Kirli Gözlük — 3. Sayı

Page 1

Fanzin

3.sayÄą Temmuz 2020



BİLDİRİ Merhaba sevgili arkadaşım; Zamanımız maalesef içi boşaltılmış ve bu boşluğun etkisinde kalmış dergiler, kitaplar ve kalemlerle dolu. Her geçen gün edebiyatı yağmalamak ve popülarite kazanmak için yazılan yazılarla karşılaşmaktayız. Buna zorunlu değiliz. Onlaca sayfa ve mürekkep ne uğruna akmaktadır?İnsanların sürekli saldırdığı edebiyat dünyasının artık kendisine bir set çekmesi gerekmektedir. Bu seti elbette alternatif yaratarak, okuyarak, yazarak ve tartışarak var olacağına inanıyoruz. Bizler daima güzeli bulmayı ve gerçeğin peşinden koşmayı hedefliyoruz.Sayılarımızda amacımız siz okurlara özgün düşünceler kazandırmak ve de toplumumuzun birçoğunun bilmediği veya unuttuğu kavramları ele almak. Bizler, Kirli Gözlük fanzininde ele aldığımız konularla sadece üretmeyi değil, aynı zamanda bir tartışma ortamı kurup, özgün içeriklerle karşınıza çıkmayı hedefliyoruz çünkü artık kitlelere herhangi bir şekilde ulaşmış olan insanların çıkardığı kitapların, dergilerin ve fanzinlerin edebiyatla, sanatla veya hayatla uzaktan yakından alakası olmadığını görmek, bizleri fanzin kavramını yeniden ele almak ve beraber üretmek anlayışına yöneltti. Günümüz sözde edebiyatçıları için takipçi sayısı her şeydir.Bize sattıkları dergi ve kitaplarda her gün içini biraz daha boşaldığı edebiyat dünyamıza uygulanan anesteziyi üzerimizden atmak için hep birlikte okumalı ve karanlığa teslim olmamak için üretmeliyiz. Bu yüzden hep birlikte gözlüklerimizin kirlerini temizlemek ve gerçek kirleri görmek adına sizlere bu fanzini sunmaktan onur duyuyoruz.

YAZARLAR Talip CÜZDAN Aygül AŞIR Ulrike DEMİRYOL DENİZ GÖRKEM

ÇİZERLER Aygül AŞIR Mahmut BAŞER Ayça DUTKİN

FOTOĞRAFLAR Elif Kartalcı

1


Aydın konusu her dönem yazılan, yeniden ele alınan, klişe bir konu gibi dursada, yeniden ele almak doğrudur,gereklidir. Çünkü aydın döneminin gereklikiklerini hissedip ona ileri bir yön veren kimse(ler)dir. Peki biz bu sayıda neyi amaçladık? İsteyerek olsun olmasın yaşamdan uzaklaşan sanatçı/aydın bizim sorunlarımıza da ya yabancılaştılar ya da çözüm üretemez hale geldiler/getirildiler. Bu yüzden belki koşullar farklı olsa da; bugünün YABAN’ını anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Aydınların tarihteki affedilmez kopukluğu nedendir? diye sorduk ve buna yanıt aradık. Peki nereden doğdu bu sorular? Çağımızın maddi koşullarını göz önüne almadan; bir parti ya da lidere takılıp, düşünüp taşınıp yeni bir söz söylemek yerine, bir takım köşeyazarlarının, bugüne kadar ulaşmış belli klişelerini almayı, sağda solda bunları tekrarlamayı aydın olmanın gereği saymak mıdır dedik aydın? Sorunları kendi koşulları içinde derinlemesine ve geniş açıdan değerlendirecek yerde duygusal nedenlere indirerek; makaleler yazan özellikle güncel yazınların dar açılı bir sonuçla dünyayı yorumlaması yada böyle yorumlamak istemesinin nedenine ve kökenini incelemeye çalıştık.(Bunları söylemek için televizyonu on dakika, en çok satan gazetelerin manşetlerini ve ele aldığı konuları anlamak yetiyor.) Halk sanatçıya küs, sanatçı ise halka. Saati yıllardır kendisinden uzak, halkından, insanlıktan uzak bir yere ayarlamış; tarihini önemsemez, halkına de üçüncü dünya gözüyle veya neden daha gerici değil diye bakan bir duruma düşmüştür. Ya maziperest ya da hayalperest. “Tabii toplumundan ilgi göremediğinden ötürü ‘bunalması’ da yabancılaşması. İlgi görmemek, anlaşılmamak, tam tersine horlanmak, aşağılanmak onu öyle soyutluyor ki, bir süre sonra kendi üstüne katlanmaya, daha sonra da yozlaşmaya itiyor. Elli kuşağının öyküsü bundan ibarettir. Delikanlılar, işi ‘alafrangalığa’ döktükçe soyutlanmışlar, soyutlandıkça kendilerini ve yapıtlarını toplumsal ortamdan koparmışlardır. Sanat ki toplumsal bir olgudur, toplum dışı bir ortamda elbette yaşayamaz, çürür.” der Atilla İlhan.

2


Oysa toplumumuzu ve bunların dinamiklerini sadece dar bir bilgiyle veya bir takım toplumda karşılığı olmayan argümanlarla anlatmaya çalışmak ne kadar doğrudur? Okuduğum Lise’de ve üniversitede değerli aydın adayları, yalnız ‘çeviri’ roman okumakla, basbayağı övünürdüler. Körükörüne sadece bir düşünceye bağlanmış ve diyalogdan uzak neredeyse savunma yapmaktan gözü dönmüş sanatlarını, kalemlerini, fırçalarını, inançlarını biraz daha diyaloğa açsa harikalar yaratacak insanların sorunu da bu değil midir? Bu yüzden “ aydın var aydıncık var aman karıştırmayalım ”aman dedik! Aydın sırf toplumdan aykırı durması gerektiği inancı taşıdığı için, yaşadığı toplumun gerçeklerine gözlerine kapamak ve kendi kurduğu dünyasının maymunluklarına soyunmak değil, dünya tarihini bugünün halkları için, geleceğimizi güvence altına alabilen orijinal bir fikir üretebilmek değil midir? Bunun için ne gerekir peki, bir kere Aydın’ın hem örgütleri hem yığınlara karşı özgürlüğünü ve bağımsızlığını koruması, gerekmez mi?Değer ölçüsü sadece güncel olmak, güncel kalmak olan bir aydının, bir olayı veya kişiyi tarihsel süreçte yerine oturtamaz, her türlü tavrı ve eylemleri, haber ya da dedikodu değeri yüksek sansasyonel tavır ve söz ve çabalarına bırakır. Sanatçı eserinden çok onu reklamını ve pazarlamasını düşünmeye başlarsa, o sanatta nasıl bir özgünlük mümkün olur? Onlar konuştular mı ağzılarından bal akar sanırsın: ne geniş ve aydınlık cümleler, güncel benzetmeler… İşte sorun da tamda bundan sonrasında başlıyor: her şeyi modaya ve güncele bağlı; yorumlamak. Güncel elbette analiz edilmeli ve kitlelere anlatılmalıdır ama bu hastalıklı bir biçimde sağlam bir zemine oturmuyorsa, bir süre sonra orada sadece yarın için unutulacak sözler kalır. Bunu önlemek için aydının boğazına kadar gerçeğin içinde olması, orada yaşaması ile mümkündür. Yoksa hepimizin tatlısu frenginden bir farkımız kalmaz. Bunu herkes mi böyle yapıyor? Elbette hayır! Aydın diyebileceğimiz insanlar elbette ki bugün bize yaratma gücü veriyor ve bizi aydınlatmaya devam ediyor(lar). Büsbütün umutsuzluğa düşmemizi sağlayan zaten onlar. Onların hala varlığı sayesinde, geleceğimize inanarak devam edebiliyoruz ama bu, yaygın kısırlığı ve yalanı; ne gizleyebilir, ne de kapatabilir. Yok mu bir çıkış? Olmaz olur mu? Yığınların ve örgütlerin sana kabul ettirmeye çabaladığı değerler sistemine gözü kapalı bayrak sallamayacaksın. Koşulları, yöntemleri sorgulamalı ve söz söylemeliyiz.Son olarak: yaygın inanış şudur ki; bilgi bir kez edinildikten sonra artık üzerinde durulmaz, insan bir kere bir bilgilendikten sonra; bilgisini korumak için her türlü bilgiden sakınır durur. Oysa bilgi asla sabit değil, değişebilir olmasıdır. Bilgi ile inancı ayırmalı, bilinç elbette inancı getirir, ama inancın tek başına bilinci getirdiği doğru değildir. Eğer ki bize dayatılan bilgileri bir kez olsun, kuşku ve şüphe ile yaklaşmadıysak; bu sayıda biraz yakınlaşmayı umut ediyoruz. YAZAN:ATİLLA İLHAN BOZAN:TALİP CÜZDAN

3


AYDINLANAMAMA SORUNU ÜZERİNE Sizi rahatsız etmeye geldim. A. Şeriati —Hala YABAN(CI) mıyız?—

Sevgili okur! Her geçen gün yeni bir kitap, yeni bir dergi, yeni bir film hayatımıza giriyor. Televizyonlar, gazeteler ve diziler… Tüm yaşamsal alanımızda bize dayatılan dünyayı algılama metodumuz ve bununla birlikte oluşan kültür endüstrisinin, bir parçası olan popüler kültür; okuyucusuna, izleyicisine yepyeni bir hayat modeli sunmakta, dünyanın kendisi etrafında döndüğünü vurgulamakta, derinlikten yoksun sığ ilişkiler içerisinde giderek artan bir yabancılaşmaya neden olmaktadır. Popüler kültür biçimleri, halkların ve sınıfların statülerine bakmaksızın belli bir düşünce(sizliği) kendi etrafında toplamakta, bizler üzerinde durmadıkça eleştirdiğimiz her şey, kendini yeniden üretmeye devam etmektedir. Günümüz kültür anlayışıyını kabaca; yüksek kültürlü veya popüler kültür olarak gören, ticari işleri sanat eseri sayan ve kar eden bir yatırım olduğunu düşünen; bu kültürün kar ve devam edebilmesi için tüm düşünce(sizliği) çekici hale getirebilmek için, tüm argümanlarını kullanmaktadır. Tüm bu kültürel öğeler medya aracılığı ile dayatılmakta, tüketicileri, sömürerek, sınıfsal egemenliklerini sürdürmelerini sağlamaktadır. Örneğin, romanlara, sinema filmlerine, magazin dergilerine ve gazatelere bakıldığında bunların kapitalist toplum insan profili —evrensel insan modeline uygun giyinen ve düşünen—idolojiye yardım edici yönde şekillendirildiğini görürüz. Yani medyatik kültür; egemen kültürün bir ideolojik aracıdır. Dünyayı köye dönüştüren medya, özgürlük adına “çamurlu akıntısı’nı” içimize boşaltmaktadır. Önce kitap ve gazeteler, radyo, sinema, televizyon ve bilgisayar, artık tüm davranışlarımızı etkileyen, zihnimize ve yüreğimize egemen olan, düşüncelerimizi değiştiren, sosyal ve kültürel değerlerimizin dönüşmesine(tekelleşmesine) neden olan bir yapıdadır. Kültür, sanat ve düşünceyi değiştiren medya, medyayı elindede tutan(medya patronları), günlük konuşacağımız dilden, siyasi tercihlerimize kadar geniş bir yelpazeyi ellerinde tutmakta ve bazı akademik kaynaklar güçler ayrılığını artık “yasama- yürütme- yargı ve medya” olarak ele almaktadır. Bugün çok değerli okutmanlarımız, tarihi bize içinde bulunduğumuz dünyayı, anlamakta yardımcı olmaktan çok; günün sorunlarını unutturmaya çalışıyor. Bunlar, bilgi iletmenin ötesinde bize hazır davranış kalıpları ve ideoloji sunuyorlar ve tanıdık yüzler sayesinde, davranışlarımızı pekiştiriyorlar. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna tümüyle birbirinden habersiz insanlar, medya sayesinde aynı tepkiyi vermekte, aynı müziği dinlemekte, aynı ideolojik tutumu benimsemeye, aynı giyim tazını kabullenmeye (moda), aynı ürünleri tüketmektedirler. 4


Aşkların nasıl yaşanacağı, nelerden zevk alıp nelere öfkelenmemiz gerektiğini, vaktin nasıl geçirileceğini, moda ve yeni yaşam tarzları en ince detayına kadar bize öğretilmektedir. Özellikle internetin de yaygınlaşmasıyla bu süreç dünyayı koca bir köye çevirmiştir. Burada araç internettir. Medyanın ve medyatik yüzlerin, fikir ve kalıplarını tüm dünyayı kasıp kavurduğu ve insanların hayatını birinci derecede düzenlediği artık kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçektir. Amaç ise; tüm dünya aynı kıyafeti giydirip, aynı dizi/filmi izletmek, aynı isteklere sahip olmak… Tekelleşme, kültür(d)e (t)ek-elleşme. Kültürel açıdan bize sunduğu ve derinliği olmayan tüm medyatik kültür biçimlerinin, görüntülerinin ve yazılarının istilasına uğramış bulunmaktayız. Gün içerisinde yorulan veya anlam arayışı olan/olmayan herkesi kendi hamurunda yoğuracak, bir buluşma noktası bulunmuştur. Sosyal medya veya diğer medya araçları… Ne söylediğinin bir önemi olmaksızın yeterki söyleneni duymak arzusunun reklamı yapılmaktadır. Orada bize nelerden gülmemiz, neleri düşünmemiz, neyi okumak veya izlemek zorunda olduğumuz anlatılmaktadır… Üstelik son zamanlarda artık kendi okuduklarıyla değil, ailesinin okuduklarıyla,

*

sosyal statüleri ile kendini tanımlayanlar maalesef; miraslarına tüyünü dikmiş bulunmaktadırlar. (Beşik uleması ölmedi, içimizde yaşıyor.) “Bilimlerin ve sanatların gelişmesi ahlakın düzelmesine yardım etmiş midir?” diye soruyor kendinden yıllar sonra dünya tarihine yön verecek büyük bir devrimin düşsel tohumlarını atarken, Jean-Jacques abim. Kendini yıllar sonra hala haklı çıkaracak bir biçimde sağlıklı bir cevap vererek. “Bilim ve sanatlar, insanları bağlayan zincirlerin üzerine çiçekler örterler... Artık bir insanın namuslu olup olmadığına değil, bir sanata kabiliyeti olup olmadığına bakılıyor; bir kitabın yararlı olması değil, iyi yazılmış olması isteniyor. Parlak zekâ insanı bütün nimetlere kavuşturuyor; erdem ise hiçbir şeref getirmiyor. Güzel söylevlere yüzlerce armağan veriliyor; güzel eylemlere ise hiçbir şey verildiği yok. (…)Her sanatçı alkışlanmak ister. Beraber yaşadığı insanların övgüleri onun için en değerli armağandır.Bugünkü gibi, bilginlerin moda olduğu, eğlence düşkünü bir gençliğin zevklere hükmettiği(...) kul köle olup onların istediği gibi yaşadığı(...) uygun gelmediği için dram şiirinin şaheserlerine, müzik harikalarına değer verilmediği bir çağda ve ülkede doğmak felaketine uğramış bir sanatçı kendini beğendirmek için ne yapar? Ne mi yapar...? Dehasını zamanın düzeyine indirir; ölümünden çok sonra beğenilebilecek eşsiz eserler yaratacak yerde, yaşadığı sürece hoşa gidecek eserler vermeye çalışır.

5


Abimiz: “Bilim ve Sanat Üstüne Söylevler’de” bilimde ve sanatta işlerin çığırından çıktığını, toplumları körelttiğini ve yok ettiğini örnekler vererek açıklamaktadır. Haklı mıdır? 1750'de "bilimlerimiz ve sanatlarımız olgunlaşmaya doğru gittikçe, ruhlarımız bozulmuştur." Diye bir cümle kuruyor ve yıl 2021 hâlâ biz bu cümlenin altında kalmaya devam ediyoruz. Çünkü günümüzde bilim dahi ileriye gittikçe seçkin insanlar ileri giderken; insanlık geride kalıyor. Sanatı allayıp pullayıp ulaşılmaz doruklarda aramak ve onu oraya kaldırmak, dokunulmaz kılmak… Süslü şeyler, süslü sanatları, süslü insanlarsa bu san’atlardan beslenen birer kokoşa dönüşmüşlerdir. . Rousseau aslında bilimler ve sanatlara kızarken dönemdeki algıya ve tarihteki yığılmaya kızıyor. Ne hikmetse öfkesini ben buradan duyumsuyorum. O bunları yazarken, henüz yüzbinlerce insan iki büyük cihan harbinde ölmemiş, atom bombası Hiroşima’ya düşmemiş, Nazi kampları kurulmamıştı. O bunları söylerken; dünyanın tüm zenginliği bir avuç seçkinin eline düşmemiş, dünya koca bir köye dönüşmemişti. (Biliyorum yapılan tüm genellemeler yanlıştır. Bu da dahil. Bu yüzden sanatı ve bilimi layığı ile ileri götürenleri tenzih ederim.) Toplasan 37 sayfalık bir kitap, nasıl 3700 sayfalık bir kitap gibi yerinde tespitler yapıyor, bu yorumu kitabı okuyanlara bırakıyorum... (Okumayanlara da şiddetle sevgiyle tavsiye ediyorum.)

* Çağımızda kişisel gelişim adı altında onlarca baskı yapan kitabı, onlarca izlenmiş dizi/film, motivasyon konuşmaları, özlü sözler… Kim alıp, okuyup, izleyip, dinliyor? Hayır, asıl soru bunların ne anlattığıdır(!) Bize dayatılan: “Ferrarisini Satan Bilge, Evrenden Torpilin Var, 21 Günde Mutlu Ol, 30 Saniyede İkna, 7 Adımda Başarılı Ol, İstersen Başarırsın, En Büyük Yolculuklar İlk Adımla Başlar(…) popüler pskioloji bize herkesin ihtiyacı olan şey ancak, yetenek ve şanstır der. Herkes için fırsat eşittir. Ancak, bilgi ve şans kurtarıcıdır.” Böylece, okuyucu/dinleyici/izleyici, sebebi toplumsal sistemde değil, kendilerinde aramaya başlarlar. Çünkü medyadaki yüz, bir başarı timsalidir. O başarmıştır, çünkü sen onu izliyorsundur. Sen neden başaramayacakmışsın? Bu sayede yaşadığımız sistemin en büyük kusuru örtülmekte; sömürülen sınıflara, düzenin âdil ve hakkaniyetli olduğu vurgusu yapılarak, meşrulaştırılmasını ve yeniden üretilmesi sağlanır.“Sokrates yaşasaydı eğer o doğru adam bizim boş bilimlerimizi de küçümserdi. Her taraftan üzerimize çullanan bu kitap yığınının artmasına yardım etmezdi.” diyor Cenevre’li adam, 28. Sayfada... Yalan mı diyor? Yalamadan, döneminin ötesinden 2021’e elini uzatarak şak diye vuruyor algılarımıza. Yüzlerce kitap, basmakalıp ideolojiler... Diyor ki yazarımız; “Ama bu boş adamlar, parlak sözleriyle her yere erişirler... erdemi yok ederler. .” Yine de bir notu eklemekte fayda var: bilimler ve sanatlar nasıl insanları oyalıyorsa bir o kadar da ateşleyici olabiliyorlar. Unutmamak gerek, tüm bu düşünceler olmasaydı, belki de abimizden birkaç sene sonra büyük bir devrimin düşünsel yapısını nasıl anlardık? 6


Peki tüm suçlu medya tüketicisinin midir? Bir grup çatışmayı yakalayan azınlık ise; günlük yaşamınında yakaladığı ipuçlarıyla ve tartışmalardan da etkilenerek belki de “ farklı görünmek zorunluluğu” ile “bunlar kötü “ demekle yetinip “anti-popülist” eleştiri yapmaktadır. Çünkü bu daha caziptir. Medya bunun için muhalif kurtarma kitleri yetiştirmiştir. Tepkisini bir kanala veya bilmem kaç karaktere sığdırarak ceviz kabuğunu doldurmadan sadece karşı çıkan izleyici/okuyucu/dinleyici, medya sayesinde, sosyal ağ ve programlar sayesinde rahatlamakta ve kendini yeniden tanımlamakta, orada konumunu kendisi yaratarak ana akımın bir parçası olmaktadır. Sevgili okur, sana bu sene, şehrin uzağında, kaldığım birkaç ay sonunda edindiğim bir deneyimi aktarmamı, umarım sıkıcı bulmazsın. Birkaç ay taşrada yaşadım. Burada, buradaki insanların düşüncelerini küçümseyen bir grupla tanıştım. Bunlar birkaç sosyoloji ve tarih kitabını okuyup, insanların suratlarına iğrenerek baktıklarını gördüm. İlk konuşmamızda onların dünyayı değiştirecek insanlar olduğunu gördüm(dahası bana öyle söylendi), bu konuda sosyolojik terimler kullanarak varlıklarının bu izbemiş yer için ne kadar değerli olduklarından bahsettiler. Onların ellerinden düşürmediği ve saygın baylar/bayanları zahmetli işlerden kurtararak uzun uzun tahliller yapmak yerine hap bilgiye boğmak ve ona neyin, nasıl düşünmesi gerektiğini okuduğu tek bir kitapla tüm dünyayı mutlak bir biçimde öğrenme içerisinde olan, arkadaşlarımın hareretini popüler dergiler almıştı. Günün kadını ve erkeği işte bu dergilerle dünyayı, yeniliği, modernliği, uygarlığı tanımaktaydılar. (Bizde buna tepki olarak bu fanzini yayınlamaktayız.)Burada sorun dergilerin varlığı değil, onların okuyucudaki etkisinde. Bir anda tüm ideoloji ve eylemleri ortadan kaldırıp onları taşlaşmış kabul etmekten okuyucuyu tek taraflı yalnızlaştırmaktan başka ne yapmaktadır, bu dergiler? Dünyanın sırrına erişmiş olanların dergisi. Artık dünyaymış, sorunmuş, tarihmiş, aman Talip sende laf mı bu? Hadi kahve ve poz verelim. Onlar tek tip düşünceleriyle toplumun tüm geleceğini avuçlarının içi gibi açık ve aydınca bilirler. Ah! Birde, bunların yanına yarin avuçiçleri geldi mi, aman bizden iyisi yok! Anlaşılmazlardır, onlar. Oysa kendisi de pek bir şey anlamamıştır ama yine de onlar yalnızdırlar. Onlar, gayet iyi birer takvimdirler. Okumaz, fakat anmayı severler. 19 Mayıs, 23 Nisan, Şeker Bayramı, hele 1 Mayıs’ta… Onlar, makalelerini genişleterek ya da genelliştererek herkesin malı yaparlar. Nazım, hepimize yetebilirdi, Turgut da öyle, ne demeye kavga ederiz, anlamam ki(?) Medyatik kültür, insanların, hayatın kendisini kendi tanıma gereğini ortadan kaldırır. Medyayı elinde tutan patronlar ise bize: “okuyucu/izleyici ne istiyorsa biz onu vermekteyiz” demektedirler. Bu medyadaki birçok yüz için en iyi açıklamayı İlhan Selçuk yapmıştır: “Kafası boş, üslupkar, olumlu düşünceden yoksun beyzade, kalemiyle fikirlerin ancak kabuğunu tırmalayan kültürsüz yaratık. Bir gardrobun eni boyu ve yüksekliğinde dünyası çizilen entelektüel...” Bu aydın insanları haksız bulmak isterdim doğrusu. 7


Popüler kültür’ü incelemek, medya ve medyatik aydınlar bağlamında ele almak benim için zor bir süreç oldu doğrusu sevgili okur. Aydınlanma sorununun bu ayağına değinmek isteme sebebim elbette bu pandeminin patlak vermesi oldu. Çünkü her yerde toplantılar, konferanslar… Artık aydın veya entelektüel, telefonumuzda, televizyonumuzda. Telefonumuzu şarjına takıp, beynimizi doldurabiliriz. Peki tüm bu bunlar böyle diye, kabul mu etmeli? Basmakalıp bir yaşama daha ne kadar devam edeceğiz? Toplumda örnek alınan, yazar, çizer, gazeteci, şiir okuyan, muhabir, sanatçı taifesi, toplumun dönüştürücü gücüdür. Maalesef bu dönüşüm şekildedir. Bu şekil aynı zamanda düşüncedir de. Bugün sadece gördükleri gibi düşünen, onlarca beyin yok mudur? Gördüğü yazar gibi yaşamak isteyen, bir sanatçının tarzını benimseyip, ne dediğine bakmadan peşinden koşan? Bu düşünce bugün umutsuzluğa dönüştü ve kapkara bir karabulutun dağıtılmasını bekleyen toprak kaldı, geriye. Oluşturulan bu yeni kültür kavram dünyasında da aslında kendi kararlarımızı kendimizin vermeyişimizi ve bakış açımızın etkisi altında kaldığımız öğelerin üretilmesi anlamındadır. Bu kültür, bir bakıma hayatımızı, zevklerimizi yozlaştırmakta; bizi kolay yönetebilen, küçük farklılıklar dışında birbirinin kopyası durumuna gelmiş bir yığın haline getirmektedir. Medyadan aldığımız uyarılara yeni bir kimlik tanımlamaktayız.

*

Buraya kadar işim kolaydı, herkesin iyi bildiği zırvalıkları söylemekten başka söz söylemedim, maalasef! Peki ama neden sadece medya okun ucunda? Çünkü tekelci aydınlar; her şey biliciler, oradalar ve kitlelere seslenmektedirler. Çünkü bugün, caddelerde gezen, evinde umutsuzca yarınını düşünen insanları kim bu hale getirdi? Onlar yapmadı ise bile, onlar bu düzen içerisinde, köşebaşlarını tutup, yerlerini korumak için, mücadele etmişlerdir. (Bir hakim insani bir açıklama yaptı diye açığa alındığından haberleri yok muydu, söyleyecek tek lafı yok muydu (biricik aydınımızım)kitleler karşısında.) Onun bu mücadele sadece kendi içindir. İşte tüm bu soruyu ve cevabı yaratan kilit kişi(ler): Medyatik yüzler ve aydınlar! Peki kim bunlar? Nasıl doğar, nasıl yaşar, nasıl ölürler? Nedir, neye benzer? Hayatımızın içine giren medya, bize nasıl yeni bir aydın sınıfı, entellekütel sınıfı doğurmakta? Bunlar sadece yazarlar, çizerler ve sanatçılar mıdırlar? 1Mesela kendini aydın/ entelektüel sayıp, “Ben aydın”ım diyen, aydının sorunları, aydının çektikleri, aydınlar ne yer ne içer gibi meselelerden durmadan dem vuran kişiler aydın mıdır? Mesela bilim insanı olmak aydın olmak için yeterli midir? Yazarçizer takımından olup mürekkep yalamış, dili morarmış olmak? Sanatçı kimliğiyle öne çıkıp duyarlı insan olmak? 8


Uzatılan bir mikrofona iki kelime aklı başında bir şeyler söyleyebilmek? Siyasi bir duruşu olmak ve bunu savunmaya çalışmak? Yoksa tamamen tarafsız olmak ve bunu ayan beyan belli etmek, bir nevi siyasi-kültürel noterlik yapmak mı yeter ve gerek şart aydınlık için? Ya da sadece bilgi sahibi olmak? Peki ya, öğretmenlerimiz, üniversite hocalarımız, avukatlarımız, siyasetçilerimiz, gazetecilerimiz, sanatkarlarımız, mühendislerimiz, edebiyatçılarımız, edebiyat tarihçimiz, tarihçilerimiz midir? Veya bunlar sahiden bizim midir? Konuya Şeriati’nin bir tanımıyla başlamakta yarar var: 2“Aydın meselesi, evrensel bir karşılaştırma ve aynı zamanda sosyal ve bölgesel yönden çok önemli, hassas ve temel bir meseledir... Avrupa’da... aydın kelimenin aslı “intelijansiya”dır. Bu kelime mastardır ve onun sıfatı da “Intellectual’dir. İntellectualin kökü “İntellecf’tir. “İntellect”, yani beyin, zihin, akıl, kudret, idrak ve uyanıklık anlamına gelir. Entelijansa bir insan derken uyanık, anlayışlı, mütefekkir, şuurlu bir insan akla gelir. Bununla birlikte intellectual veya “intelijansiya”, toplumda fikir, bilinç ve uyanıklık sıfatlarıyla tanınan bir sınıfa verilen addır. Yapılan bu açıklamaya göre toplumda uyanıklık, düşünce ve bilinç yönü diğer özelliklerinden daha fazla olan intellectualdir. Ancak bütün bunlar lügat anlamına göredir. Ama bizim konumuza giren kavram olarak aydının ne olduğu konusuna gelince; aydın (intellectual), düşünce ve fikir konusunda çalışan bir fert veya sınıftır…” Bu bakımdan, aydın meselesi, özelde ve genelde, bir bütün olarak görmekte yarar var. Dünya aydınlanma hareketi hangi şartlarda gelişti, ve biz kendi aydınlarımızı niçin tanımalıyız? Kendimizi değerlendirip, nereden geldiğimizi, ne zaman geldiğimizi, neden geldiğimizi, nereye doğru gideceğimizi tanımlayabilmek için bu son derece önemlidir. Nazım’ın da deyimi ile: “Anlamak gideni ve gelmekte olanı.” Oysa günümüzde hala bir kesim tarafından, aydınlanmak kötü gösterilmiş, yanlış tanıtılmıştır. Oysa yine; kendisini, kendi aydınını tanımayan birinin, toplumunu tanıma imkanı yoktur. Toplumu tarihle, sosyolojiyle ve toplumun hangi şartlarda meydana geldiğini ve bu özelliklerin köklerinin nerede olduğunun iyi bilinmesi gerekir. Aydın yaşadığı çağın ruhudur. Çağın gerekliliklerini ve tarihi sorumluluğunu ruhunda hisseden insandır. İnsanların insanca yaşayacağı sistemi kurmak için sınıfsal sömürüyle ile mücadele eder. Bir toplumda kardeşçe yaşamak eşitlikçi bir hayat temeli olmazsa olmazdır, çünkü azınlık için çoğunluk kahrolmakta, hatta yok olmaktadır. İşte bu yüzden medyada bize pompalanan, herkes için değil, senin için sloganı, sanatta, kültürde, yaşamda kendini durmadan üretmektedir. Gerçek aydın ve medyatik aydın üzerine, bugün bu küresel köyde televizyonlarda bangır bangır, ideoloji satılmaktadır. 3Medeniyet, kültür, ihraç mallarından değildir. Dahası, medeniyet ve kültür, ordan buraya getirilecek radyo, televizyon ve buzdolabı değil ki, elektrik fişine takılınca hemen çalışsın. Ama sen o fişi takınca sana göre bir kimlik muhakkak vardır. Yeter ki, iste! Bugün aydınlanmadan yana olduğunu iddaa edip, dışarıdaki zulme üç maymunu oynayan insanlardan her ülkede binlerce kopyası vardır Bunu nereden mi biliyoruz? Onların ne söylemediklerine bakarak. 9


Pandemi süreci bir kez daha gösterdi ki bize, toplumundan nefret eden, ona tepeden bakan, insanların davranışlarının sebebini anlamaktan yoksun bu sosyal ağ tipleri, bugün bu halkın elinden konuşma özgürlüğünü elinden almıştır. O (sosyal)medyada, bizim yerimize düşünür, bizim yerimize bizden nefret eder.

*

Peki bugünün aydınlanma hareketi sadece Avrupa aydınının, bir tavrı mıdır? Yoksa evrensel değerleri olan ulusal bir tavır mı? Avrupa’nın ortalama iki bin beş yüz yıl önceki devri Ortaçağ Avrupa’sına göre çok çok parlaktır. Büyük bilginleri, yazarları ve bugünün modern dünyasına yön vermiş büyük filozofları vardı. Bu yüzden Avrupa aydını, geriye döndü baktı, hatanın nerede olduğunu anladılar ve hızla ileri gittiler.(Bu ileri gidişi yine Şeriatinin tanımına bakmakta yarar var: 4“Bilimi sadece ve sadece ekonomide üretimin hizmetine sunmaya hücum ettim. Bu bilimi özgürlük bilimi olarak kabul ettim ve adını yeni skolastik koydum. İlmin daha önce kilisede Katolik mabedinin esiri olması gibi şimdi de 18. 19. 20. yüzyıl mabedinin yani sanayide kapitalizmin esiri olduğunu söyledim.”) Hristiyanlık geldikten sonra, Avrupa Engizisyon mahkemleri sanatı astı, bilim astı. Düşünen insanı astı. İşte tüm bu koşullar içerisinde 17. asırda, Avrupa’da bu sınıf oluşuyordu… Orta Çağ Avrupa’sı, düşünce ve hayatın ilerlemesinin önünde kocaman bir engel vardı? İncil’in söyleminin dışında söz söyleyen herkesin derisinin yüzülmesiydi sonuç. Bugün nerede bu kilise? Bu halkın suçu muydu? Halk sistemli bir biçimde bu düşünceden dışarı çıkılmaması için çalışmışlardı. Kabaca durum böyle idi. Bizde durum nasıldır? Aman sevgili okur, bu durumu siz düşünün. Çünkü herkesin yerine her şeyi düşünen insanların olduğu bir coğrayada bunu da siz düşünüverin.

*

“Dayatılanlara ne kadar sahipsen o kadar “sen’sindir”, algısı sadece mevcut medyanın uyguladığı bir metot değil, egemen sınıfın uyutma yöntemidir. Bunlara karşı çıkan, insanlar neredeler? “Mevcut “tüketim çılgınlığı’’ modern insanın engizisyonudur. Tüketim kültürünün devamı için insanlara medyatik yüzler ve aydınlar aracılığı ile bu alışkanların devam etmesi sağlanır. Günümüz insanı için “kültür felsefesi” tüketmektir. Halkın ilgisini çekecek konu ve konuları bulmak, böylelikle “izlenme /takıp edilme” oranlarını yuksek seviyede tutmak yeni heyecanlar, yeni tartışmalar, dalgalanma yaratacak kültürel ve tarihi öğeler, kişiler arandı ve kolayca bulundu. Bunu yapabilmenin en güzel yöntemide popüler kişiliklerle tıka basa doldurmakla ya da alanı dışında bir simayı tanıdık hale getirmek, kolaydı. Bu meşhur kişilerin, sayıkladıkları durmadan tekrar ettikleri çok güzel şeyler vardır. “Din kardeşliği, milli birlik ve beraberlik…” Daha bu 1 Mayıs’ta gördük ki, beyler, evlerinde rahatça yaşamakta, onların rahat yaşaması için sömürülen işçileri aymazca tiye almakta.Şu bilinmelidir ki; artık bu gibi konularla yalnızca popüler şiir yazmaya veya toplumda “hoşgörü timsali” insan modeli yarayan edebi bir konudur. Ya da yüksek bir üniversite tamamlamak veya okumak… 10


Ezbere aldığı kavramları durmadan tekrar etmek midir, aydın tavrı? Durmadan öğrendiği yabancı kelimeleri, yayında üstüne basa basa durmak, tercümesiz konuşamamak mıdır? Yoksa ezberi kuvvetli olup, nabza göre şerbet vermede, gayet tabi akıllılarımız mıdır? Son tahilide “aman çocuklarımız siyasete bulaşmasın, aman şunu okumasın, şuraya gitmesin,”dedikten sonra bizler ve sonrakiler koca bir balon olduk. Bizim yerimize düşünen insanlardan, bize sıra gelmedi. Bunlar yüzünden 5 önceleri “Dev-Genç” sonra “ Sev- Genç” olan gençlik profili 2000’li yıllardan sonra ne olmuştu da “Ben-genç” (paracı ve egoist) olmaya başladı. Onlarca baskı yapan veya müfredatta gösterilen, kitaplar bizim hangi yönümüzü derinleştirdi? Söyleyeyim efendim: “Sermaye içerisinde sınıf değiştirme güdümüzü derinleştirdi, özellikle üniversite sınavlarında yarış atlarından farkımız nedir? Dünyada sömüren ile sömürülen diye iki gerçeğin bulunduğu bir ortamda; medyanın bize çoğunlukla ilettiği tüm bunlar tehlikeli bir aldatmaca, bir safsata, bir kuruntu. Sonuç: bugün bir salgında, ölüme gönderilenlere; devlet izni! Sonuç; bugün bir salgına karşı, modern insanın, insan olamayışının sonucu. Medya bugün dünyayı olduğu gibi ele alır. Yeni bir şey söylemez. Oysa aydın ise dünyanın “nasıl olacağını” duyumsayan kişidir. Bugünün internet aydını bir paparazi poragramı sunucusu gibi dil kullanmakta, yahut tercümansız konuşamamaktadır. Aydınlar ve entellükteller, gece aydınlansın ve yüreği gerçeğe kavuşsun, birileri de onlarla gurur duysun, onlarca takipçisi peşinden koşsun, onun sözleri etrafında dünya dönsün diyen bir insan değildir. Aydın yarının mutlak değişeceğini bilen, ve halkı karanlıktan ve zorbalıkla mücadele için, bilinç ve sorumluluk yükleyen ve bunu duyumsayan kişidir.Buradan şunu anlıyoruzki: bazı aydınlar entelleküeldir, ama her entelektüel bir aydın değildir. Diplomalı olmak; aydın olmak için bir araç değildir. İlkel yaşamda büyücüler dahi entellektüeldir. Çünkü kazma kürek sallayan diğer insanlara göre beyin işçiliği yapmaktadır. Ne insanlar be!... Kitap okuyor, hatta onları yanında taşıyor ama bir insanı anlayamıyor, diyor Gorki. Bu yüzden her dönem yeniden doğan ve yeniden tartışılması gereken bir konudur aydın insan. Aydın, tüm bu koşullar içerisinmde, tarihin ileri doğru gidişinden yana olmak zorundadır. Aynı zamanda otoriteye karşı, geri kalmış halklar adına ya da yararına çalışmalıdır. Aydın tarafsız olmamalıdır. Aydın kişi aydınlanmadan yana, ilerlemeden yana, daima ezilenden yana olmak zorundadır. Aydın kişi toplumları derin uykusundan uyandıran insandır. Bu yüzden aydın elbette kayıtsız olmamalı, çağın ruhunu ve gidişatına değiştirmelidir. En azından bunun için mücadele etmelidir. Biliyorum; bu dahil bütün genellemeler yanlıştır. Sözü, Antonio Gramsci abimizin bir sözü ile tamamlayalım: “Kayıtsızlardan nefret ediyorum. Frederich Hebbel gibi, yaşamanın taraf tutmak olduğuna inanıyorum. Kimse, toplumun dışında yalnızca insan olarak var olamaz. Gerçekten yaşamak yurttaş olmaktır, iştirak etmektir. Kayıtsızlık irade kaybıdır, asalaklıktır, korkaklıktır. Kayıtsızlık yaşamak değildir. Bu yüzden kayıtsızlardan nefret ediyorum.” 1 — Temel Demirer — AYDIN/ ENTELEKTÜEL MESELESİNE DAİR[1] 2 —3—4 — Ali Şeriati – Aydın 5—Ekmel Geçer — Popüler Kültür ve Medya

11

TALİP CÜZDAN


AYDINLANMA VE İTAAT

“Aydınlanma”kavramı günümüz tarih yazıcılığında İngiliz Sanayi Devrimi ile başlayan Fransız İhtilali ile biten, bellli yönleriye ele alınan ,kalıplaşmış, 18-19.yy’ lara hapsedilmiş gibidir. M. Heidegger’in bir konferansında Yunan filozof Aristoteles hakkında konuşurken şöyle demiştir. “O, doğdu, çalıştı ve öldü” Bu ,Aristoteles’in çalkantılı,mücadeleyle dolu, iniş-çıkışlı ve Sokrates’in elinde tuttuğu baldıran zehiri dolu kaseyi beraber yudumlar gibi ,doğduğu topraklardan uzakta bir adada yapayalnız ölmesini basitleştiren bir cümledir. Aydınlanmanın temel ilkelerini de bir tarih içine hapsetmek ve bu dönemin sona erdiğini söylemek ,bir daha yaşanmayacak olmasını kabullenmektir. Zira 18- ve 19. yy’lar bile tümüyle aydınlanmış bir çağ da değildir. Aydınlanmanın temel ilkelerinin yanında ve karşısında olanlar her dönem vardır. Gelecekte de olacaktır. Aydınlanma ruhu ,karşıtlarının getirdiği karanlığı aydınlatmaya devam edecektir. Nedir? bu “Aydınlanma” . Akılcılık, bilimsellik, evrensellik, sekülerlik, özgürlük vs gibi temel ilkeler sayılabilir. Ancak Aydınlanmayı asıl anlatan ilke mutlakiyete karşı geliştir.Başka bir deyişle aklı teslim almaya çalışan otoriteye karşı kavgadır. Evet “kavga”dır.! Aydınlanma, halkın filozofların, şairlerin, edebiyatçıların önderliğinde otoriteye karşı kavgasıdır. Afşar TİMUÇİN’ in dediği gibi:” Felsefe hiçbir dönemde bu kadar somutlaşmamış, bu kadar kavgacı olmamış,yaşayan insanın sorunlarıyla bu kadar ilgilenmemiş,insanlığı bu kadar geniş biçimde kucaklamaya çalışmamış, yeni yaşam koşullarını başlatmada bu kadar etkili, dirençli, istekli görünmemişti.” Felsefe, teoriden çıkıp eyleme geçmiştir. Aydınlanma; aklın, dini ve siyasi otoritelerin boyunduruğundan kurtulup , kimseye kulluk etmemektir. Tarih boyunca mutlak otoriteler şekil değiştirmiş , ama kulluk edenler değişmemiştir. Yukarıda bahsettiğimiz karşıtlar tam da budur. Aydınlanmanın sloganı olmuş I. Kant’ın sözünü hatırlamadan olmaz. “Sapere aude”( Bilmeye Cesaret Et!) Bu cesaret , her türlü otorireteye karşı kendi aklını kullanma cüretidir.Ona göre: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.” Tarihte bu kararlılığı gösteren,birçok filozof oldu. Sürgüne gönderilenler, ömürlerini hapiste geçirenler ve idam edilenler.... Sokrates , boyun eğmek yerine baldıran zehrini kendi eliyle içmeyi yeğlemiştir. Filozof İskenderiyeli Hypetia , Hristiyanlığı kabul etmeyip kendini bilime adadığı için kilisenin kışkırtmasıyla , vahşice öldürülmüştür. Giardano Bruno, kilisenin kararıyla yakılarak idam edilmiştir.

12


Francis Bacon, otoriteler ve din adamları gibi düşünmediği için on dört yıl hapis yatmıştır. Daha fazlada sayılabilir. Hepsi farklı dönemlerde yaşamışlardır. Ama ortak özellikleri kendi dönemlerinin aydınlanma ruhu taşıyan filozoflarıdır.Ve kendi akıllarını kullanmaya cüret etmişlerdir. Ama tarih her zaman onları felsefe ekolleri ne olursa olsun altın harflerle yazar. Felsefi görüşleri bakımından bir başka güçlü bir filozof daha vardır. Belki de I.Kant’tan bile daha geniş kitleleri etkilemiş,Kant’tan yaklaşık bir yüzyıl sonra yaşamış “Varoluşçu” filozof “Karşı-Adyınlanmacı” Martin Heidegger. Baş yapıtı “Varlık ve Zaman” ile hala okunmaya devam etmektedir. Tabi ki felsefi akademik sınırlar içerisinde. Onun felsefesinden daha çok özel yaşamı ve otorite ile olan ilişkisi tartışılmaya devam etmektedir.Nasıl olurda bir filozof , Aydınlanma filozofları Voltaire, Diderot, J.J Rousseau, I.Kant ve bir çoğu gibi yanı başında gerçekleşen toplumsal-siyasal sorunlara çözüm aramak yerine kayıtsız kalmıştır. Dünya siyasi tarihinin belki de en yıkıcı olayları olan I. ve II. dünya savaşlarını gençliği ve olgun yaşlarında yaşamasına rağmen hakkında tek bir söz söylememiş ve yazmamıştır. Meslektaşları ve arkadaşları cephelerde ölürken , belkide her gün selamlaştığı yahudi komşuları ve dostlari gaz odalarında öldürülürken,odasında sanki pamuklara sarılmış bir şekilde felsefi yazılar yazmaya devam etmiştir.. Daha da vahim olan o günkü tek otorite olan Nazizimle ya da Führer Adolf Hitler ile olan bağlılığıdır. 1933’de Freiburg üniversitesi’ne rektör olarak seçildiğinde yaptığı konuşmada führere ve nazizme övgü dolu sözler söylemiştir.1934 yılında rekötör olarak işçilere yaptığı konuşmada “Sizin göreviniz, yeni Devlet’imizin Führer’inin talep ettiği biçimde, iş sahası açılmasını anlamak ve bunun için size ödeme yapılan işi kabul etmektir..” sözleriyle başlayan cümlesinde otoriteye itaat çağrısı yapmıştır. Nazi partisi rozeti takarak nazi partisine hizmet etmiştir. Führer sonrası dönemde de hiç bir zaman özür dilememiştir. Yaşamının son yıllarında Der Spiegel’ e verdiği röportajda kendini savunmaya çalışsa da günümüzde tüm felsefeciler onu Nazi yanlısı, antisemitist olarak kabul ederler. Ölümünden sonra ortaya çıkan M.Heidegger’in yayımlanmamış eskizlerinden oluşan “kara defterler” nazi sempatisin bir kez daha kanıtlamıştır. Bu noktada aydınlanmaya geri dönecek olursak, I.Kant, aydınlanmanın önündeki en büyük engelin ergin olmayış durumundan kaynaklandığını söylemekteydi. Ergin olmayışın en büyük nedenini ise tembellik ve korkaklık olarak ifade eder. Çünkü tembellik ve korkaklık insanı zora sokmayan , rahat bir yaşamdır. Hiçbir mücadele gereksinimi yoktur.Kimseyi karşına almana gerek de yoktur. Benim yerime düşünen ve karar veren her zaman bir otorite vardır. Otoriteye itaat beraberinde rahatlığı getirir. Sokrates’in, Hypatia’nın, Sinoplu Diogenes’in, F.Bacon’un, T.Moore’nin, Kopernik’in, ve nicelerinin yaşayamadığı bir rahatlık. Martin Heidegger’in yaşadığı ise tam anlamıyla bu rahatlıktı. Aydınlanma ruhu taşımayan bir filozof olarak her zaman otoriteyle iyi anlaştı. Ne kadar derin felsefi yazılar yazsa da Führer ‘ e her zaman boyun eğdi. Onu savaş cephelerinden kurtaran, rektör olmasını sağlayan itaattır. Bu itaat hep onu korumuştur..

13


Ne kadar büyük bir felsefesi olursa olsun, tarih onu felsefesinden çok milyonlarca insanın ölüme yol açan bir otoritenin ideoloğu olarak anacaktır. Her filozof, s öyledikleri ve yazdıklarıyla çağlar boyu hatırlanır, toplumları ve çağlar etkiler. Yazdıkları defalarca okunur , sözleri sloganlaşır. Ama her filozof döneminin toplumsal problemlerinden beslenir. Ve onlara çözümler arar. Ama bazen söylenenler, yazılanlar yetmez.Ne kadar derin ve etkileyici yazarsan yaz. Bazen M.Heidegger’in “Varlık ve Zaman” adlı eserinde ne yazdığına değil, ne yazmadığına, ne söylemediğinde düğümlenir !!! Belki de aydınlanmanın ne olmadığını bize göstermek istermiş gibi!!! DENİZ GÖRKEM

14


TANZİMAT AYDINI

Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile başlayan süreçte yaşananlar günümüzde pek çok kişinin ilgi alanına girer. Bir “modernleşme” ya da “aydınlanma” olup olmadığı ya da en azından böyle bir süreci başlatıp başlatmadığı konusunda zaman zaman tartışmalar olur. Bazen fikirler taraf halini alır ya da daha doğru söyleyişle bazen taraflar bu konuya da farklı hatta neredeyse taban tabana zıt bir bakışla yaklaşır. Burada asıl olan kimin hangi kaynaktan okuduğu mudur yoksa öyle ya da değil yaşanılan gerçeklikleri kabul ya da reddetme meselesi midir? Tarihi yorumlamanın kanaatimce onu gerçek anlamda yazmaktan/oluşturmaktan kalır yanı yoktur. İlber Ortaylı, İmparatorluğun en uzun yüzyılı kitabında şöyle bir anekdotu anlatır: “ Keçecizade Fuat Paşa’ya ait bir nükte vardır: “Muhaliflerinden mürai bir kişi, Bâbıâli’nin parke döşenerek genişletilen caddesini över ve pek münasip bir iş yapıldığını söyler. Paşa da ‘Bize atılan taşlarla döşettik cevabını verir.” Bu aktarımdan sonra şu yorumu yapar Ortaylı: “Gerçekten de Tanzimat yöneticilerine çok taşlar atılmış, onlar da bu taşları bir devri bina etmek için kullanmışlardır. Ilımlı ve uzlaştırıcı bir yol izleyerek karşı görüşlüleri bile planlarını gerçekleştirmek için hizmete aldılar… Hiç kimsenin burnunu kanatmadan, özgürlüğünü kısıtlamadan eski bir imparatorluğu çağdaşlaşma yoluna çıkardılar.” Peki neydi bu yenilik? Batılılaşmak. Şart mıdır ve bu resmen, hukuken, sosyal ve kültürel anlamda Batı’nın üstünlüğünü kabul etmek değil de nedir? Eğer şartsa derecesi ne olmalı, nerede durulmalıdır? Çok çeşitli etnik gruptan oluşan Osmanlı’yı yeni bir odak noktası etrafında toplama mecburiyetidir Batılılaşmak. Tarık Zafer Tunaya Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri adlı kitabında Ferman için şöyle der: “ Bir kere ferdi, hükümdar karşısında taraf olarak kabul etmiştir. Fertlere tanıdığı haklar, tabii hukuk doktriniyle açıklanamazsa da böyle bir eğilim, Osmanlı Devletinin Aydınlık felsefesine katılması, XIX. Yüzyıl liberalizminin ardında yatan ideolojiyi benimsemesi demekti.” Ona göre bu fermanla ıslahat hareketinin öndeki engeller kalkmıştır. İmparatorluk iyi bir padişahla değil, değişen padişahların değişmez müesseselere tabii oluşuyla gerçekleşecektir. Namık Kemal bu fermanı, “Avrupa’nın tedbiri idareyi müeyyit bir beyannameden ibaret” görmektedir. Tanzimatçılar kendi devirlerinde ve sonrasında bir Batı taklitçiliği ile bir de Meşrutiyetçi olmamakla suçlanırlar. Padişahın geniş yetkileri durmaktadır fakat bunu frenleyecek bir seçimle oluşturulmuş bir meclis bulunmamaktadır.

15


Çünkü ıslahat, yukarıdan aşağı cereyan eden bir harekettir. Devlet eliyle yapılan ıslahat Batıdaki örneklere benzememektedir. Aşağıdan yukarı olan ıslahatlar halk tabanlı olduğundan daha kalıcı ve ferdin haklarını öne çıkaran ıslahatlardır. Bu noktada Jön Türkler devreye girmişlerdir, denilebilir. Ercih Jan Zürcher’e göre bu grup, Osmanlı seçkinler sınıfı içerisindeki ilk modern ideolojik harekettir. Yazılarıyla bir kamuoyu, bir efkârı umumiye yaratmak ve bilinçli şekilde onu etkilemeye çalışmak da ilk kez onların yaptığı iştir. İktidarın sınırlandırılması fikrinden doğmuş olan bu Genç/Yeni Osmanlılar her şart altında Osmanlının dış politikasını güçlendirmek, bağımsız bir siyaset haline getirmek ve meşruti bir yapı kazandırmak amacını gütmüşlerdir. Bir parlamentonun olmasını isterler. Ziya Paşa Hürriyet gazetesinde şöyle der: “Cumhuriyet idaresinde padişah, imparator, sadrazam filan yoktur. Memleketin padişahı, imparatoru, kralı, sadrazamı hep memleket ahalisidir. Cumhuriyet idaresinde halk, birkaç menfaatperest şahsın hüküm ve keyfine esir olmayıp herkes özgürlük haklarını korumada özgürdür.” der. Görüldüğü gibi Tanzimat evvela bir devlet hareketidir. Sonra aydınlarca desteklenen, eleştirilen daha iyisi olması için kalemle mücadele edilen bir hareket olmuştur. Siyasi anlamda baktığımızda günümüzde hangimiz ferdi özgürlükten yana değiliz? Hemen hepimiz adımıza karar verilmesindense irademizi ortaya koymayı.Bu anlamda Tanzimat hareketi ebette bir başlangıç bir dönüm noktasıdır. Nitekim 1876’da ilan edilen Kanuni Esasi’de reaya tabiri yoktur. Bütün tebaanın eşitliği öngörülür.1877’de Meclisi Mebusan oluşturulur ki bu heyeti Osmanlının her yerinden gelen çeşitli dil ve dine mensup kişiler oluşturmuştur. Bundan daha önce de 1840’lardan itibaren yerel önderlerin yönetime karar ve eleştirileri ile katıldığını duyurur bize İlber Ortaylı. Tanzimat Fermanın yol açtığı gelişmelerle imparatorluğun aydın bürokratları bir anayasa ilan ettirmeyi başarmışlardı, diye de ekler. Osmanlı artık anayasal bir monarşidir. Oluşturulan bu siyasi ortam ve matbaanın kullanılmaya başlanması Tanzimat aydınının iki kolaylaştırıcısı olmuştur. En azından bazı kısıtlamalar gelene dek. Bildiğimiz gibi Takvimi Vakayi çıkarılan ilk resmi gazetedir ve resmi bir bülten niteliğindedir. Özel teşebbüsler devreye girince özellikle Reşit Paşa’nın himayesindeki Şinasi’nin çıkardığı Tasvir-i Efkâr; hükümeti, başlangıçta daha sert olmasına rağmen zaman içinde ılımlı bir şekilde eleştiren özel bir gazeteydi. Fakat Şinasi, bir süre sonra baskı sebebiyle Paris’e gitmişti. Yerine geçen Namık Kemal -Tanpınar’ın, Yeniliğin Üç Büyük Muharriri diye tanımladığı grubun içinde yer alan aydındı Ziya Paşa’nın da dahil olduğu ilk grup içinde net fikirleri olan ve bunları en net şeklide ifade eden daha radikal bir kişiliğe sahipti. Ali ve Fuat Paşa’ların Batı’ya öykünen siyasetini Osmanlının ve İslam’ın değerlerinden uzak buluyordu.

16


Öte yandan Osmanlı tebaasına Müslim gayrimüslim demeden tam bir yurttaşlık ve devlete sadakat duygusunun aşılanması gerektiği fikrindeydi. Bu sebeple de Namık Kemal, yazıları ile 19.yy liberalizminin terminolojisine karşılık düşen yeni bir lügat oluşturmuştu. Ondan sonraki kuşaklar hep bu yeni lügatten faydalandı. (vatan, hürriyet, millet…) Namık Kemal’den daha muhafazakâr denilebilecek, Tanzimat’ın ikilemini en fazla hisseden Ziya Paşa ise yetkisi sınırlı parlamento istiyor ve gayrimüslimlerle eşit olmayı kabul etmiyordu. Tanzimat’ın ilk dönemi içinde adı anılan Ali Suavi ise içlerinde en tutucu olanı idi.Görüldüğü üzere dönemin aydınları hakikaten bu kimliği üzerlerinde taşıyan kişilerdi. Entelektüel birikimlerini alıp fildişi kulelerine çekilmemişler gazete yoluyla halkı bilinçlendirerek siyaseti eleştirerek daha iyi ve adil bir yönetim için mücadele vermişlerdi. Devlet onları kimi zaman destekler kimi zaman onlarla bazı ortak cemiyetlere dahil olurken kimi zaman da onları cezalandırarak hırslarını kamçılamıştı. Gerektiğinde yurt dışına çıkıp bulundukları yerden gazete çıkarmaya ve halkı yeni dünyaya uyum sağlaması için geliştirmeye devam etmişlerdi. Fakat tüm bunlar yeterli değildi elbette. Eli kalem tutan bu aydınlar gerek çeviri gerek telif eserleri ile halkın oturma odalarına, akşam sefalarına, ramazan eğlencelerine dahil olmak onların hayatlarının bir parçası olabilmek için edebiyatı bir araç olarak kullanmışlardı. Namık Kemal tiyatroyu eğlendiren bir eğitim aracı olarak gördüğünü söylüyordu. O, halkı daha çok siyasi anlamda bilgilendirmeyi düşünürken insanları ansiklopedik bilgilerle donatıp kültürel anlamda eğitmeye çalışan Ahmet Mithat, Nedamet mi? Heyhat! adlı romanının ön sözünde romanın çeşitli konular üzerinde bilgi vermesi ve öğretici olması gerektiğini ifade ediyordu. Mizancı Murat’ın amacı ise ahlaklı, sağlam, dürüst bir seçkinler grubu yaratabilmekti. Aslında Tanzimat yazarlarından Ahmet Mithat, Emin Nihat, Şemsettin Sami, Nabizade Nazım halka, Namık Kemal, Samipaşazade Sezai, Recaizade Mahmut Ekrem aydın kişilere sesleniyordu daha çok. Her ne yolla olursa olsun netice itibariyle dönemin aydınları hem edebi türleri tanıtıp geliştirmek hem de bu türler vasıtasıyla toplumun ilerlemesine fayda sağlamak niyetinde idiler. Örneğin tiyatroda sosyal fayda hep ön plandadır. “ Milli Tiyatro” adını verdikleri bir türe ağırlık vermişler. Hem İslam tarihinden hem Osmanlıdaki Müslüman azınlıkların hayatlarından hem de Türklerce yaşayışları az bilinen etnik toplulukların yaşayışlarını anlatan eserler vermişlerdir. Yanı sıra toplumdaki batıl inançlar, huzura ve mutluluğa engel olan kimi gelenek görenekler işlenerek halk bilinçlendirilmeye çalışılmıştır. Bugün ilk olmasa da okullarda ilk diye öğretilen Şinasi’nin Şair Evlenmesi en güzel örneklerdendir buna. Görücü usulüyle evlenmenin hatasını tek perdelik komedi ile anlatırken Şinasi, hem dindar görünen Ebul Laklaka ile yozlaşmış hocaları hem kimin atı kişnerse onu alkışlayan cahil halkı hem üstüne vazife olmadığı halde her konuda fikir sahibi olup söz söyleyenleri hem de ufacık bir yetkiyle kendisini mahallenin kralı zannedenleri o tek perdede yeriverir. İlk çeviri roman Telemak tamamen didaktiktir ve Türk toplumuna çok uzaktır fakat buna rağmen çok basılır.

17


Sonrasında bir yandan aydın olmayan geniş halk topluluğuna Avrupai anlamda roman ve hikâyeyi yadırgamasın diye halk hikâyeciliği geleneğine yaslanan bir roman türü oluşturulurken bir yandan da daha çok okumuş Batı’yı az çok tanıyan kişiler için doğrudan doğruya Batılı teknikle yazılmaya çalışılan roman ve hikâye tekniği uygulanmaya çalışılmıştır. Namık Kemal, İntibah ön sözünde de Celal Mukaddimesindeki gibi faydalı edebiyattan bahseder. “Aşkın cazibesini kullanıp” insanları iyiye doğruya yönlendirmeye çalışır. İntibah’ta toy, ana kuzusu bir mirasyedinin düşmüş bir kadına aşkını anlatır. Kaçgöçün biraz olsun hafiflediği zamanlarda devrin yaşam tarzından izler buluruz. Arabayla Çamlıca gezilerine çıkıp saf saf dolaşırken feleğin çemberinden geçmiş bir kadın uğruna nasıl heba olunabileceğinin resmini çizer. Kadın erkek ilişkilerinin nihayet daha yakın mesafeye indirilebildiği yıllardır. Fakat toplum buna alışık değildir. Hele ki Ali Bey gibi ana kuzusu biriyse gezintiye çıkan, aklının almayacağı yollara düşebilir. İşte bu toplumsal konuda uyarır okurunu Namık Kemal. yor ve yepyeni bir insan modeli ortaya koyuyordu. İşte dönemin yazar, şair de olan aydın takımı tüm bu değişimleri görebiliyor ve değişimin kabuk değiştirmek olmadığını bildiği için halkı edebiyat yoluyla uyarmaya çalışıyordu. Tanzimat Fermanı’ndan sonra özellikle İstanbul başta olmak üzere levantenlerin bulunduğu kimi şehirlerde yaşam tarzında değişiklikler olmaya başladığı aşikârdır. Gece geç yatıp sabah geç kalkmak, Beyoğlu’nda kimi pastanelerde buluşmak, yabancılar gibi giyinip kuşanmak ve bu sebeple çoğunlukla gayrimüslim terzilerin dükkânlarına başvurmak, tuvalet masası kültürünün gelmesi, yeme içme ve mutfak kültüründeki değişiklikler, müzik ve eğlence hayatındaki değişiklikler gibi pek çok değişim toplumun mevcut sosyal ve ailevi düzenini baştan başa değiştiri Toplum bu anlamda senelerce baba baskısı gördükten sonra aniden ferdi özgürlüğüne kavuşan bir yeni yetme özelliği gösterme eğilimindeydi. Mizancı Murad eseri Turfanda mı Turfa mı ile ilk kez İslam birliği ideolojisini işlerken Recaizade Mahmut Ekrem ise Araba Sevdası adını verdiği romanına konu olarak yine yanlış Batılılaşmayı seçer. Tanzimat Edebiyatı ile edebiyatımıza giren bu konuyu ilk kez Ahmet Mithat Efendi’nin Felâtun Bey ile Rakım Efendi’sinde görür; Felâtun Bey’in sonradan görmeliğine gülerken acınacak halde olduğunu da Rakım Efendi ile anlarız. Onun “züppe” tipi bugünkü edebiyatımızda da işlenen bereketli bir konudur. Zira toplum, meselenin sadece şekli yönünü gören ve sadece şekli tamamlayınca “olduğunu” düşünen insan tipini hâlâ sıyırıp atamamıştır, yabancılar gibi giyinip kuşanmak ve bu sebeple çoğunlukla gayrimüslim terzilerin dükkânlarına başvurmak, tuvalet masası kültürünün gelmesi, yeme içme ve mutfak kültüründeki değişiklikler, müzik ve eğlence hayatındaki değişiklikler gibi pek çok değişim toplumun mevcut sosyal ve ailevi düzenini baştan başa değiştiri Toplum bu anlamda senelerce baba baskısı gördükten sonra aniden ferdi özgürlüğüne kavuşan bir yeni yetme özelliği gösterme eğilimindeydi. Mizancı Murad eseri Turfanda mı Turfa mı ile ilk kez İslam birliği ideolojisini işlerken Recaizade Mahmut Ekrem ise Araba Sevdası adını verdiği romanına konu olarak yine yanlış Batılılaşmayı seçer.

18


Tanzimat Edebiyatı ile edebiyatımıza giren bu konuyu ilk kez Ahmet Mithat Efendi’nin Felâtun Bey ile Rakım Efendi’sinde görür; Felâtun Bey’in sonradan görmeliğine gülerken acınacak halde olduğunu da Rakım Efendi ile anlarız. Onun “züppe” tipi bugünkü edebiyatımızda da işlenen bereketli bir konudur. Zira toplum, meselenin sadece şekli yönünü gören ve sadece şekli tamamlayınca “olduğunu” düşünen insan tipini hâlâ sıyırıp atamamıştır. İçimizdeki Rakım Efendilerin sayısı artmadan gelişmişlikten de söz edilemeyecektir. Rakım Efendi Batı kültürünü hazmetmiş, kendi kültürünün ve değerlerinin farkında olan ve bunları birbiriyle gerekli şekilde birleştirmeyi başarabilen ideal bir tiptir. Tanzimat’tan beri verilen onca çabaya rağmen Rakım Efendi aydınlığında insan profiline henüz ulaşılamamıştır. Recaizade’nin romanına dönersek romanın adı bile durumun özeti gibidir. “Araba Sevdası” İntibah’taki hayat cahili, süt kuzusu Ali Bey’in yerini burada Bihruz Bey alır. Yarım yamalak bir tahsil hayatı olan, konuşmalarına Fransızca kelimeler sıkıştırmayı seven, işine karşı sorumluluğu yok denecek kadar az olan Bihruz da günümüzde karşılık bulur hâlâ şüphesiz. Bu realist romanda da başkişimiz yine düşmüş bir kadına meftun olur. İşte bütün bu Mahpeykerler, Periveşler, Aliler Bihruzlar bize “Batılı” tarzda yaşayalım diye konulmamıştır eserlere. Bilakis bu eserler gerçek kimliğini kaybedenlerin birer ibret numunesi olarak sunulur devrin okuruna. Bir diğer mesele kölelik meselesidir. Samipaşazade Sezai, Sergüzeşt adlı romanında Dilber üzerinden insanın insan olarak değerinin olması gerektiğini, kölelik sisteminin kötü bir sistem olduğunu anlatır. Bu konuda tek de değildir. Yine Ahmet Mithat ‘ın Esaret’ i de bu konuya parmak basar. Şemsettin Sami ise ilk telif romanımız olarak kabul edilen Taaşşuku Talat ve Fitnat adlı eserinde görücü usulü ile evlenmenin neticesini acı bir tabloyla gösterir. Bu konu tiyatroda az evvel söylediğimiz Şair Evlenmesi’nde komedi biçiminde karışımıza çıkarken Recaizade’nin Vuslat adlı eserinde dram türüne örnektir. Namık Kemal ise Zavallı Çocuk ile aynı konuyu işlemiştir. Şemsettin Sami yazdığı sözlükler ve yaptığı dil çalışmaları ile de hizmet etmiş bir aydındır. . Nâbizade Nazım köyden, toprak sorunundan bahseden ilk yazarımızdır. O güne dek hep İstanbul’un yüksek tabakasının anlatıldığı edebiyatımız onunla köye giriş yapmıştır. Bir ülkenin sanatında konu edilmeyen halk, topluluk, toplum o ülkenin aydınlarınca yok sayılır demektir. Süreyya Faruk, devrin roman ve tiyatrolarında daha çok erkeklere karşı çıkıldığından bahseder. Erki, düzeni temsil eden erkektir çünkü. Şöyle der Faruk: “Mutluluğu engelleyen hep anlayışsız, Avrupa kültüründen haberi olmayan, kahvehanelerde oturan babalar ve parasını Pera’da meyhanelerde harcayan züppe delikanlılar romanın konusu olmuştur. Ama onları kullanmalarının sebebi dıştan ve içten tehdit altında olan Osmanlı İmparatorluğunun gerçekten de ciddi bir değişime ihtiyacı olduğunu göstermekti. Bir yandan Müslüman kadın ve erkeklerin ahlaki üstünlüklerine vurgu yapılırken bir yandan da her iki cinsiyetin Avrupai eğitim alması gerektiğini belirtmişlerdi.”

19


diye özetler Faruk. Şunu da ekler: “Züppenin gülünç halini ve kötü sonunu uzun uzuntasvir eden yazar, yenilikleri savunmasına rağmen hâlâ bir Osmanlı olduğunu ve hiçbir zaman ‘düşmanın saflarına geçmediğini’ okurlarına açıklamak istemiştir.” Gerçekten de bu, Tanzimat aydınının doğru bir özetidir. Tüm bu yazar ve eser isimlerini çoğaltabilir, eser incelemelerini uzatabiliriz. Netice şudur: Tanzimat Dönemi yazar ve şairleri, siyasetle yakından ilgilenen, sosyal meseleleri eserlerine konu ederek halkı bilinçlendirmeye çalışan aydınlardır. Bazı kesimlerce günümüzde kara listeye alınmaya çalışmaları boşunadır. Eserlerini okuyanlar son tahlilde görecektir ki bu aydınlar elbette adı o dönem Batılılaşma olan bu değişimden yanadır. Fakat bir Fransız olmak için değil; mevcut kimliğini koruyan, tarihine sahip çıkan fakat aynı zamanda bireysel kimliğe ve değere de önem veren yeni dünya düzenine uyumlu bir insan tipinin peşindedirler. Üstelik onaylanılsın ya da onaylanılmasın günümüz edebiyatının önemli bir nirengi noktasını oluştururlar. Aradan geçen yılların, edebi ve siyasi dönemlerin, savaşların her birini ayrı bir konu olarak bırakalım ve günümüze bakalım. Günümüz edebiyatı değişen dünya düzeninde ferdiyetçi kanala fazlaca meyletmiş, gittikçe evrenselleşen dünyada toplum meselelerini ikinci plana atmış ve “dünya vatandaşı” olmak kaygısıyla ulusaldan evrensele giden yolda şaşmış durumdadır. Edebiyat şüphesiz başlı başına bir sanattır ve araç olmaktan öte de amaçtır. Fakat bu onun aynı zamanda böyle bir misyonu da üstlenebileceği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Toplumların değerleri onları bir arada tutan zamklarıdır. Bu zamk gerek edebiyatla gerek diğer sanat dallarıyla işlenmedikçe, hatırlatılmadıkça gücünü yitirecektir. Her devir için geçerli olan bu durum Tanzimat Dönemi için de geçerliydi. Bugün ansiklopedilerde, ders kitaplarında Batılı kıyafetleri ile gayet şık gördüğümüz Tanzimat aydınları da devrin hem zamkı olmayı hem de halkı ileri taşımayı görev bilmiş yazar, şair, dilci, gazeteci, siyasetçi ve aydınlardı. Eğer bugün her anlamda biraz özgürsek olumsuzlayıp dışlamak yerine, haklarını teslim etmemiz gerektiği de aşikârdır. ULRİKE DEMİRYOL Kaynakça:Akyüz, Kenan. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılap Kitabevi, İstanbul.1990,Faroquhi, Suraiya. Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, Tarih Vakfı yurt Yay. İstanbul, 1998,Ortaylı, İlber. Gelenekten Geleceğe, Ufuk Kitapları, İstanbul,2001,Ortaylı, İlber. İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim Yay., İstanbul, 2001,Tunaya, Tarık Zafer. Batılılaşma Hareketleri, Arbay Yay.,İstanbul,1996,Zürcher, Erich Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim yay., 1999

20


ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR? Karanlıkta kar yağıyor Ne maveradan ses duymak, ne satırların nescine koymak o, ne bir kuyumcu merakıyla islemek kafiyeyi, ne güzel laf ne derin kelam... Çok şükür hepsinin hepsinin üstündeyim bu aksam. Bu aksam bir sokak şarkıcısıyım hünersiz bir sesim var; sana, senin işitemeyeceğin bir şarkıyı söyleyen bir ses. Karanlıkta kar yağıyor, Sen Madrid kapısındasın. Karşında en güzel şeylerimizi ümidi, hasreti, hürriyeti ve çocukları öldüren bir ordu. Kar yağıyor. Ve belki bu aksam ıslak ayakların üşüyordur. Kar yağıyor, ve ben şimdi düşünürken seni şurana bir kursun saplanabilir ve artık bir daha ne kar, ne rüzgar, ne gece... Kar yağıyor ve sen böyle deyip Madrid kapısına dik .......... Nazım Hikmet Ran(1937)

21

Mahmut Başer


Faşizm çoğu toplumda insanların üzerine çöreklenmiş ve günümüzde de hala dolaylı ya da dolaysız devam etmektedir. Herkes bir şekilde toplumsal olarak veya en basitinden kendi hayatında bu durumla karşılaşmıştır. Bazı toplumların olması gerektiğini ve zorla düşündürdükleri kalıplar karşılığında kendi içerisinde bazı anlaşmazlıklar yaşamaktadır. Bunun en çarpıcı örneği kanımızı donduran ve etkilerini düşündükçe iliklerimize kadar hissettiğimiz Adolf Hitler’ in oluşturduğu “ırkçı’’ ideolojidir. Bu yönetiminin Almanya’da 1933 yılında başa geçmesi çoğu devlet gibi İspanya’yı da olumsuz yönde etkilemiştir. Zaten kendi içerisinde de bir süredir toplumsal, ekonomik, siyasal sorunları olan İspanya, Almanya kapitalizmi ile daha da sıkıntılı bir döneme girmiştir. Böylelikle 1933 yıllarında “ karanlık dönem” hissedilmeye başlamıştır. Bu olumsuz gelişmelerle birlikte İspanya ilericileri ‘Barış, Özgürlük ve Yaşam Koşullarının Düzeltilmesi’ ismi altında Halk Cephesi’ni kurmuşlardır.

*

İspanya’da Köklü reform girişimleri 1936 yıllarında devam ederken arka planda çeşitli yeraltı örgütleri ve büyük tutardaki değerli maddelerin İspanya dışına kaçırılması ile ekonomi bir yandan zayıflamaya başlamıştır. Bu sorunlar altında 1936 yılında dünyaya yönelik konuşma yapan Dolores Ibárruri (Bask kökenli komünist politikacı ve İspanya İç Savaşının daha çok La Pasionaria olarak bilinen cumhuriyetçi lideri)….“…İspanya halkının savaşı, faşist askeri kastların gaddarca saldırısına karşı çıkan bir halkın savaşıdır. Bu, barış için yapılan savaşı kışkırtanlara karşı yapılan bir savaştır. İspanya’ da demoktasinin yok olmasını engellemek için bize yardım edin. Yoksa böyle bir sonuç sonunda kaçınılmaz olarak bir dünya savaşına yol açacaktır…’’ diyerek dikkat çekmiştir. İspanya dışında yapılan uluslararası toplantılarda dünyanın her bir köşesinden aydınlar, sanatçılar, yazarlar.. faşistlere karşı hükümete desteklerini belirtmişlerdir. Böylelikle 54 ülkeden, tahmini 40,000 sanatkâr, aydın, yazar, işçi, sendikacı vb. önde gelen kişiler ve kuruluşlar özgürlük yoluna katılmışlardır. Savaş sırasında ve sonrasında üretim sürecine girmişlerdir. Ernest Haminway, George Orwell, Pablo Neruda, Thomas Mann, Pietro Neni, W.H. Auden, Herbert Read, Andre Malroux, Louis Aragon, Georges Bernanos…. vb daha niceleri İspanya iç savaşı için üretmişler, hatta bir kısmı bizzat savaşlara katılmış ve ağır yaralanmışlardır. (George Orwell- Benim Katalonyam, Malraux-Umut, Ernst Hamingway-Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Arthur Koestler-İspanya Vasiyetnamesi) bu dönemlerde ortaya çıkan unutulmaz eserlerden bazılarıdır. Bu gelişmeler ve girişimler ışığında 1937 yılına gelindiğinde, Franco, Nazi ve faşist İtalyan kuvvetlerinin yeni uçaklarını Guernica üzerinde test etmesi için izin vermiş ve bombardıman başlamıştır.. Eğitim yapmak amacı ile 25,000 civarında asker, subay özellikle de pilot göndermiştir. Gökyüzünün ve ispanya’nın sözde yeni sahipleri kan donduran ilk deneme saldırısını Bask bölgesindeki Guernica’ da yapmıştır. 22


Basklı bir din adamı olan Alberto de Onandia şu sözlerle olayın ne kadar korkuç olduğunu bizlere aktarmıştır. “………Böylesi bir vahşeti hiç yaşamamıştık. Uçaklar, pilotlar, tek tek evlere, insanlara, hayvanlara, hareket eden her şeye saldırıyorlardı. Yıkılmış, yanmış evlerin dumanları, patlamaları, bunlardan çıkan alevleri anlatmak otuz beş dakika içinde tün kent ateş ocağına döndü. Bombardımanın sonucu kentin orta yerinde, 16 metre çapında ve 8 metre derinliğinde bir çukur açılmıştı.” Bu açıklama olayın ne kadar acı dolu olduğunu bizlere sunuyor… Madrid,1936 Madrid tek ve görkemli, Temmuz bastırmıştı seni Yoksul bal ışığı kıvancınla, aydınlık yolun, Aydınlıktı düşlerin Bir akbaba sürüsü Hıçkırığı, bir kudurmuş Cübbeler dalgası Çatlattı dizkapakların arasında Çamurlu sularını ve çirkef devrelerini onların. Gözler hala yaralı uykularda Eski bir tüfekle ve taşlarla, Madrid Yaran hala kaynarken sen Savundun kendini. Koşuyordun Sokaklarda Bırakıp kutsanmış kanının izlerini Derleyip toparlayarak, seslenip okyanus bir sesle Sonsuza dek değişmiş yüzünle kanın olgun ışığıyla Madrid, Öç alan bir dağ gibi Vınlayan bir Bıçaklar yıldızı gibi, Vınlayan bir Bıçaklar yıldızı gibi, sen. Zifiri karanlık kışlara İhanetin yobaz yuvalarına Harlı kılıcın daldığı zaman Yalnızca uzun bir şafak sessizliği vardı, Yalnızca bayrakların soluk soluğa adımı, Ve bir kan damlası vardı yalnızca gülücüğünde. Pablo Neruda

23

Mahmut Başer


PİCASSO, GUERNİCA, 1937, Madrid, (Reina Sofia Müzesi) 3,49 m x 7,77 m, (Akım: Kübizm-Dönem: Modernizm

Daha burada bahsetmediğim nice avangard sanatcılar desteklerini bu savaşa vermişlerdir. Bunlardan birisi Picasso ve nam-ı değer Guernica çalışmasıdır…Günümüzde “en büyük savaş karşıtı resim’’ olarak bilinen eser, modern bir savaşın acı tablosunu bizlere sunmuştur… Cumhuriyet destekçisi olan sanatçı; İspanyol Cumhuriyet Hükümeti tarafından aynı yıl Paris’te yapılacak olan Dünya Fuarı’ndaki Uluslararası Sanat ve Teknoloji Sergisinde sergilenmek üzere büyük bir duvar resmi yapması için görevlendirilmiştir, ve ortaya koyduğu eser dünya çapında anıtsal bir kimlik kazanmış, adeta barışın simgesi haline gelmiştir. Eserin spesifik bir olay bazlı değil de olgu bazlı bir mantığa sahip olduğu için bütün insanlığa, bütün zamanlar için seslenen bir uyarı anlamına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Eserle ilgili; “ …..bu bir boğadır, bu da bir at…Eğer tablolarımdaki belirli şeylere anlamlar yüklerseniz bunlar çok doğru olabilir; ama bu anlamları vermek benim fikrim değil. Sizin ulaştığınız fikirlere ve sonuçlara ben de ulaştım, fakat içgüdüsel ve bilinçsiz olarak. Resmi resim olsun diye yaptım, nesneleri de oldukları gibi resmettim…’’ diyerek amacını belirtmiştir. Sanatçı bu vahşeti her yönlü iç ve dış yüzüyle birlikte seyirciye yansıtmıştır. 24


Resmin merkezinde acı içinde yıkılmak üzere olan, mızrakla vurulmuş bir at bulunur. Acı çeken atın üzerinde, göz şeklindeki çıplak bir ampül parlamaktadır. Boğaların resimdeki amacı savaşın insani ve hayvani yönlerini vurgulamak olmuş, soldaki boğa ise durmuş ve acı içinde haykıran kadını izlerken, gizli olan boğa atın gövdesini deşmektedir. Resmin sağ kısmında alevler içinde kalmış, çığlık atan bir adam figürü görünür. Bu figürün sağ elinin uçak görünümünde çizilmiş olması bombalayan uçaklar bir göndermesidir. Sanatçının resimde kullandığı semboller uluslararasıdır. Eser karmaşık anlatımına rağmen ayrıntılardaki çarpıcılık seyirci üzerinde dehşet, çaresizlik, acıma hislerini oluşturmayı başarabilmiştir. Picasso, Guernica tablosunu 35 günlük bir çalışmanın ardından 4 Haziran 1937’ de tamamlamıştır Alman bir general Picasso’ya yaklaşmış “Bu tabloyu siz mi yaptınız?’’ diye sormuştur. Picasso’nun cevabı “Hayır, siz yaptınız’’ olmuştur.

*

Aydınlar uğruna girdikleri bu mücadeleler ile aslında olması gereken insanlığa dikkati çekmeyi başarmışlardır. Nedir bu insanlık? Eşit, özgürlükçü, savaşın olmadığı bir dünya. Oluşan eserlerin tümünün ilham kaynaklarının “savaş’’ olması ne kadar acıtıcı. Bu ortaya çıkan eserler oluşan yanlış ideolojilerin insanlar üzerindeki tahribatını gözler önüne sererken bize “sorgulamayı’’ öğretir ve hepimizin aslında ortak bir bilinçte olduğunu, eşit olduğunu… sanatların, eserlerin, şiirlerin…. ortaya koydukları ve kendi saflarında bu şekilde savaşarak kazandıklarını gösterir. Toplumbilimcilerin araştırmalarına göre 1789 Fransız devriminden sonra, dünyada Aydınlar ilk defa İspanya İç Savaşında bu denli ayaklanmışlar, özgürlük ve demokrasi için üretmişler ve destek olmuşlardır. Masum insanların üzerinde oynanan bu çirkin deneme, vahşet duygusuzluğun gerçekleşmiş hali olarak akıllara kazınarak tarihte yerini almıştır. Geriye hayata veda etmek zorunda bırakılmış kimlikler ve onların dili olmuş, daha bahsedemediğim nice Aydınların eserleri ses olmuştur. Ama farketmemiz gereken günümüzde hala modern savaşların devam ettiğidir. Aydınların sesi öncülük sağlamış fakat günümüzde hala devam eden savaşlar ve çirkin oluşumlara bugünkü aydınların İspanya’ daki “Malaga direnişçileri’’ gibi tek yürek olup hayatları pahasına gerçekleştirme ve savaşma cesurluğunu ne kadar gösterdikleri. Beğenilere, kabul görmeye, sürekli maddiyatı kabul edip kapitalist yaklaşımlarla kendi reklamlarını ön plana koymaya çalışan, dünyada bu kadar sorun hala devam ederken olaylara sırt çevirip popülerlik peşinde koşarak, yaratıcılığını ve potansiyelini de ortada bırakarak susarak veya kabul görmek uğruna ideolojilerini bir kenara atıp çalışmalarını pazarlama unsurlarına dönüştüren aydınlar,

Çanlar kimin için çalıyor? AYGÜL AŞIR

25


Bu dönemi yansıtan filmler : Çanlar Kimin İçin Çalıyor, (İngilizce: For Whom Bell Tolls, 1943) Ernest Hemingway'in eserinden ---------Ümit, (Fransızca: L'Espoir - Sierra de Teruel, 1945), André Malraux'ın eserinden--------- Özgürlükçüler, (İspanyolca: Libertarias, 1996)--------Bulutların Üzerinde, (İngilizce: Head in the Clouds, 2004) ------Pan'ın Labirenti, (İspanyolca: El Laberi nto del Fauno, 2006) Fragman------Onüç Gül, (İspanyolca: Las Trece Rosas, 2007) --------Şeytanın Bel Kemiği, (İspanyolca: El Espinazo del Diablo, 2001)

“İspanya'nın mücadelesi, insanlara, özgürlüğe yapılan saldırıya karşıdır. Ressam olarak hayatım boyunca sürekli sanatın ölümüne karşı durmaya çalıştım. Benim gericilikle ve ölümle anlaşma içinde olduğumu kim bir an için bile olsa düşünebilir? ... Üzerinde çalıştığım ve Guernica ismini vereceğim resimde ve son zamanlardaki tüm eserlerimde, İspanya'yı acı ve ölüm okyanusuna batıran askeri sınıfa duyduğum nefreti açıkça göstermekteyim.’’ Picasso “Çağımız koşulları altında, iyi geleceğe olan tek inancımızı, İspanyol halkının özgürlük ve onuru uğruna verdiği kahramanca mücadele oluşturuyor.’’ Albert Einstein ‘‘İnsanoğlu yalnız değildir. Bir ada gibi bağımsız ve kendi başına değildir. Dünyanın herhangi bir parçası bütünün bir bölümüdür Küçük bir toprak parçası denize aksa koca bir kıta küçülür. Bütün bir ülke yok olsa, arkadaşların ölse senin evin ve yaşadığın ülke yok olmuş gibi üzülmelisin. Çünkü ben de o büyük bütünün bir parçasıyım. İşte bu yüzden; asla, Çanlar Kimin İçin Çalıyor? diye sorma. Çanlar senin için çalıyor.’’ John DONNE

26


Aygül Aşır

“ Hiç bir zaman kazanç tutkusu,hiçbir zaman haksız sömürü,insanları böylesine korkunç bir kinle birbirine düşürmemiş,bu kadar yürekler acısı kıyımlara yol açmamıştır. ”

Denemeler, Michel de Montaigne

27


Elif KartalcÄą

28


Elif KartalcÄą

29


30

Aygül Aşır



Siz de Kirli Gözlük’e, okurlarımız ile paylaşmak istediğiniz metin ve görselleri yollayabilirsiniz. /Kirligozluk

issuu


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.