Düzenin asgari ücret tehdidi: Ya sefalet ya işsizlik!
Tescilli bir patron partisi olan AKP ve güdümündeki medya, eğilip bükülen rakamlarla, algıları en geri noktada belirlemeye çalışıyor.
Ekonomik kriz içerisinde debelenen kapitalist düzen, emekçilerin sadece yaşamlarını idame ettirmesi ve üretimin sürekliliği için gerekli olan asgari ücreti bile emekçilere çok görmektedir. Ücretleri emeğimizin karşılığı olarak sunan kapitalistler, kurdukları ortaoyunu ile
milyonlarca emekçiyi bu yalana inandırmaya çalışmaktadırlar. Ancak toplumun büyük bir kısmı bilmektedir ki bu bir aldatmacadır. Kapitalist düzende insanca yaşamaya yetecek bir asgari ücret, ortaoyunları ile değil, mücadelenin düzeyi ile belirlenmektedir. s.7
Kızıl Bayrak
Sosyalizm İçin Haftalık Sosyalist Siyasal Gazete ISSN 1300-3585 Sayı 2019 / 01 (47) 20 Aralık 2019 • 1 TL
www.kizilb
ayrak45.ne
t
2019 ve düzen siyaseti...
Kriz derinleşiyor, dengeler sarsılıyor!
3
Tek adam diktatörlüğü ve şizofreni
İ
ç politika gibi dış politikası da şizofrenik bir hal alan sermayenin diktatörü cambazlıklar yapıp gemisini yüzdürebileceğini hesaplıyor.
Elektrik ve doğalgaz faturaları nasıl düşürülür?
5
E
mekçilere fatura bedellerini nasıl düşürebileceklerini, hatta zamanla nasıl tümden kaldırabileceklerini bir de biz anlatalım.
Düzen siyasetinde yaşanan krizlerin hangi sonuçlar doğuracağını bugünden ortaya koymak zor. Fakat akıldan çıkarılmaması gereken temel önemde bir gerçekliğin altını çizmeliyiz. Baskı, zorbalık ve sömürü cenderesinde boğulan işçi ve emekçiler düzen içi gerilim ve krizlerden kendisi açısından olumlu bir sonuç çıkabileceği yanılgısına asla düşmemelidir. Zira, iktidarı ve muhalefeti ile burjuva siyaseti varlığını kapitalist sömürü düzenine borçludur ve ona hizmet etmektedir.
Tarihsel çağ ve yeni tarihsel dönem- 2 - H. Fırat
Fransa’daki 1,5 milyonluk grev bize ne anlatıyor?
18
F
ransa emperyalist-kapitalist sistemin kalbi olduğu yerde, Fransa’daki işçi sınıfı da dünya proletaryasının kalbinin attığı yer olmaya devam ediyor.
2 s.1
Tekstil işkolunda kadın işçiler, sorunları ve talepleri
6 s.1
2 * KIZIL BAYRAK
20 Aralık 2019
Kapak
2019 ve düzen siyaseti...
Kriz derinleşiyor, dengeler sarsılıyor! 2019 yılı düzen siyasetinde yaşanan belirsizliklerin ve krizlerin derinleştiği bir yıl oldu. Özellikle Mart ayında yapılan yerel seçimler ve tekrarlanan İstanbul seçimleri düzen cephesinde oluşan çatlakları tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi. “Türkiye halen belirsizliklerle dolu bir geçiş süreci içindedir. Son birkaç yılı belirleyen kararsız denge hali sürmektedir. Olayların nereye varacağını kestirmek bugün için kolay değildir. Bunu belirleyecek olan karmaşık bir dizi iç ve dış etken var. Birbirini besleyen ya da çelen ve çatışan bu etkenlerin sonuçta ortaya ne çıkaracağını zaman gösterecektir.” (TKİP VI. Kongre Bildirgesi)
ERDOĞAN YÖNETIMININ YIPRANMA SÜRECI DEVAM EDIYOR
Sermayenin ve emperyalist güçlerin açık desteği ile 2002 yılında hükümet koltuğuna oturan AKP, bundan aldığı güçle 17 yıldır siyasal iktidarı elinde tutmayı başarabildi. Bu başarıyı sadece bu güçlerden aldığı desteğe borçlu olmadığı ise açık. AKP gericiliği, aradan geçen zaman diliminde, gerek “ileri demokrasi” safsatalarıyla, gerek din bezirganlığı yaparak, gerekse de ırkçı-şoven politikaların önünü sonuna kadar açarak kendisine geniş bir toplumsal taban oluşturabildi. Yalan, demagoji ve siyasal gericilikle oluşturduğu bu toplumsal desteği iktidar gücünü ayakta tutmak için bir meşruiyet zemini olarak değerlendirdi ve sistemli bir şekilde istismar etti. Her seçim başarısını “milli irade” söylemi ile paketleyip topluma sundu ve meşruiyetinin göstergesi saydı. “... Hukuksal ölçü ve normları hiçbir zaman umursamayan, ihtiyaç duyduğu her durumda onları çiğneyen ya da basitçe yok sayan dinci faşist gericilik odağı, fakat öte yandan, her yeni adımına ya da saldırısına olanaklı olduğu her durumda hukuksal bir meşruiyet desteği sağlamayı da önemsemiş ve bundan da en iyi biçimde yararlanmıştır.” (Referandum ve Devrimci Sınıf Çizgisi) Ancak, son yılların toplumsal-siyasal gelişmeleri tüm bu olanakların giderek tükenmeye başladığını göstermektedir. Boğazına kadar yolsuzluk ve rüşvet baSosyalizm İçin
Kızıl Bayrak Haftalık Sosyalist Siyasal Gazete
Sayı: 2019/01 (47) * 20 Aralık 2019 * Fiyatı: 1 TL
tağına saplanmış bulunan, her adımında toplumsal sorunları derinleştiren bir iktidarın meşruiyetini korumakta zorlanması elbette şaşırtıcı değildir. Kırılma noktası olarak Haziran Direnişi alınırsa, özellikle son altı yıldır Erdoğan yönetimi adına yaşanan tam da budur. Son yıllarda kendini daha belirgin hissettiren ekonomik kriz ve onun toplumsal yaşam üzerindeki etkileri, sistemli bir şekilde tırmandırılan faşist baskı ve zorbalık, Kürt halkını, Alevileri ve kadınları hedef alan gerici politikalar vb., toplumun önemli bir kesiminde ciddi bir öfke ve tepki biriktirmiş bulunmaktadır. Bunun en dolaysız göstergesi, 2019 yılında gerçekleşen yerel seçimler olmuştur. Özellikle tekrarlanan İstanbul seçimleri, tüm hilelere ve seçim oyunlarına rağmen yaşadığı yenilgi, Erdoğan yönetiminin toplumsal desteğini artık eskisi kadar kolay koruyamadığını gözler önüne sermiştir.
DÜZEN SIYASETININ KRIZI DERINLEŞIYOR
AKP iktidarı ile temsil ettiği sermaye düzenini açmaza alan ve yıpratan sorunların diğer boyutu ise siyasal krizin derinleşmesidir. 2016 yılında Fethullahçı çete tarafından gerçekleştirilen faşist darbe girişimini gerici iktidarını pekiştirmenin ve tek adam rejimini kurumsallaştırmanın imkânı olarak değerlendiren Erdoğan yönetimi, bunu başarmakta fazlasıyla zorlanmaktadır. Darbe girişiminin ardından yeni bir boyut kazanan rejim krizi tüm yönleriyle varlığını sürdürmektedir. Başta seçim süreçleri olmak üzere 2019 yılının siyasal gelişmeleri ise, AKP iktidarının bu konuda mesafe alabilmesinin hiç de kolay olmadığını göstermektedir. Karşısında elle tutulur bir düzen muhalefetinin olmadığı, dahası toplumsal mücadele dinamiklerinin alabildiğine geri olduğu günümüz koşullarında bile bunu başaramamaktadır. “... Elinde tuttuğu muazzam güce ve hala da sahip olduğu önemli kitle desteğine rağmen, bu güçler koalisyonu ve onun kurmaya çalıştığı yeni rejim, henüz oturmuşluktan ve dolayısıyla istikrardan yoksundur. Hassas Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Ersin Özdemir EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. Yayın türü: Süreli Yaygın
ve kırılgan dengelere dayalıdır. Aradan geçen yıllara rağmen hala da esneme yeteneği gösterememesi bunun bir göstergesidir.” (TKİP VI. Kongre Bildirgesi) Öte yandan, ne kadar basiretsiz olsa da burjuva düzen muhalefeti cephesinde yaşanan CHP eksenli bloklaşma ile Davutoğlu, Abdullah Gül ve Ali Babacan gibi AKP artıklarının yeni parti girişimleri nedeniyle siyasal kriz önümüzdeki süreçte daha karmaşık bir hal alacaktır.
DIŞ POLITIKADA IFLAS VE GERILIM
Dış politika alanında yaşanan iflas ve açmazlar 2019 yılında daha bir derinlik kazandı. Özellikle Suriye savaşı ve AKP iktidarının bu alanda kendi önceliklerini esas alan çizgisi, başta ABD olmak üzere emperyalist merkezler ile yeni kriz dinamiklerini tetikledi. Son günlerde ABD emperyalizmi tarafından her vesileyle aşağılanması, yaptırım tehditleri ile karşı karşıya kalması bunun güncel örnekleri oldu. Rus ve ABD emperyalizmiyle ilişkilerde iki ipte oynayan cambaz misali hareket eden AKP iktidarı, günü kurtaran kimi tavizler elde etse bile, onlar tarafından her açıdan güvenilmez bir ortak olarak değerlendiriliyor. Ortadoğu’da ve dünyada büyük bir tecrit edilmişlikle karşı karşıya bulunuyor. Öte yandan, çıkarları birbiriyle çatışan emperyalist merkezlerle kurduğu karmaşık ilişkiler Erdoğan yönetimini her geçen gün daha da açmaza itmekte, ipler günden güne gerilmektedir. Özellikle Suriye ve Rojava’yı hedef alan işgal harekatlarının ardından yaşanan gelişmeler, bir-iki hafta içerisinde cereyan eden baş döndürücü savaş diplomasisi, bu gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi. Kapıda ise, Libya üzerinden Rusya ile, Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerinden batılı güçlerle yaşayacağı yeni kriz dinamikleri beklemektedir. Bugün Suriye macerası tam bir iflasla dönüşmüş durumdadır. Suriye’de saplandığı bataktan nasıl sıyrılacağı ise hala bir muammadır. Dahası, savaş ve saldırganlığa dayalı dış politika çizgisi ve Kürt halkının kazanımlarını hedef alan kirli savaş politikaları, içerde beklediği sonuçYönetim Adresi: EKSEN YAYINCILIK Osmanağa Mah. Kırtasiyeci Sk. No:9 Kat:2 Daire:7 Kadıköy / İstanbul
ları eskisi gibi yaratamamaktadır.
İŞÇI VE EMEKÇILER DÜZEN SIYASETININ ÇATLAKLARINA DOLGU MALZEMESI OLMAMALIDIR!
Düzen siyasetinde yaşanan krizlerin hangi sonuçlar doğuracağını bugünden ortaya koymak zor. Fakat akıldan çıkarılmaması gereken temel önemde bir gerçekliğin altını çizmeliyiz. Baskı, zorbalık ve sömürü cenderesinde boğulan işçi ve emekçiler düzen içi gerilim ve krizlerden kendisi açısından olumlu bir sonuç çıkabileceği yanılgısına asla düşmemelidir. Zira, iktidarı ve muhalefeti ile burjuva siyaseti varlığını kapitalist sömürü düzenine borçludur ve ona hizmet etmektedir. Bu bağlamda TKİP VI. Kongre Bildirgesi, düzen siyasetinde yaşanan gelişmelere nasıl yaklaşılması gerektiğini özlü bir biçimde ortaya koymaktadır: “Ağır toplumsal kriz koşullarında dinci-faşist iktidar kaçınılmaz olarak yıpranmaktadır. Meşruiyet sağlamakta önemli bir imkan olarak kullanageldiği seçmen desteği giderek erozyona uğratmaktadır. Fakat patlak verecek güçlü bir halk hareketiyle yerinden edilmediği sürece, o bir iktidar gücü olarak kalmak kararlılığındadır. Bunun için iç savaş tehdidi de dahil her türlü gayrı meşru yol ve yöntemi kullanmak niyetinde olduğunu şimdiden göstermiştir. Fakat düzen içi siyasal güç dengelerinde işler başka türlü seyretse bile, en azından iktidar ortağı olarak kalacaktır. Emperyalist odakların ve onunla uyumlu büyük sermaye gruplarının manevraları konusunda yanılgıya düşmemek için bunu göz önünde bulundurmak önemlidir.” “Dinsel gericiliğin çatı partisi AKP, onun temsil ettiği zihniyet, ideoloji, kültür, bunların maskelediği toplumsal güçler, sınıfsal çıkarlar ve sermaye grupları, cemaat ve tarikatlardan vakıflar ve derneklere kadar bin türlü oluşum, örgüt ve kurum, günümüz Türkiye’sinin en katı gerçeklerinden ve mevcut kapitalist düzenin en temel yapıtaşlarından biridir. Dolayısıyla tüm bu yapı ve ilişkileriyle dinsel gericiliğe karşı mücadele, kurulu sermaye düzenine ve emperyalizme karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır.” Tlf. No: 0536 285 73 25 e-mail: info@kizilbayrak.net twitter: @kizilbayraknet www.kizilbayrak45.net
Baskı: Kuzey Veb Ofset Sanayi Ticaret LTD ŞTİ - Tayakadın Yassıören Cd. No:75/1 Tayakadın Köyü Arnavutköy / İSTANBUL
20 Aralık 2019
KIZIL BAYRAK * 3
Güncel
Tek adam diktatörlüğü ve şizofreni Sermaye diktatörlüğünün tek adam diktatörlüğü biçimine bürünmesi sermaye için sınırsız olanaklar ve imkanlar yaratıyor. Fakat diktatörün dengesiz, şizofrenik davranışları sermayenin genel çıkarları için bir sorun halini alabilir. Diktatörün on milyonlarca işçi ve emekçinin açlık ve sefaleti pahasına kapitalistlere nurlu ufuklar açma çabası, böylesi bir davranış sayılabilir. İşçi sınıfı ve emekçilerin en basit mesleki örgütlenmesine bile tahammül etmeyen, hak arama mücadelesinin yollarını devletin yargı-polis gücü ve zoruyla tıkayan diktatörlüğün, toplumu zapturapt altında tutabilmesi için bundan fazlasına ihtiyacı vardır. Kaba zor ve şiddetin, polis ve yargı terörünün kamufle edileceği ideolojik bir örtü gerekiyor ona. İktidardakiler, şizofrenik bir hal alan “bölünme”, “parçalanma” vb. korkusunu “beka” sosuna bulanmış milliyetçi-faşist ideolojiyle teskin etmeye çalışıyorlar. İç politika gibi dış politikası da şizofrenik bir hal alan sermayenin diktatörü cambazlıklar yapıp, her tarafa yaranarak veya her tarafı aldatarak, gemisini yüzdürebileceğini hesaplıyor. İktidarda kalmak için ilkesizliği, pragmatizmi ve hilekârlığı, ikiyüzlülüğü ve aldatmayı amentü yapan diktatör, şiddeti ve militarist araçları da sınırsızca kullanmaktan geri durmuyor. Durmanın, saltanatı için ölüm demek olduğunu biliyor. İçeride estirilen polis ve yargı terörünü dış politikada savaş kışkırtıcılığı, gücünün yettiği yerlerde ise savaşı yaygınlaştırma çabası tamamlıyor. İçeride ve dışarıda önüne çıkan her engeli savaş ve şiddet makinasını takviye etmenin, milliyetçi histeriyi körüklemenin olanağına dönüştürmeye çalışıyor. İktidarının/sarayının bekasını memleket bekası olarak pazarlayarak, dinsel sosa bulanmış milliyetçi-faşist ideolojiden bir zırh oluşturuyor.
SARAYIN SEFAHAT VE SAVAŞ DÜŞKÜNLÜĞÜ
Kendisine, çevresine ve yandaşlarına sınırsız sefahat sunan saray, emekçilere ise mutlak bir yoksulluğu ve açlığı dayatarak, ülkeyi toplu intiharların girdabına atıyor. Suriye’nin topraklarını işgal ederek, Libya ve Suriye’nin petrol zenginliklerini yağmalayabileceği hayalleriyle
yanıp tutuşuyor. Başkent Trablus’a sığınmış, bölünüp parçalanmış ülke içerisinde hiçbir ağırlığı olmayan, geleceği belirsiz hükümetle askeri anlaşmalar yaparak, Libya’nın petrol yataklarını yağmalamaya hevesleniyor. Bahçeli üzerinden “İhtiyaç hasıl olursa Libya’ya asker göndermek aynı zamanda bir beka meselesi olur” açıklamaları yaptırılarak, yeni savaş alanlarının fitili tutuşturuluyor. Akdeniz’de yeni gerilim ve çatışma alanlarının zemini yaratılıyor. Nereden bakılırsa bakılsın Osmanlı hanedanlığınınki gibi muazzam bir çöküşe doğru doludizgin yol alıyorlar.
“DOSTUM” “HAYAL KIRKLIĞI” VE AĞIRLAŞAN FATURA
“Dostum” dediği Trump’la, Trump’ın aşağılayıcı mektubundan sonra yaptığı görüşmede, pazarlıklar karşılığında yaptırımların ertelendiği, Ermeni soykırımı yasasının gündemden kalktığı ilan edilmişti. Yaptırımlar ve Ermeni soykırımı tasarılarının ABD senatosunda yeniden oylanıp kabul edilmesi, sarayın “dostum” söylemlerinin dayanaktan yoksunluğunu bir kez daha tescilledi. Efendiyle uşak arasındaki “dostluğun” bir sınırı vardır. Ermeni soykırım yasasını ve yaptırımları yeniden gündemine alan ABD senatosu, bu girişimini “Erdoğan bizi hayal kırklığına uğrattı” diye gerekçelendiriyordu. Verilen fakat yerine getirilmeyip de “hayal kırıklığına” yol açan vaatlerin neler olduğu Türkiye halklarına açıklanmadı. Yapılan kirli pazarlıkların içeriği ve kapsamının bir sır olarak saklanmasına devam edilecektir. Saray ve avenesi yapılan kirli pazarlıkları açıklamak yerine hiçbir inandırıcılığı olmayan, kaçıncı defa olduğunu söyleyenlerin de unuttuğu boş palavralarla ortamı bulandırıyor. Gerçeklerin anlaşılmasını engellemeye ve Ermeni halkına karşı işlenen tarihi suçlarının üzerini kapatmaya çalışıyor. Kaldı ki, ABD senatosunda Ermeni soykırım yasa tasarısının yanı sıra, ABD Kongresi’nde, Rus doğalgazını Avrupa’ya taşıyacak olan Türk Akımı projesi, S-400’ler ve F-35’lerle ilgili yaptırım öngören yasa tasarısı da kabul edildi. Efendileri tarafından kesilen “hayal kırklığı” faturası oldukça yüklü olacak gibi gözüküyor. Saray ve avenesinin canhıraş çırpınışlarının arkasında bu gerçek yatıyor.
BAYATLAMIŞ ESKI NAKARATLAR, GERÇEKLER VE “CIDDIYET” IMTIHANI
Sahte ve hiçbir inandırıcılığı olmayan “İncirlik ve Kürecik’i kapatırız” salvolarıyla, “hayal kırklığına” uğrattıkları efendileri tarafından kesilen faturanın yükünü hafifletmeyi hesaplıyorlar. Onların bu içi kof atıp tutmalarının, efendilerinin nezdinde bile hiçbir tutar yanı yoktur. Erdoğan ve tayfasının defalarca yaptıkları bu ve buna benzer çıkışlarının ne kadar anlamsız ve desteksiz olduğunu, ABD Savaş Bakanı Mark Esper Belçika’da gazetecilere yaptığı açıklamayla dışa vuruyordu. Esper, “Bu konu daha önce bana getirilmedi. İlk olarak gazetelerde okudum, bu nedenle mevkiidaşım ile konuşup tam olarak ne demek istediklerini ve ne kadar ciddi olduklarını anlamam gerekiyor” diyerek, Türkiyeli uşaklarının “ciddiyetlerini” sorguluyordu. Efendileri tarafından ciddiyet sorgulamasına tabi tutulan uşakların dillere destan ciddiyetsizliklerini herkesten çok efendileri biliyorlardır. Çok değil daha bir hafta önce Esper’in mevkidaşım dediği, NATO tezgahından geçmiş Hulusi Akar, 11 Aralık günü TBMM’de kimi parlamenterlerin yaptığı NATO eleştirilerine, “NATO üyeliğimizden veya müttefikliğimizden vazgeçmek gibi bir niyetimiz söz konusu değildir. … Türkiye sadece kendi sınırlarını değil, NATO sınırlarını da korumaktadır. Türkiye’nin güvenliği, NATO dahil, tüm Avrupa’nın güvenliğidir. NATO, Türkiye’yle çok daha güçlü ve anlamlıdır. Bunu tartışmaya açmak anlamsızdır.” karşılığını veriyordu. Erdoğan ise, “Biz, NATO’nun merkezindeyiz. Hala NATO’nun merkezindeyiz. NATO’dan uzak durmak gibi bir niyetimiz ya da girişimimiz yoktur. Hiçbir yere gitmiyoruz, NATO’dayız” diyordu. Söylenen sözlerin sıcaklığı daha geçmemişken, verilen sözler ve yapılan anlaşmalar ortadayken, sizlerin sahte çıkışlarınıza
hiç kimse inanmaz, efendileriniz ise hiç inanmazlar. Efendiler uşaklarını iyi tanırlar. Uşakların, iç kamuoyuna yönelik milliyetçi histeriyi körüklemek için yaptıkları böbürlenmeleri ciddiye almaz, yüz yüze ne konuştuklarını önemseyerek, onları “ciddiyet” sınavına tabi tutarlar.
ANTI-EMPERYALIZM YA DA ULUSALCILARIN EFENDI DEĞIŞTIRME TUTKULARI
Sermaye diktatörlüğünün dayandığı kapitalist mülkiyet ilişkilerine ve bu ilişkilerin parçası olduğu uluslararasılaşan kapitalist üretim sistemine karşı çıkma programına sahip olmadan, sahte bir anti-emperyalizm, daha çok da anti-Amerikancı lakırdılarla anti-emperyalistlik taslayanlarla doludur ülkemiz. Erdoğan ve şürekasının yanı sıra eski generallerin buluşma alanı olan Perinçek’in “Aydınlık”ı benzeri tescilli sermaye uşakları gibi, Suriye’nin işgali için evet oyu veren partiler de bu yalan ve aldatma kervanına katılmaktan geri durmuyorlar. Oysa, NATO ve emperyalistlerle yapılan ikili ve çok yönlü anlaşmaların altında bunların imzaları vardır. Özellikle “sol” ve hatta sosyalist geçinen ulusalcı cenahın kabaran anti-amerikancılığının da bir sınıırı vardır ve bu sınırlarının kapısı bir başka efendinin kucağına açılıyor: “ABD yaptırımlarına cevap vermek için gündeme getirilebilecek alternatif S-400 hava savunma sisteminin, Doğu Akdeniz’i kapsayacak şekilde aktive edilmesi olabilir.” Putin sizleri ne kadar takdir etse azdır! Kim ki anti-emperyalist olmak iddiasındaysa uluslararasılaşan kapitalist üretim sürecinin ve sisteminin bir parçası olan Türk kapitalizmine ve onun yayılmacılık ve talancılığına, emperyalist sistemin bölgedeki üssü olmasına, TÜİK’in çarpıtılmış rakamları üzerinden emekçilere açlık sınırında bir ücreti layık gören sermayeye ve onun diktatörüne karşı savaşmak zorundadır. Gerisi laf-ı güzaftır.
4 * KIZIL BAYRAK
20 Aralık 2019
Güncel
Yolsuzluk düzeni elbet değişecektir! Sermaye düzeni aynı zamanda bir yağma ve soygun düzenidir. 17-25 Aralık 2013’te patlak veren yolsuzluk skandalı ve sonrası süreçte yaşananlar ise sermaye düzeninde şimdiye dek yapılan yolsuzlukların ibretlik bir örneği olmuştur. Bir zamanlar beraber yürüyen ama Fethullahçı çete (bugün “FETÖ” diye anılıyor) ile Erdoğan AKP’sinin yollarını kesin biçimde ayıran bu süreçte, düzen siyasetinin en kirli ilişikleri de ifşa edilmişti. 17 Aralık yolsuzluk operasyonuna, dönemin bakanlarından Zafer Çağlayan, Muammer Güler, Egemen Bağış ile Erdoğan Bayraktar’ın adları karışmış, yanı sıra Halkbank Genel Müdürü, Ali Ağaoğlu, Rıza Sarraf ve Fatih Belediye Başkanı gibi isimlerin de yer aldığı 89 kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınan kişilere, “rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık” gibi suçlamalar yöneltildi. Buna İstanbul Emniyet Müdürlüğünde Organize Suçlarla Mücadele, Terörle Mücadele, Mali Suçlarla Mücadele, Kaçakçılıkla Mücadele ve Asayiş şubelerinin müdürlerini değiştirme hamlesiyle karşılık verildi. Yine İstanbul, İzmir ve Ankara Emniyet’lerinde birçok şube müdürünün yeri değişirken, operasyonu yapan polisler için de tutuklama kararları çıktı. 17 Aralık soruşturmasına takipsizlik kararı verildi. Bir yıl dolmadan da soruşturma dosyası kapandı. Meclis’te adları yolsuzluk iddialarına karışan 4 eski bakanın Yüce Divan’a gönderilmesine yönelik önergeler reddedildi. “Yolsuzluk ve rüşvet” iddiaları ile ilgili TBMM’ye verilen teklif ve soru önergeleri yanıtsız kaldı vb. Kısacası böylesine büyük bir rezalet neredeyse sorunsuz bir şekilde kapatıldı. Bir TV kanalının canlı yayınında Erdoğan Bayraktar, “Soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın talimatıyla yapıldı. Başbakan’ın istifa et-
Kesin olan şu ki hepsi aynı kumaştandır. Bugün birbirlerini suçladıkları yolsuzluklar yaşanırken hepsi de aynı siyasetin parçasıydı. Hepsi bu suça ortaktır. İşçi ve emekçileri kandırmak, oylarını almak için bugün dürüstlükten bahsetmektedirler. mesi gerekir” demişti. Fakat o dönem başbakan olan Erdoğan, o süreci, “Türkiye içinde ve dışındaki bir takım karanlık çevrelerin” işi olarak kodlayıp, “Türkiye üzerinde operasyon yapılacak, ameliyat yapılacak bir ülke değildir. Ak Parti iktidarı buna izin vermez” diyerek iktidarını pekiştiren bir fırsata çevirdi. Birlikte iş yaptıkları, o çok övdükleri Gülen cemaati “paralel” olarak adlandırılıp, “FETÖ” terör örgütü haline geldi, cemaat kanalları gazeteleri kapatıldı, şirketlere el konuldu. Erdoğan, cemaat ile ortaklığını “aldatıldık”, “Allah affetsin” diyerek geçiştirmiş, ancak “FETÖ” soruşturmaları bahane edilerek, tüm muhalif kesimler hedef tahtasına çakılmıştı. Biliniyor ki, Gülen cemaati ve bir dizi tarikatın oluşturduğu dinci-gerici AKP koalisyonu hükümete geldiğinden beri, koalisyonun bileşenleri, sermaye düzeni-
nin sunduğu nimetleri tepe tepe kullandılar. Tüm taraflarıyla da yolsuzluklarda ortaktırlar. Yağma, talan ve soygun düzenine “AKP tarzı” ekleyerek semirdikçe semirdiler. Gelinen yerde her alanda yolsuzluk, rüşvet, her türden kirli ilişki hakimdir. Buna rağmen yolsuzluklarla mücadele ettiklerini sürekli propaganda ederek, işçi ve emekçileri maniple etmeye devam ediyorlar. Son olarak eski dostları, yeni hasımları ile “yolsuzluk” polemiğine girişti Erdoğan. “Yolsuzluğu, haksızlığı, çalıp çırpmayı hiç saymıyorum bile. Bu tür vasıflardaki insanların kapımızdan içeri girmesi dahi bizim için züldür.” diyerek, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu, Mehmet Şimşek gibi eski suç ortaklarını hedef aldı, onları “Halkbank’ı dolandırmaya çalışmak”la suçladı. Erdoğan, partisinden ayrılan Davutoğlu ve Babacan ile bu şekilde polemiğe
Türkiye şeker fabrikalarını sattı, Rusya’dan şeker ithalatına başladı Uzun bir süredir şeker ithal eden Türkiye, şeker fabrikalarını sattıktan sonra Rusya’dan ilk kez şeker ithal etti. Rusya ilk kez Kasım 2019’da Türkiye ve Yunanistan’a şeker ihraç etti. Türki-
ye’ye 1400 ton, Yunanistan’a 591 ton şeker deniz yoluyla sevk edildi. Tarım Piyasası Koşulları Enstitüsü’nden (İKAR) uzman Yevgeniy İvanov, “İhracattaki artış iç piyasa için çok önemli.
Bu fazla şeker ürettiğimiz dördüncü sezon. İç piyasada fiyatlar önemli oranda düştü. Fazla ürün sorununun çözümü için ihracat coğrafyasının genişletilmesi önemli” dedi.
girerek, onları yıpratmayı hedeflese de AKP cenahından çoğu ses yolsuzluğun “AK Parti’nin yumuşak karnı” olduğunu düşünmektedir. Hatta Abdurrahman Dilipak “yeni bir 17/25 vakasına dönüşebilir” uyarısında bulunuyor. Erdoğan’ın “dolandırıcılık” suçlamalarına, Davutoğlu’nun “mal varlıkları araştırılsın” restini çekmesi boşuna değil. Muhalefet partileri de bu öneriye destek vermiş bulunuyorlar. Erdoğan’ı kendisine dönebilecek bu tartışmaya girmeye zorlayan itki yaşadığı üye ve oy kaybıdır. Zira AKP’nin üye sayısı, son 4 ayda 114 binlik bir düşüş göstermiştir. Yapılan anketlerde Davutoğlu’nun kurduğu, Babacan’ın da kuracağı partilerin AKP’yi etkileyeceği net şekilde belirtiliyor. Kuşkusuz düzen siyaseti bu. Her an her şey, her ittifak değişebilir. Ancak kesin olan şu ki hepsi aynı kumaştandır. Bugün birbirlerini suçladıkları yolsuzluklar yaşanırken hepsi de aynı siyasetin parçasıydı. Hepsi bu suça ortaktır. İşçi ve emekçileri kandırmak, oylarını almak için bugün dürüstlükten bahsetmektedirler. Vurgulamak gerekir ki, yolsuzluk düzeni elbet değişecek, er ya da geç, günü geldiğinde hepsi yolsuzlukların, yağma ve talanların hesabını vereceklerdir.
20 Aralık 2019
KIZIL BAYRAK * 5
Güncel
Elektrik ve doğalgaz faturaları nasıl düşürülür? Kış aylarının gelmesiyle birlikte birçok haber sitesi, blog ve forumda “Elektrik/ doğalgaz faturanızı nasıl düşürürsünüz?” ya da “İşte faturalarınızı düşürecek 7 madde!” gibi içerikler yeniden yayınlanmaya başlandı. Günümüzün ifadesiyle “tık peşinde koşan” anlayış bunu sosyal bir görevden ziyade ziyaretçi çekmek için yapsa da, durumun kendisi dikkat çekici bir sorunu işaret ediyor. Zira biliniyor ki fatura bedeli altında ezilen emekçiler, bu bedeli düşürmenin yollarını Google’da arıyor. Doğalgaz ve elektrik faturalarının yüzlerce liraları bulacağı bu aylarda arama çubuğuna en çok yazılan da faturanın nasıl düşürüleceği sorusu oluyor. Söz konusu içeriklerde, tüketicilerin elektrik ve doğalgaz faturalarını nasıl düşürecekleri, nasıl tasarruf edecekleri konusunda “püf noktalar” anlatılıyor. Elbette hiçbirinde, düşük ücrete mahkum edilen emekçilerin neden bu kadar yüksek meblağlı faturalar ödemek zorunda oldukları sorgulanmıyor. “Tasarruf” adı altında sunulan öneriler ise esasında insanca/sağlıklı barınma koşullarından taviz verilmesinin öğütlenmesi oluyor. Diğer yandan, bakım-onarım önerileriyle emekçiler yine başka bir sektörün ağına itiliyor.
FATURALARDAN YANSIYAN SOYGUN DÜZENI
Her şeyin satılık olduğu kapitalist düzende insanlığın temel ihtiyaçlarının faturalandırılma biçimi bile soygun düzenini en açık haliyle anlatıyor esasında. Doğalgaz faturalarında, kullanılan gazın bedeli yer almıyor yalnızca. Sistem kullanım bedeli, KDV ve ÖTV gibi “ana kalemlerin” yanında “tesisat kontrol bedeli”, “abone bedeli” gibi kalemler de yer alıyor. Elektrik faturalarında ise durum daha çarpıcı. Düşünün, bir dağıtım şirketi aboneyle karşılıklı olarak “elektrik ulaştırmak-bedelini ödemek” merkezli bir sözleşme yapıyor, fakat elektriği iletmeyi “dağıtım bedeli”, abonenin kullandığı elektrik miktarını belirlemek için yaptığı çalışmayı da “okuma bedeli” adı altında faturaya ekliyor. Dahası, “kayıp-kaçak bedeli” adı altında, kendi ticari zararını da tüm abonelere pay ederek kapatıyor. Öte yandan, emekçilerin, insan sağlığı açısından sakıncalı, günümüz teknolo-
jisinin eriştiği düzey karşısında ilkel kalan, çoğu durumda ısı yalıtım vb. önlemlerin olmadığı konutlarda yaşamak zorunda bırakılması doğalgaz faturalarını şişiriyor. Güneş ışığından daha fazla yararlanmak için kullanılan yaz saati uygulamasının Bakanlar Kurulu kararıyla kalıcı hale getirilmesi ve bunun kış aylarında daha çok elektrik kullanılmasına neden olması da fatura bedelini arttıran etkenlerden biri. Tüm insanlığın ortak mülkiyetinde olması gereken enerji kaynaklarına kapitalistlerce el konulmasına, bunun anlamına ve sonuçlarına girmiyoruz bile... Özcesi, kaynaklarımıza el koyan kapitalistler, enerji satışlarını arttırmanın ve bu işlem sırasında oluşan tüm maliyeti kullanıcıya yüklemenin yolunu bulmuş durumdalar. İşte bu yol, kapitalizmin nasıl bir yağma ve soygun düzeni olduğunu anlatan bir “gerçek kesit”idir.
FATURALARI DÜŞÜRMEK GERÇEKTEN MÜMKÜN
Elektrik ve doğalgaz faturalarının hayli arttığı bu aylarda, emekçilere fatura bedellerini nasıl düşürebileceklerini, hatta zamanla nasıl tümden kaldırabileceklerini bir de biz anlatalım. Bunun için maddeler sıralamayacağız elbette, sadece hatırlatmada bulunacağız. Emekçilerin faturalarını düşürmek için kış aylarında konutlarında ihtiyaç duydukları sıcaklıktan ya da elektrik kullanımından taviz vermeleri gerekmiyor
aslında. En başta, dayatılan bu sağlıksız barınma koşullarına ve fatura soygununa itiraz etmek, her yönüyle enerji tekellerinin çıkarına işleyen bu faturalandırma sistemini kabul etmemek, sağlıklı konutlarda insanca yaşamak için mücadele etmek gerekiyor. Böyle olmakla birlikte, faturalarda kendini gösteren soygundan kalıcı olarak kurtulmanın yolu ise sosyalizmden geçiyor. Bunu “genel geçer” bir sosyalizm propagandası olarak dile getirmiyoruz kuşkusuz. Sosyalizmin tarihsel deneyimi, bu konuda da emekçilere yol gösteriyor. Bakınız; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) deneyimi...
KIRA VE FATURA BEDELI YOK DENECEK KADAR AZ
Sovyetler Birliği’nde konut sorununun ele alınışı, bugünkü fatura sistemi üzerinden işaret ettiğimiz kapitalizmle arasındaki temel farklardan birini gösteriyor. Sovyetler Birliği’nde konutların yapımı, paylaşımı ve konutlarda enerji kullanımı rantı değil, insanca yaşam ölçütlerini merkeze koyuyor. Sovyetler Birliği’nde sorunun nasıl çözüldüğüne kısaca bir göz atmadan önce, Sovyetler Birliği Anayasası’nın şu maddesini (6. madde) hatırlatalım: “Toprak, doğal kaynaklar, sular, ormanlar, değirmenler, fabrikalar, madenler, demiryolları, su ve hava taşımacılığı, bankalar, posta, telgraf ve telefon,
devletin büyük tarım işletmeleri (devlet çiftlikleri, makine ve traktör istasyonları vd.) ile belediye işletmeleri ve kentlerdeki konut işletmeleri ve sınai bölgeler, devlet mülkiyetidir ve bundan dolayı tüm halka aittir.” İşte bu maddede ifadesini bulan toplumsal anlayış sayesinde emekçilerin en temel ihtiyaçları ciddi bir zorlanma yaşanmadan çözülmüştür. Burada ifade edildiği biçimde, Sovyetler Birliği’nde konut mülkiyeti devlete, yani işçi ve emekçilere aittir. Böyle olunca emekçilerin konut edinmesi sorunu ticari bir anlam ifade etmemektedir. Sovyetler Birliği’nde konutların yalnızca kullanım hakkı veriliyordu ve bunun için tüm kentlerde aynı olan cüzi bir kira bedeli alınıyordu. Buna ek olarak gaz, elektrik ve su kullanım bedeli ile çöp toplama bedeli alınıyordu. 1930’larda en düşük işçi ücreti 125 rubleyken, dört kişilik bir aile baz alındığında kira ve diğer bedellerin toplamı 1,5-2 ruble ediyordu. Sovyetler Birliği’nde kimsenin evsiz olmadığı, konutların metrekaresinin içinde yaşayacak kişi sayısına göre belirlendiği ve sağlıklı yaşam sürdürülebilecek asgari ölçütlerin konulduğu, engelli vb. durumları olan ailelere öncelik verildiği bilgilerini de dipnot yerine ekleyelim.
FATURALARDAN KURTULMAK IÇIN DE SOSYALIZM!
Bu durumu bugünün Türkiye’siyle karşılaştıracak olursak; 1930’ların Sovyetler Birliği’nde bir ailenin kira ve diğer masrafları en düşük işçi ücretinin yüzde 2’sini bile geçmezken, bugün Türkiye’de kira ve faturaların toplamı kimi kentlerde resmi asgari ücreti bile geçiyor. Üstelik metrekare ve yapı bakımından insan sağlığına uygun olmayan konutlardan, ihtiyaç duyulan enerjinin “tasarruf” gerekçesiyle yeterli ölçüde kullanılamamasından söz ediyoruz. Sonuç olarak, bugün emekçiler için kabusa dönen, her ay nasıl ödeneceği kara kara düşünülen fatura soygunundan kurtulmanın ve nitelikli konutlarda insan sağlığına yaraşır biçimde yaşamanın yolu sosyalizmden geçiyor. Aradan geçen on yıllara rağmen kapitalist düzenin, sosyalizmin daha 1930’lardaki imkanlarını sunmayışı başka ne anlatıyor olabilir ki?
6 * KIZIL BAYRAK
20 Aralık 2019
Sınıf
İşçi sınıfının asgari ücretle imtihanı Libya devletini temsil etmek iddiasındaki çıkar gruplarından biriyle yapılan antlaşma benzeri bölgesel gelişmeleri arkasına alan Erdoğan hükümeti, aleyhinde esen siyasal rüzgarları bertaraf etmeye çalışıyor. Akdeniz sularında kabadayılık pozları Erdoğan’ı yaklaşan fırtınadan ne kadar korur bilinmez. Ama içeride önemli sayıda emekçi böylesi zamanlarda estirilen propaganda ile bir süreliğine oyalanıyor. “Güçlü Türkiye”, “milli birlik”, “büyük devlet” iddiaları, kendini “asrın lideri” olarak gören Erdoğan’ın dilinden düşmüyor. Boy aynasından bakınca böyle görünüyor, yoksullar da bu yalancı aynayla avutuluyor. Oysa gerçek Türkiye, yoksullaştırılanların, ötekileştirilenlerin yaşadığı yerdir. Ekonomiyi sürekli “uçuşa” geçiren Berat Albayrak’ın, yine ekonomisinin büyüdüğünü söylediği Türkiye’de artan yegane gerçek, hayat pahalılığı oluyor. Tabii ki sermaye sınıfı için aynı olumsuzluklardan bahsetmek mümkün değil. Zira onlar için emekçilerin vergisiyle dolan devlet bütçesinin muslukları sonuna kadar açılıyor.
ASGARI ÜCRETE YÖNELIK TEPKIYI DINDIRMEYE ÇALIŞACAKLAR
Önümüzde açlık ve yoksulluk sınırının altında kalacağı aşikâr olan asgari sefalet ücretinin emekçilere dikte ettirilmesi hamlesi var. Yapılması hedeflenen düşük oranda bir artışı olağanlaştırmak için tüm gelişmeleri ve yolları kullanacaklar. Enflasyon oranının olduğundan düşük tutulmasının gerisinde bu var. Yapacakları sefalet zammını “enflasyon oranında yaptık” diye gerekçelendirecekler. Kabullendirmek için de sürekli tekrarlanan oyun sürüyor. İşçi sınıfının
sokaklarda ve masada olmadığı asgari ücret görüşmelerinde patronlar örgütü, hükümeti, sarı sendikası kendilerine düşen rolleri oynuyorlar. Sermaye sınıfının örgütü TİSK tarafından asgari ücret gündemli yapılan açıklama ile kapitalistlerin tutumu da belli oldu. Sefalet ücretine ancak %12’lik bir zammı yeterli gören burjuvalar, bunun da devletin asgari ücrete sağladığı 100 liralık desteğin 200 liraya çıkmasıyla mümkün olabileceğini söylüyorlar. 2020 lira olan asgari ücretin bu şartlarla en fazla 2 bin 262 TL olmasını yeterli görüyorlar.
SORUMLUSU OLDUKLARI NEDENLERI GEREKÇE GÖSTERIYORLAR
Sermaye sınıfını temsilen konuşan TİSK temsilcisi asgari ücrete 2020 yılı için neden az bir zam yapılabileceğini, işsizliğin rekor düzeye ulaşmasına, yakın zamanda seçim olmamasına ve kayıt dışılığın artmasına bağlıyor. Yani sorumlusu oldukları nedenlerin arkasına saklanarak işsizliği, kayıt dışı çalışmayı ve kendi düzenlerinin istikrarsızlığını işçi ve emekçilere fatura ediyorlar.
Sermeye sınıfının sözcüleri bu vesileyle AKP’den diğer isteklerini de sıralıyorlar. TİSK, yüzde 2 olan İşsizlik Sigortası İşveren Payı’nın 2020’de alınmamasını, yüzde 5 olan SGK İşveren Desteği’nin yüzde 6’ya yükseltilmesini, bunun toplu iş sözleşmeli işyerlerinde yüzde 7 olarak uygulanmasını talep ediyor.
YOKSULDAN ALIP ZENGINE VERMEYE DEVAM EDIYORLAR
İşçilere yapılacak ücret artışları söz konusu olduğunda Türkiye’nin çıkarlarını gündeme getirenler, sürekli aynı gemide olmaktan, fedakârlık yapmaktan bahsetmektedirler. Oysa milli birlik ve beraberlik çağrısı yapanlar, kurşun hesabıyla emekçileri susturmaya çalışanlar sıra kendilerine gelince ne kadar cömert olduklarını emekçilere defalarca gösterdiler. İşçileri işten atan patronlara ek kaynaklar yaratılırken, vergi afları, teşvikler hiç gündemden düşmüyor. Açlık sınırının altındaki asgari ücreti simitle hesaplayanlar, işsiz bırakılan emekçilerin sokaklarda simit satmasını bile engelleyenler
Asgari ücret görüşmelerinde TÜİK’ten açlık sınırı rakamı İşçi sınıfını ve emekçileri sefalete mahkum etmek adına gerçekleşen asgari ücret orta oyunu 17 Aralık’taki görüşmeyle devam etti. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) ev sahipliğinde gerçekleşen toplantıda, işçilere reva görülen açlık sınırına ilişkin istatistikler sunuldu. Toplantıya katılan TÜİK temsilcileri,
ağır statüde çalışan bir işçinin aylık gıda harcamasını 2.331 TL, orta statüdeki bir işçi için 2.086 TL, hafif statüdeki bir işçi için 1.940 TL olarak hesapladıklarını açıkladı. Toplantıya, TİSK Genel Sekreteri Akansel Koç, Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Nazmi Irgat ve hükümet adına Çalışma Genel Müdürü Nurcan Önder katıldı.
Sermaye ve hükümet, asgari ücrette salt gıda harcamalarını baz alarak işçi ve emekçileri açlık sınırında sömürüye mahkum ediyor. İşçileri temsil ettikleri iddiasında bulunan sendika bürokratları ise, sözde bu dayatmaya karşı çıkıyor fakat buna karşı hiçbir direniş göstermiyor, tersine orta oyununa ve sefalet ücretlerine ortak oluyor.
zenginlerin zararına ortak olup onları kurtarıyorlar. Ziraat Bankası’nın 500 milyon dolar borcu olduğu belirtilen Simit Sarayı’nın yüzde 51 hissesini Kavukçu Yapı’dan alması gibi... Sözde çiftçiler için kurulmuş olan bu banka yoksul köylülerin değil, sermayedarların imdadına koşmaktadır. AKP yandaşı Demirören Grubu’na Ziraat Bankası tarafından Doğan Medya Grubu’na ait medya tekellerini alması için, 2 yıl geri ödemesiz ve 10 yıl vadeyle 675 milyon dolar kredi verildi. Aynı banka futbol kulüplerinin borçlarını da yapılandırmış bulunuyor. Yine 50 milyon dolar bulunamadığı için Tank Palet fabrikasını Katar’a satanlar, yandaş müteahhitleri kurtarmak için 1,7 milyar TL bedelle İstanbul Finans Merkezi’ne ortak oldular. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın düzenlediği ve Emine Erdoğan ile kızları Esra Albayrak ve Sümeyye Erdoğan Bayraktar’ın da katıldığı 50 kişilik programa 1 milyon 163 bin TL harcadılar. Geçtiğimiz yıl da benzer bir organizasyona 2 milyon 494 bin TL harcamışlardı. Elbette bu gibi örnekler saymakla bitmez. Sarayın harcamaları bile emekçilerin sırtından elde edilen zenginliğin nasıl yağmalandığını göstermek açısından yeterlidir. Cumhurbaşkanlığı’nın 2,3 milyar TL olarak belirlenen 2019 yılı ödeneği, yıl içindeki aktarmalarla 4 milyara çıktı. Kasım ayı sonuna kadar 3,2 milyarlık harcama yapıldı. Bu, asgari ücretle geçinen 132 bin kişinin yıllık gelirine eşit. Tüm bunlarda bir çelişki yok. Sermaye sınıfı kendi çıkarlarına göre hareket ediyor, her türlü gelişmeyi kendisine yarayacak şekilde değerlendiriyor. Eksik olan ise tüm bu uygulamaların yoksullaştırdığı işçi ve emekçilerin kendi sınıfsal çıkarlarına göre hareket edememesidir.
20 Aralık 2019
Sınıf
Düzenin asgari ücret tehdidi: Ya sefalet ya işsizlik!
Ekonomik kriz içerisinde debelenen kapitalist düzen, emekçilerin sadece yaşamlarını idame ettirmesi ve Eretimin sürekliliği için gerekli olan asgari ücreti bile emekçilere çok görmektedir. Ücretleri emeğimizin karşılığı olarak sunan kapitalistler, kurdukları ortaoyunu ile milyonlarca emekçiyi bu yalana inandırmaya çalışmaktadırlar. Ancak toplumun büyük bir kısmı bilmektedir ki bu bir aldatmacadır. Aralık ayı başında Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun toplantılara başlaması ile birlikte, krizin ağırlığı altında eriyen ücretler toplum genelinde önemli bir tartışma başlığı haline geldi. Tescilli bir patron partisi olan AKP ve güdümündeki medya, eğilip bükülen rakamlarla, algıları en geri noktada belirlemeye çalışıyor. Burjuva medyaya yansıdığı kadarı ile patronları temsilen masada oturan TİSK’in, “2020’de seçim yok” argümanına ve işsizlik tehditlerine yer vermesi, yıl sonunda açıklanacak olan asgari ücretin sefaletine ışık tutacak işaretler veriyor. Hem Türk-İş bürokrasisinin hem de sermaye cephesinin ağzından dökülen rakamlar da böyle olacağının ilanı niteliğinde. AKP’nin bakanları çıkıp “en yüksek asgari ücrete sahibiz” şeklinde gerçek dışı açıklamalar yapsalar da özellikle son 20 yılda ücretlerde büyük oranda erime yaşandı. Bu gerçek, TÜİK istatistiklerinde dahi gözlemlenebiliyor. Keza milyonlarca işçi-emekçi, alım gücündeki düşüş ile zaten buna bizzat şahit oluyor. Toplu sözleşme kapsamındaki binlerce emekçinin net ücretlerinin asgari ücrete tekabül etmesi de bütün emekçilerin taban ücret olan asgari ücret sefaleti ile boğuştuğunu gösteriyor. Düzen temsilcileri bugün “istihdam” yalanını ileri sürerek, asgari ücreti, pat-
ronların yükselen kârlarına engel olmayacak bir düzeye çekmeye çalışıyorlar. Hayat pahalılığı, art arda gelen yüksek zamlar, yeni vergiler konulması ve mevcut vergilere yapılan zamlar, emekçilerin asgari ücretin daha yüksek olmasına dair istemini güçlendiriyor. AKP iktidarı ise “ya işsizlik ya da düşük ücret” diyerek, milyonlarca emekçinin istemlerine ket vurmayı hedefliyor. TİSK de bu çabaya, devlet katkısının %100 artırılması şartı ile yıl sonu enflasyon tahmini olan %12’ye razı olabileceklerini ileri sürerek katılıyor. Yoksa üstü kapalı bir biçimde “işsizlikle” tehdit ediyor. Masada işçiler adına oturan, geçtiğimiz yaz açık mikrofon olayı ile ihaneti canlı yayınlanan Türk-İş bürokratı ise en baştan 2.578 lira diye bir rakam telaffuz ederek, çizgiyi insanca yaşamaya yeten bir asgari ücret talebinin çok uzağına çekmeye çalıştı. Sendika ağaları, böylelikle, her ne kadar “kabul etmeyiz” diyerek tabandan gelen basıncı eritmeyi ihmal etmeseler de emekçileri kölelik ücretlerine mahkum etmekte komisyonun diğer bileşenleriyle uyumlu bir çizgide olduklarını göstermiş oluyorlar. Son yıllarda yılın belli aylarında uygulanan fakat 2019 yılında çıkartılan yeni bir yasaya dayanılarak verilen ücret ve asgari ücret teşviki ile patronların “yükü” büyük
oranda hafifletilmektedir. 2008 yılından itibaren devlet tarafından aktarılan teşviklerle patronlar, asgari ücret maliyet artışından önemli ölçüde korunuyorlar. Net asgari ücret ile asgari ücretin patronlara maliyeti arasındaki fark giderek azalıyor. Diğer bir ifadeyle asgari ücretin bir bölümü patronlar yerine kamu kaynaklarından, yani vergilerden ve işçilerin maaşlarından kesilen işsizlik ve SGK fonlarından finanse ediliyor. 2007’de asgari ücretin patrona maliyeti net asgari ücretin yüzde 70’i kadar daha fazlaydı. Yani, net asgari ücret 100 ise patrona maliyeti 170 idi. 2008 yılından itibaren brüt maliyet düşmeye başladı. 2018 itibarıyla asgari ücretin patrona maliyeti net asgari ücretin yüzde 49’una kadar düştü. Bu tablo da gösteriyor ki ekonomik kriz içerisinde debelenen kapitalist düzen, emekçilerin sadece yaşamlarını idame ettirmesi ve üretimin sürekliliği için gerekli olan asgari ücreti bile emekçilere çok görmektedir. Ücretleri emeğimizin karşılığı olarak sunan kapitalistler, kurdukları ortaoyunu ile milyonlarca emekçiyi bu yalana inandırmaya çalışmaktadırlar. Ancak toplumun büyük bir kısmı bilmektedir ki bu bir aldatmacadır. Kapitalist düzende insanca yaşamaya yetecek bir asgari ücret, ortaoyunları ile değil, mücadelenin düzeyi ile belirlenmektedir.
KIZIL BAYRAK * 7
Patronlar asgari ücret zammına karşı işsizlik sopasını gösterdi Patronları temsilen Asgari Ücreti Belirleme Komisyonu’nda bulunan Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) asgari ücret önerisini açıkladı. Sözcü’den Erdoğan Süzer’e konuşan bir TİSK yetkilisi, patronlara sağlanan devlet desteğinin 100 liradan 200 liraya çıkarılması şartıyla asgari ücrete yüzde 12, yani bu yıl sonu beklenen enflasyon oranı kadar zammın makul olacağını söyledi. Patron tarafı şu anda 2 bin 20 TL olan asgari ücretin 2020’de en fazla 2 bin 262 TL olmasını istiyor. Bu da ilave 100 lirası devletten olmak üzere 242 liralık artışa karşılık geliyor. TİSK temsilcisi, “Yüzde 12’lik bir zam, ancak devletin asgari ücrete sağladığı 100 liralık desteğin 200 liraya çıkarılması şartıyla makul karşılanabilir. Yani 2 bin 262 liralık bir asgari ücret 200 liralık destekle uygun olabilir. Devletin asgari ücrete desteği yıllardır hiç değişmedi, hep 100 lirada kaldı. Destek 200 liraya çıkarılmazsa yüzde 12 gibi bir zam işveren için de işsizler için de ülke için de iyi olmaz” dedi. TİSK temsilcisi, “asgari ücrete yüksek zam yapılmasını engelleyecek nedenler” olarak şunları söyledi: “Asgari ücret beklentilerimizin üzerinde artarsa rekor düzeydeki işsizlik yeni rekorlar kırabilir. Özellikle Anadolu’daki işverenler bu ücretleri kaldıramaz ve ne yazık ki işsizler ordusuna yeni işsizler eklenir. (En son ağustos itibarıyla dar anlamda 4 milyon 650 bin, geniş anlamda 9 milyon 136 bin işsiz var.) 2015’ten bu yana iki genel, bir yerel, bir Cumhurbaşkanlığı seçimi ve bir halk oylaması olmak üzere neredeyse her yıl bir-iki seçim yapıldığı için asgari ücret TÜFE’nin çok üzerinde arttı. Yakın bir zamanda seçim yok. Bu nedenle de 2020’de yüksek zam beklemiyoruz. (2015 Aralık’tan Kasım 2019’a kadar olan dönemde asgari ücret artışı yüzde 102, TÜFE artışı yüzde 62.2 oldu) Kayıt dışı istihdam hızla artarken, zam makul seviyeyi aşarsa kayıt dışılık daha da artar, insanlar daha düşük ücretlere kayıt dışı çalışmak zorunda kalabilir. (Kayıt dışı istihdam son 1 yılda 2.1 puan artarak yüzde 36.1’e çıktı)”
8 * KIZIL BAYRAK
20 Aralık 2019
Sınıf
İşsizler ordusu büyüyor…
Krizin faturasını kapitalistler ödesin! Geçtiğimiz günlerde Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) eylül ayına ait işsizlik rakamlarını açıkladı. Dar tanımlı işsizlik oranına göre 2019 Eylül döneminde işsiz sayısı, geçen yılın aynı dönemine göre 817 bin kişi artarak, 4 milyon 566 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 2,4 puanlık artış ile yüzde 13,8 seviyesinde gerçekleşti. Genç işsizlik oranı ise 4,5 puan artışla %26,1’e çıktı. Yukarıdaki tablodan da anlaşıldığı üzere işsizlik oranı hala çift hanelerde seyrediyor. DİSK’in açıkladığı geniş tanımlı işsizlik oranı ise durumun daha vahim boyutlarda olduğunu gösteriyor. Ağustos ayı için TÜİK’in açıkladığı işsizlik oranı %14 olurken, DİSK-AR’ın açıkladığı işsizlik oranı %20,6’dır. Sermaye devleti tarafından gizlenemez boyutlarda olan işsizlik konusunda AKP iktidarı sadece hayal yaymakla yetiniyor. Maliye Bakanı, arada bir, “Önümüzdeki dönem hedeflerimiz içerisinde işsizliği tek haneye indirmek var” demekten başka bir şey yapmıyor. Sorun, gündeme her gelişinde, boş cümlelerle geçiştiriliyor. İktidar temsilcileri çok sıkıştıkları zaman saldırgan bir dil kullanmaktan da geri durmuyorlar. Örneğin AKP şefi Tayyip Erdoğan, ekranlardan milyonlara seslenerek, “%20 işsizi görüyorsunuz da %80 çalışanı niye görmüyorsunuz” diye çıkışabiliyor. Keza devlet erkanı tek ağızdan, “Türkiye’de işsizlik yok, iş beğenmeme var” iddiasında bulunabiliyor. Sermayedarlar ise işsizliği, kendilerine sunulmuş bir lütuf olarak görüyorlar. Kapitalist sistemde yedek işgücü deposu sayılan işsizler ordusunun safları, kriz koşullarıyla birlikte sürekli kalabalıklaşıyor. Ellerinden işsizlik sopasını indirmeyen Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre dar tanımlı işsizlik oranı Eylül’de yüzde 13.8 olarak açıklandı. TÜİK’in yaptığı yazılı açıklamada şu ifadeler kullanıldı: “Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2019 yılı Eylül döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 817 bin kişi artarak 4 milyon 566 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 2,4 puanlık artış ile %13,8 seviyesinde gerçekleşti. Aynı dönemde; tarım dışı işsizlik oranı 2,9 puanlık artış ile %16,4 olarak tahmin edildi. Genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik
kapitalistler, işsizliği çalışanlara karşı hep tehdit unsuru olarak kullanıyorlar. Böylelikle krizi fırsata çeviren kapitalistler, düşük ücret dayatıyor, az işçi ile korkunç boyutlarda kazanç elde ediyorlar. İşçiler ise aldıkları düşük ücret yetmediğinden fazla mesai yapmak zorunda kalıyor, yaşamları uzun çalışma saatleriyle ellerinden alınıyor, adeta fabrikalara hapsedilmiş birer esire dönüşüyorlar. İşsizlik sopası, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun bu ay içindeki toplantılarında da kullanıldı. Komisyonda yer alan TİSK temsilcisi ile Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı, vermeyi düşündükleri sefalet ücretine karşı oluşabilecek tepkiyi baştan bloke etmek için, “önceliğimiz istihdam” diyerek, açıkça işsizlik korkusuna oynadılar. Bir başka deyişle, işçilere, “bir şey istemeyin yoksa elinizdekileri de kaybedersiniz” tehdidi savurdular. Bu arada Asgari Ücret Tespit Komisyon’un üçüncü toplantısına ev sahipliği yapacak olan TİSK, asgari ücrete %12 zam yapılmasını öneriyor. Devlet tarafından ödenen asgari ücret teşvik tutarının da 100 TL’den 200 TL’ye artırılmasını istiyor. Sermayedarlar 2020 asgari ücretinin AGİ dahil 2.262 TL olmasını buyururlarken, kendilerine %100 artış istemekten geri durmuyorlar. Keza kriz koşullarını fırsata çevirmeye hazırlanan MESS patronları ise metal işçilerine 3 yıllık sözleşme ve %6’lık zam dayatıyorlar. Kapitalistler, işsizlik sopasını kullanarak işçilere daha kötü koşullar dayatıyor, ülkeyi ucuz işgücü cennetine çevirmiş bulunuyorlar. İşçi sınıfının talepleri için mücadeleye atılmasının önüne geçmek ve böylelikle dizginsiz sömürü koşullarını sürdürmek için de işsizlik korkusunu tepe
tepe kullanıyor, kendilerine tümüyle dikensiz gül bahçesi yaratmaya çalışıyorlar.
SINIF MÜCADELESINDEN BAŞKA ÇIKIŞ YOK
Günümüzde sürekli ağırlaşan sömürü koşullarından, bir diğer deyimle keskinleşen emek-sermaye çelişkisinden kaynaklı işçi sınıfı durmadan yıkıma uğruyor. Kırıntı düzeyindeki son hakları dahi peyderpey gasp ediliyor. Kriz koşullarında dahi kârlarını katlayan kapitalistler ise mağdur edebiyatına devam ediyorlar. “Gemi batarsa hep birlikte batacağız” yalanını kullanarak, işçi sınıfı ve emekçilerden hep fedakarlık bekliyorlar. Sermayedarlar, ihracat ve ithalat rekorları kırarak palazlanıp semirirlerken, işçilere işsizlik, düşük ücret, uzun çalışma saatleri, artan vergiler vb. gibi yükler altında ezilmek kalıyor. Fabrikalardaki işçilerin çoğunluğu elindekini yitirmemek için harekete geç-
Eylül ayında dar tanımlı işsizlik oranı yüzde 13.8 oranı 4,5 puanlık artış ile %26,1 olurken,15-64 yaş grubunda bu oran 2,4 puanlık artış ile %14,1 olarak gerçekleşti.” İstihdamda ise bir azalış olduğu “İstihdam edilenlerin sayısı 2019 yılı Eylül döneminde, bir önceki yılın aynı dönemine göre 623 bin kişi azalarak 28 milyon 440 bin kişi, istihdam oranı ise 1,7 puanlık azalış ile %46,1 oldu” ifadeleri kullanılarak belirtildi.
İşgücüne katılma oranına ilişkin ise açıklamada “İşgücü 2019 yılı Eylül döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre 193 bin kişi artarak 33 milyon 6 bin kişi, işgücüne katılma oranı ise 0,5 puanlık azalış ile %53,5 olarak gerçekleşti. Aynı dönemler için yapılan kıyaslamalara göre; erkeklerde işgücüne katılma oranı 0,9 puanlık azalış ile %72,6, kadınlarda ise değişim göstermeyerek %34,9
meyi aklına getirmiyor. Sorgulayan ve olayların farkında olan işçiler ise mevcut tablodan rahatsızlık duydukları halde, sorunlara karşı sesini yükseltmek yerine, işçilere kızmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Durum böyle devam ederse başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun genelini moral, kültürel, fiziki yozlaşma ve çürümeden başka bir şey beklemiyor. Bunun önüne geçebilecek tek kuvvet işçi sınıfıdır, sınıf mücadelesidir. Kaldı ki bu onun toplumsal, siyasal, tarihsel sorumluluğudur aynı zamanda. Dolayısıyla işçi sınıfı, üzerindeki ölü toprağını bir an önce silkeleyip, kapitalistlere karşı mücadele bayrağını yükseltmelidir. İşsizlik sorununa karşı, çalışma saatlerinin kısaltılması en öncelikli taleplerden biri olmalıdır. İşçi sınıfı “sınıfa karşı sınıf” bilinciyle mücadeleyi yükselttiğinde hem kapitalistlerden taleplerini koparıp alabilecek hem de toplumu arındıracak taze bir rüzgar estirmiş olacaktır. olarak gerçekleşti” ifadeleri yer aldı. Kayıt dışı çalışmadaki artış TÜİK’in açıklamasında dahi “Eylül 2019 döneminde herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olmadan çalışanların oranı, bir önceki yılın aynı dönemine göre 2,2 puan artarak %36,0 olarak gerçekleşti. Tarım dışı sektörde kayıt dışı çalışanların oranı ise bir önceki yılın aynı dönemine göre 1,6 puan artarak %23,6 oldu” ifadeleriyle gösterildi. TÜİK verilerine göre mevsim etkisinden arındırılmış istihdam oranı yüzde 45,6, işsizlik oranı yüzde 13,9 oldu.
20 Aralık 2019
KIZIL BAYRAK * 9
Sınıf
Kriz büyürken ekmeğimizi küçültenlerden hesap soralım!
Örgütlü bir sınıfı hiçbir kuvvet yenemez! Ekonomik kriz gün geçtikçe derinleşiyor, hayat pahalılığı artıyor, işsizlik büyüyor, yoksulluk ve intiharlar artıyor. İktidarın, yandaşların, sermaye sahiplerinin servetleri artarken bizlerin ekmeği küçülmeye devam ediyor. Son araştırmalara göre 700 bin çiftçi üretimden koptu, son 5,5 yılda 570 bin esnaf kepenk kapattı, gıda harcamaları %54 arttı, elektrik %71, doğal gaz %58 oranında zamlandı. İşsizlik resmi rakamlara göre 5 milyon kişiyle %14 oranına ulaşırken, genç işsizlik cumhuriyet tarihinin rekorunu kırarak %27,4 oldu. Hayat pahalılığı işsizlik ile yaşanılan sefalet birbirini takip eden bir dizi intihar olayına yol açtı. İstanbul’da 4 kardeş, Antalya’da iki çocuklu bir aile ve Bakırköy’de 1’i çocuk 3 kişilik bir aile siyanürle intihar etti. İzmir’de hayatına son veren bir emekçinin cebinden sadece 1,5 TL çıktı. Sermaye sınıfı siyasal iktidar ve onlara hizmette sınır tanımayan medya kuruluşları bu olaylara sebebiyet veren sos yo-ekonomik koşuların üstünü örmek için bin bir takla attı. Emekçiler yoksullukla boğuşup sefalet çıkmazında intiharlara sürüklenirken, Cumhurbaşkanı kendi maaşına 7 bin lira zam yaparak 81 bin 250 lira aylık almaya başladı. . AKP’li Ordu Büyükşehir Belediye Başkanı Hilmi Güler’in ise 6 ayrı yerden 250 bin liraya yakın maaş aldığı ortaya çıktı. Yeni bir torba yasayla bakanlar ve ailelerine sağlık hizmetinin ömür boyu ücretsiz olması sağlandı. Biz yüksek zam oranları ve vergiler altında inim inim inlerken büyük sermaye gruplarının trilyonluk borçları bir gecede silindi. Arabada sigara yasağı, poşetin ücretli hale gelmesini kendi çevreciliklerinin kanıtı olarak sunanlar önce termik santrallere 2,5 yıl fitre takmadan daha çalışma izni
Krizin faturasını daha fazla ödememek ve onu yaratanlara ödetmek için yan yana gelelim. Baskı ve sömürü politikalarına karşı birleşip ayağa kalkalım. insanca çalışma ve yaşam koşulları için temel hak ve taleplerimizin arkasında kararlılıkla duralım, yapay ayrışmaların önüne geçerek birleşik gücümüzü açığa çıkaralım. verdiler. AKP ve MHP’nin oyları ele geçen tasarı sonrada AKP cumhurbaşkanın vetosuyla meclise geri gönderildi.
SERMAYE SINIFI RANTA DOYMAZ
Sermaye sınıfı kara ranta kazanca doymaz-doyamaz. Örgütsüzlüğümüzden ve mücadeleden geri durmamızdan faydalanan sermayedarlar krizin faturasını sırtımıza yüklemek için her şeyi yapıyorlar Ancak biz emekçiler için artık bıçak kemiğe dayanmış durumda. Bu güne kadar bin bir yalanla bizi bölmeye çalışanların oyunları boşa çıkacak. Her sorunda “dış güçler” spekülasyonu ile hedef şaşırtmaya yeltenen iktidarın politikaları bu sefer tutmayacak. İŞSİZİ işçiyi büyük
bir pişkinlikle iş beğenmekle suçlayanların, hukuki ve meşru hakları isteyen EYT lileri “ülkenin ekonomisini çökertmek için bir manipülasyon yapan provokatörler” ilan edenlerin, yoksulluktan intihara sürüklenmiş insanların “psikolojik” nedenlerle “katil” oldukları algısını yayanların sonu geliyor- gelecek Ekonomik kriz, adaletsizlik, azgın sömürü, ağırlaşan yaşam ve çalışma koşulları sadece ülkemizde değil tüm dünyada yaşanıyor. Siliden Fransa ya oradan Lübnan dünyanın onlarca ülkesinde yüzbinlerce işçi ve emekçi sömürü ve baskı politikalarına karşı ayağa kalkıyorlar. Tüm güçleriyle bağırıyorlar. “Bizlerin kaderi açlık, yoksulluk, ölüm değil!” “örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez”!
Petrokimya İşçileri Birliği Bülteni’nin Aralık sayısı çıktı “Gücümüz birliğimizdir!” diyen Petrokimya İşçileri Birliği Bülteni’nin Aralık sayısında kriz, işsizlik, asgari ücret, sendikal süreçler yer aldı. Trelleborg işçilerinin grevi ile devam eden grev ve direnişlerin haberlerinin yer aldığı bültende, Petrokimya İşçileri Birliği dayanışma çağrısını yükseltti.
Bülten, sözleşme sürecinde olan Petkim ve MESS kapsamındaki fabrikalardaki işçilerin süreçlerini değerlendirdi. Sendikaların asgari ücretin belirlenmesi ve kıdem tazminatının gaspı gündemleriyle ilgili olarak tutumlarının ortaya konduğu bültende, 5 Ocak’ta
gerçekleşecek Perol-İş Gebze Şube Genel Kurulu vesilesi ile geride kalan dört yıllık süreci değerlendirildi. Mücadele ve örgütlenme vurgusunun yapıldığı bültende asgari ücret kapsamlı kapak yazısında açlık sınırında asgari ücret ile insanca yaşamın mümkün olmadığı ifade edildi.
İŞÇI KARDEŞLER
Krizin faturasını daha fazla ödememek ve onu yaratanlara ödetmek için yan yana gelelim. Baskı ve sömürü politikalarına karşı birleşip ayağa kalkalım. insanca çalışma ve yaşam koşulları için temel hak ve taleplerimizin arkasında kararlılıkla duralım, yapay ayrışmaların önüne geçerek birleşik gücümüzü açığa çıkaralım. Tepkimizi sokaklara alanlara taşıyalım. Eylemlerimize tüm emekçileri katmak için azami çaba sarf edelim. Sendikalarımızı krize karşı mücadelede zorlayalım, “yapılamaz-edilemez”, “bugünün koşullarında bu kadar” sözleriyle karşımıza çıkan anlayışla mücadele edelim. Yalnız işyerlerinde değil Mahallelerimizde aynı sorunlarla boğuşan emekçiler olarak birleşelim. Kapitalist sistemin aşıladığı “bencil ve bireyci” anlayışa karşı bizlere unutturulan dayanışma kültürünü tekrardan inşa edelim. Alanlarda sokaklarda eylem alanlarında hep birlikte haykıralım. Birleşen işçiler yenilmezdir, Örgütlü bir sınıfı hiçbir kuvvet yenemez. (Petrokimya İşçileri Birliği Bülteni’nin Aralık 2019 tarihli sayısından alınmıştır...)
10 * KIZIL BAYRAK
20 Aralık 2019
Sınıf
TOMİS 3. Olağan Genel Kurulu gerçekleştirildi!
İşçilerin birliği, sermayeyi yenecek! Tüm Otomotiv ve Metal İşçileri Sendikası (TOMS) 3. Olağan Genel Kurulu delegeler, TOMİS üyeleri, farklı sektörlerden işçiler ile dost kurum ve kişilerin katılımıyla 15 Aralık’ta başarılı bir şekilde gerçekleşti. Bursa’da gerçekleştirilen genel kurulda, yeni yönetim, denetleme ve disiplin kurulları belirlendi. Genel kurulda söz alan konuklar, üye ve delegeler içinden geçilen süreç, kriz, TİS süreci, sendikal bürokrasi ve sınıf mücadelesinin görevleri üzerine konuşmalar gerçekleştirdi. TOMİS’in ilkeleri ve misyonu üzerinde duruldu. Genel kurul mevcut yönetim adına Fikri Möhürlü’nin açılış konuşmasıyla başladı. Konuşmada, içinden geçilen sürecin özgünlüklerinin, emperyalist-kapitalist sistemin açmazlarını vurgulandığı, kriz olgusunun dünyanın birçok noktasında yaşandığı söylendi. Krize karşı dünya genelinde işçi ve emekçilerin ayağa kalkışı selamlanarak, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesini güçlendirme çağrısı yapıldı. Türkiye’de kriz ve kriz eksenli saldırlar ile buna karşı işçi sınıfı mücadelesinin birleşik bir temelde güçlendirme ihtiyacı ortaya konuldu. Sermayeye ve sendikal bürokrasiye karşı TOMİS’in kararlı adımlarla yolunu yürüdüğü vurgulanarak, TOMİS ve TOMİS şahsında ifade edilen mücadele ilkelerini sahiplenme ve güçlendirme çağrısı yapıldı. Açılış konuşmasını ardından divan çağrıldı. Divan adına kısa bir konuşma gerçekleştirilerek, TOMİS’in Metal Fırtınası’nın meyvesi olarak kurulduğu, söz, yetki, karar hakkının işçilerde olduğu vurgulandı. Genel kurul programının aktarılmasının ardından, konukların konuşmasına geçildi. Konuk konuşmalarında TOMİS avukatlarından Aslı Evke Yetkin ilk sözü aldı. TOMİS’in sendikal mücadelede tuttuğu yer üzerinde durdu, Metal Fırtınası ve ardından yaşanan süreçlerin deneyimlerini aktardı. TOMİS olarak yürütülen hukuk mücadeleleri özetlendi. Sakarya’dan bir işçi söz alarak, Metal Fırtına’yı yakından takip ettiğini, TOMİS’in mücadelesini önemsediğini belirterek genel kurulu selamladı. Ardından MİB adına söz alındı ve genel kurul selamlandı. Metal Fırtınası’nın ardından TOMİS’in kuruluşuna evrilen
süreç örneklerle aktarıldı. Kriz süreçleri, TİS gündemi ve metal işçilerinin birleşik mücadelesini güçlendirme ihtiyacı belirtilirken, MİB olarak sınıf mücadelesi içinde omuz omuza oldukları söylendi. MİB konuşmasının ardından delege konuşmalarıyla genel kurul programı devam etti. Bursa’dan bir delege, TOMİS’i büyütme çabasını vurgulayarak, işçilerle, fabrikalarla bütünleşmek üzerinde durdu. Metal işçilerinin sendikal mücadelesinde TOMİS’in önemli bir yer tuttuğunu ifade etti. Genel kurul İstanbul’dan bir delegenin kriz ve krizin yansımaları üzerine gerçekleştirdiği konuşma ile devam etti. Konuşmada, sermayenin krizin faturasını işçilere kesme çabası, işten atmalar, zamlar ve düşük ücretlerden bahsedildi. Krizin işçilere somut yansımaları ifade edilerek, faturayı reddetmek için örgütlenmek ve sınıf mücadelesini güçlendirmek vurgusu yapıldı. Bu kapsamıyla TİS sürecinin ve asgari ücret belirleme döneminin önemi üzerinde duruldu. Gebze’den bir delege, süren grup TİS süreci üzerine bir sunum yaptı. TİS ve sınıf mücadelesi bağının kurulduğu konuşmada, sermayenin ve sendikal bürokrasinin tablosu aktarıldı. TİS sürecinden kazanımla çıkabilmek için ortaya konulacak bakış, mücadele hattı üzerinde durularak, sınıfa karşı sınıf çizgisi ve fiili-meşru mücadelenin olmazsa olmaz olduğu belirtildi. TOMİS’in yetkisi olmamasına rağmen tüm süreçlerde olduğu gibi TİS süreçlerinde de bir taraf olduğu
söylendi. Kocaeli’den bir delege TOMİS’in misyonu üzerine gerçekleştirdiği konuşmasında, TOMİS’in ortaya çıkmasına vesile olan mücadele ilkelerini özetledi. Sendikal bürokrasiye karşı, sendikal demokrasinin ve söz, yetki, karar hakkının tüzükle birlikte de güvence altına alındığını belirterek, “Bugün bizleri yan yana getiren şey, bu bakış ve mücadele ilkeleridir” dedi. Kurulduğu andan itibaren sermayenin, devletin ve sendikal bürokrasinin saldırılarına karşı da direndiklerini belirten delege, Trakya’da tutuklanan iki yöneticilerinin bu kapsamda bugün cezaevinde bulunduklarını vurguladı. Hedefte TOMİS’in mücadele ilkeleri ve kararlılığının olduğunu söyledi. TOMİS’i daha ileriden sahiplenme ve güçlendirme çağrısı yaparak konuşmasını bitirdi. İstanbul’dan bir delege, genel kurulu selamlayarak, sendikanın kuruluşundan bugüne emek harcayanlara teşekkür etti. Sendikaya yönelik baskılar ve son olarak Trakya’da gerçekleşen tutuklamaların mücadeleyi engelleyemeyeceğini belirterek, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!” sözleriyle konuşmasını bitirdi. Gebze’den bir TOMİS üyesi genel kurulu selamlayarak, mücadeleyi ve TOMİS’i güçlendirme çağrısı yaptı. TOMİS’e üye oldukları için işten atılan Sinbo işçileri adına bir konuşma gerçekleştirilerek, örgütlenme deneyimi aktarıldı. Neden TOMİS’i seçtikleri anlatıldı. “TOMİS’i seçtik çünkü bizi satmayan bir sendika arıyorduk. O ise TOMİS’ti. Bugün
burada yaptığımız tercihin yanlış olmadığı bir kez daha anlıyoruz” dendi. “Yaşasın işçi sınıfının mücadelesi” ifadeleriyle konuşma bitirildi. Söz alan başka bir Sinbo işçisi de fabrikada çalışma koşullarını aktaran bir konuşma gerçekleştirdi. İstanbul’dan bir delege çalışma koşullarının ağırlığının, örgütlenme çalışmalarında yarattığı zorlukları ifade ederek, fabrika çalışmalarında ısrarlı olmak gerektiğini vurguladı. Sosyal faaliyetlerin örgütlenme çalışmalarında ön açıcı olabileceği yaşanmış örneklerle aktardı. Olumsuzluklar karşısında kararlı olmanın önemi üzerinde durdu. “Yılgınlık yok, direniş var!” sözleriyle konuşmasını bitirdi. Konuşmaların ardından divan; yönetim, denetleme ve disiplin kurulu raporlarını sundu. Ardından tüzük değişikliği önerileri sunularak oylandı. Genel kurulda, Trakya’da tutuklanan sendika genel merkez yöneticileri Veli Karaçam ve Ali Haydar Karaçam’ın mektubu okundu. Mektubun okunmasıyla genel kurula aday listelerinin belirlenmesi ve seçim işlemlerinin hazırlığı için ara verildi. Aranın ardından, aday listesi ilan edilerek, seçimlere geçildi. Tek liste olarak girilen seçimde, yeni dönem yönetim, denetleme ve disiplin kurulları oluşturuldu. Yeni Yönetim Kurulu adına gerçekleştirilen kapanış konuşmasıyla genel kurul noktalandı.
20 Aralık 2019
KIZIL BAYRAK * 11
Sınıf
Asgari ücretten metal sözleşmesine, vergi soygunundan mezarda emekliliğe...
İnsanca yaşamaya yeten ücret, insanca çalışma koşulları ve emeklilik hakkımız için genel grev, genel direniş!
Devrimci sınıf faaliyetleri KAYSERI
Kayseri İşçi Birliği, insanca yaşamaya yeten vergiden muaf asgari ücret talebi çerçevesinde çağrıları en geniş işçi kitlesine ulaştırmak için faaliyetlerini çeşitli araçlarla sürdürüyor. 16 Aralık sabahı Belsin servis güzergahında “Asgari değil, insanca yaşamaya yeten vergiden muaf asgari ücret istiyoruz! Vermeyecekler alacağız, Asgari ücret açıklamasına omuz ver!” şiarlı ve Kayseri İşçi Birliği imzalı el ilanlarının yaygın dağıtımı gerçekleştirildi. 17 Aralık’ta ise önemli bir servis güzergahı olan Eskişehir Bağları semtinde el ilanlarının dağıtımı gerçekleştirildi.
GEBZE
İçinden geçmekte olduğumuz günler sermaye sınıfının topyekûn saldırı hazırlığı içinde olduğu bir dönemdir. Bir yanda 7 milyon işçiyi ilgilendiren asgari ücret görüşmelerinde yoksulluk dayatılıyor, bir yanda 150 bin metal işçisini ilgilendiren sözleşme sürecinde kölelik dayatılıyor. Bir yanda 6 milyon işçinin emeklilik hakkı gasp edilirken milyonlarcası ise mezarda emekliliğe mahkum ediliyor.
servet katıp saraylarda yaşayarak dalga geçercesine “İtibardan tasarruf olmaz” diyenler ve yanlarında koruyup kolladıkları patronlar. Diğer tarafta ise biz. Yaşamak için çalışmaktan başka seçeneği olmayanlar, üreterek dünyaya şeklini verenler. Hal böyle iken dünya bizim emeğimiz üzerinde dönüyorken sömürünün en katmerlisini de biz yaşıyoruz.
PEKI BIZE BUNLARI KIM YAPIYOR?
ANCAK BUNA SON VERECEK OLAN BIZIZ!
Başta patronlar örgütü TÜSİAD, MESS ve onların iktidarı AKP-MHP’li tek adam diktatörlüğü. Yani bir yanda emek bir yanda sermaye, ezen ve ezilen. Bir yanda şatafatlı lüks yaşamlarla servetine
Çalışan, üreten milyonlar! Sorunlarımız hiç de birbirinden bağımsız ve ayrı değil. Asgari ücret, metal sözleşmesi ve mezarda emeklilik. Bunların hepsi şu sü-
reçte tek bir mücadelede buluşmalıdır! Ayrı ayrı mücadele ederek sermayeden hakkımız olanı alamayız. Eğer hakkımız olanı almak istiyorsak ellerimizi birleştirmeli ve şaltere yaklaştırmalıyız. Biz durursak dünya durur. Bunun bilincinde olalım. “Genel grev, genel direniş” çağrılarını bulunduğumuz her yerde dile getirelim. Sendikaları bunun için basınç altına alalım ve sorumluluk almalarını sağlayalım. Onlar bu işin sorumluluğunu almayacaksa “Söz, yetki, karar” hakkımızı kullanarak şalterleri biz indirelim. Gün bekleme, göstermelik eylemlere vakit kaybetme günü değil. Gün topyekûn saldırılara karşı genel grevi birleşik mücadeleyi örgütleme günüdür! METAL İŞÇILERI BIRLIĞI
Gür Metal işçileri sendikal örgütlenme hakları için mücadele ediyor Tuzla, Orhanlı Mahallesi’nde kurulu Gür Metal Hassas Döküm fabrikasında işçiler sendikal örgütlenme girişiminde bulundular. Havacılık ve savunma sanayinde üretim yapan Gür Metal’de ağır çalışma koşulları ve mobbinge maruz kalan, bununla birlikte sınırlı sosyal haklarla çalışan işçiler sendikayı ihtiyaç olarak gördü. Fabrikada sendikal faaliyetin başını çeken işçiler ilk olarak DİSK bünyesindeki Birleşik Metal-İş’i adres olarak seçti. Birleşik Metal-İş yöneticileriyle yapılan gö-
rüşmede olumlu bir yanıt alınamayınca Türk Metal sendikasıyla görüşüldü. Görüşmeler sonrasında fabrikada gizli bir şekilde sendikal üyelikler yapılmaya başlandı. Sendikal faaliyetin duyulması üzerine Gür Metal patronu işten atma saldırısında bulundu. Yakın süreçte işlerini daha da büyüten, işçi alımı yapan, Türk Havacılık ve Uzay Sanayi A.Ş ile ortak girişimlere imza atan Gür Metal, işten atmalar için “ekonomik daralmayı” gerekçe gösterdi. Gür Metal patronu işçilerin örgütlenme hakkına, anayasal hakkı olan
sendikaya tahammülsüzlüğünü 3 kadın işçi olmak üzere toplam 6 işçiyi işten atarak gösterdi. İşten atılma sonrasında işçiler kapı önünde bekleyişe geçti. İşçilerin kapı önü bekleyişine Türk Metal sendikası temsili düzeyde destekte bulundu. Patronun baskı ve tehditlerine, işten atma saldırısına rağmen Gür Metal fabrikasında işçiler sendikal örgütlenme haklarına sahip çıkıyorlar. İşten atılan işçiler ise iş geri dönene kadar bekleyişlerini sürdüreceklerini dile getiriyorlar.
Sınıf devrimcileri, Gebze’de asgari ücretle ilgili bildiri dağıtımı yaptı. 15 Aralık’ta eski Çarşı çeşmede gerçekleştirilen dağıtımda, insanca yaşamaya yetecek, vergiden muaf asgari ücret için işçiler birliğe ve mücadeleye çağrıldı. Dağıtım sırasında yapılan konuşmalarda VİP Tekstil ve Trelleborg işçileriyle dayanışmanın yükseltilmesi gerektiği vurgulandı.
KÜÇÜKÇEKMECE
İşçilerin Birliği Derneği’nin (İBD) hazırladığı “Bıçak kemikte! İnsanca yaşamaya yetecek ücret istiyoruz!” şiarlı duvar gazeteleri Sefaköy merkez, Söğütlüçeşme Mahallesi ve Halkalı fabrikalar caddesine yaygın olarak yapıldı. DLB’nin Erdal Eren için gerçekleştireceği anmaya çağrı yapan afişler de Sefaköy’de bulunan meslek liseleri ve Anadolu liselerinin çevresine yapıldı. Ayrıca DLB’nin hazırladığı “Paran kadar devamsızlık yapabilirsin!” şiarlı duvar gazeteleri de kullanıldı.
ESENYURT
Esenyurt Hoşdere mevkiinde bulunan Mercedes fabrikası işçilerine, “MESS ile görüşmelerde tiyatro sürüyor! Metal işçisi geleceği için seyirci olmayı bırakmalıdır!” başlıklı Metal İşçileri Bülteni ve Metal İşçileri Birliği’nin (MİB) “Metal Grup TİS Süreci” başlıklı özel işçi bülteni de dağıtıldı. Genç işçilerin bültene ilgisi daha yoğun olurken, MİB’i Facebook sayfasından takip ettiklerini söylediler.
12 * KIZIL BAYRAK
Tarihs
Tarihsel çağ ve yen (17 Aralık 2011 tarihinde verilmiş bir konferansın elden geçirilmiş kayıtlarıdır... / Ekim, Sayı: 282, Haziran 2012)
BUNALIMLAR, SAVAŞLAR VE DEVRIMLER...
Bunalımları, savaşları ve devrimleri birarada besleyen, sistemin yapısal çelişkileridir, bunların keskinleşmesi ve yoğunlaşmasıdır. Ekonomik bunalımlar beraberinde sosyal bunalımları getirir. Bu ise sosyal kutuplaşmanın büyümesi, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, burjuvazinin emekçileri sosyal barışla kontrol etme imkanlarının gitgide daralması ve dolayısıyla kapsamlı sınıf mücadelelerinin önünün açılması demektir. Devrimlere götüren sosyal-siyasal süreçlerin oluşmasının ve zaman içinde olgunlaşmasının tarihsel-toplumsal temeli de budur. Sonuçta toplumsal devrim anlık gelişmelerin değil, fakat bütün bir tarihsel dönemin ürünüdür. Tarihsel bir birikim üzerinde yükselen, yıllara-onyıllara yayılan sosyal-siyasal bunalımlarla olgunlaşan, buna paralel olarak gelişen sınıflar mücadelesi sürecinin en ileri, en üst aşamasıdır. 20. yüzyıl tarihi, bu üç temel önemde olgunun, bunalımların, savaşların ve devrimlerin, ortak bir temelden beslenerek ve birbirlerini besleyerek geldiğini bize tüm açıklığı ile göstermektedir. Üstelik birden fazla tarihi dönem üzerinden. 20. yüzyılın hemen başında, ki bu emperyalizm çağına giriş demektir, çok yönlü bunalımlar ve bunlara eşlik eden savaşlar dizisi görüyoruz. Ekonomik ve mali bunalımlar, dünya sisteminde başgösteren hegemonya bunalımı, siyasal ve diplomatik bunalımlar, yeni bir paylaşım savaşını hazırlayan sayısız anlaşmazlıklar ve daha o günden bunlara eşlik eden yerel savaşlar. 1895’te Japonya’nın emperyalist hırslarının bir ilk dışavurumunu ortaya koyan Çin-Japon savaşı var... 1898’de Küba ve Filipinler üzerinden ABD-İspanya gerici savaşları var. Küba’nın dolaylı ve Filipinler’in doğrudan ve bu kez ABD ta-
rafından sömürgeleştirilmesi ile sonuçlanan bu savaşlar, ABD’nin emperyalist yayılmacı bir güç olarak tarih sahnesine çıktığının bir ilanıdır. Bunu aynı yıllarda ABD’nin çok büyük stratejik önemi olan Panama Kanalı’na el koyuşu izlemiştir. Yine 1898’de Çin’de Boxer Ayaklanması ve ardından dönemin tüm büyük emperyalist güçleri tarafından Çin’e yapılan kapsamlı bir ortak emperyalist müdahale var (1901). Bunun sonucu Çin’in adeta sömürgeleştirilmesi olmuştur. Güney Afrika’da yıllarca süren ve İngiltere’nin bu ülke üzerindeki emperyalist egemenliğini koruma kararlılığının ifadesi olan İngiliz-Boer Savaşları var (1899-1902). Ardından Japonya ile Çarlık Rusya’sı arasında 1904’de patlak veren savaş var. Mançurya ve Kore üzerinde egemenlik mücadelesinin biri ürünü olarak ortaya çıkan bu savaş, Japonya’nın ezici zaferi ile sonuçlanmıştır. 1910’lu yıllarda Balkan savaşları dizisi var; Balkan uluslarının Osmanlı’ya başkaldırısının ürünü olan ama emperyalist oyunlarla da içiçe giden, sonunda Balkan halklarının kendi aralarındaki boğazlaşmalarına varan bir savaşlar dizisi olmuştur bu. Aynı yıllarda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’e yönelik emperyalist müdahaleleri var. Libya üzerinden Trablusgarp savaşı var, İtalyan emperyalizminin hırslarını ortaya koyan. Ve nihayet, tüm bunların sonuçta gelip bağlandığı ilk büyük emperyalist dünya savaşı... Bütün bu savaşlar dizisine paralel olarak ve birinci emperyalist savaşı önceleyen 15-20 yıllık süre içinde de kudurgan bir militarizm var. 1904’ten itibaren II. Enternasyonal kongreleri sistemli bir şekilde militarizmdeki tırmanmayı ve savaş tehlikesini tartışıyorlar. Bu da aynı şekilde, dünya tarihinin o kesitinde, savaşların artık bir olgular serisi olarak gündeme girdiğinin bir başka temel önemde göstergesidir. İktisadi, sosyal ve siyasi bunalımlar, militarizm ve savaşlar... Ve bakıyoruz, tam da bu aynı tarihi dönemde, o günün dünyasında bir dizi devrimci olaylar serisi de var. 1905’de Rusya’da devrim var,
başarısızlığa uğrasa da, tarihsel olarak Sosyalist Ekim Devrimi’nin habercisi ve hazırlayıcısı olan... İran’da 1906’da başlayıp 1909’a kadar süren devrimci çalkantılar var, birkaç yıllığına da olsa anayasal monarşi ile sonuçlanan... 1908’de Osmanlı’da Jön Türk devrimi var, şekillenmekte olan Türk burjuvazisinin ilk önemli girişimi olan ve II. Meşrutiyet’in ilanını sağlayan... Çin’de 1907’den itibaren Sun Yat Sen önderliğindeki ulusal demokratik hareket var, 1911’de Çin’in güneyinde Cumhuriyet’in ilanını ortaya çıkaran... Aynı yıllarda, 1905’ten başlayarak Hindistan’da ulusal hareketin ilk safhası var. Daha 1898’de, Küba ve Filipinler üzerine verilen emperyalist savaşlara, bu aynı ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin eşlik ettiğini biliyoruz. Özetle, bu aynı tarihi dönemde, bir dizi devrimci olaylar serisi de var. Bunlar, bunalımlara ve savaşlara paralel olarak yeni bir devrimler döneminin de gelmekte olduğunun ilk işaretleridir, 20. yüzyılın o başlangıç evresinde. Bunu, o günün dünyasında yeni bir devrimler döneminin gelmekte olduğunu, tıpkı militarizmin tırmanması ve savaşlar sorununda olduğu gibi, dönemin uluslararası sosyalist hareketinin tutum ve tepkileri üzerinden de görebiliyoruz. Tam da böyle bir tarihsel dönemin ürünü olan Lenin’in bütün bir düşünce ve mücadele çizgisi, George Lukacs’ın da isabetle vurguladığı gibi, o günün dünyasında “devrimin güncelliği” olgusuna dayanır. Aynı yaklaşımı, marksist hareketin, üstelik daha başından itibaren, Rusya’daki devrimin sorunlarını, onun Avrupa’da devrimi tetiklemesi olanağı ile birlikte ele alıyor olması üzerinden de görebiliyoruz. Lenin’in 1908 tarihli bir makalesi, “Dünya Politikasında Patlayıcı Madde” birikimini ele alıyor, İran’dan Çin’e kadar dönemin devrimci olaylarının irdelemesine dayanıyordu. Dönemin teorik otoritesi Karl Kautsky, 1909 yılında, “İktidar Yolu” başlıklı bir broşür kaleme alıyor ve burada insanlığın “bir savaşlar ve devrimler dönemi”ne girdiğini saptıyor, yeni bir “devrimler çağı”nın
başladığını ilan ediyordu. Uluslararası bunalımın derinleşmesi ve büyük bir emperyalist paylaşım savaşının ayak seslerinin duyulması üzerine, II. Enternasyonal 1912’de Basel’de olağanüstü bir kongre toplamak durumunda kaldı. Bu kongrenin yayınladığı temel önemdeki bildiri söze daha önceki iki kongrenin, 1907’deki Stuttgart Kongresi ile 1910’daki Kopenhag Kongresi’nin, bir emperyalist savaş tehlikesine karşı uluslararası proletarya için saptadığı tutumu özetleyerek başlıyordu. Buna göre; bütün ülkelerin işçi sınıfları, her yolla savaşı engellemeye çalışmak, ama buna rağmen savaş patlak verecek olursa eğer, bunun yarattığı ekonomik ve siyasal bunalımdan en iyi biçimde yararlanarak halk yığınlarını ayaklandırmak ve kapitalist egemenlik sistemini yıkmakla yükümlüydüler. Bunun anlamı, engellenemediği bir durumda savaşı iç savaşa çevirmek ve bunu proletarya devriminin zaferi ile taçlandırmaktı. Bu kararın konumuz açısından önemi ise, sözkonusu tarihi evrede, bunalımlar ve savaşlarla birlikte artık devrimlerin de gündemde olduğu gerçeğine dönemin örgütlü sosyalist hareketinin bilinci üzerinden tanıklık etmesidir. Nitekim, II. Enternasyonal ezici bir çoğunluğu ile verdiği bu söze ihanet edip savaşın yıkıntıları arasında dağılıp gitse de, öngördüğü gelişmenin tarihsel olarak gerçekleşmiş olduğunu biliyoruz. 1917’de Ekim Devrimi, 1918’de Alman Devrimi, 1919’da Macar Devrimi, Avrupa’da bunları izleyen tüm öteki devrimci çalkantılar serisi ve nihayet Doğu’da Çin Devrimi’nin ilk fırtınalı evresi, tümü bir arada bunun ifadesi oldular. 1890’lardan 1920’lere uzanan yaklaşık otuz yıllık dönem, dünya ölçüsünde bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemi olmuş, tarihe böyle geçmiştir. Bu, emperyalizm ve proletarya devrimleri çağında, tartışmakta olduğumuz üç temel olgunun, bunalımlar, savaşlar ve devrimlerin, aynı tarihi sürecin farklı yönleri olarak kendilerini ortaya koyduklarının bir ilk tarihi ifadesi olmuştur.
20 Aralık 2019
sel çağ
ni tarihsel dönem- 2
Bu aynı bütünlüğü, 1920’lerin sonundan başlayarak 1930’ların sonunda ikinci büyük emperyalist dünya savaşına varan olaylar tablosu üzerinden de aynı açıklayıcılıkta ortaya koymak olanaklıdır. Bu da aynı çağın içinde bir başka bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemidir. Emperyalist metropolleri dışında tutmak kaydıyla, üçüncü bir dönemi, 19451975 üzerinden de tanımlayabilir, aynı şekilde bunalımlar, savaşlar ve devrimler dizisi üzerinden genişçe örnekleyebiliriz. Bu dönemin başlangıcını Çin Devrimi’nin ve sonunu Vietnam Devrimi’nin zaferi simgelemektedir.
“YENI BIR BUNALIMLAR, SAVAŞLAR VE DEVRIMLER DÖNEMI”
20. yüzyıla yayılan tüm bu tarihi dönemlerin de bir arada tanıklık ettiği gibi, sistemin yapısal çelişkileri, sözkonusu üç temel olguyu birlikte, içiçe, karşılıklı etkileşim halinde ve tekrar tekrar üretiyor. Ne diyordu TKİP III. Kongresi Bildirisi: “İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran
yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların ve emperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına yanıtı bir kez daha devrimler olacaktır...” Burada bunalımlar ve savaşlardan günümüzün somut olguları, fakat devrimlerden geleceğe dönük bir öngörü olarak söz edildiğine özellikle dikkat etmek gerekir. Bu değerlendirmede bugünün olguları üzerinden geleceğe bir bakış var, bir gelecek öngörüsü var. Bunalımlar ve savaşlar üzerinden yapılan değerlendirmenin mantığı, dinamik sonuçları, bu sürecin devrimler halkasıyla tamamlanacağı öngörüsünü de birlikte getiriyor. Peki ama bu sadece soyut bir öngörü müdür, elde buna bugünden maddi dayanak oluşturacak veriler yok mudur? Olmasaydı eğer, bu değerlendirme bilimsel anlamını yitirir, büyük ölçüde spekülatif bir saptama olarak kalırdı. Önümde 1997 yılı gibi nispeten erken bir tarihte kaleme alınmış bir başka değerlendirme var. Başlığı şöyle: “Proleter Hareketin ve Halk İsyanlarının Yeni Dönemi” (Kızıl
Bayrak, 22 Mart 1997). Başlığa çıkarılan, temel önemde bir saptamadır. Bu, o dönemin en önemli olaylarının özet bir dökümü üzerinden gerekçelendirilmektedir de. Sözkonusu değerlendirme, “Dünya ölçüsünde proleter kitle hareketinin büyüyeceği ve isyanlara varan halk hareketlerinin çoğalacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz...” cümlesiyle başlıyor. Değerlendirme buna o günden olgusal kanıtlar gösteriyor. Ama dönün bir de şu dönemin olaylarına, örneğin Mısır’a ve Tunus’a bakınız, “isyanlara varan halk hareketleri”nin yeni örneklerini göreceksiniz bu ülkeler şahsında. İngiltere’de Londra’yı günlerce kasıp kavuran yoksullar isyanına, ya da ABD’de başlayan ve dünyaya yayılan Wall Street’ı işgal et eylemlerine bakınız. “Proleter kitle hareketlerindeki büyüme”yi mi görmek istiyorsunuz, örneğin grevler ve genel grevlerle çalkalanan şu dönemin Yunanistan’ına bakınız. İspanya’ya, İtalya’ya, Portekiz’e ya da Hindistan’a bakınız. Düşünün ki bu ülkelerden bazıları kapitalizmin zengin metropolleridir. Bedelini insanlığın büyük çoğunluğunun onyıllar
H. Fırat boyunca kendi yoksulluğu, yoksunluğu ve acılarıyla ödediği ikinci emperyalist dünya savaşı sonrasının refah adalarıdır bunlar. Ama buna rağmen varmış bulunduğumuz evrede artık buralarda da sistem eskisi gibi yürümüyor, durum eskisi kadar kolay kontrol edilemiyor, sarsıcı sosyal patlamalardan kaçınılamıyor. Devrim anlık bir olay değil fakat tarihi bir süreçtir; sınıflar mücadelesinin bir dizi safhadan geçerek en üst biçime, en ileri düzeye ulaşmasının ifadesidir. Sınıf mücadelesinin en alt düzeyi, en geri biçimi ekonomik-sendikal mücadele, en ileri, en üst, en yoğunlaşmış ve ulus çapında genelleşmiş biçimi ise iç savaş ve devrimdir. Birinin evrimi zaman içinde ötekini, devrimi hazırlar. Sosyal açıdan dünya ölçüsünde büyük bir hareketlenmenin yaşanmakta olduğunu bugün artık bütün açıklığıyla görebiliyoruz. Ama bu mücadeleler henüz nispeten geri bir düzeyde ve biz de bu yeni dönemin henüz ilk safhalarındayız. Bunalımlar ve bunların çok yönlü sosyal sonuçları, savaşlar ve bunların sonuçları, yıkıcı ve uyarıcı etkileri, birarada, sosyal mücadelenin yeni düzeylere geçişini hızlandıracaktır. Demek istiyorum ki, eğer bugün bunalımlar ve savaşlarla belirlenen bir evreden sözediyorsak, bunun beraberinde devrimler dönemini de getireceğini teorik bir bakış ve tarihsel bir bilinçle öngörebiliriz. Zira ilk ikisini hazırlayan çelişkiler üçüncüsünü de hazırlayan çelişkilerle içiçe ve onlara paralel işler. Ama ardından ekliyor ve diyorum ki; biz bunu sadece soyut bir teorik bakış ve tarihsel bilinçten hareketle de söylüyor değiliz. Son onbeş yılın toplam verileri, dünyada gitgide genişleyen ve sertleşen yeni bir sosyal mücadeleler dönemine girmiş bulunduğumuza tanıklık ediyor. Dünyanın dört bir yanında olup bitenler, dünyanın en umulmadık ülkelerinde, mesela İngiltere’de, mesela ABD’de, mesela İsrail’de yaşananlar bunun ifadesidir... Artık kapitalist dünya düzeni eskisi gibi yürümüyor, geniş çaplı olarak sorgulanıyor ve büyük ölçüde kendiliğinden patlak veren mücadelelerin hedefi
14 * KIZIL BAYRAK
oluyor. Sınıf mücadelesinin bugünkü nispeten geri biçimlerini yarınki daha ileri biçimlerin filizleri olarak görmeliyiz. Tunus-Mısır olaylarını değerlendirirken, bu ve benzeri olayları büyük sosyal depremlerin öncü sarsıntıları olarak ele aldık. Büyük depremler de tıpkı toplumsal devrimler gibidir, iki de bir gelmezler. Gelmeleri için uzun zaman dilimlerine yayılan bir enerji birikimi gerekir. Öyle iki de bir gelmezler ama geldiler mi tam gelirler. Bugün dünyanın dört bir yanında kendini gösteren toplumsal sarsıntılar, yarının toplumsal devrimlerinin ilk işaretleridir. Kapitalist dünyanın günümüzdeki çok yönlü bunalımı ile birbirini izleyen yeni savaşlar dizisini son otuz-otuzbeş yılın iktisadi-sosyal sorunlar birikimi ile birlikte ele alır, bunu da son onbeş yılın toplumsal hareketliliği ile birlikte düşünürsek, bundan herhangi bir kuşku duyamayız. İkinci emperyalist dünya savaşını izleyen büyük devrimci çalkantılar dönemi, Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesinin zaferiyle doruğuna ulaştı ve birkaç ardçı sarsıntının ardından bu dönem 1970’lerin sonunda kapandı. 1980’ler sonrası, tüm dünyada çok yönlü bir saldırgan gericilik dönemidir ve bu, Doğu Bloku’nun çöküşünü kabaca on yıl öncelemektedir. 1989 çöküşü buna yalnızca yeni bir hız ve kapsam kazandırmıştır. Gerçekte dünya ölçüsünde neoliberal saldırı ve “yeni sağ”ın yükselişi ile kendini gösteren gericilik dönemi 1980’lerle birlikte başlamıştır. 1980’lerden 2000’li yıllara, son otuz yıldır dünya tarihi açısından bir siyasal gericilik dönemi içindeyiz. Ama bu aynı dönemin içinde, özellikle de ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren yeni bir sosyal mücadeleler döneminin filizlendiğinin ilk işaretleri de ortaya çıkmıştır. Chiapas ayaklanması, 1994’e girerken gerçekleşen Meksika’daki bu yerel köylü isyanı, bunun başlangıç noktası olarak alınabilir. Bu isyanın tam da NAFTA’nın, yani ABD, Kanada ve Meksika’yı kapsayan Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması’nın uygulamaya geçeceği güne denk gelmesi, rastlantı olmadığı gibi son derece anlamlıdır da. Bu köylü isyanını ardından dünya ölçüsünde merkezinde proleter kitle hareketlerinin bulunduğu yeni bir sosyal hareketlilik dönemi izlemiştir. Gelinen yerde bunun yaygınlaştığını, özellikle 2008 kriziyle birlikte yeni bir güç, ivme ve kapsam kazandığını görüyoruz. (...)
DEVRIME HAZIRLIK VE DEVRIMCI PARTI
Bir tarihsel dönem değerlendirmesi yapıyoruz, ama bunu partili devrimciler olarak yapıyoruz. İçinden geçmekte olduğumuz tarihi döneme ilişkin olarak
Tarihsel çağ bağımsız bir yazar, bir düşünür, bir gözlemci, bir gazeteci, bir akademisyen, herhangi bir bilim insanı da pekala benzer değerlendirmeler yapabilir. Aynı olguları gözlemleyebilir, geride kalan tarihi dönemlerle karşılaştırabilir, bu konuda bilimsel teoriden (devrimci dünya görüşünden demek istiyorum) de yararlanarak aynı ya da benzer sonuçlara varabilir. Ama biz gözlemci, yazar, gazeteci ya da akademisyen değil partili devrimcileriz. Sunduğum değerlendirmeler de devrimci bir partinin, TKİP’nin değerlendirmeleridir. Devrimci partiler değerlendirmelerini onlardan devrimci siyasal ve örgütsel sonuçlar çıkarmak, bunu da devrimci görevlere bağlamak üzere yaparlar. Bu açıdan dönem değerlendirmesi, girilmekte olan dönemi doğru anlamak çok hayati bir önem taşır. Dönemi bir türlü anlarsınız; taktiğinizi buna göre saptar, görevlerinizi buna göre belirler, dolayısıyla da hazırlığınızı buna göre yaparsınız. Bir başka türlü anlar, tümüyle farklı sonuçlar varır, dolayısıyla tamamen farklı bir biçimde hareket edersiniz. Örneğin siz eğer sürecin barışa, çelişkilerin yatışmasına, buna bağlı olarak da rejimin yumuşamasına doğru aktığını düşünüyorsanız, bundan çıkacak siyasal-örgütsel sonuçlar başkadır. Ama bunalımlardan, savaşlardan, militarizmden, burjuva demokrasisinin iflasından, polis devletine geçişten, çelişkilerin her alanda sertleşmesinden ve bunların da sosyal mücadeleleri kızıştırmasından söz ediyorsanız, bundan çıkaracağınız politik ve örgütsel sonuçlar daha başkadır. İlki sizi uzun bir barışçı mücadele dönemine kendinizi hazırlamaya ve örneğin bir çerçevede legal partiye, ikincisi sizi devrime hazırlanmaya ve başta devrimci örgüt sorunu olmak üzere öteki her şeyi bunun ışığında ele almaya götürür. Bunu böyle değerlendirirseniz, hazırlığınızı bugünden buna göre yaparsınız. İdeolojik cepheyi bu gözle ele alırsınız. Geride kalan tarihsel dönemle hesaplaşmaya bu gözle bakarsınız. Yığınağınızı ona göre yaparsınız. Bilirsiniz ki, böyle hareketliliklerde o şekilsiz milyonlarca insan kitlesinin ekseni yalnızca örgütlü işçi hareketi olabilir. Demir tozlarını birleştirecek, kendi etrafında kutuplaştıracak mıknatıs devrimci işçi hareketidir. Gelmekte olanı sezerseniz eğer, yığınağı oraya, çözücü halkaya yaparsınız. Kurulu düzen karşısında devrimci bir örgüt olarak konumlanmayı, dolayısıyla illegaliteyi önemsersiniz. Öyle ya, bunalımlar, savaşlar, sınıf çatışması, devrimci mücadele, sosyal patlama diyorsanız, örgütünüzü de bugünden buna göre hazırlamalısınız. Militanın bilincini, ruh halini, reflekslerini, bir bütün olarak davranış pratiğini buna göre şekillendirmelisiniz. Devrime
önderlik etmek iddiası olan, bilinci, ruh hali, davranış tarzı buna göre şekillenen, mücadelenin en farklı biçimlerine ve en ağır koşullarına hazır olan kadrolarınız varsa eğer, devrime önderlik etmek iddianızın da bir ciddiyeti var demektir. Nitekim TKİP III. Kongresi de aktardığım değerlendirmeyi hemen ardından şu sonuca bağlıyor: “Bu tespit, partimizin tüm mücadele, çalışma ve örgütlenme çabasının belirleyici ana ekseni durumundadır. Partimiz tüm güncel devrimci görev ve sorumluluklarına buradan bakmakta, geleceğin büyük mücadelelerine bu bakışaçısıyla hazırlanmaktadır. Her biçimiyle burjuva gericiliğinin Türkiye toplumunu boğucu bir kuşatma altında tutması güncel olgusu geçici olmaya mahkumdur. Kapitalizmin onulmaz çelişkileri karşı konulmaz bir biçimde Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerini bir kez daha devrimci sınıf mücadelesi alanına yöneltecektir. TKİP bu bilinçle, bundan beslenen bir devrimci güven ve iyimserlikle hareket etmekte, tüm güncel çabasını bu süreci hızlandırmaya yoğunlaştırmakta, bunu ise şaşmaz bir biçimde proletarya devrimi hedefine bağlamaktadır.” Eğer siz dünyada olayların akışını belli bir biçimde görüyorsanız, yani bunalımlardan, savaşlardan, giderek de bunların kaçınılmaz bir biçimde zorlayacağı, olgunlaştıracağı devrimlerden sözediyorsanız, dahası şimdiden zaten proleter kitle hareketlerinin ve halk isyanlarının yeni bir döneminin başladığını da söylüyorsanız, tüm öteki sorunları buna göre ele alır, hazırlığınızı da buna göre yaparsınız. Örneğin bu durumda Türkiye toplumuna hiç de AKP’nin güncel oy oranı üzerinden bakmazsınız. Dünyada olayların genel seyri bir yere doğru akıyorken, Türkiye’nin bu genel gelişmenin dışında kalamayacağını bilirsiniz. Hele de Türkiye dünya olaylarının kritik bir düğüm noktasını oluşturan Ortadoğu’da bir ülkeyse ve kurulu düzen bu bölgede emperyalizmin baş taşeronu olarak iş görüyorsa. Kritik bir bölgedeki kritik bir ülkenin iç siyasal durumu da bu genel gelişmelerin sarsıntısı dışında kalamaz, siz bunu bilir, bunu gözetirsiniz. Ekonomik durumun ani bir ağırlaşmasının ya da örneğin emperyalizmin hizmetinde bölge ülkelerinden biriyle gerici bir savaşın, bir anda Türkiye’deki bütün dengeleri temelden sarsacağını, kısa sürede herşeyin bütün bir çehresinin değişeceğini, ortaya bambaşka bir yeni durum çıkacağını düşünür, bunu gözetirsiniz. Daha önce, birinci emperyalist savaşın başlangıcındaki Almanya ile dört sene sonraki Almanya’yı bunun için örnek vermiştim (Bahsi geçen bölüm buradaki yayında çıkarılmıştır-Red). Dört
20 Aralık 2019
sene önceki, yani 1914 Ağustos’undaki Almanya’ya baktığınızda, dizginlerinden boşalmış bir Alman şovenizmi görürsünüz; tam da zamanında Engels’in öngördüğü gibi, Alman sosyal-demokrasisini de içine alan, ezen, Rosa Luksemburg’un ünlü ifadesiyle “kokmuş bir ceset”e dönüştüren... Alman sosyal-demokrasisi utanç verici bir tutumla Alman emperyalizmi ile aynı safa giriyor, “anavatan savunması”nın borazanlığını yapıyor, sınıfı ve kitleleri de ardından sürüklüyordu. Ama dört sene sonra, 1918 Kasım’ından itibaren, bu aynı ülkede yıllar boyu neler yaşandığını da biliyoruz. Almanya’da ekseninde devrimci işçi hareketinin bulunduğu devrimci çalkantılar yıllarca sürdü ve ancak 1923’te yatışabildi. Ya da Rusya’da, Bolşevikler savaşa cepheden karşı çıkıp işçilere silahlarınızı kendi burjuvazinize yöneltin dediklerinde, işçiler onlara vatan hainler olarak bakıyor, yer yer linç etmeye kalkıyorlardı. Ama bu aynı ülkede Şubat 1917’de devrim patlak veriyor, o aynı Bolşevikler bu aşamada devrimci işçi hareketinin önemli bir bölümünü ardından sürüklüyor, çok geçmeden de aynı işçi hareketine dayanarak Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’ni gerçekleştiriyorlardı. Demek istiyorum ki, AKP’nin oy oranı üzerinden bakıp da Türkiye toplumu üzerine öngörüde bulunanlar diyalektik bakıştan yoksundurlar ve hiçbir biçimde devrimci değildirler. Marksist devrimciler olarak topluma diyalektik bir bakış açısıyla bakacağız, süreçleri ve zamanı da böyle algılayıp böyle değerlendireceğiz. Türkiye kapitalist dünyanın bir parçası ve bu dünya çok yönlü bir hareketlilik içine girmiş bulunuyor. Dünyanın dört bir tarafında kurulu düzen sorgulanıyor ve bu sorgulama eylemli süreçlerle içiçe gidiyor. Mısır insanı Nasır’dan beri devletin uysal eklentisidir, şimdiyse aynı devlet düzeninin karşısına dikiliyor, yasaları ve yasakları çiğneyerek binler, onbinler, yüzbinler olarak meydanlara çıkıyor. Siz böylesine hareketlenmiş bir topluma tutar seçim sonuçları üzerinden, Müslüman Kardeşler ile Selefiler’in oy oranları üzerinden bakarsanız, böylece reformist-parlamentarist bakışın sınırlarını hiçbir biçimde aşamamış olursunuz. Bu toplumların düne göre katettiği mesafenin büyük önemini görememiş, gözetememiş olursunuz. Bu, meseleleri oy sandığı üzerinden ele alan tipik reformist-parlamentarist bakış açısıdır. Her marksist bilir ki, genel oy toplumda en pasif bir ölçüttür; en sıradan, en etkisiz, en örgütsüz insanı, en bilinçli, en örgütlü, en dinamik insan ile eşitler ve böylece gerçek güç ilişkilerini ve toplumsal dinamikleri gizler. Gerçek ölçüt örgütlü ve hareket halindeki güçlerdir, sınıflar
20 Aralık 2019
Tarihsel çağ
Dünya devrimci hareketi bugün bu mücadelelere önderlik etmekten çok bu mücadeleler üzerinden moral kazanıyor ve gide gide kendini yeniden bulacaktır. Oluşan ve giderek de güçlenecek olan atmosfer bunu kolaylaştırıyor. İnsanlığın gündemine Marks’ın, kapitalizmin bugününü bütün açıklığıyla gören bir deha olarak yeniden oturması bile, birçok insana, gruba, partiye güç veriyor. mücadelesinin esas alanları üzerinden ortaya çıkan güçler tablosudur. Devrimciler politik güç ilişkilerine ve olayların akışına oyların dağılım tablosu üzerinden bakmazlar. Yüzeydeki olaylar, bugünkü dış görünüm, kimseyi yanıltmamalıdır; Tunus toplumu da, Mısır toplumu da düne göre bugün hayli ileri bir noktadadır. Görünüşte İslami gericilik önplandadır, seçim sonuçları üzerinden görülen de budur. Ama bu, bu ülkelerde, örneğin Mısır’da, dünün uyuşturulmuş, atomize edilmiş, kaderciliğe itilmiş, hak arama bilinci ve pratiğinden yoksun bırakılmış halk kitlelerinin, bugün ikide bir sokağa çıkabilmesinin, yasa ve yasakları döne döne çiğneyebilmesinin büyük önemini unutturabilir mi? Olup bitenleri reformist-parlamentarist bir bakışla ele alanlar, Mısır’daki seçim sonuçları üzerinden sözümona bu ülkenin nerden nereye geldiğini göstermiş oluyorlar. O milyonlarca insanın ayağa kalkmasının, sokağa çıkmasının, yasaları-yasakları çiğnemesinin, polisle, gelinen yerde ordu birlikleri ile çatışmasının o insanlara kazandırdığı bilinç sıçraması, bunların yarına kalacak sonuçları onları ilgilendirmiyor. (...)
ZORUNLU GEÇIŞ DÖNEMI
Tam da Tunus ve Mısır olayları bize devrimci partinin hayati önemini, toplumun hareketlendiği dönemde olayların seyri üzerindeki belirleyici rolünü bir kez daha göstermiş oldu. Bugün gelişmekte ve yayılmakta olan mücadelelerin en temel sorunu devrimci önderlik so-
runudur. Bu, Tunus-Mısır örneklerinde olduğu gibi, muazzam olanakların heba olmasına, saptırılmasına, burjuva gericiliğinin bir başka türüne alet edilmesine yol açmaktadır. Ama yine de bu, olup bitenlerin muazzam önemini ve yarına etkilerini ortadan kaldırmıyor. Biz komünistler buna ilişkin düşüncemizi de yıllar öncesinden ve burada sık sık andığım temel değerlendirme üzerinden ortaya koyduk. “Proleter Hareketin ve Halk İsyanlarının Yeni Dönemi” başlıklı değerlendirme, dönemin sosyal hareketliliklerinin özet bir dökümünü verdikten sonra, şöyle devam ediyordu: “Bütün bu hareketlerin, direnişlerin ve isyanların istisnai durumlar dışında, devrimci bir önderlikten, devrimci bir politik yön ve programdan yoksunlukları açık bir olgudur. Kendiliğindenlik, örgütsüzlük, birbirinden kopukluk hâkim özellik durumundadır. Fakat dünya komünist ve devrimci hareketinin geride bıraktığı tarihsel yıkım olgusu düşünülürse, bunda şaşılacak bir yan da yoktur. “Temel önemdeki bu zaafın yarattığı sorunlara rağmen dünya ölçüsündeki bu mücadelelerin çok büyük bir politik öneme sahip olduğu gerçeği tartışılamaz. Herşey bir yana, günden güne yaygınlaşan bu eylem ve isyan hareketleri, ‘89 çöküşünü izleyen dünya ölçüsündeki gerici atmosfere ve ondan beslenen propagandaya muazzam bir darbedir. İnsanlık ne tarihin sonuna gelmiştir, ne de kapitalist düzen insanlığın ezici çoğunluğuna bir şey verebilecek durumdadır. Tam tersine,
kapitalist sistemin onulmaz temel çelişkileri varlığını sürdürmenin ötesinde, gitgide daha keskinleştiği içindir ki, bizzat bunun harekete geçirdiği yığınlar tarihin yeni bir evresini müjdelemektedir...” (H. Fırat, Dünya, Ortadoğu ve Türkiye., Eksen Yayıncılık, s. 411-12) Evet, halen de önemli olan, sosyal mücadelelere, kitle hareketlerine, halk isyanlarına devrimci partilerin önderlik edip etmediği değil, fakat bizzat bu hareketlerin kendisidir. Bunun önemini ancak geride bırakmakta olduğumuz dönemi unutmazsak gereğince takdir edebiliriz. Bu dönemin içinde devrim dalgasının dibe vurması, azgın neoliberal gericilik, onun muazzam ideolojik hegemonyası ve “yeni sağ”ın yükselişi, ‘89 çöküşü, bunun yarattığı ağır siyasal gericilik atmosferi vb., vb. var. Yeni mücadeleler işte bu dönemin üzerine geliyor ve sistemin dünya ölçüsünde yeniden ve yaygın biçimde sorgulandığını gösteriyor. Kapitalizmin onulmaz çelişkilerinin yerli yerinde durduğunu ve emekçi katmanları bir kez daha geniş çaplı olarak harekete geçirdiğini gösteriyor. Böyle bir evre yaşanmaksızın, ‘89 yıkılışıyla birlikte dünya ölçüsünde güçten düşmüş, umutları kırılmış, özgüveninin yitirmiş ve bu arada kafası tümden karışmış her biçimiyle devrimci hareket kendini yeniden bulamaz. Biri birini izleyen mücadeleler dalgasının bizzat kendisi, gerici burjuva propagandasına ve dünyaya hâkim siyasal gericilik atmosferine büyük bir darbedir deniliyor aktardığım değerlendirmede.
KIZIL BAYRAK * 15
Öyle olup olmadığını görmek için, bugün olup bitenlere ve bunun etkilerine şöylece bir göz atmak bile yeterlidir. ABD’deki, İngiltere’deki, Yunanistan’daki, İspanya’daki, İsrail’deki, Hindistan’daki, hemen tüm Latin Amerika’daki mücadelelere ve bunun etkilerine dönüp bakınız. Bütün bunlar sistemi tartışmalı hale getiriyor ve onu yıkmak mücadelesi veren tüm güçlere büyük bir moral güç veriyor. Geride kalmakta olan dönemde dünya devrimci hareketi büyük bir ideolojik, moral ve fiziki yıkım yaşadı. Sosyalizm adına geride bırakılan tarihsel yıkıntı var; hala da bunu esaslı bir biçimde bilince çıkarabilmiş, derslerini toplayabilmiş, bu temelde kendini yenileyebilmiş değil. Eski önyargılar, eski kabuller, eski yaklaşımlar büyük ölçüde yerli yerinde duruyor. Böyle bir hareket yazık ki mücadeleye ciddi bir önderlik de yapamaz. Ama bu mücadeleler çoğaldıkça, bu mücadelelerin verdiği moral atmosfer güçlendikçe, gerici propaganda güç kaybettikçe, gerici atmosferin bulutları dağıldıkça, bu işe özne olabilecek, bu işi sürükleyebilecek güçlerin bilinci de yavaş yavaş aydınlanacaktır. Onlar kendilerini ancak bu zeminlerde bulabilecekler ve geleceğin sosyal mücadelelerine iyi kötü önderlik yapma yeteneği kazanabileceklerdir. Andığım metnin devamında “insanlık bu zorunlu ara evreyi yaşamak durumundadır” deniliyor ve şöyle devam ediliyor: “Önemli olan bugün için bunların yaşanması ve bunların söylenmesidir. Bu süreçler bir yandan gerici burjuva propagandayı darbelerken, öte yandan yeni devrimci akımların filizlenmesine, var olanların moral ve maddi açıdan toparlanmasına ve güçlenmesine uygun bir zemin hazırlamaktadır. Devrimci akımların yön verebileceği yeni süreçlere ulaşabilmek için insanlık bu tarihsel ara evreden geçmek zorundadır. Dünya devrimci ve komünist hareketinin yaşadığı büyük tarihsel tahribatın ve bunun dünya ölçüsünde işçi sınıfı ve halklar üzerindeki yıkıcı etkilerinin ardından, bu yaşanılması kaçınılmaz bir tarihsel ara evredir.” (s.412) Dünya devrimci hareketi bugün bu mücadelelere önderlik etmekten çok bu mücadeleler üzerinden moral kazanıyor ve gide gide kendini yeniden bulacaktır. Oluşan ve giderek de güçlenecek olan atmosfer bunu kolaylaştırıyor. İnsanlığın gündemine Marks’ın, kapitalizmin bugününü bütün açıklığıyla gören bir deha olarak yeniden oturması bile, birçok insana, gruba, partiye güç veriyor. Marksizme yeniden bir bağlılık, temel marksist kabullere yeniden bir yöneliş yaratıyor. Halen de ara evre dediğimiz bu süreç yaşanıyor günümüz dünyasında. (...)
16 * KIZIL BAYRAK
20 Aralık 2019
Kadın
Tekstil işkolunda kadın işçiler, sorunları ve talepleri Tekstil işkolu (dokuma, hazır giyim ve deri) ülkede imalat sanayi içinde üretim, ihracat ve istihdam açısından öne çıkmaktadır. Türkiye hem coğrafi konumu itibariyle Avrupa perakende şirketlerinin tercihidir ve hem de yapılan işin kalitesi ve imalatın ucuzluğu nedeniyle tercih edilmektedir. Avrupa Birliği’nin Çin’den sonra ikinci büyük tedarikçisidir. Öte yandan iplikte kullanılan teknoloji açısından Türkiye’nin dünyada ilk sıraları paylaştığı belirtilmektedir. 2019 Ocak ayı verilerine göre işkolunda 1 milyon 42 bin kişi çalışmaktadır. Ancak kayıt dışı çalışmanın bu işkolunda oldukça yaygın olduğu bilinmektedir. Sendikalı işçi sayısı ise 95 bin 278’dir. İmalat sanayisinde çalışan her iki kadından biri, Türkiye’de bütün işkollarında çalışan her 10 kadından 1’i tekstil, hazır giyim ve deri işkolunda çalışıyor. Kadın işçilerin genellikle “niteliksiz” olarak görülmesi ve “faaliyet konularına yatkınlıkları” nedeniyle bu işkolunda ağırlıklı olarak istihdam edildiği ileri sürülmektedir. Çoğu araştırmada da kadın tekstil işçilerin çoğunluğunun ilkokul ve ortaokul mezunu olduğu belirtilmektedir. Çalışma Bakanlığı’nca 2011 yılında hazırlanan Hazır Giyim Sektöründe Çalışan İşçilerin Çalışma Koşullarının İyileştirilmesi Teftişi Sonuç Raporu’na göre kadın istihdam oranının en yüksek olduğu illere bakıldığında ilk sırada Denizli gelmektedir. Denizli’yi %29 ile İzmir, %28,4 ile İstanbul, %28,3 ile Edirne ve %27,7 ile de Kırklareli takip etmektedir. Tekstil işkolunda üretim süreci parçalanmış durumdadır. Üretim ana firmada başlamakta, fasoncu firmada tamamlanmaktadır. Genelde hazır giyim üzerine olan tekstil fabrikalarında vardiyalı çalışmaya pek rastlanmamaktadır. Daha çok entegre işyerlerinde dokuma bölümünde çalışan işçiler postalar halinde çalıştırılmaktadır. Bu anlamda gece çalışması bu entegre fabrikalarda genel bir durumken, vardiyalı çalışmayan tekstil firmalarında ise -daha çok fason iş alan firmalarda- “sabahlama” adı altında işçilerin gece çalıştırıldığı, kimi zaman bu durumun 2-3 gün -yetiştirilmesi gereken iş bitene dek- sürdüğü bilinmektedir. Ve bu şekilde kuralsız çalışma oldukça yaygındır.
Tekstil işkolunda yaygın olan bir diğer çalışma biçimi de daha çok kadın emeğinin kullanıldığı “eve iş verme” ya da “evde çalışma” biçiminde kayıt dışı çalışma biçimleridir. Yapılan kimi araştırmalara göre, hazır giyim, eve iş verme ya da evde çalışma uygulamasının en yoğun yaşandığı daldır. İlik açma, düğme dikme, fisto çekme, kenar bastırma gibi işlerin hem teknolojik aletlere gereksinim duymaması hem de evlerde kadınlarca kolayca yapılması, bu tip çalışmanın hazır giyim işkolunda yoğun olarak kullanılmasına neden olmaktadır. Tekstil fabrika ve atölyelerinde, “usta, ustabaşılık, teknisyen ve mühendis” olanların daha çok erkek olduğu genel bir kanıdır. Tekstilde “makineci” olma konusunda bariz bir cinsiyet farklılığı olmasa da “ütücülük”te daha çok erkek işçiler çalışırken, “paketlemeci, iplikçi ve benzeri işler”de daha çok kadın ve çocukların çalıştığı görülmektedir. Çalışma Bakanlığı’nın yukarıda bahsi geçen raporuna göre; Malatya, Adıyaman, Adana, K.Maraş, G.Antep illerindeki işyerlerinde çalışanların kıdem süresi, diğer illerdeki işyerlerinde çalışanlara göre daha azdır. İşçilerin kıdem süresi bu illerdeki sipariş üzerine çalışan fason işletmelerin fazlalığına, mevsimlik işlere bağlı olarak düşmektedir. Denizli ilinde ve Bursa’da büyük işyerlerinin çoğunluğuna bağlı olarak çalışanların kıdem süreleri artmaktadır. İşkolunda bölgesel farklılıklar işçilerin sürekli çalışma biçimlerini etkilese de genel anlamda işkolunda, özellikle
konfeksiyonda (hazır giyim), işçi sirkülasyonu oldukça yaygındır. Bunun işçiler açısından nedeni, işçilerin firmalar arasında ücret ve sigorta sorunundan dolayı sürekli yer değiştirmesi, mevsimlik işler (pamuk, kayısı vb. toplama) dönemlerinde işçilerin işyerinden ayrılabilmesi olarak gösterilmektedir. Kadın işçiler evlilik öncesi sürekli çalışırken, evlilik ya da doğum nedeniyle çalışmaya ara verip daha sonra geri dönmeler yaşamaktadır. Patronlar ise ücretsiz izinler, hileli iflaslar vb. yoluyla işçi çıkartırken, yeni işyeri açarak borçlanma ve işçilerin hak ettiklerinden kurtulma gibi girişimler tekstilde sürekli çalışmayı çok mümkün kılmamaktadır. Özellikle son dönemde İŞKUR üzerinden işçi alımlarıyla patronların artık bu şekilde kısa süreli işçi çalıştırmayı tercih ettikleri görülmektedir. “Kullan-at” işçiliği yaygınlaşmaktadır. Kadınların ucuz işgücü olarak görüldüğü tekstilde kayıt dışı çalışma yaygın olduğu için ücretler asgarinin de altında olabilmektedir. Kayıtlı işçilerin ücret seviyesinin genel olarak asgari ücret ve asgari ücretin bir miktar üzerinde olduğu, ancak söz konusu ücretin genel ve göreceli olarak mevcut ihtiyaçları karşılamaya yetmediği, bu anlamda yine genel olarak işçilerin daha fazla kazanç elde etmek uğruna hafta tatili günleri de dahil olmak üzere fazla çalışma yapmaya yöneldikleri bilinmektedir. Haneye giren iki asgari ücret olsa dahi tekstil işkolunda çalışan kadın işçiler tekil ya da aile olarak yoksulluk sınırının altında gelir elde etmektedirler. Öte yandan kadınların ucuz işgücü olarak çalıştırılmasının bir başka kılıfı da
çıraklık statüsüdür. Bakanlıkça yapılan denetimlerde, konfeksiyonlarda, özellikle kadınların “çırak” adı altında “işçi gibi” çalıştırılmalarına rastlandığı belirtilmektedir. Örneğin bazı konfeksiyon atölyelerinde birkaç işçiyle, hatta hiç işçi çalıştırılmaksızın, ancak 15-30 arasında çırak çalıştırılarak üretim yapıldığı belirlenmiştir. Çırak statüsünde çalıştırılanlar, asgari ücretin altında ücret almakta, sigorta açısından ise emeklilik sigortasından yararlanamamaktadırlar. Tekstil işçisi kadınlar çocuk bakımı engeli ile de sıklıkla karşılaşmaktadırlar. İşyerlerinde kreş vb. kurumlar olmadığı gibi bu hizmeti dışarıdan almak oldukça pahalıdır. Bunun yerine çözüm olarak, çocukları yakın akrabaya bırakma, komşuya görece daha az ücretle baktırma, eşleriyle ters mesailerde çalışmak gelmektedir. Ayrıca tekstil işçileri yoğun mesailer nedeniyle çocuklarıyla yeterince ilgilenemedikleri gibi, çalışma saatlerinde hafta içi izin alıp çocuklarının okuluna gidememelerinden dolayı, onların eğitim hayatlarıyla ilgili yeterli bilgiye de sahip olamamaktadırlar. Tekstil sektöründe de işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmadığı gibi, orta ölçekli fabrikalarda ve atölyelerde kadın işçiler, kadın sağlığına zararlı işlerde çalıştırılmaktadır. Kadın işçilerin çoğunda kadın hastalıkları, bel ve boyun fıtığı, kireçlenme, varis ve oturarak çalışmaktan kaynaklı yaygın düşükler gözlenmektedir. Kadın işçiler, tekstil sektöründe cinsel kimliklerinden ötürü sorunlar yaşamaktadır. Ustabaşıların büyük çoğunluğunun erkek olması nedeniyle işyerlerindeki
20 Aralık 2019
sorunlar görmezden gelindiği gibi, mobbinge, sözlü ve fiziksel tacize ve aşağılanmaya maruz kalmaktadırlar. Sadece yetkili konumdakilerden değil, çalışma arkadaşları tarafından da şiddet ve mobbinge uğradıkları görülmektedir. Ekonomik zorluklar ve artan yoksulluk kadınların çalışmasının önündeki geleneksel ataerkil engelleri de yıkmaktadır. Örneğin, Kayseri’de üç büyük ölçekli tekstil firmasında 229 kadın işçi ile gerçekleştirilen bir araştırma sonucuna göre ailelerin kadınları çalışmaları konusunda destekledikleri; geçmişte toplumda ve ailelerde kadının çalışmasına yönelik var olan olumsuz yargının ortadan kalktığı görüşü desteklenmiştir. Çoğu tekstil işçisi kadının zaten kazandıkları parayı kendileri için harcamak yerine ailenin geçimi için kullandığını, bu anlamıyla işsiz kadınlardan onları ayıran tek farkın sosyal güvence ve ileride emekli olma durumu olduğunu belirtmek gerek. Bu açıdan tekstil işçisi kadınlar için sigorta ve emeklilik talebi öne çıkmaktadır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, son dönem daha görünür hale gelen emeklilikte yaşa takılanlar gerçeğinin tekstil işkolunda da büyük bir karşılığı vardır. Bunun dışında işkolunda emeklilik yaşının düşürülmesi de önemli taleplerden biridir. Özetle tekstil işçisi kadınlar düşük ücretlere mahkum edilirken, niteliksiz işgücü olarak görülmeye devam ediyorlar. Yasada tanımlanan haklarının (sigorta, fazla mesai, izin, iş sağlığı ve güvenliği, kreş vb.) kullanımı konularında sıkıntı yaşıyorlar. Cinsel kimliklerinden dolayı baskı ve tacize uğruyorlar. Evden ve parçabaşı iş yaparak tekstil üretiminin parçası olan kadınlar ise her türden güvenceden yoksun halde, ucuz işgücü olarak çalışıyorlar. Tekstil sektöründe kadın işçilerin sorunlarının başında ücret sorunu geliyor. İnsanca yaşamaya yetecek ücret, aynı işi yaptığı erkek işçilerle eşdeğer ücret, taleplerin en başında yer alıyor. Çalışma saatlerinin düşürülmesi, fazla mesailerin yasaklanması, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınması, sigortaların ödenmesi, çocuk bakımı için imkanların sağlanması, baskı, şiddet ve mobbingin son bulması kadın işçilerin temel talepleri olarak öne çıkıyor. İŞÇI EMEKÇI KADIN KOMISYONLARI Yararlanılan kaynaklar: * Hazır Giyim Sektöründe Çalışan İşçilerin (Risk Grubu: Kadın İşçi) Çalışma Koşullarının İyileştirilmesi Programlı Teftişi Sonuç Raporu, 2011, Çalışma Bakanlığı. * Tekstil Sektöründe Çalışan Kentli Kadın İşçilerin Yoksulluk Halleri, Çalışma İlişkileri Dergisi. * Öz İplik-İş Sendikası verileri.
Kadın
KIZIL BAYRAK * 17
Gelmeyen adalet ve bitmeyen taciz, tecavüz, kadın cinayetleri
Ankara Adliyesi‘nin 31. Ağır Ceza Mahkemesi‘nde, 11 Aralık Perşembe günü, bir tecavüz davası görüldü. Davacı veteriner hekim Ç.B., davalılar Ankara Üniversitesi'nden emekli veteriner hekim ve Ankara'da kendine ait özel hayvan hastanesi olan Prof Dr Hasan Bilgili, Hasan Bilgili'nin ortağı veteriner Serkan Durmaz ve jinekolog Hüseyin Şenyurt’tu. Hasan Bilgili nitelikli cinsel saldırı, cebir ve tehdit ile hürriyetten yoksun kılma, tehdit ve hakaretten; Serkan Durmaz, cinsel saldırı ve delilleri karartmaktan; Hüseyin Şenyurt ise cinsel saldırıya dair delilleri karartmaktan yargılanıyor. Olay yaşanırken ve sonrasında tehditlere maruz kalan Ç.B.‘ye, karakolda ifade verirken de savcılık süreci ve mahkemede de suçlanırcasına sorular yöneltildi. Toplumsal yargılar ve güçlüden yana davrananların dünyasının tüm suçlayıcılığı ile hedefe çakılan Ç.B. oldu. Sadece kliniğin koridorunda kamera olduğunu söyleyen Ç.B. “O gece beni öldüreceklerinden çok korktum. Ölmek istemedim” diye anlatıyor yaşatılan psikolojiyi. Aklından çıkmıyor, Serkan Durmaz‘ın „Bu ülkede tecavüz davası olmaz, herkese ifşa olursun, yaşantına
devam edemezsin, herhangi bir şikayette bulunma.“ şeklindeki tehditkar konuşması. Kulağında çınlıyor, Serkan Drumaz ile Hasan Bilgili‘nin aralarında „Eğer şikayet ederse öldürürüz“ diye konuşmaları. Ve belki Şule Çet geçiyor aklından, yaşamak için bir yol ararken. Hasan Bilgili, Ç.B.‘nin özel hayatına dair suçlamalarda bulunuyor. Serkan Durmaz ve Hüseyin Şenyurt delilleri karartıyorlar. Travmanın etkisinden kurtuldukça olayları hatırlayan Ç.B. her atmaya çalıştığı adımda yaşadıklarını aydınlatmak yerine yaşadıklarından suçlanır buluyor kendini. Karakolda Ç.B. doğru düzgün dinlenmedi, Hasan Bilgili‘yi savunan ifadeler kullanıldı, psikolojik şiddet yaşatılmaya devam edildi. Savcılığa ifade vermeye gittiğinde, kadın savcı „Ben burada oturuyorum. Ben de kadınım sen de kadınsın. Ben neden tecavüze uğramıyorum da sen uğruyorsun?“ diye sordu. Bir kadın savcı tecavüze uğrayan bir kadın şahsında sorduğu soru ile tecavüze uğrayanlarda suç arayan zihniyeti cübbesi ile giyindiğini gösterdi. Mahkemede hakimin sorularından birkaçı ise şöyleydi: „Kurtulmak için bir şey yapmadın mı?", "Engel olmaya çalışmadın mı?", "Neden kimseden yar-
dım istemedin?" Görülüyor ki tecavüz eden değil, tecavüze uğrayana neden uğradığı soruluyor. Ve mahkemede bir ses... 13 yıldır işlemeyen adaletin işlemesi için geldiğini söyleyen S.H. „Ben Hasan Bilgili’nin mağdur ettiği öğrencilerden biriyim. Hasan Bilgili hep belden aşağı konuşurdu. Ben tez aşamasındayken tacizine uğradım. Suçu sabit bulunup kamu personelliğinden men cezası aldı, ama soruşturma YÖK’ten döndü. Ben buna 13 senede gelmeyen adalet diyorum.“ cümleleri ile yaşadıklarını anlattı. S. H. olayında ceza bile aldığı halde kendi lehine geriye döndürtecek bir gücü olduğu, Hasan Bilgili hakkında birçok şikayetin üstünün kapatıldığı ve tam da buna güvenerek suç işlemeye tekrar tekrar devam ettiği açık. Davayı takip etmeye gelen kadınlardan üçünün adliye önünde gözaltına alınması da „adaletin“ rotasını gösteriyor. Tecavüz yaşanıyor, tecavüzcü tutuklanmadan hayatına devam ediyor, tecavüze uğrayanda hep bir neden aranıyor, mahkemeler işlemiyor, kadınlar tutuklanıyor. Ülkede taciz, tecavüz, kadın cinayetleri davalarında adaletin adı Godot ve gelmiyor… Z. İNANÇ
18 * KIZIL BAYRAK
Dünya
20 Aralık 2019
Fransa’daki 1,5 milyonluk grev bize ne anlatıyor? İ. Manuşyan “Burjuva ideologları, burjuva propagandası, burjuva liberalleri, sosyalizm dönekleri, bu sınıfın kapitalist toplumdaki özel yerini gittikçe kaybetmekte olduğunu söylüyorlar bize. Günümüz dünyasına ilişkin gerçekler ise bu sınıfın dünya ölçüsünde milyarları bulan bir güce ulaştığını gösteriyor. En gelişmiş kapitalist ülkeleri, Avrupa’yı ve Kuzey Amerika’yı bir yana koyuyoruz. 20. yüzyılın ilk yarısının bir dizi geri ülkesi, bugünün birer işçi sınıfı denizidirler. Brezilya’dan Çin’e, Meksika’dan Rusya’ya, Mısır’dan Hindistan’a, Türkiye’den Güney Kore’ye, Güney Afrika’dan Endonezya’ya kadar bu böyle. Yalnızca Çin’de 200 milyonu aşkın sanayi proleteri var. Yalnızca Hindistan’da bir seferde 150 milyon işçi genel greve gidebilmektedir.” TKİP’nin 21. yıl etkinliğindeki konuşmada kapitalistlerin son dönem propagandasının teorik altyapısı bu sözlerle çürütülüyordu. En gelişmiş kapitalist ülkeleri bir yana koyuyoruz, denilirken, en gelişmiş ülkelerde işçi sınıfının zaten alabildiğine gelişmiş olduğunun bilindiği var sayılıyor, sadece en geri topraklardan örneklerin bile yeterli argümanı sunduğu anlatılıyordu. Lakin söz konusu kapitalist ideologlar, sosyalizm döneği inkarcı aydınlar bu teoriyi kapitalist merkezlerde de geçerli sayıyorlar. Bundan ötürü Avrupa’daki işçi sınıfının ve hareketinin tablosuna da bir vurgu yapmak gerekiyor. Fransa’da 5, 10 ve 17 Aralık’taki genel grevler bize batıya da tekrar bakmamızı söylüyor. Hindistan’daki 150 milyonluk grevin yanında Fransa’nın 1,5 milyonluk grevleri de aynı derecede önemlidir. Zira bu, kapitalist sistemin doğal olarak en iyi inşa edildiği ve en güçlü manevra alanına sahip olduğu emperyalist merkezlerde de çöküş sinyalleri verdiğinin göstergesidir. Ve işçi sınıfı bir kez daha bu sarsıntıları yaratan eylemliliklerin oyun kurucusu durumundadır. İşçi sınıfının dahil olmadığı hareketlerin sınırları kendine sistem içi alan açana kadar sürmeye mahkumken, sınıf mücadelesi kendine alan açmakla kalmayıp, sistemi zorluyor. Buna en yakın örnek Sarı Yeleklilerin yarattığı ekonomik kazanımlar karşısında Friday For Future hareketinin sistem için ifade ettiklerinde saklı. Birincisi liberallerin banka müdürlüğünden gelen devlet başkanını özür di-
letip programında olmayan sosyal hakları vermesine iterken, ikincisi devlet başkanlarına seslenen sokak gösterilerinden çıkamıyor. Birincisi militanlık kazanıp yasaklı meydanlarda, Champs-Élysées’de fiili meşru mücadele kültürünü beslerken, ikincisi Birleşmiş Milletler Konferans salonlarında ya da burjuva gazetelerinde röportajdan öteye bir alan bulamıyor. Konunun özünden kopmamak için işçi sınıfı ve hareketinin neden derin bir etki zeminine sahip olduğuna daha yakından bakmak gerekiyor.
FRANSA IŞÇI SINIFININ KALBI
Fransa’da işçi sınıfı denince ağırlığın hizmet ve inşaat sektöründe olduğu yanılsaması, tıpkı Çin’e dair istatistiklerde olduğu gibi, Fransa’daki potansiyeli de gölgeliyor. Sanayi üretiminin toplam GSYH’nin en az %22’sini oluşturduğu, çalışma çağındaki nüfusun yaklaşık üçte birinin sanayide çalıştığı gerçeği bu alanın ne anlam ifade ettiğini gösteriyor. Sırf otomobil sektöründeki 250 binin üzerinde çalışan, sanayi işçilerinin kitleselliği hakkında genel bir fikir vermektedir. Toplam işçi sayısının %26,1’i sanayi proleteridir. Taşındı denen fabrikalar hala birer işçi kalesidir. Bu bağlamda Renault’un dünyanın dört bir yanında fabrikalarının olması, Fransa’daki fabrikasında gerçekleşen grevin ona zarar vermediği anlamına gelmez. Ayrıca Renault’taki
grev dünyanın dört bir yanındaki Renault işçilerinin de mücadele tartışmasına güç verebilir. Fransa’nın eski fabrikaları taşınıyor, kapatılıyor ve küçülüyor olabilir ancak gelişen teknolojilerle kurulan yeni fabrikaları da var. Ekonominin sürekli artı-değer ürettiği bu daha stabil alanlardaki mücadeleler sermayeyi zorlamaktadır. 5 Aralık grevine giden süreçte rafineri işçilerinin önden benzin çıkışını durdurmaları daha 5 gün öncesinden benzin istasyonlarını kapattırmıştı. Keza aynı yöntemi küçük şirket sahiplerinin de kullanması işçilerin etkisini gösteriyor. Fransız sermayesi için sanayi işçilerinin eyleme geçişi kotarılabilir sınırları zorlamaktadır. Onların en büyük korkusu temel sanayi alanlarında mücadele ve bu mücadelenin süreklileşmesidir. Bundan dolayı Sarı Yelekliler hareketinin başlangıcında, taşıma işçileri sendikalarının talepleri karşılanarak, hareketin bu işçi bölüğü koparılmak istenmişti. Bir de son yıllardaki eylem ve işçi hareketlerine bakıldığında işçilerin süreklileşen eylemlilikleri göze çarpacaktır. Sırf son 5 yıla dair bir araştırmada bile onlarca genel grev, üretim durdurma, blokaj gerçekleştirildi. Neredeyse eylemsiz ay olmazken, sınıf hep çıkış arayışındaydı. Bu süre zarfında “Kızıl Şapkalılar”dan “Gece Ayakta”ya ve son olarak da Sarı Yelekliler’e uzanan toplumsal hareketler
de yaratıldı. Militanlık açısından da sağlam bir geçmiş kültüre sahip olan Fransız proletaryası bu eylemlerde de bu özelliğini göstermekten geri durmadı. Burada önemli olan, geçen yıl önce kavşaklardan başlayıp sonra Fransa’yı Champs Elysse’den sarsan Sarı Yelekliler’in, hem sendikal bürokrasinin geçmiş deneyimlerdeki uğursuz rolü hem de kendi doğal gücüne güvenle mesafeli kaldığı sınıf hareketinin parçası haline gelmesidir. Sarı Yelekliler hareketi kendi bağımsız eylemlerinden çıkıp, 5 Aralık’la birlikte genel grevlerin örgütleyicisi ve sendikalar gibi doğal bir parçası haline geldi. Sarı Yelekliler eski kitleselliklerini kaybetseler de örgüt ve mücadele derdi olanların eylemleri sürdürdüğü yerde bu katılım daha da anlam kazandı. Burada bir detaya dikkat çekmek gerek. Geçtiğimiz yıl sendika bürokratları, Sarı Yelekliler hareketini denetim altına alma girişimiyle ve kitle tabanlarındaki basıncı azaltmak için genel grev ilan ettiler. Sarı Yelekliler’in sendika bürokratlarının hamlesine karşılığı grevin süresiz olması çağrısıydı. Bu çağrı aslında Sarı Yelekliler’in sınıf mücadelesine dair ileri bir çıkışı nasıl beklediklerini de gösteriyordu. Yani 5 Aralık genel grevi ve toplu ulaşımda süresiz grev iddiası bugün tam karşılığını bulmamış görünse bile “tekrarlanan grev” biçiminde hayata geçtiyse, bunda hiç kuşku yok ki Sarı Yelekliler’in de etkisi vardır. İşçi sınıfı denizleri kadar Fransa ve Almanya gibi işçi “gölleri” de önemli. Zira denizin olmadığı yerdeki temel kaynakları bunlar oluşturuyor. Tıpkı su kaynaklarının sömürüsünde olduğu gibi, denizlerin ve göllerin içindeki mücadele sistemi aşabilecek özneyi barındırıyor. Fransa’da 1,5 milyonluk grevin bize gösterdiğiyse, bu göllerin neler yaratabileceğidir. İşçi kimliği tahrip edildi, robot teknolojisi gelişti, kiralık işçilik ile üretim esnekleşti, sosyal haklarla sömürü gölgelendi, göçmenler ağır işlere mahkum edildi, göçmenlere öfke arttı diye gölgede kalan sınıf hareketi bugün yeniden kendi kimliği üzerinden mücadeleyi derinleştiriyor, sistemi zorluyor. 5 Aralık’ta 1 milyon, 17 Aralık’ta 1,5 milyonluk grevler Fransa sermaye devletine bile sendikaların iyi örgütlendiğini itiraf ettirdi. 5 Aralık’taki çatışmalarda polis geri çekilmek zorunda
20 Aralık 2019
kaldı, gözaltına alınanları polisin elinden militan reflekslerle kurtaran pratikler ortaya çıktı. Kitle tüm polis terörüne rağmen gece saatlerine kadar eylemi sürdürdü, açıklanan varış noktasına kadar eyleme devam etti. Genel grevin asıl etkisiyse, eylem sonrası dönülen fabrika, depo ve garlarda grevi sürdürme kararı alınmasındaydı. CGT de işbirlikçi CFDT gibi diyalog üzerinden süreci kapatmaya çalışırken, genel grev öncesi görüşmelerde kırıntı ararken, işçiler kendi iradeleriyle grevi sürdüren bir pratiğe yöneldiler. Hem yenileme kararı ile grevi son olarak 12 güne uzattılar hem de buna 3 eylem tarihiyle meydanlarda olmayı eklediler. Ve 12 gün sonraki 3. genel grev gününde alanlara yarım milyonluk artışla çıkılması çok önemli. Sermaye devletinin taviz vermeyeceğini söylediği bir zamanda, grevin sürekiliğinin maddi zorluklar yarattığı bir aşamada genel greve katılım arttı. Bu süreç yasal grev sınırlarına da sıkıştırılmadı, grev kırıcılara karşı blokajlar, liman girişlerinde araçlar yakılarak kurulan barikatlarla işçi sınıfının meşruluğu militan eylem kültürünü de besliyor.
DÜNYAYI YARATAN SINIFIN DEĞIŞIM GÜCÜ
Tüm bunlar, sürecin nasıl devam edeceğinden bağımsız, hareketin enerji kaynağını, sınıfın özneleştiğinde neler yapabileceğini, burjuvaziden sadece emeklilik hakkını koparıp almayı değil, özel mülkiyet ilişkisini de parçalayabilecek olanın kim olduğunu ve bunu nasıl yapabileceğini gösteriyor. Bu yanıyla Fransa emperyalist-kapitalist sistemin kalbi olduğu yerde, Fransa’daki işçi sınıfı da dünya proletaryasının kalbinin attığı yer olmaya devam ediyor. Nasıl ki toplumsal hareketlerin domino etkisi yayılıyorsa, dünyanın üzerinde isyan rüzgarları daha sık dolaşıyorsa Fransa’daki genel grevin rüzgarları da yayılacaktır. Sarı Yelekliler ile bugün Lübnan’daki, Irak’taki ya da Latin Amerika’daki hareketleri ilişkilendirmek birileri için zor olabilir ama marksistler açısından bu ilişki kesindir. Aynı etkileşimin bu hareketlerden 5 Aralık’a oradan da yeniden dünyanın çeşitli ülkelerindeki sınıf ve emekçi kitle hareketlerine taşınacağını beklemek hayal değil. İşçi sınıfı dünyanın dört bir yanında isyanların temel öznesi olurken 1,5 milyonluk grev bize devrimci sınıfa güvenin neleri getirebileceğini de hatırlatıyor. Sınıfına güvenen, onun bilimsel dünya görüşüyle yol yürüyenler için kapitalist sistemi yıkacak güç görülüyor. İşçi sınıfı tekrar tarih sahnesine çıkana kadar bize düşen, onun mücadelesinden kopmamak, sınıfın gündemini bölen ikincil tartışmalarda kaybolmamaktır.
Dünya
KIZIL BAYRAK * 19
Fransa’da emekçiler kararlı: Emeklilik reformu geri çekilsin! Emeklilik reformunun geri çekilmesi talepleriyle devam eden grevlerin 13. gününde yeniden sokaklara çıkan işçi, emekçi ve gençler, 5 ve 10 Aralık eylemlerinin ardından 17 Aralık Salı günü gerçekleştirdikleri 3. eylem gününde yasanın geri çekilmesi için gösterdikleri kararlılığı yeniden sergiledi. Fransa genelinde 260 noktada gerçekleşen eylemlere 1 milyon 800 bin işçi emekçi ve genç katıldı. İşçi ve öğrenci sendikalarından CGT, FO, Solidaire, FSU, CFE-CGC, FİDL, MNL, Unef ve UNL’in çağrısıyla gerçekleşen eylemlere bugüne kadar reformu olumlu bularak destekleyen ve grevlerin noel tatili için durdurulmasını savunan işbirlikçi reformist sarı sendikalardan CFDT ve CFTC de katıldı. Sabahın erken saatlerinden itibaren işçi ve emekçiler birçok kentte döner kavşaklarda, otoyollarda blokaj ve trafik yavaşlatma eylemleri gerçekleştirirken petrol depoları ve rafinerilerde de blokajlar gerçekleşti. Büyük kentlerde ise otobüs depoları bloke edildi. Ulusal elektrik şirketi EDF çalışanları da Paris, Nantes, Lyon, Marsilya, Toulouse, Montpelier gibi pek çok kentte sanayi bölgeleri, tren hatları ve garlar da otobüs depolarında elektrik kesintileri gerçekleştirdi. Binlerce abonenin etkilendiği bazı kentlerde ve semtlerde de kısa süreli elektrik kesintileri yaşandı. Öğrencilerden ise kolej lise ve üniversitelerde boykot ve blokaj eylemleri yapıldı. Sendikaların Paris için saat 14.00’te Republique Meydanı’na yaptığı çağrıya Mart ayından beri ücretlerin arttırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi personel sayısının artırılması talepleriyle Fransa genelinde grevde olan yüzlerce hastaneden bir tanesi Lariboisiere Hastanesi’nden sağlık emekçileri iş bırakarak kitlesel bir yürüyüşle karşılık verdi. Sağlık emekçilerinin yürüyüşüne Gare du Nord ve Gare de L’Est’den SNCF Ulusal Demiryolu ve RATP metro, otobüs banliyö tren hatları gar ve istasyon çalışanlarının da katılımıyla eylem alanına kitlesel yürüyüş gerçekleşti. Saat 14.00’de kitlenin toplanmasının ardından ise Republique Meydanı’ndan Nation Meydanı’na yüründü.
Paris ve banliyölerinden değişik hastane ve yaşlılar yurdunda çalışan sağlık emekçileri, eğitimciler, resmi dairelerden kamu emekçileri, SNCF ve RATP çalışanları, ADP-havalimanı, temizlik, otel, avukat, opera sanatçıları, itfaiye çalışanları, postacılar, Renault ve PSA Peugeot fabrikasından emekçiler kamu ve özel sektörden birçok kurumun yanı sıra Sarı Yelekliler ve kağıtsızlar katıldı. Meydan ve yürüyüş güzergahı üzerindeki tüm yollar ve kavşaklar polis ve jandarma tarafından zırhlılarla kapatılarak yoğun polis ablukası ve provokasyonu altında gerçekleşen yürüyüşe Paris ve banliyölerinden değişik okul ve üniversitelerden pankartlarla öğrenci ve eğitim emekçileri katıldı. Gençliğin kitlesel katıldığı yürüyüş boyunca ücretlerin arttırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, reformun tartışmasız geri çekilmesi ve mevcut emeklilik yasasının iyileştirilmesi, emeklilik yaşının 60 yaşa düşürülmesi taleplerinin yanı sıra emeklilik reformunun geri çekilene kadar grev ve eylemlerin devam kararlılığı haykırıldı. Öğrenci kortejlerinden ise güvencesizliğe ve geleceksizliğe karşı sloganların yanı sıra grevlerle dayanışma sloganları yükseldi. Nation Meydanı’na ulaşan kortejlerin alanı terk etmesini isteyen polisler alanı terk etmek istemeyenlere yer yer gaz bombalarıyla saldırdı. Saldırılara karşı onlarca itfaiyenin araya girmesine tahammül edemeyen kolluk kuvvetleri onlarca kişiyi ve bazı itfaiye çalışanlarını gözaltına aldı. Saldırılarda birçok eylemci de yaralandı. Grev ve Direnişlerle Dayanışma Komitesi (GDDK) “Ya onların dünyalarında çürüyeceğiz ya da başka bir dünya için dövüşeceğiz!” şiarlı pankartla katıldı. Kortej yoğun ilgi gördü. Yürüyüşte İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği Platformu (BİR-KAR) çalışanları “Genel grevi kazandık, daha fazlasını da yapabiliriz!” şiarlı yüzlerce bildiri
dağıttı. Paris’te 350 bin, Marsilya’da 200 bin, Toulouse 120 bin, Bordeaux 60 bin, Lyon 45 bin, Nantes, Lille ve Le Havre’da 30’ar bin, Rouen 35 bin, Grenoble 28 bin, Clermont-Ferrand 25 bin, Tours, Perpignan, Caen, Rennes, Montpellier, ve Brest’te 20’şer bin, Avignon 14 bin, Orleans 13 bin, Nice 12 bin, Poitier ve Nancy 10’ar bin Lorient 7 bin olmak üzere 260’tan fazla yerde sokaklara çıkan iki milyona yakın işçi, emekçi ve genç sermaye devletinin reformlarına artık dur demenin vakti geldiğini haykırdı. Grevler SNCF demiryolları ve RATP Paris ve banliyöleri ulaşım hatlarında ilk günkü kararlılığı ile devam ediyor. Bölgesel ve şehirlerarası trenler ve TGV hızlı tren seferlerinin birçoğu kaldırılmış durumda. Yaklaşan Noel tatili dolayısı ile sermaye devleti daha önce tren kullanan üst düzey kadrolarla sorunu çözmeyi planlıyor. 8 metro hattı tamamen kapalı 6 hatta ise iş saatleri giriş ve çıkış saatlerinde çalışıyor. Otomatik olan iki hatta ise bakım personelinin greve katılması gündemde. Bakım personelinin greve katılması anında otomatik hatlarında duracağı belirtiliyor. 8 rafineriden 7’sinde ve petrol depolarında gerçekleşen grev ve blokajlar nedeniyle yüzlerce akaryakıt istasyonunda yakıt sıkıntısı sonucu kapanma noktasında. Total şirketine ait Fos petrol deposunda alınan grev kararıyla Total ve Esso istasyonlarının yanı sıra Carrefour, Auchan, Leclerc, İntermarche gibi AVM’lere de akaryakıt sağlayan Total şirketi, grevden kaynaklı akaryakıt sıkıntısının büyümesi bekleniyor. Petrokimya işçileri emeklilik reformunu geri çekilene kadar grevlerini sürdürmekte kararlı olduklarını açıkladı. Eylemin ardından sendikalar tarafından yapılan açıklamada 19 Aralık’tan itibaren yıl sonuna kadar sürecek olan lokal eylem çağrıları yapıldı.
20 * KIZIL BAYRAK
Dünya
BM “Barış Gücü”nün Haiti’deki tecavüz suçları
Eski sömürgelerden Haiti’ye “Barış Gücü” olarak gönderilen Birleşmiş Milletler askerlerinin, yerli halka karşı işledikleri suçların ardı arkası kesilmiyor. Dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Haiti’de 2010 yılında meydana gelen depremde 300 binden fazla insan yaşamını yitirmiş, BM de ülkeye “yardım” olarak asker göndermişti. Yoksul halkın yaptığı şikayetleri dikkate almayan BM Komiserliği, hakkında şikayet olan askerleri başka ülkelere aktararak, olayların üzerini kapatma yolunu tuttu. Yükselen şikayetleri dikkate alan akademisyenler grubunun yaptığı araştırma, BM şemsiyesi altında yaşanan tecavüz, şiddet ve hak ihlallerinden oluşan suç zincirini belgeleyerek ortaya çıkardı. Akademisyenler grubunun yaptığı araştırma, hamile kalan kızların birçoğunun 18 yaşından küçük olduğunu ve temel ihtiyaçlarını karşılamak için para karşılığı sekse zorlandıklarını ortaya koydu. The Conversation adlı akademik sitede yayımlanan araştırmaya göre, “11 yaşındaki kız çocukları bile cinsel istismara
uğramış, barış gücü askerleri tarafından hamile bırakılmış, sefalet içinde tek başlarına çocuk büyütmek zorunda kalmışlardı.” Birmingham ve Ontario üniversitelerinden araştırmacılar, Haiti’de 2.500 kişi ile konuşup, BM “Barış Gücü” askerlerinin davranışlarını incelediler. Konuşanların yüzde onundan fazlası (265 kişi) BM askerlerinin genç kızları hamile bıraktığını söyledi. Hamileliğin ortaya çıkması ile bundan sorumlu olan askerlerin kendi ülkelerine geri gönderildikleri, böylece Haitili genç kızların kendi başlarına bırakıldıkları ifade edildi. Mülakat yapılan Haitili evli bir erkek, durumu şöyle ifade ediyordu: “Buraya geliyorlar, kadınlarla yatıp ihtiyaçlarını gideriyorlar, onları çocuklu bir halde bırakıp ellerine 500 gourde (5 dolar) tutuşturup gidiyorlar.” Raporda, yapısal dengesizliklere işaret edilerek, bölge halkının ihtiyaç duyduğu kaynaklara “Barış Gücü” askerlerinin sahip olmaları nedeniyle, askerlerin güçlü bir pozisyonda bulunmalarına ve
bunu para karşılığı seks için kullanmalarına dikkat çekiliyor. Ayrıca deprem nedeniyle ülkeye ekipler gönderen yardım kuruluşu Oxfam çalışanlarının bir kısmı da para karşılığı seks suçlamalarına maruz kalmıştı. Kuruluş, kamuoyundan gelen baskının ardından 2011’de iddialarla ilgili bir rapor yayımlamış, “problemli personelin” diğer yardım kuruluşlarında çalışmasının önlenmesi konusunda uyarıya karşın, soruşturmada adı geçen bazı erkeklerin, diğer yardım kuruluşlarında çeşitli görevlere getirildiği tespit edilmişti. Haiti’de yaşananlar, emperyalist büyük devletlerin saldırganlık, işgal ve savaş politikalarına “meşruiyet” ve “yasallık” kılıfı hazırlamanın aracı olan BM, NATO vb. gibi emperyalist kuruluşların fonksiyonlarını ortaya dökmüştür. Haiti halkının uzun bir zamandır aralıksız olarak süren yolsuzluk ve yoksulluğu protesto eylemlerinin devlet tarafından şiddetle bastırılmasına göz yumanlar, şiddeti teşvik edenler de yine aynı güçlerdir.
AB’ye iltica üçüncü çeyrekte arttı: Türkiye 5. sırada Avrupa Birliği’ne (AB) ilk kez yapılan iltica başvurularına ilişkin Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarına ilişkin istatistikler yayınlandı. Avrupa İstatistik Ofisi (Eurostat) verilerine göre, AB’ye iltica başvuruları bir önceki çeyreğe kıyasla yüzde 12 arttı. Yı-
lın 3. çeyreğinde 166 bin 400 kişi AB’ye iltica için ilk kez başvurdu. Türkiyeliler, iltica başvurularında yüzde 4’lük payla 5. sırada yer alırken, yüzde 13’lük payla ilk sırada Suriyeliler geldi. Norveç ve İsviçre de dahil olmak üzere AB ülkelerine iltica için ilk kez başvuru
yapan Türkiyelilerin sayısı ilk 9 ayda 19 bin 205’e ulaşırken, bunların 8 bin 200’ü yılın 3. çeyreğinde gerçekleşti. İlk 9 ayda en fazla başvuru yapılan ülke 8 bin 360 başvuruyla Almanya oldu. İltica için ilk başvuru yapanların yüzde 44’ünün tercihi Türkiye oldu
20 Aralık 2019
ABD savaş bütçesi Senato’dan geçti ABD emperyalizminin 2020 yılı savunma bütçesi Senato’da yapılan oylamada kabul edildi. Türkiye’nin 766 milyar dolarlık 2018 yılı GSYH’sına neredeyse denk olan 738 milyar dolarlık emperyalist savaş ve saldırganlık bütçesi, Türkiye’nin F-35 savaş uçağı programından çıkarılmasını ve uçak satışının yasaklanmasını öngörüyor. Cumhuriyetçiler’in çoğunlukta olduğu Senato, Savunma Harcamaları Yetkilendirme Yasa Tasarısı (NDAA) adı verilen savaş bütçesini 8’e karşı 84 oyla onayladı. NDAA, ABD’nin dünya genelindeki savaş ve emperyalist nüfuz politikalarına yön veriyor. ABD ordusu ile ilgili kimi düzenlemelerin de yer aldığı tasarıda, S-400 alarak Rusya’ya yönelik yaptırımları ihlal ettiği gerekçesiyle Türkiye’ye yaptırım uygulanması isteniyor. Aynı nedenle, Türkiye’nin F-35 savaş uçağı projesinden çıkarılması ve F-35 savaş uçaklarının satışının yasaklanması da öngörülüyor. Kuzey Akım 2 ve Türk Akım boru hattı projeleri de NDAA’da hedef alınıyor. Rusya’nın Kuzey Akım 2 üzerinden Avrupa’ya nüfuz etme amacı taşıdığı, projeyi “taciz ve siyasi nüfuz” aracı olarak kullanacağı belirtilen tasarıda, Kuzey Akımı 2’nin, “ABD’nin Almanya ve Avrupa ile olan bağlarını zayıflatmak” hedefinde olduğu ve “ulusal güvenliği” tehdit ettiği ifade ediliyor. Bu çerçevede, her iki boru hattının inşasında yer alan gemiler ve bağlı kişilere yaptırım uygulanması planlanıyor. NDAA’da, Güney Kıbrıs’a 1987 yılından beri uygulanan silah ambargosunun kısmen kaldırılması da yer alıyor. Tasarıya göre, ABD Başkanı’nın, Kıbrıs’ın gerekli şartları yerine getirdiğine onay vermesi durumunda silah satışları gerçekleştirilebilecek. Söz konusu şartlar arasında ise Güney Kıbrıs’ın ABD ile işbirliğinin pekiştirilmesine hizmet edecek, mali denetimde işbirliği, kara para aklamaya karşı reform, Rusya’ya ait askeri gemilerin Kıbrıs limanlarına demirlememesi gibi maddeler bulunuyor. ABD için kapsamlı bir tasarı anlamına gelen NDAA, Temsilciler Meclisi ve Senato Silahlı Hizmetler Komitesi’nde uzun tartışmalara konu olmuş, geçen hafta uzlaşmaya varılarak 48’e karşı 377 oyla Temsilciler Meclisi’nde kabul edilmişti.
20 Aralık 2019
Sınıf
DEV TEKSTİL üyelerine yönelik baskı meclis gündeminde
Devrimci Tekstil İşçileri Sendikası olarak Batman’da sendikamız üyelerine işverenler tarafından e-devlet şifrelerinin verilmesinin zorunlu kılınması üzerinden başlattığımız çalışma kapsamında Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na konunun araştırılması için dilekçe gönderdik. Bunun yanı sıra HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni’yi bilgilendirdik. Murat Çepni Cuma günü Meclis’te konuyu gündeme taşıdı ve soru önergesi verdi. Soru önergesini aşağıda yayınlıyoruz. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına Aşağıdaki sorularımın Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra ZÜMRÜT SELÇUK tarafından Anayasa’nın 98’inci ve İçtüzüğün 96’ncı ve 99’uncu maddeleri gereğince yazılı olarak cevaplandırılmasını arz ederim. Murat ÇEPNİ İzmir Milletvekili Batman’da H&M, C&A, Zara ve NEWLOG gibi uluslararası tekstil firmalarının işlerini yapan Taşkın Tekstil, Gamateks, Algoda Tekstil, Zen Tekstil işçileri, insana yakışır ücret talebi, kötü çalışma koşullarının düzeltilmesi gibi nedenlerle sendikal örgütlenmeye gitmişlerdir. Adı geçen firmalarda çalışan tekstil işçileri, Devrimci Tekstil İşçileri Sendikası’na üye oldukları için işten çıkartılmışlar, baskıya, mobbinge uğramışlardır. Bu sektörde iş başvurusu yapanlardan zorunlu olduğu söylenerek e-devlet şifreleri istenmekte
daha önce sendikaya üye olup ayrılmış olsalar bile işe alımları yapılmamaktadır. Sendika ile ilişkisi olan emekçilerin Batman Organize Sanayii olmak üzere diğer tekstil fabrikalarında da çalışmalarının engellendiği iddia edilmektedir. Anayasa’nın 51.maddesi “Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz.” Diyerek sendika hakkını güvence altına almıştır. Devletten 6.Bölge yatırım teşviki alan bu firmaların; işçilerin anayasa, yasalarla ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış olan sendika haklarının kullanmalarını engellenmesi suç teşkil etmektedir. Batman’da tüm tekstil firmalarının sendikalı işçilere karşı birlikte hareket etmeleri işçilerin büyük mağduriyetler yaşamasına neden olmaktadır. Bu bağlamda; 1- Batman’da tekstil işkolunda çalışan işçilerin Anayasa ve yasalarla güvence altına alınmış örgütlenme hakkını engelleyen, sendikalı işçilere işten çıkartan, mobbing ve ayrımcılık yapan adı geçen firmalar başta olmak üzere bu uygulamaları yapan firmalar hakkında Bakanlığınız gerekli incelemeleri yapıp cezai işlem başlatacak mıdır?
2- E-devlet, kişisel verileri içeren bir ortamdır. 3.kişiler ile paylaşılamaz. İş başvurusu yapan işçilerden işveren yönetimi tarafından şifrenin alınması da suç teşkil etmektedir. Bakanlığınıza tekstil fabrikalarında çalışan işçilerden e-devlet şifrelerinin istenmesi ile ilgili kaç şikayet gelmiştir? Bu şikayetlerle ilgili Bakanlığınızın bir girişimi olmuş mudur? 3- Anayasaya ve 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na rağmen Bakanlığınıza yansıyan verilere göre son 5 yılda sendikaya üye olduğu için kaç işti işten çıkartılmıştır? İşten çıkartılan bu işçiler hangi sendikaya üyedirler? İşçi çıkartan firmalar hakkında yasal işlem yapılmış mıdır? 4- Sendikalı oldukları gerekçesiyle işten atılan işçilerin yaşadıkları ekonomik mağduriyetler için bakanlığınız tarafından herhangi bir sosyo-ekonomik destek sağlanmakta mıdır? Bu destekler nelerdir? 5-Sendika hakkının korunması Devletin yükümlülükleri arasındadır. Türkiye genelinde değişik iş kollarında sendikal haklarından yararlandıkları için işten çıkartmaları, mobbingi, baskıyı önlemeye yönelik Bakanlığınızın bir çalışması var mıdır? 6- Bakanlığınız, 2003 yılından itibaren kaç işçinin lehine açılan davalara müdahil olmuştur? Dava sonunda kaç işçi işlerine dönmüşlerdir? DEVRIMCI TEKSTIL İŞÇILERI SENDIKASI
KIZIL BAYRAK * 21
Doğa Koleji öğretmenleri iş bıraktı Doğa Koleji’nde maaşların ödenmemesi nedeniyle derslere girmeme kararı alan öğretmenler, 16 Aralık’ta okulun İstanbul’un Ataşehir ilçesindeki genel merkez binası önünde bir açıklama yaptı. İş bırakan öğretmenler genel merkeze dilekçe verdi. Aylardır maaşlarının ödenmemesi nedeniyle ekonomik sıkıntıya düştüklerini belirten öğretmenlerden İsmail Sarp Aykurt şöyle konuştu: “Eylül ayının yüzde 70’i ödenmemiş durumda. Kasım ve Ekim aylarının tamamı. Aralık ayının içerisindeyiz. Bununla beraber kira paramızı ödeyemiyoruz. Biz yasal hakkımızı kullanıyoruz. Yasal hakkımızı kullanarak burada dilekçe vermeye geldik.” Aykurt, boykotlarının ülke genelinde devam ettiğini ve haklarını aramaya devam edeceklerini belirterek, “Okulun kime satıldığını çok umursamıyoruz, bizim temel derdimiz maaşlarımızı alabilmek ve işimize geri dönebilmek” dedi. Basın açıklamasının ardından öğretmenler ‘Bildirim ve İhtiramızdır’ yazılı dilekçeleri okul yönetimine verdi.
Adem Çelik işçilerine soruşturma açıldı Adem Çelik Şirketler Grubu önünde hakları için direnen işçiler, polisin ve patronun saldırısına uğramıştı. Bunlara hiçbir şey demeyen sermaye yargısı işçilere soruşturma açtı. İnşaat İşçileri Sendikası’nın (İnşaat-İş) yaptığı duyuruya göre, hakları için direnen işçiler hakkında Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma açıldı ve bu bilgi işçilerin cep telefonlarına gelen mesajlarla verildi. Mesajda ayrıca işçilerin ifade vermek için Şenlikköy Polis Merkezi’ne gitmeleri ihtarı yapıldı. İnşaat-İş tarafından yapılan açıklamada ise şunlar söylendi: “Her ne olursa olsun bu soruşturma; işçi hakkı yiyen, üzerine aracını süren, sayısız yolsuzluk yapan Adem Çelik’in hukuk nezdinde de kollandığının somut ifadesidir! Yasalar bizden yana değilse biz de kendi yasalarımızı fiili meşru mücadelemizle kendimiz yazacağız!”
22 * KIZIL BAYRAK
20 Aralık 2019
Kültün&sanat
Devrimci yöntemle okumak geliştirir Hapishane koşullarında, düşünce ve bilinç planında devrimci kalabilmek, okuma alanında sistematik ve planlı bir çalışmayı ve çabayı zorunlu kılıyor. Bizler de bu açıdan canlı bir okuma çalışması yapmaya ve burayı bir okul gibi değerlendirerek ideolojik-teorik ve politik planda kendimizi geliştirmeye çalışıyoruz. Bu süreçte daha önce yapmış olduğumuz okuma çalışmalarına eleştirel bir gözle bakma imkanımız oldu. Okumak, özelinde bilimsel sosyalizmin temel yapıtları üzerinden okumak özenli bir çalışmayı gerektiriyor. Ama bugünün bilinciyle, geçmiş çalışmalarımıza baktığımızda, bu okuma çalışmalarının bu derinlikte ve içselleştirici bir işleve sahip olmadığını söylememiz mümkün. Bu durumun temel iki nedeni var. En azından kendi deneyimim üzerinden söyleyebilirim bunu. Birincisi, okumanın gündelik çalışmaların, koşuşturmanın ardından, geriye kalan zamanda yapılan bir çalışma olarak görülmesinin etkisi var. Bakış planında böyle olmasa da pratik planda ortaya çıkan tablo buna denk düşmektedir. İkincisi de bir program eşliğinde sistemli bir okumanın hayata geçirilmemesidir. Her iki neden de birbiriyle ilişkilidir ve aralarında olumsuz anlamda birbirlerini güçlendiren bir etkileşim vardır. Birinci durumu biraz açalım. Okuma çalışması da en az fabrika önünde dağıtılan bir bildiri, asılan bir afiş, yapılan bir işçi toplantısı veya bir fabrikadan işçi ile yapılan bir görüşme kadar önemlidir. Hiç kimse bunun aksini iddia edemez herhalde. Biliyorum, genel olarak bunu kabul ederiz. Ama bilmek, bilincinde olmak,
bilincinde olunan bilgiye uygun davranmayı gerektirir. Pratik olarak bu bilince uygun davranmadığımıza, yeterli önemi göstermediğimize göre demek ki yeterli bir bilince sahip değiliz, sadece doğru olanı biliyoruz. Pratik olarak ortada olan tablo bu hali ile yeterli hassasiyette davranmadığımızı gösterir. Okuma çalışmasında alınacak mesafenin bir dizi açıdan bize ve çalışmaya katacağı yetkinliklere kısaca değineceğim. Okuma çalışmaları okumaya konu edilen içerikler açısından yetkinleşmemizi sağlayacaktır. Olaylara ve olgulara bakışımızı güçlendirip, daha etkili politikalar üretmemize yarayacak, genel veya öznel gündemler üzerinden, faaliyet alanlarında daha etkili çalışmalar örgütlememize katkıda bulunacaktır. Sonuç alıcı ve etkili çalışmalar ortaya koymak için etkin ve yetkin, derinlikli bir bakışa sahip olmamız gerekir. Bakış planında olmasa da bakışın hayata geçirilmesi noktasında yaşanan zayıflık alanlarını aşmak için etkin bir müdahale gereklidir. Programa dayalı, sistemli bir okumayı
hayata geçiremeyişimize gelince, bu zayıflık özü itibari ile birincinin sonucu durumundadır. Burada temel halkayı, okumayı zamansal olarak faaliyetlerden arta kalan zamanların doldurulması anlayışı oluşturuyor. Genelde kalınan mekana gelindiğinde yatmadan önce yapılacak son çalışma olarak okuma çalışması konuluyor. Yani sonuç olarak okumanın değeri bizim için günün arta kalan zamanını doldurmaktan öte bir anlam taşımıyor. Bugün geriye dönüp baktığımda, çoğunlukla böyle olduğunu görüyorum. Son kertede bizim irademiz ve okumayı ne kadar önemsediğimiz ortaya çıkıyor. Fabrikada çalıştığımız dönemlerde çalışma zamanından sonra, geri kalan zaman aralığında önceliğimiz işçi görüşmeleri, işçi toplantıları veya faaliyetler oluyor. Planlamada genel olarak okuma çalışması sona kalıyor, silikleşiyor. Çözücü olmak adına temelde yapılması gereken, okuma çalışmasına rutin planlamalar içinde gerekli zamanı ve yeri ayırmaktır. Doğru ve yerinde planlama, sorunu gidermede önemli bir halka-
DGB İstanbul’da il meclisi gerçekleştirdi! Devrimci Gençlik Birliği (DGB) 15 Aralık’ta İstanbul’da gerçekleştirdiği il meclisi ile geçtiğimiz hafta yapılan “Özgürlüğümüz ve geleceğimiz için Eğitim Hakkı Çalıştayı”nı değerlendirdi. Ayrıca çalıştayda alınan somut kararlar üzerinden gelecek dönemi planladı. Çalıştay değerlendirmesinde ön sürecinden, gününe, üniversitelerde yürütülen faaliyetten akademisyenlerin katkılarına kadar olan süreç katılımcılar
tarafından değerlendirildi. Çalıştay değerlendirmesinin ardından çalıştay sonrasında yapılacaklar ve nasıl bir dönem geçirileceği tartışıldı. Siyasal sürecin tartışıldığı mecliste ilk olarak yıl sonu etkinliği planlandı. Aralık ayının son cuması gerçekleştirilecek yıl sonu etkinliğinin paylaşımları yapıldı. Ardından eğitim atölyelerine devam etme kararı alındı. Dört farklı üniversitede oluşturulacak okuma
gruplarının aynı gün tartışma için yan yana gelmesi konuşuldu. Bu hazırlık kapsamında Şubat ayında gerçekleşecek Türkiye Meclisi’ne hazırlık planlandı. Çalıştay çalışması sırasında kullanılan anketlere devam etme kararı alındı. Hedefleri belirlenen ankete nasıl devam edileceği konuşuldu. İl meclisinin ardından DLB’nin düzenlediği Erdal Eren anmasına çağrı yapıldı.
dır. Haftanın tamamı planlanırken, tüm günlerinin son birkaç saatini düzensiz okumaya ayırmak yerine, daha az ve sayılı günde daha geniş zaman diliminde okuma yapmak faydalı olacaktır. Her şeyi yerine koyalım, tam zamanımızı ayıralım demiyorum ama önemsemeliyiz. Zamanı doğru planladıktan ve ona sadık kalmaya asgari özen gösterdikten sonra bir düzen oluşacaktır. Doğruyu bilmekle, doğruyu uygulamak aynı anlama gelmez. Kendim de dahil okumanın önemine dair bir tartışmam yoktur. Ama pratikte buna tam olarak uygun davrandığımı söylemek mümkün değil. Bunu tutuklu kaldığım kısa süre zarfında görmüş oldum. Aslında bir dizi marksist-leninist klasiği okumuştum. Ama burada yaptığım okuma çalışmaları sonucunda, kısa zaman diliminde yaptığım, bir sisteme ve programa dayalı olmayan okumaların yeterli bir birikim yaratmadığını fark ettim. Burada yaptığımız planlı ve bir sisteme dayalı okumalar sayesinde, daha önce okuduğum kitaplardan daha kapsamlı sonuçlar çıkarıyor, daha derinlikli anlıyoruz. Temel etken, bu verimli çalışmada dün yapmadığımız veya yapamadığımız sitemli ve programlı okumayı yapıyor olmamızdır. Devrimci mücadele derslerle ve deneyimlerle doludur. Biz de her anımızı deneyimlemeye ve sonuçlar çıkarmaya odaklıyoruz. Yenilenme ve gelişim sonsuzdur. Her an yenilenmeye ve gelişime açık olmalı, eksik yanlarımızdan, hatalarımızdan sonuçlar çıkarmalıyız. Devrimci olan tutum sorunların üstünden atlama değil, deneyimlerden sonuç çıkarma ve buna uygun yenilenmedir. TEKIRDAĞ 1 NOLU F TIPI CEZAEVI’NDEN BIR SINIF DEVRIMCISI
20 Aralık 2019
Kültün&sanat
KIZIL BAYRAK * 23
Çok para
İstanbul DLB’den Erdal Eren anması
O gün okuldan işe gidiyordu. Durağa gelmiş, minibüsü beklerken, düşünceleri yine birbirini kovalıyordu. Bedensel olarak da yorgun hissediyordu kendini. Neredeyse her gün bitkin hissederdi. Çalıştığı atölye on üç yaşındaki bir çocuk için çok ağır koşullara sahipti. Ne yapması gerektiğini düşünür, bir şey aklına gelmezdi. Babasının “Para gerek, çok para. Okuyup ne yapacaksın? Biraz zanaat öğren de yarın patron olur, bana bakarsın.” sözü aklına geldi. Geçen gün işi bırakma kararı almış, babasından dayak yemişti. Bu küçük yaşına rağmen gelecek kaygısına düşmüş, çocuk hayallerini ertelemek zorunda kalmıştı. Doktor olmak istiyordu ama çok para gerektiği için liseyi okuyup okuyamayacağı bir muammaydı. Para gerekti, çok para. Minibüs durağa yanaştıktan sonra ücretini ödeyip bir köşeye çekildi. Bir minibüste oturur oturmaz her zaman bir mahcupluk hissederdi. Yaşlılar ayaktayken bu mahcupluğu hissetmesi belki normaldi ama boş yer varken bu mahcupluk tuhafına giderdi. Mahcup olmasının nedeni Ahmet miydi, yaşlılar mıydı, onu çalışmaya zorlayan babası mı, onu ağır çalışmaya sevk eden ustası mı, yoksa haftalığı 30 liradan çalıştırdığı bir çocuğun çalışmasını beğenmeyen, sürekli azarlayan patronu mu? İki koltuk arasına sıkışmış düşünceleriyle dışarıyı izliyordu. Hayalleri ve düşünceleri bu iki koltuk arasına sıkışırdı. On beş dakikalığına hayal kurmaya çalışır, kuramaz, ineceği yere varırdı. Ne çok hayali vardı aslında, çalışmak onu yormuştu. Ertelemişti dok-
tor olmayı. Belki de öğretmen olabilirdi. Atölyeye varmıştı Ahmet. Bir sıkılganlıkla içeri girdi. Standart bir gündü. İşçilerin yüzünde bir burukluk, ustanın ağzında küfür birikip gidiyordu. Atölyede böyle geçerdi günler. İşçilerin yüzü yaptıkları sohbet dışında pek gülmezdi. O kadar ağır ki yaptıkları işler, gülmekte bile yorulmuşlardı. Kimi zaman ustası işçilere bağırır, iş yetişmiyor diye söylenirdi. Yetişmeyen neydi? Mallar mı, patronun sağladığı kâr mı, işçilere sunulan sömürü mü yoksa Ahmet’in geleceği mi? Gelecekte ne yapacaktı acaba? Babasının söylediği gibi patron mu olacaktı, yoksa doktor veya öğretmen mi olacaktı? Tek başına bunlar yeter miydi acaba? Gelecek sadece bir mesleği mi ifade ediyordu? Gelecek insan gibi yaşamaktır, diyordu işçilerden biri. Bu ne anlama geliyordu ki, Ahmet için geleceğin tanımlanası oluşuyordu yavaş yavaş. Gelecek, elleri makine yağıyla kirlenmemiş çocukların koşa oynaya sokaklarda özgürce çocukluğunu yaşayabilmesi demekti. Ahmet bunları yapamasa bile, gelecekte çocukların yapmasını istiyordu. Ustası çağırdı Ahmet’i yanına. Sürekli sıkıntı çıkaran bozuk presle uğraşıyordu. Somun parçaları, anahtarlar, çiviler, yağ birikintileri dağılmıştı her yanına. Yağ kokusundan midesi bulanır, halsizlerindi. Yine böyle olmuştu. Ustası her zaman yaptığı gibi, salt bir sesle “Şu presin başına geç ürünler gelecek. Buradan basarsın” demişti. Ahmet bir iki defa presi kullanmıştı ama yanında biri olmuştu. Şimdi
kendisi halledecekti. Bu bozuk makine ile nasıl olacak diye söylense de kabul etmişti. Kabul etmeme imkanı yoktu zaten. Babasının sözü gelmişti aklına: “Para gerek, çok para…” Makinanın başına geçti Ahmet. Bozuk olduğu için uğraştırıyordu. Ayrıca yağ kokusu başını döndürmüş, halsiz bırakmıştı Ahmet’i. Ustası arada kontrole geldiğinde “seri alış” diye azarlıyordu. Yerde birikmiş yağdan da kaçınıyordu. Bugün diğer günlerden farklıydı. Umutsuzluk kaplamıştı içini. Derin bir yorgunluk üzerine çökmüş, çalışmakta zorlanıyordu. Yine de çalışıyordu. Bu yorgunluğun üzerinden gelirim diye düşündü. Düşüncelere kapılıyordu bu esnada. Babasını, patronunu, okunu düşünüyordu. Bu üçgen içinde mi gidecekti hayatı, yoksa değişecek miydi? Değişir diyordu bir işçi geçenlerde. Her şey değişir, insanlık değişir, doğa değişir, dünya değişir. Ahmet de değişir miydi? Değişirdi elbette, her şey gibi, onun yaşamı da değişirdi. Ahmet’in gözleri kapanıyordu. Uykusuzluktan değil, halsizliktendi. Zorlanıyordu çalışmakta. Ürünü banttan alıp, prese yerleştirmek, basmak ve banta yerleştirmek yorucuydu. Yağdan, kokudan, halsizlikten iyice bitkin düşmüş, yine de hızla ürünleri yerleştirmeye çalışıyordu. Bir ürünü alırken yağ birikintisinde ayağı kaydı. Başı makinaya yaklaştı. Bir çığlık koptu o anda, atölyeyi sessizliğe mahkum eden bir çığlık… HAKAN KOÇ Tekirdağ 1 No’lu F Tipi
İstanbul Devrimci Liseliler Birliği (DLB), ’80 darbesinin ardından idam edilen genç komünist Erdal Eren’i andı. “Erdal Eren olup geleceğiz ve değişecek dünya!” şiarıyla 15 Aralık’ta düzenlenen anma etkinliği devrim şehitleri için gerçekleşen saygı duruşu ile başladı. Devrim ve sosyalizm mücadelesinde ölümsüzleşenler adına yapılan saygı duruşunda liseliler “Biz kazanacağız” şiirini okudular. Etkinlikte DLB adına yapılan konuşmada Erdal Eren’in ölümsüzleşmesi, bir genç komünist olması, ardından mücadelenin bitmediği vurgulandı. Konuşmada şunlar söylendi: “17 yaşında genç bir komünist olan Erdal Eren bugün mücadelemizde yaşıyor. Bizler bu sömürü düzenine, barbarlığa, gericiliğe karşı Erdal Eren olup geleceğiz ve değişecek dünya” Ardından Ümraniye’den liselilerin hazırladığı etkileyici şiir dinletisi ile devam etti. Yoğun ilgi ile izlenen şiir dinletisinde Erdal Eren’in mektupları yer alıyordu. Sonrasında Sefaköy’den liselilerin “Liselilerin Sesi” müzik grubu sahne aldı. ‘Büyü’, ‘Bir görüş kabininde’ şarkılarını ve Çav Bella’yı üç dilde söylediler. Ardından çekilen halaylarla forum kısmına geçildi. Liseliler okullarda yaşanan sorunlara, dünyada gelişen gençlik hareketine, 12 Eylül karanlığını parçalayan Erdal Eren’e dair birçok konuşma gerçekleştirdiler. Canlı geçen forum sonrası anma programı bitirildi. Salonun hazırlığından programına kadar her şey liselilerin emeği ile gerçekleştirildi.
19-26 Aralık 1978 Maraş Katliamı’nın faili sermaye devletidir...
Katil devlet hesap verecek!