-
Devrimcilik, günün sorumluluklarını yerine getirmek, günü geleceğe taşımaktır!
Kendi yarattığı krizi fırsata çevirmeye çalışan burjuvazi, gençliği yaz döneminde hazırlıksız yakalamışken, har(a)ç zamlarıyla paralı eğitimi katmerleştirme derdine düştü. Üniversite gençliğine yönelik yaz döneminde başlayan saldırılar yeni dönemde de sürecektir. Bir yandan ticari eğitim saldırısı devam ederken, diğer yandan gençliğe ve onların öncüsü olan devrimcilere yönelik soruşturma saldırıları, yanısıra ulusalcı ve faşist çetelerin saldırılar devam edecektir. Bu yıl önümüzde bir dizi gündem bulunmaktadır. ABD emperyalizminin kana doymazlığı, Ortadoğu'daki işgalin ve direnişin devam edeceğinin göstergesidir. Emperyalist savaş gündemi yakıcılığını koruduğu oranda, emperyalizmin savaş demek olduğu ve barışın ancak sosyalizmle geleceği perspektifiyle hareket etmek, dönemin sorumluluklarındandır. Diğer yandan, ABD emperyalizminin bölge politikasının ihtiyaçları ve bu çerçevede Türkiye yüklediği görevler çerçevesinde Kürt sorunu üzerinden açılımlar gündemdedir. Bu açılımlar Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesinin bitirilmesini ve düzenle “barış”tırılarak teslim alınmasını hedeflemektedir. Bu gündem, Türk ve Kürt gençliğinin mücadelesinin ortaklaştırılmasında bir manivelaya dönüştürülebildiği koşullarda, gençlik hareketi için önemli bir olanak olacaktır. Kriz gündemi ise, kapitalizmin teşhiri ve alternatifi ekseninde kesintisiz işlenmesi gereken bir diğer önemli gündemdir. IMF-DB’nin 1-7 Ekim'de Türkiye'ye gelmesi de bu çerçevede önümüze önemli sorumluluklar koymaktadır. Daha öncesinde İstanbul’u NATO’ya dar eden devrimci iradeyi ortaya çıkarma fırsatı önümüzde durmaktadır. Krizle birlikte emperyalist-kapitalist dünya sisteminin IMF-DB gibi kurumları, etkin bir teşhirin ve eylemli bir mücadelenin konusu olmak durumundadır.
Yeni dönemle beraber düzenin saldırıları daha da yoğunlaşacaktır. Bu tablo, günü kurtarmak yerine geleceği kazanma hedefiyle hareket etmeyi gerektirir. Bu ne demektir? Saldırıların arka planını görmek ve yönelinecek esas hedefi saptayabilmektir. Soruşturmalarda soruşturmaların iptaline sıkışmamak; ulusalcı ve faşist çetelerin saldırılarında çatışma eksenine sıkışmamak; har(a)çlara yapılan zamlarda zamların geri çekilmesi veya devletin ödemesi eksenine sıkışmamak; savaş ve ulusal sorunda “her ne olursa olsun barış” eksenine sıkışmamak demektir.
Önümüzdeki süreçte, diğer gündemlerin yanısıra, gençliğin öncelikli iki gündemi olacaktır: Krizle birlikte hızlanan ticari eğitimin (haraç zamları vb.) saldırıları ve Kürt sorununda “demokratik açılım” ile gündeme gelen Kürt sorunu.
Har(a)ç zamları ve politik bakışımız
Har(a)çlara yapılması planlanan astronomik zamlar, bunlara karşı yaz dönemi olmasına rağmen yükselen gençlik eylemleri ve zam oranının %8’e çekilmesi, bize birçok şeyi göstermiştir. Birincisi, har(a)çlara yapılan zamlar kapitalizmin ekonomik krizinden, faturanın işçi ve emekçilere ödetilmesinden bağımsız düşünülemez. İkincisi, sermaye devleti, yaz dönemi olmasından ve hareketin parçalı karakterinden kaynaklı bir sınırlılık taşısa da, ortaya çıkan gençlik muhalefeti karşısında hedeflediği zamları hayata geçirememiştir. Bu da, birleşik hareket edilebildiğinde, saldırılara karşı sonuç alıcı bir mücadelenin örülebileceğini göstermektedir. Son olarak, har(a)ç zamları geri çekilmiş olsa da, unutulmaması gereken, meselenin bugün yapılan zamlar olmadığı, gençliğin temel gündeminin parasız eğitim ekseninde mücadele olduğudur. Zam sürecindeki 1-2 aylık pratik, meselenin nasıl ele alınması ve yeni dönemde nasıl bir yol yürünmesi gerektiğine dair deneyimlerle doludur.
Har(a)ç saldırısı sadece bugün yapılan zam oranı üzerinden ele alınmaz. Gençlik kitlelerine döne döne anlatılması gereken temel mesele eğitimin ticarileştirilmesidir. Har(a)çlara yapılan zamlar üzerinde yükselen muhalefet bu eksende yönlendirilmeli ve ileriye çekilmelidir. Her düzeyde eşit, parasız, bilimsel ve anadilde eğitim talebi yükseltilmeli, mücadele bu temel eksende örülmelidir.
3
ortaya konulabildiği, politikaların tartışabileceği bir ortamın oluşturulması yeterlidir. Hedefimiz geniş gençlik kesimlerini politikleştirmek olduğuna göre, her türlü yol, yöntem ve araçlarla kitlelere gitmeli, böyle süreçleri de en iyi bir biçimde değerlendirmeyi başarabilmeliyiz. Gençliğin ileri kesimlerini devrim ve sosyalizm mücadelesine kazanmanın yolu da buradan geçmektedir.
“Kürt açılımı” ve mücadele perspektifi
“Har(a)çları devlet ödesin!” veya “Har(a)ç zamları geri çekilsin!” gibi geri formülasyonlar, eğitim alanına yönelik son derece temel bir saldırının/eğitimin ticarileştirilmesinin gözden kaçırılmasına, dahası genelde haraç saldırının meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir. Eğitim sürecini doğrudan etkileyen özelleştirmeler (yurt, kantin, ulaşım vb.) bir yana, üniversite eğitiminin haraca bağlanmış olması, en temel haklardan biri olan eğitim hakkına yönelik çok ciddi bir saldırıdır ve hiçbir meşruiyeti yoktur.
Kısacası, “Har(a)ç zamları geri çekilsin!” türünden son derece geri hedeflerle gençliği politikleştirmek, onu ileriye çekmek mümkün değildir. Temel bir hak olan “Parasız eğitim!” talebi öne çıkmalı, “Har(a)çlar kaldırılsın!”, “Har(a)çları ödemiyoruz!” sloganları da buna bağlı olarak formüle edilmelidir. Bu çerçevede önemle vurgulanması gereken bir diğer nokta, paralı eğitim saldırısının sadece haraçlardan da ibaret olmadığıdır. Haracın ötesinde bir dizi kalem, özellikle işçi ve emekçi çocukları için üniversite eğitimini olanaksız hale getirmektedir. Sorun bu bütünlüğü içinde ele alınmalı, geri formülasyonlar mahkum edilmelidir.
Birleşik mücadele ihtiyacı
Bu politik hattın hayata geçirilmesi elbette birleşik bir mücadeleyi gerektirmektedir. Birleşiklikten ne anladığımızı genç komünistler olarak değişik vesilelerle ortaya koymuş bulunuyoruz. Birleşiklik bir takım siyasetlerin biraraya gelmesine daraltılamayacağı gibi, ne olursa olsun birleşmek uğruna ilkelerden vazgeçmek ve esnemek anlamına da gelmemektedir. Bugün har(a)ç zamları üzerinden yaşanan son deneyim, birleşikliğin nasıl olması gerektiği konusunda, tüm sınırlılıklarına rağmen belli bir fikir vermiştir. Yaz dönemi olmasına karşın kimi okullarda örgütlenen açık toplantılar, hantal bürokratik işleyişe ve tüzüksel normlara sıkışmayan örgütlenmeler, birleşik bir mücadelenin ancak, açık toplantı/açık tartışmalarla demokratik bir işleyiş zemininde ve ortak politik ilke ve hedeflerle örülebileceğini ortaya koymuştur.
4
Yerellerde yapılan kitle toplantıları bu açıdan önemli bir yerde durmaktadır. Toplantıları kimin örgütlediği, politik zayıflığı veya darlığı, bizim bu toplantılara katılmamızın önünde bir engel değil tersine bir ihtiyaçtır. Düşüncelerin açıkça
Yeni dönemde Kürt sorunu üzerinden yapılan sözde “demokratik açılım”, Kürt hareketini tasfiye çabaları, uzlaşı arayışları önümüze ikili bir görev çıkartmaktadır. İlk görev, sermaye düzeninin hedefinin sorunu çözmek değil mücadeleyi bitirmek olduğu ve bu sözde açılımın gerisinde ABD emperyalizminin bölgeye ilişkin politikaları ile Türk burjuvazinin çıkarlarının durduğu vurgulanmalıdır. Kürt sorununun gerçek ve kalıcı çözümünün bu düzenin yerle bir olmasından geçtiği, bunun için de Kürt gençliğinin kapitalist düzene karşı devrim ve sosyalizm mücadelesinde yer alması gerektiği etkili bir propagandanın konusu edilmelidir. Kırıntı haklarla geleceğini kaybetmek mi, devrimden yana tavır alıp gerçek özgürlük için sermaye düzenine karşı mücadeleye katılmak mı? Kürt gençliği açısından sorulması gereken temel sorunun bu olduğu anlatılmalıdır.
İkinci görev, mücadelenin ortaklaştırılması noktasında Kürt halkının haklı taleplerinin sahiplenildiği bir politik hattın oluşturulmasıdır. Ezen ve ezilen ulusa mensup gençliğin gerçek ve ortak düşmanı olarak sermaye iktidarı gerçekliği gözler önüne serilmelidir.
Yoğunlaşan saldırılar ve devrimci sorumluluk
Bugün gençlik geçmişe kıyasla çok daha büyük saldırılarla karşı karşıyadır. Gençliğin mücadelesini büyütmenin olanakları fazlasıyla artmıştır. Burjuvanin ideolojik kuşatması, toplumsal muhalefetin zayıflığı, sınıf hareketinin mevcut durumu vb. nesnel güçlüklerle karşı karşıyayız ve bunun önemini küçümsemiyoruz. Fakat, devrimci irade en küçük bir olanağı bile güce dönüştürmek demektir. Genç komünistler olarak mesafe almamızı engelleyen, gençlik kitleriyle buluşmamızı zora sokan hata, zaaf ve zayıflıklarımıza karşı savaş açmalıyız. İdeolojik gücümüzün, devrimci bakışımızın sınanacağı biricik alanın politika ve örgütlenme alanı, burada alacağımız mesafe olduğunu bir an bile unutmamalıyız. Politik ve örgütsel kazanımları büyütme hedefiyle günün görev ve sorumluluklarına yüklendiğimizde geleceği kazanmayı da başaracağız. Başta da söylediğimiz gibi, devrimcilik, günün sorumluluklarını yerine getirmek, günü geleceğe taşımaktır. Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!
Ekim Gençliği
Eğitim haktır, satılamaz!
Krizin bedelini ödemiyoruz, parasız eğitim istiyoruz!
“Eğitim sistemi, bir bütün olarak toplumsal gerçekliği yansıtır. Eğitim sistemi toplumsal bir gerçeklik olduğu ölçüde, sadece ekonomik düzey değil, sosyalizasyon süreçlerini, ideolojik yapılanmaları, güç ilişkilerini ve dolayısıyla devlet-birey, birey-toplum gibi karmaşık bir süreç içerisinde açığa çıkar.”*
Kapitalizmin temel özelliklerinden biri olan rekabet ve yeni pazar alanları sorunu yaşanan kriz ile birlikte daha yakıcı bir biçimde hissedilmeye başladı. 1970’ler dünya ölçeğinde derinleşen ekonomik kriz ile birlikte verili toplumsal ilişkilerin değişimine sahne oldu. “Artık piyasa ilişkileri toplumsal ilişkileri tanımlayacak ölçüde bir egemenlik biçimine dönüşmüştür.”** Bu dönemle birlikte neo-liberal politikalar hayata geçmeye başladıkça daha önce “kamu hizmeti” sayılan eğitim, sağlık vb. alanlar tekellerin göz diktikleri hedefler haline gelmiştir. Sermaye, temel hizmet alanlarını paralılaştırarak veya özelleştirerek kar getirecek yeni yatırım alanlarına dönüştürmeye başlamıştır. Türkiye’de neo-liberal saldırganlığın miladı olan 24 Ocak Kararları, 12 Eylül’ün hemen ardından atılan adımlar (YÖK’ün kurulması vb.) ve ‘95’te imzalanan GATS anlaşması eğitim alanındaki piyasalaştırma sürecinin dayanaklarıdır. Dünya ölçeğinde ‘70'lerle başlayan bu süreç, Türkiye'de ‘80 faşist darbesinin ardından hayata geçirilmiştir. Ve kısa bir dönemdeki yoğun saldırı süreciyle birlikte kazanılmış hemen hemen tüm haklar gasp edilmiştir.
Sermayenin kar alanı “eğitim sektörü”
Burjuvazi eğitim sürecine dönük müdahalelerini hızlandırmaktadır. Burada önemli olan birinci nokta, eğitim alanında yaşadığımız değişikliklerin bütünsel olarak kapitalizmin yaşadığı gelişimin/sıkışmanın bir parçası olduğudur. İkinci nokta ise, Türkiye’de yapılmaya çalışılan değişikliklerin dünyanın birçok ülkesinde gerçekleştirilen hatta sonuçlarını üreten süreçler olduğudur. Almanya, Fransa, İtalya, Yunanistan ve daha birçok ülkede “eğitim hakkının gaspına karşı” tepkiler örgütlenmiştir. Bu sürece bütünlüklü bakabilmek, dünya ölçeğinde sürdürülen saldırılar karşısında üretilecek çözüm açısından önemlidir.
Eğitim, sermaye için oldukça önemli bir sektör durumundadır. Dünya “eğitim sektörü” yıllık 2 trilyon dolarlık bir pazar durumundadır. Dünya toplam ticareti üzerinden dolaşıma giren tutarın 97 rakamlarıyla 5.47 trilyon dolar olduğu düşünülürse, eğitim üzerinden dolaşıma giren 2 trilyon doların önemi kendiliğinden anlaşılır.
Eğitimin artık hak olmaktan çıktığı, alınır satılır nesneye dönüştüğü bir süreçte eğitimi alan kişiye öğrenci muamelesi yapılmasını beklemiyoruz. Birer ticarethane mantığıyla işleyen üniversiteler, her sene müşteri oranını ve dolayısıyla kar oranını büyütmek için yeni uygulamalar getiriyorlar. Bunun yanı sıra eğitime bütçeden ayrılan pay her geçen yıl düşüyor. Ve bütçeden ayrılan paranın yetmediği gerekçe gösterilerek, ayrıca eğitim bireysel bir ihtiyaç alanı olarak tanımlanıp kişinin karşılaması formüle edilerek, paralı eğitim uygulaması hayata geçiriliyor. Bunun ilk basamağını, üniversitelere kayıt olabilmenin ön koşulu haline gelen harçlar ve katkı payları oluşturuyor. Harcını yatıramayanların üniversiteye kayıt yaptıramamasıyla, eğitim bizzat parası olanın satın alabildiği bir metaya dönüştürülüyor. Diğer yandan hem ilk ve ortaöğrenimde hem de yükseköğrenimde özel kurumlara arazi tahsisi, vergiden muaf bırakılmaları, özel okul öğrencilerine burs (özel okulların öğrenci sıkıntısının önüne geçe-
bilmek için) gibi ciddi destekler sağlanıyor. Üniversitelerde ise vakıf üniversitelerine ayrılan pay devlet üniversitelerinkinden daha yüksek durumda. Üniversite içerisinde hizmet temelli hemen tüm alanlar özelleştiriliyor ya da özel işletme mantığıyla çalışan kurumlara dönüştürülüyor. Özel üniversitelerin fazlasıyla artmasının yanı sıra devlet üniversitelerinde alınan haraçlara zam yapılması, paralı bölümler açılması veya paralı öğrenci kontenjanları oluşturmaları eğitimin ticarileşmesinin boyutunu gösteriyor.
Üniversite-sermaye işbirliği çerçevesinde bölümler yeniden konumlandırılırken, sermaye bölümlere ayırdığı bütçeyi de kendi ihtiyaçları doğrultusunda belirliyor. Üniversite mezunlarının büyük çoğunluğu işsizken, eğitim her dönem daha da kalitesizleşirken, üniversite sayısı ve bölüm kontenjanlarının artırılmasının tek bir açıklaması olabilir; daha fazla öğrenciden daha fazla para sağlamak. İkinci öğretimlere yapılan zamlar da yeterince açıklayıcıdır. Üniversitelerde bölüm kontenjanının artırılmasının yanı sıra bu zamların ardı sıra ikinci öğretimi olmayan bölümlerin ikinci öğretimlerinin açıldığını görüyoruz. İnsanların açıkta kalmaması için bunca “olanak” oluşturduklarını söyleseler de, buradaki amaç daha fazla insanın eğitim alması ya da belli bir meslek dalında çalışacak insan açığının olması değildir.
Krizle derinleşen saldırılar...
Sermaye her zaman içinde bulunduğu krizden çıkmanın yol ve yöntemlerini geliştirir. Hepsinde ortak payda, krizin yarattığı sonuçların faturasının işçi ve emekçilere kesilmesidir. Kapitalizmin yaşadığı son kriz dönemiyle birlikte yoğun bir saldırı süreci de hayata geçirilmeye başlandı.
Egemenler krizi fırsata dönüştürme noktasında adımlarını atıyorlar. Sermaye iktidarı ağırlaşan krizin faturasını emekçilere yüklemek için sosyal yıkım programını daha bir pervasızlıkla uyguluyor. Çığ gibi büyüyen işsizlik, düşük ücretler, ardı arkası kesilmeyen zamlar, yüksek vergilerle boğuşarak yaşama savaşı verenler, okulların açılmasıyla, soygun ve vurgun aracı haline getirilen eğitim sorunuyla yüz yüzeler. Kapitalizmin geleceksizlikten başka bir şey ifade etmediği daha net bir şekilde ortaya çıktı. Krizin öğrenci gençliğe yansıması har(a)çlara gelen zamlarla katmerlenmiş durumda. Bu yıl için zam oranı %8 olsa da, toplamda ödenmesi gereken har(a)ç miktarları son derece yüksek.
Sistemin eğitim politikası uyguladığı piyasalaştırmaların bir parçasıdır. Yıllardır sürdürdüğü ticarileştirme saldırılarıyla eğitimden sağlığa temel ihtiyaç alanlarının paralı olması topluma kanıksatılıyor. Sermaye açısından kendi haklarının farkında olmayan, bilinci dumura uğratılmış bir topluma saldırıları ardarda uygulamak kolaydır. Bu saldırı sürecini durdurmanın yolu haklarımızın ne olduğunu iyi kavramak ve kavratmaktan geçiyor. Gençlik krizin yarattığı sonuçları reddetmelidir. Haklarımızın elimizden alınmasını, krizin bizlere ödetilmeye çalışılan bedelini reddetmelidir. En başta, harçlara gelen zamların geri çekilmesinden öte, harç paralarının kaldırılması, parasız ve nitelikli eğitim talebini dillendirmelidir. Sermaye sınıfının içinde bulunduğu krizi aşmak için faturayı kesmeye çalıştığı tüm kesimler, sömürü ve barbarlık düzenine karşı ortak bir hatta militan mücadeleyi büyütmelidir. *, ** Neo-Liberal Eğitim Ekonomisi; Eleştirel Bir Çerçeve Denemesi, Fuat Ercan
5
Har(A)ç saldırısı süreci ve yerellerden yansıyanlar
H
Eskişehir’de har(a)ç gündemli çalışma ve Genç-Sen
ar (a)çlara getirileceği söylenen %8, %100, %500 zamlar bütün yerellerde olduğu gibi Eskişehir’de de zayıf ya da kitlesel ancak öfkeli eylemlere sahne oldu. Son olarak Bakanlar Kurulu tarafından %8 olarak belirlenen zam oranı, hükümetin ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikasının bir sonucudur. Bu anlayış sermaye devletinin başbakanının “öğrencilere müjde” sözlerinde ifadesini bulmuştur. Toplumun her kesiminde biriken tepkinin farkında olduklarının da göstergesidir. %100, %500 gibi abartılı zam oranları geri çektirilmiş olsa da %8 gibi hiç de az olmayan bir zam oranı belirlendi. Eskişehir’de sürecin başından itibaren Genç-Sen üzerinden yürüyen bir takım çalışmalar yapıldı. Öğrenci Kolektifleri’nin de yer yer kendini gösterdiği bu süreçte diğer gençlik örgütlerinin yaptığı işler zayıf ve tepkiyi açığa çıkartmaktan uzak kaldı.
Genç-Sen’li öğrenciler, YÖK başkanının “teklif rektörlerden geldi” sözlerinin ardından üniversite rektörlerinden randevu alarak şehirdeki iki üniversite rektörüyle görüşme gerçekleştirdiler. Osmangazi Üniversitesi rektörü ile yapılan görüşmede rektör, herhangi bir talepleri olmadığını ve sistemin öğrencilere vahşet uyguladığını kabul etti. Ancak öğrencilerin basına açıklama yapılması taleplerini kabul etmeyerek safını açıkça ortaya koymuş oldu. Anadolu Üniversitesi rektörü ise randevu vermekten kaçındı ve son ana kadar okulda bulunmadığı söylendi. Ancak öğrenciler okul içerisinde bir yürüyüş düzenleyerek rektörlük önüne geldiğinde rektörün görüşmeyi kabul ettiği açıklandı. Yapılan görüşmede, Genç-Sen’li öğrencilerin hazırladığı süreci değerlendiren bir dosya rektörlüğe verildi. Şehir merkezinde de yaygın eylemlilikler gerçekleştiren Genç-Sen’li öğrenciler, meşaleli yürüyüşler, oturma eylemleri ve eylemlerde oluşturulan serbest kürsü bölümleriyle Eskişehir halkını da sürece dahil etmeye çalıştılar. Eylemlerde sendika ve siyasi yapıların da desteği alındı.
Temsilciler Meclisi’nde karara bağlanan talepler Eskişehir’de de çok fazla tartışmaya konu edilemedi. Dönem başından itibaren en geniş GençSen bileşeniyle tartışılacağı karara bağlanarak, tartışmalı olan kimi talepler (Haraçları devlet ödesin!) eylemlerde daha silik bir şekilde işlendi.
Son olarak, devletin zamları %8 olarak belirlemesinin ardından bütün yerellerle birlikte Eskişehir’de de sendikaların, siyasi partilerin ve örgütlerin desteğiyle bir yürüyüş gerçekleştirilerek, “%500’ü geri çektirdik %8’i de geri çektireceğiz” başlığıyla bir eylem örgütlendi ve asıl talebin parasız eğitim hakkı olduğu vurgulandı. Yaz okulunun sonuna kadar devam eden çalışmaların dönem içerisinde daha birleşik ve militan bir tarzda yürütülebilmesi için genç komünistler olarak çabalarımızı sürdüreceğiz.
Eskişehir Ekim Gençliği
İzmir’de haraç zammı saldırısına karşı yürütülen tartışmalar üzerine
T
icarileşen eğitimle beraber üniversiteler birer ticarethaneye dönüşüyor deriz çoğu değerlendirmemizde. Öğrencilerinde müşterileştiğini belirtiriz. Neo-liberal dönüşümlerin öğrenci gençliği ittiği geleceksizliği ortaya koyarız. Harçlara yapılması planlanan %500 zam bu söylediklerimizi açıkça ortaya serdi. Öyle ki, ticari eğitim uygulamalarını artık kanıksamış bir öğrencinin, bu kez tüm cebini boşaltmak istiyorlardı. Bunda şimdilik başarılı olamasalar da, aldıkları haraçlar yine de işçi ve emekçi çocuklarını fazlasıyla zorlamaktadır.
6
Türkiye genelinde yapılan eylemlerle zam tutarı %8’e inmiş durumda. Bu eylemlilikler İzmir’de de kendini gösterdi. İzmir’den bu hareketliliğe parçalı bir tablo ve devrimci değerlerden yoksun birliktelikler eklenmiş oldu. Bunları başlıkları altında tek tek ele alacağız.
Yurtsever Cephe Öğrenci Birliği ve Emek Gençliği CHP ve TGB ile aynı platformda!
İzmir’de TMMOB öğrenci komisyonlarının çağrıcılığında bir toplantı yapıldı. Toplantıya katılan örgütlenmeler: TMMOB’nin bünyesindeki öğrenci komisyonları, Emek Gençliği, TKP, CHP ve TGB’dir. Öğrenci Kolektifleri ve Gençlik Muhalefeti TGB’nin bu bileşende yeralması nedeniyle bileşenden çekildiler. Yukarıdakı bileşen, “Tüm üniversite öğrencileri” adı altında harç zamlarının geri çekilmesini ve parasız eğitimi talep eden bir imza kampanyası yürüttü. Çalışmaların pratik ayağını da Emek Gençliği ile TKP’li öğrenciler üstlendi. Bu tablo gençlik hareketi için ibret vericidir. Reformizmin batağındaki Emek Gençliği ve TKP’nin programlarının ışığında geldikleri nokta ortadadır. Ulusalcı çetelerle, düzenin geri ideolojisinin temsilcileriyle hareket etmekte, aynı platformda birleşebilmektedirler. Kitlelere aynı söylemlerle gitmekte, bir bakıma kitlelerle bu gerici odakları yan yana getirmektedirler. Emek Gençliği’nin bir süredir yaptığı tartışmalardaki “birleşiklik” vurgusu “herkesi” kapsamaktadır. Bu kapsam o kadar geniştir ki, içerisine özellikle Ege Üniversitesi’nde faşizan tutumlarıyla karşımıza çıkan, devrimcilere ve devrimci faaliyete saldıran ulusalcı çeteleri dahi alabilmektedir. Yerel seçimlerde bağımsız sosyalist adayın afişlerine CHP’liler saldırırken, Emek Gençliği de afişleri kapatarak afiş çalışması yürütebilmiştir. Dolayısıyla, bu kadar pervasızca girişilen bu birlikteliğe çok da şaşırmamak gerekiyor.
Geçtiğimiz dönem Yıldız Teknik Üniversitesi’nde yaşanan olaylar hatırlanmalıdır. Bu olaylar sırasında taraf belirlemeyen TKP, açıktır ki tarafını artık net olarak belirlemiştir. Aynı şekilde, Ege ve Dokuz Eylül Üniversitelerinde de faşist saldırıları yalnızca uzaktan izleyen TKP’lilerin, çalışmalarının ana eksenini AKP karşıtlığı oluşturmaktadır. Öğrencilerin gündemine dair sözlerini de ancak bu minvalde söyleyenler, şimdi birliktelik adına CHP ve TGB ile “parasız eğitim” demektedirler!
Parçalı ve dağınık tabloda Öğrenci Kolektifleri ve Genç-Sen
Harç zamlarının açıklanmasıyla beraber sürece refleks cevap verebilen iki örgütlenme Öğrenci Kolektifleri ve Genç-Sen olmuştur. Öğrenci Kolektifleri’nin yaptığı eylemler ses getirmiş, bu eylemleri Genç-Sen’in yaptığı eylemler izlemiştir. Süreç içerisinde eylemleri birleştirme adına yapılan toplantılardan bir sonuç çıkmamıştır. Beklemeci bir tutumla bir süredir “AKP karşıtlığı” üzerinden ortaklaşan Öğrenci Kolektifleri ve TKP birbirlerini gözetmişlerdir. Kolektifler tarafından Yurtsever Cephe Öğrenci Birliği’nin kamptan dönüşü beklenmek istenmiştir. Bu süreçte ayrı ayrı eylemler yapılmıştır.
Aktif ancak dar grupçu bir Genç-Sen gerçeği
Genç-Sen bir bütün olarak harç sürecinde sözünü söylemiş, yaratılan hareketlilikte yer tutabilmiştir. İzmir’de yapılan eylemlerde çeşitli araçlar kullanılmıştır. Zincirleme eyleminden pankart sallandırmaya, yol kesmeden tiyatroya kadar bir dizi eylem biçimi hayata geçirilmiştir. Toplantılardan bir sonuç çıkmayınca kendi eylemlerine yoğunlaşan Genç-Sen, ne yazık ki kendi içerisinde iletişim problemini çözmüş değildir. Eylem tarihleri ve saatleri telefonlarla bildirilirken, toplantı saatleri ve tarihleri bildirilmemektedir. Süreci başlatan gruplar süreci kendilerine mal etmekte, dar grupçu bakışlarıyla bir kez daha politik platformlarını ortaya koymaktadırlar.
İzmir’de Genç-Sen’in merkezi kararlarının rengi kendini belli etmektedir. Dövizlerde yer alan “Harçları devlet ödesin!” talebi gibi. Ancak söylem olarak öne çıkan talepler “Parasız eğitim!”, “ Harçlara hayır!”dır. Bu yönüyle Genç-Sen’in merkezi bakışına göre bir parça ileridir. Ancak Genç-Sen harç zamlarında yapılan indirim sonrasında “%0” talebini öne sürmektedir. Tam da bu noktada öne çıkarılması gereken “Harçlar kaldırılsın!” ve “Parasız eğitim!” talepleri geri planda kalmaktadır. Genç-Sen’in yapması gereken, harç sürecini bir fırsata çevirerek kitlelerin politikleştirmenin araçlarını yaratmaktır. Dar grupçu kaygılarıyla Genç-Sen bir arpa boyu bile yol alamaz. Günü kurtarmaya endeksli bakış geleceği kucaklayamayacağı gibi, tükenmekle yüzyüze kalacaktır.
Komünist gençliğin görevi
Kapitalist düzen krizinin faturasını işçilere, emekçilere ve gençliğe kesmektedir. Öğrencilere kesilen fatura kendisini ticari eğitimin derinleşmesinde bulmaktadır. Yapılan zamlar bunun somut göstergesidir. Gençliğin karşılaştığı tüm sorunlar bütünlüklü bir bakışla ele alınmalıdır. Soruşturmalardan ulaşım zamlarına, harçlardan bursların kesilmesine dek bir dizi sorun ticarileşen eğitim ve baskılar üzerinden işlenebilmelidir. Özellikle İzmir’den yansıyan birliktelikler göstermektedir ki, bu süreç aynı zamanda safları da netleştirecektir. Reformizmle mücadele daha da keskinleşecek, komünist gençliğin omuzlarındaki yük daha da ağırlaşacaktır. Yeni döneme başlarken bu süreci iyi değerlendirmeli ve geleceği kazanma bakışıyla hareket etmeliyiz.
İzmir Ekim Gençliği
7
Gençlik hareketinin parçalı tablosunun İstanbul’da yansıması
Ö
zellikle son yıllarda gençlik kitleleri genel bir durgunluk içindeler. Gençlik hareketinin özneleri bu tabloyu değiştirmedikleri gibi pasif kalıyorlar. Gençliğin yaşadığı sorunlar gün geçtikçe daha yakıcı bir şekilde hissedilirken, hareketin yaşadığı tıkanıklık aşılamıyor. Oysa, eğitim sürecindeki saldırılar gençlik hareketinin önünü açmanın olanaklarını sunmaktadır. Yapılması gereken, doğru politikalarla gençliğin birleşik, kitlesel, devrimci mücadelesini yaratma misyonuyla hareket etmektir.
Harçlara %500'e kadar zam yapılmasını gündeme getiren hükümet, üniversite gençliğinin sokağa taşıdığı tepkileri sonucu harç zamlarını %8 ile sınırladığını açıklamıştı. Bu sürece ilişkin değerlendirmemizi bir kez daha ortaya koymak istiyoruz.
Facebook’tan eylem alanlarına… Haraç zamlarına karşı ortaya konan tepkiler...
Harç zamları üzerine ilk örülen süreçlerden biri Facebook üzerinden tartışmaları başlayan ve “Üniversite Gençliği” imzasıyla yapılan eylem oldu. Facebook’ta “Üniversite Harçlarına Yapılan Büyük Zammı Protesto Edenler” isimli bir grup oluşturuldu. 15 bini bulan üyelerinin içinde bağımsız unsurların yanısıra kimi meslek odaları ve siyasi partilerin gençlik örgütlerinin (Emek Gençliği, TGB ve Yurtsever Öğrenci Birliği’nden öğrencilerin) desteğiyle, tepkinin sokağa taşıması kararı alındı. “Eşit ve parasız eğitim istiyoruz!” şiarı ile örgütlenen eylem, harç zamları üzerinden internet aracılığı ile gençliği harekete geçirme noktasında olumlu bir adım olma olanağına sahipti. Ancak pratikte atılan adımlarda son derece geri bir tutum sergilenmiştir. Miting alanı için alınan izin belgesi, grup üzerinden tüm eylemcilere (üyelere) tebliğ edilmiş, altı çizilerek hiçbir siyasal grup, platform ve parti ambleminin taşınmayacağı ifade edilmiştir. Devrimci güçlerin üniversitelerde ve toplumun her alanında yoğunlaştırılan baskı uygulamaları ile kitlelerden soyutlanmak, devrimci siyasal mücadelenin marjinalleştirilmek istendiği bir dönemde Yurtsever Öğrenci Birliği ve Emek Gençliği’nden öğrencilerin de içinde bulunduğu bir platformda alınan bu karar, son tahlilde gençlik hareketinin önündeki barikata hizmet etmiştir. Birlikteliğin bağımsız unsurları kapsaması ve görev dağılımda onların da özneleştirilmesi bakımından anlamlı olsa da, bunun tek başına yeterli olmayacağı açıktır. Özellikle içinden geçilen dönemde gençlik kitlelerini politikleştirmek gibi temel bir sorumluluk önümüzde duruyorken, gerici kaygıları besleyen bir tutum alınmış, nitekim gerçekleşen eylemin ardından bir pratik sergilenmemiştir. İkinci bir birliktelik ve eylemsel süreç ise www.harczamlari.org sitesi üzerinden ortaya konuldu. Öğrenci Muhalefeti, Otonom örgütlülükler, TMMOB öğrenci komisyonlarından öğrenciler ve bağımsız öğrencilerin içinde bulunduğu bu bileşen, Taksim Gezi Parkı’nda üniversite tanıtım günlerinde gerçekleştirdikleri anlamlı eylemin ardından Beşiktaş Meydanı’nda da bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Harç zamlarının geri çekilmesini talep eden, toplamda üniversitelerin ticarethaneye çevrilmek istendiğine dikkat çeken bileşenler, basın açıklamasının ardından Abbas Ağa Parkı’nda bir forum gerçekleştirerek sürece yönelik müdahale imkânlarını tartıştılar. Zam oranının %8 olarak belirlenmesinin ardından ise, üniversitelerin açılması ile kendilerine bir hareket ekseni belirlemeye karar verdiler.
Zamlara karşı tepkilerden biri de Öğrenci Kolektifleri’nden geldi. “Harçlara hayır!” şiarı ile eylemlilikler gerçekleştirenn Öğrenci Kolektifleri, sürecin başından itibaren bütünlüklü bir hat belirleyerek bir süreç başlattılar. Marmara Oteli’nde YÖK Çalıştayı’na ve Ankara’da Bakanlar Kurulu’na müdahale, ardından %8’lik zam açıklamasını bir kazanım olarak nitelendiren Öğrenci Kolektifleri, sürece parasız eğitim talebini yükselterek devam edeceklerini ifade ettiler.
Genç-Sen sürecinin yansıttıkları
8
Sürecin aktif öznelerinden bir de Öğrenci Gençlik Sendikası (Genç-Sen) idi. “Harçlara zam yaptırmayacağız!”, “Harçları devlet karşılasın!”, “Harçlara değil maaşlara zam!” söylemleriyle çeşitli illerde merkezi birçok eylem yapan Genç-Sen, YÖK Çalıştayı ve Bakanlar Kurulu gibi süreçlere müdahale noktasında olumlanacak bir pratik sergiledi. Genç-Sen, refleks eylemler ve eylemlerden sonra yapılan açık toplantılar ile önceki pratiklerini aşan bir seyir izledi.
Belirtmek gerekir ki, bu açık toplantılar, harekete geçen tabanın basıncı sonucu karar almanın, TM veya MYK darlığına sıkışmış bir biçimde daha fazla devam edilemeyeceğinin ifadesi idi. Ancak, zamanla daha belirleyici hale getirilebilecek bu toplantılar zamanla tartışmalar daraltılarak işlevsizleştirildiler. Toplantılar, sürecin özeti adı altında, politik bir değerlendirmeden yoksun bir biçimde yaşananların kronolojik sıralanmasına dönüştü. İlerleyen sürece ilişkin politika koyma çabaları ise, sürecin ilk aşamasında alınan kararlar dayatılarak geçiştirildi. Toplamın aldığı kararların, oldu bittiye getirilerek üzerinden atlanabildi.
Ayrıca Genç-Sen birleşik bir eylemlilikten özellikle kaçınmıştır. “Asla yalnız yürümeyeceksin!” şiarını benimseyen ama bu süreçte yalnız yürümeyi dar grupçu kaygıları ile gerekçelendiren bir tutum izlemiştir. Zamların %8 oranında netleşmesi ile birlikte, örülecek sürecin %8’in de geri çekilmesi yönlü olacağını, “Harçları devlet karşılasın” söylemiyle birlikte “Parasız eğitim istiyoruz!” talebinin öne çıkarılacağını vurgulamıştır. Genç komünistler sürece ilk müdahale noktasında bir gecikme yaşasalar da, sürecin geri kalanında çok yönlü müdahale etmişlerdir. Müdahalenin kapsamı, gerek şiarlar noktasında gerek parçalı eylemlilikleri birleştirmek noktasında olsun, hareketin çıkarlarını gözeten bir çerçevede olmuştur. Parçalı tabloyu birleştirmek ve sadece eylemsel bir birliktelik değil bir süreç birlikteliği yaratmak noktasında hala da devam eden müdahalelerimiz söz konusu. İstanbul’da “Üniversite Öğrencileri” imzasıyla “Parasız eğitim istiyoruz! Har(a)çlara hayır!” şiarlı DGH, Ekim Gençliği, Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri, Tüm-İGD, YDG’nin örgütlediği bir eylem pratiği ortaya konuldu. Sürecin tartışmalarına TKP ve EHP Gençliği de katıldı. TKP Gençliği tartışmaların onları ifade etmediğini, EHP Gençliği ise siyasetlerin kendilerini ifade edemediği eylemleri ‘kendiliğindencilik’ olarak nitelendirdiklerini, eylem hatlarını Genç-Sen üzerinden devam ettireceklerini ifade ederek, süreçten ayrılmış oldular.
Zam oranı netleşmeden tartışmalarına başlanan birliktelik, birçok siyasetin net olmaması nedeniyle sadece bir eylem birlikteliği şeklinde kaldı. Sürecin eylem birlikteliğini aşması üzerinden yaptığımız tartışmalara bileşenin tümü tarafından bir karşılık üretilemedi. Öğrenci Kolektifleri zam oranı netleşmeden önce merkezi kararlarını beklediklerini ifade etmişlerdi, zam oranının netleşmesi ile birlikte tartışmaların büyük bir kısmı ‘kazanım’ üzerinden ilerledi. Gençlik Muhalefeti ise, oluşacak herhangi bir birlikteliğin tartışmaları için erken olduğunu, okulların açılması ile birlikte bu sürecin gerçek muhatapları ile birlikte tartışılması gerektiğini ifade etti. Ardından süreç DGH ve Ekim Gençliği’nin örgütlediği açık toplantılar biçiminde devam etti. Eğitim alanında artan saldırı süreci kısa süreli bir hareketlilik yaratsa da, sürecin başka bir seyir izleyeceği açıktır. Saldırı sürecini har(a)çlara yapılan zam eksenli almak sürecin ilerletilmesi noktasında ön açıcı değildir. Örülen süreçlerin devamlılığını sağlamak, saldırı sürecini bütünlüklü kavrayabilmeyi gerektirmektedir. Ancak bu bütünsellik içerisinde ele alınabildiğinde geçmişin deneyimlerini aşan bir süreç yaşanabilir. Süreç bizlere daha fazla sorumluluk düştüğünü bir kez daha gösteriyor. Yaz sürecinde ortaya çıkan tablo umut verici olmasının yanısıra birleşik bir mücadele hattını tüm aciliyetiyle önümüze çıkarmış bulunmaktadır. Birleşiklikten anladığımız elbette siyasetlerin ilkelerinden vazgeçip bir araya geldiği şematik biçimler değildir. İlkeler dahilinde siyasi öznelerin, otonom örgütlülüklerin, öğrenci kulüp, kol, topluluklarının, bağımsız unsurların yani tüm muhalif kesimlerin sürecin bir parçası haline geleceği, politikleşeceği bir biçim öğrenci hareketini bugünkü hareketsiz ve dar halinden çıkaracaktır. Saldırı süreçlerinin yoğunlaştığı dönemler bunu yaratabilmenin olanaklarını sunuyor. Süreç içerisinde dar grupçu çıkarlar, ilkesiz birliktelikler, birleşik, kitlesel, militan bir gençlik hareketi yaratmak hedefinde olmayan tüm süreçler kendi sınırlarını aşamamak ile yüz yüze kalacaklardır. Gençlik hareketinde geçmiş süreç deneyimleri bunu tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır.
Günü kurtarmak adına atılan adımlar geleceği kucaklamaktan yoksundur, bu tabloyu tersine çevirmek ise sürecin bütünlüklü değerlendirmesi ile mümkündür. Geçmişten ders almayı bilerek, önümüzdeki dönemde daha etkin müdahaleler yaparak gençlik hareketini daha ileriye taşıma misyonuyla hareket edeceğiz.
İstanbul Ekim Gençliği
9
Birleşik, kitlesel, militan bir gençlik hareketi yaratma sorumluluğu!
Üniversiteler yaz tatilindeyken YÖK üniversite har(a)çlarına yapmayı düşündüğü zammı açıkladı. Zam miktarı %8 ila %500 arasında değişiyordu. Bu önerinin yapılmasıyla birlikte birçok refleks tepki ortaya konuldu. Genç-Sen de başından itibaren saldırıya karşı eylemler hayata geçirmiş, tepkinin açığa çıkması ve kamuoyu oluşmasında çaba sarfetmiştir.
Eylemli tepkilerin de etkisiyle har(a)çlara yapılacak zam %8 oranında kesinleşti. Gelişen süreç açısından “har(a)ç zamları” üzerinden örülecek pratik-politik hat bütünüyle “parasız eğitim” talebini karşılamak durumundadır. Zira birçok unsur açısından da, Genç-Sen açısından da zam oranlarındaki netleşme (belirli yerellerde okulların kayıt haftasında ortaya koyulan pratik dışında) bir durgunluk yaratmıştır. Bu durgunluğu aşabilmek her şeyden önce süreci kavrayabilmeyi gerektiriyor. Yaz döneminin ortalarında Genç-Sen’in ördüğü sürece dair bir yazı kaleme almıştık. Yaşanan gelişmelere rağmen sürecin nasıl ele alınması gerektiğine dair yapılan tartışmanın hala güncelliğini koruduğunu düşünerek, sözkonusu yazıyı okurlamıza sunuyoruz...
Devrimci Genç-Senliler bu sürece iki temel tartışma ışığında bakıyor. Birincisi, süreci karşılamaya yetecek bir şiarlar bütünselliğinde ele alabilmeli (yani ticari eğitim saldırısını bütünsel bir hatta ele alabilmek); ikinci olarak ise, bu sürecin birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketini yaratabilmenin olanaklarını oluşturabilmeliyiz.
Genç-Sen’in öne sürdüğü taleplere dair
Genç-Sen bu dönemde yapılması planlanan %500’lere varan zam saldırısının karşısında “harçlara zam yaptırmayacağız” demektedir. Uygulanması hedeflenen zamların karşısında durduğunu gösteren bu şiar bunu tamamlayan başka taleplerle bütünlenebilmelidir. Genç-Sen’in ilk elden ortaya koyduğu bir diğer talep ise “bu yıl harçları devlet karşılasın” idi. Bu taleple ortaya konan; bu yıl kriz var, öğrenciler de mağdur, bu koşullarda öğrencilerin masraflarını karşılaması zorken bir de zam düşünülüyor. Zam yapılması bir de bu dönemin kriz koşulları göz önüne alınarak “bu yıl harçları devlet ödesin” deniyor. Belirlenen ilk taleplerde ne harç ne de paralı eğitim uygulamalarının kendisine dair söz söylenmiştir. Hatta “bu yıl harçları devlet karşılasın” söylemi harç kavramını olağanlaştıran bir anlayışı yansıtmaktadır. Eğitimin bir hak olduğuna, paralı olmasının bir ticarileştirme saldırı olduğuna dair bir yaklaşımla ele alınmamıştır. Bunun üzerine yapılan tartışmaların sonucunda bu yıl ibaresi kaldırılarak “Harçları devlet karşılaşın” formülasyonuna dönüştürülmüştür. “Harçları ödemiyoruz” önerisinin üzerine bu şiar açısından kriz vurgusu yok ve kitlelerin daha kolay sahiplenebilmesi gerektiği tartışılmıştır. İllerde yapılan toplantılarda ve temsilciler meclisinde bu yönlü tartışmalarımızı bu yönleriyle yapmamızın sonucunda “Parasız eğitim istiyoruz!” talebi eklenmiştir. Tartışmaların sonucunda “Parasız eğitim istiyoruz!” talebinin eklenmiş olması sadece har(a)ç uygulaması açısından değil eğitim sürecinde karşımıza çıkartılan
10
paralı uygulamaların hepsini içerisinde barındırması açısından anlamlıdır.
Diğer taraftan harç uygulaması, kendisi bir hak olan ve parasız olması gereken eğitimin, kişinin kendi gelişimini sağladığı vb. gerekçelendirmeleriyle, masrafların bir kısmının kişi tarafından karşılanması tanımlaması üzerine paralı eğitim uygulamaları başlamıştır. Bir hakkın gaspedilmesi yönlü bir saldırıdır. Bu yönlü bir saldırının karşısında, harç uygulamasının kendisine dair söz söylenmesi gereklidir. “Harçlar kaldırılsın” bu noktada söylenmesi gereken ve vurgulanması gereken bir şiardır. Ayrıca önerilen “harçları ödemiyoruz” şiarı da yapılan saldırının karşısında alınan tutumu gösteriyor ve bugün öğrenci kitlesinin kendisini bu saldırı karşısında tutum almaya çağırılmasıdır. Hatta önüne koyduğu süreçte, harekete geçen kitleyi aktif bir eylemsellik içinde tutabilmek, harçları ödememe çağrısıyla boykot örgütleme bir hedef olabilmelidir.
“Harçları devlet karşılasın!” ve ‘”Harçlar kaldırılsın!” şiarları sonuçta ödememek gibi bir noktada “aynı” olarak tanımlanıyor. Böyle algılanıyor. Bu şiarlardan ilki harç kavramını meşrulaştıran, bu uygulamaya dair söz söylemeyen bir yaklaşımdır. Tam da bu noktasıyla kitleye verilecek bilinç noktasında muğlâklığı taşımaktadır. Bilinç açıklığı yaratan ve net bir tutum alan yanı yoktur. Sadece ikisi de gerçekleşirse “para vermeyeceğiz” gibi bir yaklaşımla ele alınması sorunun kapsamını sığlaştırmaktadır. “Krizdeyiz, yarısını öderiz!”de de öne sürüldüğü gibi, var olanı durumu ve yarattığı sonuçları kabullenip, “elde edilebilecek” kıstası üzerinden yol yürümeye çalışmakla gerçek ve kalıcı bir sonuç alınacağının düşünülmesi hayaldir. Genç-Sen olarak haklarımızı unutmadan, haklarımızın elimizden alınmasına karşı bir mücadele hattını önümüze koymalıyız.
Birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi için!
Devrimci Genç-Senliler sürecin başında Genç-Sen’i ilerici güçlerin bir araya geldiği bir zeminde politik ve örgütsel bir tutum
almak açısında olumlu bir adım olarak tanımlamıştı.
Genç-Sen’in bu süreç içerisinde hareket ile kurduğu bağ sınırlarında genişleyecek, gençlik hareketini geliştirecek bir güce dönüşebileceği, bunun olmadığı koşullarda ise bu süre içerisinde olumlu olarak tanımladığımız adımların da heba edileceği söylenmişti.
Genç-Sen bu süreçle birlikte daha hareketli olduğu yerellerde açık toplantılar örgütlemeye başlamıştır. Daha geniş toplantılarda süreci tartışma ve planlama, başından beri olması gereken bir işleyişin hareketli bir süreçte Genç-Sen’e dayatmasıdır. Böylesi bir süreçte kitle başka türlü kucaklanamazdı. Genç-Sen’in kitleye sadece çağrı yapan sınırda kalması, onun bu süreçte kitleselleşme olanağı taşıması yerine dıştalanmasına neden olurdu. Bu yönlü bir adım atmıştır ama bundan sonrasında da bunun kalıcı olması sağlanmalıdır. Genç-Sen sürekli aktif bir çalışma örmeli ve en geniş birlikteliklerde gündemleri ve eylemsellikleri, politik hattını tartışmalıdır. Böyle olduğu bir durumda, gençlik hareketinin her daim belirleyici bir öznesi olur ve öz örgütlülük olma iddiasını hayata geçirebilmenin zeminini yaratabilir.
Gelişen bu süreç açısından ise Devrimci Genç-Senliler’in yaptığı birçok tartışmanın önü Genç-Sen içerisindeki liberal-reformist blok tarafından bilinçli olarak kesilmeye çalışılmış olsa da, pratik bu tartışmaları güncellemiştir. Uzun bir süre Genç-Sen’i tüzüksel normlara sıkıştıran ve hareketsiz kalmayı bir tarz olarak oturtmaya çalışan anlayışların bugün ‘tüzüksel normlar’ın üzerinden atlaması bir tesadüf değil pratiğin zorlamasıdır.
Bu süreçte birleşik bir mücadele hattı üzerine yapılan tartışmalarda, özellikle İstanbul İl Meclisi’ndeki tartışmalarda birleşikliğin “gereksiz” ve “hayal” olduğu vurgusu belirli anlayışlar tarafından dile getirilmiş, birçok grubun bizim eylemliliklerimize gelmemesi üzerinden gerekçelendirilmiştir. Bu anlayış birleşik hareketi, Genç-Sen’in sürece kendisini dayatması olarak anlamaktatır. Başını TÖP ve EHP Gençliği’nin çektiği bu anlayış İstanbul İl Meclisi toplantısında büyük bir çoğunluk tarafından mahkum edilmiştir. TM’ye taşınan tartışmada alınan karar, bir eylemin birlikte örülebilmesi için diğer öznelere çağrıdır. TM’den çıkan karar bir eylem süreci olsa da, Genç-Sen süreci bütünlüklü ele almak, yoğunlaşan saldırılara karşı ortak bir mücadele hattına evriltmek zorundadır.
Böylesi bir süreçte Genç-Sen’i kendi dar pratikleri ile sınırlamaya çalışan aynı anlayış kitle örgütlenmesi sorununu çözdüğü yanılsaması ile karşı karşıyadır. Elbette ki bu yanılsama GençSen’e ve gençlik hareketine dair bir kavrayışsızlığın ürünüdür. Genç-Sen’in sürecin aktif bir öznesi olmasını “süreci alıp götürmek”, “öncü olmak” gibi tanımlamalarla değerlendirilmesinin bugün için henüz bir karşılığı yoktur. Herhangi bir kitle örgütü veya siyasal gençlik örgütü bir sürece aktif müdahale etmiş, süreçte
belirleyici bir unsur olmuş olabilir, ama bu tablodan kaynaklı bu onun öz örgütlülük olduğunu göstermez.
“Kitle örgütlenmesi sorununu bir çırpıda masa başında çözeceğini sanan yaklaşım, elbette ki ilerici potansiyelin bir araya gelmesinin önemi ve kapsamını kavramakta zorlanacaktır. Sorunu ‘örgütleri birleştirmeye’ indirgediğimizi düşünmeleri de örgüt sorununa bakıştaki bu yavanlığın dışa vurumudur. Zira birleşik bir gençlik örgütlenmesi sorunu öznel bir sorundur, öznelerin iradi çabası ve müdahalesi ile bir çırpıda başarılabilir. Ancak bu hiçbir biçimde gençlik örgütlenmesi sorununun çözüldüğü anlamını taşımamaktadır. Bu sadece bir olanağa, hareketi sıçratabilecek bir dinamiğe işaret etmektedir. İlerici potansiyeli bir araya getiren bir birleşik örgütlenme asıl hedefin, geniş gençlik yığınları ile buluşma hedefinin bir kaldıracıdır sadece. Ve hedefe, doğru bir yöntem ve bakışta ilerleyebildiği koşullarda bir anlam taşır.”(Devrimci gençlik mücadelesinde gelecek için notlar, Ekim Gençliği, Sayı: 103, 15 Mayıs-15 Haziran ‘07) Yapılan tartışmanın denk düştüğü yer bir soruyu canlandırıyor. Genç-Sen’in “kendi içinde tüzüksel maddeler değil, hareket içinde ve hareket için bir örgüt mü yoksa kendi içinde bir örgüt mü olacağıdır?” Sorunun yanıtı, yıllardır süren saldırıya karşı örülebilecek birleşik bir mücadelede yatıyor.
Devrimci Genç-Senliler, Genç-Sen’in bugünkü verili durumunu, hareketin öncüsü olma konusunda bir yanılsama içerisindeki tutumunu ve hareketin birleşik bir mecrasının olanaklarını görmemek konusunda ısrarlı olan bakışını mahkum etmek durumundadır. Haraç zamları karşısında ilk elden öğrenci gençliğin ve eğitim emekçilerinin birleşik mücadele imkânlarının tartışılacağı birleşik bir süreç tartışmasını ısrarla yapmak yükümülüğüyle karşı karşıyadır.
Genç-Sen olarak bu süreçte yapmamız gereken, bu saldırıya karşı ortaya çıkan tepkiler başta olmak her türlü gençlik örgütlülüklerini bir araya getirmek ve en geniş birliktelikle bu saldırıya cevap vermektir. Bu demek değildir ki, böylesi bir birleşik hat oluştuğunda Genç-Sen’in üzeri çizilecektir. Kaldı ki Genç-Sen olarak kendi eylemlerimizi, kendi çalışmalarımızı devam ettirmemizin önünde hiçbir engel yoktur. Bu sadece Genç-Sen’e mahsus da değil, herkes kendi bağımsız çalışmasını devam ettirmekte özgürdür. Ama şu da unutulmamalıdır ki, birleşik, kitlesel ve devrimci bir hareket yaratma sorumluluğunu her daim taşımalıyız ve böylesi bir saldırı sürecinde bunu yaratmak yönlü adımları sıklaştırmalıyız. Bu süreçte burada iş yapan bir Genç-Sen var, birlikte iş yapmak isteyen varsa buyursun gelsin yaklaşımıyla hareketli unsurları bir araya getirmeyi düşünenler yanılmaktadırlar. Bu yaklaşımla hareket ederek kendimizi tek adres olarak göstermemiz doğru değildir. Devrimci Genç-Senliler
11
Haraç zamlarına karşı gençlik sokaklardaydı Yazın ortasında haraçlara yapılması planlanan %500’lere zam oranının ardından gençlik sokaklardaydı. Sokaklarda yükselen ses sonucunda zamlar %8’e geriletildi. Haraç zammına ve paralı eğitime karşı yapılan eylemler:
Genç-Sen: “Pes etmeyeceğiz, pes ettireceğiz!”
9 Temmuz günü YÖK’ün yaptığı açıklamayla zam saldırısının duyulmasıyla Genç-Sen ilk eylemini Eskişehir’de gerçekleştirdi. Saat 21.30’da İl Sağlık Müdürlüğü’nün önünde ajitasyonlarla başlayan yürüyüş Adalar Migros’un önüne kadar sürdü. Burada yaklaşık iki saat süren oturma eylemi gerçekleşti.
11 Temmuz tarihinde saat 13.00’da Taksim tranvay durağında buluşan Genç-Senliler “Haraçlara zam yaptırmayacağız!” pankartıyla Galatasaray Meydanı’na kadar yürüdüler. Meydanda yapılan basın açıklamasında tüm öğrencileri, velileri ve duyarlı insanları mücadeleye çağıran Genç-Senliler, kriz döneminde haraçlara yapılan faiş fiyattaki zamlara karşı sokakta olacaklarını duyurdular.
Genç-Sen birçok ilde haraçlara zam yaptırmama kararlılığıyla sokaklardaydı. Eskişehir, İstanbul, İzmir, Ankara, Denizli,… illerde Genç-Sen haraçlara karşı eylemli bir süreç ördü. Oturma eylemi, meşaleli yürüyüşler, yol kesme eylemleri, rektörlerle görüşme gibi çeşitli eylem biçimlerini kullanarak yapılması planlanan zamları engelleme hedefiyle bir süreç ördü.
25 Temmuz Cumartesi günü gerçekleşen YÖK çalıştayını protesto etmek için Genç-Senliler, saat 9.30’da The Marmara Otel’in önündeydiler. Hazırladığı dosyayı sunmak üzere çalıştaya girmeye çalışan Genç-Sen temsilcisi, Gençlik Muhalefeti ve Öğrenci Kolektifleri’nden birer temsilciyle birlikte çalıştaya girdi. İçeriye giren üniversite öğrencileri, üniversitelerle ilgili yapılan ve öğrencilerin de geleceğini etkileyecek bir toplantıda kendilerinin olmamasının anti-demokratik olduğunu ve üniversite harçlarına yapılan zamları protesto ettiklerini ifade ettiler. İçerde çalıştayın gerçekleştiği sırada otele girmeye çalışan Öğrenci Kolektifi’nden 11 kişi gözaltına alındı. Toplantıya giren öğrenci heyeti, arkadaşlarının gözaltına alınmasına tepki göstererek, protesto etmeleri üzerine ağızları kapatılarak personel kapısından çıkartılıp gözaltına alınmak istendi. Ancak, o sırada arka kapıda bulunan Genç-Sen üyelerinin protestosu üzerine 3 kişilik heyet bırakıldı.
10 Ağustos Pazartesi günü Bakanlar Kurulu’nun açılması üzerine Genç-Senliler, haraç zammını protesto etmek ve Bakanlar Kurulu’na katılmak için Ankara’daydılar. Bakanlar Kurulu2nun yapılacağı yere doğru yürüyüşe geçen Genç-Senliler toplantının yapılacağı yere varınca içeriye temsilci sokmaya çalıştırlar. Uzun bir bekleyişin ardından toplantının başka bir binada yapıldığını öğrenen Genç-Senliler Güven Park’a gidip eylemlerini orada sürdürdüler. Temsilciler, toplantının yapıldığı binaya gittiler, içeriye alınmayan temsilciler oturma eylemi başlattılar. Güven Park’ta yedi saati aşkın bekleyen kitle toplantının yapıldığı yere doğru yürüyüşe geçince polis saldırdı. Polisle yaşanan çatışmanın ardından eylem sona erdi.14 öğrenci göz altına alındı.
Gözaltına alınan öğrencilerden çooğu kadındı ve gözaltı süresi boyunca tacize maruz kalan kadınlar için Genç-Sen’li Kadınlar “Tacizci polis Genç-Sen’li kadınları yıldıramaz” şiarıyla bir basın açıklması gerçekleştirdiler. Üniversite öğrencilerinin yürüttükleri haraç karşıtı mücadelenin sonucunda zamlar %8’e geriletildi. Öğrenci Gençlik Sendikası'nın (Genç-Sen) harç zamlarına karşı başlattığı eylemler %500'lük harç zammının geri çektirilmesinin ardından %8'lik zammın geri çektirilmesi hedefiyle sürmekte. Genç-Sen bu çerçevede 16 Ağustos Pazar günü saat 16.00'da, 6 ilde eş zamanlı olarak eylem gerçekleştirdi.
Genç-Sen haraç zamlarına karşı bir yandan da hukuki bir mücadele hattı oluşturmak için dava açtı. 26 Ağustos tarihinde açacağı davayı Makine Mühendsiler Odası’nda gerçekleştirdiği basın toplantısı ile duyurudu.
Üniversite Öğrenciler: “Pazarlık yok, harçlara hayır!”
Yapılan Bakanlar Kurulu ardından üniversite harçlarına %8 zam yapılacağının açıklanması ile birlikte, öğrencilerin zamları ve paralı eğitim saldırılarını hedef alan eylemleri sürüyor.
Üniversite harçlarına %8 ile %500 arasında değişen oranlarda zam önerildiğinin açıklanması ile beraber çeşitli illerde eylemler ve protestolar gerçekleştirilmeye başlandı. Esas olarak %100’ün üzerinde zamlar ile ikinci öğrenimleri yoğun saldırıya maruz bırakan zam önerisi öğrenci gençlik cephesinden giderek artan bir öfke ile karşılandı ve en son Bakanlar Kurulu’nda zam önerisi tüm fakülteler için %8 ile ortaklaştırıldı.
14 Ağustos Cuma günü Galatasaray Postanesi önünde toplanan öğrencilerin de talebi parasız eğitimdi. DGH, Ekim Gençliği, Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri, TÜM-İGD ve YDG’nin birlikte örgütlediği eylem öğrencilerin Postane önünde toplanmaları ile başladı. “Parasız eğitim istiyoruz!” şiarlı Üniversite Öğrencileri pankartının açılması ardından ajitasyon konuşmaları ile yapılan zamların eğitimin ticarileştirilmesi anlamına geldiği vurgulandı. Zam kararının %8 ile sınırlandırılmasının ortaya konulan mücadele azminin bir sonucu olduğu ifade edildikten sonra çevrede toplanan ilgili kitle yürüyüşe davet edilerek konuşma sonlandı. Konuşma boyunca “Ferman devletin, üniversiteler bizimdir!”, “Pazarlık yok, harçlara hayır!”, “Müşteri değil öğrenciyiz!”, “Zamlara göz yumma isyan et!” sloganları atıldı ve şarkılar söylendi. Galatasaray Lisesi önünden yürüyüşe geçilmesi ile birlikte, yol boyunca ajitasyon konuşmaları devam etti ve ortak sloganlar gür bir şekilde hep bir ağızdan atıldı. “Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim!”, “Harçlara hayır, YÖK’e hayır, parasız eğitim istiyoruz!”, “Ferman Tayyip'in, sokaklar bizimdir!”, “Sermaye uşağı AKP’ye hayır!”, “Sokağa, eyleme, örgütlenmeye!” sloganlarının atıldığı yürüyüş boyunca korteje katılanlar ile birlikte sayısı 250’yi aşan kitle, alkışlar ve ıslıklar ile Taksim Tramvay durağı önüne geldi. Durak önünde de çevredekilerin desteğini alan öğrenciler adına bir öğrenci basın metni okudu. Basın metninde “Yapılması planlanan yüksek oranlardaki zam geri çekilmiş olsa da, bizler biliyoruz ki aslında asıl hedefledikleri tüm bölümlere yüksek meblağlarda fiyat biçip eğitim masraflarını tamamen kişinin üzerine yıkmaktır.” denilerek saldırının bütünlüğü ortaya kondu ve zamların taşeronluğunu yapan bu zihniyetin “herkesin okumasına gerek” görmediği belirtildi.
Neo-liberal ekonomi politikaları ile birlikte temel hakkımız olan her şeyin alınır satılır hale getirilmek istendiğinin altının çizildiği basın metninde piyasalaştırma saldırılarının AKP eli ile yoğunlaştırıldığı ifade edildi. Eğitim alanında ise ticarileştirme saldırıları ardından masraflarını karşılayamayan öğrencilere işaret edildi. Söz konusu saldırı karşısında intiharı, soygunu tercih edenler olduğu gibi kredi uygulamasının ise çözümsüzlüğü katmerleştirdiği vurgulandı.
Kapitalizmin yapısal krizinin yükünün her fırsatta işçi ve emekçilere yüklenmek istendiğinin vurgusu ile devam eden açıklamada %20’lere varan işsizlik oranı ile birlikte hayatın her alanının zamlara boğulduğu ifade edildi. “Bizler krizin bedelini ödemeyi reddediyoruz! Krizin faturası patronlara!” denildi. Yaşanan sürecin kamuoyuna yansıtılmak istendiği gibi salt zam tartışması olmadığı, eylemlerin yasadışı nitelik taşımadığı buna karşın yapılanların tam da ihtiyaca karşılık geliştiği ve taleplerin her yerde dillendirilmeye devam edeceği söylendi. Öğrencilerin harçlara ve paralı eğitime karşı bugün bir araya geldikleri ve sermayenin saldırılarına karşı işçi ve emekçiler ile omuz omuza durabilmenin gerekliliği vurgulandı. “Şimdi zaman sokakları ısıtmaya devam etmenin zamanıdır! Şimdi zaman sokaklarda sesimizi yükseltmeye devam etmenin zamanıdır!” denilerek sonlandırılan konuşma ardından sloganlar ve alkışlar ile eylem sona erdirildi. İstanbul Ekim Gençliği
13
Uludağ Üniversitesi Öğrencileri: “Haraçlara yapılan zamlar geri çekilsin!”
Uludağ Üniversitesi öğrencileri yaz okulu süresi boyunca har(a)ç zamlarına karşı eylemli bir süreç ördü. Gerçekleştirilen eylemlerin ardından imza kampanyası başlatıldı. Pazar günü Görükle’de, Pazartesi ve Salı da üniversite içerisinde toplu olarak imza toplanmaya çıkıldı. İmzaların yanında eylem çağrısı da yapıldı. Çarşamba günü ise, saat 12.30’da Mediko-Sosyal önünde bir basın açıklaması yapıldı. “Har(a)çlara yapılan zamlar geri çekilsin / Uludağ Üniversitesi Öğrencileri” pankartının arkasında toplanan yaklaşık 60 kişi tarafından gerçekleştirilen açıklamada YÖK’ün yaptığı zam oranlarına değinildi ve buna karşı mücadele çağrısı yapıldı.
Açıklamanın ardından kortej halinde, Tıp Fakültesi önüne geçildi. Burada kısa bir müzik dinletisi sunuldu. Halaylar ve marşlar eşliğinde bir süre beklendikten sonra toplanan imzaların gönderilmesi için postaneye gidildi. İmzaların gönderilmesinin ardından eylem sona erdi. Eylem boyunca “Haraç zamları geri çekilsin!”, “Susma haykır harç zammına hayır!”, “Müşteri değil öğrenciyiz!”, “Savaşa değil eğitime bütçe!”, “Eşit parasız bilimsel anadilde eğitim!”, “YÖK kalkacak polis gidecek üniversiteler bizimle özgürleşecek!”, “Ferman YÖK’ünse üniversiteler bizimdir!” sloganları sıklıkla atıldı.
Eylemi Ekim Gençliği, DGH, SGD, Dev-Genç, Emek Gençliği, Genç Dayanışma ve DSİP örgütledi. Uludağ Üniversitesi Ekim Gençliği
Çukurova Üniversitesi Öğrencileri: “Bir derdim var: Haraçlara hayır! Parasız eğitim haktır!”
Çukurova Üniversitesi’nde haraç saldırısının başından beri yapılan protestolar 5 Ağustos günü yapılan eylemle son buldu.Daha önce devrimci-demokrat öğrencilerin örgütleyicisi olduğu bir eylem yapılmış ve bu süreç her hafta yemekhane ve bazı kafelerde tiyatro oyunları oynanarak devam etmişti. Bu etkinliklerin son günü olan 5 Ağustos günü son olarak Durak Kafe önünden yemekhane önüne bir yürüyüş gerçekleştirildi. Burada basın açıklaması okundu. Okunan metinde memur maaşlarına %3,5 gibi gülünç bir zam yapan zihniyetin öğrencilere %500’e varan zamlar yaptığı söylendi. YÖK’ün öğrencilere kan kusturduğu, ÖSS’ye giren öğrencilerin 30 bininin 0 çektiğine, 1 milyon 88 bin öğrencinin 165 barajını geçebildiğine vurgu yapılarak eğitimin ticarete dönüştürüldüğü, zengin çocuklarının özel okullarda okutulduğu ve eğitimde fırsat eşitsizliği yaratıldığı ifade edildi.
“Bir derdim var! Har(a)çlara hayır – Parasız eğitim haktır” pankartının açıldığı eylemde “Müşteri değil öğrenciyiz!”, “YÖK’e hayır!”, “Parasız, bilimsel, anadilde eğitim!”, “YÖK kalkacak, polis gidecek, üniversiteler bizimle özgürleşecek!” sloganları atıldı. 60 kişinin katıldığı eylem öncesinde Ekim Gençliği’nin harç zamlarına ilişkin çıkardığı merkezi bildirinin dağıtımı fakültelere ve amfi kantine dağıtımını gerçekleştirdik. Çukuova Üniversitesi Ekim Gençliği
Kayıt parası adı altında soygun...
P aralı eğitime karşı mücadeleye! 2009-2010 Eğitim-Öğretim Yılı'nın başlamasıyla beraber İstanbul Ekim Gençliği de faaliyetlerine başladı. İstanbul Üniversitesi’nde ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nde kayıt dönemine yönelik bildiri dağıtımları gerçekleştirildi.
İÜ kayıt günlerinde bildiri dağıtımı…
İstanbul Üniversitesi Ekim Gençliği, üniversiteye kayıt için gelen öğrencilere seslendi. Okuldaki anti-demokratik uygulamaları, harçlara yapılan zamları konu alan bildiriler öğrencilere ulaştırıldı. Ayrıca bu yıl ilk defa yeni kayıt olan öğrencilerden dosya ve kimlik kartı ücreti olarak alınan 50 TL’ye de bildirilerde yer verilerek bu uygulama teşhir edildi ve "parasız eğitim" şiarı öne çıkarıldı.
14
Bu sene kayıtların farklı fakültelerde yapılmasından dolayı Edebiyat Fakültesi ve Merkez kampüs önünde dağıtımlar gerçekleştirildi. 2 Eylül Çarşamba ve 3 Eylül Perşembe günü yapılan dağıtımlar, okul önünde dağıtılan yurt ve burs ilanlarına rağmen öğrencilerin ilgisini çekti.
YTÜ kayıt haftasında Ekim Gençliği faaliyeti
2 Eylül Çarşamba günü Yıldız Teknik Üniversitesi Ekim Gençliği, eğitimin ticarileşmesini ve soruşturma terörünü bildiri ve ozalit gibi araçlarla teşhir etti. Kayıt haftası olması sebebi ile pek çok öğrenci ve veli ile iletişime geçme fırsatının yakalandığı dağıtım sırasında yapılan konuşmalarda eğitimin ticarileştirilmesi, YTÜ yönetiminin verdiği uzaklaştırma cezalarının sebepleri üzerinde duruldu.
YTÜ ana giriş kapısı önüne “Har(a)ç zamları geri çekilsin!”, “Har(a)çlar kaldırılsın!”, “Parasız ve nitelikli eğitim istiyoruz!”, “YTÜ A.Ş.’ye buradan girilir! / İçeride sizi bekleyenler: Bilimsel olmayan eğitim, harç zamları, barınma, ulaşım, yemekhane, kırtasiye vb. masrafları, düşünce ve söz yasakları, soruşturmalar ve cezalar” ve “YTÜ’de İP/TGB-polis-idare işbirliğine son! / Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim talep ettiğimiz için, savaşa değil eğitime bütçe istediğimiz için, üniversitede sermayeye, şovenist gericiliğe, bilimsel olmayan müfredata hayır dediğimiz için üniversitemize giremiyoruz!”, “Soruşturmalar, cezalar geri çekilsin! Eğitim hakkımız engellenemez!” yazılı, Ekim Gençliği imzalı ozalitler asıldı. “YTÜ AŞ’ye Hoşgeldiniz!” başlıklı bildirilerde ise üniversitelerin birer ticarethaneye dönüştürülmesi üzerinde duruldu ve harç zamları ile birlikte paralı eğitim uygulamaları teşhir edildi. “Soruşturmalar, cezalar geri çekilsin! Eğitim hakkımız engellenemez!” altbaşlığı ile üniversitelerde yaşanan bu sürece karşı çıkan, parasız ve nitelikli eğitim talebini dile getiren öğrencilerin soruşturma ve ceza terörü ile karşı karşıya kaldığı anlatıldı. Öğrenci ve veliler krizin faturasını ödememeye, yoğunlaşan saldırılara karşı mücadele etmeye çağrıldı.
Ayrıca YTÜ ana giriş kapısı önünde Genç-Sen “Asla yalnız yürümeyeceksin! Öğrencinin üniversite rehberi” kitapçığı dağıtımı ile birlikte Genç-Sen’in tanıtım ve kayıt çalışması gerçekleştirildi. Öğrenci Kolektifleri de “Yıldız Teknik Üniversitesi’ne Hoşgeldin!” başlıklı bildiri dağıtımı yaptı. İÜ - YTÜ / Ekim Gençliği
Genç-Sen kayıt paralarına karşı eylemdeydi
Öğrenci Gençlik Sendikası (Genç-Sen) üniversiteye yeni kayıt yaptıran öğrencilerden hukusuz bir biçimde alınan kayıt paralarının öğrencilere geri ödenmesi için bugün İstanbul başta olmak üzere çeşitli illerde eylemler gerçekleştirdi. İstanbul: Kayıt paraları geri ödensin! Galatasaray Postanesi önünde biraraya gelen öğrenciler, "Hukuk dışı toplanan kayıt paraları geri ödensin / Genç-Sen" pankartı ve "Parasız eğitim istiyoruz" dövizleri ile Genç-Sen flamaları taşıdılar. Yapılan açıklamada, harç zamlarıyla beraber çeşitli gerekçelerle 50 TL ile 250 TL'ye varan kayıt paraları istendiği ve bu paralar yatırılmadığı takdirde öğrencilerin kayıtlarının yapılmadığı belirtildi. Toplanan kayıt parasının yasadışı olduğunun vurgulandığı açıklamada, paraların geri ödenmesi talep edildi.
Açıklamada şu sözlere yer verildi: "Önce harçlarımıza %500’e varan zamlar yapmaya kalktınız, şimdi de mücadelemiz sonucu yapamadığınız zamların farkını yasadışı uygulamalarla kapatmaya çalışıyorsunuz. Ne verdiniz de ne bekliyordunuz? Maaşlarına ortalama %3 zam yaptığınız insanların tamamen gayrı-meşru yollardan topladığınız bu paraların peşini bırakmalarını mı? Biz Öğrenci Gençlik Sendikası olarak kimseyi daha fazla soymanıza izin vermeyeceğiz. Bu paralar sahiplerine geri ödenene kadar mücadelemiz hem hukuki yollardan hem de sokaklardan yürüyecektir." Baskılar bizi yıldıramaz! Açıklamada, üniversiteye ilk defa kayıt olmaya çalışan öğrencilere yardımcı olmak ve onları üniversiteye geldiklerinde karşılaşacakları sorunlar konusunda bilgilendirmek amaçlı kurulan “Kayıt Destek Masaları” nın daha ilk günden itibaren çeşitli saldırılarla engellenmek istendiği belirtildi ve çeşitli illerde gerçekleştirilen saldırılar sıralandı. Açıklama harç zamlarına karşı yürütülen mücadelenin kayıt paralarının geri ödeninceye kadar sürdürüleceğinin belirtilmesi ile sonlandırıldı.
Eylemde, "Parasız eğitim istiyoruz!", "Öğrenciler susmuyor, haklarını istiyor!", "Asla yalnız yürümeyeceksin!", "Baskılar bizi yıldıramaz!" sloganları atıldı. Kızıl Bayrak/İstanbul
Okul binalarını da satışa çıkarmak istiyorlar...
Ticari eğitim saldırılarına son! 12 Eylül askeri faşist darbesinin bir ürünü olan YÖK kuruluşundan bu yana bir baskı aygıtı olmanın yanında eğitimin ticarileştirilmesi yönlü büyük adımlar atmıştır. Neo-liberal politikalar çerçevesinde eğitim bir hak olmaktan çıkarılmış, giderek parası olana verilen bir “hizmet”e dönüştürülmüştür. Türkiye’nin GATS üyeliğiyle birlikte bu dönüşüm daha hızlı bir sürece girmiş ve ilkokuldan başlayarak üniversiteye kadar eğitim sermaye için bir rant alanı haline gelmiştir. Kapitalizmin yapısal krizinin derinleştiği günümüzde burjuvazi önüne çıkan her alanı kar amaçlı kullanmaya çalışırken, eğitim de bu alanın önemli bir parçası durumundadır. YÖK Başkanı’ndan ÖSYM Başkanı’na, Milli Eğitim Bakanı’ndan TÜSİAD’a eğitimin paralı olması gerektiği yönünde açıklamalar yapılmaktadır. Geçtiğimiz günlerde har(a)çlara %500’e varan zamların yapılacağının dillendirilmesi ve ardından yalanlaması da, saldırıların önümüzdeki dönemde yoğunlaşacağını göstermektedir. Şimdilerde gündemden düşse de okulların satışa çıkarılmak istenmesi de bu saldırıların bir parçası durumundadır. Geçtiğimiz aylarda dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler 22 okulun satışa çıkarılacağını açıkladı. “İstanbul'da rantı yüksek, artık ticari alan olarak değerlendirilebilecek, büyük katma değer yaratabilecek” okulların satışından söz ederek, “ticari alanlarda, ana meydanlarda ve yol kavşaklarında kalan, eğitim-öğretim bakımından daha uygun mekanlara taşınabilecek, ama bulunduğu yer itibariyle gayri menkul anlamında rantı yüksek okulların satışı ve devri” ile ilgili bir kanunun bulunduğunu, bu kanun çerçevesinde, içerisinde özel idareye ait ilköğretim okullarını da bulunduğu bazı okulların satılacağını ifade etti. Satışı yapılacak okulların mekanının turizm veya iş merkezi olarak değerlendirilebileceğini belirtti.
Eğitimin ticarileştirilmesi yönlü adımlarını hızlandıranlar bu kez de okullarımıza göz dikmiş durumdalar. İstanbul’daki okulların sayısı hali hazırda yetersizken, özellikle ilköğretimde 70-80 kişilik sınıflarda öğrenciler “eğitim” almaya çalışırken, “değerli” okulların satılması ve bunların turizm alanı olarak değerlendirilerek daha fazla kar elde edileceği tartışılıyor. Vali, her ne kadar “elde edilen gelirle yenisini yapacağız” dese de, ardından ekliyor: “Okul yapacak arsa bulamıyoruz”.
16
Eğitim Sen 3 No'lu Şube Başkanı Nebat Bukrek konuyla ilgili şunları söylüyor:“Eğitimde bir ticarileştirme, özelleştirme söz konusu. Okul sayısında bir azalma yaşanırken öğrenci sayısında artış var. 2002-2003 Eğitim-Öğretim Yılı'nda 35 bin 133 okul mevcutken, 2008-2009 döneminde bu sayı 33 bin 769'a düştü.” Okulların giderek ticarethane haline getirildiğini ifade eden
Bukrek,“Geçmişte yaşadıklarımıza da bakılırsa, okullar için gösterilen arsalar sağlıklı yerler olmayacak” diyor.
Okullar üzerine yapılan hesaplar ve açıklamalar hiç de şaşırtıcı değildir. Eğitimin metalaştırılması, bunun doğal sonucu olarak niteliksizleşmesi, üniversite-sermaye işbirliği, GATS üyeliği, bu çerçevede özel okulların teşviki vb. yıllardır sürdürülen politikaların bir sonucudur. Okulların satılığa çıkarılması da bu çerçevede ele alınmalıdır.
Yaşamını “kar, daha çok kar” üzerinden idame ettiren kapitalist sistem girdiği kriz koşullarından çıkma yolunu ararken, karşısına çıkan her alanı “değerlendiriyor”. “Tüm toplumun sınıf savaşımı içindeki sınıfların konumu ile şekillendiği ve eğitimin de üretim ilişkileri ve sınıfsal çelişkilerle iç içe geçtiği” dünyada eğitimin piyasalaşması, üniversitelerin birer ticarethaneye ve öğrencilerin müşteriye dönüştürülmesi yetmiyormuş gibi şimdi de gözlerimizi okullarımıza çevirmiş durumdalar. Öğrencilerden alınan paralarla yetinmiyorlar, turizmden gelecek olan “dolarları” düşünüyorlar. Tüm bu saldırılar ticarileşen eğitim süreci bütünlüğü içinde ele alınmalıdır. Çünkü bu saldırı sınırlı bir uygulama değil çok yönlü bir saldırı sürecinin parçasıdır. Buna karşı verilecek mücadele de bu bütünlük içerisinde ele alınmalıdır.
“Bizler, ticari eğitim, geleceksizlik vb. sorunların daha yakıcı yaşandığı lise ve üniversitelerde gençliğin talepleri ekseninde sözümüzü daha güçlü ve yaygın bir şekilde söylemeliyiz. Gençliğin geleceğini gas eden, beyinlerini kendisine zincirleyen, eğitimden birçok hakkına kadar elinden alan kapitalist sisteme karşı gençliği örgütlü mücadelenin parçası yapmalıyız.
Yoğunlaşan saldırı süreçleri ortak bir zeminde hareket etmenin gerekliliklerini bir kez daha önümüze koyacaktır. Bugünden başlayarak yeni dönemde birleşik bir şekilde hareket etmenin olanaklarını yaratmalıyız. Güçlü bir şekilde yanıt üretebilmek, kitlesel bir hareket yaratabilmek için birleşik bir zeminde fiilimeşru mücadeleyi yükseltmeliyiz.”
Ticari eğitim saldırılarına son!
Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim istiyoruz!
Parasız eğitim istiyoruz!
Tüm öğrencilere parasız nitelikli barınma hakkı
Öğrencilerin kazandıkları üniversitelerin açıklanması ile birlikte eğitim dönemi öncesi hazırlıklar başlamış oldu. Aileleri ve öğrencilerde başlayan telaş, işçi ve emekçi aileler açısından zorlanma ile yaşanacak. Zira evlerinden uzağa gidecek öğrencilerin barınma masrafları, zaten krizin ağır bedellerini ödemeye zorlanan milyonlarca ailenin belini daha da bükecek. Bir yanda sınırlı sayıda devlet yutları ve özel yurtlar, bir yanda ise cemaat yurtları ve öğrenci evleri… Hangisi tercih edilecek olursa olsun, barınma sorunu bugün işçi ve emekçilerin çocukları için son derece yakıcı olacaktır.
Yaz ortalarında üniversite har(a)çlarına yapılacak zam oranın tartışılmaya başlanması, öğrenci gençlik içinde bir hareketlenme ile karşılık bulmuştu. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken, öncelikle yakıcı bir şekilde işçi-emekçi çocuklarının etkilendiği paralılaştırma saldırılarını bir bütün olarak ele alabilmektir. Kayıt masrafları, karne paraları ve üniversite harçlarının yanısıra teknik gezi masrafları, kömür parası, temizlik parası, bilgisayar labarotuarı yardımları ile bu saldırının kapsamı oldukça geniştir. Tabloyu bütünlüklü bir biçimde görmeli ve eğitimin ticarileştirilmesini hedefe alan bir talep belirleyerek ulaşımdan yemekhaneye, kırtasiyeden barınmaya tüm alanları yerli yerine oturtabilmeliyiz. Neo-liberal ekonomi politikaları ile eğitim kapsamına giren haklarımız bugün hızla gasp edilmektedir. Eğitim sürecinin tüm kalemleri çeşitli adlar altında bizlere faturalandırılıyor. Haraç, bağış, kayıt parası vb.’nin yanısıra bir öğrencinin eğitim görebilmek için ihtiyaç duyduğu ulaşım, yemekhane ve barınma gibi ihtiyaçların tümü ailenin sırtına yükleniyor ve herkes parası kadar eğitime mahkum ediliyor. Her yıl milyonlarca öğrenci, kayıt olabildikleri üniversite ve orta öğrenim kurumları için ailelerinin yanından ayrılıyor ve barınma sorunu ile yüzyüze kalıyorlar. Yurtların durumu her eğitim yılı başında milyonlarca işçi ve emekçi ailenin kabusu haline geliyor.
Sermaye düzeninin kişiyi kendi imkanları çerçevesinde kalacak bir yer bulmak zorunda bırakmasıyla, anayasada vurgulanan “parasız eğitim” boş bir laf haline geliyor. Sermaye devletinin güdük çözümü olan ve en “cüzzi ücret”i talep eden devlet yurtları ilk akla gelebilecek olanakken, bugün ne kapasite olarak ne de nitelik olarak bir öğrencinin eğitim hayatı boyunca barınma ihtiyacını karşılayabilecek durumdadır. Birçoğu metrepollerdeki üniversitelerin yakınında dahi değildir. Taşrada ise aradaki mesafe şehirler arası ölçekte olabilmektedirler. İş böyleyken, birine yerleşebilseniz, yani yine aylık bir ücret ödeyerek, 8 kişilik odaları olan üniversiteye uzak bir yurda yerleşseniz dahi, buralarda koşullar ihtiyacı karşılamaktan alabildiğine uzaktır. Etüd mekanları yetersizdir, kantinler, internet ve bilgisayar imkanı özelleştirilmiştir. Kısacası barınma ihtiyacını karşılamaktan alabildiğine uzaktırlar. Özel yurtlar ise söz konusu tablodan şöyle ayrılırlar: Hemen hemen aynı koşullara sahip olursunuz, sadece odanızı daha az öğrenci ile paylaşırsınız ve bunun için de aylık olarak yüzlerce lira para ödersiniz. Devlet yurtlarının yıllık ücreti yaklaşık 800 TL’den başlayarak bin TL’yi aşmaktadır. Özel yurtların ücretleri ise genellikle 3 bin TL civarından başlayarak 7-8 bin TL’ye varmaktadır. Eğitim alanı üzerinden sermayeye açılan imkanlar ile birlikte, bu adaletsiz tablodan faydalanmak isteyen düzen içi bir dizi gerici kamp da barınma alanına elini atmıştır. Cemaat yurtları, eğitim masrafları altında ezilen işçi ve emekçi çocuklarını gerici ideolojiler ile esir almak için birbirleri yarışmaktadırlar.
Bozuk düzende sağlam çark olamayacağı, üniversite eğitiminin tüm kalemleri üzerinden kendisini bir kez daha göstermektedir. Barınma bu çarklardan sadece biridir. Bugün kayıt hazırlıkları ile birlikte eşitsizliğin en yakıcı yüzlerinden biri olarak tekrar karşımıza çıkmıştır. Geleceksizliğe mahkum edilen milyonların bu sermaye düzenini yok etmekten başka şansı yoktur.
17
“Gençlik sorunu” mücadele alanlarında çözülecek!
Son dönemde iktidardakilerin ağızlarından yansıyan, bir korkunun izdüşümüdür. Açıklamaları yapan kişiye bakıyoruz, biliyoruz ki bu cümleleri sarfeden sadece bir kişi değil bir sınıfın temsilcisidir. Ait olduğu sınıfın üslubuyla konuşuyorlar: “Ekmek bulamazsanız pasta yiyin”den, “asmayalım da besleyelim mi?”ye kadar tüm cümleler adeta pervasızca yineleniyor. Ancak, “kaşıkla verip kepçeyle alan” bu zihniyet yaptıklarını allayıp sunmayı da çok iyi biliyor. Bu zihniyetin günümüzdeki temsilcisi olan AKP’nin en yetenekli olduğu konulardan birisi de “iyi görüntü vermek”. Bu “iyi görüntü” verme çabasının altındaki korkuyu görebiliyoruz. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın Eğitime Katkı Projesi protokol imza töreni yapıldı. İmza töreninde konuşma yapan Tayyip Erdoğan şunları söyledi: "Bizim için eğitim en öncelikli meselemiz. Çünkü eğitimde eğer bizler dünyayla yarışta bu açığı kapatırsak o zaman Türkiye’yi, bu milletin evlatlarını tutana aşk olsun.
Bakınız sulu-kuru her türlü kötü alışkanlıklar gençliğimizde var. Bu tabi gençliğimizin ne yazık ki çok çok arzu edilmeyen yerlere doğru kaydığını gösteriyor. Eğer suç oranlarında bazı konulardaki artışlar varsa ebeveynler olarak bizim, okullarımızdaki eğitim anlayışının, devlet olarak hükümet olarak bize ait şüphesiz ki eksikler var sorunlar var. Eğer kötü haberler, kara haberler duymak istemiyorsak, yavrularımızı bu istenmeyen durumlara düşmesini istemiyorsak devletmillet elele vereceğiz. Çocuklarımızı çok daha iyi yetiştirmek ve bu kötü alışkanlıklardan kurtarmak suretiyle yavrularımızı bu ülkenin aydınlık geleceğine birer köşe taşı olarak görmek istiyoruz. Bunun için okullarımızın çok büyük önemi var. Ama anne-baba olarak bizlerin de çok büyük görevi var. Yola çıkarken ’Türkiye’nin yeniden inşasında 4 temel taşımız var’ dedik. Eğitim, sağlık, adalet, emniyet.’’Türkiye’yi bu dört temel taş üzerinde yükselteceğiz’ dedik…”
“Öncelikli meselemiz eğitim”
Bir süre önce har(a)çlara yapılacak zamlara karşı eylem yapan öğrencilere adap dersi veren Tayyip Erdoğan, öncelikli meselenin eğitim olduğunu vurguluyor!
Oysa, AKP iktidarının eğitime yönelik girişimlerine şöyle bir baktığımızda, her bakımdan bir gerileme ve gericileşme yaşandığını görüyoruz. Milli Eğitim Bakanlığı’nın merkez ve taşra teşkilatında yaşanan yoğun siyasi kadrolaşma, kamu kaynakları ile özel okulları desteklemek, üniversiteleri egemenlik altına alma çabaları, eğitimin içeriğini daha da gericileştirme yönündeki uygulamalar, paralı eğitimde alınan mesafe vb., vb.’dir. Dönem dönem gündeme getirilen türban, imam hatip ve özel okullara destek tartışmaları ise, eğitim sisteminin gerçek sorunlarının üzerini örtmek ya da eğitimde yaşanan temel sorunları geri plana itmek işlevi görmüştür. Türkiye’de yıllardır uygulanan eğitimde özelleştirme politikaları AKP iktidarı ile birlikte daha da hızlanmıştır. Eğitim giderlerini devletin üstlenmesi gerekirken, siyasi iktidarların bilinçli politikalarıyla büyük oranda velilerin omuzlarına yıkılmış, parasız eğitim hakkı büyük bir tahribata uğratılmıştır. Her yıl har(a)çlara yapılan zamlar bunun en somut göstergesidir. Buradan bakıldığında, gerçekten de öncelikli meselelerinin eğitim olduğunu söyleyebiliriz! Eğitimi ticarileştirerek işçi ve emekçilerin çocuklarının okuma haklarını gaspetmek, geleceklerini tümüyle çalmak alanında aldıkları mesafe ile nasıl bir öncelik anlayışına sahip olduklarını göstermektedirler.
“Sorunun çözümü aile”de!
Gençliğin sahip olduğu “kuru-sulu” her türlü kötü alışkanlığı dile getirirken, sorunun sadece gençlikten ibaret olmadığını da vurguluyor Tayyip Erdoğan. Kuru-sulu kötü alışkanlık tanımlamasının içerisine yalnızca gençlikteki yozlaşma ve
18
çürüme değil, örneğin konsere gitmek, arkadaşlarıyla dolaşmak, har(a)ç zamlarına ‘hayır’ demek, ‘parasız eğitim’ istemek, savaşsız, sömürüsüz, sınırsız bir dünya düşü kurmak vb. de giriyor. Gençliği “sorun” olarak tanımlarken, çözümü için aileden eğitim sistemine birçok noktaya değiniyor ve görevin büyük bir kısmını aileye yüklüyor.
Oysa bu düzende aile de bu sistemin bir parçasıdır. “Geleneksel aile kapitalist toplum düzeninin temel direkleri arasındadır, onu ayakta tutan en temel kurumlardan biridir. Toplumun istikrarı ve geleceği ile aile arasında organik bir bağ kurar burjuva ideolojisi, politikası ve dolayısıyla da popüler propagandası. Burjuvazi bugünkü biçimiyle ailenin kendi düzeninin mikro birimi olduğunu ve düzenle uyumlu, onun ihtiyaçlarına yanıt veren insanın öncelikle aile ilişkiler içinde üretilip yetiştirildiğini çok iyi bilir.” Erdoğan da bu bilinçle aileye işaret ediyor, geleceği için mücadelenin yolunu tutan değil “geleneksel aile” eliyle zaptu rapt altına alınmış bir gençlik özlemini dile getiriyor.
Dört temel köşe taşı: Eğitim, sağlık, adalet, emniyet
Kapitalizmin tek temel taşı vardır: Daha fazla kar! Bunun için de daha fazla sömürü ve köleleştirme!
Türkiye’nin bu köşe taşları üzerinde yükseleceğini söyleyenlerin düzeni, baskı, terör ve azgın bir sömürü üzerine oturmaktadır. Onların adaleti, ahlakı, dini ve ideolojisi her alanda sömürüyü ve eşitsizliği meşrulaştırmaktadır. Örneğin, köşe taşlarından eğitim ve sağlık bir hak olmaktan çıkarılmış bulunmaktadır. Öte yandan, çürüyen kapitalist düzen insana dair olan değerleri hızla çürütmekte, burjuva yozlaşma ve ahlaksızlık giderek tüm toplumu etkisi altına almaktadır. Gençliğe ilişkin işaret edilen “sulukuru her türlü kötü alışkanlık” kuşkusuz bunları da kapsamaktadır ve bu düzen koşullarında gençliğin bu alışkanlıklardan kurtulması için geleceği için mücaeleye atılması dışında bir çözüm yolu yoktur. Mücadele yolunu tutumayan gençlik, ya burjuva yozlaşma batağında çürümeye ya dinsel gerici hurafelerle beyni dumura uğratılmaya, da ırkçı şovenizmle zehirlenmeye mahkum edilmektedir.
Onların ahlakına ve adaletine gelince... Burjuvazinin adaletinde eşitlik yalnızca kağıt üzerinde kalan bir yalandır. Parası olmadığı için hırsızlık yapmak zorunda kalanı döverken, farklı düşünceleri sansürlerken, insanları savaşa gönderip ölümleri üzerine gözyaşı dökerken, sağlıklı yaşamın önemine değinip SSGSS yasasını geçirirken, kısa yoldan zengin olmayı gençlere bir başarı felsefesi olarak sunarken, ormanlarımızı kesip televizyon ekranlarında sırıtarak bu katliamlardan ülkemizin para kazandığını iddia ederken, adalet üzerine nutuklar atıp bir yandan elikanlı katilleri hapishaneden çıkarıp diğer yandan devrimci tutsakları ölüme mahkum ederken, ahlaktan ve adaletten sözetmek tam bir arsızlıktır.
Geçmişten günümüze “sorun” olarak gençlik
68’de 6. Filo’yu denize döküyorduk, 70’lerde boykotlarımızla bütün toplumsal tepkilerin yanında yerimizi alıyorduk, 89’da bahar eylemliliklerindeydik, 95’te Gazi’deydik, 96’da üniversiteleri işgallerimizle özgürleştiriyorduk, 2000’lerde Türkiye’de, Almanya’da, Fransa’da, İtalya’daydık... 2008 Aralık ayında Atina’da, "Her yerdeyiz. Biz gelecekten bir resimiz" diyorduk... İktidardakilerin “iyi görüntü vermek” noktasındaki yetenekleri korkularını gizlemeye yetmiyor.
Birçok tarihsel olayda rol oynayan gençlik bundan sonra da “sorun” olmaya devam edecektir. Tek tutarlı sınıf olan işçi sınıfının yanında, öncüsünü izleyecektir!
Hiçbir tehdit ve saldırı sınıf devrimcilerinin düşünce, ifade ve eleştiri özgürlüğünü kısıtlayamaz!..
Komünistlere yönelik zorbaca saldırılar sürüyor!
Bir süredir DTP eksenli olarak komünistlere yönelen tehdit ve zorbalık girişimleri yeni boyutlar kazanarak sürmektedir. 28 Ağustos 2009 tarihinde başlayan Geleneksel 1 Mayıs Mahallesi Festivali’nde açılan Kızıl Bayrak standı, DTP’li bir grubun saldırısına uğradı. Stand dağıtılmakla kalmadı, saldırıya karşı koyan sınıf devrimcileri de uğradıkları saldırı sonucu yaralandılar. Saldırı nedeniyle festivali programı iptal edildi. 30 Ağustos günü Kızıl Bayrak tarafından yapılan “Sesimizi engellemeye gücünüz yetmez!” başlıklı açıklamada şunlar söylendi:
“Gazetemiz Kızıl Bayrak ve devrimci siyasal faaliyetimize yönelik devletin baskı, gözaltı, yasaklama ve sansür biçiminde süren engelleme çabası biliniyor. Bu saldırılar yeni değil. Tarih sahnesine çıktığımızdan bu yana neredeyse kesintisiz sürmüştür bu saldırganlık. Kuşkusuz devletin bu saldırganlığının bir siyasal sınıf mantığı var. Bunun için her saldırıyı büyük bir soğukkanlılıkla ve devrimci direnişçi bir duruşla karşılıyoruz. Fakat bugünlerde yeni bir saldırganlık biçimiyle karşılaştık. Geçtiğimiz günlerde gazetemizi basan Kürt hareketine yakınlığıyla bilinen Gün Matbaası, ‚‘basmama’ tehditiyle gazetemize sansür uygulamaya kalktı. Gerekçe, gazetemizde M.Can Yüce’nin yazılarına yer vermemizdi. Gazetemizle ilişkisi tümüyle ticari boyutlarda olan bu matbaanın bugüne kadar her türlü saldırıya karşı ilkelerden ödün vermeden yayıncılık yapan Kızıl Bayrak’a böyle bir dayatmada bulunmasını hakaret saydık. Bunun için bu mabaayla ilişkimizi kestik ve durumu da kamuoyuna ‚Zorunlu bir açıklama’ başlığıyla duyurduk. Açıklamamızda bu girişimi, ‘Devrimci basına yönelik saldırıların arttığı ve dayanışmanın yükseltilmesinin büyük bir önem taşıdığı bir süreçte Kızıl Bayrak gazetesinin yayın faaliyetini aksatmaya ve sansüre tabi tutmaya yönelik bir girişim’ olarak değerlendirmiş ve bu saldırının ‘özgür basın geleneği’ni savunmak için devlete karşı yıllarca direnmiş, her türlü saldırıya, baskıya, katliama karşı mücadele etmiş bir hareketten gelmesini düşündürücü bulduğumuzu belirtmiştik.
Fakat, muhataplarımız bu açıklamamız üzerine oturup düşünmek ve gerekli sonuçları çıkarmak yerine saldırılarının dozunu yükseltmeyi seçmişlerdir. 30 Ağustos günü, 1 Mayıs Mahallesi’nde yapılan festivalde, M.Can Yüce'nin yazısının yer almasını gerekçe göstererek gazetemizin satışını engellemeye kalkmışlar, engelleyemedikleri için de standımıza saldırmışlardır. Çalışanlarımızın darp edilip, standın dağıtıldığı bu saldırı, komünist faaliyete ve devrimci eleştiriye karşı tahammülsüzlüğün ürünü alçakça bir saldırıdır. Özünde devletin faşist baskı ve teröründen bir farkı yoktur.
Fakat bilinmelidir ki, bugüne kadar devletin türlü baskı ve işkencesine karşı diz çökmediğimiz gibi bu türden saldırılar karşısında da diz çökmeyiz, papuç bırakmayız. Şu da iyi bilinmelidir ki, bu saldırıya yapanların ne Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle, ne de demokratik hak ve özgürlük mücadelesiyle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur, olamaz. Bu tür davranışlar sadece ve sadece döner sahibini vurur.
Tüm devrimci, ilerici güçleri bu saldırıyı kınamaya ve hesap sormaya çağırıyoruz. Yine ilgili Kürt siyasi öznelerini bu saldırıları durdurmaya, gazetemize yönelik bu alçakça saldırıyla ilgili açıklama yapmaya çağırıyoruz.”
1 Mayıs Mahallesi Festivali sonrası süreçte de saldırı tehditleri sürdü. 3-6 Eylül tarihlerinde yapılması planlanan 4. Geleneksel Sarıgazi Halk Festivali’nde Kızıl Bayrak gazetesi standı açıldığı taktirde “benzer bir saldırının önünün alınamayacağı”nın Sarıgazi DTP temsilcileri tarafından ifade edilmesi üzerine, Festival Tertip Komitesi’nde yeralan kurumlar festivali iptal edilip edilmemesi konusunda bir tartışma yürüttüler. Ümraniye BDSP, bu görüşmeler esnasında, festivalin iptal edilmesi tartışmasına ve saldırgan tutuma ilişkin olarak açıklamasında şu ifadelere yer verdi: “4 yıl önce devrimciler tarafından belediyenin elinden alınmış anlamlı bir festival. Bunun iptal edilmesi bir sorun, orada yeni bir saldırının yaşanacak olması ayrı bir sorun. Fakat biz çekilmiyoruz. Çünkü bizim burada aldığımız tutum tek başına DTP’ye karşı aldığımız bir tutum değildir. Size DTP ya da BDSP tarafında olmanız gerekiyor demiyoruz. Ortada meşru olmayan bir şiddet var. Bizim BDSP olarak meşru gördüğümüz tek şiddet devrimci şiddettir, o da karşı-devrimcilere uygulanır, faşistlere uygulanır. Açık söyleyelim, diğer kurumlar benzer saldırıları başka kurumlara uygularsa burada bizim alacağımız tavır nettir. Bu yüzden bu sadece DTP ya da BDSP arasındaki bir mesele değildir. Burada tek başına festivalin geleceği tartışılıyor. Fakat bizim için asıl olarak DTP’ye eleştiri yönelten her kurumun ajitasyon-propaganda özgürlüğünün geleceğinin de tartışılması gerekiyor. Biz bu festivalde sadece ismimiz geçsin diye burada değiliz. Burası bizim çalışmamızın bir parçasıysa eğer standımız olmadan, politik yayın organımızı emekçilere ulaştırmadan orada olmamızın hiçbir anlamı yoktur. Politik yayın organımız bizim ideolojimizin kılavuzudur.” Yapılan bu tartışmalar sonucunda Sarıgazi Halk Festivali’nin de iptal edilmesi kararlaştırıldı.
Biz de Ekim Gençliği olarak geçmiş yıllarda, 2006 Mart’ında, aynı yasakçı ve saldırgan tutumla karşılaştık. YÖGEH tarafından, Ekim Gençliği’nde çıkan bir yazı gerekçe gösterilerek, dergimizi satamayacağımız, satmaya devam ettiğimiz durumda bunu engelleyecekleri söylendi. Bu yasakçı tutuma karşı net bir şekilde tavrımızı ortaya koyarak faaliyetimizi örmeye devam ettik. Bunun üzerine İstanbul Üniversitesi’nin Edebiyat ve Avcılar Kampüsleri’nde masalarımıza ve yoldaşlarımıza saldırı gerçekleştirildi. Bu saldırıları kararlı tutumuzla püskürttük. Biz komünistler, nasıl bugüne kadar tüm tehdit ve saldırılar karşısında çizgimizden taviz vermeden devrim ve sosyalizm mücadelemizi büyütme çabamızı sürdürdüysek, bundan sonra da aynı çizgide yürüyeceğiz. Ekim Gençliği
19
Gençlik hareketinin önderlik boşluğunu doldurma iddi-
asında olan biz genç komünistler, bunu başarabilmek için, hızla işçi sınıfının komünist partisinin kimliğine uygun bir kadrosal gelişmeyi yaşayabilmek durumundayız. Bu çerçevede komünist gençlik örgütünün ihtiyaçlarına yanıt verme
amacıyla gerçekleştirdiğimiz kampımızın çok yönlü eğitim ihtiyacını giderme ve partili bilinci ilerletme gibi iki temel
hedefi vardı. Elbette ki ideolojik, politik ve örgütsel eğitim bir devrimcinin yaşamı boyunca devam
edecektir. Biz bu kampla birlikte “düşünen ve savaşan militanlar”a ulaşabilmenin bir
adımını atmaya çalıştık. Kamp süreci boyunca
yapılan sunumlarla, kampın iç işleyişi ve kolektif bilinçle beraber “düşünen ve savaşan militanlar” cümlesini temel
dayanaklarına
kavuşturmaya, içselleştirmeye çalıştık.
Başarılı bir kam
Daha gü gençlik
Geçtiğimiz dönemi tamamlarken, yaptığımız değerlendirmeler doğrultusunda önümüze çok yönlü bir eğitim ve gelişim süreci koyduk. Yüzyüze olduğumuz zaaflı tabloyu kırmak, devrimci-partili yaşamı özümsemek noktasında mesafe alabilmek için öncelikli hedeflerimizi belirledik. Kadrosal gelişimi sağlamak hedefiyle ideolojik, politik ve örgütsel eğitim sürecini önümüze koyduk. Bir başlangıç adımı olarak “Daha güçlü bir komünist gençlik örgütü için ileri!” şiarlı bir kamp örgütledik.
Dönemin sonunda yaptığımız değerlendirme, “Genç komünistler, bu değerlendirmeler ışığında önümüzdeki sürece dönük müdahalelerini bütünlüklü bir biçimde hayata geçireceklerdir. Yeni dönemde gençlik içerisindeki devrimci önderlik boşluğunu doldurma iddiasıyla hareket edecekler, birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi ve örgütünü adım adım kavga içerisinde öreceklerdir” cümleleriyle bitmektedir. Gençlik hareketinin hep işaret ettiğimiz apolitizm ve örgütsüzlük gibi yapısal sorunları, gençlik gruplarının gençlik hareketine ilgisizliği, iddiasızlığı ve politikasızlığıyla birleşince kronikleşen sorunlara dönüşebilmektedir. Gençlik hareketinin bu verili koşullarında hareketin önderlik boşluğunu doldurma iddiası daha da önemli bir yerde durmaktadır. Bu iddiayı ete kemiğe büründürmek ise, “Gençlik içinde proletarya sosyalizminin/işçi sınıfı devrimciliğinin bayrağını yükseltmek, ideolojide, politikada, değerler sisteminde ve nihayet belirleyici bir alan olarak pratik mücadelede bunu layıkıyla temsil etmeyi başarabilmek”ten geçmektedir.
Bu noktada ideolojik ve politik eğitim, pratik mücadele alanındaki görevlerin yerine getirilmesi ve örgütlenme sorununun aşılması öncelikli hedeflerimizdendir.
Genç komünistlerin önlerinde duran en öncelikli sorun alanı ise, partisiyle bütünleşip devrimci değerlerini içselleştirmesidir. Partili kimlik; ideolojik kimlik, politik kimlik ve militan/direnişçi kimliğin bütünselliğinde şekillenmektedir. Gençlik hareketinin önderlik boşluğunu doldurma iddiasında olan biz genç komünistler, bunu başarabilmek için, hızla işçi sınıfının komünist partisinin kimliğine uygun bir kadrosal gelişmeyi yaşayabilmek durumundayız. Bu çerçevede komünist gençlik örgütünün ihtiyaçlarına yanıt verme amacıyla gerçekleştirdiğimiz kampımızın çok yönlü eğitim ihtiyacını giderme ve partili bilinci ilerletme gibi iki temel hedefi vardı. Elbette ki ideolojik, politik ve örgütsel eğitim bir devrimcinin yaşamı boyunca devam edecektir. Biz bu kampla birlikte “düşünen ve savaşan militanlar”a ulaşabilmenin bir adımını atmaya çalıştık. Kamp süreci boyunca yapılan sunumlarla, kampın iç işleyişi ve kolektif bilinçle beraber “düşünen ve savaşan militanlar” cümlesini temel dayanaklarına kavuşturmaya, içselleştirmeye çalıştık.
Yaşamını devrim ve sosyalizm davasına adama tercihinde bulunan her birey kendi içerisinde de devrimci bir süreci başlatmış olur. Düzenle olan tüm bağların yıkılması ve yeni bir kültür ve değerler sistemi edinme olarak tarif edebileceğimiz bu süreç, kendi içerisinde altüst oluşları barındırmaktadır ve hiçbir zaman bu altüst oluşlar tam anlamıyla tamamlanmış sayılmaz. Geleceği yaratma iddiasındaki bir partinin gençliği olmanın yükümlülüklerini bilince çıkarmalı, devrimin ihtiyaçlarını görerek yaşamlarımızı şekillendirmeliyiz. “Daha güçlü bir komünist gençlik örgütü için ileri!” şiarıyla gerçekleşen kampımız, bu ihtiyaçların ürünü olarak doğmuş ve sorunların çözümü noktasında gösterilen ısrarın somutlanması olmuştur.
20
Eksikliklerimizden öğrenerek yol yürüyoruz!
Kampımızı önceleyen aylarda ihtiyaçlar gözönüne alınarak bir dizi seminer başlığı belirlenmiştir. Bu başlıkların
mp çalışması ile yeni döneme hazırlık...
üçlü bir komünist örgütü için ileri! içeriği ve sıralanışları kendi içinde bir bütünselliği ifade etmektedir. Sunumların paylaşımında olabildiğince çok sayıda genç komünist görev aldı. Salt bir sunuma hazırlanmak bile kendi içinde bir eğitim sürecidir. Bu bilinçle yapılan paylaşım, ilk defa sunum yapacak yoldaşlarımıza da deneyim kazandırmış oldu. Ancak sunum paylaşımını yaygınlaştırmak, başlıkları bölerek görev dağılımını artırmak yönlü tercihin bir sonucu olarak, sunuma hazırlanan yoldaşlarımızın bir araya gelmesi ve istenen düzeyde bir ön hazırlık süreci noktasında belli zorlanmalar yaşanmıştır. Bu yönüyle kampımızın ön süreci istenilen başarıyı yakalayamamış, bir takım eksiklikler kendisini kamp sürecinde de göstermiştir. Sunum başlıklarına dair yerellerde ön eğitim süreçlerinin örülmemesi, sunumların ve tartışmaların ayrıntılanarak uzamasına neden olmuştur. Belirli yerellerde sunum ekseninde veya kampın başlıkları üzerinden eğitim çalışmaları hayata geçirilmiş olsa da sınırlı kalmıştır. Yaz döneminde pratik faaliyetin yoğunluğu, yoldaşlarımızın yaz döneminde sınıf çalışması alanında konumlanmaları gibi nedenler elbette eksikliğin bir nedenidir ancak asla bir bahanesi olamaz. Sonuçta ortaya çıkan tablo kampın ön sürecinin verimli bir biçimde kullanılmamış olduğudur.
Kamp sürecinde sunumlar ağırlıklı bir yer tutmuştur. Sunumlar için ayrılan süreler tartışma ihtiyacı nedeniyle sürekli uzamış, bu noktada planlamayı aksatabilmiştir. Gece geç saatlere kadar süren tartışmalar, uyku ve gündüz beraber geçirilecek saatlerden fedakarlık edilmesini gerektirmiştir. Genç komünistlerin iradesiyle kampın amacı doğrultusunda yapılan bu tercih nedeniyle kolektif yaşamı hayata geçirebileceğimiz saatlerimiz oldukça sınırlı kalmıştır. Bu yoğunluk doğal olarak zihinsel yorgunluk nedeniyle yer yer sunumların takip edilmesini de zorlaştırmıştır. Zaman sorunu nedeniyle sunum bazı başlıkları ise iptal edilmiştir. Bu başlıklar: Ortadoğu-İran, kadın sorunu, kriz ve kitle çalışmasının sorunlarıdır. Ayrıca yapılması planlanan şehit yoldaşlarımızın anması da gerçekleştirilememiştir. Günün ağırlıklı bir bölümünü tartışmalarla geçiren genç komünistler, sunumlarda marksist tahlil yönteminin kavranması noktasında belirli bir yol katetmişlerdir. Tartışmalar bu yöntemle yapılmış, sunumlara ve tartışmalara müdahaleler bu eksende yapılmıştır. Özellikle partili kimlik üzerine yapılan sunum büyük ilgiye konu olmuş, anlamlı tartışmalar yaşanmıştır. Partili kimliğin içselleştirilmesi noktasında önemli bir yere sahip olan bu sunumda yoldaşlarımız kafalarındaki sorulara cevaplar bulabilmiş ve olumlu anlamda yeni soru işaretleri ortaya çıkabilmiştir. Elbette ki bu soru işaretleri partili kimliğin somutlanması üzerinedir ve ileriye doğru bir sıçrayışı içerisinde barındırmaktadır.
Kolektif yaşam kültürünü hayata geçirebilmek için de bir dizi anlamlı pratik sergilenmiştir. Her gece yapılan gün değerlendirmesi bir dizi küçük soruna anında müdahale etmeyi kolaylaştırmış, günlük işlerden nöbetlere dek ayrıntılı planlamalar yapılabilmiştir. Kampın ilk günlerinde planlamada bir dağınıklık yaşansa da devrimci bir müdahale ile bu sorun aşılmıştır. Sunum planlamaları da değerlendirme toplantılarında komün tarafından yapılmıştır. Eleştiri-öz eleştiri mekanizması bu toplantılarda hayat bulmuştur. Ayrıca, kamp süreci boyunca iç illegalitenin gerekleri yerine getirilmiştir. Bu nokta da, eski alışkanlıklardan arınmak yönlü bir müdahale olarak algılanıp gerekleri hayata geçirilmeye çalışılmıştır.
Kamp süreci boyunca yapılan sunumlar ve tartışmalar, konular üzerine araştırmaya sevk etmiştir.
Bir bütün olarak kampımız amacı doğrultusunda işlevini yerine getirmiştir. Bir dizi eksikliğe rağmen sağladığı başarıyla gelecek döneme anlamlı deneyimler bırakmıştır.
Kamptan aldığımız güçle daha da ileriye!
“Daha güçlü bir komünist gençlik örgütü için ileri!” şiarlı kampımız bize ideolojik-politik birikim noktasında yaşadığımız sorunları bir kez daha göstermiştir. Kampımız, işçi sınıfının
Tartışma başlıkları:
1) Marksizm’in üç temel kaynağı 2) Ekim Devrimi deneyimi 3) Dünya devrim deneyimleri - Latin Amerika Ülkeleri (Küba, Şili, Venezüella, Honduras, Arjantin vb.) - Portekiz deneyimi - İspanya iç savaşı - Paris Komünü - Çin Devrimi 4) Türkiye devriminin karakteri 5) Ulusal sorun 6) Faşizm ve faşizm karşıtı mücadele 7) Türkiye sol hareketi ve parti tarihi 8) Partili kimlik 9) Gençlik hareketi tarihi 10) Gençlik hareketinin sorunları ve örgütlenme sorunları 11) Yayın 12) Geçmiş dönem değerlendirmesi ve yeni 21 dönem
komünist partisiyle genç komünistler arasındaki ideolojik birikim açısının kapanması ve politik yetkinliğe ulaşılması noktasında alınması gereken yolu ortaya koymuştur. Ön hazırlık süreciyle beraber kamp boyunca yapılan tartışmalar belli bir birikim yaratmış olsa da, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi eğitim süreci, bununla birlikte partili kimliği içselleştirme süreci hep sürecektir.
Sıra, bu adımı daha güçlü bir biçimde ileriye doğru taşıyabilmektir. Sıra, partimizle aramızdaki ideolojik açının kapanmasında gösterilecek azami çabadadır. Sıra, her alanda partili kimliğin gereklerini yerine getirmek, iç işleyişimizi bu noktada tekrar gözden geçirerek düzenlemektedir. Sıra, yoldaşlık ilişkilerini kuvvetlendirmek, yaşamın her alanında devrimci değerleri oturtmaktadır. Sıra, partiyle bütünleşme iddiasını somutlamaktadır. Sıra, bu bilinçle gençlik hareketinde tuttuğumuz misyonu kavrayarak daha güçlü bir komünist gençlik örgütü yaratmaktadır.
22
İşçi sınıfının komünist partisinin çizgisini gençlik alanında var etmekten ve gençlik hareketindeki önderlik boşluğunu bu çizginin ışığında doldurmaktan söz ettiğimiz yerde, eğitim çalışmalarının önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Yeni dönemde genç komünistler, öncelikle kamp sunum başlıkları üzerinden ve elbette, kendi kolektiflerinin saptayacağı eksiklikler üzerinden eğitim çalışmalarına hız vermelidirler. Bu eğitim çalışmalarının biçim ve yöntemleri yereller tarafından ihtiyaçlar çerçevesinde belirlenmeli ve marksist-leninist klasikler ve partimizin çizgisini kavrayacağımız kitaplarımızla bütünleşebilmelidir. Eğitim çalışmaları belli periyotlarda düzenli bir biçimde gerçekleştirilmelidir. Bu yapılabildiği ölçüde kampımız, “düşünen ve savaşan militanlar”ı yaratmada bir adım olabilecektir. Genç komünistler kamp sürecinde gösterdikleri ısrarı eğitim çalışmalarında da gösterebilmelidirler.
Yazımızın girişinde yaptığımız alıntıda vurgulandığı gibi; ideolojide, politikada, değerler sisteminde alacağımız mesafe, belirleyici bir alan olan mücadelenin pratik ayağında da somutlanabilmek durumundadır. Eğitim çalışmaları üzerinde yaptığımız vurgu elbette pratik ayağıyla birleştirilmelidir. Bu da kendisini, yayın üzerinden ve pratik-politik faaliyette yaşadığımız sorunların ve zayıflıkların aşılması noktasında gösterilecek ısrarda somutlayacaktır.
Yeni döneme ilişkin
Kamp sürecinde ayrıntılı bir tartışmaya konu olan merkezi gençlik yayınımız üzerine birkaç noktayı vurgulayalım. Merkezi gençlik yayınımız, politikalarımızı geniş gençlik kitlelerine ulaştırmanın ve örgütlenmenin bir aracıdır. Bu nedenle yayınımızın, amacına uygun bir biçimde en etkin kullanımını hedeflemeliyiz. Yayınımızı politik olarak beslemeli, güçlendirmeli, katkıları düzenli olarak örgütleyebilmeliyiz. Genç komünistler önümüzdeki dönemde hem merkezi gençlik yayınımıza daha etkin bir katkı sunmalı, hem de yayını daha etkin ve yaygın bir biçimde kullanabilmelidirler.
Tartışma başlıklarımız içerisinde olan ancak tartışılamayan kitle çalışması ve örgütlenme sorunları konusunda da genç komünistlerin önünde bir dizi görev durmaktadır. Genelde yaygın ve güçlü bir politik-pratik faaliyet örebilsek de, bu çalışmaların gereken örgütsel olarak karşılığını alamadığımız açıktır. Ayrıca birleşik ve kitlesel bir gençlik hareketi yaratma noktasındaki ısrar ve çabamız da henüz bir karşılık üretememiş olabilir. Diğer yandan, yoğun bir şekilde yürüttüğümüz ajitasyon-propaganda faaliyetlerinde de istenilen düzey yakalanamamış
olabilir. Bu alanlarda yeterince mesafe alamamış olsak bile, ısrar ve irade kırılması yaşamadan yol yürümesini başarabilmeliyiz. Bununla birlikte, bu kadar yoğun bir çalışma pratiğinin örgütsel alanda sonuç üretememesinin nedenlerini tartışmalı, kendimize eleştirel bir gözle bakmasını bilebilmeli, eksikliklerimize çubuk bükebilmeliyiz.
Yerel çalışma alanlarımız, yeni döneme başlarken, örgütlenme sorununun aşılması gereken temel bir sorun olduğu bilinciyle hareket etmelidirler. Bu noktada bir dizi deneyime sahip bulunuyoruz. Bu deneyimleri irdelemeli, zayıf kaldığımız noktaları bilince çıkarabilmeliyiz. Önümüzdeki dönemde esnek örgütlenmeler yine gündemimizde olacaktır. Bununla beraber yerel yayın faaliyetlerimiz gözden geçirilebilmeli, varsa olanaklarımız bu doğrultuda seferber edilmeli, yerel yayın çalışmamız mevcutsa daha etkin kullanımının yolları belirlenmelidir. Klüpler, öğrenci toplulukları, meslek odaları etkin bir müdahaleye konu edilebilmelidir.
Ayrıca yeni dönemde çalışma alanlarımız olarak yurtlara yüzümüzü dönmemiz gerekmektedir. Bu yeni dönem krizin etkileri gençlik üzerinde kendisini daha da yakıcı olarak gösterecektir. Barınma sorunu da bunlardan birini oluşturmaktadır. Bu yönlü bir politik çalışma ihtiyacının yanında, yurt deneyimleri de göstermiştir ki, örgütlenme sorununun çözüm halkalarından birini de bu alanlar oluşturmaktadır. Bu alanlara yapılacak müdahaleler işçi ve emekçi çocuklarını politikleştirip ileriye çıkarmayı kolaylaştıracaktır.
Daha güçlü bir komünist gençlik örgütü için ileri!
Kampımız bir takım eksiklikleri barındırmakla beraber başarıyla sonuçlandırılmıştır. İdelojik-politik eğitim alanında bir adım atılmıştır. Kolektif yaşayışın anlamlı örnekleri sergilenmiştir. İç illegalite ve güvenlik ile birlikte devrimci bir örgütün yaşamsal önemi kavranmıştır. Sıra, bu adımı daha güçlü bir biçimde ileriye doğru taşıyabilmektir. Sıra, partimizle aramızdaki ideolojik açının kapanmasında gösterilecek azami çabadadır. Sıra, her alanda partili kimliğin gereklerini yerine getirmek, iç işleyişimizi bu noktada tekrar gözden geçirerek düzenlemektedir. Sıra, yoldaşlık ilişkilerini kuvvetlendirmek, yaşamın her alanında devrimci değerleri oturtmaktadır. Sıra, partiyle bütünleşme iddiasını somutlamaktadır. Sıra, bu bilinçle gençlik hareketinde tuttuğumuz misyonu kavrayarak daha güçlü bir komünist gençlik örgütü yaratmaktadır.
Kampla birlikte atılan adımlar, yeni dünyayı yaratacak yeni insanların adımlarıdır. Yeni dönemde genç komünistler birleşik, kitlesel, militan bir gençlik hareketi yaratma çabasıyla birlikte harekete önderlik edecek olan komünist gençlik örgütlerini büyütecek ve güçlendireceklerdir! “Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!” şiarını somutlayacaklardır! Genç Komünistler
İstanbul hareketli bir karşılamaya hazırlanıyor...
IMF ve DB yeni saldırılar için İstanbul’da!
E
mperyalist-kapitalist sistemin içerisinde bulunduğu yapısal krizi kitlelerde büyük hoşnutsuzluğa ve tepkilere yolaçıyor. Kendi bataklığında debelenen sistem çıkış yolu aramaya, “krizi fırsata çevirmeye” çalışıyor. Debelendikçe daha fazla yıkım politikasına başvuruyor. Bu saldırılar ülkemizde işçi ve emekçilere “Özel İstihdam Büroları” ve “İşsizlik Sigorta Fonu’nun yağmalanması”, yoksulluk, işsizlik, öğrenci gençliğe ise eğitimin ticarileştirilmesi ve geleceksizlik olarak yansıyor. Hayata geçirilen politikaların gözden geçirileceği, yeni sosyal yıkım politikalarının, “uyum paketleri”nin masaya yatırılacağı bir toplantı Ekim ayında (1-7 Ekim) İstanbul Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Dünya Bankası grubu ve IMF Guvernörler Kurulu’nun her yıl düzenli olarak gerçekleştirdikleri yıllık toplantılardan biri olan bu toplantı İstanbul’da hareketli bir sürecin geçeceğini işaretliyor.
Kan emiciler sürüsü ve beslendikleri damarlar!
Emperyalist-kapitalist sistem kendi devamlılığını sağlamak için çeşitli yöntemlere başvurur. ABD güdümünde görev yapan birçok saldırı örgütü (NATO, IMF, DB) “soğuk savaş” ortamında ortaya çıkmış ve sonrasında sistem içerisinde yeniden yapılandırılmışlardır. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası bu örgütlenmelerden yalnızca ikisidir. 1944 yılında ABD’nin Bretton Woods kentinde toplanan konferans sonrasında, emperyalistlerin çıkarlarını korumak, dünya ölçüsündeki yağma ve talanı güvenceye almak amacıyla bu oluşumlara gidilmiştir. IMF 1948’de Washington’da faaliyete geçmiş ve üye sayısı 44’tür. IMF’nin kendine biçtiği görev; global finansal düzeni takip etmek, borsa, döviz kurları, ödeme planları gibi konularda denetim ve organizasyonu yapmaktır. Dünya Bankası ise, kredi verme ve uluslararası hakemlik yapma görevini üstlenmiştir.
Kendine biçtiği grçek misyonun ne olduğunun ise elimizdeki veriler üzerinden daha iyi anlaşılacağını düşünüyoruz. 1946’dan bu yana IMF ile anlaşma yapan 48 ülkeden 32’sinin ekonomisi çöktü. Milyonlarca insanın açlığa mahkûm edildiği darbelerin birbiri ardına geldi dönemler geçirildi. Bryan Johnson ve Brett Schaefer’in yaptığı araştırmalar, IMF’den borç alan 48 ülkede kişi başına düşen zenginlik açısından hiçbir ilerleme kaydedilemediğini, bunlardan 32’sinin ekonomisinin çöktüğünü ortaya koyuyor. Güney Kore, Tayvan,
Endonezya gibi birçok örneğe bu araştırma içerisinde veriliyor.
Eşgüdümlü hüreket eden DB ve IMF dünya halklarının kanı ile beslenmektedir. Emperyalist tekellerin çıkarları doğrultusunda az gelişmiş ülkelerin ekonomilerini tahrip etmek, neo-liberal saldırıların dayanaklarını oluşturmaktadır. Kuruluşundan bugüne hiçbir ülkenin ekonomisi düzeltmemiştir, tersine bu ülke emekçileri daha fazla yoksullaştırılmışlardır. Joseph Stiglitz, artık açığa çıkmış bulunan gerçekler karşısında çaresizlikle şunları söylüyor:
“IMF'nin küstah olduğunu söyleyecekler. IMF'nin yardım etmesi gereken gelişmekte olan ülkelerin söylediklerine gerçekten kulak vermediklerini söyleyecekler. IMF'nin gizliliğine ve demokratik sorumluluk taşımadığına işaret edecekler. IMF'nin ekonomik reçeteleri işleri iyiye değil, daha kötüye götürdüğünü, ekonomik yavaşlamayı resesyona, resesyonu depresyona dönüştürdüğünü söyleyecekler. Haklılar. Ben, Dünya Bankası'nın baş ekonomistiydim. Ve IMF'nin sorunlara nasıl yaklaştığını gördüm. Dehşet içinde kaldım.” (Joseph Stiglitz, 1997-2000 Dünya Bankası Başkan Yardımcısı ,The Insider) Bu iki suç örgütünün Türkiye ile ilişkileri de yeni değil. Türkiye 1946 yılından bugüne IMF ile ilişki içerisindedir. 1958’den yani ilk stand-by’ın imzaladığı tarihten bu yana IMF’nin denetimi ve gözetimindedir. Türkiye sadece son 10 yılda 171.3 milyar dolar bütçe açığı verdi. Bu iki örgütün işi sadece para değil, ilişki kurulan ülkeleri uluslararası tekellerin yağma ve talanı için düzlük alana çevirmektir. IMF anlaşma yaptığı her ülkede özelleştirme ve sosyal yıkım saldırılarının motor gücü olmuştur.
Suç örgütüne “karşılama töreni”!
Ekim ayında İstanbul’da yapılacak toplantıda çeşitli raporlar yayınlanacak, seminerler verilecek. Burjuvazinin kuklası birçok renkli isim bu seminerlerde sunum yapacak.
Sermaye devleti de hazırlıklarını hızlandırıyor. Bu toplantıyla birlikte işçi ve emekçilere yeni faturalar çıkarılacak, yeni saldırılar gündeme gelecektir. Bu nedenle işçi ve emekçilerin haklı öfkesinden korkan sermaye devleti, daha şimdiden eylem alanları olarak izni verilen yerleri duyurdu. İstanbul son dönemlerin en hareketli Ekim ayına hazırlanıyor! Kan emici katiller sürüsünü defetmek için, krizin faturasını ödememek için, geleceğimize sahip çıkmak için bu bir avuç asalağın karşılama törenini layıkıyla yerine getireceğiz.
23
Kürt sorununda “demokratik açılım” aldatmacası miştir. ABD Irak’tan çekilmesiyle birlikte buraya en sadık uşağı olan TC’yi konumlandırmak istemektedir. ABD tarafından verilen bu taşeronluğu yerine getirebilmesi için TC’nin hem dışarıda Güney Kürdistan’la ilişkilerini düzeltmesi, hem de içerideki Kürt sorununa ilişkin bir takım açılımlar yapması gerekmektedir.
“Salt Kürt sorunu üzerinde alındığında daha da önemli olan ABD faktörüne geçiyoruz. ABD Güney Kürdistan’daki fiili devletleşmenin hamisidir ve Irak işgalinde işler gitgide daha çok sarpa sardığı ölçüde Kürt bölgesi ABD için şimdiden düşünülen sığınaktır. ABD bir taraftan tüm Irak’ta kontrol kurmak için var gücüyle çabalamakta, ama öte taraftan Kürt bölgesine zorunlu bir geri çekilişe de bugünden kendini hazırlamaktadır. Bu ihtimalin gerçekleşmesi, Güney Kürdistan’da bağımsız bir Kürt devleti demektir. Amerikalı akıl hocaları ve Türkiye’deki Amerikancılar, bu durumda Türkiye ile yeni Kürt devletinin müttefik olması gerektiğini bir dönemdir işleyip durmaktadırlar. Doğaldır ki böyle bir gelişme, Türkiye’deki Kürt sorununda belli adımlar atılmaksızın düşünülemez.” (Kürt ulusal sorunu üzerine değerlendirmelerden seçmeler / 1, H. Fırat, SY Kızıl Bayrak, 27 Ağustos 2005, Sayı: 2005/34)
Kürt sorununda ABD merkezli sahte çözüm planının devreye sokulmasından itibaren, düzenin tüm güçleri yıllardır “tabu” olarak kabul ettiği bu sorunu çeşitli platformlarda dillendirdiler, bu sorun hakkında görüşler bildirdiler. Ordusundan hükümetine, devlet bürokrasisi ve medyasına kadar gerici düzenin tüm güçleri yıllardır inkar ettiği Kürt realitesini tanımak , “ez ve çöz” politikasının iflasını kabul etmek zorunda kaldı. Ancak bu kabulleniş aldatıcı olmamalıdır. Amaç Kürt sorununa çözüm getirmek değil, bir takım kırıntılarla Kürt halkının özgürlük istemlerini boğmak ve Kürt hareketini tasfiye etmektir.
Başlangıçta hayallere yolaçan açılım süreci gelinen yerde tıkanmış ve son derece güdük olan sınırları net bir biçimde açığa çıkmış bulunuyor. Nitekim, başlangıçta “Kürt açılımı”, ardından “demokratik açılım” olarak tanımlanan plana gelinen yerde artık “Milli birlik projesi” denilmektedir.
24
ABD patentli sözde “çözüm” projesinin, ABD’nin Irak, Güney Kürdistan ve Ortadoğu projesinden bağımsız olmadığı biliniyor. 2007 Washington mutabakatıyla birlikte TC’ye Güney Kürdistan ve Irak’ta etkin taşeronluk rolü biçil-
Her ne kadar AKP hükümeti somut olarak atacağı adımları açıklamasa da, Tayyip Erdoğan’ın gerekse İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın yapmış olduğu açıklamalardan, sorunun iğreti çözümüne dair AKP hükümetinin ne gibi adımlar atacağı anlaşılmaktadır. Bu noktada artık yıllardır devlet politikası olarak sürdürülen Kürt kimliğini tanımama politikası sona ermiştir. Ancak, bu çerçevede verilecek hakların sınırlı bazı kültürel kırıntıların ötesine geçemeyeceği de görülmüştür. Erdoğan’ın, "Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet anlayışı içinde bu süreci sürdürüceğiz. Genel af söz konusu değildir." açıklaması düzenin “kırmızı çizgiler”ini bir kez daha belirtilmesidir. Gelinen aşamada verilecek kültürel hakların hangi boyutta olacağı tartışılmaktadır. Bu hakların bireysel haklardan öteye geçemeyeceği düzenin birçok kurumu tarafından dillendirilmiş bulunmaktadır. Genelkurmay’ın, “Türk Silahlı Kuvvetleri, kültürel farklılıklara saygılıdır. Ancak kültürel farklılıkların siyasallaştırılmasını, başka bir ifadeyle temsilci aracı olmasını, toplumsal siyasal kimlik unsuru hale getirilmesini Türkiye Cumhuriyeti Anayasası içinde mümkün görmez.” şeklinde yaptığı açıklama da, düzenin bu konuda ne kadar esneyebileceğini bir kez daha göstermiştir.
MHP ve CHP’ye gelince, “çözüm süreci”ne iğreti de olsa dahil olmak istememektedirler. Bu iki partinin “demokratik açılımı” bir ihanet olarak değerlendirmesi ve Türkiye’yi bölmeye dönük bir proje olarak görmesi şovenizmi körüklemektedir.
En önemlisi ise, atılacak adımlarla PKK’nin tasfiyesinin amaçlanıyor olmasıdır. Bu AKP hükümeti tarafından açıkça dillendirilmiştir. İçişleri Bakanı Atalay yaptığı açıklamada, öncelikli hedeflerinin silahların susması ve PKK’nin tasfiyesi olduğunu vurgulaması, genel af düşünmediklerini açıklanması, düzenin bu noktada net bir tutum içinde olduğunu göstermektedir.
Düzen cephesinden atılan bu adımlar Kürt siyasi çevrelerini umutlandırmış ve ihtiyatlı da olsa bir iyimserlikle havası yaratmıştı. Ancak bugün bu hava dağılmış bulunuyor. Öcalan’ın yaptığı, “Kürtlerin her alanda örgütlenmesinin önü açılacak, Kürtler demokratik bir ulus olarak varlık kazanacak. Kendi sporunu, eğitimini, dini örgütlenmelerini, meclisini, belediyelerini yapabilirse kendisi yapacak, kuracak. Hatta kendi özsavunması bile olacak. Kendi ihtilaflarını çözecek bir savunma gücü olacak. Yani Kürtler kendi kendini demokratik bir şekilde örgütleyecek…” şeklindeki açıklama ise düzenin
“kırmızı çizgiler”ini aşan bir içeriktedir, bu anlamıyla düzeni zora sokmuştur.
Diğer yandan, Öcalan’ın çözüm için sunduğu “yol haritası”nın içeriği her ne kadar açıklanmamışsa da, sorunun Kürt işçi ve emekçileri için gerçek ve kalıcı çözümüne dair somut bir öneri içermeyeceği açıktır. Düzenin asıl amacı soruna çözüm bulmak değil Amerikan emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarlarına uygun bir rol üstlenebilmek için kendi içerisindeki pürüzleri gidermektir.
Çözüm paketi olarak ortaya konulanlar hiçbir şekilde Kürt işçi ve emekçilerin ulusal taleplerini karşılayamaz ve Kürt sorununu kalıcı bir çözüme ulaştıramaz. Gerçek ve kalıcı bir çözüm ancak Kürt ulusuna kendi kaderini tayin hakkı tanınması, her türlü ayrıcalığın ve eşitsizliğin ortadan kaldırılması, tüm dillerin tam hak eşitliğinin sağlanması, zorunlu devlet dilinin kaldırılması, herkese kendi anadilinde eğitim hakkının tanınmasıyla mümkündür. Amerikan emperyalizminin ve sermaye devletinin böyle bir çözüm planının olmadığı/olamayacağı açıktır. Gerçek ve kalıcı bir çözümü hayata geçirebilmek ancak ve ancak sermaye devletine ve kurulu düzene karşı devrimci bir mücadeleyle olanaklıdır.
“Ermeni açılımı”: Emperyalistler söylüyor, sermaye devleti uyguluyor! ABD emperyalizmine uşaklıkta hiçbir sınır tanımayan, onun 51. eyaleti olmaktan öte bir politikaya sahip olmayan sermaye iktidarı, kamburlarından birisini, Ermeni sorununu da bir “açılım” ile sözde çözüyor.
Bu sözde çözüm girişiminin “Kürt açılımı” ile aynı zamana denk gelmesi tesadüf değildir. Terör demagojisiyle Ortadoğu’yu ve Kafkasları şekillendiren ABD, her ülkeye yeni roller biçmekte, herkese safını belirlemesi için tehditler savurmaktadır. Geçen sene Gürcistan’ın Güney Osetya'ya girmesiyle ABD-Rus emperyalistleri arasında Kafkaslar’da egemenlik kurma yarışı daha da kızışmıştır. Bunun gerisinde bölgedeki petrol ve doğalgaz kaynaklarına hakim olma mücadelesi vardır. Bu çıkar mücadelesinde dünya halklarının payına düşen ise baskı, zulüm ve katliamlar olmaktadır.
Obama'nın Türkiye'ye yaptığı ziyaret hiç de boşuna değildi. Türkiyeli uşaklarının ağızlarını sulandıran bu ziyaret, ABD'nin bölgedeki emperyalist çıkarlarına hizmet karşılığında kırıntılar kapmada Türkiye'nin önünün açık olduğunu
göstermekteydi. Obama, TBMM’de yaptığı konuşmada, Ermeni sorunu üzerinden herhangi bir ön koşuldan bahsetmeksizin, Türkiye’nin Ermenistan sınırını açmasını ve Ermenistan’la ilişkilerin "normalleştirmesini" önermişti. Bu öneri üzerine bir takım adımlar atılmaya çalışılmış ancak Azerbaycan'ın da emperyalist çözümün bir parçası olması gerekliliği bu açılımı bugüne kadar ertelemişti. O dönem Tayyip, Yukarı Karabağ sorunu çözülmeden sınırın açılamayacağını söylemişti. Ancak ABD emperyalizminin uşaklarını beklemeyeceği açıktır. Zaten uşakların söyledikleri, ABD konuştuktan sonra hükümsüzdür.
ABD’nin “normalleştirme”den kastettiği, emperyalizmin çıkarları çerçevesinde bir araya gelme, bu çıkarlar karşısında sorun çıkartmamadır. Bakü-Ceyhan boru hattı üzerinden gelişen ekonomik ilişkilerin sorunsuz ilerlemesi, Ermenistan'ın coğrafi olarak tuttuğu konum nedeniyle tüm uşakların ortak hareket etmesi gerekmektedir. Elbette Türk burjuvazisinin kendi sınıf çıkar-
25
Sözcüsü Ian Kelly ise, “Her iki hükümetle de, bölgede barış, güvenlik ve istikrara katkıda bulunacak tarihi bir süreçte ilişkilerin normalleştirilmesine destek için yakın çalışmaya hazır olacağız” açıklamasını yapmaktadır.
Böylece emperyalistlerin literatürüne yeni bir kelime girmiş bulunuyor. Emperyalist çıkarlar doğrultusunda rollerin biçilmesi, paylaşılması, ilişkilerin gözden geçirilip yeniden uyarlanması ve halklara payına zulüm, katliam, kan ve gözyaşının düşmesinin yeni adı: Normalleştirme! Toplumun normalleştirilmesi
Bugüne kadar Ermeni sorunu ve Kürt sorunu üzerinden yürütülen politikalar gelinen yerde tıkanmış bulunmaktadır. Burjuvazinin bugünkü sınıf çıkarları ile uyuşmamaktadır. 1 Mart tezkere kazasından sonra yoğurdu üfleyerek yiyen sermaye devletinin bu açılımları yapabilmesi için ise toplumun yeniden şekillendirilmesi (yanı normalleştirilmesi) gerekiriyor. ları ve kırıntılar peşinde koşma bakışı da bu sorunu çözmesini gerektirmektedir. Bu, dış politikada Türk burjuvazisinin elini güçlendirecektir. Ermeni Açılımı ile hedeflenen ilişkilerin normalleştirilmesi
Halklar arasındaki sorunların gerçek çözümü ve halkların kardeşliği ancak, TürkKürt-Ermeni işçi ve emekçilerin emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadelesiyle mümkündür. Ne zaman ki insanın insan üzerindeki sömürüsü son bulur, işte o zaman bir ulusun başka bir ulus üzerindeki baskısının ortadan kalkmasının da, halklar arasında gerçek kardeşliğin örülmesinin de koşulları ortaya çıkar.
15 Ekim’deki Türkiye-Ermenistan maçına kadar ön görüşmelerin gerçekleştirilmesi ve protokollerin imzalanması hedefleniyor. On yıllardır çözülemeyen sorunlar, ABD'nin direktifleri, İsviçre'nin arabuluculuğu ile birkaç hafta içinde nasıl da “çözülüyor” ve ilişkiler "normalleştiriliyor” görüyoruz! Bu protokollerle, karşılıklı olarak diplomatik ilişki kurulması; diplomatik temsilcilik açılması, protokolün yürürlüğe girmesinden sonraki iki ay içinde ortak sınırın açılması; Türk, Ermeni ve İsviçre temsilcileri ile uluslararası uzmanlardan oluşacak bir ortak tarih komisyonunun kurulması; ticari ve sanayi ilişkileri geliştirmek için yedi alt komisyonun kurulması hedefleniyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, "Ermenis-tan ile ilişkileri normalleştirmek istiyoruz, fakat aynı zamanda Yukarı Karabağ da dâhil olmak üzere Güney Kafkasya'daki tüm ilişkilerin normalleştirilmesini istiyoruz. Bu, bölgede kalıcı, istikrarlı bir barış ve istikrarın olmasını sağlar. Kafkaslar, etnik gerilim ve dondurulmuş sorunlar nedeniyle çok acı çekti" demektedir. Davutoğlu’nun, Avrupa'da AB Dışişleri Bakanları'nın gayri resmi toplantısına katılırken, elinde ciddi ve güçlü bir diplomatik koz olacağı burjuva medya tarafından dile getirilmektedir. Elbette ki uşaklığı sınırlarında... Kafkaslar’daki tüm acı ve gerilimlerin sorumlusu emperyalizmken, sorunun “çözümü” onun direktifleri ve uşaklarının el birliğiyle gerçekleştirilmektedir!
26
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, “Ermenistan ve Türkiye arasındaki ilişkilerin normalleşmesi bölge istikrarına katkıda bulunacak tarihsel bir olaydır” derken, ABD Dışişleri Bakanlığı
Tüm bu açılımlar karşısında şoven gericiler ise, “Yapılanın Türkiye’yi bölünmeye götürecek yeni bir adım olduğu konusunda bildik argümanlarını sıralarken Ermeni halkına yönelik düşmanlıklarını kustular... Amerikan uşaklığıyla sicili bozuk olan bu faşist cephe, yapılanın bir ABD oyunu olduğunu belirtmeyi ihmal de etmedi. Böylelikle, halkın anti-ABD’ci duygularını istismar ederek şovenist zehirlerini daha etkili kullanmayı hesap ediyorlar.”
Bugün açlımlar üzerinden yapılan çıkışlar bir bütünlük arz etmektedir. Bu sorunlar üzerinden burjuva gericiliğinin iki kampı çatışırken, topluma da iki seçenek sunulmaktadır: Ya emperyalizmin çıkarları doğrultusunda sözde çözümü destekleyeceksin, ya da milliyetçi-şoven bir gericilikle halklar arası düşmanlıkta yerini alacaksın! "İşte bunun içindir ki; bu gerici sınıf çıkarlarının damgasını vurduğu bu ‘açılımlar’dan halkların ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılayacak bir sonuç çıkmaz. Çünkü emperyalistler ve işbirlikçileri halklar için özgürlük ve barış değil, kölelik ve daha fazla sömürü peşindedirler. Bunun için yıllarca Kürt ve Ermeni düşmanlığı yapan, bu düşmanlığı bir politika haline getirip, halkları zehirleyenler bugün barış ve demokratik haklardan bahsedebiliyorlar."
Bugünkü sözde açılımlar başta ABD olmak üzere emperyalistlerin bölgedeki çıkarları üzerinden dikte ettirilmekte, işbirlikçi uşaklar da bu emperyalist çıkarlara taşeronluk karşılığında kırıntı elde hevesiyle üzerine düşeni yapmaya çalışmaktadır. Halklar arasındaki sorunların gerçek çözümü ve halkların kardeşliği ancak, Türk-Kürt-Ermeni işçi ve emekçilerin emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadelesiyle mümkündür. Ne zaman ki insanın insan üzerindeki sömürüsü son bulur, işte o zaman bir ulusun başka bir ulus üzerindeki baskısının ortadan kalkmasının da, halklar arasında gerçek kardeşliğin örülmesinin de koşulları ortaya çıkar. Emperyalist-kapitalist dünya sisteminde ise çözümler ancak ilişkilerin "normalleştirilmesi" derekesinde kalır.
Barış gerçek anlamını sosyalizmde bulacaktır! 1
Eylül günü Nazi Almanyası’nın Polonya’ya saldırmasıyla ikinci emperyalist paylaşım savaşı başlar. Bu savaş 1945’e dek sürecek ve insanlığın o tarihe kadar gördüğü en büyük yıkıma ve onmilyonlarca insanın ölümüne neden olacaktır. 1 Eylül 1939’da başlayan bu savaşın izleri günümüze kadar silinememiştir. Belki de ibret olması için, bu savaşın başladığı gün olan 1 Eylül, Dünya Barış Günü ilan edilir.
Her sene Dünya Barış Günü gelip çattığında, burjuva devlet başkanları barıştan dem vurur, tam bir ikiyüzlülükle barışın tesis edilebilmesi için çabaladıklarını söylerler. Bunun en çarpıcı örneği, Irak ve Afganistan’da işgali sürdüren, zaman zaman belirli ülkelerde askeri operasyonlar düzenleyip katliamlar yapan, savaşlarda kışkırtıcılık rolünü üstlenen ABD başkanların yaptığı “barış” açıklamalarıdır. Bir başka örnek ise, içeride Kürt halkına karşı kirli bir savaş yürüten, dışarıdaysa Yugoslavya, Afganistan ve Lübnan’da yaşanan işgallerin bir parçası olan Türkiye Cumhuriyeti başbakanlarının “Yurtta sulh, cihanda sulh!” yalanına sarılmalarıdır.
Bu açıklamalarda ikiyüzlülüğün yanısıra bir gerçeklik payı da bulunmaktadır! Emperyalistler ya da işbirlikçileri olan kapitalist rejimler de “barış”tan yana olmaktadırlar. Ama nasıl ve hangi karakterde bir barış?
Kapitalist bir toplumda barışı anlayabilmek için, savaşı ve her ikisinin birbiri ile kopmaz bir bağı olduğunu anlayabilmek gerekir. Savaş için kullanılan en klasik tanım Clausewitz’in “savaş politikanın başka araçlarla devamıdır” sözüdür. Yani iki düşman arasında sürekli bir mücadele vardır. Bu mücadele belli bir dönem barışçıl bir seyir izler ancak giderek sertleşir ve şiddet araçlarıyla sürdürüldüğünde ise savaş biçimini alır. Bu açıklamayı yukarıdaki örneğe uygularsak, ABD emperyalizmi yeni sömürgecilik yöntemiyle dünya üzerinde hegemonyasını kuruyor. Bazı ülkeleri barışçıl yöntemlerle sömürgeleştirip pazar haline getiriyor. Gelen itirazlara karşı kontra yöntemlerle mücadelesini sertleştiriyor. Tehlike üst boyuta çıktığında ise açık bir savaşıma geçiyor. Dolayısıyla, örneklediğimiz barış gerçek anlamıyla bir barış değildir. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin aralarında “barış” sürerken, işçi ve emekçiler sözkonusu olduğunda ise zaman zaman yumuşayıp zaman zaman sertleşen bir savaşım yaşanmaktadır.
Emperyalist savaş “barış”la sonuçlansa da, bu gerçek anlamda bir barış değildir, savaşa yalnızca ara verilmektedir. 1 Eylül ‘39’da başlayan savaş, SSCB’de işgal altındaki halkların haklı savaşlarını dışında tutarsak, emperyalistler arasındaki bir paylaşım savaşıdır. Emperyalist savaş sona erince de emperyalist barış dönemi başlamıştır. Sömürünün, baskı ve tahakkümün devam ettiği, ancak kapitalistlerin geçici bir süre için barıştığı bir dönem. Barış üzerine bir şeyler söylenmeye başlandığında silahlanma ya
da silahsızlanma da konuya dahil olmaktadır. Uluslararası tekeller arasındaki pazar mücadelesi yüzyılın başında müthiş bir silahlanmaya neden oldu. Bu silahlar emperyalistler arasında, Lenin’in de öngördüğü gibi “dünyanın tekrar paylaşılmasında” kullanıldılar. Ancak ikinci paylaşım savaşı yerini barışa bıraktığında da kimse silahlarını gömmedi. Bu durum SSCB’nin varlığına dayandırılmıştı. Ancak SSCB yıkıldığında da silahlanma devam etti. Kıtalar arası füzeler, bunların kalkanları, dünyayı birkaç kez yok edebilecek sayıda nükleer bombalar derken uzayın bile silahlandırılması gündeme geldi. Silahlanmanın ve militarizmin akıl almaz boyutlara ulaşması, dünyanın bir kez daha emperyalist barışçıl paylaşımdan savaşa geçeceğini gösteriyor. Bir sene önce Gürcistan’da yaşananlar hatırlardadır. Silahsızlanma, çağımızda sadece içi boş bir söylemdir. “Kapitalist toplum daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir.”
Barışçıl yöntemlerle mücadele, silahsızlanma gibi söylemler sadece dünya politikasında değil sınıf mücadelesi için de kullanılmaktadır. Birincisi iyi niyetli bir temenni olarak değerlendirilebilir ama aynı söylemin sınıflar mücadelesine uygulanmaya çalışılması dar görüşlülüğün ötesinde tam bir budalalıktır. “Bu duygusal temenniler pratikte bir sonuç yaratmadığı gibi emperyalizme karşı ezilen halkları, toplum ölçüsünde ise tepeden tırnağa silahlı burjuva sınıfı karşısında proletaryayı çaresizce boyun eğmeye iter.”
Tüm dünyada barışın gerçek anlamını bulabilmesi ve tüm silahların bir daha kullanılmamak üzere gömülmesi ancak savaşın kaynağının kurutulmasıyla mümkün olabilecektir. Marks ve Engels insanlık tarihini “sınıf savaşımları tarihi” olarak tanımlar. Sömürü üzerine kurulu toplum yapısı egemenler arasında da sömürüden kimin daha çok pay kapacağı üzerine mücadeleye, bu mücadelenin derinleşmesi ise savaşa neden olur. Bu savaşım asla gerçek anlamda bir barışla sonuçlanmaz, yoğunluğu değişmek üzere sürekli mücadele vardır. Yüz kölesi olan beyin iki yüz kölesi olan beye savaş açması gibi, modern toplumda da bu durum egemenler arasında savaşlara neden olur. Sermayenin uluslararasılaşması bu mücadeleyi dünya ölçeğine çıkarır. Bu mücadeleyi kimin kazanacağından bağımsız, bu sefer emperyalizm ve işbirlikçileriyle onların tahakküm kurduğu sınıflar arasında mücadele sertleşir. Tüm bunlar, savaşların sınıflı toplum gerçeğinden kaynaklandığını gösteriyor. Savaşların yok edilebilmesi, onun günümüzdeki kaynağı olan emperyalist-kapitalist sistemin yok edilmesinden geçmektedir. Ancak o zaman barış kavramı yerli yerine oturacaktır. Çünkü kapitalizmde “barış” gizli bir savaşım anlamına gelir. Gerçek ve kalıcı bir barışın sağlanabilmesi “uluslararası proletaryanın önderliğinde zafere ulaştırılabilecek dünya devrimi”ne bağlıdır. Gerçek barış tüm dünyada utkun proletarya devrimiyle anlamını bulacaktır. Savaş, silahlanma, militarizm gibi olgular tümüyle tarihe karışacaktır.
27
Y
azın öne çıkan gündemlerinden birisi Çin’in Sincan bölgesinde çıkan olaylar oldu. Medya da Sincan’daki gerici etnik çatışmayı özellikle öne çıkartarak, şovenizmi yükseltmenin bir aracı olarak kullandı. Dinci kesim ve faşist güçler de sokaklara dökülerek Uygur Türkleri’nin yanlarında olduklarını söylediler. Olayları gerici düşüncelerini yaymak amacıyla istismar ederken, ne denli ikiyüzlü olduklarını da bir kez daha gösterdiler.
Çin’deki çatışmalar 26 Haziran günü başladı. Bir oyuncak fabrikasında Uygur Türkleri ve Han Çinliler’i arasında çıkan kavganın ölümle sonuçlanması hızla etnik bir çatışmaya dönüştü. Uygur Türkleri’nin yaptığı gösterilere Çin kolluk kuvvetleri çok sert müdahale etti. Tüm bunların sonucunda, Çin devletinin resmi rakamlarına göre çoğu Han Çinli’si olan 200’e yakın kişi hayatını kaybetti. Uygurlar ise 400-500 civarında Uygur Türkü’nün öldürüldüğünü iddia ettiler. Çin’de olayların başlaması ve Çin devletinin sert müdahelesiyle Türkiye’de dinci faşist güçler tarafından örgütlenen eylemlere antikomünizm damgasını vurdu. Yapılan eylemlerde Çin’deki Müslüman Türkler’e “Komünist Çin” rejiminin zulmettiğini söylediler. Başbakan Erdoğan ise yeni bir “one minute” çıkışında bulunarak, Çin’in soykırım yaptığını açıkladı. Bazı AKP’lilerse Çin mallarının boykot edilmesi ya da Çin’e ticari yaptırımlar uygulanması gerektiğini söylediler. Ancak Çin’le olan ticaret hacminin büyüklüğü bu sözleri söyleyenlerin sözlerini yutmalarını gerektirdi. Filistin meselesinde olduğu gibi, paranın bir kez daha din kardeşliğinin de ırk kardeşliğinin de önünde olduğunu gösterdi. Müslüman ve Türk kardeşlerine biçtikleri değerin birkaç milyar dolardan az olduğu ortaya çıkmış oldu. Gerek devletin tepesindekiler tarafından gerekse sokaklara dökülen gericiler tarafından gösterilen tepkiler sahte ve ikiyüzlüdür. Çin’de yaşananları soykırım olarak nitelendiren Erdoğan ya da sokaklara dökülen gericiler, Kürdistan’daki devlet terörüne ve asimilasyon politikalarına da soykırım diyebilecekler midir? Sincan’da yaşanan Uygur-Han çatışması gerici bir etnik çatışmadır ve Çin devleti de bu çatışmaya vahşice müdahale etmiştir. Bunun sonucunda yüzlerce insan ölmüş ve yaralanmıştır. Fakat bunu aşan katliamların yaşandığı bir coğrafyadır Türkiye. Kürdistan’da yıllardır yürütülen kirli savaşa baktığımızda, Türk sermaye devletinin vahşet ve katliamda Çin devletiyle yarıştığını görebiliriz.
18 Ağustos 1992’de Şırnak’ın devlet tarafından basılıp üç gün boyunca tanklar, roketatarlar, law silahlarıyla bombalanması sonucu 54 kişi yaşamını yitirdi. Yine aynı yıl Cizre’deki Newroz kutlamalarına yaylım ateşi açılması sonucu elliden fazla kişi hayatını kaybetti. 2006’nın Mart ayında Amed’de yapılan gösterilere ateş açıldı. Çin’e soykırım yaptığı suçlamasında bulunan aynı başbakan Amed’deki olaylar üzerine kadın da olsa çocuk da olsa öldüreceğiz manasına gelen sözler söyledi. Yakılan 4.000 köy, 17.500 faili meçhul cinayet ve daha sayamayacağımız yüzlerce örnek.
28
Verilen tepkilerle amaçlanan, şovenizmi tırmandırmak ve anti-komünizm propagandası yapmaktı. Kaldı ki orta-
Sincan’da yaşananlar ve Çin gerçeği da “komünist” bir Çin de yoktur. Söylenenler sadece çarpıtmadan ibarettir. Komünist olduğu iddia edilen Çin rejimi dünya kapitalizminin motor gücüdür. Çin’de emeğe verilen değer oldukça alt bir seviyededir. Çin’i yöneten Çin Komünist Partisi açıkça serbest piyasayı savunmakta, buna da serbest piyasa sosya-lizmi demektedir. Çin çalışma rejimi vahşi kapitalizm dönemini andırmaktadır. Çin’in birbuçuk milyarlık nüfusu onlarca ulus ve etnik grup barındırmaktadır. Bunlardan biri de Uygur Türkleri’dir. 1949 Çin Devrimi’nin kazanımları tümüyle yokedilmiştir. Bu da ulusal/etnik sorunların boy vermesine yol açmıştır. Uygur ve Tibet sorunları bunların başlıcalarıdır.
Çin’deki ulusal sorunun kaynağı da dünyanın genelinde olduğu gibi kapitalizmdir. Çin burjuvazisi sömürüsünü devam ettirebilmek için halkları birbirlerine düşürmektedir. Sorun “komünist Çin”den değil kapitalizmden kaynaklanmaktadır.
Çin ekonomisi modern kölelik üzerinde yükseliyor!
Çin emperyalizmi dünyanın her kıtasında önemli bir rol oynamaktadır. Dünyanın üçüncü büyük ticari gücü olan Çin Halk Cumhuriyeti, AB, ABD ve Kanada’nın ikinci büyük ticaret ortağıdır ve başta ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler ile rekabette ekonomik ilişkilerini güçlü bir silah olarak kullanmaktadır. Batı Asya’da ve Ortadoğu’da (örneğin İran ile) yaptığı petrol ve doğal gaz anlaşmaları ile hem enerji ihtiyacını karşılamakta hem de bölgedeki etkisini pekiştirmektedir. Dünyanın en büyük fabrikası durumunda olan Çin hammadde ve enerji ihtiyacını karşılamak için ayrıca Kanada, Arjantin, Ekvator ve Venezüella gibi, tarihsel olarak ABD’nin etki alanına giren devletlerle de ekonomik anlaşmalar yaparak küresel bir ekonomik güç haline gelmektedir. Öyle ki Güney Amerika ile yaptığı ticaret 2002-2007 arasında %900 artmıştır. Burdan da görüleceği gibi, Çin bir yandan ihtiyaçlarını karşılarken bir yandan da küresel rakibi ABD’nin etki alanını daraltmaktadır.
Çin bu ekonomik büyümeyi emekçilere kölelik koşulları dayatmasına borçludur. Bu yolla Çin’i emperyalist tekellerin yatırım yapması için çekici bir ülke haline gelmiştir. Emek yoğun sektörelerde dünyaya egemenliğini kabul ettirmiş olan Çin, dünya oyuncak üretiminin %70’ini, ayakkabı üretiminin %50’sini karşılamaktadır. Teknoloji yoğun üretimde de Çin önemli bir gelişme göstermiştir. Dünya magnetron üretiminin yaklaşık %50’sini, televizyon üretiminin %33’ünü karşılayan Çin, son dönemde otomotiv gibi sermaye yoğun sektörlere de güçlü bir giriş yapmıştır. Tüm bunların Çin işçi ve emekçileri açısından anlamı ise, son derece ağır ücretli kölelik koşullarıdır. Düşük ücretler, güvencesiz ve esnek çalıştırma bugün dünyanın her yerinde yaygınlaşıyor, ancak bunlar Çin’de en acımasız boyutlara ulaşmıştır. Çin’in dünyanın fabrikası haline gelmesinde, bu acımasız çalışma koşulları, emeğin dizginsizce sömürülmesi vardır. Çin’in Sincan Uygur Özerk bölgesi üzerindeki kirli hesapları da tüm bu gerçeklerden bağımsız ele alınamaz. Tek çözüm yolu ise halkların el ele verip kuracağı sosyalizmdir.
Kriz içinde debelenen sistem terör estirerek ayakta kalmaya çalışıyor! Son 1.5 yıldır sermaye medyası bile polislerin artan terörünü “polis vahşeti”, “polislerin zorbalığı”, “dozunu kaçırmak” , “polis mağdurları” sözleriyle işlemeye başladı. Elbette polis terörü son iki yılda ortaya çıkmadı ama toplumun her kesimini rahatsız etmesi polislerin son dönemlerde her zamankinden daha fazla şiddete başvurmasındandır. Sadece toplumsal olaylarda değil istisnasız her olayda polis şiddete başvurmakta, terör estirmektedir.
Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nda (PVSK) yapılan değişiklikler polisleri ''olağanüstü'' yetkilerle donatmıştır. Polisin karakollarda infazlar gerçekleştirmesi, kendisine kimlik soranları, hesap ödemesini isteyenleri, sokakta yüksek sesle konuşanları tekme tokat dövmesi, kırmızı ışıkta geçenleri vurması PVSK’da yapılan değişikliklerin ardından yaşanmaya başlamıştır. Bu yasa ile polis artık sokakta istediğine kimlik sorabilecek, üzerini arayabilecek, parmak izi alabilecek, hatta gözü tutmazsa çekip vurabilecektir! Nitekim, İzmir’de dur ihtarına uymadığı için polis Baran Tursun adlı bir genci kafasından vurmuştur. Aynı şekilde Antalya’da 18 yaşındaki Çağdaş Gemik de Baran Tursun ile aynı akıbeti paylaşmıştır. İstanbul Avcılar’da bir parkta bira içen Feyzullah Ete isimli bir kişi ise polis tarafından kalbine atılan tekme ile öldürülmüştür. Festus Okey, Engin Çeber, Mehmet Koç, Ferhat Gerçek, Hamiyet Eke ve birçokları ya polis kurşunuyla ya da işkencede katledilmiştir.
Haziran 2007’de Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nda yapılan değişikliklerle birlikte karakollarda 13 kişi polis tarafından öldürülmüş, polis silahı ile 53 kişi yaralanmış, 416 kişi ise işkence görmüştür. 47 ilde meydana gelen 331 olayda 1.605 kişi çeşitli hak ihlalline maruz kalmıştır. Son iki ayda İHD’ye polis terörüne maruz kalan 60 kişi başvurmuştur. Bu veriler TİHV ve İHD’nin sunduklarıdır ve sadece kayıtlara geçenlerdir. Kayıtlara geçmeyenlerle birlikte düşünüldüğünde, durum görünen de vahimdir.
Bütün bunlar yaşanırken Emniyet Genel Müdürlüğü “iyi polis”i oynamaktadır. Bir takım kampanyalarla “toplumla birlikte”, “sevgi, dayanışma”, “halktan birisi” gibi argümanlarla, bilbord reklamları ile kendisini şirin göstermeye çalışmaktadır. Ancak bu çaba, artan polis teröünü gizleyememektedir. Keyfi ve şiddet içeren uygulamaları, polisin “meşruluğunu” büyük oranda tartışılır hale getirmiştir.
Emekçilerin alınterinin gaspı üzerine oturan bu sistemde kolluk kuvvetlerinin işlevi sistemin varlığını sürdürmesini sağlamaktır. Özellikle de iktisadi ve sosyal çelişkilerin derinleştiği dönemlerde emekçiler her zamankinden daha fazla kendilerini yoksulluğa mahkum edenlerden hesap sorma ve sorgulama eğiliminde olurlar. Bu da sermaye devletini böylesi dönemlerde daha fazla şiddete başvurmaya götürür. Burjuva hukuku buna uygun olarak tahkim edilir. Kolluk güçlerinin terörü yasallaştırılır. 1845’te çıkartılan Polis Nizamnamesi’nin 12. maddesi grevleri, iş bırakmaları ve işçi cemiyetleri oluşturma girişimlerini fesat hareketler sayar ve fiili olarak engelleyeceğini ifade eder. 1845’teki Polis Nizamnamesi, 1908’deki Tatili Eşgal, 1924’deki Takriri Sükun ve 1936’daki 141-142 yasaları ve fiili uygulamalar bugünkü TMY ve PSVK’ye denk düşmektedir. Hepsinin hedefinde emekçi yığınların hak arama mücadelesi vardır.
Kriz içerisinde debelenen sermaye devleti, faşist uygulamalarını son birkaç yıldır daha da boyutlandırmıştır. Bunu son üç yılın 1 Mayıslar’ından, en sıradan basın açıklamasına bile azgınca saldırmasından, kurumların basılıp çalışanlarının tutuklanmasından, devrimci basına yönelik sansür, toplatma ve yayın durdurma saldırılarından vb. görüyoruz. Temel hak ve özgürlüklerimiz için, geleceğimiz için devrim ve sosyalizm mücadelesini yükseltmemiz gerekmektedir. Bütün kurumları ile çürümüş olan bu düzen alaşağı edilemediği sürece, emekçiler üzerindeki her türlü baskı ve zorbalığı daha da arttıracaktır.
“Devlet kurulur; özel bir güç, özel silahlı adamlar müfrezeleri meydana gelir: Her devrim, devlet aygıtını yıkarken arı durumda bir sınıflar savaşı örneği verir, egemen sınıfın kendisine hizmet eden silahlı adam müfrezelerini yeniden kurmak, ezilen sınıfsa, sömürücülere değil, sömürülenlere hizmet etmeye yetenekli bu tür yeni bir örgüt kurması için nasıl çabaladığını bize en açık biçimde gösterir.” (F. Engels)
29
Adli Tıp: Düzenin kirli işlerini temizleme kurumu
30
Bu ülkede her gün yeni cinayetler işleniyor, çocuklar hastanelerde ölüyor, devrimciler cezaevlerinde işkenceden geçiriliyor, evlerini yıktırmak istemeyenler coplanıyor, zamlara karşı sokağa çıkanlar gözaltına alınıyor… Ve tüm bunları sermayenin devleti yapıyor. Kontrgerilla örgütleriyle cinayetler işliyor, çeteleşmiş kurumlarıyla bu cinayetleri aklıyor… Geçtiğimiz aylarda basında da sık sık karşımıza çıkan bir cinayet var… Sevgilisi tarafından başı kesilerek katledilen genç kızı, Münevver Karabulut’u tartışıyoruz aylardır. Bu cinayetin üzerinden yaklaşık 6 ay geçmiş olmasına rağmen cinayetin zanlısı olarak aranan Cem Garipoğlu hala bulunamadı. Halbuki devlet tüm kurumları ile zanlıyı yakalamak için seferber olmuştu! Zengin bir ailenin çocuğu olan Cem cinayetten sonra ortadan kayboldu. Orta gelirli bir aile olan Karabulut ailesi ise hala cinayetin aydınlanmasını istiyor. Münevver’in babası “öldürülen, bir aşçının değil bir iş adamının kızı olsaydı çoktan bulurdunuz” derken, cinayetin sınıfsal özünü de ortaya koyuyor aslında. Devletin kimin devleti olduğu, hangi sınıfın çıkarlarını koruduğu ve böylesi vahşice bir cinayette bile suçlu burjuva bir ailenin çocuğu olduğunda devlet tarafından nasıl korunduğu ortaya çıkıyor. Devlet sermaye devleti, hukuk burjuva hukuku… Devletin kurumları da bu cinayetin üstünü örtmek için vazifesini yapmaya koyulmuş. Cinayetin ardından cesette iki kişiye ait sperm bulunduğu açıklamasını yapan Adli Tıp Kurumu, sonrasında spermin kirli bir eldiven nedeniyle başka bir cesetten bulaştığını açıklayarak raporu yeniliyor. Böylece Münevver’in kadın kimliğinden dolayı üzerine yaftalanan “kötü kız” etiketi insanlar üzerinde etkisini buluyor ve vahşice öldürülmeyi hak ettiği düşüncesi yerleştiriliyor beyinlere. Bu olayın bir benzeri de cezaevlerinde
yaşanıyor bugünler de… JİTEM’in kurucusu olarak bilinen emekli albay Arif Doğan sağlık sorunları nedeniyle tahliye edilirken, cezaevlerinde onlarca hasta tutsak ölüme mahkum ediliyor. Yıllarca türlü cinayetlere imza atan ve devletin kontrgerilla örgütlerinden biri olan JİTEM’in kurucuları ve Ergenekoncular burunları kanasa dahi tahliye edilebiliyor. Onlarca hasta devrimci tutsak ise göz göre göre ölüme terk ediliyor. Nasıl mı? Devletin kirli işlerini yapmak ve işkencelerin, katliamların, üzerini örtmek için kurulan Adli Tıp Kurumunu üzerine düşen görevi yapmak için devreye sokarak. Yıllarca işkenceden geçirilmiş, tecritte ölümcül hastalıklara yakalanmış devrimci tutsaklara “sağlam raporu” veren Adli Tıp Kurumu, böylece sermaye devletine hizmetin gereklerini yerine getiriyor. İdam cezasının kaldırılmasıyla “demokratikleşen” bir ülkede yok etmek için türlü yöntemler geliştirilmiş bulunuyor! Adli Tıp Kurumu’nun imza attığı kirli işlere dair daha sayabileceğimiz öyle çok örnek var ki. Hüseyin Üzmez’in tacizde bulunduğu kız çocuğuna “psikolojik olarak olaydan etkilenmediği” yönünde rapor veriyor. “Wernicke Korsakoff” teşhisi konularak tahliye edilen devrimci tutsaklar hakkında yeni raporlar hazırlayarak onların yeniden tutuklanmasını sağlıyor. Halbuki bu hastalığın bugünün koşullarında tedavi edilme şansı yok. Tüm bu örnekler, Adli Tıp Kurumu’nun düzenin kirli işlerinin üstünü örten bir kurum olduğunu ispatlıyor. Bu kurumun başkanlığına seçilerek getirilmiş Nur Bilgen’de özel olarak belirlenmiş bir isim. Daha önce ölüm orucundaki devrimcilere verdiği sahte raporlarla TTB tarafından meslekten uzaklaştırılan Nur Bilgen, bugün de sermaye devletinin katliam politikalarını Adli Tıp Kurumu aracılığıyla gerçekleştiriyor. Ayrıca bu isim daha önce savcılara işkence eğitimi vermek için görevlendirilmiş. Dolayısıyla, Nur Bilgen’in bu kurumun başına getirilmesi bir rastlantı değil. Çürüyüp kokuşan düzenin çeteleşen devletine karşı tek alternatifin sosyalizm olduğu daha yakıcı bir gerçeklik olarak ortaya çıkıyor son günlerde. Bir kez daha görülüyor ki, temiz toplum, bu devletin, onun hizmet ettiği sınıfın ve dayandığı düzenin altedilmesiyle, onların yıkıntıları üzerinde yeni bir topluun kurulmasıyla mümküdür. Temiz toplum, boğazına kadar kirin, kanın ve her türlü pisliğin içinde olanların pis ve kanlı elleriyle değil, işçi sınıfının ve emekçilerin tertemiz elleriyle kurulabilir ancak. Bu uğurda yükselttiğimiz bayrak elbet bir gün tüm insanlığı saracak, işçi sınıfı ve emekçilerin ellerinde dalgalanarak bu saltanatı yıkacaktır.
Devlet zindanlardaki katliamlarına devam ediyor!
Devrimci tutsak Güler Zere ile dayanışmayı yükseltelim!
S
ermaye devletinin katil yüzü Güler Zere’ye yönelik uygulamalarla bir kez daha kendini açık bir şekilde gösteriyor. Devlet devrimci tutsakları tecrit koşullarıyla katletmeye devam ediyor. DHKP-C davasından 14 yıldır tutuklu olan kanser hastası Güler Zere gün gün ölüme yaklaşıyor.
Sermaye devletinin hapishanelerinde saldırılar, işkenceler, tacizler, insanlık dışı yaşam koşulları, hasta tutsakların ölüme terk edilmesi gibi uygulamalar devam ediyor. İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) 2008 yılı raporuna göre, 306 ağır hasta mahkumun tedavisi gereğince yapılmamış, 37 kişi cezaevlerinde hayatını kaybetmiştir. 2008 yılında işkence ve kötü muameleye uğrayanların sayısı ise 1546’dır. Bu rakamlar bile durumun vahametini ortaya koymaktadır. Bu tablo, kapitalizmin derinleşen kriziyle birlikte faturayı işçi ve emekçilere kesmek isteyen sermayenin hayatımızın her alanına yönelttiği saldırılardan ayrı değildir. Bu saldırılar, kriz bahanesiyle işten atmalar, ücretsiz izinler, kölece çalışma koşulları, her türlü tüketim malına ve ücretsiz olması gereken kamu hizmetlerine neredeyse her gün yapılan zamlar vb. ile karşımıza çıkmaktadır. Ortaçağ köleliğine dönüş anlamına gelen “Özel İstihdam Büroları” ya da temel bir hak olan sağlığı paralılaştıran ve çalışanların emekli olmasını imkansız hale getiren Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası gibi yasalarla meşrulaştırılmaktadır. Bu saldırılara karşı mücadele bayrağını yükselten, işçi ve emekçiler için yaşanabilir bir dünya kurman savaşın veren devrimcilerin F tipi cezaevlerine atılmaları, tecritin yanısıra yaşamlarını tehdit eden koşullarla yüzyüze bırakılmaları, tedavilerinin yapılmayarak ölüme terkedilmeleri, bu saldırı düzeninin bekası içindir. Kendi sınıf çıkarlarını gözeten sermaye devleti zindanlarda da saldırılarını boyutlandırmaktadır.
Hapishanelerdeki tecrit koşulları ve hasta tutsakların durumu Güler Zere ile bir kez daha gündeme gelmiştir. Elbistan E Tipi Kapalı Cezaevi’nde boyun ve ağız içi kanserine yakalanan Güler Zere’nin tedavisi Adana Balcalı Hastanesi’nin bodrum katında, tedavinin sürdürülebilmesi için gerekli hiçbir koşulun olmadığı mahkum koğuşunda yapılmaktadır. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi Kulak Burun Boğaz Ana Bilim Dalı
raporunda “Boynundaki tümör nedeniyle yeniden ameliyat olması ve radyoterapi alması gerekir”, Adana Tabip Odası raporunda “Tam iyileşme şansının çok düşük olduğu, hastanın bulunduğu ortamın hastalığın tedavisini ileri derecede zorlaştırdığı” kanaatine varılmış, ÇÜ Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı raporunda ise “Şahsın bir başkasının bakım ve gözetimine muhtaç olduğu, cezaevi koşullarında bakım ve tedavinin sağlıklı olarak yerine getirilmesinin mümkün olmayacağı, iyileşinceye kadar hapis cezasının infazının ertelenmesinin uygun olacağı” belirtilmiştir.
Tüm bu raporlara rağmen Güler Zere ölüme mahkum edilmeye çalışılmaktadır.
Güler Zere’nin tedavisi için cezaevi koşullarının uygun olmadığı bu denli açıkken, İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Dairesi, koşulların uygun olduğu ve tedavinin mevcut haliyle devam edebileceği yönünde rapor vermiştir. Bu kurumun başkanı Nur Birgen sermaye devletinin kirli işlerini aklamada daha önce de pek çok kez gündeme gelmiştir. Özel Harekât Dairesi eski Başkanı İbrahim Şahin’e, Susurluk davasından hüküm giydiğinde, “sürekli hastalığı var” raporu veren ve böylece af yolunu açan da, ölüm orucu sonrası ‘wernicke korsakoff’ sendromuna yakalandıkları için tahliye edilen 16 tutuklu ve hükümlüye “Cezaevinde yaşamını sürdürebilir” raporu vererek onları yeniden cezaevine gönderen de Nur Birgen’den başkası değildir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Güler Zere’ye yapılanlara karşı büyük bir kamuoyunun oluşması üzerine sermaye iktidarı kendisini savunma ihtiyacı hissetmiştir. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı ve AKP Mersin Milletvekili Zafer Üskül üzerinden, tam bir arsızlık örneği sergilenerek, hastanedeki mahkum koğuşunun koşullarının çok iyi olduğu, tedavinin burada sürebileceği açıklaması yapılmıştır.
Açıktır ki devlet, devrim ve sosyalizm mücadelesi verenlerden korkmakta ve onları sindirmek için her yol ve yöntemi denemektedir. Güler Zere şahsında yaşananların gerisinde bu vardır. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, sömürüsüz bir dünya için savaşanlar bu haklı mücadelelerinden vazgeçmeyeceklerdir.
Hasta tutsaklara özgürlük!
Güler Zere serbest bırakılsın!
31
Habip ve Ümit: Partili kimliğin cisimleştiği zor dönem devrimcileri Partinin özü ve özeti olan zor dönem devrimcileri!
“Yoldaşlık, gerektiğinde üzerine gelen kurşunları paylaşabilmektir!”
Türkiye, ‘70’li yıllarda yükselişe geçen devrimci bir kitle hareketililiğine sahne oluyordu. Hak alma mücadelesi, devrim ve sosyalizm mücadelesi yükselmişti. Büyük ölçüde küçük-burjuva katmanlara yaslanan bu hareket ‘80 darbesiyle yenilgiye uğradı. ABD’nin “bizim oğlanları” başarmıştı. ‘80 sonrası tasfiyeciliğin, yılgınlığın yılları oldu Türkiye sol hareketi adına. Geçmişle hesaplaşmadan devralınan mirasın üzerinde ayakta durmaya çalışanlar, yeni koşullara uyum adı altında legalleşenler, geriye isimden başka bir şey kalmayan örgütler...
‘87’ler, işçi sınıfının bahar eylemlilikleriyle bir parça bu tablonun değişmeye başladığı yıllardır. İşte komünist hareket bu süreçte doğdu. Yepyeni bir bakışla çıkmıştı ortaya. Geçmişin küçük-burjuva ideolojisinin yerine proleter ideolojiyi koyuyor, ihtilalcı marksist-leninist sınıf partisi tanımlıyor, tasfiyeciliğe inat illegalitede ve sınıfa gitmekte ısrar ediyordu. EKİM, Türkiye sol hareketi için yeni bir nefesti! Gücünü ideolojik sağlamlığından alan bu hareket, birçok fırtınayı göğüslemesini bildi. ‘98’de ise partileşti. Artık adı Türkiye Komünist İşçi Partisi’ydi. İşte böyle bir partinin neferleriydi Habip ve Ümit! Bir komünist kadro ideolojik kimlik, direnişçi kimlik ve örgütlü kimliğin bütünleşmesinde bulur kendini. Bu kimlikleri cisimleştiren ise partidir. Bu nedenle bir komünist kadro partisinden ayrı düşünülemez. Nevzat’ı Habip, Ümit’i Tuna yapan partidir. Onlar partimizin özü ve özetidirler cümlesi de bu gerçeğe işaret etmektedir. Onların devrimci yaşamlarına bakarken bu gerçeği akılda tutmak gerekiyor.
Nevzat’tan Habip’e: Parti ve devrim davasına adanmış bir ömür!
Bir demir-çelik işçisidir Nevzat. Kürt, Alevi kökenli ve ilkokul mezunudur. Komünist hareketle İzmir’de tanışmış, devrimci yaşama burada başlamıştır. ‘87’den itibaren hareketin saflarındadır. İlk zindan deneyimi değişimin yoğunlaştığı dönemdir. Aynı zamanda, hareketin saflarında tasfiyeciliğin de boy verdiği dönemdir. Habip’in tasfiyecilere yanıtı, “Sizin elinizde tuttuğunuz devrimin kızıl bayrağı değil, tasfiyeciliğin bayrağıdır.” olmuştur. Habip yoldaş harekete sarsılmaz inancını haykırmıştır tasfiyecilerin yüzüne.
32
Habip yoldaş adanmışlığın örneğidir. Etiğiylekemiğiyle, bilinciyle partinin hizmetindedir. Birçok kez düşmanın eline düşmüş, her seferinde direnişçi kimliğin temsilcisi olmuştur. Kemalpaşa Cezaevi’nden kaçtıktan sonra yazdığı yazıda, “duvarınızı yıktık, düzeninizi de yıkacağız!” demektedir.
Nevzat Çiftçi dört çocuk babası bir proleterdir. Sınıf bilinçli bir işçi olarak kendisini sürekli yetiştirmiştir. O, Ekim’de yoldaşları tarafından beklenen yazıların yazarı Tekoşin’dir. Bu değişim partili kadro olma yolunda katledilen mesafedir. Habip tüm devrimci yaşamı boyunca hem kendisini hem de çevresini değiştirip dönüştüren bir yoldaş olmuştur her zaman.
Ümit’ten Tuna’ya: Geceyle batmayan güneş
Ümit yoldaş komünist hareketle üniversite yıllarında tanışmış ve devrimci yaşama burada başlamıştır. Gençlik çalışması dışında militan bir devrimci olarak birçok pratik görev üstlenmiştir. Daha sonra legal ve illegal çalışmanın birçok alanında örgütsel görevler almıştır. Devrimci yaşamında çok kere tutuklanmıştır. Her defasında direnişçi çizgiden taviz vermemiştir. Partinin kuruluş kongresinin kapanış konuşmasında şunları söylemektedir:
“Partiyi kazandık! Gerçekte geleceğimizi, gözbebeğimiz gibi korumamız gereken temel bir tarihsel aracı kazandık. Üzerine artık tereddütsüzce öleceğimiz bir davayı kazandık. Artık tereddütsüz öleceğiz! Partiyi kazandık! Önümüzde sınıfı partiye kazanma, parti ve sınıfa dayanarak devrimi kazanma sorumluluğu var! Şan olsun partimize, Türkiye Komünist İşçi Partisi’ne!” Ümit yoldaş yeteneklerini ve yaratıcılığını parti ve devrim davasını geliştirmenin hizmetinde kullanmıştır. Çalışma yaptığı okulda 5-6 metre yüksekliğindeki bir duvara yazılama yapmış, nasıl yaptığı sorulduğunda ise “yaratıcılığın sonu, isyanın sınırı yoktur!” diye cevap vermiştir. Faaliyeti ve davasını geliştirecek her türlü aracı yetkin bir biçimde kullanmanın en somut örneğidir. Yoldaşlığın en güzel örneklerini pratikte yaşatmasını bilen Ümit yoldaşlığı,“gerektiğinde üzerine gelen kurşunları bile paylaşmaktır!” diyerek tanımlamıştı. Ve Ulucanlar’da her iki yoldaş üzerlerine gelen kurşunu paylaştılar.
Yaşamlarıyla partiye layık bu iki yoldaş, ölümleriyle de partinin bayrağını daha yükseklere taşıdılar.
Ulucanlar: Bir direniş manifestosu!
Ulucanlar hapishanesi inşa edildiğinde bir handır. Daha sonra yolcuların konakladığı odaları birer koğuşa dönüştürüldü ve bu kez devrimcileri ağırladı. Hapishanenin giriş kapısıyla ikinci kapı arasına kapıaltı denilir. Kapıaltıyı geçince küçük, dört yanı duvarlarla kaplı bir bahçede bulursunuz kendinizi. İşte bu bahçenin ortasındadır uzun kavak ağacı! Yiğit devrimcilerin boynunda yağlı ilmek varken, son haykırışlarında devrim ve sosyalizmi duymuştur o duvarlar. Ulucanlar tarihinde nice yiğitlikler gördü. 26 Eylül günü de bu yiğitliklerden birine tanıklık etti.
Faşist sermaye devleti F tipi saldırısına hazırlanıyordu. 26 Eylül’ün arifesinde burjuva basında hücreleri öven yazılar yayınlanıyordu. Habip ise saldırıdan sekiz ay önce şöyle yazmıştı: “Sermaye devletinin ‘koordine merkezleri ve icra organları’ bir kez daha yenilgiyi tadacaklardır. … bedel ödeyerek kazandığımız mevzileri, bedel ödeterek koruyacağız!”
İlk hedef, zindanlardaki en önemli direniş mevzilerinden biri olan Ulucanlar oldu. Sermaye devletinin bekçileri bombasıyla, mermisiyle, köpüğüyle saldırdı. Karşılarında ise “devrimci idare teslim alınamaz!” haykırışlarını duydular. Ulucanlar direnişi ölüm makinelerine karşı sekiz saat sürdü. Bu görkemli direniş karşısında yenilen bir kez daha sermaye devleti oldu. On yıldız sonsuzluğa uğurlandı. Habip Gül, Ümit Altıntaş, Aziz Dönmez, Ahmet Savran, İsmet Kavaklıoğlu, Abuzer Çat, Zafer Kırbıyık, Mahir Emsalsiz, Önder Gençaslan, Halil Türker.
Habip ve Ümit Ulucanlar direnişinde en öndeydiler. Onlar ölümü tereddütsüzce kucakladılar. Partinin kızıl bayrağına leke sürmediler. Yaşamlarıyla olduğu gibi ölümü kucaklayışlarıyla da bizlere izlenmesi gereken yolu gösterdiler.
Habip ve Ümit’ten Hatice ve Hüseyin’e kızıl bayrak elden ele daha da ileriye!
Habip ve Ümit partinin özü ve özetidirler. Onlardan, onların yaşamından tekrar tekrar öğrenmektir bize düşen. Ve elbette ki, sınıfın komünist işçi partisine yaraşır bir kadro düzeyine çıkma cüretini kuşanabilmektir. Habip ve Ümit’ten öğreneceğimiz en önemli şeylerden biridir bu. Her alanda partiyi ileri götürecek olan, partiyle devrim hedefine kilitlenecek olan Habipler, Ümitlerdir. Haticeler, Hüseyin’lerdir. Yani yarının bizleri! O halde, Ümit’in dediği gibi, cüret edip kazanmaya!
Ulucanlar: Yaşam için direnerek ölmenin destanı!
26 Eylül 1999 Ulucanlar katliamı, bu coğrafyada çoğu insanın bilmediği, bir çoğunun da unuttuğu onlarca katliamdan birisi. Tarih kitaplarında hiç yer almayacak, çocuklarımıza “şanlı milletimizin kahramanlık destanları”ndan başka bir şeyin öğretilmediği o tarih derslerinde asla anlatılmayacak bir direniş... Sermaye iktidarı “yeni bir dünya” mücadelesinden öylesine korkuyor ki, büyük bir vahşetle saldırıyor, korku salmaya çalışıyor. İşkencehanelerde, zindanlarda dört duvar arasında katlediyor devrimcileri. F tipi hücre... Her şeyin bembeyaz olduğu, şarkı dinlemenin, çiçek beslemenin yasak olduğu... İnsan yüzü göremeyesin diye aynanın bile yasak olduğu bir işkencehane. Devletin o dönem devrimci iradeyi teslim almaya yönelik son saldırısı. İnsanı insani olan her şeyden uzaklaştırarak, insanca duygularını yok etme çabası. Korkutarak susturamadığı çığlığı kimsenin duyamadığı dört duvara hapsederek boğma çabası. Ulucanlar cezaevinin siyasi tutsaklar koğuşu, devrimci iradenin en güçlü olduğu alanlardan biri. F tipleştirme saldırısını hayata geçirmek için saldırı buradan başlatılıyor. Önceden planlanmış, her türlü hazırlığı yapılmış bir katliam hayata geçiriliyor. Ardından gelecek yeni katliamların provası oluyor.
10 devrimcinin ölümüyle sonuçlanan ama sermaye devletinin içine düştüğü korkunun ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gösteren bir direniş sergileniyor Ulucanlar’da. Operasyonun başladığı andan itibaren olay “Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde isyan” diye duyuruluyor televizyon kanalları tarafından. İlk saldırıda üç ölü; Ümit Altıntaş, Abuzer Çat ve Zafer Karabıyık... Kanı çekilinceye
kadar hastaneye götürülmeyen, hastaneye götürülürken yolda öldürülen Habip Gül...
Gaz bombaları ve makinalı tüfeklere karşı yataklar, yastıklar ve dolaplar siper. Hayat kurtarmak için kullanıldığı sanılan itfaiye araçları bu kez devrimcileri köpükle boğmak ve kancalarla avlamak için birer silah. Saatlerce süren saldırının ardından bu kez havalandırmaya dolan robokoplar. Cam kırıkları üzerinde metrelerce sürüklenen, yaralı olarak hamama götürülen, çırılçıplak soyulan, kalaslarla öldüresiye dövülen, kasatura darbeleriyle parçalanan tutsaklar. Hızar atölyesine götürülüp beli hızarla kesilen İsmet Kavaklıoğlu. Ve uzun namlulu kurşunların bacaklarında açtıkları deliklere demir mıhlar çakılan Cemal Çakmak...
Bizler katliamcı devletin vahşetlerinin hiçbirini unutmadığımız gibi Ulucanlar katliamını da unutmayacağız. Faillerin yargılanmasını beklemiyoruz, çünkü biliyoruz ki ancak katliamcı sömürü devletini ortadan kaldırmak bu vahşeti sonlandıracaktır. Ya fabrika dişlilerinin arasında, masa başlarında saatlerimizi satarak ömrümüzü feda edeceğiz. Erken yaşlanıp erken öleceğiz ya da bir iş cinayetinde aniden olacak ölümümüz. Ya da isyan ederek umudu yeşerteceğiz yüreklerde. Sorgulayacağız ve sorgulatacağız, zulmü ve ölümü göze alarak. Ama bu kez zavallıca olmayacak ölümümüz. Onlar “terörist” diye anlatırken çocuklarına, bizler yaşamımızla da ölümümüzle de sadece umudu beslemiş olacağız. Bizler buradayız, yok olmayacağız, tükenmeyeceğiz. Yüreklerde insana dair olan, insanlık için olan bütün iyi şeyler tükenmedikçe, biz hep var olacağız!
N. Medi
Bizler katliamcı devletin vahşetlerinin hiçbirini unutmadığımız gibi Ulucanlar katliamını da unutmayacağız.
33
Sincan Kadın Hapishanesi’nden mektup...
“Bu kuşatmayı yaracağız!” Merhaba dostlar, yoldaşlar!
Sizleri Eda, Gülnur, Evrim olarak Sincan Kadın Hapishanesi’nden tüm devrimci duygularımızla selamlıyoruz.
Sizlere daha önce de bir mektup yazmıştık. Ancak “Disiplin Kurulu”ndan gelen yanıtla kullandığımız kimi kelimelerin “sakıncalı” olduğunu öğrendik. Bundan dolayı ilk mektubumuz size ulaşamadı ve yeni bir mektupla sizlere seslenmeye çalışacağız. Biz Eda ve Gülnur olarak 11 Ağustos Salı sabah 06.00 sularında “TKİP üyesi” olduğumuz ve propagandasını yaptığımız gerekçesiyle evlerimiz basılarak gözaltına alındık. Yaklaşık 2 saat süren ev aramalarında bilgisayarlarımıza, kitaplarımıza ve bazı özel eşyalarımıza el kondu. Aramalardan sonra TEM’e götürüldük. Düzenin kolluk kuvvetleri TEM’de kaldığımız süre boyunca bizleri teslim almaya çalıştı. Aileyi kullanarak psikolojik işkence yaptı. Yaptığımız açlık grevini, ifade vermeme, konuşmama tutumumuzu boşa düşürmeye çalıştı. Ancak biz sınıf devrimcilerini teslim alamayacaklarını tutumumuzu sürdürerek onlara göstermiş olduk.
Cuma sabahı adliyeye götürüldük. Sermayenin kolluk kuvvetleri şahsında karşımıza çıkan tutum farklı biçimlerde mahkemede de devam etti. Kurumlarımıza, gazetemize ve değerlerimize sahip çıktık. Akşam saatlerinde de tutuklanarak Sincan Kapalı Kadın Hapishanesi’ne getirildik.
Ben de Evrim olarak, yoldaşlarımın tutuklandığı 14 Ağustos Cuma günü 18.00 dolaylarında Tuzluçayır sokaklarında sermayenin kolluk kuvvetleri olan TMŞ ekipleri tarafından kurulan pusu ile gözaltına alındım. Yolda yürüken beni durdurarak önümü kesen araçlardan çıkan TMŞ polislerinin yaka-paça gözaltına almasına yanıtım “İnsanlık onuru işkeneyi yenecek!” haykırışı oldu. Ağzımı kapatarak beni zorla bir arabaya bindirmeye çalıştılar. Ardından bir polis minibüsüyle beni apar topar götürdüler. Bu andan itibaren TMŞ nezarethanesinde hiçbir ifade vermeyerek ve açlık grevi yaparak, faaliyetimize yönelik saldırıya devrimci kimliğimle yanıt verdim. Kronik astım rahatsızlığımdan kaynaklı nezarethane hücresinde fenalaşarak iki defa hastaneye kaldırılmam ve defalarca kriz geçirmeme karşın devrim ve sosyalizm davasına olan inancımdan aldığım güçle soluğuma soluk kattım. Karşılaştığımız devlet terörünün bir ayağı olarak dayanaksız gerekçelerle 17 Ağustos Pazartesi günü tutuklandım. Devletin tüm kurumlarının bir bütün olarak işkenceci olduğu gerçeği hapishane girişinde zorla çıplak arama dayatmasıyla sürdü. Bizler de gözaltından beri
sürdürdüğümüz tutumu burada da devam ettirdik. Şimdi yoldaşlarım Gülnur ve Eda ile bir arada duvarların ardında mücadelenin başka bir alanını var ediyoruz. ***
Uzun yıllardır ilmek ilmek ördüğümüz, tırnaklarımızla kazıyarak yürüttüğümüz faaliyetimize yönelik bu tutuklama saldırısı elbette bizi şaşırtmadı. Mamak 6. Kültür Sanat Festivali’nin bir gün sonrasında başlayan saldırı sınır tanımadı. Mamak İşçi Kültür Evi’nden çıkan, 9 yıl boyunca yapılan meşru kitle eylemlerinin fotoğraf ve görüntüleri, ‘68 devrimci hareketinin önderlerinin belgesel ve fotoğrafları, festivalde yapılan konuşmaların yasadışı ilan edildiği saldırı dalgası devrimci faaliyetimizi sınırlandırmaktan başka bir amaç taşımıyor. Savcılık tarafından İşçi Kültür Evi’nin “örgüt evi” olarak tanımlandığı, Eksen Yayıncılık kitaplarının “yasadışı” ilan edildiği bu saldırı ve tutuklama terörü aynı zamanda işçi ve emekçilerin sermaye iktidarı karşısında örgütlenmesinden ve yan yana gelmesinden duyulan korkunun ürünüdür.
Kapitalistler 2009’u sermaye açısından “kriz yılı” ilan ederken krizin faturasını ağır bir şekilde emekçilere ödetmektedir. İşte kapitalistlerin ekonomik, sosyal, siyasal saldırıları dizginsizce sürerken grevler, direnişlerle işyerleri, sokaklar, işçi ve emekçilerin öfkesiyle dolup taşmaya başlıyor. İşte böyle bir tablo içinde Mamak 6. Kültür Sanat Festivali, bu yıl kapitalizmin bu saldırıları karşısında halaylarıyla, tiyatrosuyla, ezgileriyle, çocukların gülüşleriyle, karşılıksız ve çıkarsız bir dünya özlemiyle, “Karanlığa ışık, sessizliğe çığlık olacağız!” şiarıyla örgütlendi. 2009 yılını krizi fırsata çevirmek için kollarını sıvayanlar, sınıfa ve örgütlülüklerine saldırı dalgasını festivalin ardından İşçi Kültür Evi’ne dönük saldırıyla devam ettirdiler. Bizleri duvarların ardına koyarak yapılmaya çalışılan sınıfa ve örgütlülüklerine yönelik saldırının bir parçasıdır.
Gündüzünde sömürülmeyen, gecesinde aç yatılmayan bir dünya için mücadele azmimizi hiçbir güç engelleyemeyecek. Ateşin keşfinden başlayan mücadelemiz güneşin zaptına dek sürecek. Duvarların ardından yeniden sizleri kucaklıyor ve işçi sınıfının davasına ve devrimci faaliyetine dönük bu kuşatmaya karşı yan yana gelmeye çağırıyoruz. Sınıf devrimcilerinin bu çağrısına yanıt vermeye davet ediyoruz. Sincan Kadın Hapishanesi’nden TKİP dava tutsakları
Eda Ünalan, Gülnur Ertaş, Evrim Erdoğdu
22 Ağustos ‘09
Dizginsiz bir baskı ve sömürü ile 12 Eylül düzeni sürüyor!
12 Eylül darbesinin, yani faşist rejimin tahkim edilmesinin üzerinden tam 29 yıl geçti. ‘70’li yılların yükselen kitle hareketliliği ve ona öncülük eden devrimci hareket ezilmiş, böylece emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı krizden çıkmak için gündeme getirilen neo-liberal politikaların uygulanmasının önünde engel kalmamıştı. Ekonomi reçetesi olarak gündeme gelen 24 Ocak Kararları’nı uygulayabilmenin önü açılmakla kalmamış, ordunun siyasal yaşam üzerinde tam bir hakimiyeti tesis edilmişti. Tüm bunları görmek için tarihe kısa bir göz atalım. Sermaye devleti, yapısal iktisadi krizine çözüm olarak 24 Ocak Kararları’nı gündeme getirdi. Yaşanan krizi aşmanın yegane yolu ve ihracata dayalı büyümeyle ekonomiyi yeni temeller üzerine kurmak olarak tanımlandı 24 Ocak Kararları. Sermaye sözcülerinin “ekonomik istikrar tedbirleri” olarak öne çıkardığı bu kararnamenin uygulanabilmesi “siyasi istikrar”a bağlıydı, 12 Eylül faşis darbesi bu istikrarı yaratmayı hedefliyordu
Darbenin koşulları hazırlanmaya başlanmıştı. İlk elden 70’li yılların ikinci yarısında güçlenen devrimci hareketi ve işçi dinamiğini bertaraf etmek, kitleleri mezhepçilikmilliyetçilik oyunlarıyla kendi içinde bölüp parçalamak için faşist güçler devreye sokuldu. Devletin faşist beslemelerinin tetikçiliğinde cinayetler birbirini izledi. Maraş’ta, Çorum’da akıl almaz katliamlar yapıldı. Binlerce işçi ve emekçinin katıldığı ‘77 1 Mayıs’ını CIA destekli bir kontr-gerilla operasyonuyla kana buladılar. 1979’da sıkıyönetim ilan edildi. 1980’de işçi sınıfının artan eylemlilikleri ve grevleri saldırılarla bastırıldı. Devrimci gençliğin mücadesini boğmak için okullarda, sokaklarda kıyımlara girişildi. Katliamlarla ve provakasyonlarla bir darbenin zemini hazırlanmıştı.12 Eylül 1980’de sokaklar tanklarla, askerlerle kuşatılmıştı. Kenan Evren sabah radyo ve televizyonlardan, kan kokan sözcüklerle, Türkiye’yi bir uçurumun kıyısından döndürdüklerini söylüyordu. Elbette bunlarla sınırlı değildi faşizmin kana doymazlığı, baskılar, zulümler... Bir de 12 Eylül darbesinin sonuçları vardı.
Devlet 12 Eylül’le birlikte sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırıldı. Meclis dağıtıldı, tüm yetki Milli Güvenlik Konseyi’nin elinde toplandı. MGK bir yıl dolmadan tam 268 kararname çıkardı ve devleti baştan aşağı yeniden inşa etti. Belediye başkanlarından ilçe kaymakamlarına çok sayıda görevli görevlerinden alındı ve yerlerine askeri atamalar yapıldı. Faşist askeri cunta işçi sınıfına adeta savaş açtı. Tüm sendikal faaliyetler durduruldu, grev yasaklandı, ücretler donduruldu. Türk-İş hariç tüm sendikalar kapatıldı. Tüm siyasi partiler kapatıldı. Devrimcilere yönelik baskılar şiddetlendi. Onbinlerce devrimci, işçi, sendika yöneticisi tutuklandı, işkencelerden geçirildi. Tüm kazanımlar bir çırpıda yok edildi.
Askeri faşist diktatörlüğün aldığı her türlü karar denetim dışı tutuldu. 1982’de askeri cuntanın hazırlattığı anayasa kabul edildi ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren cumhurbaşkanı oldu. 1983’ten itibaren parlamenter sisteme geçilse de, ordunun siyaset üzerindeki ağırlığı hep varlığını korudu. Devlet 12 Eylül’ün baskıcı rejimini üniversitelerde de YÖK’ü kurarak hayata geçirdi. O günden bu güne değişen tek şey isim değişiklikleri. Milli Güvenlik Konseyi’nin adı Milli Güvenlik Kurulu oldu ama hala bu ülkede kararları ABD işbirlikçisi MGK veriyor. Bu ülkenin ekonomisi burjuvazinin ve Amerika’nın çıkarları doğrultusunda batıp çıkıyor. Bu ülkede işçiler ve emekçiler kapitalizmin krizlerinden bir türlü kurtulamıyor; emekliye %1, işçiye %3, öğrenci haraçlarına %8 zamlar yapılıyor. Bu ülkede kontr-gerilla elemanları “bizim çocuklar” denilerek açıkça sahipleniliyor
Geçtiğimiz günlerde darbecilerin dokunulmazlığını öngören 15. maddenin kaldırılması gündeme geldi. Cuntacıların şefi Kenan Evren, “12 Eylül’ü halk desteklemiştir. Halka sorsunlar diyorum. Eğer halk ‘evet’ der geçici 15. maddeyi kaldırırsa o zaman hiç yargılamaya gerek yok, ben intihar ederim!” açıklamalarını yapabilmiştir. Bu pervasız açıklama bile, 12 Eylül rejiminin sürdüğünün bir göstergesidir. Bu elikanlı katil kendi eceliyle ölse bile, 12 Eylül’ün hesabını bu ülkenin işçi ve ve emekçileri er geç soracaktır.
“Cellât uyandı yatağında bir gece “Tanrım” dedi “Bu ne zor bilmece : Öldürdükçe çoğalıyor adamlar Ben tükenmekteyim öldürdükçe…” Ataol Behramoğlu
12 Eylül düzeni emperyalizme köleliliğin ifadesidir ve bugün bu kölelik derinleştirilerek kanımız emiliyor, IMF’nin yıkım politikaları ekonomi paketi olarak sunuluyor. Amerikan savaş gemileri hiçbir engel görmeden boğazlardan geçiyor. Kürt hareketine karşı sindirme ve katletme politikası devam ederken, sözde açılımlarla Kürt halkının mücadelesi boğulmaya çalışılıyor.
12 Eylül düzeni, emperyalizmin ve sermayenin işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde sınır tanımaz bir baskı ve sömürü sistemi olarak hala da sürmektedir. Ancak, son yıllarda işçi ve emekçi hareketi saflarında biriken öfke ve hoşnutsuzluk, 12 Eylül rejiminin sermaye için yarattığı dikensiz gül bahçesini yaşatmanın hiç de kolay olmadığını göstermektedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin siyasal mücadele alanına çıkmasıyla, 12 Eylül rejiminin asıl sorumlusu işbirlikçi burjuvaziden, 12 Eylül darbecilerinden ve tüm katliamcılardan hesap sorulacaktır.
35
Honduras’ta amerikancı faşist askeri darbe Latin Amerika halklarının direnişiyle püskürtülecektir! Chavez ve Morales örnekleri egemenlere korku salıyor!
1963’te diktatörlük dönemi başlayan Honduras, neo-liberal politikaların militarizm sopası ile uygulandığı Latin Amerika ülkelerinden biridir. 19631981 boyunca kesintisiz diktatörlük ile köleleştirilmek istenen Honduras, sivil yönetime geçtikten sonra da ABD destekli faşist çetelerin tehditinden kurtulamadı. 7 milyonluk ülke nüfusunun %50’si yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkûm edildi. Latin Amerika’da emekten yana politikalar izlemeye çalışan tüm yönetimler gibi Honduras hükümetleri de sürekli darbe baskısıyla yüzyüze kaldı.
Ülkenin her yanından göstericiler başkente Başkanlık Sarayı’na yürüdüler. Amerikancı faşist darbeye karşı başta Venezüella, Nikaragua, Küba olmak üzere, Latin Amerika’nın diğer ülkelerinde de kitle gösterileri gerçekleştirildi ve birçok liderden Zeleya’ya destek açıklamaları geldi.
36
Ordunun silah zoruyla devirdiği Honduras Liberal Partisi’nden Manuel Zelaya, kazandığı başkanlık seçimleri ardından rakiplerinin itirazı nedeniyle ancak iki ay sonra görevine gelebilmişti. Ardından Zelaya, Fidel Castro ve Hugo Chavez önderliğindeki Latin Amerika için Bolivarcı Alternatif (ALBA) üyesi olmaya karar vererek, Küba, Venezüella, Bolivya, Ekvador gibi ülkelerle işbirliğine yöneldi. Asalak Honduras burjuvazisine korku salan Zelaya’nın emekten yana politikaları değildir. Daha önemlisi, diğer Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi Honduras’ta da geniş emekçi kitlelerin politikleşmesi, burjuvazinin iktidarını zora sokan bir mücadele yönelmesidir.
Darbeye karşı militan halk direnişi!
Amerikancı faşist darbenin ardından ülke dışına gönderilen Zelaya’nın Honduras halkını direnişe çağırması ile birlikte binlerce Honduraslı sokaklara çıktı. Honduraslı ilerici örgütler de yayınladıkları ortak bildiriler ile darbeye izin vermeyeceklerini ve faşist saldırıya karşı mücadele edeceklerini deklare ettiler. Ülkenin her yanından göstericiler başkente Başkanlık Sarayı’na yürüdüler. Amerikancı faşist darbeye karşı başta Venezüella, Nikaragua, Küba olmak üzere, Latin Amerika’nın diğer ülkelerinde de kitle gösterileri gerçekleştirildi ve birçok liderden Zeleya’ya destek açıklamaları geldi. Ayrıca ALBA, UNASUR, OEA gibi kıtasal örgütlülükler üzerinden, diplomatik ve siyasi araçları kullanarak darbenin boşa çıkartılacağı, gerekirse askeri müdahale alternatifinin gündeme gelebileceği ifade edildi.
Honduras’ta Genel İş Sendikası, faşist çetelerin arkasındaki kapitalistlerin işyerlerinin kuşatılması ardından, sadece ceplerini düşünen patronları can evlerinden vuracaklarını açıkladı. Devlet Darbesine Karşı Ulusal Cephe Meclisi süreli grev çağrısı yaptı, sendikalar ve emekçiler bu çağrıya kitlesel katılımları ile destek verdiler. Hayatı durduran Honduraslı emekçiler darbecilerin iplerini elinde tutan asalak burjuvaziye nefes aldırmayacaklarını kararlı tutumları ile defalarca gösterdiler. Öğretmenler ve profesörler, darbeye girişilen 28 Haziran’ın ardından greve çıktılar. Darbeye karışan iş adamlarına yanıt olarak cephe üyeleri, şehirdeki lüks dükkanlara erişimi engelledi. Darbenin ilk gününden itibaren göstericilere her fırsatta saldıran kolluk güçleri, tüm zorbalıklarına rağmen Honduraslılara boyun eğdiremediler.
Honduraslı emekçiler amerikancı faşist çeteler karşısında kararlı direnişlerini darbenin ilk gününden itibaren sürdürüyorlar. Ancak Zelaya darbecilere karşı net bir tutum almamaktadır. “Pasif direniş”i öne süren Zelaya, Nikaragua sınırındaki kampa devlet terörüne göğüs gererek ulaşan binlerce Honduraslı emekçiye rağmen şiddete başvurmadan ilerleyeceklerini ifade etmektedir. Bu tutumu ile kitlesel kıyımların önünü aldığını var sayan Zelaya, bu noktada yanılmaktadır. Amerikancı faşist çete darbenin ilk gününden itibaren militan ve kararlı Honduraslı emekçilerin direnişi karşısında son derece gayrimeşru bir konuma düşmüştür. Bu nedenle Obama yönetimi bile darbecilere tavır almak zorunda kalmıştır. Gelinen noktada darbecilerin kitlesel kıyımlarının önünü alan Zelaya’nın pasifist tutumu değil, Latin Amerika halklarının gür sesidir. 2002’de Chavez’e yönelik darbeyi Venezüellalı emekçiler püskürtmüş, ABD destekli Bolivya burjuvazisinin Morales’e yönelik tüm darbe girişimleri de emekçi kitlelerden alınan güçlü boşa düşmüştü. Tüm bunlar göstermektedir ki, Amerikancı darbeyi püskürtecek esas güç, başta Honduraslı emekçiler olmak üzere Latin Amerikalı halklarının birleşik mücadelesidir.
. . . r e l e m ş i l e g n a d a y n ü D Saldırı ve savaş örgütü NATO katletmeye devam ediyor!
Afganistan halkı direndikçe katliamlar artıyor. Amerikan askerleri, sivil katliamlarına NATO şemsiyesi altında devam ediyor. ABD ordusu, “düşman karmaşık bir pusu kurdu, her yönden ateş açtı...” gibi izahlarla katliamı mazur göstermeye çalışırken, gerçek şudur: 40'ı sivil 90 kişi, Afganistan’ın Kunduz kentinde katledilmiştir. Bu arada, işbirlikçilerin ahlâkını tanımak, hangi “kutsal” amaçlarla olursa olsun işgalcilerle işbirliği yapanların nasıl kişilikler olduğunu, pragmatizmin nasıl bir halk düşmanlığına yol açtığını görmek mümkün oldu. Devlet Başkanı Hamit Karzai'nin Kunduz kentinde yapılan katliama dair tek kelime söylememesi bunun en açık kanıtıdır.
İşbirlikçi Karzai emperyalist işgale karşı direnenlerin eylemlerini ise anında kınıyor, siz eylem yapmasanız işgalci efendilerimiz de sivilleri katletmek zorunda kalmaz demeye getiriyordu. Bugün görülen ve yarın herkesin kabul edeceği gerçek şudur ki, katliamlar direnişin büyümesini engellemeyecektir. İşgalcilerin zafer naraları attıkları yerden şimdi direnişin silah seslerinin arasında NATO generallerinin “daha fazla silah, daha fazla asker” çığlıkları duyuluyor. Son yaşanan katliam, başta ABD olmak üzere işgalci güçlerin giderek daha fazla sıkışan ve büyüyen korkularının ifadesidir. Hem Amerikan rejimi adına peş peşe yapılan açıklamalar hem ek asker gönderilmesi için “müttefikler”e yapılan yoğun baskılar, emperyalist zorbaların Afganistan’da yaşadıkları zorlanmanın açık göstergesidir. Afganistan işgalci güçler için giderek büyüyen bir bataklığa dönüşmektedir. Hamid Karzai’nin başını çektiği işbirlikçi soysuzların umutsuzluğu büyümektedir. Kabil’deki uşaklarına moral vermek için ABD adımlar atıyor. Bu adımların içinde yeni katliamlar önemli yer tutuyor. Kapitalist-emperyalist düzenin vurucu gücü NATO’nun bir fiyasko ile yüzyüze kalması ihtimali emperyalistlerin uykularını kaçırıyor. ABD-İngiltere ikilisi dışındaki devletler Afganistan’a ek kuvvet göndermiyorlar. ABD ve suç ortakları, ek kuvvet gönderilse de başarıya ulaşma şanslarının çok düşük olması korkusunu yaşıyorlar. Son katliamda da görüldüğü gibi, NATO komutasındaki işgalci güçler sivil halkın üzerine bomba yağdırıp toplu katliamlar yapmak dışında kayda değer bir başarıya ulşamamışlardır. Hal böyleyken, Afganistan’dan tabut taşımanın yaratabileceği tepkilerden de çekinen gerici rejimler, Pentagon-NATO merkezli basınçları rağmen Afganistan bataklığına girmek istemiyorlar.
Afganistan’ın Kunduz kentinde yaşanan son katliam, emperyalist ABD’nin zafer umudunu yitirmeye başladığının açık göstergesidir. ABD savaş aygıtı ile NATO’nun şefleri diğer devletlere asker göndermeleri için basınç uygularken, aynı zamanda Taliban güçleriyle anlaşmanın yollarını da aramaktadırlar. Kabil’deki uşak takımının yanısıra, yakın zamanda Pakistan’ın bir bölgesinde şeriat kurallarının geçerli olması konusunda Taliban güçleriyle anlaşan İslamabat’taki Amerikancı rejim de Taliban-Washington anlaşmasını sağlayabilmek için uğraşıyor. NATO katliamı, emperyalistlerin pervasızlığı kadar direnen halklar karşısındaki çaresizliğinin bir göstergesidir.
Kolombiya'da işçiler öldürülmeye devam ediyor!
Kolombiya'da Gustavo Gómez and Mauricio Antonio Monsalve Vásquez adlı iki sendikacı daha suikaste uğradı. Sendikal hareket ise yetkililerden dökülen kanın son bulması için gereken neyse yapılmasını istedi. Kolombiya’da 2009’un Ocak ayından itibaren suikaste uğrayan sendikacı sayısı 27’ye yükseldi.
21 Ağustos günü, kimliği belirsiz kişiler Nestlé-Comestibles la Rosa S.A. işçisi ve Sinaltrainal Sendikası üyesi Gustovo Gómez’i evinde katletti. 10 el ateş edilerek vurulan Gómez bir kaç saat içerisinde hayatını kaybetti.
Yunanistan’da 10 bin kişi hükümete karşı yürüdü
6 Eylül Pazar günü Yunanistan’ın kuzeyindeki Selanik kenti merkezinde 10 bini aşkın kişi hükümeti “anti-sosyal” politikalarına karşı yürüdü.İki banka şubesi molotof kokteylleri ile ateşe verilirken, 3 bankamatik de tahrip edildi. Polis 20 kadar genci gözaltına aldı. Kentte Yunan Genel İşçi Konfederasyonu (GSSE) ve Memurlar Federasyonu (ADEDY) ile Komünist Parti’ye yakın Sendikal Mücadele Cephesi (PAME) ve diğer aşırı sol gruplar tarafından üç ayı yürüyüş yapıldı. Gösterilerde, “Hükümet ve bankalar ülkeyi ucuza elden çıkarıyor”, “Sermaye ödemeli” şeklinde sloganlar atıldı. Eylemciler, sabah saatlerinde Başbakan Costas Caramanlis’in açılışını yaptığı Uluslar arası Fuar binasının önüne kadar yürüdü. Fuarın açılışı her yıl siyasi ve sosyal eylemlerle protesto ediliyor.
Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı çiftçiler sokağa çıktı
3 Eylül tarihinde, Hindistan’da çiftçiler ve işçi sendikaları üyeleri Yeni Delhi’de, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ile Hindistan arasındaki görüşmeleri protesto etti. Protestolar sırasında Hindistan Sosyalist Birlik Merkezi (SUCI) üyeleri WTO’yu temsil eden bir kukla yaktı. WTO direktörü General Pascal Lamy ve birçok ülkenin bakanının katılacağı toplantıda tarıma uygulanan sübvansiyonlar ve vergi tarifeleri tartışılıyor.
Sağlık çalışanlarının grevi hastaneleri durdurdu
Nepal’de Eylül’ün başında ülke genelinde Nepal Hastabakıcılar Sendikası’nın başlattığı grev nedeniyle hastanelerdeki hizmetler durma noktasına geldi. Hükümet ile sendika arasında imzalanan ve işçilerin işlerinin sürekliliğini içeren sözleşmenin uygulanmasını talep eden çalışanlar acil servis dışındaki tüm birimleri durdurdu. Sağlık çalışanları ayrıca sağlık sektörüne politik müdahalelerin durdurulmasını talep ediyor.
Oaxaca’da öğretmenler grevde
Meksika’nın Oaxaca eyaleti, aylarca süren eğitim grevlerinden üç yıl sonra, polisin eylem sırasında bir öğretmeni vurarak öldürmesi üzerine yeni bir genel greve sahne oldu. Sendika üyesi öğretmenler, protesto için eyaletin merkezi olan Oaxaca şehrinde, üç farklı noktada yolu bloke ederek eylem düzenledi. Bölüm 22 sendikasının genel sekreteri Azael Chepi Santiago, grevlerin devlet yetkililerine baskı yapmak için tek yol olduğunu belirtti.
37
Anısı önünde sayıyla eğiliyoruz…
Yılmaz Güney: Devrime adanmış bir yaşam!
“Hayat bize mutlu olma şansı vermedi Biz kendimizden başka Herkesin üzüntüsünü Üzüntümüz, Acısını acımız yaptık. Çünkü dünyanın öbür ucunda, Hiç tanımadığımız bir insanın Gözyaşı bile içimizi parçaladı...”
Kapitalizmin insanlığı yozlaştırıp, kendinden başkasını düşünmeyen bencil bireyler yaratırken, o bu dizeleri yazmıştı. Çünkü o yaşamının her anını insanlığa, devrime ve sosyalizme adamıştı. Yaşamının son anına kadar buna uygun bir pratiğin içinde oldu. Bir yazar, şair ama en çok da sinemacı yönüyle tanınırdı. Sinemanın “Çirkin Kral”ı diyorlardı ona. Evet, Yılmaz Güney’den bahsediyoruz. Doğduğu topraklarda ezilen, sürgüne gönderilen, onlarca filmi yasaklanan, sansüre uğrayan Yılmaz Güney’den... Senelerce cezaevinde yatan, uzun yılların ardından cezaevinden kaçan, vatandaşlıktan çıkarılan Yılmaz Güney’den... Çocukluğunun büyük bölümünü simit satarak geçiren, 13 yaşında sinemayla tanışan, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle hapse atılan Yılmaz Güney… Kapitalist sistemin herşey gibi sanatı da metaya dönüştürdüğü günümüzde, onun için sanat kendi davasını insanlığa anlatmanın bir aracıydı. Herkes yaşamından bir parça bulabilirdi onun filmlerinde… O ezilmişliği anlatmıştı, ezen ezilen çelişkisini yansıtmıştı, bizim yaşamlarımızdan örnekler sunarak… Onun için sanat siyasetten ayrılamazdı. Bunu şu sözlerle anlatmıştı: “Sanat tek başına devrim yapmaz, fakat
doğru bir çizgiye, dünya hakkında doğru bir siyasi görüşe sahip olan bir sanatçı, eserleri yoluyla, halkla, kitlelerle çok güçlü ve geniş bağlar kurabilir.” “Devrim ise, tek başına silahların çözeceği bir sorun değildir. Belirleyici olmasına karşın, hayatın her alanında sürdürmemiz gereken kültürel, sanatsal ve bir dizi diğer çalışmalarla birleşmesi gerekir. İşte filmimiz ve yaratacağı siyasal sonuçlar, bu anlamda mücadelenin bir parçası olacaktır.” Verdiği mücadeleyi her zaman yaşattı. İçeride, dışarıda, doğduğu topraklarda, sürgünde … “Ezilen sınıfların sınıf kardeşliği” için vereceği mücadeleyi, devrimi haykırdı. “Sorunun esası şudur, ya devrim yolunu seçeceğiz ya da bu düzenin haksızlıklarına, baskılarına boyun eğerek şu ya da bu biçimde teslim olarak yaşamayı seçeceğiz. Bu çeşit bir seçiş yok olmanın bir biçimidir…” O insanlığın yok olmaması için çabaladı. Bütün bir yaşamı boyunca direnmeyi seçti. Son konuşmasında da bunu haykırıyordu. “Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir...” O bir özgürlük savaşçısı olarak savaştı ve her zaman haykırdı düşmanının suratına “Kazanacağız, mutlaka kazanacağız!”
Kitap: Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum
İnsan iradesi neler yapabilir?
Nazi Ordusu’nun zulmünün doruğa ulaştığı 1940’lı yıllar...
38
İkinci emperyalist paylaşım savaşı üzerine yazılan çoğu yazı, Nazilerin dünyaya hakim olma isteği, Yahudilere yaptıkları ve toplama kamplarından bahseder. Birçok anı, birçok tarih kitabı bunları ayrıntılarıyla dile getirir. Almanya’nın dünya gücü haline gelme çabaları, Fransa’yı işgali, Sovyetler Birliği’nin savaş karşısındaki tutumu, savaşa girmeyen ABD’nin savaştan nemalanma çabaları, vb… Savaş anılarının çoğunda ise toplama kampları ele alınır. Bir odaya kapatılan insanların verilen gazla öldürülmesi, yapılan işkenceler, üretilen sabunlar… Ancak tüm bu gerçekliklerin ve vahşetin yanında bu kez bunlar anlatılmayacak. Bu zor koşullarda savaşın yaşandığı ülkelerden birinde, Bulgaristan’da geçenler konumuz. Savaş yılları, açlık, sefalet koşulları ve partizanlar… Küçük yaşta evi terkederek çalışmaya başlayan Mitka, genç yaşlarda Remsistlerle tanışır
ve bu yaşamının dönüm noktasıdır. Fabrika içerisindeki örgütlenme çalışmasından illegal yaşama geçmesi, buradan partizanların arasına katılması ve gerçekleştirilen eylemler… Kendi yaşadıklarını anlatan Mitka Grıbçeva kitapta dönemin özelliklerini, fabrikaları ve çalışma koşullarını, illegal partinin örgütlenmesini anlatır... “Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum” her ne kadar otobiyografi gibi görünse de partili yaşamı ayrıntılarıyla anlatan bir kitap. Bir devrimcinin yaşamında büyük yer eden ve karşısına çıkan en büyük zorluk olan küçük burjuva alışkanlıkların nasıl yok edildiği, bunların akla dahi gelmediği, verilen mücadele ve bu mücadeledeki azmi okurken, kendi yaşamınızdaki bahaneleri yok edebilirsiniz. İnsan iradesinin neler başarabildiğine bir kez daha tanık olmak için… İyi okumalar! T. Karanfil