 20. Yüzyılda modern astronomide kendinden sonra yapılan hemen hemen tüm keşiflerin yolunu açmıştır. Peki ne yapmıştır? Bugün evrenin Samanyolu’ndan ibaret olmadığını söyleyebiliyor ve bunu hesaplayabiliyorsak bunu Henrietta’nın formülüne borçluyuz fakat bu keşfe rağmen haftada 10.50 dolarlık asgari ücretle ömrünün sonuna kadar çalıştı. Lise Meitner (1978-1968) Bilimde kadın olduğu için karşılaştığı engeller, uğradığı ayrımcılıklar karşısında fizik tutkusundan vazgeçmeyen ve büyük keşifler yapan “nükleer fiziğin annesi” olarak adlandırılan bir bilim kadını. Nobel Kimya Ödülü komitesi, 1944 yılında Lise Meitner’in çalışmalarını göz ardı ederek, fizyonu keşfetmesinden dolayı ödülü Otto Hahn’a verdi. Otto Hahn ise tüm çalışmalarını Meitner’la beraber yapmıştı. Bu yanlışlıktan ve Meitner’in katkılarını, ödülü alırken hiç bahsetmedi. 1943 yılında, ABD’nin yürüttüğü kod adı Manhattan Projesi olan atom bombası projesine gidecek olan İngiliz takımına davet edildi. Lise Meitner,bilimsel katkılarını askeri uygulamalarında kullanmayacağını belirterek teklifini geri çevirdi ve 2. Dünya Savaşı bitindeye kadar isveçte kaldı. Belki milyonlarca insanın ölümüne yol açan proje daha fazla insanı öldürmekten biraz da olsa uzaklaştı. Elisa Leonida Zamfirescu (1887-1973) Kadınların sadece mutfakta kariyer yapabileceğinin düşünüldüğü bir dönemde tutkulu ve hırslı bir kadın, kadınlara konulan sınırlamaları yıktı. Hem de bunu mühendisliğin bir kadın için ağır iş olduğu düşüncesine inat “dünyanın ilk kadın mühendisi” olarak yaptı. Bükreş’teki Ulusal Köprü ve Yollar Okulu’na yaptığı başvurusu cinsiyetçi ön yargılar 13


nedeniyle reddedildi. Daha sonra Berlin Teknik Ünivertsitesine başvurdu. Dekan, ilk defa bir kadın başvurusu alınca konuşmayı direkt Almanya’nın kadınlar için belirlediği “Kirche, Kinder, Küche” yani “Kilise, Çocuklar, Mutfak“. Burası mutfak değil teknik okul, diyerek küçümsedi fakat Elisa zeki bir kadındı mülakattan geçmişti ve okulu derece yaparak bitirdi. Elisa, önyargıları parçalayan kadındı. Cecilia Payne-Gaposchkin (1900-1979) 1925’de henüz en saygın astrofizikçiler, yıldızların ağır elementlerden oluştuğunu iddia ederlerken, 25 yaşındaki bir genç ingiliz doktora öğrencisi, devrim niteliğinde bir teze imza attı. Tezinde, güneşin, tüm yıldızların ve haliyle evrenin temel olarak hıdrojen’den meydana geldiğini iddia ediyordu. Çok mu alalede bir keşifti Cecilia’nın yaptığı? Üzümlü kek atom modeli kadar mı değeri yok muydu, derslerde öğretilecek? Astrofizik ve uzay bilimleri uzman heyeti başkanı Henry Norris Russel, genç kadının tezini “imkansız” diyerek reddetti. Ancak aradan 4 yıl geçmeden kendisi de tamamen aynı sonuçlara varan bir çalışma yayınlamak zorunda kaldı. Yıllar sonra bir konuşmasında bu durumu anlatırken şöyle bahsedecekti: “1925 yılında Yıldız Atmosferi tezi ile Harvard astronomi alanında doktora sahibi olan ilk kişi oldum. Burada yıldız oluşumunda hidrojenin en bol bileşini olduğunu saptadım. Bununla birlikte, bir öğretmen bana bu sonuçların olası olmadığını söylememi önerdi. Dört yıl sonra, aynı öğretmen, astronomi topluluğunu hidrojenin evrenin en bol elementi olduğuna ikna etti. Ve sadece 1962’de astronomi alanındaki en parlak yazı olarak gösterdi. Öte yandan, doktora törenime girdiğimde, Harlow Gözlemevi Müdürü Harlow Shapley derhal araştırmacı olarak beni tuttu. Ama nihayet gökbilimci ünvanını kazandığım 1938 yılına kadar resmi bir görevde bulunamadım.” Adı Galileo, Newton ve Einstein’la birlikte anılması gerekirken akademik kurumların erkek hakim yapısı, Cecılıa’nın hakettiği yeri almasına cinsiyeti engel oldu. Üstelik bütün fen bilimi ders kitaplarımızın, evrenin temel atomunun hidrojen olduğunu yazıyorken, bu hayati bilgiye nereden ulaştığımıza dair en ufak bir bilgi sunmuyor oluşuna dikkat edebiliriz. 2002 yılında Harvard Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi dekanı Jeremy Knowles, Cecilia hakkında “1979’daki ölümünden bu yana evrenin neden oluşturduğunu ortaya çıkaran kadın çok fazla anılmadı. [...] Her lise öğrencisi Newton’un yer çekimini bulduğunu, Darwin’in evrimi bulduğunu, hatta Einstein’ın göreceliği bulduğunu bilir. Ama konu evrenizimin oluşumu olunca, ders kitapları basitçe evrendeki en yaygın 14


maddenin hidrojen olduğundan bahsediyor. Kimse nereden bildiğimizi merak etmiyor... Doktorasını kazandıktan sonra Cecilia astronomi departmanında ders verdi, fakat dersleri ders listesinde yoktu. Herhangi bir statü olmadan mezuniyet araştırmasını yönetti; araştırma izni almadı; maaşı ise departman tarafından “araç gereç” adı altında kategorize edilmişti. Yine de hayatta kaldı ve ilerledi.” dedi. Ayrıca bilimsel çalışmalarını yaparken erkek meslektaşlarından daha az bir ücrete layık görüldü. Kathrine Switzer (1947) “Rahmin düşebilir, bacakların kalınlaşır hatta gövden kıllanabilir. Bunun için yeterli donanıma sahip değilsin. Hem zaten bu erkek sporu neden bunu yapmak isteyesin ki?” İşte bundan 50 yıl öncesine kadar bu tür düşüncelere dayanarak kadınların maratonda koşmasına izin verilmiyordu. Kathrine yirmi yaşında koşmaya karar verir fakat o zamana kadar yasal bir engelin olmamasına rağmen toplumsal baskı hukukun önüne geçer ve kadınların maratona katıl(a)mazlar. Katharina ismini K.Switzer olarak kaydettirir ve koşmaya başlar. Fakat kadın olduğu anlaşılınca, rakipleri Kathrine’tı iterek ve durdurak onu oyunun dışına itmeye çalışırlar. Başarılı olamazlar; Kathrine:“Eğer o an vazgeçseydim kimse kadınların da uzun mesafe koşabileceklerini, koşmaya hakları olduğunu düşünmeyecekti. Benim yalnızca yeteneksiz bir palyaço olduğumu düşüneceklerdi… Koşmak beni güçlü ve özgür hissettiriyordu. Yapmak istiyordum ve yaptım. Bitiş çizgisine varığımda ise “Yaşasın başardım” demek yerine “Yaşasın bir hayat planım var” diyordum.” Sevgili kıymetli insan arkadaşım, bilim dünyasına yıllarca bilim adamı dememiz elbette çok normaldir değil mi? Çünkü erkek yapısını kabulenmiş bir bilimsel anlayıştan ve bize dayatılan (sözde) bilimden geriye ne kalır? Kaba ve ilkel cinsiyetçi söylemler: Kadın okur mu, kadın ne anlar? Şimdi bize tüm bu bilimsel ilerlemeden geriye ellerimizde değil bilim kadınlarının izini sürmek ve onların varlığından bile haberdar ol(a) madığımız bir bilim tarihi kalıyor. Bu tarihi yaratacak olan da bozacak olan da bizim insan olan ellerimiz.

TALİP CÜZDAN

15


ÇÜNKÜ KADIN Bir cinayet dosyasında fâile yöneltilen öncelikli sorulardan biri “Neden öldürdün?” sorusudur. Meşru savunmanın olup olmadığının tespit edilmesi gerektiği için bu soru ilk olarak kolluk kuvvetlerince sorulur. Birkaç cinayet soruşturma dosyasındaki “Neden?” sorusunu yanıtlayan fâillerin cevapları şu yönde: -Çünkü benden ayrılmak istedi. -Çünkü boşanmak istedi. -Çünkü barışma isteğimi reddetti. -Çünkü beni aldatıyor zannettim. -Çünkü beni aldatıyordu. -Çünkü sözümden dışarı çıkıyordu. -Çünkü sevgilime hizmet etmiyordu. -Çünkü kendi başına karar almaya başlamıştı. -Çünkü seks işçisi olarak çalışmayı reddetmişti. -Çünkü sosyal medya üzerinden benim tanımadığım insanlarla konuşuyordu. -Çünkü ailesinin aklına uyup bana direniyordu. 16


-Çünkü ben kıskanç biriyim. Seven insan kıskanır. -Çünkü eve geç geliyordu. -Çünkü sevgilisi vardı. -Çünkü benimle cinsel ilişkiye girmek istemedi. -Çünkü öldürebilecek güçteydim. -Çünkü canım öldürmek istedi. -NAMUSUMU TEMİZLEDİM.

Fâillerin bu cevaplarından maktulün kim olacağına dair bir çıkarımda bulunabiliyoruz: Maktul bir KADIN. Peki bu cevapları veren katillerin, dosyalarının kovuşturma safhasında nasıl bir ceza almaları beklenir? Verilen cezada indirim yapılır mı? Tahrik hükümleri uygulanır mı? Aynı suçu tekrar işlemeyeceğine dair mahkemede olumlu kanaat oluşturmaları mümkün mü? Bu katiller tutuksuz yargılanır mı? Bu sorular da günümüzde artan kadına şiddet, kadın cinayetleri olaylarından sonra internette en çok aranan sonuçlardan birkaçı. Şiddet gören ve henüz ölmemiş kadınların arama sonuçları... Toplumumuzda kadının varlığı, bir metadan farklı oluşu, insan olduğu gerçeği geçmişimizden beri kabul edilmemiştir. Ancak son dönemlerde toplulumuzun yoz olarak doğan bu yapısı, iyimser bir bakış ile, fark edilmeye başlanmış durumda. Peki bu fark ediliş nasıl işliyor? Şiddet gören kadın kolluk kuvvetlerine defalarca şikayette bulunup ancak her seferinde memurlar tarafından, “ Aile içinde olur böyle şeyler, bir daha yapmaz, hadi evinize gidin sen de adamı kızdırma, sözünden çıkma.” şeklinde telkinlerde bulunularak mağdur bir kadını, potansiyel bir katil ile aynı eve göndererek mi fark ediliş gerçekleşiyor ya da şiddet gören bir kadının 27 kez suç duyurusunda bulunduğu, yalnızca hakkında uzaklaştırma kararı verilen eşi tarafından öldürülmesi ile neyi fark etmiş oluyoruz? Kadınlar hâlâ öldürülürken hatta küçücük çocukları önünde canavarca öldürülürken biz neyi fark etmiş oluyoruz? Fark edilen şey kadınların ölebiliyor olmasından dolayı aslında bir canlı olduklarının kabulü, fâillerin “adam öldürme” suçu ile değil de yalnızca “öldürme” suçu ile yargılanıyor olmaları, hukuk sistemimizin bir kadını koruyamıyor olması, şiddeti yahut cinayeti önleyebilecek yetkili mercilerin somut durumu yok saymaları, kadınların gördüğü şiddet karşısında son yıllarda karakola ya da savcılığa kadar gidebiliyor olmaları. Ne acı bir farkındalık... Farkındalığımızı kadın haklarının insan haklarından ayrı bir kapsamda ele alınıp işleniyor olmasının, insanlığın 17


kara lekelerinden yalnızca bir tanesi olduğuna yönlendirebilseydik ya da kadınların talep ettiği hakların kadınlara özgü haklar olmayıp, her insanın atanmış cinsiyeti, cinsel yönelimi ya da cinsiyet kimliği ayırt etmeksizin sahip olması gereken tabii haklar olduğunu ve bu bağlamda “kadın hakları” yerine, “kadının insan hakları” kavramını kullanmanın daha uygun olacağı görüşümüzü daha gür bir sesle savunabilseydik. Her gün bir yerlerde bir kadın öldürülürken kavramsal tartışmalara yönelmek demek, öncelik sıramızı yanlış tespit ettiğimiz ve hata yapıyor olduğumuz anlamına gelmekte. Belki de kadın cinayetlerinin varlığı bu kavramsal tartışmaları yapmakta geç kalmamızın bir sonucudur. Hiçbir şey için geç değil. Kadın cinayetlerini ve kadına şiddeti engellemek için gerekli eğitimler her yaşta verilmeli, aileler, aile bireyleri bilinçlendirilmeli, verilecek cezalarda bir kravatın iyi hal teşkil etmemesi hususunda kanunî düzenlemeler yapılmalı, kadının insan olduğunu, içinde dünyayı barındırdığını ve mucizevi güçte olduğunu, bir toplumun gelişip medenileşebilmesi için kadına muhtaç olunduğunu her defasında tüm insanlara defalarca ve defalarca tüm eğitim- öğretim yolları kullanılarak anlatılmalı, kadına şiddetin yalnızca fiziksel şiddet olmadığı, psikolojik şiddet diye bir gerçeğin de var olduğu ve bunun engellenmesi gerektiği cinsiyet kimliği ayrımı yapılmaksızın tüm insanlara anlatılmalı, insanlara birbirlerini sevebilmeyi, birbirlerine karşı hoşgörülü olabilmeyi ve saygı duyabilmeyi ivedilikle öğretebilmeli, vs diyebilmeyi çok isterdik. Ancak artık çok geç. Bir çocuk annesine ölmemesi için yalvardı. Bir kadının- bir annenin son sözleri “ÖLMEK İSTEMİYORUM!” oldu. Bir kadın öldü. Artık çok geç çünkü öldürülen kadınlarımız geri gelmiyor. Bu geç kalınmışlıkla her yeni gün kadınlarımız öldürülmeye devam ediyor. Eğer böyle devam ederse, öldürülme zamanı bize gelene kadar içimiz yanmaya devam edecek. Kadının tüm kirli, yobaz, sapkın düşüncelerin konusu olamayacağını, kadının meta olmadığını, hastalıklı düşüncelerin fantazi figürü olmadığını, hizmetkâr olmadığını, kimsenin namusu olmadığını, herhangi bir şahsa ait olmadığını, kadının tek başına tam ve bağımsız bir insan olduğunu her bir bireyin beynine işlemedikçe, medeniyete, insanlığa en ufak bir adım atamayacağız. Savunduğumuz tüm bu gerçeklerin devlet eliyle koruma altına alınıp hükümet misyonu haline getirilmesi gerekmektedir. Muhalif görüşleri savunmaktan korkan insanların; kadına, çocuğa, LGBTİ+ bireylere, hayvana, doğaya zarar vermekten korkmadığı bu dönemin bir an evvel kapanmasi ancak kendine ve karşısındakine saygı duyan insanlarla mümkündür. Kadının bir gün “çünkü o kadındı” cümlesini artık başarılarda duymak, zihinlere kazınmış algıyı hukuk, eğitim ve ekonomik alanlarında yapılacak kalıcı ve gerçek çözümlerle sağlanabilir. Bugün gerek İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan tüm koşullar maalesef 18


dünya insanı için uzakken, kadınlar için ütopik sayılacak raddeye getirilmiştir. Kadının sorunları ele alınırken, sadece şiddet konusu değil yaşamın her alanında kadın hakları vurgulanmalıdır. Pozitif hukuk kurallarının uygulanmasının yanı sıra bu ideal kurallar herkesi ayrım gözetmeksizin kapsamalıdır. Ancak bu şekilde bireyler kendilerini kanunlar karşısında güvende hissedip hukuk devletinden kendilerine korunma isteyebileceklerdir. Bileceklerdir ki hukuk devletinin memuru, potansiyel bir katil ile bir mağduru aynı eve göndermez; potansiyel bir katili engellemek adına gerekli tüm önlemleri ivedilikle alır. Son tahlilde hukuk, objektif şekilde hazırlanmalı ve uygulanmalıdır. Bu yüzden çağ dışı, insanlık dışı törelerin ya da inançların hukuk kurallarının merkezine koyulmasına imkan verilmemeli. Bunun yanı sıra hukuk, akılcı ve bilimsel olmayan nedenleri dayanak alarak cinsiyet ve cinsiyet kimliği ayırımına kılıf olarak kullanılmamalıdır. Rotamız belli: Kadın, erkek ve yönelim ayrımı yapılmaksızın hepimizin insan haklarını anlayacağımız güne kadar bir an bile durmadan, dinlenmeden mücadele, mücadele, mücadele...

BEGÜM GÖKAY

19


BİR HAVVA MESELESİ Spiker: New York’ta 40 bin tekstil işçisi, olağanüstü koşullar altında, 16 saatlik işgününün 10 saate indirilmesi, insanlık dışı çalışma koşullarının düzeltilmesi, ücretlerin yükseltilmesi, kadın işçilerin eşit haklara sahip olması için greve başladı. Başlatılan grevde, eylemi durdurmak isteyen polis, kadın işçilere saldırdı. Fabrika yönetiminin de desteğiyle binlerce işçi fabrikaya kilitlendi, bu sırada çıkan yangında içeride kilitli kalan işçilerden 129’u yanarak can verdi. Üstelik cenazede yüz binlerce kişinin olması bugüne kadar görülmemiş büyüklükte bir kadın direnişi olduğunu gözler önüne serdi. Ücretleri erkeklerinkinin yarısı kadar olan kadın işçiler, yarım günlük, ya da daha kısa izinler alıyor, tam gün izin almadan, her makine odasında 80 kadın işçi ile onların başında 2 erkek işçi bulundurmak koşuluyla çalışıyorlar. Korkunç makine uğultuları içerisinde sıcak, iplik ve yün tozu içindeki atölyelerde çalıştıklarını beliten kadın işçiler, her gün birkaç arkadaşının hastalanıp işten attıklarını söylediler. 10 yaşlarında çocuk işçilerle birlikte çalışmalarını sürdürdüğünü ve bunlara yıllardır herhangi bir çözüm üretilmediği için tepki verdiklerini dile getirdiler. Ve tüm bunların yanında bir de; kadın işçilere içeride, düzenli ve sistemli bir biçimde el kitabı dağıtılıyor ve içerisinde: “Kilise ibadetine katılma20


yan ve ahlaktan yoksun kadınların istihdam edilmeyeceği” yazıyor. Ve belli aralıklarla dini toplantılar düzenleniyor, toplantıda: “Tevrat’ta açıkça belirtilmiştir,” diyen işverenler, toplantılarda din adamlarıyla yaptığı konuşmada: “Erkek, karısının pazar yerine gitmesini engelleyerek ona sahip çıkmalıdır, çünkü pazar yerine çıkan her kadının başına eninde sonunda felaket gelir.”(...) İşte kadının üzerine kurulmuş tüm baskılara karşı çıkanlar, bugünlerde hala varolduklarını bizlere dünyanın birçok yerinde gösteri…” 162 yıl önce yaşanmış bir haber tartışmasının değerlendirmesini, açtığı ajans haberinde dinlerken; geçen gün dinlediği bir konferansta: 2018 yılında 440 kadın cinayeti işlendiğini, yüzlerce çocuk ve kadının tecavüze uğradığını duyunca, aklından ilk geçen şeyin 162 yılda 271 kadın daha fazla öldürüldüğü olmuştu. Üstelik bu sadece bilinendi. “Kim bilir,” dedi içinden “Kim bilir kaç bin kadın öldü, ölüyor.” “Kim bilir,” dedi mırıldanarak, “Kim bilir evlerde, tekstilde, fabrikalarda, otellerde, barlarda, kaç kadın, pardon” dedi “kaç emekçi kadın ayaküstü ölüyor.” “Herhalde, tüm insanlık ayakta ölenlerden haberi olsaydı… tüm dünya insanları, ölenleri anmak için yine de 8 Martı beklerlerdi” dedi. Önünde duran; Emine Semiye’nin Sefalet isimli romanına bakarken, kendisinin neden yaşadığını düşündü. “Kadın,” dedi içinden durdu biraz ve tekrar etti, “boyun eğme ve artık yeter de kalk yerinden” dedi. “Bak,” dedi “kendin için değilse bile senden sonrakiler için dur demeli bu zulme. Neye? Hangisine kime, kim için ama üstelik tek başına mı? Hangi kadınlar için. Çevresinde kaç tane kadın evlenene kadar, özgürlüğü için mücadele edip, evlenince eviyle evlenmemiş miydi? Üstelik ne için? Dokuz ay önce mezun olduğu okuldan sırf kadınsın diye erkek arkadaşından daha az ücret verdiler diye kavga etmemiş miydi? İyi de, kim içindi?” Katıldığı toplantılara gelen kadınların birçoğuyla derdi aynı değildi. Bunu biliyordu. Ve üstelik bu konuya kafa yormuştu, kendiliğinden doğmayan şey, kendiliğinden gitmezdi. Oysa iki yüz bin yıl önce başlayan evrim, bize omurgalı ve iki ayağı üzerinde bir canlıya dönüştürmeye çalışsa da, hâlâ sürüngeliğinden hiçbir şey kaybetmemiş yığınlarla doluydu dünya denilen, gezegen. Elinde günlük ücretinin yarısından biraz daha az olan kahvesini masasının üzerine bırakırken, pembe bilekliğini aldığı günden bu yana çıkarmadığını fark etti. Kahvesinden bir yudum alırken, dışarıda gürültüyle birlikte bir çığlık sesi duyuldu. Oysa bu caddeden ilk geçişi değildi. Tam üç yıldır haftada bir arkadaşlarıyla burada toplanır, dünya, gündem, magazin gibi her türlü konuları burada konuşurlardı. İlk geçerkenki tedirginliğini bir türlü atamamasına rağmen alışmıştı. Yolda yürümeye başlayınca berberin önünde ne kadar erkek varsa, kafasını çevirip o 21


oradan gidene kadar onu rahatsız ederlerdi. Ses etmezler, sadece göz ucuyla bakarlardı. Arkadaşları olmasa o caddeden geçmek bile istemezdi. Hatta birgün numarasını nereden bulduğunu bilmediği bir adam, Adem, bir ara Havva’ya fena takmıştı. Sürekli aramalar, rahatsız etmeler de cabasıydı. En son ondan kurtulmanın yolunun başka bir erkek arkadaşı olduğunu söylemekte bulmuştu. Ama bu durum Havva’yı hem rencide etmiş, hem de kötü hissetmişti. (Hatta bize anlatılmayan bir hikayede Adem’i de yaratan da bir Havva’ydı) Ve aramaktan vazgeçmişti. Fakat ne zaman o caddeden geçse, o irkiltiyle geçerdi. Kendisi irkildi ve bir adamın sesi duyuldu. Feride’nin Kocası: “Haydi, eve gidiyoruz, yürü! Namussuz, şerefsiz, senin ben şerefini sikeyim… Ulan sizin gibiler yüzünden cehenneme gideceğiz… Namussuzsun sen, kâfir karı… Benim namusum var, kaltak.” Feride : “Bırak beni!..” Feride’nin Kocası: “Yeter bu kadar nefes aldığın, yürü.” Feride: “Bırak kolumu, canım acıyor…” Bu cümleler Havva ‘ya tanıdık gelmişti. Çünkü yaklaşık dört aydır ajans haberlerinde bu tarz insanların sesleri, yaşattıkları ve öldürdükleri insanları konuşuyorlardı.(Hatta yanlış anımsamıyorsak, 2019 yıllında 430 kadın cinayeti işlenmişti.) Havva ilk izlediği haberde, yaşasa, yaşıtı olacağı, tanımadan arkadaşı olmuş Özgecan geldi aklına. İnsanın yirmi yaşında çocuğu ölür müydü? Eve gidiyor diye? İnsanlar toplanıp, onun üzerinde ne var, ne giymişler, ne işi varmış gibi sorularla yargıladığı geldi aklına. Katil ve sapık değil, mağdur olanın yadırgandığını düşündü. -O neden onu giyiyor? -O saatte ne işi vardı? -Kadın kısmı okumayacak…(Hastaneye gittiğinde ise, karısına “kadın 22


doktor olmadığı” için tedavi ettirmeyerek öldürtecek ve erkek doktoru da dövecekti, bunu söyleyenler.) İnsanların özgürce yaşadığı bir yer değildi, yaşadığı yer. Erkeklerin ve gölgesinde kalmış, gölgesi bile kendisine yabancılaştığı bir yerdi burası. İnsanlar evlerine dönerken ölmenin, tecavüze uğramanın, taciz edilmenin normal bir şeymiş gibi olduğu yerdi burası. Oysa insanlar dedikleri hep erkekti. Kadınlar insanlığın soyundan değil, kaburgasından gelmişti. Bunu öğretmişlerdi. Oysa bilselerdi tüm kadınlar ve erkekler, bu sokaklarda güneşin aydınlığı, ayın çehresi etrafında kollarını gererek korkusuzca yürümenin, evin kapısının yolunu tutarken veya sokakta canı istediği diye gezebilme hürriyetini arkasında birisi gelmeden, korkudan yüreği titremeden(ki bu korkunun tüm suçunu, halklar-erkek hegomanyasındaki halklar- olarak kadına bağlıyoruz), etrafına ürkerek değil güvenle gezebilmek, her ortamda kahkasını ölçülü atmaya mecbur olmadan gülebilmek, ve hatta bazen konuşabilmek için neler verilirdi... Bilseydi, bunu; buna sahip olmayan insanlar, bu ne muhteşem bir saadettir! Derken, sesler yükseldi. Yükseldi. Yükseldi. Önce kafasında, sonra dışarıda. Caddenin kenarında kalabalık toplanmıştı. Üstelik bakmaktan bile nefret ettiği berberin hemen yirmi metre önünde bir kadın, yere kapaklanmış, durmadan çığlık atıyordu. Adamınsa elinde bir sopayla gelmeye çalışan insanlara vuruyordu. Hatta bir tanesini kendinsinden biraz daha küçük olan muhtemelen liseye giden bir çocuğun omzuna vurmuş, vurunca daha da hırs yapmış, yerdeki kadının sırtına üç kere sertçe vurmuş, kadınsa bağırmanın bir faydası olmayacağından veya kimsenin bir şey yapamamasından veya adamın vurduğu sopanın da etkisiyle baygınlık geçirmişti. Havva hayatta bir şey öğrendiyse kim olursa olsun, dünyada herkesin en düşüncesiz bir insanın bile başkalarına söyleyecek belki yardım edecek bir tek sözü olduğu inancıydı, yoksa da olmalıydı. Oysa hakikat; kaçmaktı, onlar için. Her zamanki gibi, gördüğü her şeyden, kendince kaçmak... Gözünün önünde, dokunsan yardım edebileceğin her şeyden herkesten kaçmak. Havva koşarak kadının yanına gitti. Adam vurdukça güç alıyor ve çevresi sessiz kaldıkça yaptığı işin doğruluğundan eminmiş gibi bir tavır alıyordu. Havva; şu halde sırf bir kadın kimliğinin onu böyle, bu duruma getireceğine kanaat getiremedi ilk başta. O zaman birdenbire farkına vardı ki, tepki görmediğin davranış meşrudur. Çünkü öyle bir tablo varkı ki karşısında, bir adam bir kadını dövüyor, ve adamın yaptığı çok olağan bir şeymiş gibi, insanların bir tanesi ne yapıyorsun demiyordu? Ya bu insanlar küçüklükten bu olayı özümsemişlerdi veya sistemli bir şekilde bu durumun normal olduğu onlara empoze edilmişti. Oysa insan, ha23


yatında merak ve yardım duygusu sayesinde çok tehlikeli işlere atılır, fakat yaptığı şey bir şekilde bir yerde, görünür veya görünmez bir öğreti tarafından meşrulaştırılmışsa, onu böyle tepkisizleştirilmeye mecbur ederdi… Madem bu görünmez şey, her şeye müdahale edip, düzenliyordu... Öyleyse bu tablo karşısında adamın yanında yer alıyordu. Demek ki dedi içinden: “O da onlardan.” Karşısında herhangi bir sığınağı ve silahı olmayan insana, bu kadar acımasızca vuran insancığın içerisinde ne olursa olsun yüreğinin içi çöplükten başka bir şey değildi... Havva : “Bırak kadını, hemen!” Feride’nin Kocası: “Karım o benim ...” Sanki doğduğu andan itibaren sadece bu an’da söylemesi gereken ve yıllarca içinde biriktirdiği tüm geride kalmışlığını, itilmişliğiyle Havva: “Karınsa, karını sen mi yarattın, sizin bu Tanrıcılığınız yüzünden her gün birimiz mi öleceğiz... Oysa o vurduğun ellerin yarısı bizsek, yarısını siz öldürdünüz, biz birlikte yaşamayı biliyoruz…” Havva için bu o kadar üzücü bir manzaraydı ki, Havva bu anı yaşamaktansa, gidip tüm insanların zihinlerini kitaplarla düzeltmek, orada hiç olmazsa brikaç insani duygu yerleştirerek kendi hissesine düşen payı yapmak istiyordu. Ve bunlar söylerken kendinden çok emindi. Çünkü güce karşı çıkmıştı. Gitmek için kalkmıştı ki, yerde baygınlık geçirmiş duran kadının yanında küçük kızı gördü. Kız bir şey demeden, için için ağlıyordu. Sarı saçları ve tombul suratı ile Havva ile göz göze geldiler. Havva, kızın ağladığını görünce daha çok etkilendi. Ve kendini tutamayarak onu kolundan yakaladı ve çekti, başını göğsüne bastırdı. Sonra ıslak gözlerini ve yüzünü öptü. Havva bir şeye geç kalıyormuş gibi çabuk ve sinirli hareketlerle çantasını eline aldı ve çantasıyla olanca gücüyle kafasına geçirdi. O an ne olduysa oradaki kalabalık 24


Havva’nın vurmasından güç alarak adamı dövmeye başlamış, hatta az önce koluna vurduğu çocuk elinden düşürdüğü sopayla adamın tam alnının üstüne olanca gücüyle vurmuş, etraf yeniden uğultuyla çalkalanmaya başlamıştı. Derken Havva yerdeki kadının yüzüne bakınca kadınınb arkadaşı Feride olduğunu farketmişti. Feride’nin yıllar önce annesi ölmüş, babası bir fabrika işçisi olduğundan günün yarısından fazlasını çalışarak geçirmiş, Feride’yle çok ilgilenememişti. Feride 17’sinde tanıştığı bir adamla-ki yanlış hatırlamıyorsak adam Feride’den on üç yaş büyüktü- kaçmış, sonra oradada maddi sıkıntılar yaşayınca, evleri kendilerine ait olan mahalleye taşınmışlardı. Fakat Havva, Feride’yi çok az görmüştü, belki üç belki dört kere. Havva duyduğuna göre kocası dışarıya çıkmayı yasaklamış, çok ciddi bir şey olmadıkça –olsa da- ondan izinsiz çıkmasına izin vermiyormuş. Havva Feride’nin durumuna bakarken, az önce Feride’yi döverken sesini çıkarmayan hatta uzaktan izleyen Adem’in şimdi Feride’nin kocasına en sert darbeleri vurduğunu görünce içinden: “Aman yarabbi, yoksa bu manyaklardan kurtulamayacak mıyım?” diye içinden geçirdi. Havva, ömründe bu derece iğrendiği başka bir insan tanımamıştı. Üstelik bu tiksinmesinde Adem’in suratının hiç değeri yoktu. Havva’ya asıl iğreti gelen onun o iğrenç bakışlarıyla, küçük dağları ben yarattım büyüklerini de tanımam havası idi. Hiçbir insani belirti taşımayan, her gördüğü konuyu sapkınlığa ve kendi uçkuruna yoran o havasından iğrenmişti. Her insanı rahatsız eden ama çevresindeki herkesin kendisi gibi olduğu kirli bir yüz ve o yüzün iğneleyeci bakışları katlanılmazdı. Küçük kız Havva’nın yanına gelmiş, onun bacağına sarılmıştı. Ve yeniden göz göze geldiler. Fakat bu sefer birbirlerine karşı gözyaşlarıyla değil, tüm bu tablodan, fazlasıyla şeyler anlayarak baktılar birbirlerine. Olayların bu kadar kolay ve hızlı değişebileceği Havva’nın hiç de aklına gelmemişti. Havva için yaşam nehrinin yönünde akması gerektiği inancı vardı. Havva, müdahale etmenin değerini anlamıştı. Eğer müdahale etmese, o kalabalık belki Feride’nin sonu olabilirdi. Havva bunu düşünce irkildi. Ambulans Feride’yi alıp giderken, çevrede yine hep aynı uğultu vardı ve Havva kafasını çevirince Adem’e rastladı ve hemen oradan uzaklaştı. Annesini hastanete kaldırdıkları Nisa ise Havva’yla beraber hastaneye gelmiş, bir banka oturmuşlardı. Havva’nın içinde mahçupluk vardı. Havva, Nisa’nın üzerindeki kazaktaki Çalıkuşu işlemesini gördü. Havva, Nisa’ya üzerindeki kuşun ne olduğunu ve kuşları sevip sevmediğini sordu. Nisa: “Anneannem, bu kuşu çok severmiş, o da bir filmden izlemiş, hatta annemin adını filmdeki kadının adıyla aynı koymuş. Ben gerçi görmedim anneannemi ama annem hep öyle anlatırdı.” Havva sarsılmış, Çalıkuşunu düşünmüş ve tüm bu olanlarla birlikte 25


kafasında uğultu başlamıştı. Havva tüm bu kalabalıkla kafasındaki uğultuyu bağdaştıramamıştı. * Spiker: “Yayınımıza devam ediyoruz ... Şimdi uzun zamandır ülkemizde ve dünyamızda yaşanan bir sorunu değerlendirmesi için sözü Horoz Dövüşlerini Yaygınlaştırma Derneği Başkanı ve Bekareti Korumak İçin Mücadele Derneği Başkanı sayın…”derken biraz duraksadı. Bekareti Korumak İçin Mücadele Derneği Başkanı, spiker kadının yüzüne tahammül edil(e)meyecek bir suratla baktı ve ağzının içinden anlamsız şeyler homurdandı. Kadın konusu üzerine konuşulacak bir programda sadece spikerin kadın olduğunu nedense kimse önemsemedi. Söze ilk Horoz Cemiyeti başkanı girdi: “Evet, sevgili kadınlarımızın yapabileceği o kadar çok şey var ki şu dünyada... Bunlar yıllar önce kitapta yazılmış şeyler zaten. Aç oku! Sevgili beyler, savaşlar çıkar, onlar için dövüşülür ve uğruna ölünür, ve aslan gibi delikanlılarımız uğrunda hapis yatar, savaş onların namusu için yapılır, karılarının kollarında bebekleri, yol gözler namus için. Kadın emanettir. Annelik öyle kutsal bir vazife ki kalan her şeyi saymak boşunadır. Bu kadın hareketleri, anne olamayan kadınların, veya evinde mutlu mutlu yaşayan kadınları kıskanmasının bir sonucudur. O yüzden emekmiş, emek sömürüsüymüş, bunları geçin siz canım benim siz bunları geçin. Geçin modası geçmiş cümleleri. Kadın evinde çocuğuna bakacak, erine bakacak. Çalışmak erkeklerin işidir. Konuşmak, seçmek, erkeklerin işidir, kadının görevi bellidir baylar, çocuklar, mutfak ve Tanrı arasında bir yerdedir kadınlar. Unutulmamalıdır, kadınları kaburga kemiğimizden yaratıldığını, dünyanı en önde gelen insanıdır erkek... Hayır arkadaşlar bana kızmayın, ben değil kitapta yazıyor bu gerçek siz istemeseniz de işte budur… (Bir müddet çevreyi süzer ve devam eder) Heee, eğer siz kitaba inanmıyorsanız, o başka…” Havva, televizyonu küfür ederek kapatmıştı. Havva Feride’nin hastanede refaketçisi olmuştu. Polis Feride’nin kocasını 24 saat içeride tutmuş, sonra serbest bırakmıştı. Feride’yi ise hapisten çıkana kadar evinde olur sanmış, ancak Feride aldığı darbeler sonunda en az bir hafta hastanede kalmak zorunda kalmıştı. Feride kaldığı ilk gece gece boyunca, anlamsız şeyler sayıklamış, durmadan uyanmış ve Havva’nın orada olup olmadığını kontrol etmişti. Orada olduğunu görünce, içi biraz rahatlıyor, Nisa’yı soruyor, güvende olduğunu duyunca tekrar uyuyordu. Tan zamanına yakın uyanmıştı ki, Havva’yı elinde Çalıkuşu’nu okurken gördü. Havva, Feride’nin uyandığını görünce: “Günaydın, Çalıkuşu,”dedi. Feride gözleri sabit bir noktada kilitlenmiş, dudaklarını sanki işkence 26


ederek ağzından bir laf alıyormuşcasına: “Yaşamak, sanki yaşadığımız varmış gibi ölmek, Havva, ben ölüyordum. Hem de kızımın gözü önünde. Hem de niye öldüğümü bilmeden. Bu dünyada yaşamak, denen şey ölümden daha korkunç. Ölseydim, tek bir tutanağım vardı, o da kızım Nisa. Evlendikten sonra kocam beni aylarca eve hapsetti. Sonra beni ilk başta niye gittiğimizi anlamadığım bilmediğim evlere götürdü. Adamlar bir yerde kadınlar bir yerde, hep bir şeyler okuyorlardı. Durmadan dudaklarında ezberlenmiş cümleler. Beni aldılar Havva, aylar sonra insan yüzü gördüm. Durmadan bir şey okudular bana, ezberlettiler. Hiç bilmediğim dilde, anlamadığım şeylerdi. Hiçbir şey yapamadım, karşı koyamadım. Ölümden ilk defa o zaman korktum. Ve ölümün çaresini onlar bulmuşlardı. Ben ise bir yanımda bu anlam veremediğim insanlara alışmıştım. Konuşuyorduk, bir insanla Havva. O katilin sesinden başka bir ses duyduğumda, inanmazsın ağlayacaktım. Bana ilk senin ismini söylediler. Senin isminin hikayesini anlattılar. Cenetten kovdurtmuştu Havva Adem’i. Uyuyamadım Havva, bana öyle şeyler anlattılar ki, en son kızım oldu, adına Nisa dediler. Onlarca şey söylediler, ben Nisa dediğimde. Bazı geceler uyuyamazdım. Çok defa düşündüm kaçmayı, kendimi yakmayı, intihar etmeyi. Yapamadım Havva. Yaşamıyordum ama bir yanımda kuvvetli hisler vardı. Kalbimin etrafında gürültü korku vardı ve adına haram dedikleri duyguyu sokmuştum, ya da o benim içimde vardı Havva, sen ne diyorsun? Bu düşünceleri bir an olsun kafamdan çıkarmaya karar verir, bir şey yapacak olurdum… Hatta bir keresinde polis geldi. Rahatsız olmuş komşular, dayak sesinden. Komiser baba adammış dediler, orada komiserin gözü önünde dayak yedim, neden sesimi çıkarıp komşuları rahatsız ediyorum diye. İki saat sonra eve polis arabasıyla dayak yemek için girmiştim. Artık vurduğu yerlerde vücudumda, yavaş yavaş tatlı bir dalgınlık bir hissizlik yayılmaya başladı. Adeta vücudumun boşaldığını duydum. Sonrasında her dayak yediğimde ya onun gücü tükenir biter, ya da ben uyuşurum Havva, bu hep böyledir. İşte böyle Havva. Seni kaç kere gördüm hep telaşlı ve yaşamın içindeydin. Kaç kere konuşmak istedim. Belki yıllar sonra böyle konuşmayız diye. Ama fırsatım olmadı. Kalbimin içindeki şiddetle uykuya daldım her gün. Aynı azap her gün yeniden başlardı. Ama seni asıl bitiren, şimdi uyuşsan bile, yarın, yarın değilse ertesi gün bu işkencenin gene tekrar edeceğini, hiç bitmeyeceğini bile bile uykuya dalmak.” Havva’nın gözleri dolmuştu. Feride ise Havva’ya bakmadan, aynı titrek elleri ve ses tonuyla gözünü bile kırpmadan anlatmaya devam etti. “Bir uyku aradım Havva, çocuğumu, yarınımı, o kahredesi yazgımı silecek bir uyku. Uzun ve rüyasız bir uyku… Ne o? Kapı mı” 27


Hemşire geldiğinde içeride Havva’nın durmadan boşanan gözyaşlarını gördü. Havva hemen kalkıp biraz dolaşacağını söyledi ve dışarı çıktı. Ve kendi kendine bir şeyler söyleniyordu. Bu üniversitenin ilk yıllarında kütüphanede görüp bir çırpıda okuduğu kitaptan bir şeyleri andırıyordu: *“Dünyada kuvvetlinin ve zayıfın, akıllının ve budalanın, faziletli olanın ve sefilin aynı derecede malik oldukları bir hak vardır: Yaşamak hakkı!.. Hiçbir meziyet, hiçbir kuvvet bu hakkı birisinden alıp diğerine vermek yetkisinde değildir. Değildir.” Güneş yavaşça Havva’nın tenini ısıtırken, gözlerindeki yaşı kuruttu. Gözlerini açtı ve kaç gündür neler yaşadığını, bu yaşadıklarının kendi üzerindeki tesirini bile düşünmeye fırsatı olmadığını duyumsadı. Oysa az önce doğan güneşin, herkese aynı ışığı dağıttığını düşündü. İnsanların her şey üzerinde hakkı olduğu gibi buna bile müsaade etmek istemediklerini düşündü. Sonra o meclis konuşmalarında, çok yüksek enttellektüel insanların konuşmaları geldi aklına. Ve Feride’yi düşündü ve Nisa’yı… Ve yüksek arkadaşlarının bu konuya nasıl yaklaştıklarını, şu an burada olsa yapmazdı ama kalkıp en azından onların suratına bağırabilirdi: “İki yüzlüsünüz ve samimiyetsizsiniz ama merak etmeyin canım münevverlerim, sizin sayenizde bakın o masada bunu konuştuğunuz için, bakın bugün onca insan kurtuldu. Herhangi bir kahvede, mahallede, meclisinizde, kişisel gelişim konferansınızda, söylenen ve görünüşte geniş çaplı ama üstünkörü, bayat, hatta bayağı oldukları halde ve bunun bir sorun olduğunu kabul edip, üstelik, lafta eleştirdikleri sisteme, bir çare arayanlara karşı mücadele verecekleri, ve hatta bu uğurda savaşanları, ezmekte olduklarını fark etmiyorlardı bile onlar. İnsanlar zannediyorlardı ki, kadınlar hep susmalı, bağırmamalı, grev yaparken bile… Onlara göre bu olanlar hep böyleydi ve böyle kalacaktı. “Aman hayatım aynen sende bir şey söyle de, bizim takım sonra arkamızdan konuşmasın hem bir boşalma yaşa!” “Oysa ben bu okumuş yüksek entellüktüel arkadaşları dinledikçe, gözlerine baktıkça, bundan sonra yapacaklarımın hakikatlerine daha çok inanıyor, bu geriliğin ve sömürünün ve cinayetlerin, bir gün muhakkak 28


yenileceğini yüreğimde ve dimağımda ve vicdanımda hissediyordum… Oysa gördüğüm ve emin olduğum en hakiki şeyinse, o da bu soytarıların ve onların takımının bize dost olamayacağıydı. Oysa onlar bizim arkadaşlarımız ve kardeşlerimizdi, belki sevgililerimizdi. Hatta aynı evin içinde kaldığımız dostlarımızdı. Ama onlar bize düşmandı. Onlar bizim tüm yaşamımızın içinde de olsalar, onlara karşı çıkmak aç kalmak, ve işsiz kalmak ve Feride gibi öldürülesiye dayak yemek ve her türlü gericiliğe katlanmak da olsa… Onlarla eşit koşulda savaşmıyorduk. Tüm imkanlar onlarındı. Bizim kaybedecek neyimiz vardı? Mücadele etmekten başka.” * Feride: Hayrola, Havva, niye apar topar çağırdın, önemli bir sorun yok değil mi? Havva: Çok önemli bir sorun, uykularımı kaçıran bir sorun var artık Çalıkuşu. Feride: Nedir? Havva: Bu kadın sorunun kökeninde hep sömürü yok mu? Bizde o zaman bu sömürüyü yıkacağız. Feride: Ne diyorsun Havva, böyle zorlu işlerin üzerine nasıl gideriz üstelik kadın başımıza. Kadınız alt tarafı. Havva : Öyleyse evin yolunu mu tutacaksın Feride? Çamaşır makinalarına ve elektrik süpürgelerine, o hiçbir tarafında insani kırıntı bulunmayan yaşama, devam mı edeceğiz? Feride: Peki, ne yapacağız? Havva: Grev! Kadınların grevi! Havva o günden sonra durmadan derneklerle, partilerle ve bu olaya çözüm arayan herkesle irtibata geçti. Birçoğunun Havva’nın büyük kadın grevine iyi gözle bile bakmadığını gördü. Havva biliyordu, yalnız kalmak, düşmemek ve dövüşmekten bıkmamak lazımdı. Havva, istediği etkiyi bulamayınca, en son ilkokulda yazdığı kompozisyonlardan sonra; eline aldı kalem kağıdı ve durmadan yazdı. Siz deyin, iki hafta ben diyeyim üç hafta durmadan yazdı yazdı yazdı. Ve sonunda, bu konuyu ilişkin şunları yazdı: “Bağışlayın beni, efendiler... Beni gördüğünüzde, suratınızda gördüğüm o iğreti bakışlarınıza gerçeği haykıracağım için bağışlayın. Kadın kim29


liğim hakkında bir şeyler yazdığım için, bugüne kadar sindirildiğimiz için bizi bağışlayın. Ya da bağışlamayın ama sizler etrafınıza baktınız mı hiç? Hizmetçileriniz, işçileriniz ve fildişi kulelerinizden, sırça köşklerden sokağa bakarken gördükleriniz dışında, geleceği elinden alınmış kadınlarla, sömürülen kadınlarla, karşılaştınız mı hiç? Ya siz hanımlar, gelmeyeceksiniz diye nasıl korktum bilseniz. Şimdi tüm kadınlar grevde. Üç yüz tanemiz ise bizim yüzümüzden, bizim ellerimizle, etimizden, beynimize kadar alınan vergilere bağlanan bizler yüzünden aramızda yoklar. Biz burada olarak bütün bunlara karşı gelmedik diye yarın kaç yüzler gidecek? Demek büsbütün kayıtsız değilsiniz bana, öyle değil mi? Korkunç bir gün. Kadınlar, sömürülen ve iki kat köle olan kadınlar, evde, işte, otobüste, topuğu tahrik unsuru sayılan kadınlar, siz ucuz işgücü, siz sömürüle sömürüle bomboş ve insan sayılmayan, soframızdaki yeri, öküzümüzden sonra gelen, yemeksiz, dişleri kırık, elleri nasırlı, akşama çocuğum nasıl doyacak diyen kadınlar... Hepimiz buradayız... Demek reklamlarda, popüler kitaplarda, orada burada üzerimizdeki tek algının, sevdiğimiz şeylerin sadece dağlar, ovalar, prensler değilmiş demek ki… Sevdiğimiz en değerli şeyler sadece onlar değil, insanları yaşamayı ve insanlığı daha çok seviyoruz demektir... İnsanca bir yaşam için, herkes için özgür bir dünya düşlediği sevgili yoldaşlarım. Yarın hesabı görülecek tüm bunların… Şimdi size denilecek ki, ne işi var kadının alanda, sokakta, yaşamda… Denilecek ki, yaşamla ne ilgisi var kadınların? Çocuk gelinle ne ilgisi var tüm burada toplanmaların? Bizler, her gün birisi bizi öldürsün diye mi doğurduk sizleri? “ Arkadan bir grup ses yükselir, bu ses tandık değildir, televizyon programındaki bir cümleyi anımsatır sadece: “Kitapta yeri yok bu söylediklerinin. Propaganda yapıyor düpedüz.” -“Bu cümlelerinle dünyayı değiştireceğini mi sanıyorsun?” Havva bu soruyu duyar duymaz, hiç duraksamadan: -“Sizler dünyayı hala öküzün boynuzları arasında ve değişmez olduğunu mu sanıyorsunuz?” -“Bırak bu tatavayı, sana mı kaldı düzeltmek kadınları, kadınların bizim hanımefendimizdir. Bizi besleyen, bizi ve soyumuzu doyuran ve doğuran odur!” Havva bu erkek kalabalığın alana nasıl girdiğini, nasıl bu kadar kalabalık olduklarını düşündü. Fakat bir cevap bulamadı. Fakat onlara cevabını verdi: “Baylar, hanımlık da efendilik de, bizlere göre değil. Biz ne hanım, ne efendi diye başkasını çalıştıran veya onları öldüren insanlar değiliz. 30


Oysa kadın olmak; insan olmaktır. İnsansa onurunu alçaltmadan yaşar. Çalışıp çabalayıp en sonunda elindekini bir hiç uğruna vererek veya öldürülerek değil… Oysa bugün kadınlarımız verdiği tüm emeği karşısında ne alır? Çocuğunu kendi büyütmeye mecburdur. Ki kendisi çocukken çoucuk sahibi olmuştur. Sokaklar tenhaysa, geleceği sokaklarda daha karanlıktır ve okumak bile cinsiyete takılmıştır. İşçiler bugün emeklerini vermiş, fakat emekçi kadın işçilerimiz tam manasıyla koca bir hiç almışlardır.” Havva konuşmasını yaparken bir yandan sürekli artan kalabalığı gördü, şartlar başka türlü olsaydı korkardı ama Havva korkmadan devam etti ve kürsünün üzderindeki elmayı dişleyerek devam etti: “Korkuyorsunuz, sarıklı, sakallı, veya modanın son takipçisi beyler… Titriyorsunuz, bu kalabalıktan… Kadın, ezilmediğinde, kendinizi tanrı gibi hissedemeyeceğinizden korkuyorsunuz. Korktuğunuz belli! Ellerinizde taşla sopayla, megafonla geldiniz neden susuyorsunuz. Çokuz, öyle değil mi? Ama unutulmasın, bizler, yüzbinde biri değiliz dünyadaki kadınların... Tüm bu geçimsizliğin tüm kargaşaların nedeni hep bir. Budur durmadan ölüm nedenleri. Kimse özgür değil ancak bizler iki kat köleyiz. Belki sen de, ne de ben de gerçekten yokuz... Ama bir an için dünyanın bütün kadınlarının- bütün emekçi kadınlarının- burada benimle olduğunu görmesem de biliyorum... Sizin ilkel tabirinizle ortalığı düzeltmek bana kalmadıysa bile, tüm bu uğursuz yaşamdan bu kadar bilhassa: sizlerin dünyaya, topluma, kadınlara ve dudaklarınızın ucunda ezberlenmiş fikirleriniz vardır bilirim. Sizler, sevgiyi aşkınızla öldürmüşsünüzdür… İşte bedeli bizleriz. Bizler öldüremedikleriniziz… Ama o sevgi bir gün bizi de öldürecektir. Çünkü sizler, itaat ister ve emredersiniz; siz sizi seven kadını değil, elinizde sesini çıkarmayan kadını isterseniz. Ve sizi istemediğimizde tehdit edersiniz… Siz sevemezsiniz.” -“Seni böyle konuşturan, kimsenin seninle ilgilenmemesi mi yoksa kadın?” O erkek kalabalığın başında elinde megafonla sık sık olaya giren ve yüzünü tam seçemediğimiz adam, gür bir sesle bağırdı, ve etrafında kalabalık gitikçe çoğalmaya başladı. Fakat Havva kalabalık gruptan korkmadığını belli edercesine, asla susmuyor: “Beynime düşünmeyi, bedenime ruhuma kör olmayı öğretebilirsem, sana yine de anlatamam, sevginin ve güzelliğin nerede başlayıp nerede bittiğini. Ve senin bu cümlelerin basitliği… Gerçi sorun sende değil, belki doktorsun, belki yüksek avukat veya tiraj yapmış bir kitabın yazarı, fakat tüm bu elde ettikleriniz, fikirsel bir ihtiyaç değil. Çünkü sizin için yaşamak iyi yemekler yemek, pahalı elbiseler, pahalı arabalar ve pahalı kadınlara sahip olmak için var ediyorsunuz kendinizi. Yani aklı, cinselliğinize tercih ediyorsunuz. Sizin değil baylar, tüm sessiz kalan aydınlarımızın rolü buradaki bağırışınızdan farksız değildir.”

31


Feride konuşmasını yaparken, etrafta büyük bir arbade yaşandı ve tekbir sesleri yükseldi. Oysa Havva daha konuşmasının yarısına gelmişti. Ve gözünde anımsadığı son pankart; “Gecenin karası güzeldir aşkta, cinayette değil.” * Spiker: Evet, sayın dinleyiciler, önümüze gelen son dakika bir habere göre, büyük kadın grevinde, büyük bir patlama yaşandığını sizlere aktarıyorum. Kimliği belirsiz kişiler tarafından yapılan saldırı da çok kişinin yaralandığını, birçok kişinin de, öldüğü bilgisi elimize ulaştı. Henüz elimizde tam bir sayı olmamakla birlikte, yüzden fazla kişinin öldüğü bilgisi var. Saldırganların uzun zaman önce planını yaptığı, ve içlerinden birisinin eski kocası olduğu, ve bunların bir takım örgütlerle iş birliği içinde olduğunu savcılık duyurdu. Polis olaya ilişkin henüz bir açıklama yapmadı. Ve yayınımıza bu grevi organize eden Havva’nın Kutsalı isimli ölen Havva’nın yarım kalan konuşmasıyla kapatıyoruz.(Spiker olayı anlatırken kamera Havva’nın ısırdığı elmaya odaklanmıştır.) Niçin bizler sizlere mağlup oluyoruz? Sebebi çok açık yoldaşlar, kadınlar... Çünkü bu tarz insanlar ancak iğnenin ucu mabadına batana kadar namusludurlar. Çünkü onların her şeye verecek imanları ve paraları vardır. Çünkü gerekirse, ne söylediğine bakmadan yalan söylemekten, namussuzca hareket etmekten çekinmeyen bu adamlardır. Yine bu adamlardır cemiyet içinde, ahlaktan ve erdemli olmaktan bahsedenler. Ve bu fikirlerinde kendilerince samimidirler. Onlar için kadın anlaşılmaz ve şeytanidir. O zaman iste Başlangıcını havva ile ademden İsa’nın doğumunu değil Meryem’in yaşamını barış dünyasının kurardık, başlangıçta eşit düşseydik rahme Ve şimdi mutlulukla sona ermez her şey Hakkını kimse sunmaz sana altın tepside Git ve kendin al Siz de kendinizinkileri alın 32


İnsan insan rezil muhteşem insan… Ve Havva’nın insanlık tarihinde üstlendiği elma yedirme rolü, herkesin bir kusurunu bulan, yüce insan, herkese bir şey, hatta birçok şey öğretmeye kalktı. Havva’nın öğrendiği yaşamak ise; “ölmek ancak daha iyi bir yaşam uğruna değerdi.” Ve bundan sonra Havva’lar elmalarını değil, güzellik kraliçelerini değil, adalet kraliçelerini seçecekti.

Talip CÜZDAN Ocak 2019 Aydın/Atça *Sabahattin Ali –ESİRLER

33


SANATIN KADINI MI? KADININ SANATI MI? Kadınların ayrımcılığı ve eşitsizlik olgusu her alanda kendini gösteriyor ne yazık ki. Bu alanlardan birisi de tartışmasız sanat konusunda kadının yeridir. En basitinden bir sanat kitabı alıp incelediğimizde kadın sanatçılardan az bahsedilmiştir veya popüler olanlardan birkaç tane serpiştirilmiştir. Aklımıza ilk gelen sanatçıların ismi sorulduğunda erkek sanatçılardan Van Gogh, Picasso, Cezanne ve birkaç kadın sanatçı. Geçmişteki kadın sanatçıları teker teker incelediğimizde aslında böyle olmadığını görebiliriz. İçeriğinde büyük hikayeler ve sağlam bir duruş mevcuttur. İşte unutulan, göz ardı edilen başarı hikayeleri bu kadınların hayatlarındadır. Eski dönemlerde başarılı olan kadın sanatçılarının resimlerinin alıcı bulmayacağına inanılıp o dönemin ünlü ressamlarının isimleri yazdırılıp satılırdı. Sanat tüccarları kadın sanatçılar üzerinden cok para kazanmışlardır. Belki ünlü bir erkek sanatçıya ait olduğunu sandığımız bir eser aslında bir kadın sanatçınındır ki bu durumun örneği yakın zamanda karşımıza çıkmıştır. Büyük gözlü çocukların ressamı, 1927 doğumlu Amerikalı sanatçı; Margaret Keane buna bir örnektir. Eşi kendisi yapmış gibi sanat galerileriyle anlaşıp Margaret üzerinden büyük paralar kazanmıştır.(bu oyunu seneler sonra Margaret sayesinde ortaya çıktı) İtalya dan devam edersek Barok döneminin güçlü kadın ressamı Artemisa Gentileschi ile karşılaşırız, 17 yaşında tecavüze uğramıştır. Bunun üzerine yozlaşmış Engizisyon mahkemesinde işkence ve soruşturmaya maruz kalmıştır. Sırf adını temizlemek için evlendirilmiştir. Artemisa vazgeçmemiş yargıları, tabuları yıkmış, sanatına devam etmiş ve Akademiye kabul edilen ilk kadın ressam olmuştur(o dönemde akademiye kadın kabul edilmemekteydi). Bu tarz kurumlara kabul edilmeyişlerinin sebebi; kadınların dinen insan vücudunu çıplak olarak resmetmelerinin yasak olması ve en 34


kötüsü bu konuda yeteneksiz olduklarının ve meslek sahibi kadınların bir tür iffet kaybına uğradığı olarak düşünülmesidir.1700 lü yıllar bu şekilde yeterince zorlu ve cahilce düşüncelere sahip iken sanatçının hikayesi başarı ve azimle doludur. Ayrıca sanatçı, Feminist sanatın ilk resimlerinden biri olarak bilinen “Judith Beheadingand Holofernes” çalışmasını yapmıştır. Yasal olarak cezalandıramadığı Tassi’yi çizmiş olduğu resminde ceza vermekte ve Tassi’den böylelikle intikam almaktadır.Fransa’da da kadınlar için hayat farklı ilerlemiyordu. O yıllarda kadınlar yine ikinci sınıf insan kategorisindeydi. Böyle bir dönemde başarı gösteren fransız heykeltraş Camille Claudel karşımıza çıkar...Ailesinin durumu çok iyiydi. 19 yaşında heykeltraş Rodin’den heykel dersleri almaya başladı. Gençti, çok genç ve çok güzel. Bunların da yanında göz ardı edilemeyecek derecede yetenekliydi. bu durum Rodin’in dikkatini çekti. Rodin’in de hayatında dönüm noktası olacak bir zaman yaşanıyordu. Camille’yi kendi içinde ilham perisi ilan etmişti. büyük eseri Sanat tarihçilerine göre, bu dönemde Rodin’in yaptığı muhteşem heykellerin gölgesinde kalmış bir ismin imzası vardı: CAMİLLE…her sanatçı gibi acılarından beslendi ve en değerli eserleri olan, “Vals, Clotho, Olgunluk Çağı, Kayıp Tanrı, Geveze Kadınlar, Sakuntala’’ bu dönemde yaptı. Bu eserlerinden sonra sanat eleştirmenleri tarafından bir ‘dahi’ olarak adlandırıldı. Heykele başlama hikayesini şöyle anlatır.‘’1920’de Sanayi-i Nefise Mektebi’nin Resim Şubesi’ne girdim. Bir gün kendi kendime, antik bir büstü kopya ettim. Eseri gören Heykel Şubesi Hocam İhsan Bey, bunubenim yaptığıma inanamadı. Gerçeği öğrenince “sen, evin temelini yapmadan çatıya çıkmışsın” diyerek beni yüreklendirdi ‘’ki o dönemde çoğu sanatçının atölyesi yoktu hocasının desteği ile bu işe o günden itibaren gönül verdi. Sabiha, okulunda açılan bir yetenek yarışmasında birinci olarak Avrupa’da eğitim almak üzere hak kazandı. Ancak bu eğitime onun yerine bir erkek öğrenci gönderildi. Başarılı fakat ‘KADIN’ olduğu için.. Feminizmin bir paçası olarak ortaya çıkan feminist sanat olgusu, 1960’lı yıllarda ataerkil toplum yapısına karşı olarak kadın değerlerini ön plana çıkarma amaçlı yapılanarak, zamanla günümüze kadar ulaşmıştır. Feminist sanat ve sanat tarihinin gelişim aşamasında Amerikalı sanat tarihçisi Linda Nochlin’in 1971’de yayınladığı kadın sanatçılar ve tarihçiler arasında ses getiren “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” başlıklı makalesi, çok etkili bir öneme sahiptir. Kurumsal ve eğitim yapılar açısından değerlendiren Nochlin birçok kadın sanatçının katılım ve desteği ile gerçekleştirilen “Yemek Daveti” ile kadınların ortak bir dava uğruna çabaladıkları kolektif çalışmayı ortaya koymuştur. Bu çalışma, kadın dayanışmasına adanmış bir tür simgesel anıt olmuştur. İlk kuşak feminist sanatçıların ardından gelen sanatçılar, kadın bedeninden çok, kadın bedenini saran kültürel kodların eleştirisine odaklanarak, biyolojik özelliklerden çok, yapı sökümcü bir yaklaşımla sanatsal ifadelere yönelmişlerdir. (Antmen,2012: 242) 1980 yıllarında bir grup feminist sanatçı tarafından Gerilla kızlar grubu oluşturulmuştur. Gerilla Kızlar’ın eylemlerinin çıkış noktası ataerkil kültürün yarattığı toplumsal düzen içerisinde sanatın 35


feminist bakış açısıyla tekrardan gözden geçirilmesi ve sanat alanındaki bu ayrımcılığın sanat tarihi geçmişinden günümüze uzanan süreçte görünür kılınmasıdır. Sonrasında bir soru ortaya atarlar: (Kadınların müzeye girebilmeleri için illa ki çıplak mı olmaları gerekir?) bu soruyla dikkat çekerek sanatta cinsiyetçiliğin son bulması için mücadele vermişlerdir. Bu mücadelenin sonucuna bakarsak günümüzde kadın sanatçıların kabul görme ve eserlerinin müzelerde sergilenme oranı %5’ten %22’ye yükselmiştir.

Feminist performans sanatcılarından Pippa Bacca’nın ulaştığı hazin son…

Yakın zamanda 2008 yılında, İtalyan Pippa Bacca ve Silvia Moro (BARIŞ GELİNLERİ) olarak isimlendirdikleri performanslarını gerçekleştirmek için Milano’dan yola çıkmışlardır.Sanatcılar bu yolculukta Ulusların barışçıl evliliğini simgelemek için performans boyunca beyaz gelinlik giyecekler ve sonunda bu gelinlikleri barış yolculuğunun bir izi olarak sergileyeceklerdir. Balkanları ve Ortadoğuyu geçmek için yola çıkarlar.Özünde farklı kültüre sahip insanları tanımak,barış mesajını ileyi barındırır.Silvia son durakları Tel Aviv’e ulaşır, fakat Pippa Bacca buraya ulaşamadan Türkiye’ de tecavüze uğrayıp öldürülmüştür. Toplumun cinsiyet ayrımcılığı nedeniyle, eşit olmayan sosyo-kültürel ayrıştırmaların sonucunda kadın olmanın getirisi olarak kadınların uygulamış olduğu eserlerin (bilinçli olarak) geri planda tutulduğu pek çok kişi tarafından bilinmektedir. Bu eşitsizlik olgusu , kadın sanatçıların yetersizliği kaynaklı değil, ATAERKİL bakış açısının kadın sanatçıları görmezden gelmesi sonucunda oluştuğunun farkında olmalıyız. Bir NESNE olmaktan çıkıp ‘SANATÇI’ konumuna geçen ve kendi imgesini de üretebilir hale gelmiştir kadın. Artık yalnızca bu imgenin muhatabı değil, en iyi yaratıcısıdır. AYGÜL AŞIR

36


İKİ YÜZLÜ PERDE Sahnede oynanan bir oyun toplum tarafından onaylanmıştır. Ve tiyatro bazen hayatımızda bazen başka hayatları gözlerimizin önüne serdiği için toplumun aynasıdır, derler. Peki perdeler, kapandığında da durum aynı mıdır? Bilinen ilk kadın sanatçılar M.Ö. 4. yüzyılda Hellenistik Çağ tiyatrosunda, rahibelerin kurduğu koroda yer almışlardır. Antik Yunan’da kadın karakterler ne yazık ki erkekler tarafından oynanmıştır. Ataerkil bir yapıda ve demokrasinin, cumhuriyetin konuşulduğu bir dönemde bu durum yadırganmamıştır. Bu itilmişlik tarihin her safhasında doğrudan veya dolaylı bir biçimde ama muhakkak karşımıza çıkar. Roma’da ve Bizans’da, kadınlar tam bir eğlence aracı olarak görülmüşlerdir. Sahneye çıkan kadınlar ise kölelerden seçilirdi. İnsanları eğlendirmek amacıyla yapılan bu gösterilerde kadınlar cinsel obje olarak kullanılmaktaydı. Bu kadınların sahneye çıkarılmasının tek sebebi seks sahnelerinin gerçekçi olabilmesiydi. Gladyatörlerin köleleri öldürdüğü ve bunun bir tiyatro oyunu gibi sahnelendiği Antik Roma Dönemi tiyatronun en çok aşağılandığı dönemlerden biridir ve bu dönemde tiyatro gösterileri aynı zamanda kadınları zengin erkeklere/soylulara sunmak için de kullanılmaktaydı. Önemli bir yere gelmiş ilk kadın tiyatro oyun37


cusu Theodora’dır (M.S. 500-548). Bir pantomim oyuncusu olan Theodora, kraliçe olduktan sonra tiyatro adına üretimde bulunmaya devam etmiştir. Ortaçağ Dönemi’nde de kadın karakterleri yine erkekler tarafından oynamaktaydı. Kadınların sahneye çıkması yasaktı. İlk başlarda dinî oyunlar kilisenin elindeydi. Bunlar oyunların yazılmasıyla kalmayıp temsile de katılıyorlar hatta kadın rollerini de erkek kilise görevlilerinin oynadığı görülüyordu. Kadın karakterleri oynayan başına bir mendil koyar ve bir cübbe giyerdi. Rönesans Dönemi’nde, İtalya’da, Commedia’da tiyatro tarihinde ilk kez kadınlar önemli bir konuma geldiler. Gelosi kumpanyasının armasında resmi yer alan (ilk profesyonel kadın oyuncu olan) Isabella Andreini (1562-1604), şairlerin sayısız sonelerinde kutsadıkları bu kadın oyuncu, oyun yazarı ve şair olarak hem İtalya’da hem de Fransa’da saygı gördü. Rönesans İspanyası’nda ise, kadın oyuncular tiyatro topluluklarının en önemli üyeleriydi. Bu daha çok İtalya’daki Commedia dell’Arte (İtalya’da doğan, 16-18. yüzyıllar arasında Avrupa’da popüler hale gelen, profesyonel tiyatronun ilk örneklerinden biridir.) etkisiyledir. Üstelik İspanya, kadın kılığında erkek oyuncuyu ahlaka aykırı buluyordu. Kadınların oynaması için, Madrid’de 1587’ye kadar herhangi bir izin verildiği kesin değilse de, bundan önce de kadın oyuncunun sahneye çıktığı

38


sanılmaktadır. Ancak, birtakım kısıtlamalar da vardı. Kadın oyuncu ya aynı topluluktan bir erkek oyuncuyla evli ya da bir oyuncu çiftin kızı olmalıydı. Oyuncu değilse bile, erkek oyuncuların karıları yanlarında bulunmalıydı. Bununla birlikte soylu kişilerin ve kralların, kadın oyunculardan kapatmaları vardı. Çin ve Japonya’da oyunculuk geleneksel olarak bir erkek işiydi. (…) Kabuki tiyatrosunun kurucusu kadınlardı. Ancak, 18. yüzyılda Çin sahnesi kadınlara yasak edildi. Bu yasak, imparatorun bir oyuncu kadınla evlenmesi üzerine konulmuştur. Japonya’da ise başladığından bir yüzyıla yakın zaman sonra imparatorluğun buyruğu ile yasaklandı. 20. yüzyılda Çin ve Japonya’da kadın oyuncu yine sahneye çıktı. Anadoluya ise tiyatro sanatının gelişimi çok geç olmuştur. İlk Türkçe oyun 1859’da yazıldı ve 1860’da yayınlandı. Kadın rollerini Ermeni kadınlar oynuyordu. Türk kadınlarının oyunları seyretmesine yalnızca kumpanyalarda izin veriliyordu ve tiyatronun en güzel temsillerinin verildiği ramazan ayında kadınların oyun izlemesi yasaktı. İlk kadın sanatçımız olan Afife Jale ise kendisi tek başına bir araştırma konusudur. Sonuç olarak; günümüzde medya ve bununla bağlantılı olarak tüm sanat dalları, kadının ve erkeğin giyimine, konuşmasına, nasıl davranacağına tam bir hakimiyet kurmuştur. Kendi bedeninden nefret eden veya bedeni yüzünden depresyona girmiş insanların yolunu tuttuğu yeni bir sektör açılmıştır, estetik. Sanat ve her şey; insanların kendisinden nefret etmesi değil, aksine kendisine yakınlaşması ve tanıması için bir yoldur. Bu yüzden dönüştürücü gücü herkesçe bilinen, sanatta, edebiyatta ve hayatın her alanında güçlü kadınlar ele alımalıdırlar. Karşı duracağımız tavır, elbette cinsiyetlere değil, cinsiyetçi düzenin ve bu düzenin devamını bir şekilde sağlayan tüm kollarına karşı durmak, ve üretmek, ve mücadele etmek gerekir!

TALİP CÜZDAN Kaynakça: Kemal Oruç - Oyunculuk Tarihinde Kadının Yeri - 09/05/2015–Mimesis Dergi

39


CİNSİYET & MEKAN Geçmişten günümüze birçok tartışmaya konu olan cinsiyet meselesi. Mimarlık da bu tartışmalardan nasibini almış bir disiplin. Cinsiyetin mekândan kent ölçeğine, iş yaşamından mekân kullanımına mimarlık disiplini içinde her boyutuyla etkin olduğu ortaya koyulmuştur. Bu noktada mekân ve cinsiyet arasındaki etkileşimin çok yönlü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Konuya vâkıf olmayanlarımız mekânın/mimarlığın cinsiyeti olur mu, diye düşünebilir. Ancak mekân, doğası gereği insan ihtiyaçlarından beslenir ve şekillenir. Dolayısıyla, insanla alakalı olan her kavram gibi cinsiyet de doğrudan ve dolaylı olarak mekân ile ilişkilenir. Mimarlık, bir düşünce ve tasarım sürecidir. Bu süreç sonucu ortaya çıkan mimarî ürün, onu yaratan mimarın aldığı eğitimden yaratıcılığına, ait olduğu toplumun özelliklerinden yaşadığı çağın ruhuna kadar sayısız farklı kaynaktan etkilenir. Tüm bunların da ötesinde mimarın cinsiyeti ve içerisinde yaşadığı toplumun toplumsal cinsiyet rejimi, tasarım sürecini ve sonuç ürününü en fazla etkileyen şeylerin başında gelmektedir. Mimarlığın cinsiyet ile kurduğu ilişki bedensel farklılıkların yanı sıra, toplumun kadın ve erkek için ortaya koyduğu rol ve sorumluluklar ile de ilişkilidir. İnsanoğlunun tarımsal faaliyetlerle birlikte barınma amaçlı ilk yerleşme çabalarında yapı ustaları olarak kadınlar kabul edilir(Dostoğlu, 2002:9). Fakat bu durum zaman içerisinde değişerek erkek egemen bir yapıya bürünmüş, kadınlara kapalı mekanlar bırakılmıştır. İlkel çağlarda avlanma, toplayıcılık ve pişirme gibi beslenmeyle alakalı sorumluluklar erkeklere aitken günümüzde ev içi üretiminin adresine dönüşmüş olan mutfak kadının, dinlenme mekanları olan oturma odaları erkeğin alanı olarak görülmüştür. Peki ne oldu da zaman içerisinde bu şekilde bir rol değişimi yaşandı? Kadınların ve erkeklerin mekanla kurduğu ilişki kendiliğinden gerçekleşen bir süreç değildir, bu süreç bir dizi değişkenden etkilenir. Cinsiyet ve mekân ilişkisi söz konusu olduğunda toplumsal cinsiyet standartlarının belirleyiciliği ve bu belirlenimin erkekler lehine bir hiyerarşi içerdiği görülmektedir. Toplumsal cinsiyet ilişkileriyle biçimlenmiş yaşam, evin içini kadına, evin dışında kalan yaşamı erkeğe açmıştır (Bhasin, 2003, 18; Erol, 2011,169-170). Kullanım pratikleri ya da toplumsal algıda konumlandırıldıkları yer doğrultusunda mekânların dişi ya da eril kodlarla cinsiyetlendikleri görülmektedir. Bu doğrultuda, “mekânın cinsiyeti” ya da taşıdığı dişi ve eril kodlar bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Cinsiyet ile mekân arasındaki eşleştirme genellikle, kabul görmüş davranış kalıpları doğrultusunda gerçekleşmektedir. Geleneksel normlarda kadın daha çok özel alan yani konut ile eşleştirilirken, erkek ise kamusal alan ile eşleştirilir. Bu kabullerde, kadın genellikle şefkat, öznellik, duygusallık gibi özelliklerle 40


eşleştirilirken, erkeklerin dünyası (çalışma hayatı anlamında) nesnellik, yarış hali, rasyonalite gibi kavramlarla ilişkilendirilmektedir. Eril kamusal mekânın kadınları dışlayan tavrına karşılık kadınlar, eril soyut mekân karşısında gündelik, bedensel yaşam pratikleriyle iç içe olan yeri korumaya çalışmaktadırlar. Öte yandan özel yaşam alanı, ev de denetim dışı bırakılmamakta, kamusal mekânı kuran eril rasyonalite evi de aynı mantıkla biçimlendirmek istemektedir. Görüldüğü üzere, toplumun kadın ve erkeğe farklı özellikler ve görevler yükleyerek cinsler arasında yarattığı ayrımcılık ve güç dengesizliği, bunun mekânsal karşılığı olarak görülen toplumsal yerlere girme-çıkma, o yerleri kullanma ilkelerindeki farklılıklar mimarlıkta cinsiyet sorunsalının temelini oluşturmaktadır. (Yalçınkaya, 2015:639; Yalçınkaya ve Gür, 2015:80) Cinsiyet kavramı mekanları toplumsal roller üzerinden işlevsel anlamda etkilemesinin dışında, kadın ve erkeğin anatomik özelliklerine atıfta bulunarak biçimsel olarak da etkilemiştir. Bedenin ve cinsiyetçi imgelerin mimarî tasarımda kullanılması yapının kendi tarihi kadar eski bir gelenektir. Bu gelenek toplumsal cinsiyet kavramlarına bağlı olarak değişkenlik göstermiş, inanç ve kültür çevresinde şekillenmiştir. Bedenlerin mimarînin görsel yüzüne yansıması cinslerin toplumdaki etkinliği ve görünürlüğüne paralel olarak değişkenlik gösterir. Toplum hayatının üç farklı (anaerkil, ataerkil ve eşitlikçi) döneminde inşa edilen yapılar taşıdıkları cinsiyetçi biçimlerle kadın ve erkeğin fiziksel varlığının mimarîde nasıl kullanıldığını, toplumun kadın ve erkeği nasıl algıladığını göstermektedir. Toplum düzeninin başlangıcı olan anaerkil dönemde kadın kutsal bir varlık iken; tapınaklar, mezarlar, konutlar kadının kutsallığına işaret eden biçimlerde inşa edilmiştir. Doğurganlığın ve kadınlığın simgesi kadın cinsel organı yapılarda biçim olarak taklit edilmiş, farklı simgeler haline getirilerek yapılara yerleştirilmiştir. Bu dönemde dairesel biçimler kadının bedenini temsil etmiş, bu biçimlerde yapılar inşa etmenin insanları koruyacağı, bereket ve huzur getireceğine inanılmıştır. Ataerkil dönemin gelişi ile, kadın ve bedeni kutsal sayılmanın aksine, ikincil bir varlık olarak görülmeye başlanmıştır. Yalnızca neslin devamı için ihtiyaç duyulan kadın, erkeğin dölünü taşıyan bir 41


imgeye dönüşmüştür. Bu yeni toplum düzeni kendi katı mimarî dilini oluşturmuş, dairesel biçimler terk edilmiş, yatayda ve düşeyde erkek iktidarını temsil eden doğrusal biçimler tercih edilmiştir. Erkek bedeninin güzelliği katı ve doğrusal biçimlerle, kadın bedeninin inceliği ve narinliği ise kıvrımlı biçimlerle özdeşleştirilmiştir. Modern hayatın gelmesi ile başlayan eşitlikçi dönemde, kadın ataerkil sistemin kalıntılarının denetiminde yaşamaya devam etmiştir. Kadının toplumdaki görünürlüğü artmış, fakat ilkel dürtülerini terk edemeyen erkekler kadını doğurgan bir nesne, bakmanın ve görmenin hazzını yaşatan bir beden olarak duyumsamaya devam etmişlerdir. Kadınların bu imajı mimaride kamusal alanın eğlenceli zaman geçirilen, rahatlama hissi uyandıran mekânlarında kullanılmıştır. Buna karşılık erkin arzuladığı iktidar ve güç temsilleri yine erkek bedeninden türetilmiş, kadının zayıf doğası ve narin bedeni bu imaj için uygun görülmemiştir. Burada da görüldüğü üzere, erkekler zaman içerisinde kadınlardan birçok anlamda üstün görülmüş ve bu yaklaşım gündelik yaşamın yadsınamaz bir parçası olan yapılara biçimsel anlamda dahi yansıtılmıştır. Değişen ve gelişen toplum, kadını giderek kamusal alandan çekmiş, üretim döngüsünde erkeği daha baskın kılan güç sahibi konumlarla eşleştirip kadınları servis ve hizmet gibi bölümlere hapsetmeyi amaçlamıştır. Çoğunlukla inanç ve kültür gibi sosyal normların bir sonucu olarak şekillenen toplumun bu cinsiyetçi tutumunun ne yazık ki halen süregeldiğini söyleyebiliriz. Bugün, kadınlar eski dönemlerdeki evlerden oldukça farklı yaşamakta, çalışmakta ve sosyal hayatın birçok alanında sorumluluk almaktadırlar. Bununla birlikte, evsel alanın düzenlenmesinden sorumlu tuttuğu kadın figürünün evle olan ilişkilerinde değişmeyen bir şey vardır. O da evin kadınların mekânı olarak görülmesi ve bunun kadınlar tarafından onaylanıyor olmasıdır. Özellikle de ev işinin merkezi durumunda olan mutfak mekânı, birincilliğini korumaktadır. Bu noktada mekân ve cinsiyet ilişkisine yeni bir boyut kazandırmak amacıyla hem tasarımcılar hem de kullanıcı olarak kadınlar yeni düzeni göz önünde bulundurmalıdır; mekanların kadınların modern yaşam tarzları ve yeni toplumsal rolleri düşünülerek tasarlanması gerektiği gibi, kadınlar da var olanı kabullenmek yerine mekanları daha fazla irdelemeli, isteklerini ve beklentilerini daha fazla ortaya koymalıdır. Halen yalnızca kültür ve inanç üzerinden şekillenen cinsiyetçi mekanlar, yaşamları artık yalnızca kültür ve inanç üzerinden şekillenmeyen kadınları dışlayan bir tutumdur. Melike Zeynep SİLAHŞÖR

42


Kaynakça: • T. DOSTOĞLU, N. (2002). Mimarlık ve Kadın Kimliği, İstanbul: Boyut Yayın Grubu • BHASIN, K. (2003). Toplumsal Cinsiyet, Bize Yüklenen Roller, İstanbul: Kadınlarla Dayanışma Yayınları • Şengül Yalçınkaya “Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Mekânsal Davranış Yurt Odaları”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 37, Nisan 2015 • Şengül Yalçınkaya & Şengül Öymen Gür “Toplumsal Cinsiyet Rolleri ve Ev” Mimar.ist Dergisi, Mini Dosya: Kadın-Mekân-İktidar, Sayı: 53, Bahar 2015 • Tolga Cürgül “Türkiye’de Mimarlık-Cinsiyet İlişkisi: Bibliyografik Bir Çalışma” Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 47, Aralık 2016 • Özlem Akyol & Çiğdem Polatoğlu “Kadın Bedeninin Değişen Toplum Düzenlerinde Mimari Tasarıma Yansıması” FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, Sayı: 10, Güz 2017 • Gözde Kan Ünlü “Konutun Cinsiyeti” Süleyman Demirel Üniversitesi Mimarlık Bilimleri ve Uygulamaları Dergisi, Araştırma makalesi, 2018 •

Dosya Dergisi,” Cinsiyet ve Mimarlık” Sayı: 19, Nisan 2010

43


(K)ADIN ÜZERİNE BAŞLANAN ŞİİRİN ÜLKESİ VE ŞAİRİN DÜNYASI Yürekler içerisinde Büşra, esaslı yürek seninkisi, ve sesinde yaşamanın özgür türküsü özlemek, ölmek ve her şeye rağmen direnmek güzel şey bir karın veyahut bir moloz parçası altınıda açıyor insan ellerini çağımıza, yüreğimize ve beynimize… Açıyor ellerinin içini gökyüzüne dua için falan değil üstelik resmi yollarla üstelik çağımızın yüreği ve beyniyle üstelik ekranlarda her saat ajans haberlerinde aynı elin sesleri

44


tanrıya falan değil Büşra insanlar aç’lıktan açıyorlar ellerini. Ve her şeye rağmen senin ellerin, yaratıyor yüreğimizi. Senin yüreğin Büşra denizlerin, dağların ve bereketli ovaların ve yüzlerce tapınakların, mabedlerin ve yüzlerce yüz’ün arasından senin yüzün an’da yakalanmış dehşetli güzel bir fotoğraf değil yalnızca. Saç örgünü gördüm körfezde ellerini gördüm Elazığ’da, Van’da Manisa’da Aydın’da ellerini yutan yerle gök arasında ve ellerin korkunç ağıtlarla ve gözlerinin korkunç güzelliğiyle ve dehşetli merhametli okşayışıyla hepimiz “ah” ettik, ellerine. * Bir yandan büyüdüm, bakmayı değil görmeyi bildim ellerini ilk ben bildim Büşra yitik bedenlerin içinde kara çarşafların altında veya çıplak tenlerinde korkunç uğultusu, bilgisizliğin ve çok bilmişliğin allahını gördüm, ben ellerin allahını gördüm ama senin ellerinde allahı gördüm Büşra. * Ve yan yana bile gel(e)miyor iki insan ama insanlar ayda yürüyor, ne ay’ı canım, ay insanların içinde yürüyor. Güneşten bir akvaryum senin gözlerin Büşra anlatır sonsuzluğu ısınan tene taştan surlar örüyorlar düşün, zamaneydi saklambaç, üç taş, ustanın yağını balını satmak oyun oynuyorlar silahlarla ve cuntayla 45


ve açlıktan sokaklarda vuruluyor çocuklar. Hani okullarda öğretilen matematik, hukuk, hayat bilgisi bilmem ne vardı hani halklara saygı, hoşgörü ve insan hakkı aslında her biri hiç çünkü büyük insanlığın öğretisi daha büyük şeylerle ilgileniyor bir sopa karşımızda, ensemizde ve günlerin bugün getirdiğini yazıyorum. Bir ölüm sorunuydu yazmak kayıtsız insanlığın, saçlarını tarayışını yazıyorlar sinemada, perdede, sokakta ve mecliste. Engellediler orada yan yana yürüyen, ve senin güneşli gözlerini içen insanların türküsünü, boyadılar Büşra yüzünü gökyüzüne. * Yirmi üç yıl uyudum neredeyse bir kaldırımın üzerinde sarılmış dört yanımız onca çıyanla hiçbir yola varılmayacak ve aşmayacaksa şiirler şairlerini değmeyecekse varılacak yola ayaklarımız, gidilmeyecekse o uzak ütopyalara karanlık bir sabaha okurum şiirlerini ve ayaklarım benden sonra hiç tanımadığım bir insanın yürüdüğü yolda bir parça ilerletecekse, birilerini aydınlık yüzlere okunur senin şiirlerin. Senin fikirlerin ve yüzün ve şiirlerin Okunur ezan gibi Manisa’da, Aydın’da, İzmir’de ve Yozgat’ta Bursa’da gördüm Büşra, gördüm yüzünün aydınlığını, yeryüzüne varan ilk gün ışığında aydınlatan kentimizin insanlarında ve okula giden çocuklarında yüzünde anlayan yok okulda koca koca yazılmış aydınlık sözleri 46


aşkın ta kendisidir senin yüzün Büşra sıradan bir resmin çok ötesinde. Şimdi kalemimin ucunda ve parıltısı güneşin geleceğimizi ve seni çiziyor Aygül’ün elleri bir kalemin ucunda bitiyor her şey bununla birlikte her kadının dudaklarında senin türkün kim kalmak ister şimdi, ellerin bu kadar uzakken şimdi dünyamız belki biraz daha hızlı dönüyor belki biraz daha yavaş dünyamızda insanlar biraz daha uzaklaşıyor tüm insaniliğinden, umutsuzluk diz boyu Büşra, buralarda. Dünyanın dört bir yanında bir şekilde kana buluyorlar en masum insanın elini, oysa sınırlarına her gün yeni önlemler alınıyor ülkelerin, artık ilkel bir ortaçağ devleti tüm bu devletler, kale duvarlarıyla korunuyorlar, çünkü onlar hala korkuyorlar kolyelerini, yüzüklerini ve sömürgelerini kaybetmekten. Evet Büşra değişecek pek bir şey olmayacak aslında, sürüyor sınıfımın kavgası. Yine uzaydaki canım bilim insanı çalışacak, ve insanlar savaşacak, üstün teknolojiyle ölmek için, ölecek insanlarımız corona salgını, kanser ve bozuk psikolojiyle. * Aman ne yaparım Büşra? bu güzelim ovaları, bu Atça’nın portakal bahçelerini namuslu işçilerini ve hilekar efendilerini binlerce yıl önce geçmiş buradan Nysa adında bir yaradan kurmuş şehrini bir zaman yaşadığın şehre parmak uçlarına işlemiştik sevdayı ve başkaldırıyı yeniden işliyoruz buğdayı bu bereketli toprakların üzerine ve yeniden yeşerttik uyanmayı yüreğimize ve dimağımıza 47


ve ekmeği için ölecek ve savaşacak insanlarımız burada yaşam; bilgece ve güzel altın mührü var, varoş evlerin destansı sevdaların yazıyor şimdi karşımda genç kadınlar gözler yaşamanın hüznünde o gözlerde seni arıyorum, bulamıyorum Büşra. Talip CÜZDAN

48



Siz de Kirli Gözlük’e, okurlarımız ile paylaşmak istediğiniz metin ve görselleri yollayabilirsiniz.

/kirligozluk KİRLİ GÖZLÜK Mart 2020


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.