2 Kızıl Bayrak
Kızıl Bayrak’tan...
İÇİNDEKİLER Pervasız saldırganlığa karşı mücadele dinamikleri güçleniyor, direniş yayılıyor… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 İstanbul’dan Eskişehir’e Ankara yürüyüşü... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 SSGSS saldırısını püskürtmek ve “Herkese sağlık, güvenli gelecek” için grev!.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 SSGSS Yasa Tasarısı’na karşı eylemlerden... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6-7 SSGSS saldırısına karşı emekçiler ayakta, sokakta!.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Sermayenin sendikalardaki “iyi çocuklar”ı iş başında!. . . . . . . . . . . . . . . 9 Sendikal bürokrasiye büyük öfke! . . . . 10 Sınıf hareketinin gelişimi önündeki engeller ve çıkış noktaları . . . . . . . . . . 11 Emperyalist/kapitalist ‘medeniyet’ler buluştu... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Devletin emekçilerle yeni sınavı: Paralı üniversite... Yüksel Akkaya . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 Sınıf hareketinden... . . . . . . . . . . . . 14-15 Pakistan: Balkanlaşma dalgası yayılıyor Volkan Yaraşır . . . . . . . . . . . . . . . . . 16-19 Haydutbaşı’nın uğursuz Ortadoğu gezisi sona erdi… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 Pakistan’da operasyon tehditi! . . . . . . . 21 Doğramacı ve Gürüz geleneğinin temsilcisi: Yusuf Ziya Özcan...… . . . . 22 2007’nin Hrant Dink penceresinden bir dökümüdür… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 Kapitalizmde kadın ve kadın emeği . . 24 Emekçi kadınların sesi 17 Şubat’ta Çiğli’deki kurultayda buluşacak! . . . . . 25 Sansüre karşı “Sınırsız söz, basın, örgütlenme, gösteri ve toplanma özgürlüğü!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 Liberal solun Gregor Samsa’sı: Baskın Oran - S. Kızılırmak. . . . . . . . . . . . . . . 28 Alevilik ve cumhuriyet... M. Can Yüce . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29 Onbinlerce kişi R. Luxemburg ve K. Liebknecht’i andı... . . . . . . . . . . . . . . . 30 Mücadele postası . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
Sayı: 2008/03 18 Ocak 2008
Kızıl Bayrak’tan Sigorta ve sağlık haklarının gaspına yönelik tepkiler, toplanarak, hareketlenerek büyüyor. Yurdun dört bir yanında gerçekleştirilen fiili eylemlerin ardından, ağırlığını sendikacıların oluşturduğu bir ‘temsil’ heyeti Ankara yürüyüşü başlattı. Tabanı harekete geçiren fiili eylemleri, böyle temsili bir yürüyüşün takip etmesi, sınıf hareketinin ihtiyaçlarıyla örtüşmüyor. Ancak Ankara’da kitlesel bir eylemle noktalanması imkanı da henüz yitirilmiş değil. Sınıf hareketinin ihtiyacı, bu duyarlılığın ve hareketliliğin daha da büyütülmesi, parçalı eylemlerin toparlanıp, birleştirilmesidir. SSGSS saldırısı, uzunca süredir durağanlıktan kurtulamayan sınıf hareketine bir çıkış imkanı yaratmıştır. Bu imkanın sonuna dek kullanılması gerektiği ise, konuya ilişkin metinlerimizde tekrar tekrar hatırlatılmaktadır. Görevin, ağırlıklı olarak sınıf devrimcilerinin omuzlarında olduğu açıktır. Tüm güç ve imkanlarımızla sürece yüklenmek, sınıfa ve devrime karşı görev ve sorumluluklarımızın güncel bir gereğidir. Üstlendiğimiz farklı görevler, bu eylemlilik öncesinde planladığımız farklı işler olabilir. Konu bunların aksatılması, ihmal edilmesi değil, öne çıkan güncel görevlere uyumunun sağlanmasıdır. Misyonumuz işçi sınıfının devrimi olduğuna göre, bir işi bırakıp başkasına koşmaktan değil, bütün işlerimizin, etkinliklerimizin kritik ve önemli gelişmelerle bağlantılı biçimde organize edilmesinden söz ediyoruz. *** Yayınevi baskını davası skandalı, Hrant Dink cinayetinin yıldönümünü öncelemiş bulunuyor. Her iki ırkçı saldırı, ırkçı yargı tarafından karanlığa çekilmeye, üstü örtülmeye çalışılıyor. Skandal skandalı izliyor. Ancak Türk sermaye devletinin yargısının tek suçunun ırkçılık olmadığını, yine bugünlerde görüşülen bir başka cinayet davası açıkça ortaya koymakta. Sermayenin “bağımsız yargısı”, bu davada da katil polisleri aklama yarışında. Dolayısıyla, bağımsız yargı gerçekte ırkçı-faşist görüş ve örgütlenmeye sıkı sıkıya bağlıdır. Düşmanlığı sadece Ermeni’ye, Kürd’e, Hristiyan’a, yani ‘farklı’ görünene
değil, başta işçi sınıfı ve emekçi kitleler olmak üzere tüm ilericilik potansiyeline karşıdır. Tüm kontrgerilla davaları, tüm işkence ve katliam davaları bu yargı tarafından aklanmıştır. Kanlı 1 Mayıs davasını, Maraş, Çorum, Sivas katliam davalarını, Susurluk davasını, faşist katilleri, kontrgerillayı aklayarak sonlandıran bu yargıdır. Hrant Dink cinayetine, onbinlerle sokaklara akarak yanıt verilmişti. Bu, düzen ve devlet cephesinden yükseltilen onca şoven kampanyaya rağmen (veya ona inat) kitlelerde ‘halkların kardeşliği’ bilincinin ne kadar güçlü kalabildiğini göstermişti. Cinayetin yıldönümünde yine Agos gazetesi önüne toplanma çağrısı var. Bu çağrıya verilecek yanıt düzenin ırkçı/faşist saldırılarına verilecek bir yanıttır. Aynı zamanda, katillerinin aklanmaya çalışıldığı dava sürecinde, bir kez daha Hrant’ı ve benzerlerini sahiplenmektir.
Sosyalizm İçin
Kızıl Bayrak Haftalık Sosyalist Siyasal Gazete
Sayı: 2008/03 18 Ocak 2008 Fiyatı: 50 Ykr Sahibi ve Y. İşl. Md.: Gülcan CEYRAN EKİNCİ
EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. Yayın türü: Süreli Yaygın Yönetim Adresi: Eksen Yayıncılık Mollaşeref Mh. Turgut Özal Cd. (Millet Cd.) No: 50/10 İstanbul Tel: 0 (212) 621 74 52 Fax: 0 (212) 534 95 90 e-mail: info@kizilbayrak.net Web: http://www.kizilbayrak.de http://www.kizilbayrak.org http://www.kizilbayrak.net
Baskı: Gün Matbaacılık İSTANBUL Tel: 0 (212) 426 63 30
. . . e d r le i i y a b e v ı ç p Kita
Genel Dağıtım: YAYSAT
CMYK
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Kapak
Kızıl Bayrak 3
Pervasız saldırganlığa karşı mücadele dinamikleri güçleniyor, direniş yayılıyor…
Ablukayı parçalamak için direnişi büyütelim! Kapitalist sınıfın işlerini yürütmekle mükellef olan AKP hükümeti, asgari ücrete yaptığı zamla 2008 yılında izleyeceği rotayı ilan etmiş oldu. Anlaşılan o ki AKP bu yıl sadece “olağan” saldırılarla yetinmeyecek. E-darbe, erken seçimler, Çankaya tepesi etrafından gerçekleşen muharebe, Washington ziyareti hazırlığı derken saldırıların hızı birkaç ay yavaşlamış oldu. Bu nedenle 2008’de işe, “olağan” saldırıların yanısıra ertelenen saldırıların da telafi edileceği bir programla başladı.
Emperyalistlerle büyük burjuvazinin desteğinden alınan “feyz” Yeni yılı temel tüketim maddelerine yüzde 20’lere varan zamlarla açan işbirlikçi AKP hükümeti, asgari ücrete yüzde 4, kamu emekçilerine ise daha düşük bir zam yapmakta bir sakınca görmedi. Amerikancı sermaye hükümeti bu pervasızlığı, 2007’de gerçekleşen enflasyonun, hedeflenen enflasyonu önemli oranda aşmasına rağmen gösterebildi. Aynı günlerde özelleştirme saldırısına yeniden hız verileceği, eğitim, sağlık gibi temel hakların paralı hale getirileceği, sosyal güvenlikten arta kalan birtakım kazanımların da gaspedileceği, hem Tayyip Erdoğan hem bazı müritleri tarafından açıkça ilan edildi. Bilindiği gibi aynı günlerde Beyaz Saray’dan alınan icazetle Kürt halkına karşı savaş da yeni bir merhaleye taşındı. Yani rejimin efendileri, aynı anda hem işçi sınıfıyla emekçi müttefiklerini hem ezilen Kürt halkını hedef alabildi. AKP hükümetinin bu cüretkârlığı tesadüf değil elbet. 5 Kasım’da Beyaz Saray’ı tavaf eyleyen Tayyip Erdoğan’la müritlerinin çalım atarak ortalıkta dolaşmaya başladığı gözlerden kaçmamıştı. Zira savaş kundakçılarının şefi Bush’tan AKP hükümetine tam destek gelmişti. Sömürü ve kölelik çarkının dönmesi için halen AKP’den daha iyisini bulma olanağından yoksun olan işbirlikçi burjuvazi de dinci/gerici hükümete desteğini ilan etti. Kimi zaman yaşanan ağız dalaşlarının öze ilişkin olmadığını taraflar her vesileyle dile getiriyorlar. Yeni yılın ilk haftasında Beyaz Saray etrafındaki tavaf nöbetini Tayyip’ten devralan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Washington-Ankara ilişkilerinin iyice pekiştiğini açıkladığında ağzı kulaklarındaydı. Düzen medyasının köşe başlarını tutan kalemşor takımı ise, Ankara-Washington hattındaki gelişmeleri zil takıp oynayarak kutlamaya başladı. Egemenlerin yaşadığı bir diğer geçici rahatlama ise, iktidarda daha etkili rol, yağmadan daha büyük pay alma etrafında devam eden iç çatışmanın, ABD’ye uşaklık/Kürt halkına düşmanlık ekseninde belli bir dengede tutulabilmiş olmasıdır. İşte sermaye adına emekçilerle ezilenler üzerine çullanan AKP hükümeti, fütursuzluğunu arkasındaki bu desteklerden alıyor. Elbette bu fütursuzluğa dur diyebilecek yegâne gücü oluşturan işçi sınıfının verili durumu da, işbirlikçi sermaye iktidarının elini güçlendiriyor. Zira şovenizm histerisi bir yandan dinci/gerici propaganda öte yandan, bu ikili kuşatma yazık ki işçi sınıfı saflarında belirgin bir bilinç bulanıklığı yaratmayı başarabilmiştir. Göründüğü kadarıyla işbirlikçi burjuvazi ile hizmetindeki hükümet bu atmosferi sonuna kadar kullanma eğilimindedir. Zira egemenler, ırkçışovenizm zehiri ile ülke iklimi kirlenmiş, dinci
gericiliğin yaydığı sisle ortalık karartılmışken, işçi sınıfıyla yoksul müttefiklerinin daha kolay güdülebileceğini hesap ediyorlar. Asalak kapitalistler sınıfı, bu planı uygulamaya muvaffak olabilirlerse böylece hem kapitalizmin metropollerindeki ekonomik daralmanın, hem de olası sarsıcı ekonomik krizlerin faturasını bir kez daha işçi sınıfı ve emekçilere ödeteceğini hesaplıyor.
Sermayenin hesapları işçi sınıfına her zaman uymaz… İşçi sınıfı hareketinin zayıflaması geçici bir duruma işaret eder. Kapitalist çark, sınıf çatışmalarını hergün yeniden üretmeden dönemez. Bu ise, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz temel çelişki emekçiler lehine çözülene kadar, bu çatışmanın devam edeceği anlamına gelir. Nitekim şovenizmin ayyuka çıkarak ülke atmosferini iyice zehirlediği bir dönemin hemen ardından sınıf saflarında filiz vermeye başlayan mücadele dinamikleri de, bu uzlaşmaz çelişkinin dolaysız bir ifadesi ve ürünüdür. Farklı işletmelerdeki grevler, özelleştirme karşıtı mücadelede gösterilen kararlılık, SSGSS Yasa Tasarısı’na karşı başlayan hem merkezi hem yerel eylemler, mücadele dinamiklerinin somut belirtileridir. Bu arada saldırı furyasına karşı oluşturulan platformlar da mücadelenin gelişimi açısından bir diğer avantajdır. Sorun, bu güç ve dinamikleri tek bir kanalda birleştirip gür bir sele dönüştürebilecek bir eylemli süreç örebilmektir. Belirtiler, İMF-TÜSİAD patentli hesapların işçi sınıfına uymayacağına işaret ediyor. Buna karşın egemenler cephesi oldukça kararlı bir görünüm sergiliyor. Bu durumda egemenleri bu saldırıda bozguna uğratmak, ancak ilerici-devrimci siyasi öznelerle emekçilerin de aynı ciddiyet ve kararlıkla mücadeleye hazırlanmasıyla mümkün olacaktır.
Mücadele hattı, “söke söke hal alma” ekseninde örülmelidir! İşçi sınıfıyla emekçilerin mücadele dinamikleri yerelden merkeze/merkezden yerele doğru kurulacak sağlam bir örgütlülüğe kavuşturulmalıdır. Bu örgütlü güç, mücadeleyi saptanan hedeflere ulaşmak
kararlılığıyla yürütmeli, bu çerçevede hem üretimden hem hizmetten gelen gücün kullanılmasına özel bir önem verilmelidir. Gelinen yerde toplumsal tepki göstermek, protesto etmek darlığından kurtulmak şarttır. Yasanın mecliste görüşüldüğü güne sıkıştırılan merkezi eyleme endeksli tarz da terkedilmelidir. Mücadele süreci baştan itibaren kazanmak/söke söke hak almak perspektifiyle örülmelidir. Tüm süreç, buna uygun bir ciddiyet, kararlılık ve ısrarla örgütlenmelidir. İstanbul başta olmak üzere merkezlerde kurulan platformları olabildiğince birçok ile yaymak, il merkezleriyle sınırlı tutmayıp ilçelere, dahası mümkün olduğu yerde fabrikalar, işletmeler, okullar, hizmet kurumları başta olmak üzere işçi sınıfıyla emekçilerin çalışma ve yaşam alanlarına taşımak gerekmektedir. Platformlar, katılımcılar başta olmak üzere sendikalara, derneklere, kitle örgütlerine iş yaptıracak ciddiyette işlemeli, ajitasyon-propaganda, örgütlenme, eylem diyalektik bütünlüğü içinde örülecek faaliyetin yüzü esas olarak işçi sınıfıyla emekçilere dönük olmalıdır. Örgütlü/birleşik mücadelenin talepleri saldırının hedefindeki kazanımların savunulması ile sınırlı tutulmamalı, sorun hem bu kazanımları korumak hem emekçilerin taleplerini kazanılmış haklara dönüştürmek genişliği içinde ele alınmalıdır. Bu arada mücadele programı ekonomik/sosyal taleplerin yanısıra, siyasal talepleri de kapsamalıdır. Bu çerçevede öncelikle: * Saldırı yasalarının derhal geri çekilmesi… * İşçi sınıfının örgütlenme/hak arama mücadelesinin önündeki fiili/yasal tüm engellerin kaldırılması… * Giderek azgınlaşan faşist devlet terörüne karşı direniş… * Irkçı-inkârcı resmi politikaların mahkûm edilmesi… Ezilen Kürt halkının özgürlük talebinin desteklenmesi… * Egemenler koalisyonunun emperyalist/siyonist güçlerin bölge politikalarına yedeklenmesinin engellenmesi temel alınmalıdır. Bir yanda ırkçı-şovenist histeri, bir yanda dinci/gerici hükümet marifetiyle yayılan ortaçağ karanlığı… Bu kuşatma işçi sınıfının, emekçilerin olduğu kadar, ezilen Kürt halkının da yaşamını karartmaktadır. Emperyalist efendileriyle birlikte işbirlikçi burjuvaziyi ve hükümetini hedef alan “sınıfa karşı sınıf” eksenli mücadele, bu boğucu ablukayı dağıtmanın yolunu açacaktır. Dahası işçi sınıfı ile müttefikleri ancak böyle bir mücadele sürecine girebildikleri ölçüde gerici kuşatmayı parçalayacak, Amerikancı sermaye düzenin ördüğü halklar arası gerici önyargıları aşabilecektir. Ezilen Kürt halkını işçi sınıfı ve emekçilerle aynı mücadele platformunda buluşturmak, bu yönde gösterilecek başarıyla bağlı olacaktır. Komünistler, ilk adımdan itibaren bu mücadele sürecinin etkin bir tarafıdır elbette. Ancak sürecin karşımıza çıkarabileceği avantajların farkında olmanın da özel bir önemi vardır. Dolayısıyla komünistler, bu avantajlı süreci devrimci sınıf partisinin esas maddi toplumsal zeminiyle, demek oluyor ki işçi sınıfıyla daha ileriden bir bütünleşme sağlayabilmesinin olanağına çevirebilmek perspektifiyle yürümeği de başarmak durumundadırlar.
4 Kızıl Bayrak
Geleceğimize sahip çıkıyoruz!
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
İstanbul’dan Eskişehir’e Ankara yürüyüşü...
“Emekliliğimiz ve sağlığımız için yürüyoruz!” DİSK, KESK, TMMOB, TTB, TÜRMOB, BASK ve TEB’in SSGSS Yasa Tasarısı’na karşı 3 gün sürecek yürüyüşü 15 Ocak’ta tarihi Haydarpaşa Garı’ndan başladı. Gar önünde gerçekleştirilen basın açıklamasının ardından Ankara’ya yürüyecek olan 3 otobüslük yürüyüş kolu İstanbul’dan coşkulu bir şekilde uğurlandı. Gar önünde yapılan basın açıklamasında konuşan DİSK, TTB, KESK, TDHB, TMMOB Genel Başkanları yasa tasarısına karşı mücadele çağrısı yaparak 3 gün sürecek yürüyüşlerini sosyal güvenlik hakkının ortadan kaldırılmasına karşı gerçekleştirdiklerini belirttiler. “Dikkat emekliliğimiz, sağlımız tehlikede! Herkese sağlık ve güvenli gelecek için Ankara’ya yürüyoruz!” pankartının açıldığı eylemde “Sağlık haktır, satılamaz!”, “AKP yasanı al başına çal!”, “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!”, “Savaşa değil, sağlığa bütçe!” sloganları atıldı. Eyleme DİSK “Dikkat, emekliliğimiz sağlığımız tehlikede!”, Diş Hekimleri Birliği “Sağlığımızdan ve geleceğimizden vazgeçmeyeceğiz!” dövizleri ile katılırken, Herkese Sağlık Güvenlik Gelecek Platformu, İstanbul Eczacılar Odası, BTS, DİSK/Genel-İş Sendikası Anadolu Yakası 3 No’lu ve bağlı şubeler eyleme pankartlarıyla katıldılar. Tüm Bel-Sen 3 No’lu Şube ve Yapı-Yol Sen İstanbul Şube’nin yanısıra BDSP ve Halkevleri de eyleme dövizleriyle katıldılar.
Gebze’de grevci işçilerle... Haydarpaşa’dan uğurlanan yürüyüş kolunun ikinci durağı Gebze idi. Yürüyüş kolu Çayırova’da Henkel işçileri, Gebze Merkez’de ise Acerer grevcileri tarafından karşılandılar. Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlü Acerer Döküm Fabrikası’ndaki grevci işçilere yapılan ziyarette konuşan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, sendikal hak ve özgürlüklerin kısıtlandığına dikkat çekerek yürüyüşlerinin 70 milyon için olduğunu belirtti. Çelebi, “Aydınlık bir Türkiye için yürüyoruz!” dedi. Grev ziyareti boyunca “Yaşasın sınıf dayanışması!”, “Direne direne kazanacağız!”, “Acerer işçisi yalnız değildir!”, “İşçi-memur elele genel greve!”, “AKP yasanı al başına çal!” sloganları atıldı.
Yürüyüş kolu Kocaeli’nde... Yürüyüş kolu Kocaeli’nde kitlesel bir şekilde karşılandı. En önde yürüyüş kolu olmak üzere Kocaeli’ndeki siyasi partiler ve sendikalar yürüyüşe destek verdi. İnsan Hakları Parkı’nda kitleye seslenen kurum temsilcileri, meclisten geçirilmek istenen yasa tasarısına karşı mücadele çağrısı yaptılar. Sosyal güvenlikte reform aldatmacasına karşı gerçekleri anlatmak için yola çıktıklarını söylediler. Çelebi yaptığı konuşmada yasanın hayata geçirilmesi halinde tüm Türkiye’de genel greve gidilmesi gerektiğinin altını çizdi. Yapılan konuşmalarla OLEYİS üyelerinin sürdürdüğü grev de selamlandı. Konuşmalar, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganlarıyla sona erdi.
Bursa: “Zafer direnen emekçinin olacak!” Ankara yürüyüşünün 2. günü Kocaeli’nde
grevlerini sürdüren OLEYİS üyeleri ve BMİS’e üye oldukları için işten atılan Kalibre Boru işçilerine yapılan ziyaretlerle devam etti. Gerçekleştirilen ziyaretlerin ardından Bursa’ya geçildi. İstanbul’dan gelen yürüyüş kolu Bursa’da İzmir’den yola çıkan kolla birleşti. Yaklaşık 500 kişilik kitlenin Altıparmak Caddesi üzerinden Fomara Meydanı’na kadar yaptığı yürüyüş coşkulu bir atmosferde gerçekleşti. Yürüyüş boyunca “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Kölelik yasaları geri çekilsin!”, “Parasız eğitim parasız sağlık!”, “”Sağlık haktır satılamaz!”, “Yaşasın sınıf dayanışması!”, “Direne direne kazanacağız!”, “Herkese sağlık güvenli gelecek!”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!” ve “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganları atıldı. Fomara Meydanı’na gelindiğinde ilk konuşmayı SES Bursa Şube Başkanı Çetin Erdolu yaptı. Ardından sırasıyla KESK Genel Sekreteri Abdurrahman Taşdemir, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, TTB MK Başkanı Gencay Gürsoy ve TMMOB Genel Başkanı Mehmet Soğancı birer konuşma yaptı. Konuşmacılar AKP’nin “kara deliği” kapatma adına sağlığı rantiye alanı olarak peşkeş çekeceğini, yasayla birlikte “sosyal devlet”ten geriye kalanın tasfiyesine çalışıldığını belirttiler. Tüm bunlara karşı, halkın tüm gerçekleri bildiğini, artık sözün bittiği yere gelindiğini ve yasa geçerse daha büyük eylemlerle geleceklerini vurguladılar. Konuşmalardan sonra yürüyüş kolu otobüslere binerek Eskişehir’e doğru yola çıktı.
Eskişehir’de coşkulu karşılama... Yürüyüş kolu Eskişehir Tren Garı önünde büyük bir coşkuyla karşılandı. Burada toplanan 600 kişilik kitleye DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi seslendi. Çelebi konuşmasında, bu yasayla parası olanın sağlık hakkından yararlanabileceği, parası olmayanın ise bu haktan yararlanamayacağı, yasanın emekli olma hakkını gaspettiğini ve IMF-DB
programını uygulamak amacıyla çıkarıldığını söyledi. Ardından TTB Merkez Konsey Başkanı Gencay Gürsoy, TMMOB Genel Başkanı Mehmet Soğancı ve KESK Genel Sekreteri Abdurrahman Taşdemir birer konuşma yaptılar. Gerçekleştirilen bu yürüyüşün bir uyarı eylemi olduğu, yasanın geçirilmesinde ısrar edilirse eylemliliklerin artarak devam edeceği vurgulandı. Sıklıkla atılan “İşçi-memur el ele genel greve!”, “Genel grev-genel direniş!” sloganlarınında basıncıyla konuşmacıların ortak olarak vurguladıkları bir diğer nokta ise, eylemlerin dikkate alınmaması durumunda genel grev yapılabileceği oldu. Konuşmaların bitirilmesinin ardından Bursa’dan gelen yürüyüş koluyla birleşerek kortejler oluşturuldu. Önde “Emekliliğimiz, sağlığımız tehlikede! Herkese Sağlık Güvenli Gelecek!”, pankartıyla Bursa’dan Eskişehir’e geçen yürüyüş kolu ardında da “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Mümkün!” pankartıyla Eskişehir Emek Platformu yerini aldı. Eskişehir Sağlık Müdürlüğü önünde sonlandırılan yürüyüş esnasında birçok kişi camlara çıkarak alkışlarla destek sundu. Eylemde sık sık “Genel grev-genel direniş!”, “Sağlık haktır satılamaz!”, “İşçi-memur elele genel geve!” “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “Direne direne kazanacağız!”, “IMF’ye değil sağlığa bütçe!”, “Savaşa değil sağlığa bütçe!” sloganları atıldı. BDSP, Mücadele Birliği, ÖDP, Halkevleri, GençSen, TKP, Öğrenci Kolektifleri, Genç Umut, SDP, EHP ve EMEP’in destek verdiği eylemde başından sonuna kadar coşku hakimdi. Kızıl Bayrak/İstanbul-Bursa-Eskişehir
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Devrimci sınıf mücadelesini yükseltelim!
Kızıl Bayrak 5
SSGSS saldırısını püskürtmek ve “Herkese sağlık, güvenli gelecek” için grev!..
Saldırı genel grevle taçlanacak kararlı bir eylem hattı ile püskürtülebilir! Sermaye hükümeti SSGSS tasarısını Ocak ayının sonunda Bakanlar Kurulu’nda görüşmeye hazırlanırken, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin birçok yerinde yasaya karşı tepkiler yükselmeye devam ediyor. Sermaye iktidarının yasalaşması için türlü yöntemlere başvurduğu saldırının kapsamı milyonları yıkıma uğratacak nitelikte. SSGSS saldırısına karşı biraraya gelen sendikalar, meslek örgütleri, reformist partiler, devrimci, ilerici güçler ise çeşitli illerde platformlar oluşturarak “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek” adı altında çeşitli eylem ve etkinlikler örgütlemeye başladılar. İllerde merkezi düzeyde oluşturulan platformlar yerelliklere de yayılmaya başladı. Kurulan platformlar bileşenlerin niteliğinden kaynaklı bir dizi eksiklik taşıyor. Bu eksiklerin başında sendikaların kendi üyelerine, bileşenlerin ise henüz geniş emekçi kesime ulaşamaması geliyor. Bileşenler henüz geniş kitleleri harekete geçirme bakışıyla etkin ve etkili bir faaliyet programı oluşturabilmiş değil. En temel eksikliklerin başında ise saldırıya karşı alınması gereken tutumun netleşmemiş olması geliyor. Ancak tüm bu eksikliklere, yasa karşıtı güçlerin attığı sınırlı adımlara rağmen saldırının kapsamı anlamlı sayılabilecek bir tepkiyi açığa çıkarmış bulunuyor. İşçi ve emekçilerin en örgütlü, en diri ve dinamik kesimleri SSGSS karşıtı eylem ve etkinliklerin etkisiyle harekete geçmeye, sınıf hareketi bir parça canlanmaya başladı. 17 Ocak’ta sembolik olarak Ankara’ya yürüyen bileşenler, binlerin katıldığı ve canlı geçen eylemlerle uğurlandılar. SSGSS karşıtı mücadeleyi hem merkezileştirecek hem de yerellere yayacak bir bakışla sürecin örgütlenmesi, geniş emekçi kesimlerin harekete geçirilmesi günün en acil görevleri arasında bulunuyor. SSGSS saldırısının aynı zamanda özelleştirme, kıdem tazminatının gaspı, sermayenin “isdihdamı artırmak” adı altında uygulamaya çalıştığı hak gasplarıyla birlikte ele alınması gerekiyor. Zira saldırıların birbiriyle bağlantısı ve yıkımın boyutu bunu zorunlu kılmaktadır. Emekçilerin yasaya karşı giderek büyüyen tepkisi sermaye hükümetini çeşitli manevralar yapmaya zorluyor. 2008’in başında yasayı mecliste görüşerek yasalaştırmayı, Haziran-Temmuz ayı gibi de yürürlüğe koymayı hesaplayan sermaye hükümeti yasanın mecliste görüşülmesini ay sonuna bırakmış durumda. Oluşan tepkiyi bertaraf etmek için sermaye hükümetinin tehdit, baskı, yalan, demagoji, böl-parçalayönet, saldırı yasasını parça parça hayata geçirerek zamana yayma vb. yöntemler kullanacağı açık. Zira burjuvazi yaşadıklarından sonuçlar çıkaran, deneyimlerinden öğrenen, amacına ulaşmak için çeşitli yöntem ve taktikler kullanan örgütlü bir sınıftır. Polis gücünden orduya, medyadan hükümete, meclisten yargı sistemine kadar devletin tüm kurum ve kuruluşlarını, düzenin tüm imkanlarını kendi çıkarı için seferber etmektedir. İşçi ve emekçiler de sermaye iktidarının saldırılarına, aldatmacalarına, baskı ve zoruna karşı mücadele deneyimlerinden öğrenmek, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda birbirine kenetlenmek, birleşik bir hat izlemek zorundadırlar. Zira sermayenin SSGSS saldırısını şimdilik ay sonuna ötelemesi saldırıya karşı eylemli tepkiyi büyütmek, emekçileri harekete geçirmek için biraz daha zaman kazandırmış gözükmektedir.
Türk-İş dışında platform içinde yeralan konfederasyonlar ve meslek örgütleri, hem yükselen tepkinin basıncıyla hem de bu tepkiyi denetim altında tutmak amacıyla, göstermelik olarak “iş bırakma”, “2 saatlik grev”, “bir günlük grev” vb. tartışmalar yürütmeye başladılar. Ankara yürüyüşünün akabinde görüşerek bu doğrultuda bir karar almaya çalışacaklar. Mücadelenin seyri ve geleceği açısından kritik bir yerde duran bu karardan işçi ve emekçiler lehine bir sonuç çıkması hayati önem taşımaktadır. Zira bu kadar kapsamlı ve yıkıcı bir saldırıya karşı günü geçiştirecek zaman yoktur. Bunun vebali bu süreci iradesizlikle, kendine ve kitlelerin gücüne güvensizlikle, iddiasızlıkla geçiştirmeye çalışan bileşenlerin üzerinde olacaktır. Saldırının içeriği ve kapsamı milyonlarca işçi ve emekçiyi doğrudan etkilediği için mücadelenin birleşik bir karakter kazanması için uygun bir zemin vardır. Yapılması gereken bu zemini, hareketi ve mücadeleyi birleştirecek şekilde değerlendirmek, buna uygun bir mücadele programı oluşturmak ve tutum belirlemektir. Fabrikalarda, işyerlerinde, sanayi havzalarında, emekçi semtlerinde, kahvelerde, sokakta, kısaca SSGSS karşıtı mücadelenin bir parçası yapılmak istenen toplumsal yaşamın tüm alanlarındaki işçi ve emekçiler arasında yasa püskürtülene kadar hizmet üretmeme fikri işlenmelidir. İşçi ve emekçiler sağlıklı yaşam, güvenli gelecek için hizmet üretmeme, sermaye iktidarı geri adım atana kadar iş bırakma tutumuna çağrılmalıdır. Her türden eylem, etkinlik, materyal ve söylem bu çağrıyı yapmalıdır. Bu tutumun somut karşılığı ve çağrısı “genel grev-genel direniş” olmalıdır. Özellikle son süreçte bu bakımdan anlamlı sayılabilecek bir deneyim bırakan, işçi ve emekçilere umut olan THY, Telekom, Tekel işçilerinin mücadelesi ve bu mücadelenin kazanımları döne döne emekçi kitlelere anlatılmalıdır. Zira SSGSS karşıtı eylemlerde yükselen temel sloganlardan birisi de “İşçi-memur elele genel greve!”, “Genel grev, genel direniş!” şiarıdır. İşçi ve emekçiler haklarını korumak ve kazanmak için nasıl bir mücadele yöntemi izlenmesi gerektiğini bilmektedirler. Bunun güncel örneklerini Telekom, Tekel işçilerinden,
Yunanistan’daki, Fransa’daki emekçilerin mücadelesinde görmekte ve bu mücadelelerden öğrenmektedirler. Zaten böylesi bir mücadele yönteminden kaçan emekçi kitleler değil sendikal bürokrasidir. SSGSS saldırısı lokal değil genel bir saldırıdır. Mücadelenin ortak taleplerle birleşik bir hat izlemesinin, dalga dalga yayılmasının ve büyümesinin imkanları ise hiç olmadığı kadar fazladır. Sermayenin “grev”in adından dahi öcü gibi korktuğu ve işçi sınıfının en etkili silahı olduğu Telekom sürecinde bir kez daha emekçi kitlelerin bilincine çıkmışken mücadelenin merkezine “grev”, “iş bırakma”, “hizmet üretmeme” yöntemlerinin oturtulmaması anlaşılır ve kabul edilebilir değildir. Saldırıyı püskürtebilecek en etkili yöntemin hizmet üretiminden gelen gücün kullanılması olduğu koşullarda yapılması gereken taşın altına elini koymaktır. Kendine, mücadeleye ve kitlelerin gücüne güvenmektir. Ancak sendikal bürokrasi sözkonusu olduğunda bu iddianın, gücün ve güvenin gösterilemeyeceği açıktır. Onların misyonu kitleleri harekete geçirmek değil, öfke ve tepkisi dışavuran kitleleri denetim altına almaktır. Sermayeye bu anlamda hizmet etmektir. Genel merkez yönetimlerinin işbirlikçi, uzlaşmacı, icazetçi tutumlarını eleştiren, ancak sendikal ihanet çetesiyle karşı karşıya gelmekten kaçan, yüzünü tabana değil sendikal bürokrasiye dönen alt kademe sendika bürokratları ise, “biz karar alırız ama kitlelerde karşılık bulmaz”, “sınıf hareketi bu kadar durgunken, sendikal hareket dibe vurmuşken iş bırakma çağrısı gerçekçi olmaz” vb. söylemlerin arkasına sığınarak mücadelenin görevlerinden kaçmaktadırlar. Sermayenin bugüne kadar çeşitli adlar altında uyguladığı ve yasalaştırdığı geleceksizleştirme ve köleleştirme saldırılarına karşı en fazla merkezi Ankara eylemleriyle günü geçiştiren, hava boşaltan sendikal bürokrasiden bugün de farklı bir tutum çıkmasını beklemek gerçekçi görünmemektedir. Zira onları harekete geçmeye zorlayacak, önünde sürükleyecek siyasallaşan ve devrimci bir mecra üzerinden yükselen bir sınıf hareketi yoktur. Tabanda örgütlü bir işçi sınıfı yoktur. Sendikal ihanet çetesine tepki duyan, saldırılar karşısında bunalan, öfkeli ama sınıf bilinci dumura uğratılmış, güvensizleştirilmiş ve inançsızlaştırılmış dağınık ve parçalı bir sınıf hareketi tablosu vardır. Kimi mevzi eylem ve direnişlerin yanı sıra THY, Telekom, Tekel gibi grev ve direnişlerle mevcut olumsuz tablo bir parça dağılmış olsa da özü itibarıyla son dönem sınıf hareketinin verili durumu budur. Günün görevi ve mücadelenin ihtiyacı da tabloyu tersine çevirebilecek bir iddia ve iradeyle sürece yüklenmeyi gerektirmektedir. Sermaye iktidarı, sınıf hareketinin örgütsüz ve dağınık tablosundan da güç alarak SSGSS gibi kapsamlı bir saldırıyı pervasızca uygulamaya çalışmaktadır. Sermayenin bu pervasızlığı sınıf hareketini ayağa kaldırmanın, tıkanan mücadele kanallarını açmanın imkanlarını fazlasıyla sunmaktadır. Yeter ki öncü, ilerici, devrimci güçler, özetle mücadelenin asıl öncüleri, bu imkanları güce çevirmek için bir dirayet gösterebilsin. SSGSS saldırısına karşı mücadeleyi bu bakışla ele almak, müdahaleyi bu bilinçle yapmak günün en acil görevleri arasındadır.
6 Kızıl Bayrak
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Yıkım yasaları geri çekilsin!
SSGSS Yasa Tasarısı’na karşı eylemlerden...
“SSGSS yasası geri çekilsin!” İzmir’de kitlesel SSGSS protestosu “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek” İzmir Platformu, 16 Ocak günü SSGSS ile ilgili bir yürüyüş ve basın açıklaması gerçekleştirdi. Konak eski Sümerbank önünde toplanan kitle, buradan yolu tek şerit halinde trafiğe kapatarak Basmane’deki AKP binasına kadar sloganlarla yürüdü. Yürüyüş sırasında ses aracından yapılan ajitasyon konuşmalarıyla yasanın maddeleri tek tek okunarak halka neden yürüyüş yapıldığı anlatıldı. AKP Basmane binasının önüne yapılan açıklamada, milyonlarca işçi ve emekçinin yasaya karşı çıktığı, hükümetin sosyal güvenliğe “kara delik” olarak baktığı ve yasa değişikliğinin buna dayandırıldığı, oysa “sosyal devlet” olmanın en önemli gereğinin halktan toplanan vergilerin eğitim, sağlık vb. ihtiyaçlara kullanılması gerektiği halde toplanan vergilerin faiz ve borç ödemelerine ayrıldığı ve ülke kaynaklarının sermayeye peşkeş çekildiği vurgulandı. Eylemde “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!”, “Genel grev genel direniş!”, “İşçimemur elele genel greve!”, “AKP yasanı al başına çal!”, “Yaşasın örgütlü mücadelemiz!” sloganı atıldı. Kitle MHP İzmir il binası önünden geçerken “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganını gür bir şekilde attı. Yürüyüş esnasında halk camlardan ve otobüs duraklarından destek verdi. Eyleme bine yakın işçi ve emekçi katıldı. Kızıl Bayrak/İzmir
DİSK’li işçiler eylemde! 10 Ocak günü DİSK Ege bölge temsilciliği tarafından SSGSS yasa tasarısına karşı eylem gerçekleştirildi. İşçiler, Basmane’de bulunan Ege bölge temsilciliğinin önünden AKP Konak ilçe binasına kadar yürüdüler. Polisin engel olmak istemesine rağmen işçilerin kararlı tutumuyla polis barikatı aşıldı. Eylem, Genel-İş 5 No’ lu Şube başkanı Mehmet Çınar’ın konuşması ile başladı. Çınar konuşmasında AKP hükümetinin bu yasa tasarısı ile neyi hedeflediğine ve yasanın işçi ve emekçilerde nasıl etkiler yaratacağına değindi. Ardından Ege Bölge temsilcisi Azad Fazla tarafından okunana basın metninde, yasanın geri çekilmesinin tek yolunun işçilerin alanlara çıkması olduğu vurgulandı. Kıdem tazminatına yönelik saldırı hazırlığına da değinilen açıklamada, bu hakların 15-16 Haziranlar’la kazanıldığı, bu hakları bu kadar kolay geri alamayacakları, buna karşı yeni 15-16 Haziranlar yaratmak gerektiği ifade edildi. Türk-İş ve Hak-İş’in sermaye adına konuştuğu, yasaya karşı hiçbir mücadele sergilemedikleri ve göstermelik söylemelerde bulundukları vurgulandı. Eyleme yaklaşık 1200 kişi katıldı. Kitlenin oldukça coşkulu olduğu eylemde, “AKP halka hesap verecek!”, “ Sağlık haktır, satılamaz!”, “İşte sendika işte DİSK!”, “Parasız sağlık parasız eğitim!”, “ İşçi-memur el ele, mücadeleye!” sloganları atıldı. Kızıl Bayrak/izmir
İzmir’de SSGSS karşıtı eylem! “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek İzmir Platformu” tarafından 10 Ocak günü Konak Kemeraltı
girişinde bir eylem yapıldı. Eylemde ortak açıklamayı Eğitim Sen 1 No’lu Şube başkanı Mahir Uslu okudu. Açıklamada SSGSS yasa tasarısı ile işçi ve emekçileri bekleyen saldırılara değinildi. Sağlığın ve eğitimin özel sektöre bırakıldığı vurgulandı. Yasayı durdurmanın tek yolunun işçilerin ve emekçilerin alanlara çıkıp karşı koyması olduğu belirtildi. Eyleme yaklaşık 100 kişi katıldı. Eylemde “Sağlık haktır satılamaz!”, “Mezarda emekli olmayacağız!”, “Parasız Sağlık Parasız Eğitim!” sloganları atıldı. Açıklamanın bitiminden sonra Kemeraltı’nda ortak bildiri dağıtıldı. Kızıl Bayrak/İzmir
Adana’da SSGSS toplantısı Adana’da da yakın zamanda oluşturulan “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu” SSGS Yasa Tasarısı’na karşı bir eylem takvimi hazırlayarak harekete geçti. Yürütülen çalışmanın bir ayağı olarak 10 Ocak günü Adana Tabip Odası’nda SSGSS konulu bir eğitim toplantısı düzenlendi. Sunum ATO başkanı Osman Küçükosmanoğlu’nun açılış konuşmasıyla başladı. Küçükosmanoğlu SSGSS’nin yasalaşma süreci ve içinde bulunduğumuz tablo hakkında bilgi verdi. Ardından söz alan bir sağlık emekçisi bir slayt gösterimi eşliğinde yasa maddelerini tek tek inceleyerek, hükümetin bu konudaki propagandalarının sahteliğini ve SSGSS sonrasında ortaya çıkacak yıkımı gözler önüne serdi. Başka bir sağlık emekçisi ise SSGSS saldırısını politik ve tarihsel arka planıyla ele alarak, ‘45’lerden günümüze sosyal devletin ortaya çıkışı, Sovyetlerin yıkılışından sonra sosyal devlet uygulamasının tasfiye edilerek kamusal alanın sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılmasını etkili bir biçimde ortaya koydu. Yaklaşık 40 kişinin katıldığı sunum SSGSS karşıtı eylem takviminin duyurulması ve mücadele çağrısıyla sona erdi. Kızıl Bayrak/Adana
Adana’da GSS karşıtı eylem SSGSS Yasa Tasarısı’na karşı başlatılan Ankara yürüyüşünün bir parçası olarak Adana’dan Ankara’ya gidenleri uğurlamak ve yasayı protesto etmek amacıyla 16 Ocak günü İnönü Parkı’nda bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Kitlenin “Herkese sağlık güvenli gelecek!” pankartı arkasında toplanmasıyla başlayan eylemde, basın metnini SES Adana Şube Başkanı Mehmet Antmen okudu. Antmen konuşmasında genel sağlık sigortasının işçi ve emekçiler için nasıl bir yıkım yaratacağına değindi. DİSK, KESK, TMMOB, TDB, TTB, TEB ve TÜRMOB tarafından düzenlenen açıklamaya yaklaşık 50 kişi katıldı. Kızıl Bayrak/Adana
Ankara’da SSGSS karşıtı eylem! 11 Ocak günü SSGSS Yasa Tasarısı’na karşı Ankara’da bir basın açıklaması gerçekleştirildi. DİSK pankartının açıldığı eyleme Genel-İş önlükleriyle katılırken, eylemde “DİKKAT! Emekliliğimiz, sağlığımız tehlikede!” dövizleri taşındı. Açıklama başlamadan önce Kocaeli Üniversitesi’nde DİSK OLEYİS öncülüğünde sürdürülen greve jandarma tarafından yapılan saldırı ıslıklarla ve alkışlarla protesto edildi. Basın açıklamasında primlerin ortadan kalkmasından, emeklilik yaşının 65’e çıkmasından, emekli aylıklarının düşürülmesinden, sağlık hizmetlerinde ne kadar para o kadar sağlık anlayışının
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Sosyal yıkım saldırılarına karşı işçi-emekçi barikatı!
oturtulduğundan bahsedilerek, SSGSS’nin yaratacağı yıkım vurgulandı. Açıklama mücadele çağrısıyla son buldu. Açıklamanın ardından toplu bir şekilde bildiri dağıtımına geçildi. Açıklamaya 50 kişi katıldı. Kızıl Bayrak/Ankara
Kızıl Bayrak 7
Binlerce emekçi SSGSS saldırısına karşı Kadıköy’de buluştu!
“Emekçiye değil çetelere barikat!”
Sağlık emekçilerinden eylem! Türkiye’nin dört bir yanından gelen SES üyesi sağlık emekçileri 12 Ocak’ta “Kadrolu iş, güvenceli gelecek” talebiyle Ankara’da buluştu. Kurtuluş Parkında biraraya gelen emekçiler, buradan Sıhhiye’deki Sağlık Bakanlığı önüne bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Yürüyüş esnasında “Kadrolu iş, güvenceli gelecek!”, “Sözleşmeli köle olmayacağız!”, “Eşit işe eşit ücret!”, “GSS geri çekilsin!” sloganları atıldı. Yürüyüş kolunu, Sağlık Bakanlığı önünde kurulmuş eylem kürsüsü karşıladı. İlk olarak SES başkanı Köksal Aydın konuştu. Aydın, “aile hekimliği, taşeronlaştırma, GSS” gibi uygulamaların sağlık hizmetini paralı hale getirdiğine, sağlık emekçilerini mağdur ettiğine, örgütlenme ve dayanışmanın önüne bir engel olarak çıkarıldığına değindi. Aydın konuşmasında son olarak Kırklareli yöneticilerinin sürgün ve tutuklamaları hatırlatarak, “baskılara boyun eğmeyeceğiz!” dedi. Ardından SES Eğitim ve Örgütlenme sekreteri Fevzi Ayber konuştu. Örgütlü mücadelenin önemine değindi ve sözlerini meclisin önünde son bulacak eyleme çağrıyla noktaladı. “Meryem Özsöğüt serbest bırakılsın!” sloganlarıyla eylem son buldu. Komünistler de eyleme “SSGSS yasası geri çekilsin!” dövizleriyle katıldı. Kızıl Bayrak/ Ankara
Eskişehir’de SSGSS protestosu 13 Ocak günü Eskişehir’de SSGSS Yasa Tasarısı’na karşı DİSK, KESK, T.HARB-İŞ, KRİSTAL-İŞ, TMMOB, EBTO, ESMMMO’nun oluşturduğu Eskişehir Emek Platformu tarafından bir eylem gerçekleştirildi. Kızılay İş Merkezi önünde bir araya gelen 300 kişi “Herkese Sağlık Güvenceli Gelecek Mümkün” pankartı arkasında toplandı. Sloganlarla Eskişehir İl Sağlık Müdürlüğü önüne kadar bir yürüyüş gerçekleştirildi. İl Sağlık Müdürlüğü önüne gelindiğinde basın açıklaması okundu. Açıklamada SSGSS Tasarısı yasalaştığında nelerin olacağı maddeler halinde sıralanarak, “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası reform değil, kazanılmış haklarımıza saldırıdır. Herkesi sağlık ve emekli olma hakkına sahip çıkmaya davet ediyoruz” denildi. BDSP, ÖDP, Halkevleri, İKP, TKP, SDP, EMEP, İHD, Öğrenci Kolektifleri, Genç Sen’in destek verdiği eylemde sık sık “İşçi memur el ele, genel greve!”, “Genel grev, genel direniş!”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “İMF’ye değil sağlığa bütçe!”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz!”, “Sağlık haktır satılamaz!”, “Savaşa değil sağlığa bütçe!” sloganları atıldı. Kızıl Bayrak/Eskişehir
Sivas’ta basın açıklaması! KESK Sivas Şubesi 10 Ocak’ta Selçuk çay bahçesi önünde bir basın açıklaması yaptı. SSGSS yasa tasarısına karşı gerçekleştirilen eylemde “sağlık hakkı” öne çıktı. Açıklamayı Eğitim Sen Sivas şubesi başkanı Veli Hasgül okudu. “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “ Direne direne kazanacağız!”, “Sağlık haktır satılamaz!”, “ Yaşasın örgütlü mücadelemiz!”, “Hükümet yasanı al başına çal!” sloganlarının atıldığı ve 40 kişinin katıldığı eylemin ardından İstasyon Caddesi’nde toplu bildiri dağıtımı yapıldı. Kızıl Bayrak/ Sivas
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı Ocak sonunda TBMM’de görüşülecek. İstanbul’da haftalar öncesinden oluşturulan „Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu” yasa tasarısına karşı mücadeleyi yükseltiyor. DİSK, KESK, TMMOB, TTB, Türkİş İstanbul Şubeler Platformu, siyasi partiler ve devrimci güçlerin içinde olduğu platform 13 Ocak günü Kadıköy İskelesi’nde yaptığı eylemle yasa tasarısının geri çekilmesini istedi.
Yürüyüşe polis barikatı! Yasa tasarısının meclisten geçirilmesine karşı seslerini yükseltenler bir kez daha polis barikatıyla karşılaştılar. Eylem öncesinde yapılan çağrılarda, Altıyol’dan Kadıköy İskelesi’ne yapılacak yürüyüşün saati 13.00 olarak duyurulmuştu. Ancak kolluk güçleri saat 12.00 sularında Kadıköy Altıyol’da yürüyüş için toplanmaya başlayan kitleyi dağıtmaya başladı. Altıyol’dan Kadıköy İskelesi’ne inen yol polis barikatıyla kesildi. Bunun üzerine, toplanmaya devam eden kitle Bahariye Müjdat Gezen Sanat Merkezi önünden pankart açarak yola çıktı. Coşkulu sloganlarla yürüyüşünü sürdüren kitlenin önü tekrar polis barikatıyla kesildi. Polisle yapılan pazarlıkların ardından yürüyüş kolu Kadıköy İskelesi’ne ara yoldan geçerek ulaştı.
Binlerce kişi sağlık hakkı için alandaydı! Altıyol’a çıkan güzargahta kurulan polis barikatı, “Emekçiye değil çetelere barikat!”, “Kahrolsun İMF işbirlikçi AKP!”, “Faşizme karşı omuz omuza!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!” sloganlarıyla karşılandı. Yürüyüşe damgasını vuran slogan ise kitlenin hep bir ağızdan coşkuyla haykırdığı “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz!” sloganı oldu. Yürüyüş boyunca sayısı artmaya devam eden kitle Kadıköy İskele Meydanı’nda yine yüzlerce kişi tarafından karşılandı. Katılımların tamamlanmasıyla eylem programı başladı. Basın açıklamasının okunmasından önce yapılan konuşmalarda platformun yasa tasarısına karşı yürüttüğü çalışmalara dönük gözaltı ve engelleme girişimleri kınandı.
‘Paran kadar sağlık’ dayatılıyor!
“Herkese Sağlık Güvenli Gelecek İçin Birleşik Mücadeleye!” ana pankartının açıldığı eylemde kurumlar kendi pankartlarını ve dövizlerini de açtılar. Eylemde platform adına basın açıklamasını İstanbul Tabip Odası Yöneticisi Nazmi Irgat okudu. Irgat, yasa tasarısıyla beraber milyonlarca insana ‘paran kadar sağlık’ anlayışının dayatılmak istendiğini belirtti ve yasa tasarısına karşı daha güçlü bir tepkinin örgütlenmesi ihtiyacına vurgu yaptı. Irgat açıklamasını şu sözlerle sürdürdü: “Hükümetin ‘reform’ diye kabul ettirmeye çalıştığı değişiklikler bizlerin haklarını hiçbir şekilde iyileştirmiyor. Tersine daha da daraltıyor. Bütün bu düzenlemeler bizlerin iyiliği için değil, yerli ve yabancı sermayedarlar istediği için yapılıyor. Kabesi İMF secdesi yerli patronlar olanların sağlık ve sosyal güvenlik haklarımızı tamamıyla yok etme çabasıdır bu. AKP Hükümeti bütün bu düzenlemeleri yangından mal kaçırırcasına meclisten geçirmek istiyor. Onlar; ‘Nasılsa Allahın sopası yok ama İMF’nin sopası var‘ diye düşünüyorlar. Bizleri ise hiç hesaba katmıyorlar. Oysa biz halkız. Çalışan da üreten de biziz.”
Saldırıları püskürtmek için daha fazla mücadele! Açıklama, haklara sahip çıkma ve birlikte mücadele etme çağrısıyla son buldu. Eylemde, “Genel grev genel direniş!”, “Sağlık hakkı için birleşik mücadeleye!”, “Herkese parasız sağlık hakkı!” dövizlerini taşıyan BDSP’lilerin yanısıra HKM, Genç-Sen, ESP, Halkevleri, OSİMDER, Yurtsever Cephe ve Türk-İş’e bağlı sendika şubeleri kendi dövizleriyle katıldılar. Eyleme 25 gündür direnişte olan DEMSAŞ işçileri de dövizleriyle katılıldı. Eylemin sona erdiği sırada polisin kitleyi çembere almakta olduğu gözlendi. Kürsüden yapılan dağılma anonslarına rağmen kitle bir süre daha coşkulu sloganlarını haykırmaya devam etti. Eylem boyunca “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “Sağlık haktır satılamaz!”, “Hükümet yasanı al başına çal!”, “Genel grev genel direniş!”, “Faşizme karşı omuz omuza!”, “Emekçiye değil çetelere barikat!”, “Savaşa değil sağlığa bütçe!”, “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Katil ABD işbirlikçi AKP!” sloganları atıldı. Kızıl Bayrak/İstanbul
8 Kızıl Bayrak
Devrimci sınıf mücadelesini büyütelim!
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
SSGSS saldırısına karşı emekçiler ayakta, sokakta!..
Mücadeleyi daha da büyütmek için görev başına! Sağlık ve sigorta haklarının gaspını düzenleyen yeni saldırı yasasına karşı tepkiler giderek güçleniyor. Başta İstanbul olmak üzere pek çok ilde düzenlenen basın açıklamaları, hem kitlesellik hem de işçi-emekçi katılımı açısından oldukça anlamlıydı. Daha da anlamlı olanı, bu eylemlerin devlet cephesinden gelen türlü baskı ve şiddete rağmen ve çoğunlukla fiili olarak gerçekleştirilmiş olmasıdır. Denebilir ki, sınıf ve kitle hareketi, biraz da devlet ve düzen cephesindeki baskıların ağırlaşmasıyla, yeniden ‘fiilimeşru mücadele’ hattına doğru ilerlemektedir. İşçi ve emekçiler, fiili-meşru mücadele hattına, salt devlet ve düzene karşı mücadeleyle de yönelmiyor. Bu hat aynı zamanda sendikalara karşı veya rağmen de oluşuyor. Bilindiği gibi Türk-İş’in son dönem ihanetleri arasında asgari ücreti ve SSGSS Yasa Tasarısı’nı onaylamak bulunuyor. Aynı saldırı yasasına karşı harekete geçen kitlelerin arasında ise Türk-İş’e bağlı sendikalara üye işçiler ağırlıktadır. Tabandan gelen bu basıncın, Türk-İş ile harekete geçen kitlenin önünde yürümek zorunda hisseden İstanbul Şubeler Platformu’nun arasını açması ise yine, fiili-meşru mücadele hattının, kitleleri sendikal bürokrasinin karşısına da dikebileceğinin göstergesidir. Saldırının püskürtülebilmesi için bu hattın pekiştirilerek korunması zorunludur. Ancak, mücadelenin halihazırdaki gücüyle bunun çok da mümkün görünmediği açıktır. Öncelikle ve mutlaka kitleselleşmesi gerekiyor. Diğer yandan, sokak eylemleri de önemli olmakla ve sürdürülmesi gerekmekle birlikte, üretimden gelen gücün kullanılması hayati önemdedir. Kamu-Sen gibi bir ‘memur’ sendikasının, 1 saatlik gibi göstermelik bir iş bırakması bile, medya kanalıyla kitlelere duyurulabilmiş, TV kanallarında yasa tasarısıyla ilgili ve aleyhte konuşmalara konu edilebilmiştir. Hareketin yürüyüşler, mitingler, uyarı grevleriyle sürdürülmesi ve büyütülmesi gerekmektedir. Sınıf devrimcileri etkin bir çalışmayla görevlerine yüklenmeli, hareketin genişlemesi, yayılması ve radikalleşmesi için ellerinden gelenden fazlasını yapmalıdır. Uzunca zamandır, adeta, tevekkülle karşılanan İMF-TÜSİAD-Dünya Bankası yıkım yasa ve uygulamalarına karşı, en sonunda, sınıf cephesinde bir hareketlilik sözkonusudur. Yıllardır uygulanan bu saldırı yasa ve uygulamalarıyla sersemletilmiş, yoksullaştırılmış, gözü yıldırılmış durumdaki işçi ve emekçilerin, en sonunda, üstlerine serpilen bu ölü toprağını silkeleme imkanı doğmuş bulunuyor. İşçiden esen rüzgar ne kadar güçlü olursa, üstündeki toprağı süpürüp atmak, küllenmiş durumdaki mücadele ateşini yeniden alevlendirmek o kadar kolay olacaktır. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin genel çıkarları açısından hareketin büyütülmesi/güçlendirilmesi zorunluluğu çok açıktır. Bu mücadeleyle bu yasa tasarısı geri çektirilebilirse eğer, yeni hak kazanımları için hareketi sürdürme fikri, kitlelerin zihninde o kadar kolay yeşerir ve büyür. Kitlelerin kendi mücadelesinden öğrenmesi böyle bir olaydır. Ancak, hareketi büyütmek/ilerletmekle yükümlü örgütlerin daha dar çıkarları açısından da bu zorunluluk aynıyla geçerlidir. Bir sendika, sınıf mücadelesinin yüksek olduğu koşullarda daha rahat, daha fazla örgütlenebilir. Yine çok iyi bilindiği gibi, devrimci örgütlerin saflarını besleyen de yükselen hareketin yetiştirdiği/bilinçlendirdiği işçi ve emekçilerdir.
Devlet ve düzen cephesinde, mücadelenin abc’si diyebileceğimiz bu basit gerçekler çok iyi bilindiği içindir ki, sınıf mücadelesinin önünü almak için olanca çaba harcanır. Sermaye düzeni bunu bir varlık-yokluk, ölüm-kalım meselesi gibi ele alır. Bunun için ordular beslenir, darbeler yapılır, yasalar çıkarılır… Devrim cephesinde de sorun, düzen cephesindeki aynı ciddiyet ve duyarlılıkla ele alınmalı, aynı ölümkalım mücadelesi şeklinde hayata geçirilmelidir.
Bir yasa, kendi başına çok da önemli görülmeyebilir. Ancak, sınıf hareketini tetiklemede etkili olacağı görülebiliyorsa, artık o kendi başına değildir. Anlamı ‘kendi içinden’ çıkmış, sınıf mücadelesinin bütünlüğü açısından önemli bir yere oturmuş demektir. Hareketin bugün, bu aşamada dahi gösterdiği imkanlar heba edilmemeli, en etkili bir biçimde ve hareketi daha da büyütecek şekilde kullanılmalıdır.
“Sağlık haktır satılamaz!” Sağlık hizmetlerinin alımındaki sorunlar giderek artıyor. Özellikle üniversite hastanelerinde ameliyatlar durma noktasına geldi. İstanbul Tabip Odası ve İstanbul Eczacılar Odası üyeleri 11 Ocak’ta Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde gerçekleştirdikleri basın açıklamasıyla hastanelerde yaşanan ilaç krizinin özelleştirmenin bahanesi olduğunu vurguladılar. İstanbul Tabip Odası Başkanı Özdemir Aktan, sağlık alanına ilişkin yapılan değişikliklerin nasıl uygulanacağının sorgulanmadığını belirterek, özellikle üniversite hastanelerinde acil olan hastaların tedavi ve ameliyatlarının durduğunu söyledi. “Hedef tahtası olmak istemiyoruz!”, “Sağlık çalışanlarına ve hekimlere karşı sevgisiz, hürmetsiz değer bilmez tutumlara son!”, “Herkese sağlık sosyal güvenlik!”, “Sağlığın ticareti olmaz!” dövizlerinin taşındığı açıklamada ortak basın metnini İstanbul Eczacılar Odası Başkanı Semih Güngör okudu. “Sağlık haktır satılamaz!” pankartını açıldığı açıklamada, ‘yatan hastaların ilaç ve tıbbi malzemelerinin hastaneler tarafından karşılanması’ zorunluluğunu getiren düzenlemenin yürürlüğe girdiği 1 Ocak 2008’den itibaren, üniversite ve kamu hastanelerinde yaşanan hasta mağduriyetlerinin ciddi boyutlara ulaştığı belirtildi. Açıklamanın ardından atılan “Herkese eşit parasız sağlık!” sloganıyla eylem sona erdi. Kızıl Bayrak/İstanbul
Devrimci-ilerici güçler Kürt halkıyla dayanışmayı büyütüyor! Alınteri, BDSP, DHP, DİP Girişimi, Özgür Demokratik Alevi Hareketi, DTP, EHP, EMEP, ESP, HKM, HÖC, Kaldıraç, Köz, Partizan, PDD, Proletaryanın Kurtuluşu, SDP, SODAP, TÖP’ün operasyonlara ve saldırılara karşı Kürt halkıyla dayanışmayı yükseltmek amacıyla oluşturduğu birlik çalışmalarını sürdürüyor. Geçtiğimiz hafta Galatasaray Lisesi önünde gerçekleştirdiği kitlesel eylem ile operasyonlara ve savaş bütçesine hayır diyen güçler, ardından hazırladıkları bildiri ile işçi ve emekçilere sesleniyorlar. “Operasyonlara ve saldırılara karşı birlikte mücadeleyi yükseltelim!” başlıklı bildiri geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’un 3 ayrı merkezinde (Taksim, Şirinevler ve Kadıköy) ortak bir şekilde dağıtıldı. Taksim’de dağıtımı yapan güçlerden 7 kişi polisin keyfi tutumu sonucu alıkonuldu ve GBT kontrolünden geçirildi. Şirinevler’de gerçekleştirilen dağıtımı sırasında polis tacizi yaşandı ve polis halkı bildiri dağıtanlara karşı kışkırtmaya çalıştı. Ancak dağıtımı gerçekleştiren güçlerin birleşik ve kararlı tutumu polisi geri adım atmak zorunda bıraktı. 3 merkezdeki dağıtım sırasında 8 bin adet bildiri kullanıldı. Bildiri dağıtımları merkezi yerlerin ardından emekçi semtlerinde de sürdü. Önümüzdeki günlerde birçok işçi ve emekçi semtinde bildiri dağıtımları devam edecek. Dağıtımlar kurumlar tarafından ortak bir şekilde gerçekleştirilecek. Güney Kürdistan’a yönelik operasyonların devam ettiği, Kürt halkına karşı baskı ve saldırıların yoğunlaştığı bu dönemde, Kürt halkının haklı ve meşru taleplerine sahip çıkmak ve Kürt halkıyla dayanışmayı yükseltmek, Kürt-Türk halklarının birliğini ve kardeşliğini büyütmek her zamankinden daha acil ve güncel bir görevdir. 9 Aralık’ta İstanbul’da gerçekleştirilmesi planlanan ancak İstanbul Valiliği tarafından yasaklanan “Emperyalizme, şovenizme ve ırkçılığa karşı, işçilerin birliği, halkların kardeşliği” mitinginin ardından mitingi örgütleyen ve destekleyen kurumların oluşturdukları birliktelik bu açıdan büyük bir önem taşıyor. 19 kurumun eylem birliği önümüzdeki günlerde de devam edecek. Kürt halkına yönelik saldırılar ile işçi ve emekçilere yönelik saldırıların bir ve aynı merkezli olduğu gerçeğinden hareketle birleşik mücadele çağrısını güçlendirilerek daha ileri eylem birlikteliklerin örgütlenmesi de ertelenemez bir görevdir.
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Sendikal korucular işbaşında!
Kızıl Bayrak 9
Sermayenin sendikalardaki “iyi çocuklar”ı iş başında! 12 Eylül faşist askeri darbesini gerçekleştiren eli kanlı generallerin Beyaz Saray’daki adı “bizim çocuklar”dı. 12 Eylül askeri darbesinin gerçekleştirildiğini birbirlerine “bizim çocuklar başardı” diyerek bildirmişlerdi. Bu söz, Türkiye’yi yöneten sermaye iktidarının emperyalizmle kölece bağlarının niteliğini en çıplak biçimde özetlemekteydi. Yakın zaman önce ise “iyi çocuklar”ı tanıma fırsatı bulduk. Şemdinli’de bir Kürt yurtseverine ait işyerini bombalayan kontrgerilla elemanları halk tarafından suçüstü yakalanıp tutuklanınca, kendilerine en üst düzeyde sahip çıkıldı. Yargılanıp ceza almamaları için üzerlerine kol kanat gerildi. Şimdinin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın eli kanlı kontra elemanları için o zamanlar söylediği “kendilerini tanırım, iyi çocuklardır” sözü kendilerine sunulan devlet himayesinin özü ve özeti oldu. O günden bu yana artık sermaye sınıfına ve onun devletine kanlı-karanlık icraatlarıyla hizmet eden herkesin adı “iyi çocuklar” olarak kaldı. Nerede bir faili meçhul cinayet işlense, nerede bir provokasyon bombası patlasa, nerde bir kanlı karanlık oyun tezgahlansa, insanların aklına hemen “iyi çocuklar” geliyor artık. “İyi çocuklar” tanımı, sermayeye hizmette sınır tanımayan, bu uğurda her türlü aşağılık yöntemi kullanmaktan çekinmeyen gözü kanlı, eli silahlı uşakların ortak adı haline geldi. Son günlerde ise sendikal hareket içindeki “iyi çocuklar”, yani sermayenin bu alandaki hizmetkarları sahnedeler. Gerçi bunların elinde silah yok. Gece karanlığında bomba atıp kurşun da sıkmıyorlar. Fakat sermayeye faydası düşünüldüğünde, hiç de bunlardan aşağı kalmayan işler kotarmaya çalışıyorlar. İşçi sınıfının içinden çıkıp burjuva sınıfının bir parçası haline geldikleri ve kimliklerinin en belirgin özelliği içinden çıktıkları sınıfa ihanet olduğu için, biz bu alandaki “iyi çocuklar”ı daha çok korucularla özdeşleştiriyor ve “sendikal korucular” diyoruz. Nasıl ki sermaye Kürt halkına karşı savaşta Kürt halkının içinden devşirilen korucuları, içinden çıktıkları halka karşı kullanıyor, sınıf hareketine karşı da işçi sınıfının, sendikal hareketin içinden devşirilen aynı nitelikteki kişilere iş gördürmeye çalışıyor. Aslında sendikal korucular uzun yıllardır sendikaların ve sınıf hareketinin içinde yuvalanmış durumdalar ve bu konumları üzerinden sermayeye kesintisiz bir biçimde hizmet ediyorlar. Sermayenin başı ne zaman işçi sınıfından yana sıkışsa onlar görev başındalar. Son olarak sermayenin SSGSS saldırısı üzerinden bir kez daha görev başına koştular. Efendilerinin işini kolaylaştırmak, işçi ve emekçileri bu büyük saldırı karşısında mücadeleden alıkoymak için kaleyi içten fethetme çabasına giriştiler. Yakın zaman önce gerçekleştirilen bir toplantı, bu sendikal korucuların kimler olduğunu ve ne yapmak istediklerini bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bilindiği üzere sermayenin SSGSS saldırısına karşı sınıf ve emekçiler cephesinden mücadeleyi örgütlemek üzere bazı çabalar sözkonusudur. Bu kapsamda İstanbul’da bu amaçla sendikaların, ilerici ve devrimci güçlerin ortak çabasıyla “Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek Platformu” kurulmuştur. Türk-İş’e bağlı sendikaların İstanbul şubelerinin önemli bir bölümü de SSGSS karşıtı mücadeleyi örgütleme çabasının bir parçası durumundadır. Her zaman olduğu gibi Türk-İş merkez yönetimi
bu mücadelede işçilerin değil sermayenin hizmetindedir. Son genel kurulda AKP’ye daha yakın isimlerin yönetime seçilmeleriyle birlikte sermaye hükümetiyle Türk-İş yönetimi arasındaki ilişkiler daha bir derinleşmiş, bunun doğal sonucu olarak sermayeye sunulan hizmetler daha pervasızca, daha uluorta icra edilir olmuştur. Öyle ki, genel merkez yöneticileri İstanbul şubelerinin ortaya koydukları mücadele eğiliminin önünü kesmek için açık bir müdahale çabasına dahi girişmişlerdir. Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Nihat Yurdakul ile Genel Mali Sekreter Ergün Atalay’ın 10 Ocak’ta İstanbul’da şube yöneticileriyle yaptıkları toplantıda dile getirdikleri, hem onları mücadeleden alıkoymaya dönük bir müdahaledir, hem de kendilerinin nasıl yaman birer “sendikal korucu” olduklarını gözler önüne sermektedir. Yurdakul ve Atalay mücadeleyi örgütlemek için bir şeyler yapmaya çalışan şube yöneticileri, takdir edeceğine, onlara genel merkez adına destek sunacaklarına, tam tersi bir tutum içine girmişlerdir. Bu kadar da olmaz dedirtecek şekilde, yerel platformlar kurulmasına, bu şekilde eylem ve etkinlikler örgütlenmesine şiddetle karşı çıkmışlardır. Aynı zamanda Belediye-İş Genel Başkanı da olan Nihat Yurdakul İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nu “sivri” olmakla suçlamış, sanki mücadele adına adım atmaya niyetleri varmış gibi “yapılacak bir şey varsa genel merkezle yapın” diyebilmiştir. Asıl utanç verici olan ise Ergün Atalay’ın sözleridir. Ergun Atalay toplantıda yaptığı konuşmada, Ekonomik ve Sosyal Konsey’in 3 Ocak’ta toplanmasının kendi gayretleri sonucunda mümkün olduğunu övünerek anlatmıştır. Bu toplantıda Başbakan’a SSGSS Yasa Tasarısı’yla ilgili bir dosya sunduklarını; yasa tasarısını görüşecek meclis alt komisyonunda tanıdığı “iyi kişilerin” olduğunu, bu kişiler sayesinde bazı taleplerinin taslağa girmesini sağlayabileceklerini utanıp sıkılmadan dile getirebilmiştir. Başbakanı ve pek çok milletvekilini tanıdığını ballandıra ballandıra anlattıktan sonra “ bu ilişkileri kullanmanın neresi kötü” diyebilmiştir. Bir taraftan da konfederasyon olarak “etkili eylemler” yapamamaktan şikayet eden Ergun Atalay, “Eylem yaptın mı, sarsman lazım, gündem olman lazım” diye yakınabilmiştir. Saldırılar karşısında Türk-İş yönetimi olarak parmağını oynatmayacaksın, mücadeleyi örgütlemek için bir şeyler yapmaya çalışan şubelerin tepesine bineceksin, başbakan ve bakanlarla dost sohbetlerinde biraraya gelip iş bitirmeye çalışacaksın, ondan sonra
da kalkıp etkili eylemler yapamamaktan şikayet edeceksin. Bu samimiyetsizlik ve ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. İşin aslı, ne Ergun Atalay’ın ne de Türk-İş’in diğer tepe yöneticilerinin “etkili, sarsıcı” eylemler yapmak gibi bir derdi ve niyeti yoktur. Yaptıklarının işçinin, emekçinin hakkını, çıkarlarını savunmakla da uzaktan yakından bir ilgisi bulunmamaktadır. Tek dertleri sermayenin saldırı politikalarının kazasız belasız hayata geçirilmesi, işçi ve emekçilerin bu saldırılara karşı ayağa kalkmasının engellenmesidir. Bu kadar dil dökmelerinin, şube yöneticileriyle yaptıkları toplantıda bazen havuç bazen sopa göstermelerinin tek anlamı budur. Bunu adı işçi haklarını savunmak ya da sendikacılık yapmak değildir. Tam tersine işçi sınıfını mücadeleden alıkoymak, bunun yapılamadığı noktada sırtından hançerlemektir. Yani sermaye adına koruculuk yapmaktır. Bunu yapmak sendikal alanda sermayenin “iyi çocuklar”ı olmaktır. SSGSS saldırısına karşı mücadele geliştikçe Türkİş içerisindeki farklı tutum ve eğilimlerin de belirginleştiği görülmektedir. Sermayenin “iyi çocukları” ile tabanın basıncıyla da olsa mücadeleden yana duruş sergileme eğilimine giren ara kademe yöneticiler arasındaki bağlar zayıflamaktadır. Bu çerçevede, yani safların netleşmesine hizmet etmesi anlamında Ergun Atalay’ın açıklamaları son derece yararlı olmuştur. SSGSS Yasası ve diğer saldırılara karşı mücadele tabanda gelişebildiği, kendi örgütlenmelerini yaratabildiği ölçüde Ergun Atalay ve diğer sendikal korucuların hareket alanı daha da daralacaktır. Bu da bize sermayenin saldırılarına ve sendikal ihanete karşı mücadelenini ayrılmaz bir bütün olduğunu farklı bir açıdan bir kez daha göstermektedir. Kısacası sermayenin saldırılarına ve sendikalardaki “iyi çocuklar”ına karşı mücadele birbirinden ayrılmaz. O halde taban inisiyatifini açığa çıkarmak, sınıfın mücadele enerjisini açığa çıkartmak için daha çok çaba!
10 Kızıl Bayrak
Sendikal korucular hesap verecek!
Sendikal bürokrasiye büyük öfke! İMF’nin dayatmalarıyla meclisten geçirilmek istenen ve meclisten geçtiği taktirde milyonlarca işçi emekçinin kaderini belirleyecek olan Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası’na karşı henüz zayıf da olsa öfke birikiyor. Bir takım sendikalar, meslek odaları, kitle örgütleri bu süreçte mücadelenin ihtiyaçları çerçevesinde yan yana geliyorlar. Özellikle İstanbul’da Hava-İş Sendikası’nın toplu sözleşme döneminde yeniden canlandırılmaya çalışılan, Türk-İş’e bağlı ilerici sendikaların oluşturduğu Türk-İş İstanbul Şubeleri Platformu Telekom sürecinde anlamlı adımlar atmaya başlamıştı. Platform yine İstanbul’da SSGSS saldırısına karşı birçok kurumun içinde yer aldığı “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek!” Platformu içinde çalışmalarını sürdürüyor. Yol-İş 1 No’lu Şube, Basın-İş İstanbul Şubesi, Deri-İş Tuzla Şubesi, Tez Koop-İş 2 No’lu Şube, Belediye-İş 1-2 ve 3 No’lu Şubeler, TGS İstanbul Şubesi, TÜMTİS İstanbul Şubesi, Harb-İş İstanbul ve Anadolu Yakası Şubeleri, Petrol-İş, Selüloz-İş, Haber-İş 1 No’lu Şube’nin oluşturduğu platform, 10 Ocak günü Petrol-İş Genel Merkezi’nde SSGSS gündemli bir eğitim toplantısı gerçekleştirdi. Saat 13.30’da başlayan panel-eğitim toplantısının temel gündemlerinden biri, sermayenin saldırılarına karşı mücadele kaçkınlığında sınır tanımayan Türk-İş bürokrasisi ve birleşik mücadele vurgusuydu. Toplantı boyunca gerek kürsüden gerekse de salondaki işçiler tarafından yapılan konuşmalarda, mücadelenin işyerlerinde daha da büyütülmesi ve sendika bürokrasisinden hesap sorulması dillendirildi. Saldırılara karşı “Genel grev genel direniş!”in tek yol olduğu ifade edildi. Toplantıda Av. Murat Özveri, Maltepe Üniversitesi Öğretim Görevlisi Atilla Özsever ve Dr. Osman Öztürk sunumlar gerçekleştirdiler. 4 saat süren toplantı boyunca salondaki işçiler sloganlarına hiç ara vermediler. Toplantıya Tuzla Organize Deri Sanayi’de direnişlerinin 25. gününü dolduran Demsaş işçileri de toplu olarak önlük, şapka ve dövizleriyle katıldılar. İşçiler, “Yaşasın sınıf dayanışması!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!”, “Hükümet yasanı al başına çal!”, “Emeğe uzanan eller kırılsın!” sloganlarını attılar. İlk olarak söz alan Tez Koop-İş Sendikası 2 No’lu Şube Başkanı Rabia Özkaraca konuşmasına, direnen Demsaş işçilerini selamlayarak başladı. Türkiye genelinde süren grev ve direnişleri arka arkaya sıralayarak sermayenin topyekün saldırısına karşı birleşik mücadelenin önemini vurguladı. Özkaraca’nın ardından açılış konuşmasını yapan Belediye-İş 3 No’lu Şube Başkanı Hüseyin Ayrılmaz, Şubeler Platformu’nun geçmişten bugüne hangi evrelerden geçerek geldiğini anlattı ve Türk-İş’in başına çöreklenmiş sendikal bürokrat anlayış üzerinde durdu. Bürokratik, uzlaşmacı anlayışa karşı mücadele çağrısı yaptı. Türk-İş bürokrasisinin kurdukları platformdan duydukları rahatsızlığı dile getirdi.
Ardından Petrol-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın konuştu. Dünya çapında etkisini gösteren neoliberal saldırılardan Türkiye işçi sınıfının da payını aldığını belirterek sosyal güvenliğin toplam tasfiyesine yol açacak olan yasa tasarısına karşı Petrol-İş olarak tüm güçleriyle mücadele edeceklerini, güçleri oranında iş bırakacaklarını duyurdu. Türk-İş Genel Kurulu’nu da eleştiren Öztaşkın, Türkİş’in alması gereken tutumun tartışmasız bir biçimde “genel grev, genel direniş!” olduğunu sözlerine ekledi. İlk bölüm Av. Murat Özveri’nin ”Anayasa Tasarısında Sendikal Haklar” başlıklı sunumuyla sona erdi. Özveri, işçi sınıfının sendika ve grev hakkına oluşturulmak istenen anayasada yer verilmediğini, grev hakkının yasalarca fiilen ortadan kaldırıldığını belirtti. Toplantının ikinci bölümü Öğretim Görevlisi Atilla Özsever’in “Sosyal Güvenlik ve Reform Aldatmacası” başlıklı sunumuyla başladı. Sosyal güvenlik reformu aldatmacasını oldukça sade bir dille anlatan Özsever konuşmasını “birleşik mücadele” vurgusuyla sonlandırdı. Son olarak TTB Üyesi Dr. Osman Öztürk konuştu. Yasa tasarısının geçmiş ve şimdiki hali arasındaki önemli farkları canlı ve sade bir anlatımla özetledi. Tasarı tartışmalarının sağlıkta dönüşüm programıyla beraber yapılmasını önererek, “Herkese ücretsiz sağlık hakkı!” talebinin önemine vurgu yaptı. Sunumların sona ermesiyle soru cevap bölümüne geçildi. Bu bölümde işyeri temsilcileri ve sendika yöneticileri daha çok birleşik mücadele ve süreci işyerlerine taşımanın gerekliliği üzerine konuşmalar yaptılar. Yaklaşık 250 kişinin katıldığı toplantıda tutukluluk halleri devam eden TÜMTİS Ankara Şubesi’nin 7 yöneticisinin serbest bırakılması talebiyle imza toplandı. Yine Telekom grevi sürecinde tutuklanan Diyarbakır Telekom işçileriyle dayanışma vurgusu yapıldı. Kızıl Bayrak/İstanbul
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
“Türk-İş uyuma, işçine sahip çık!” Türk-İş 15 Ocak’ta ülke genelinde SSGSS’ye karşı eylemler gerçekleştirdi. Eylemlerin İstanbul ayağında Galatasaray Lisesi önünden Taksim Meydanı’na sloganlarla yürüyüş vardı. Galatasaray Lisesi önünde toplanan kitle yürüyüşe geçti. En önde Türk-İş imzalı ve “Herkese sağlık güvenli gelecek” sloganı yazılı pankart yer aldı. Ardından, “Birlik, mücadele, zafer!” sloganlı pankartıyla Belediye-İş 2 No’lu Şube ve yine pankartlarıyla Türk Metal Anadolu Yakası Şubesi, Deri İşçileri Sendikası Tuzla Şubesi yer aldı. Tek Gıda-İş, Hava-İş, Petrol-İş, Tümtis, Tez-Koop İş ve T. Basın-İş ise dövizleriyle eyleme katıldılar. Eylemde, “Soygunun adı: Katılım payı!”, “SSGSS geri çekilsin!”, “Söz bitti sıra eylemde!”, “Yaşasın Demsaş direnişimiz!” dövizleri açıldı. Taksim’i sloganlarla inleten işçiler yürüyüş boyunca Türkİş’i g(ö)reve çağırdı. Deri-İş Tuzla ve Belediye-İş üyesi işçiler coşkularıyla dikkat çektiler. Eylem boyunca sık sık “Sağlık haktır, satılamaz!”, “İşçi-memur elele, genel greve!”, “Zam, zulüm, işkence işte AKP!”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “Yılgınlık yok direniş var!”, “Türk-İş uyuma işçine sahip çık!” ve “Tekel işçisi yalnız değildir!” sloganları atıldı. Yağmur altında sloganlarla yürüyen işçiler Taksim Tramvay durağına geldiğinde, Türk-İş Birinci Bölge Temsilcisi Faruk Büyükkucak Türk-İş adına basın açıklamasını okudu. Büyükkucak, SSGSS yasalaşırsa sağlık ve sosyal güvenlik haklarında ciddi gerilemeler olacağını, “sosyal devlet” ilkesinin büyük ölçüde zedeleneceğini, yasanın sosyal güvenlik sisteminin sorunlarını çözmek bir yana yeni sorunlar getireceğini ifade etti ve Türk-İş’in tepkisinin dikkate alınması istendi. Büyükkucak’ın tasarının geri çekilmesini meclisten beklemesi nedeniyle, işçiler konuşmayı “Türk-İş uyuma, harekete geç!” ve “Türk-iş uyuma, işçine sahip çık!” sloganlarıyla kesti. Sürekli atılan sloganlar karşısında Faruk Büyükkucak, tabanın taleplerini merkeze ileteceğini belirtmek zorunda kaldı. Yaklaşık bir buçuk saat süren ve 750 işçinin katıldığı eylem, yapılan açıklamanın ardından sona erdi. Açıklamadan sonra bir süre daha Tekel işçileri attıkları sloganlarla saldırı yasasını protesto ettiler. Kızıl Bayrak/İstanbul
Türk-İş’e rağmen SSGSS protestosu... Türk-İş İzmir Şubeleri 15 Ocak günü SSGSS Yasa Tasarısı ile ilgili AKP İzmir il binası önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın açıklamasından önce AKP hükümeti döneminde hayata geçirilen yıkım yasaları ile ilgili bir değerlendirme yapıldı. SSGSS saldırısı ile neyin hedeflendiğine, işçi ve emekçileri nelerin beklediğine değinildi. Ardından Türk-İş adına okunan basın açıklamasında şunlar söylendi: “AKP sistemin iflas edeceğini söyleyerek yasayı buna bağladığını ifade ediyor. Bu işi hep birlikte çözebiliriz, gelin siyasi partiler, demokratik örgütler, meslek örgütleri bu yasayı hep birlikte düzenleyelim diyoruz.” Konuşmacının bu çağrıyı yinelemesi üzerine kitleden tepki olarak sloganlar yükseldi. “Şalter inecek, bu iş bitecek!” sloganı sürekli atılarak basın açıklamasının okunması engellendi. Daha sonra basın açıklamasına devam edilmeye çalışıldıysa da, açıklama içeriğinin geriliği nedeniyle, kitle sürekli sloganları ile konuşmaya müdahale etti. Ardından açıklama yerine konuşma olarak devam edilip kitlenin tepkisi boşaltılmaya çalışıldı. Aynı zamanda AKP iktidarının Türk-İş’e dönük de bir saldırısı olduğuna değinilerek, bunun en son örneklerinin Ankara’da tutuklanan TÜMTİS ve Diyarbakır’da tutuklanan Haber-İş yöneticileri olduğuna dikkat çekildi. Kitlenin baskısıyla “Genel grev genel direniş!” sloganı ile eylem sonlandırıldı. Eylemde Petrol-İş Sendikası kitlesel katılımı ile dikkat çekti. Diğer ambarlardaki sendikalı işçilerle birlikte, direnişte olan Akdeniz Selçuk Nakliyat işçileri de katıldı. Açıklamada “Söz bitti sıra eylemde!”, “Genel grev genel direniş!”, “Şaltel inecek bu iş bitecek!”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz!”, “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Kahrolsun ABD, işbirlikçi AKP!” sloganları gür ve coşkulu bir şekilde atıldı. Açıklamaya 800 işçi ve emekçi katıldı. Kızıl Bayrak/İzmir
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Sınıf hareketinin engelleri ve olanakları...
Kızıl Bayrak 11
Sınıf hareketinin gelişimi önündeki engeller ve çıkış noktaları SSGSS Yasa Tasarısı’nın gündeme gelmesiyle birlikte, sınıf hareketinin üzerine örtülü ölü toprağını bir parça attığına tanık olmaktayız. Öyle ki, uzun süredir görülmeyen yoğunlukta bir mücadele azmi ve kararlılığı gözlemlenmekte. Elbette eylem alanlarına çıkmış işçi bölükleri hala da hareketin öncü unsurlarıyla sınırlı kalmaktadır. Fakat, öncü unsurların mücadele yönünde ortaya koyacakları inisiyatif ve azim sınıfın geniş gövdesinin uyarılması ve harekete geçirilmesinde belirleyici olacaktır. Zira sınıf hareketinin geniş bölüklerinde değerlendirilmeyi bekleyen ve SSGSS saldırısıyla artmış bulunan önemli bir duyarlılık sözkonusudur. Bu koşullarda belirleyici olan öncülerin ve bu potansiyele sahip ileri güçlerin bugün gösterdikleri inisiyatifin ne yönde biçim kazanacağı planındadır. Eğer mücadele güç ve kapasitesini geliştirip, eylemine örgütlü ve bilinçli bir düzey kazandırabilir ve bu yolda sendikal örgütlenmeleri harekete geçirebilecek bir enerji ortaya çıkarabilirlerse, pekala bu, sınıfın geniş gövdesinin de mücadeleye katıldığı bir sürecin önünü açabilir. ‘99 yılında gündeme gelen ve emeklilik yaşını yükseltmeyi amaçlayan yasa tasarısına karşı ortaya çıkan mücadele düzeyinin gelişme seyri bu bakımdan oldukça aydınlatıcıdır. Hatırlanırsa o zaman, başlangıçta mücadele, sendika merkezlerinin yaptığı basın açıklamaları ve sınırlı eylemler bir tarafa bırakılırsa fabrikalardan yükseltilmişti. Mücadele deneyimi yüksek, Erka Balata, Parsat Piston ve Pancar Motor gibi fabrikalarınn başı çektiği eylemlere katılım gün gün artmış ve bu hareketlilik bir yerden sonra havza ölçeğine yayılmıştır. Mücadeleci fabrikaların işçilerinin birleşik eylem yönündeki belirgin istek ve arayışıyla yaptıkları müdahaleler, havza ölçeğinde eylemlerin yolunu açmıştır. Birçok yerde politik niteliği gelişkin işçilerin rol oynamasına karşın, saldırının yakıcılığının ortaya çıkardığı duyarlılığın işçi kitleleri üzerinde yarattığı arayışların sürecin bu biçimde gelişmesinde özel bir rolü olmuştur. Bu biçimde kaynayan ve kendini eylemlerle dışavuran işçi hareketliliğinin sendikal kademelerde yarattığı etkileri biliyoruz. Öncelikle alt kademe sendika yöneticileri uyarılarak inisiyatif alma gücü ve isteğini bulmuşlardır kendilerinde. Yanısıra ise üst kademe bürokratlar hareketin önünden gitmek zorunda bırakılmışlardır. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli olgu, başlangıçta inisiyatif kullanan işçilerin köşelerine çekilip merkezi eylemlerin basit katılımcıları olmak yerine enerjik biçimde sürece dahil olmakta ısrar göstermeleridir. Bu ısrar ve öncülük inisiyatifi, hareketi yıllar sonra bir genel grevin eşiğine dayandırmıştır. Fakat bununla birlikte bu inisiyatif bağımsız bir hareketi omuzlayacak düzeyden epeyce uzaktı. Bundan dolayı alt kademe sendikacıların da titrek davranması ve elbette ki depremin yarattığı olağanüstü koşullardan da yararlanılarak, hareket baltalandı. Fakat sınıf hareketi bu biçimde bastırılmakla birlikte, mücadele isteği ve örgütlenme yönündeki arayışlarını bir dönem daha sürdürdü. Yerel Emek Platformları ve bu platformlar içerisinde özellikle dikkat çeken İEP deneyimi bu bakımdan önemli ama sonuçsuz bir örnektir. İEP bünyesinde biraraya gelen İstanbul’daki farklı konfedarasyonlara bağlı sendikaların şubeleri, sayısı birkaç bini bulan işçi ve emekçinin katıldığı toplantılarla başlattıkları girişimi, tüm iddialarına ve başlangıçtaki olumlu örneklere
karşın, taban inisiyatifine dayanmakta uzak durup konfedarasyon merkezlerinin dağıtıcı basıncı karşısında da solukları tükenince, çok geçmeden ortada bıraktılar. Bundan sonrası, alt kademe sendika bürokratlarının mücadele güç ve inancını büyük ölçüde tüketerek sendikal arenada silindikleri bir dönem oldu. Böylelikle işçi hareketinde yanıp sönen ve bazen yoğunlaşan fabrika direnişlerinin hakim olduğu bir hareketlilikten başka bir parıltı görülemez oldu. Bugün SSGSS süreciyle birlikte bu tabloyu değiştirecek olanaklardan ve filiz halinde gelişen bir hareketlilikten söz ediyorsak, kuşkusuz bunda yakın zamanda gerçekleşen işyeri ölçekli, ancak politik muhtevası belirgin Türk Telekom ve THY direnişlerinin özel bir rolü bulunmakta. Yoksa ‘99 sürecinde olduğu gibi, güncel mücadele gündemi üzerinden işyeri ölçeğinden havza eylemlerini zorlayan bir yerel işçi dinamiği ortaya çıkabilmiş değil henüz. Telekom ve THY işçileri, yarattıkları moral etkiler yoluyla bu işçi dinamiğinin boşluğunu bir parça doldurmuşlardır. Bu öncelikle, sınıfın umutlarını büyük ölçüde yitirmiş öncüleri ile birlikte alt kademe sendikacıların uyanmasında ve özgüven kazanmasında etkide bulunarak olmuştur. Özellikle alt kademe sendikacılar yönünden durumun büyük ölçüde böyle olduğunu söylemek mümkündür. Zira Telekom ve THY direnişleri, alt kademe sendikacıların konfederasyon merkezlerinden bağımsız ve bir yerde kafa tutarak ortaya çıktıkları direnişler olmuşlardır. Bundan dolayı bugün, yerel inisiyatiflerin ürünü fabrika eylemleri görünmese dahi, alt kademe sendikacıları dibe vurdukları bir dönemin ardından belli bir inisiyatif sergileyebilmektedirler. (Unutmadan belirtmek gerekir ki, Tekel işçilerinin bu süreçte yeniden özelleştirme gündemiyle mücadele bayrağını yükseltmeleri de, yerel işçi dinamiklerinin zayıflığıyla ortaya çıkan boşluğun doldurulmasında önemli katkılar sağlamaktadır.) Bugün alt kademe sendikacıların belli bir inisiyatifle, konfedarasyon merkezlerinden (somutta Türk-İş) bağımsız olarak ve onların engellemelerine direnerek harekete geçmeleri olgusu İstanbul özgülünde görülmektedir. Türk-İş’e bağlı sendikaların İstanbul Şubeleri, Türk-İş yönetiminin kararını beklemeden SSGSS karşıtı mücadelede belli bir inisiyatif göstermişlerdir. Diğer sendika şubeleri ve kitle örgütlerince oluşturulan platforma katılmışlar, şimdiden Türk-İş kararı olmaksızın bir dizi eylem gerçekleştirmişlerdir. Son olarak da SSGSS karşıtı mücadeleyi bastırma ve ESK zemininde bir
diplomasiye havale etme politikası güden Türk-İş yönetiminin bu amaçla aldığı salonda basın açıklaması kararını, sokağa çıkarak aşmak yönünde bir inisiyatif sergilemişlerdir. Böylece “mücadeleyi tabana yaymak” iddiasıyla 300 işçi temsilcinin katıldığı bir toplantı gerçekleştirmişlerdir. Bu toplantıda sendika şube başkanlarının söyledikleri dikkate değerdir. Örneğin Belediye-İş 3 No’lu Şube Başkanı Hüseyin Ayrılmaz konuşmasında, sınıfın kazanımlarının elinden alındığı, sendikacılığın torpilli ilişkilerle yürütülmeye çalışıldığı bir dönemde ihtiyaç üzerine biraraya geldiklerini, yüzünü işçilere dönen ve gücünü de oradan alan sendikaların biraraya gelmesinin yukarıdakileri rahatsız ettiğini belirterek, İstanbul’dan başlayarak mücadeleyi yaymayı amaçladıklarını söylemektedir. Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın ise sendikal hareketin bir yol ayrımında olduğunu belirterek başladığı konuşmasında, sorunların mücadeleci ve ne yaptığını bilen sendikalar tarafından çözülebileceğini dile getirmekte, kıdem tazminatı gündeme geldiğinde, Türk-İş karar almasa bile kendilerinin örgütlü oldukları her yerde güçlerinin yettiği kadar greve çıkmaya kararlı olduklarını belirtmektedir. Bu ifadelerden de görüleceği üzere gerek saldırıların yakıcılığı ve gerekse de sermayenin saldırıları nedeniyle oturdukları zeminin ayaklarının altından kaydığını gören alt kademe sendikacılar kendilerini bir yol ayrımında hissetmektedirler. Fakat bu gerçeği hissetmeleri ve biliyor olmaları, bu yolda yine de kararlı bir duruş içerisinde olacakları anlamına gelmemektedir. Onların tutumu, aslında Türk-İş yönetimi ile tabanın ortaya koyacağı tutuma ve inisiyatiflere bağlı olacaktır. Türk-İş yönetimi duruma hızla müdahale etmiştir. Öyle ki, Türk-İş yönetimi iki yöneticisini, Nihat Yurdakul ile Engin Atalay’ı bizzat İstanbul’a göndererek doğrudan müdahalede bulunmuştur. Bu yöneticiler açıktan şube yöneticilerine yerel platformlardan ve inisiyatiflerden uzak durmaları uyarısında bulunabilmiştir. Bu, Petrolİş Başkanı’nın ifade ettiği gibi bir yol ayrımını güncel kılmaktadır. Alt kademe sendikacılar ya Türk-İş yönetimine boyun eğerek, onlarla aynı akıbeti paylaşacaklardır. Ya da Türk-İş yönetimine rest çekerek yüzlerini tabana dönecek ve tabanın enerjisi ve inisiyatifine dayalı bir mücadelede karar kılacaklardır. Ancak başta dediğimiz gibi, alt kademe sendikacıların konumları gereği bu ikinci yolu tercih etmeleri, tabanın ortaya koyacağı güce ve inisiyatife bağlıdır. Bunun olmaması halinde bugün mücadele ve grev yönünde sergilenen iddiaların sözde kalacağı aşikardır. Devrimci sınıf çalışması ile birlikte bu yolda ortaya konulacak öncü işçi iradesinin yanısıra Tekel gibi kararlı işçi bölüklerinin direnişçi tutumları mücadelenin geleceğini tayin edecektir. Bundan dolayı tüm enerjimizi ve ilgimizi tabanın birleştirilmesi ve mücadele alanlarına taşınması sorununun çözümüne yoğunlaştırmalı, dönemin yarattığı duyarlılık ve olanakları bu yolda değerlendirmeye bakmalıyız. Bu çerçevede elde edilecek başarı ölçüsünde sınıf hareketinin geleceğinde ve özelde de sendikal alanda ciddi sonuçlar elde etmek mümkün olacak, tüm kararsızlıklar ve yalpalanmalar sınıfın devrimci iradesiyle aşılabilecektir.
12 Kızıl Bayrak
Ya barbarlık, ya sosyalizm!
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Emperyalist/kapitalist ‘medeniyet’ler buluştu...
İnsanlığın başına örecekleri çorapları kararlaştıracaklar! Medeniyetler ittifakı canlanıyor teraneleriyle Madrid’de bir araya gelen taraflar, nihayet, medeniyetten ve ittifaktan ne anladıklarını daha açık konuşmaya başladı. Kalabalık bir maiyet eşliğinde Madrid’e çıkarma yapan Türkiye Başbakanı Erdoğan, “Terörle uzun yıllar mücadele etmiş, halen de etmekte olan İspanya ile uluslararası teröre karşı alınabilecek tedbirler ve işbirliği konusunu da görüşme fırsatı bulacağız“ sözleriyle, her zamanki ‘dobra’lığıyla ‘buluşma’nın ardındaki niyetleri de açığa vurmuş oldu. Zaten onların literatüründe ‘medeniyet’ sözcüğünün emperyalist/kapitalist ‘Batı’ anlamına geldiği biliniyordu. Şimdi Erdoğan’ın yırtınarak yapmaya çalıştığı, bu ‘Batı’ya Doğuyu da eklettirmektir. Mademki işbirlikçi, uşak yönetimler olarak biz ‘medeniyet’e fiilen eklemlendik, öyleyse literatürde de bu ekleme yapılmalıdır. Hepimiz aynı sisteme dahil olduğumuza göre, bu Doğu-Batı, Müslüman-Hristiyan ayrımı niye, demeye getiriyor. Erdoğan ne kadar yırtınırsa yırtınsın, ama, medeniyetin büyük efendisi ABD’nin gelmeyişi, bu buluşmanın politika ayağından beklenecek çok fazla şey bulunmadığını gösteriyor. Elbette işin propaganda edilen yanıyla. Fakat Erdoğan’ın itiraf ettiği daha özel yan, yani Türkiye ve İspanya medeniyetleri arasında teröre karşı birlik, elbette önemlidir. Zaten efendinin böyle birliktelere pek itirazı da bulunmamaktadır. Buluşmanın reklamın ötesinde kalan ve somut sonuçlar verme ihtimali bulunan bir diğer ayağı, iki ülke kapitalistlerinin iş konseyidir. Medeniyet zaten onların medeniyeti olunca, buluşmaları da mümkün ve gereklidir.
Emperyalizme, yaklaşık 100 yıllık bir gecikmeyle eklemlenen Türkiye’nin kapitalizmi, zaten, daha baştan ‘medeni memleketler’in seviyesine göz dikmişti. O seviyeye ulaşabilmek için işbirliğine de, taşeronluğa da, ülkenin, kaynaklarının, emek-gücünün peşkeş çekilmesine de dünden razıydı. Hepsi vatana ihanetle eş değer olan bu alçaklıkların hepsini de yaptı. Emperyalizmle kopmaz göbek bağına böyle sahip oldu. Türkiye’nin en büyük tekellerinin, holdinglerinin emperyalist tekel ve holdinglerle ortaklıkları, iç içelikleri biliniyor. Öyleyse Erdoğan’ın çabası, zaten var olan bir bağı daha da güçlendirmek için mi sadece? Yoksa, ‘medeniyetler buluşması’nın esprisine uygun düşecek biçimde, yeni palazlanan ‘Müslüman’ sermayenin de emperyalist sermayeye eklemlenmesine destek olmak mı?.. Niyet ister biri, ister diğeri isterse hepsi olsun, sonuç değişmiyor ama. Sonuçta bunların kastettiği medeniyet, sözlük anlamındaki medeniyetin tam tersidir. Toplumsal gelişme, ilerleme gibi kavramları da içeren bu sözlük anlamında medeniyetin en büyük düşmanı, Mehmet Akif’in ‘tek dişi kalmış canavar’
tabirindeki kendine medeniyet adı takmış emperyalizmdir. Erdoğan’ın, ‘medeniyet buluşması’ adına kotarmaya çalıştığı vahşet ittifakı da, emperyalizmin bu genel karakteriyle tamı tamına uygun düşmektedir. Hatta, uygun düşmenin de ötesinde, bu, bir nevi emperyalizm taşeronluğudur. Bilindiği gibi ABD, tüm dünyayı ‘teröre karşı ittifak’ adı ve kendi emri altında buluşturmaya çoktan soyunmuş durumdadır. Her anlamıyla bir ABD üssü olmaktan başka bir niteliği kalmamış durumdaki Türk devletinin, ABD’nin bu yeni stratejisi peşinde çoktan göreve koştuğu ise biliniyor. Özellikle, GOP sahasındaki pek çok ülkenin ABD stratejisine uyum sağlaması yolunda, en üst düzeyde gerçekleştirilen ikna turlarının ardı arkası kesilmiyor. Türkiye Cumhuriyeti’ne dinci bir hükümet ve Cumhurbaşkanı yaması da, İslam Zirvesi de, Medeniyetler Buluşması projesi de aynı ‘yüksek’ amaca hizmet ediyor. Emperyalist/kapitalist dünyanın bu sahtekarlığı bir yana dursun, insanlığın uygar bir çağda kucaklaşacağı zamanlar da gelecektir. Ne iç, ne bölgesel ve ne de küresel savaşlara ihtiyaç duyulmayacağı bu gerçek medeniyetten, insanlık, hiç de uzak olmadığını geçen yüzyılın başlarında kanıtlamıştı. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, Çarlığın hapishaneye döndürdüğü uçsuz bucaksız topraklarda yaşayan halkları, çok kısa sürede kardeşleştirmeyi de, göçebe kabileleri uygarlaştırmayı da başarmıştı. Bu başarılarıyla Ekim Devrimi, emperyalizmin halklar arasına ördüğü buzdan duvarları da kırmış ve yıkmış oldu. Yeni Ekimler’le insanlığın medeniyet yolunda ilerlemesi çok daha kolay olacak.
Matkap operasyonu, çeteler, kontrgerilla ve diğerleri… Ayşe Aydın Matkap operasyonu kapsamında tutuklananlardan biri bir albay, bir başkası Yeşil’in sağ kolu olarak bilinen Zakir S. imiş. Albay olduğu halde Şenol Boyu’nun adı açık yazıldığı halde Yeşil’in sağ kolu Zakir, neden sadece S nokta yazılır, anlaşılmaz. Ancak konu medyanın garabetleri olmadığı için bu kısmını geçelim. Çete tabir edilerek kovuşturulan, gözaltına alınıp bırakılan, sonra yeniden alınan bu şahsiyetler ve faaliyetlerine bir göz atalım. Zakir S. Yeşil’in sağ koluymuş. Demek ki faaliyet alanı ‘kutsal’ devlet görevleridir. Ne iş verilirse yapar ‘abisi’. Başta siyasi cinayet olmak üzere. Ne zaman, nerde, ne yaptığı bilinmez. Açığa çıkınca üstü örtülür. Daha olmadı, ‘iyi çocuk’ olduğu ilan edilip, kollanır. Kısaca, Yeşil hakkında ne okudunuz, ne duydunuzsa, sağ kolu olduğuna göre, Zakir hakkında da aynen geçerlidir. Karanlık bir kimliktir yani. Öyleyse tıpkı Yeşil gibi karanlıkta kalmalıdır. Oysa o ne yapmış? Kişisel ve de maddi çıkarının peşine düşüp aydınlığa çıkmış. Karanlık kimliklerin tarifi için gayet uygun olan, kan emiciler için rivayet edilen ‘ışıkta yanma’ olayı bu vampir için de bir biçimde tezahür etmiş böylece. Zakir S. gerçekten yanar mı, yakılır mı, zaman gösterecek. Ancak, diğer çete operasyonlarına ve sonuçlarına bakıldığında öyle pek derin yanıklar
beklememek gerektiği de ortada. Matkap operasyonunun bir diğer ünlüsü Albay Şenol Boyu. Albay’ın ünü albaylığından gelmiyor ama. Bu operasyon kapsamında tutuklanma başına gelmese belki adını duyan bile olmayacaktı. Ne ‘Doğu’daki istihbari çalışmalarını duyan olacaktı, ne bu çalışmasının içerdiği insanlık suçlarını. Albay da, çetedeki diğer karanlık şahıslar gibi, şahsi çıkar peşine düştüğü için açığa çıkmış oldu. Bir adi suç yüzünden tutuklanmış olduğu halde, avukatının, Albay’ın ‘doğu maceraları’nı sayıp dökmesi, hatta, tutuklanma nedenine bile bir istihbarat çalışmasını karıştırması bu adi suçun üstünü daha adi siyasi suçlarla örtmeye çalışmaktan başka nedir. O, albayını ‘Türkiye’nin övündüğü’ kahramanlar seviyesine çıkarmaya çalışıyor da olabilir. Diğer yandan, avukatın gündeme getirdiği istihbarat çalışması, Albay’ın ‘Batı’da da aynı kirli görevi sürdürüyor olma ihtimalini de anlatabilir. Albay avukatının medyaya verdiği bilgiye göre, operasyon kapsamında tutuklanan ve çetenin lideri olarak lanse edilen Orhan Aykut, sözde, Albay’la istihbarat ilişkisi içindedir. Kuzey Irak’tan gelecek bir kişinin suikastler düzenleyeceğini anlatmıştır. Ve benzeri… Demek ki, çete reisi de öyle ‘adi’ suçlu değildir. Demek ki, ‘çete’ olarak lanse edilen bu suç
örgütlerinin kökeninde kontrgerilla vardır. Demek ki bunlar birilerinin iyi çocuklarıdır. Bu, klasik kontrgerilla tarifinin biraz dışına çıkabilir. Ancak hangi olgu kitaba uyar ki?.. Madem ki kontrgerilla denen suç çeteleri, düzenin ve devletin bekası için örgütlenmiştir. O takdirde devletin ve düzenin her türlü ihtiyacına koşturulabilir. Şurada kitabevi bombalarlar. Öte yanda adam kaçırıp öldürürler. Bir başka yerde para tahsil eder, uyuşturucu kaçakçılığı yapar, mafyayla, politikayla, apoletli ve sivil bürokrasiyle, resmi militer kuvvetlerle elele/iç içe çalışır. Bunlar tarafından kullanılır, korunur, kollanır. İşin içine bireysel menfaatler, özellikle büyük miktarlarda paralar girince de, bazen böyle iç çatışmalara kurban gidebilirler. Ancak bu olaylarda kurban sözcüğü çok da uygun değildir. Daha ziyade bir kulak çekme, yola getirme operasyonudur sözkonusu olan. Çünkü sermaye devleti ve düzeninin bunlara olan ihtiyacı devam etmektedir. İşçi ve emekçi kitlelerin, Kürt halkının asıl sorunu, suç çeteleri değil, onları da kullanan bu suç düzeni ve devletidir. Sermayenin kontrgerilla cumhuriyeti ortadan kaldırılmadan, kontrgerilla çetelerinin ve suçlarının önünü almak mümkün değildir.
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
TİB’den yeni iş cinayetlerine karşı eylem...
“Artık yeter! İş cinayetlerine son!” Tersane patronlarının aşırı kar hırsı işçilerin yaşamlarını öğütmeye devam ediyor. 14 Ocak akşamı Kalkavanlar grubuna ait SEDEF Tersanesinde “Mukaddes Kalkavan” isimli gemide çalışan 19 yaşındaki Onur Bayoğlu iş cinayetine kurban gitti. Kuru yük gemisinin ambar kısmında demir ızgaraları döşerken kafaüstü yere çakılan Bayoğlu yaşamını yitirdi. 15 Ocak günü Sedef ve Tuzla Gemi tersaneleri önünde dağıttığımız bildirilerle ertesi gün yapacağımız açıklamaya çağrı yapmıştık. 16 Ocak Çarşamba sabahı, saat 07.30’da Tuzla Gemi Tersanesi önünde toplanarak önce ajitasyon konuşmalarıyla işçileri eyleme çağırdık. Ardından “Artık yeter! İş cinayetlerine son!/TİB-DER” yazılı pankartı ve “Katil Sedef hesap verecek!”, “Onur Bayoğlu aramızda!”, “Artık yeter! İş cinayetlerine son!” TİB-DER imzalı dövizler açarak Sedef Tersanesi’ne doğru yürüyüşe geçtik. Yürüyüş boyunca “Katil GİSBİR/SEDEF hesap verecek!”, “Artık ölmek istemiyoruz!” “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!” sloganlarını coşku ve öfkeyle attık. Sedef Tersanesi önüne geldiğimizde TİB-DER Başkanı Zeynel Nihadioğlu son yaşanan iş cinayetiyle ilgili bir konuşma gerçekleştirdi. Nihadioğlu konuşmasında şunları söyledi: “Tersane patronlarının aşırı kâr hırsı biz işçilerin canını almaya devam ediyor. Geçtiğimiz yıl 12 işçi arkadaşımızı iş cinayetine kurban vermiştik. Bu yıl da iş cinayetleriyle başladı. Daha birkaç gün önce eli kanlı katil Murat Bayrak yaptığı açıklamada ‘işçinin hayatını en az kendi hayatımız kadar düşünüyoruz’ demişti. Ancak kısa bir süre sonra Sedef Tersanesi’nde Onur Bayoğlu emniyet kemeri olmadığı için iş cinayetine kurban gitti. Bu havzada iş cinayetleri sürdükçe eylemlerimiz de sürecek. Tersane İşçileri Birliği Derneği olarak ‘işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri alınsın ölümler durdurulsun’ konulu bir kampanya gerçekleştiriyoruz. Bu kampanya sonunda toplanan imzalar kitlesel bir eylemle İstanbul Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne ileteceğiz... “Tersanelerde sigorta hakkımızı gaspedenler, ücretlerimizi gaspedenler yaşam hakkımızı da gaspediyor. Ölülerin üzerine kurdukları sırça köşklerde yaşayan eli kanlı katiller örgütü GİSBİR, iş güvenliği tedbirlerini almayarak ölümlere davetiye çıkarmaya devam ediyor. Tersanelerde yaşanan iş cinayetlerini ve hak gasplarını bir nebze olsun hafifletebilmek tersanelerde gerçekleşebilecek bir GREV’den geçiyor. 2. Tersane İşçileri Kurultayı grev kararı almıştır. Tüm tersane işçilerini komitelerde örgütlenmeye çağırıyoruz”. 30’u aşkın tersane işçisinin katıldığı eylemi tüm tersane işçilerinin Tersane İşçileri Birliği çatısı altında birleşip örgütlenmesi çağrısı ile bitirdik. Tersane İşçileri Birliği
Eğitim hakkı satılamaz!
Kızıl Bayrak 13
Devletin emekçilerle yeni sınavı:
Paralı üniversite... Yüksel Akkaya Devlet, eğer, belli bir üretim tarzının varlığı ve gelişimi için gerekli koşulları sağlayan bir “araç” ise YÖK Başkanı’na atfen “paralı üniversite” üzerine yapılan tartışma geç kalmış bir tartışmadır. Zira, kapitalist üretim tarzında devlet mevcut üretim tarzını sürdürebilmek için çeşitli araçlara başvurur, sosyolojik anlamda ajanlar kullanır. Eğitim de bu sürecin bir parçası olup sistemin kendisini tahkim ederek sürdürmesinde önemli bir işlev görür. Ne var ki, bir araç, kurum, ajan tüm tarihsel zamanlarda rolü üstlenirken farklı politikalar da içerebilir. Kapitalist toplumda, gerek genel eğitim, gerek üniversite eğitimi başlangıçta piyasada alınıp-satılacak bir hizmet olmaktan çok, sanayileşme sürecinde gereksinim duyulan nitelikli emeğin bir sonucu olarak sermaye cephesinin maliyetlerini azaltacak bir devlet/kamu hizmeti olarak değerlendirildi. Hızla genişleyip, kendisini tahkim ederek gelişen kapitalizm “okumuş-yazmış” çok sayıda insana gereksindiği için, işletmelerin tek tek işçilerini eğitme çabaları önemli maliyetlere mal olmaktaydı. Üstelik bu işçiler işi bırakıp, başka bir işe geçtiklerinde harcanan para da boşa gitmekteydi. Bu nedenle, maliyetleri düşürmek açısından eğitim hizmetinin devletçe yani kamuca yerine getirilmesi kaçınılmazlaştı. Benzeri bir durum üniversiteler için de geçerli idi. Ancak, üniversite eğitimi, diğer eğitime benzemiyordu. Zira, genel eğitim sadece bir iş bulmada yeterli bilgiyi verirken, üniversite eğitimi işletmelerden devletin çeşitli kademelerine kadar yönetici de yetiştirmeye başladı. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında üniversite eğitimi ile bürokraside, aynı anlama gelmek üzere devlette önemli görevler üstlenen yeni bir kesim çıktı: Bunlar ne aristokrattı, ne de burjuva. Bunlar, halkın çocukları idi. 1968 yılındaki üniversite öğrenci hareketi sermaye cephesine sorunun ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Çıkarılan sonuç: Halkın çocuklarına üniversiteye giriş kısıtlanacaktı. Pek çok ülkenin çok “ince” olarak izlediği politikanın sonucunda belli bir süre sonra üniversiteye giden işçi çocukları oranı düşmeye başladı. Örneğin, Fransa’da 1980’lerin başında üniversite öğrencilerinin içinde işçi çocukları oranı yüzde 11 iken, bu oran on yılda yüzde 7’ye düştü. Bu hızlı düşüş, sürecin ne kadar hızlı işletildiğini göstermektedir. Üniversite eğitimini parasız yapan Fransa, çok ince politikalar ile işçi-emekçi çocuklarına üniversite kapılarını kapamakta çok başarılı olmuştu. Benzeri süreç, diğer ülkeler için de geçerlidir. Kısacası, son çeyrek yüzyılda, devlet, belli bir üretim tarzını tahkim etmek ve geliştirmek için gereğini yapmıştı. Bu üstü örtük, eskilerin deyimi ile zımni bir müdahale idi. Nitekim, bu müdahale sonucunda hem işletmelerin hem de bürokrasinin yönetimini yeniden “aristokrat”, “burjuva” çocukları gelmeye başladı. Bazı istisnalar emekçilere örnek olarak gösterilerek umutları canlı tutuldu, adeta bir uyuşturucu olarak. Peki, bu durum kapitalizmin doğasına aykırı mıdır? Elbette hayır, aykırı değildir. Son çeyrek yüzyıl gerek üretim, gerekse emek süreçlerindeki değişime bağlı olarak işsizlik denen büyük bir artık nüfus yarattı. Bu artık nüfusun ne genel eğitim, ne de üniversite eğitimi alması gerekiyordu. Üstelik, bunlara yönelik eğitim için bütçeden harcanacak paralar da sistem için gereksiz bir maliyet oluşturmaktadır. Bu durumda, eğitimin
piyasalaştırılması gerekmektedir. YÖK ile 1980 sonrasında üniversiteye ilk müdahalenin arkasında yatan politika yukarıda anlattığımız nedenlere dayanmaktadır. Bu nedenle, yeni YÖK Başkanı’nın açıklaması “yeni” olmayıp, oldukça eski bir meseledir. Zaten YÖK stratejik planlarına bakıldığında bu durum açıkça görülür. Aslında, dershanecilik aracılığı ile önce genel eğitim piyasalaştırıldı. Dershanecilik, dolaylı olarak da üniversiteleri paralı yaptı! Zira, artık, birkaç yıl bir dershaneye gitmeden bir üniversiteyi kazanmak neredeyse imkansız hale geldi. Eşitsizlik burada başladı. Bu nedenle önce dershane sektörünü tartışmak ve ortadan kaldırmak gerekir. Bugün kentlerin en merkezi, rantı en yüksek yerlerinde faaliyet gösteren dershaneler asıl eğitim veren okullardan çok daha önemli görülmektedir. Üniversitenin paralı hale getirilmesinin doğrudan hamlesi har(a)çlar ile oldu. Zaten, kavga da burada kaybedildi. Bugün, sermaye cephesi mevzi müdahaleleri bırakıp, artık çok açık bir cephe savaşı başlatmış bulunmaktadır. Ne yazık ki, bu süreçte ezber bozuyorum diye ezberi bozulanlar içerden bir bozgunu örgütlemektedirler. Kuşkusuz, bunu yaparken, yine emekçi çocuklarının çıkarına yaptıklarını belirtmekten kaçınmamaktadırlar. Baskın Oran bu türün en iyi örneği olarak, ezber bozma fetişini üniversitenin paralı olmasına kadar taşıyarak bir aşama daha kaydetmiş bulunmaktadır. Baskın Oran, herkesin üniversite okumasının bir anlamı olmadığını düşünmektedir. Ezber bozma fetişinin gelip dayandığı vahim nokta burasıdır. Sovyetler Birliği, 70 yıllık iyi-kötü tarihinde herkese üniversitede okuma kapısını açarak tarihsel bir ders vermiş, önemli bir deneyim bırakmıştır. Kimin üniversitede okuyacağına sesi baskın olanlar değil, sesi baskın olmayanların kendisi bizatihi vermelidir. Herkesin üniversitede okumamasının gerektiğine yönelik açıklamalardan biri taşrada üniversite olmayacağıdır. Bu da köklü bir yalandır. Bugün, Strasbourg, Fransa’nın 400 bin nüfuslu bir şehri olup, yaklaşık 40 bin öğrenciyi barındıran çok önemli üniversitelere sahiptir. Kuşkusuz, bu örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan, üniversiteyi üniversite yapacak olanaklara kavuşturmaktır. Paralı üniversite önerisini yapanlar kendileri kaygılı oldukları için devreye bursları sokmaktadırlar. İsteyene burs. Madem burs vereceksin, niye paralı yapıyorsun? Aslında söylenen burstan çok kredi olup, geri ödenmesi koşulu ile verilecektir. Yine, Fransa’dan örnek vermek gerekirse, parasız olan üniversite eğitimi boyunca isteyen öğrencilere burs ve kredi olanakları sağlanmaktadır. Yani bizimkilerin ezberini bozacak bir iş yapmaktadırlar. Hem üniversite eğitimi parasız, hem de öğrenciye burs ve kredi olanağı var. Kaynak olmadığı için üniversitelerin paralı olmasının kaçınılmaz olduğunu söyleyen Murat Belge’nin özel bir üniversitede işini sürdürdüğünü hatırlamak yeterli olsa gerek. Derinleşen yoksulluk, artan işsizlik, biriken öfke, 1968’de olduğu gibi bir kez daha üniversitede patlak verir mi? Türkiye üniversitelerinin emekçi çocuklarına kapanan kapılarının üniversite gençliğinin muhalefetini ne kadar etkisizleştirdiğini görmek sorunun yanıtını da gösteriyor. Devlet emekçilerin çocuklarına kapıları kapatmasın da ne yapsın?
14 Kızıl Bayrak
Sınıfa karşı sınıf!
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
İşçi ve emekçi hareketinden....
Deri işçilerinden “saldırılara karşı şalter indirme sözü”... Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde yıllardır militan mücadele örnekleri sergileyen deri işçileri, 16 Ocak günü gerçekleştirdikleri eylemle sendikasızlaştırma ve SSGSS saldırısına karşı şalter indirme sözü verdiler. Eyleme 500’e yakın işçi katıldı. Patronun sendikasızlaştırma saldırısına karşı direnişlerinin 31. gününü dolduran Demsaş işçileri de eylemin gövdesini oluşturdular. İşçiler yaptıkları yürüyüş ve basın açıklamasıyla “Savaşa değil sağlığa bütçe!”, “Türk-İş göreve genel greve!”, “Sendika yoksa üretim de yok!” taleplerini yükselttiler. Deri-İş Sendikası Tuzla Şube üyesi işçiler Organize Sanayi içindeki Eski Traktörcüler Durağı’na “Kölelik yasasına hayır!/Deri-İş Tuzla Şubesi” pankartını açarak flamalarla yürüdüler. İşçiler yürüyüş boyunca “Herkese sağlık güvenli gelecek!” sloganını haykırdılar. Eyleme Türk-İş İstanbul Şubeleri Platformu bileşeni olan sendikaların yöneticileri de katılarak destek verdi. Eylemde Deri-İş Tuzla Şube Başkanı Binali Tay, Türk-İş Bölge Temsilcisi Faruk Büyükkucak, Deri-İş Sendikası Genel Başkanı Musa Servi konuşma yaptı. Tersane İşçileri Birliği, ESP, UİD-DER, EmekliSen Kartal Şubesi, Limter-İş ve EMEP’in destek verdiği eylemde “Yaşasın halkların kardeşliği!” pankartının yanısıra “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Herkese sağlık güvenli gelecek!”, “Yaşasın Demsaş direnişimiz!” dövizleri taşındı. Eylemin ardından Türk-İş İstanbul Şubeler Platformu direnişteki Demsaş işçilerini ziyaret ederek getirdikleri erzakları işçilere teslim ettiler “Yaşasın sınıf dayanışması!” sloganı attılar. Kızıl Bayrak/İstanbul
Demsaş işçileri direniyor! Tuzla Organize Deri Sanayi’nde artık alışık olduğumuz sendika tasfiye yöntemleri sahnelenmeye devam ediyor. Şimdiye kadar sendikal örgütlenme alanında patronların birçok saldırısıyla karşı karşıya kalan Deri-İş Sendikası Tuzla Şubesi geçtiğimiz haftalarda Demsaş patronunun “fabrika kapatma” bananesiyle karşı karşıya kaldı. Sendikayı tasfiye etmek amacıyla fabrikada üretimi durduran ve işçilerin tazminatlarını vermeden ortada bırakan patrona karşı Demsaş işçilerinin direnişi sürüyor. Kızıl Bayrak/İstanbul
Yörsan direnişçileri Ankara’da! Tek Gıda-İş Sendikası’na üye oldukları için işten
atılan ve haftalardır Balıkesir Susurluk’taki fabrikaları önünde direnen Yörsan işçileri, 16 Ocak’ta Ankara’daydılar. Militan ve coşkulu sloganlarla bakanlık önüne yürüyen Yörsan işçileri güvenceli çalışma ve ücret talep ediyorlar. “Direne direne kazanacağız!”, “İş, ekmek yoksa barış da yok!”, “Gün gelecek devran dönecek hainler halka hesap verecek!” sloganlarını sıkça atan Yörsan işçileri, kendileri gibi sendikasızlaştırma saldırısına karşı direnen Diyarbakır’daki Akyıl Tekstil işçileriyle beraber 8 Mart’ta Ankara’da bakanlık önünde olacaklarını söylediler. Eylemde konuşan Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel, Yörsan’daki sendikal hak ve hukuk kıyımının olanca şiddetiyle devam ettiğini belirterek şunları söyledi: “YÖRSAN işverenini uyarıyoruz! Bu haksız ve çirkin kavgayı sürdürdüğü sürece, işyerinde barış, huzur ve güvenli üretim olmayacaktır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nı uyarıyoruz! Devleti temsil edenler, devletin yetki ve sorumluluklarını gereği gibi yerine getirmediği takdirde doğacak sorunların gerçek sorumlusu kendileri olacaktır!”
görüşmek isteyen Kocaeli Üniversitesi Rektörü Baki Komsuoğlu, işçilerin “asıl muhatap sendikanın kendisidir!” cevabıyla karşılaştı ve görüşme gerçekleşmedi. Kızıl Bayrak/İstanbul
Güven Elektrik’te gözaltı terörü! Geçtiğimiz hafta başında işten çıkartılan 8 işçiden 5’inin işe geri alınmasıyla birlikte sekteye uğratılan direnişin ardından, Küçükçekmece İşçi Platformu olarak Güven Elektrik işçilerini sendikalarına ve atılan arkadaşlarına sahip çıkmaya çağıran bildiriler hazırladık. Bildiride, işçilerin haklarına ve onurlu mücadelelerine sahip çıkmaları ve Recep Kaba’nın yalan ve dolanla kendilerini kandırmalarına izin vermemeleri gerektiğini vurguladık. Recep Kaba’nın sahtekar ve kirli yüzünü bir kez daha teşhir ettik. Bildirileri fabrikanın 15.30 çıkışında işçilere ulaştırdık. Aynı bildirileri 17.30’daki mesai bitiminde çıkan işçi arkadaşlara da ulaştırmak üzere fabrikanın önüne gittiğimizde, sivil polislerin ve polis kamerasının hazır halde beklediğini gördük. Başta görüntü kaydı alarak dağıtım yapan iki arkadaşımızı taciz eden sivil polisler ardından bildiri dağıtımına müdahale ederek, Recep Kaba’nın şikayetçi olduğunu ve hakaret davası açtığını bildirdiler. İki arkadaşımızı gözaltına alarak Sefaköy Karakolu’na götürdüler. Karakolda ifade vermeye zorlanan arkadaşlarımız ifade vermeyeceklerini belirterek savcılığa çıkarılmak istediler. Sürekli sözlü sataşmada bulunan polis, arkadaşlarımızı nöbetçi savcıya çıkartmayarak 20 saat gözetim altında tuttu. Arkadaşlarımız ertesi gün savcılık tarafından serbest bırakıldı. Bu uygulamalar Sefaköy polisinin kimin çıkarlarını koruduğunu bir kez daha işçilere göstermiş oldu. Güven Elektrik işçileri birlik ve dayanışmalarını bozacak her türlü hamleye karşı durmalı, Recep Kaba’nın baskı ve korkutma çabalarını da boşa çıkaracak şekilde hareket etmelidir. Küçükçekmece İşçi Platformu
OLEYİS grevinde gözaltı! DİSK’e bağlı Otel Lokanta ve Eğlence Yerleri İşçileri Sendikası (OLEYİS) üyesi işçilerin Kocaeli Üniversitesi’ne bağlı fakültelerin kantinleri ve Derbent Uygulama Oteli’nde başlattıkları grev sürüyor. KOÜ İktisat Fakültesi Kantini, Öğrenci Evi Kantini, Öğretim Üyeleri Restoranı, Tıp Fakültesi Hastanesi Kantini ve Tıp Fakültesi Öğrenci Kantini, İktisat Fakültesi Kantini, Öğrenci Evi Kantini, Öğretim Üyeleri Restoranı, Tıp Fakültesi Hastanesi Kantini ve Tıp Fakültesi Öğrenci Kantini’nde devam eden grevin 12. gününde grevci işçilere jandarma saldırdı. Gözaltına alınan işçiler Yuvacık Jandarma Karakolu’na götürüldüler. Tıp Fakültesi Hastanesi yönetimi ve kantin işletmecileri, işçilerin grev nöbetlerini kitlesel bir şekilde tutarak beklemesinden ve grev ziyaretlerinden rahatsızlık duyarak jandarmayı grevci işçilerin üzerine sürdü. Yönetim, işçilere grev gözcülerinin sayısının 4’e indirilmesini dayattı. Hastane ve kantin işletmecilerinin dayatmalarına karşı çıkan işçiler, jandarmanın saldırısı sonucu yaka paça gözaltına alındılar. Grevin sürdüğü işletmelerde kantin servisleri durma noktasına geldi. Ancak hastane yönetimi ve kantin işletmecileri grev kırıcılık yaparak kantinleri işletmeye çalışıyorlar. Geçtiğimiz günlerde bir grup grevci işçiyle
SCT Turbo işçileri yalnız değildir! Tarsus Bağcılar Beldesi’nde bulunan SCT Turbo Filtre Fabrikası işçileri, patronun BMİS ile toplusözleşme imzalamayı reddetmesi üzerine 15 Mart 2006 tarihinde greve gitmişti. 151 işçiyle başlayan grev 670’li günleri aşmış bulunuyor ve 30 işçinin katılımıyla kararlılıkla devam ediyor. Bu süre içerisinde patronun baskılarına rağmen grev çadırı fabrika önünde hergün açık tutuluyor, grevci işçiler dönüşümlü olarak grev nöbeti tutuyorlar. 14 Ocak günü Petrol-iş Adana Şube Toplantı
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008 Salonu’nda, SCT Turbo İşçileri ile dayanışmak için bir etkinlik düzenlendi. SCT Turbo Grevi Adana Dayanışma Komitesi tarafından düzenlenen etkinlik Nazım Hikmet’in “Türkiye İşçi Sınıfına Selam” şiirinden bestelenen marşın okunmasıyla başladı. Ardından Dayanışma Komitesi adına açılış konuşması gerçekleştirildi ve grevci işçilerin onurlu mücadelesi selamlandı. Açılış konuşmasında kapitalizmin geldiği düzey ve yarattığı barbarlık anlatılarak, 2007 yılı içinde sınıf cephesinden yaşanılan hareketlilik tablosu aktarıldı. Grevin 670. günü vesilesiyle hazırlanan slayt gösteriminin ardından BMİS’in işyeri baş temsilcisi ile grevci işçilerin sözcüsü olan bir işçi konuşma yaptı. Yaşadıkları süreci özetleyen işçi temsilcisi mücadelelerine sonuna kadar devam edeceklerini belirterek konuşması bitirdi. Grevci işçinin konuşması “Direne direne kazanacağız!” sloganlarıyla karşılandı. Ardından BMİS Anadolu Şube Sekreteri bir konuşma gerçekleştirdi. İşçi sınıfı tarihinde grevlerin önemine değinerek, mücadele ve grevle dayanışma çağrısı yaptı. BMİS Anadolu Şubesi Sosyal İşler Sekreteri de toplumun bütün kesimlerine destek verme çağrısında bulundu. Etkinlikte konuşan Sungur Savran ise, SCT işçilerinin BMİS gibi sarı olmayan, mücadeleci bir sendikaya sahip oldukları için şanslı olduklarını söyledi. Mücadelenin bittiğini söyleyenlere karşı yakın tarihte gerçekleşen işçi direnişlerini örnek veren ve “yeniden bir yükselişin eşiğindeyiz” diyen Savran örgütlenme çağrısıyla konuşmasını bitirdi. Aranın ardından 1 Mayıs Marşı’yla etkinliğin ikinci bölümü başladı ve söz almak isteyenlere söz verildi. Etkinlikte “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!”, “SCT işçisi yalnız değildir!” sloganları coşkulu bir biçimde atıldı. Kızıl Bayrak/Adana
Akdeniz Kargo işçisi kazandı! Sendikalı olduktan sonra işten çıkarılan Akdeniz Kargo işçilerinin 5 aydır sürdürdükleri direniş 15 Ocak’ta zaferle sonuçlandı. Günde 12-13 saat düşük ücretle ve hiçbir sosyal hakka sahip olmadan çalışan işçiler örgütlülüğe adım atarak TÜMTİS’e üye olmuşlardı. Patron sendikayı bitirmek için 13 Ağustos günü işçileri işten attı. Aylarca süren direniş boyunca işçiler birçok kez patronun ve kolluk güçlerinin saldırısına maruz kaldılar. Tüm bu saldırılara rağmen sürdürülen direniş sonunda işçilerin zaferiyle sonuçlandı. 9 işçi sendikal haklarından vezgeçmeden işbaşı yaptılar ve şirketi satın alan yeni patron sendikayı tanımak zorunda kaldı. Halaylar ve sloganlar eşliğinde çadırlarını toplayarak direnişlerine son veren işçilerişbaşı yaptılar ve önümüzdeki günlerde de toplusözleşme masasına oturacaklar.
Sınıfa karşı sınıf!
Kızıl Bayrak 15
İşçi ve sendika düşmanı patronun oyunları boşa çıkarılacak!..
Güven Elektrik’te mücadele sürüyor!
Güven Elektrik’te işçilere yönelik saldırılar sürüyor. Geçtiğimiz günlerde işten atılan 8 işçinin 27 gün süren direnişinin sonlanmasıyla saldırılar hız kazandı. 8 işçiden 3’ünün işe geri alınmamasının, işçiler üzerinde yarattığı moral bozukluğunu fırsat bilen patron, şimdi de işçilere sendikadan istifa et baskısı uyguluyor. Halen işkolu davası süren fabrikada, kararın işçilerin lehine çıkması halinde dahi fabrikaya sendikayı sokmayacağını, hemen her gün, utanmaz adam edasıyla açıktan tehditler savurarak ilan ediyor. Güven Elektrik Fabrikası, Cankurtaran Holdinge bağlı. Emin Cankurtaran işçi düşmanı kimliğinin yanında, mafyayla ilişkileri olan karanlık bir kişilik. 30’a yakın işyerinde çalışanlar hiçbir hakka sahip değil. Hak alma girişimleri Aymasan deneyiminde olduğu gibi kirli yöntemlerle ezilmeye çalışılmış. Güven Elektrik’te de bugün bu yaşanmaktadır. 450 işçi her türlü hakka yabancı olarak, sefalet ücreti karşılığında çalıştırılıyor. İşçiler bir yılı aşkındır hak alma mücadelesi yürütüyor. Geçmişte iki kez Türk Metal’de örgütlenme girişimlerine tensikatla yanıt veren patron, işçilerin BMİS 2 No’lu Şube’de örgütlenmeye başlamalarının ardından saldırılarını yoğunlaştırdı. İlk başlarda, işçilerin örgütlü gücünün farkında olacak ki, tensikat yerine onu da aşan bir dizi saldırıyı sürece yaydı. Amaç sendikal örgütlülüğü dağıtmaktı. Ücretsiz izin dayatması, maaşların zamanında ödenmemesi, ‘taslak hazırlansın gelin görüşelim’ vb. ile hem işçileri iyimser bir beklentiye sokmayı, hem de yoğun saldırılarıyla moral bakımdan çökertmeyi hedefledi. Kuşkusuz bugünden bakıldığında patronun oyalama taktiklerinin işçiler üzerinde yarattığı iyimser havanın hiç değilse bir kısım işçiyi etkilediği görülebilmektedir. Bunda tek başına patronun başarısı yok. Aynı dönem içerisinde ücretsiz izin saldırılarına fabrikayı terkederek yürüyüş yapan, yemek boykotları, üretimi yavaşlatma, fabrika içinde bildiri dağıtma vb. eylemleri yapan işçilerin ‘ya fabrika kapanacak, ya fabrikaya sendika girecek!’ direncinin kırılmasında BMİS Genel Merkezi’nin de rolü var. İşçileri sahiplenen, saldırılar karşısında işçilere mücadeleyi öneren şubeyi pas geçen Genel Merkez yöneticilerinin patronla yaptıkları görüşmede 1 Ocak 2008’de TİS imzalanacak garantisi verilmesi, eylemlerin yerini iyimser bir beklentinin almasını getirdi. Oysa aynı sahte vaadler yapıldığı sırada patron işkoluna itiraz ediyordu. İşçilerin hak alma mücadelesi sürüyor. İşçiler
metal sektörüne bağlı fabrikanın rüşvet karşılığı plastiğe dönüştürülmesine karşı eyleme geçtiler. İlk günlerde üretimde belirgin bir düşüş yaşandı. İlk olarak 3 işçinin işten atılmasını patron buna dayandırdı. İçerde günde iki kez yürüyüşlü protesto eylemleri sürdü. “Ya fabrika kapanacak, ya fabrikaya sendika girecek!” kararlılığına işçiler bu kez ikinci bir kararlılığı daha ekledi. “işten atılanlar işe geri alınsın, iş güvencesi istiyoruz!”. İlk başlardaki ekonomik istemlerin ve sendika merkezli pankartların yanına “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!” pankartı ile “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!” vb. sloganlar eklendi. Atılan işçilere içerden yürüyüşlü destek eylemine vardiyadaki işçiler de gün boyu işçilerin yanında bulunarak destek sundu. Atılan 8 işçiden 5’i işe geri alınırken 3’nün alınmaması, bir yıldır süren mücadele düşünüldüğünde, başarı sayılmamalıdır. Bu olumsuz tablo komitenin kendi içinde de bir çatışmaya yol açmış, bir dizi öncü işçi geri düşerken, bir kaç kişi de patrona açıktan uşaklık yolunu tutmuştur. İşçilerin hak alma mücadelesi sürüyor. Son yaşananlar, patronun yalan vaadleri karşısında mücadeleye ara vermeleri, bir yılı aşkındır süren mücadele için geçici bir durum sayılmalıdır. İşçilerin hak alma mücadelesi sürüyor, sürecektir. Patron saldırılarına hız vermiş durumda. Bu kez sendika ile Küçükçekmece İşçi Platformu’nu (KİP) karalama kampanyası yürütüyor. Her gün “Kızıl Bayrakçılar beni hedef haline getirdi”. “KİP teröristtir, bakın bildirilerinde neler yazmışlar” vb. türden gerici sızlanmalarla işçileri etkilemeye çalışıyor. Kızıl Bayrak sitesinden aldığı çıktıları işçilere okuyarak bunları çeşitli yalanlara dayanak yapmaya çalışıyor. İşçilerle etkin bağları bulunan, mücadelenin başından beri işçilerin yanında olan direnişin bir tarafı durumundaki KİP’i karalıyor. En son olarak iki arkadaşımızı gözaltına aldırması, KİP’e dava açılması için şikayette bulunması vb., KİP’in işçiler içerisindeki etkinliğinden duyulan büyük rahatsızlığın ürünüdür. İşçilerin hak alma mücadelesi sürüyor. Patron son olumsuz tabloya dayanarak, fabrikadan sendikayı kolayından söküp atacağını düşünüyorsa çok geçmeden yanıldığını görecektir. Olumsuz tablo KİP’in etkin müdahalesi ve bir dizi iç örgütlenme ile şimdiden dağıtılmıştır. Süreç boyunca yaşananlar işçilerle tartışılarak yeni dönemde mücadelenin rotası çizilmiştir. Küçükçekmece İşçi Platformu
16 Kızıl Bayrak Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Pakistan: Balkanlaş
Avrasya iç savaş coğrafyasına dönüşüyor...
Pakistan: Balkanlaş Pervez Müşerref’in “kendine karşı yaptığı” darbeyle Pakistan’da artan siyasal gerilim, Benazir Butto’nun öldürülmesiyle en üst boyuta yükseldi. Butto’nun öldürülüşü hem Pakistan’ın iç politikasında, hem de bölgede ciddi sarsıntılara yol açacak. Ortadoğu’da ABD’nin Irak’ı işgaliyle başlayan balkanlaşma süreci, bir dizi iç ve dış faktörün etkisiyle Doğu Asya’ya doğru yayılıyor. Pakistan jeostratejik ve jeo-politik konumuyla, bu sürecin bir anlamda sıçrama alanı olarak öne çıkıyor. Pakistan’ın dünü, bugünü anlamaya yönelik önemli verilerle yüklü.
Yeşil kuşağın merkez üssü 1970’li yıllar Pakistan’ın yakın tarihinde önemli bir moment oldu. General Eyüp’ün diktatörlüğünden sonra ilk kez yapılan serbest seçimlerde Zülfikar Ali Butto (1971 yılında) iktidara geldi. Butto popülist-reformist içerikli politikalar uygulamaya başladı. Temel sektörlerde hızlı bir millileştirme gerçekleştirdi. Aynı dönemde İslami hareketin yükselişe geçişi, politikalarını etkiledi. Butto, politikalarını dinsel motifler ve İslami bir söylemle yürütmeye başladı. Karşısına İslamcı bir muhalefetin çıkması ve giderek güç kazanması, kısa zamanda programında önemli değişiklikler yapmasına yol açtı. Sosyal içerikli program, zamanla İslami hareketin istemlerini de içinde barındıran bir uzlaşma metnine çevrildi. Butto, İslami sosyalizm anlayışına yakın bir hatta hareket etmeye başladı. Her şeye karşın gelişmeler ABD’yi tedirgin etmekteydi. 1977’de, General Ziya Ül Hak liderliğinde, ABD destekli bir darbe gerçekleştirildi. Diktatörlük hızla başta sol örgütler olmak üzere, tüm muhalif güçlere ve kişilere yönelik terör kampanyası başlattı. İslami Talebe Cemiyeti (1) bir paramiliter örgüt gibi hareket etti. Terör politikalarını yaygın bir şekilde hayata geçirdi. Üniversitedeki solcu öğrencilerin yanı sıra, Butto tarafından kurulan şehir örgütü El Zülfikar milislerinin bertaraf edilmesinde de İslami Talebe Cemiyeti kullanıldı. 1979 yılında Zülfikar Ali Butto idam edildi. İdamla birlikte, muhalefeti sindirme operasyonları en üst boyuta yükseltildi. Diktatörlük, Pakistan’ın islamlaştırılması projesini hayata geçirmek için şeriata bağlı bir toplum ve devlet modeli oluşturmaya başladı. Bu gelişme ABD’nin Soğuk Savaş koşullarında Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve nüfuz alanlarını daraltmak, hegemonyasını kırmak için uyguladığı politikalarının ürünüydü. Bu politika özünde, Müslüman ülkelerde İslamcı hareketleri her düzeyde desteklemeye ve önünü açmaya dayanıyordu. İslam, “komünizme” karşı mücadelede bir kalkan olarak kullanıldı. İslamcılar da gönüllü olarak bu küresel seferberliğin içinde yer aldı. ABD, solun ve bağımsızlıkçı hareketlerin mücadelesini boğmayı amaçlıyordu. Kendi kuklası olan rejimlerde muhalif güçler bastırılırken, İslamcı hareketler korunup kollandı. Gelişmeleri için maddi ve lojistik olanaklar sunuldu. İslam, çürümüş rejimlere ya da diktatörlüklere meşruiyet kazandırma aracına dönüştürüldü. Ayrıca toplumsal çelişkileri nötrleştirmek için kullanıldı. Bunun yanında İslam, destabilize bir ortam yaratmak
ve ideolojik bir kalkan oluşturulmak için devreye sokuldu. Başta Endonezya’da Suharto, Pakistan’da Ziya Ül Hak ve Türkiye’de 12 Eylül rejimi bu politikalara örnek oluşturdu. Yeşil Kuşak Doktrini diye de tanımlanan bu proje, 1979’da İran Devrimi’nin gerçekleşmesi ve Şii radikalizminin devrime damgasını vurması ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesiyle sistematik bir içerik kazandı. İran Devrimi Ortadoğu’daki tüm dengeleri sarstı. Devrimle ABD, yaşamsal önem verdiği Ortadoğu’da vurucu gücünü kaybetmişti. İran’da şahlık rejimi, İsrail’le birlikte kolektif bir karşıdevrim merkezi gibi hareket ediyor, Ortadoğu’dan Arap Yarımadası’na hatta Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyaya müdahalede bulunuyordu. Arkasından Sovyetler’in Afganistan’ı işgali, ABD’nin Ortadoğu krizini muazzam derecede yoğunlaştırdı. İşte bu konjonktürde Yeşil Kuşak Doktrini devreye sokuldu. Sovyetler Birliği’nin yumuşak karnı olarak görülen Kafkas ve Türki Cumhuriyetler bölgesi ABD’nin temel hedefiydi. Çünkü bu bölge etnik ve milli özellikleriyle kristalize bir görünüm sergiliyordu. Bu bölgenin destabilize edilmesi yönünde hareket edildi ve Afganistan doktrinin hayata geçirildiği temel alan olarak öne çıktı. Afganistan jeo-stratejik konumuyla bir taraftan Sovyetleri bloke etme alanıydı, diğer taraftan Kafkas ve Türki Cumhuriyetlerin destabilize edilmesinde yararlı olabilirdi. Bu noktada Afganistan iki büyük devletin çatışma alanına dönüştürüldü. Radikal İslam, ABD tarafından organize ve mobilize edildi. Yeşil Kuşak Doktrini, Eisenhower’in 1954’te geliştirdiği “düşen domino taşı” kuramına dayanmaktaydı. Bu konsept, bölgedeki ülkelerin domino taşı gibi dizildiğini, biri düşerken önündekine çarpıp düşüreceğini, ikincisinin üçüncüsünü devireceğini ve bu düşmenin sonuna kadar devam edeceğini ileri sürmekteydi. İran düşmüştü, bir başka boyutuyla Afganistan’da düşmüştü. “Domino taşlarını” tutmak gerekiyordu. Yeşil Kuşak Projesi temelde iki şey hedefliyordu: Birincisi Ortadoğu’da her düzeydeki demokratik gelişimi engellemek ve tasfiye etmekti. İkincisi ise Humeyni’nin ve İran Devrimi’nin etkisiyle, içinde anti Amerikancı eğilim taşıyan radikal islam’a karşı bir dalgakıran oluşturmaktı. Projenin laboratuar ülkesi, Afganistan’dı. Pakistan ise laboratuarı her düzeyde destekleyen, olanaklar hazırlayan, bir karşıdevrim merkezi olarak işlev gördü. Ziya Ül Hak’ın askeri darbesi Pakistan’ın, Yeşil Kuşak Doktrini’ne uygun biçim alışıydı. Darbe sonrası şeriat uygulamalarına geçildi. 1980’lerde Afganistan’daki mücahitlere ve daha sonra Taliban’a aktif destek verildi (2). Pakistan gizli servisi, CIA’yla birlikte bu hareketleri yönlendirdi, askeri, teknik, lojistik destek sağladı. İslamcı kadrolar AfganistanPakistan sınırında eğitildi. Pakistan bulunduğu bölgede, ABD’nin vurucu gücü gibi hareket etti. Karşıdevrimci komplo ve hareketlerin temel destekçisi oldu.
“Kontrollü ya da düşük yoğunluklu demokrasiye” geçiş Ziya Ül Hak, 1987 yılında düzenlenen bir suikast
CMYK
sonunda öldürüldü. Suikast, Pakistan’da rejimin restorasyonu yönünde düzenlemeleri beraberinde getirdi. Aynı süreç ABD’nin emperyalist politikalarında yeni bir konsepte geçişini işaretliyordu. Nikaragua Devrimi’nin gerçekleşmesi, Filipinlerde Marcos diktatörlüğünün yıkılması ABD’yi yeni önlemler almaya itti. ABD, uzun süreli diktatörlüklerin halkı rejime karşı birleştirdiğini ve diktatörlüğe yönelik nefretin bir devrimci duruma dönüşme tehlikesi yarattığını gördü. Devrim tehdidini engellemek ve rejimlerin restorasyonunu sağlamak için 1980’li yılların ortasından itibaren, başta Latin Amerika olmak üzere Güney Doğu Asya’da askeri diktatörlüklerden “kontrollü demokrasilere” geçişler yaşandı (3). Yeni konsepte uygun olarak Pakistan’da Benazir Butto 1980’lerin ortalarından sonra öne çıkarıldı. Babası 1979’da Ziya Ül Hak tarafından idam edilmiş, kendisi 5 yıla yakın ev hapsinde yaşamış, 1984’te serbest bırakılmış, daha sonra İngiltere’de “sürgün” kalmış, 1986’da Pakistan’a dönmüş, Harward’da okumuş ve Oxford’u bitirmiş, babasından sonra Pakistan Halk Partisi liderliğini üstlenmiş Benazir Butto, restorasyon dönemi için ideal kimlikti. Ziya Ül Hak diktatörlüğünden “düşük yoğunluklu demokrasiye” Benazir Butto aracılığıyla geçildi. 1988’de yapılan genel seçimleri Pakistan Halk Partisi kazandı ve Butto, başbakanlığa getirildi. Butto, Müslüman bir ülkenin ilk kadın başbakanı olarak uluslararası düzeyde imaj ve sempati kazandı. Pakistan’da “kontrollü demokrasiye” geçiş sürecinde iki siyasal kimlik öne çıktı. Bunlardan biri Benazir Butto, diğeri ise Navaz Şerif’ti. Bu iki kimlikte Pakistan oligarşisinin içindeki kliklerin temsilcisiydi. Navaz Şerif, Pakistan’ın en zengin iş adamıydı. Butto’lar ise en büyük toprak sahibi ailelerinden biriydi. Benazir Butto, ağırlıkla güneydeki Sindh eyaletindeki, Navaz Şerif ise merkezdeki Pencap eyaletindeki burjuva-feodal güçlerin temsilciliğini yapıyordu. Pakistan Halk Partisi, 1971 seçimlerine “ekmek, giyecek, barınak” sloganlarıyla girmiş “sosyalist” bir söylemle iktidara gelmişti. Partinin bazı radikal uygulamaları ve bir yoksul hareketine dönüşmesi bir anlamda Ziya Ül Hak darbesinin nedeniydi. Diktatörlük bir taraftan partinin örgütsel gücünü kırmaya çalıştı, diğer taraftan bir İslamlaştırma politikası izledi. Ne var ki İslamcılar, İslamcı hareketin geliştiği birçok ülkeden farklı olarak kent yoksulları içinde örgütlenemedi. Pakistan Halk Partisi reformcu politikalarıyla yoksullar üzerinde ciddi nüfuz kurmuştu. Ve bunu kolayca kırmak mümkün değildi. Bu durum diktatörlüğün baskı politikalarıyla yavaş yavaş değişmeye başladı ama asıl olarak, 1988’de büyük bir umutla iktidara taşınan Benazir Butto döneminde değişti. 1988-1990 arasındaki Butto iktidarı, yoksullar açısından tam bir fiyasko ve hayal kırıklığıydı. Diktatörlükten devralınan ekonomik politikalar çok daha radikal hayata geçirildi. Parti yönetiminin ve Butto adının karıştığı yolsuzluklar, rüşvet skandalları, kent yoksulları arasında Pakistan Halk Partisine yönelik önemli tepkilerin doğmasına yol açtı. Bu tepkiden yararlanmayı başaran İslamcı partiler koalisyonu oldu.
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008 Kızıl Bayrak 17
ma dalgası yayılıyor
ma dalgası yayılıyor
Butto’nun öldürülüşü hem Pakistan’ın iç politikasında, hem de bölgede ciddi sarsıntılara yol açacak. Ortadoğu’da ABD’nin Irak’ı işgaliyle başlayan balkanlaşma süreci, bir dizi iç ve dış faktörün etkisiyle Doğu Asya’ya doğru yayılıyor. Pakistan jeo-stratejik ve jeopolitik konumuyla, bu sürecin bir anlamda sıçrama alanı olarak öne çıkıyor. Pakistan’ın dünü, bugünü anlamaya yönelik önemli verilerle yüklü.
Butto, 1990’da ordunun desteklediği dönemin devlet başkanı Gulam İshak Han tarafından yolsuzlukla suçlanıp görevinden alındı. Yapılan seçimler sonucu Navaz Şerif iktidara geldi. Bu süreçte İslamcı partiler koalisyonu gençler arasında etkisini artırarak hükümet karşıtı güçlerin asli merkezi haline geldi. İslami hareketin güçlenmesine neden olan bir diğer faktör ise ABD’nin bölgeye yönelik yürüttüğü siyasi faaliyetti. Özellikle Afganistan’daki gelişmelere aktif müdahale eden ABD, Pakistan’ı karşı devrimci faaliyetlerinin merkezine dönüştürdü. Pakistan’ın iç siyasetini bütünüyle kontrol etmeye başladı. Pakistan, kuruluşundan beri ABD’nin yeni sömürgecilik politikalarının içinde yer alıyordu. Ziya Ül Hak diktatörlüğü bu ilişkileri daha da güçlendirdi. Benazir Butto döneminin restorasyon politikalarıyla var olan ilişkiler kökleştirildi. Butto, “düşük yoğunluklu demokrasi” modeliyle Ziya Ül Hak rejiminin sivil görünümü olarak hareket etti. Devraldığı diktatörlük politikalarını değiştirmedi ve istisnasız hayata geçirdi. Afganistan’daki mücahitlerin eğitilmesi, askeri, teknik, lojistik destek verilmesi daha sonra Taliban’a benzer desteklerin verilmesi ve iktidara taşınması, Butto döneminde gerçekleşti. Pakistan’ın bölgede karşı devrim üssü gibi hareket etmesi ve işlev görmesi, Butto sonrası Navaz Şerif gibi sivil iktidarlar döneminde de sürdü. Navaz Şerif iktidarından sonra 1993’te Benazir Butto, ikinci kez başbakan oldu. Yeni dönemde ifrata varan yolsuzluklar sonucu, görevinden alındı. 1996’da yine yolsuzluklarıyla meşhur Navaz Şerif, bu sefer ikinci kez iktidara geldi. Düşük yoğunluklu demokrasi, kendi döngüsünde sürüyordu. Butto’nun bıraktığı yerde devreye Pakistan Müslüman Birliği başkanı Navaz Şerif giriyordu. Hem Benazir Butto, hem de Navaz Şerif dönemlerinde neo-liberal politikalar derinleştirilerek
hayata geçirildi. Bu dönemler bir yanıyla da tam bir kleptokrasinin (4) yaşandığı dönemler oldu. 160 milyonluk nüfusun 140 milyonu açlık sınırının altında, günde 1 dolarlık gelirle ya da daha az gelirle yaşamaya mahkum oldu. Öte yandan son 20 yıllık süreçte uluslararası sermayeyle entegrasyon içinde olan 40 büyük aile, ekonominin tüm sektörlerini kontrol etmeye başladı. Navaz Şerif’in 3 yıllık başbakanlığı darbeyle son buldu. 1999’da Pervez Müşerref askeri darbeyle iktidara geldi. Müşerref, Eyüp Han’dan başlayan ve Ziya Ül Hak ile devam eden askeri darbeler zincirinin devamıydı. Darbe ABD’nin tam desteğiyle gerçekleşti. 1947’de kurulan Pakistan’ın 60 yıllık tarihinin büyük bir kısmı askeri diktatörlük altında geçecekti. Darbe sonrasında Pakistan’ı terk eden Benazir Butto, İngiltere’de yaşamaya başladı. Yurtdışında olduğu dönemde Butto ile yatırım bakanlığı yapan kocası Asıf Ali Zerdali yolsuzluk suçlamasından 5 yıl hapse ve para cezasına çarptırıldı.
Pervez Müşerref darbesi Navaz Şerif’i devirerek yönetime el koyan general Pervez Müşerref; yolsuzlukları engelleme, üst sınıflardan bunun hesabını sorma ve ülkeyi yeniden inşa etme argümanlarıyla darbeye meşruluk
CMYK
Volkan Yaraşır kazandırmaya çalıştı. Faşist diktatör Müşerref, uluslararası basında demokrat, ılımlı ve laik bir kimlik olarak sunuldu. Bu imaj ve burjuva-feodal partilerin çözülüşleri, ayyuka varan yolsuzlukları, özellikle orta sınıfların Müşerref’in askeri darbesini hoşgörüyle karşılamasına neden oldu. Müşerref, ABD’nin bölgeye yönelik projelerine tam angajman içinde hareket etti. Afganistan’da Taliban iktidarını destekledi. Daha önceki “sivil” hükümetler döneminde de, Pakistan uluslararası İslami hareketin merkez üssüne dönüştürülmüştü. Müşerref iktidarında benzer adımlar atıldı. Neo-liberal politikalar radikal bir şekilde uygulandı. Sistematik özelleştirme operasyonları yapıldı. Pakistan, narkoekonominin cennetine dönüştü. 11 Eylül sonrası ABD, Pakistan ve Müşerref ilişkilerinde önemli değişiklikler yaşandı. Her ne kadar 11 Eylül’den sonra “terörizme karşı” ABD’nin yanında olduğunu ilk açıklayan Pervez Müşerref olsa da, gelişmeler onu sıkıştıracaktı. Diktatörlük, 2001 yılından sonra ayda 150 milyon dolarlık yardım almaya başladı. Özellikle ABD’nin Afganistan’ı işgali ve Taliban iktidarının yıkılması, Pakistan’da toplumsal çelişkileri keskinleştiren, ülkeyi hızla krize sokan etkileri oldu. ABD’nin Afganistan’daki askeri varlığı kısa zamanda etkisizleşti. ABD bugün sadece Kabil merkezli denetim sağlayabiliyor. Afganistan kırsalı savaş ağalarının ve aşiretlerinin denetiminde. Taliban, ABD işgalinden sonra ağır darbeler almasına rağmen, bir müddet sonra (ricat taktiklerine de uygun) toparlandı. Kırsal alanda etkinliğini yeniden kurdu. Taliban’ın geri çekildiği alanlardan biri, Pakistan’ın Afgan sınırındaki Peştun bölgesi ve Belucistan eyaleti oldu. Taliban kadroları bu alanlarda saklandı. Ayrıca bu bölgeler 1980’li yıllardan beri Afgan göçmenlerin merkeziydi. İşin farklı bir boyutu da Belucistan’ın bağımsızlığı için savaşan Belucistan Özgürlük Ordusu, Afganistan’ın Kandahar kentinde üstleniyor. Ve örgüt ABD tarafından kontrol ediliyor (5). ABD’nin Afganistan işgali, Pakistan’daki İslami hareketin ABD’ye ve Pervez Müşerref’e karşı mobilize olmasına neden oldu. İslami yapılar, Pakistan’ın en örgütlü muhalif gücü olarak hareket ediyordu. Pakistan’ın Yeşil Kuşak projesinin merkez üssü gibi hareket etmesi, İslami yapılara muazzam bir güç kattı ve bu güç giderek artmakta. Bugün Pakistan’da 17 bin medrese bulunuyor ve bu medreselerde 2 milyon çocuk 12 yıl süren din eğitimi görüyor. Aynı medreseler dün, Afgan savaşına kadrolar yetiştiriyordu. Şimdi İslami hareketin kadro merkezleri gibi çalışıyor.
Pakistan’ın “Oyak”ı Pakistan ordusu, iç siyasette 1947’den beri aktif rol aldı. “Ulus inşa eden” güç olma imajıyla hareket eden ordu, aynı ulusu farklı “tehlikelere” karşı korumak için de kendini görevli saydı. Hindistan’daki en önemli anti-sömürgeci ayaklanmalardan biri olan 1857 Ayaklanması sonrası İngiliz sömürgeci güçleri, üst rütbeli yerli askerleri denetim altına almak için ödül olarak, onlara belirli oranda toprak dağıttı. Askerlerin bu dönemden gelen
18 Kızıl Bayrak imtiyazlı konumu, 20. yüzyılda iyice pekişti. Siyasette ve ekonomide bir askeri elit oluştu. İngiliz sömürgeciliğin bölgeden çekilmesi, Cinnah’ın önderliğinde Müslüman Birliği tarafından, 1947’de Pakistan’ın kurulmasıyla askeri elitin etkinliği arttı. Hindistan’ın İngiliz işgalinden kurtulmasıyla, Hindistan ve Pakistan olarak iki ayrı devlete ayrılması, iki ülke arasında yıllarca sürecek gerginliklere ve çatışmalar neden oldu. Hindistan ve Pakistan’daki iktidar sahipleri, iktidarlarını meşrulaştırmak amacıyla Müslümanlar ve Hintliler arasındaki düşmanlığı körükledi, bu düşmanlıktan güç aldı. Halklar arasındaki düşmanlık her zaman diri tutuldu. İki ülkede de aşırı dinci ve milliyetçi gruplar güçlendirildi. Pakistan ordusu, Hindistan düşmanlığı ve korkusu üzerinden kendi meşruiyetini inşa etti. Askeri elit, Pakistan’ı ancak kendilerinin koruyabileceği ve yaşatabileceği yönünde yoğun propaganda yaptı. Resmi tarih ve retorik buna göre belirlendi. Zamanla bu anlayış kitleler nezdinde etkisini gösterdi. Askeri elit gücünün sürekliliğini, ekonomik alana müdahale ederek sağladı. Bu yönde yasalar çıkartılarak, ordunun finansal özerkliği sağlandı. Hatta bu yönün tartışılmasına bile izin verilmedi. Ordu kurduğu şirketlerle, Pakistan ekonomisinde önemli bir yere geldi. Pakistan Ordusu ulus kurucu vizyonuyla hareket etti ve ulusun güvenliğinin tek sorumlusu olarak kendini gördü. Öte yandan Pakistan ordusu bir şirket gibi çalıştı ve bir anonim şirket gibi hareket etti. Ordunun bu yönü, Oyak’ın kuruluşu ve gelişimine çok benzemektedir. Ordunun üst düzey kesimleri kendilerini bir “seçkin” zümre olarak gösterip, sivil dünyanın rüşvetçi, hilekar ve beceriksizliğine karşı “erdemi”, “temizliği”, “vatani” değerleri savunduklarını ileri sürdü. Pakistan’da askeri bürokrasi, siyasi seçkinler, iş adamları, aşiret liderleri ve büyük zengin ailelerin ileri gelenlerinden “Beyaz Pakistanlılar” oluştu. “Beyaz Pakistanlılar”, aynı zamanda Pakistan oligarşisini meydana getirdi. Özellikle askeri bürokrasi, “Beyaz Pakistanlıların” en dikkat çekenleriydi. Ordu bu imajı ve hamleleriyle kendini tüm toplumsal kurumların üzerine koydu. Ordu, Batılılaşma ve modernleşmenin sigortası olarak kendini gösterdi. Pakistan halkına ve dünyaya kendini böyle kabul ettirmeye çalıştı. Pakistan’da ilk parlamenter düzene geçiş, 1970’lerin başında oldu. Zülfikar Ali Butto, askeri diktatörlükler içinde ezilmiş yoksulların, özellikle kent yoksullarının umudu olarak iktidara geldi. Bu süreç bir yanıyla da Pakistan’da militokrasinin (6) inşası olarak işledi. Bugün Pakistan ordusu 40 milyar dolarlık servete sahip. Ordunun bankacılık, taşımacılık, şirketleri ve üniversiteleri var. Ayrıca petrol istasyonları, çiftlikler ve fırınlar işletiyor. Ülkenin en büyük borsası olan Karaçi Borsası’nda işlem gören işletmeleri bulunuyor. Ordu, ülke ekonomisinin % 15’ini elinde tutuyor. Pakistan’ın “Oyak”ı son derece hırslı ve yatırımcı hamleler yapıyor. Ordunun bir başka yönü de şöyle biçimlendi: Başlangıçta modernist ve laik eğilimli Pakistan ordusu, Ziya Ül Hak döneminde Yeşil Kuşak doktrininin gerekleri doğrultusunda yönelimin değiştirdi. Ziya Ül Hak ordunun İslamileştirilmesi yönünde düzenlemeler yaptı. Ordu, askeri istihbarat ve gizli servis 1980’lerden sonra İslamcı örgütlerle ve Taliban’la son derece gelişkin ilişki kurdu. Bir anlamda bu ilişki, sembiyotik (7) bir ilişkiydi. Pakistan ordusunun bugünkü profili o günlerde şekillendi. Bugün ordunun üst kademesini oluşturan kadro, bu İslamlaştırma politikalarının uygulandığı kesimdir. Bazı yorumcular bu nedenlerden dolayı ordunun içinde iki kanat bulunduğundan (“modernist” ve İslamcı) söz etmektedirler.
Pakistan: Balkanlaşma dalgası yayılıyor Özellikle ABD’nin Afganistan’a müdahalesinin, ordu içinde kanatların çelişkilerini arttırıcı etkisi oldu. Ordu bu süreçte ABD’den aldığı 11 milyar dolarlık yardım sayesinde önemli ekonomik ataklar yaptı. Ekonomik gücü hızla arttı.
“Kendine karşı darbe” 1999 Ekim’inde darbeyle iktidara gelen Pervez Müşerref, 2007 3 Kasım’da kendine karşı darbe yaparak, siyasal literatüre geçecek bir operasyon gerçekleştirdi. Darbeyle şekillendirdiği rejime yine darbeyle şekil vermeye çalıştı. Müşerref, ülkenin kaosa sürüklendiğini, İslamcı radikallerin iktidarı ele geçirebileceklerini ve bu gelişmeyi sadece ordunun durdurabileceğini ve orduyu da ancak kendisinin denetleyebileceğini açıklayarak olağanüstü hal ilan etti. Müşerref, devlet başkanı olarak seçildiği 2001 seçimlerine hile karıştırdığı gerekçesiyle, açılan davanın kararının anayasa mahkemesi tarafından açıklanmasından hemen önce darbe gerçekleştirdi. Anayasa mahkemesi “Pervez Müşerref’in hem devlet başkanı, hem de genelkurmay başkanı olamayacağını” daha önce bildirmişti. Müşerref 2005 yılında genelkurmay başkanlığı süresini uzatmak istedi. Anayasa mahkemesi başkanı İftihar Çaudri, kesinlikle buna izin vermeyeceğini açıklaması üzerine görevinden alındı. Fakat yargı kararıyla yeniden görevine döndü. Yargı ile Pervez Müşerref arasındaki çelişkiler iyice arttı. 2001 seçimleriyle ilgili kararın olumsuz çıkacağını anlayan Müşerref, tüm yargıçları görevden alıp uzaklaştırdı. Yargıçlar bu kararı tanımayacaklarını açıkladı ve anayasa mahkemesini işgal etti. Anayasa mahkemesi askerlerce kuşatıldı. Müşerref Çaudri’yi yeniden görevden aldı. Yargıçlar işgal binasından zorla çıkarıldı. Müşerref kendi güdümündeki bir yargıcı anayasa mahkemesi başkanlığına atadı ve baro başkanını gözaltına aldı. Bu süreçten sonra yargının bütün kontrolü Müşerref’e geçti. Darbeye karşı 2000 avukat gösteriler yaptı. Sokak çatışmaları yaşandı. Birçok avukat gözaltına alındı, muhalif liderler tutuklandı. Bu gelişmeler, 1988 sonrası uygulanan neo-liberal politikalar sonucu ekonomik gücünü yitiren orta sınıflarca tepkiyle karşılandı. Orta sınıflar bir taraftan siyasi alanda rol almaya çalışırken, diğer taraftan ekonomiden daha fazla pay almak istiyorlar. Pervez Müşerref’in askeri darbesini sessizce karşılayan, hatta onaylayan orta sınıf, bugün Pakistan’da ayakta. Bu gelişmenin bir başka nedeniyse, Afganistan’dan kaçan Taliban kadrolarının ve çeşitli İslamcı örgütlerin Peştun bölgesine yerleşmesi oldu. Orta sınıf korkuya kapıldı. Orta sınıf ve çeşitli sivil toplum örgütleri giderek Müşerref karşıtı bir pozisyona girdi. Müşerref böylece kendine yönelik doğan tepkileri etkisizleştirdi. 6 Ekim 2007’de devlet başkanlığı seçimlerini ikinci kez kazanmasıyla ve uluslararası baskılar sonucu genelkurmay başkanlığından istifa etti, yerine Eşfak Pervez Kayani geldi. Müşerref sivil elbiselerini giyerek 15 Aralık 2007’de olağanüstü hali kaldırdığını ve seçimlerin Ocak ayında yapılacağını açıkladı. ABD’ye orduyu denetleyebilecek tek kişi olarak kendini göstermeye devam etti. Darbe ABD’nin bilgisi dahilinde gerçekleşti. Darbe öncesi Pakistan’da siyasal krizi çözmek ve rejimde belirli restorasyon yapmak için ABD’nin aktif olarak devrede olduğu ortaya çıktı. Uluslararası basına göre ABD bu yönde bir yıldan beri çalışma yapmaktaydı. Özellikle 2003’te Pervez Müşerref’e yapılan suikast sonrasında harekete geçen ABD, Müşerref’in siyasi geleceğinin belirsizliğini görüyordu. ABD, Benazir Butto’yu Müşerref’in yönetimde kalmasına yardım edecek kişi olarak değerlendirmekteydi. Benazir
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008 Butto’nun seçimlere katılması, Pervez Müşerref’in devlet başkanı olarak meşruiyetini sağlayacaktı. Formülasyon kısaca şöyleydi: Müşerref orduyu denetleyecek, Benazir Butto halkı kontrol edecekti. Özellikle siyasal İslam’ın Pakistan’da iktidarı sarsacak güce ulaşması ve ordu içinde yaşanan klikleşme ABD’yi rahatsız etmekteydi. ABD’nin organizasyonuyla 2007 Ocak ve Temmuz aylarında Müşerref ve Butto Dubai’de bir araya geldi. Ağustos ve Eylül aylarında Butto’nun ABD’ye yaptığı ziyaretle restorasyonun rotası belirlendi (8). ABD, Müşerref’le kurduğu temaslar sonucunda projenin hayata geçirilmesine karar verildi. Butto’nun olası iktidara gelmesiyle Pervez Müşerref’in meşruiyet kazanacağı ve Pakistan’ın daha istikrarlı bir döneme gireceği düşünüldü. Navaz Şerif, bu tabloyu tamamlayıcı bir unsurdu. Müşerref’in 2007 Ekim ayında yeniden devlet başkanlığına seçilmesi, proje dahilinde Butto tarafından protesto edilmedi. Buna karşılık Butto’nun yolsuzluk davaları düşürüldü. Butto, Pervez Müşerref’in devlet başkanlığına seçilmesinden sonra Pakistan’a dönmeye özellikle dikkat etti. Pervez Müşerref, 8 Ocak’ta genel seçimlerin yapılacağını açıkladı. Pakistan’da seçimler yaklaştıkça iç gerilimler arttı. Benazir Butto suikastı öncesi siyasal yapılar iki ana bloğa ayrılmıştı. Ayrıca bu bloğun dışında kalan gruplar bulunuyordu. Bir blok, liderliğini Benazir Butto’nun yaptığı Pakistan Halk Partisi ve çeperindeki partilerden oluşan Demokratik Restorasyon grubundan oluşmuştu, diğer blok ise Navaz Şerif’in liderliğini yaptığı Pakistan Müslüman Birliği’yle, değişik partilerin ortaklığından doğan Bütün Partiler Demokratik Hareketi’nden meydana geldi. Navaz Şerif önce anti-demokratik gelişmelerden dolayı seçimlere girmeyeceğini açıklasa da, sonradan kararından vazgeçti. Benazir Butto’yla ittifak kurma tartışmaları siyasi gündemi işgal etti. Bu iki bloğun dışında, Pervez Müşerref’in partisi olarak da anılan Pakistan Müslüman Birliği-Q Kayd-ı Azam, ABD karşıtlığı ve İslami değerler üzerine vurgu yapan Müttehid Meclis-i Amal ve bloklar dışı kalan Tehrik-i İnsaf Partisi önce çıktı. Benazir Butto suikastı seçimlerle “normalleşme” sürecine girmesi amaçlanan Pakistan’in hızla politik polarizasyonuna neden olacak. Bu polarizasyonun, ülkede zaten mayalanmakta olan iç savaşı tetiklemesi olasıdır.
Polarizasyondan iç savaşa... Pakistan, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içinde yer alan bir ülke. Jeo-stratejik ve jeopolitik konumu son derece önemli. Hem Uzakdoğu’ya hem de Ortadoğu üzerinden Batıya uzanan bir köprü, hem de Arap Denizi’yle Hint Okyanusu’na açılan bir kapı. Pakistan, 21 yüzyılın jeo-politiğin odak ülkelerinden biri. Soğuk Savaş döneminde jeo-politik, Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve nüfuz alanını genişletmesini engellemek, daraltmak ve kırmak üzerine kurulmuştu. Sovyetlerin çöküşüyle yeni jeopolitik enerji kaynakları, enerji yolları, kıymetli madenler, besin ve su kaynaklarının bulunduğu coğrafyalara göre şekillenmeye başladı. Emperyalist güçler bu jeo-politik üzerinden hegemonya savaşlarını yürütüyorlar. Pakistan ve küresel düzeydeki siyasal gelişmeleri bu nesnel zemin üzerinden okumak gerekir. Benazir Butto suikastı, Pakistan’daki iç dengeleri sarstı ve gerilimi yükseltti. Pakistan’da hileli bir seçim yapma imkanının bile olmadığını gösterdi. Pervez Müşerref’in iktidarına vizyon katması ya da meşruiyet kazandırması beklenen Butto’nun suikast sonucu öldürülmesi, ülkeyi hızla bir kaotik ortama sürükledi.
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008 Bu kaotik ortam, bir boyutuyla iç savaşın mayalanma süreci olarak değerlendirilebilir. Ülkede etnik, dini, mezhebi puzzle, iç savaşa yol açabilecek dinamikler taşıyor. Pakistan’ın zaten kuzeybatı bölgesinde merkezi otoritenin bir hükmü yok. “Kabile federasyonu” bu bölgenin tek hakimi gibi hareket ediyor. Bölge siyasal İslam’ın kontrolü altında. Güney Veziristan’ın belirli bölgelerinde devletin hiçbir kontrolü bulunmuyor. Bunun yanında ülkedeki en ciddi sorunlardan biri olan Belucistan sorunu canlılığını koruyor. Hindistan’la Pakistan arasındaki her an alevlenme potansiyeli taşıyan Keşmir sorunu ise bütün yakıcılığıyla ortada duruyor. Pakistan’da yaşanacak altüst oluşların Keşmir’de etkisini göstermemesi mümkün değil. Pakistan’da ABD destekli “normalleşme” sürecindeki tıkanma, oligarşik klikler arasında iktidar savaşını keskinleştirecek. Ayrıca göz ardı edilmemesi gereken temel güçlerden biri siyasal İslam’dır. Bu gücün yönelimleri Pakistan’daki yakın gelecekteki gelişmeleri belirleyecektir. Siyasal İslam, Pakistan’ın tek ve gerçek “partisi” olan ordunun ve gizli servisin içinde de etkisini gösterecek bir güce sahiptir. Ordunun bir kesimi, Taliban’ı ezmek ve Peştun bölgesindeki kontrolü ele geçirmek istiyor. Taliban’ın Afganistan’da etnik çoğunluk olan Peştunlara dayandığı ve Pakistan içindeki Peştun bölgesinde etkili olduğu biliniyor. Pakistan’da Peştunların nüfusunun 25 milyon olması ve Peştun bölgesinin Pakistan ve Afganistan sınırlarında bulunması, Pakistan’ın iç politikasını etkileyebilecek sonuçlar doğurabiliyor. Ordunun ve gizli servisin bir kısmı, İslami harekete sempatiyle bakıyor. Pervez Müşerref, ABD’den orduyu kontrol edecek tek kişi olarak destek almıştı ama yaşanan süreç ordu içinde iç çatışmalara ve inisiyatif kaymalarına yol açabilir. Müşerref’in yerine yeni bir askeri kimliğin önünün açılması beklenmelidir. Bu olasılık, ABD’nin dozajı artan bir askeri diktatörlük tercihidir. Pakistan’daki kaotik ortam derinleşme potansiyeli taşıyor. Bu sürecin başta Afganistan’da etkisini göstermesi kaçınılmazdır. Aslında Afganistan’ı ve Pakistan’ı bir bütün olarak görmek ve iki ülkedeki gelişmelerin birbirini etkileyeceğini düşünmek yanlış olmaz. Bugün Pakistan’da gerici iktidar klikleri arasında şiddetli bir kapışma yaşanıyor. Pakistan bir anlamda sarsıcı bir destabilize ortama giriyor. Ya da kontrollü bir kaosun içine sürükleniyor. Tıpkı Irak, Filistin hatta Lübnan’da olduğu gibi. Bu bölgede yaşanan makro kriz Pakistan’da yaşananlara da ışık tutuyor. Gelişmeler, başta Pakistan’ın içinde bulunduğu alt kıtayı, Çin ve Hindistan’ı etkileyecektir. Onun dışında Afganistan’la birlikte Ortadoğu’yu etkilemesi ve sarsması olasıdır. Tıpkı Ortadoğu’daki balkanlaşmanın Pakistan’ı etkilemesi gibi. Pakistan’da olası İslami ataklar ve anti-Amerikancı varyasyonlar kısa vadede Irak’ta etkilerini gösterebilir. Pakistan’ın jeo-politiği düşünüldüğünde, Orta Asya bölgesinde önemli sarsıntılar yaşanabilir. Çünkü Pakistan’ın kuzey sınırı Orta Asya’ya açılan bir koridordur. Orta Asya, küresel enerji jeo-politiğinin sinir noktalarından biridir. Pakistan ve Afganistan zeminleri üzerinden “yaratıcı kaosun” yayılması, Orta Asya’da stratejik çıkarları olan Rusya ve Çin’in bu bölgede etkisini kırma operasyonu anlamına gelecektir. Bu noktada bugün küresel düşman ve küresel terörist olarak gösterilen radikal İslam, hatta Taliban’ın kendisi bile (9) balkanlaşma sürecinin katalizörlerinden biri olarak devreye sokulabilir. Bu hem Afganistan, hem de Pakistan için geçerlidir. Ayrıca Pakistan’da “katı” bir askeri rejimin gündeme gelmesi olasıdır (10). Bu rejim ilk başta radikal İslam karşıtı vurgular ve hamleler de yapabilir. Bu durum ordu ve gizli servis içindeki klikleşmelerin sonu anlamına gelmez. Pakistan, balkanlaşma anaforu içine
Pakistan: Balkanlaşma dalgası yayılıyor girmiştir. ABD ve İngiltere’nin “demokratik makyaj” politikaları iflas etmiştir. Şimdi yeni ve karmaşık bir konjonktür yaşanmaktadır. ABD ve İngiltere bu konjonktüre uygun ya da yeni momente uygun politikalar geliştirecektir. Ama Pakistan’a ilişkin ve özellikle etkilediği bölgelerde Çin’in ve Rusya’nın boş duracağını düşünmek yanılgıdır. Pakistan artık dünden daha belirgin bir şekilde emperyalist güçlerin nüfuz ve ekonomik alan mücadelesine girmiştir. Pakistan oligarşisi, burjuva feodal güçler varlığını emperyalist politikalarla tam angajman üzerinden sürdürürken, iki temel “parti” süreci belirleyecek ve etkileyecektir. Biri ordu, diğeri ise bugün çok parçalı görünse de siyasal İslam’dır. Bu iki güç ya da yapı bütün reaksiyonel duruşlarına karşın sembiyotik bir ilişki içinde ve bölge politikalarında emperyalist güçlerin yerli ajanları/ aktörleri olarak devrede olmaları mümkündür. Artık Pakistan her düzeyde manipülasyona açık bir ülkedir. Gelişmeler, halkın kendi geleceğini ellerine almadığı müddetçe, Pakistan’da karanlığın hükmünün devam edeceğini göstermektedir. Dipnotlar: (1)Cemiyet, Mevdudi’nin düşüncelerinden etkilendi. Öncelikle solcu öğrencilere yönelik saldırılarla ve Bangladeş’teki suikastlarla kendinden söz ettirmeye başladı. Cemiyet, 1980’den sonra öğrenci gençliğin yanında, işçiler arasında da etkin örgütlenmeler yarattı. Bunun temel nedeni Ziya Ül Hak’ın gerçekleştirdiği darbeydi. Cemiyet, başta gizli servis ve farklı devlet güçleri tarafından korunup kollandı. (2)Afganistan’da 1980’lerin sonuna doğru Sovyet işgali sona erdi. Bu dönemden sonra Afganistan, mücahit grupların iktidar savaşlarına sahne oldu. Ülkede şiddetli bir iç savaş başladı. Farklı mücahit gruplar, farklı İslami projelere sahipti. İç savaşın sonunda (1990’larda) Taliban ABD, Pakistan ve Suudi Arabistan desteğiyle iktidara taşındı. Taliban Sünni radikalizmini ve Vahabi-Selefi çizgisini temsil ediyordu. Soğuk Savaş’tan sonra ABD, Sünni radikalizminin bu eğilimine istihbarati, askeri ve lojistik destek vererek önünü küresel düzeyde açtı. Çeçenistan’a ve Bosna Hersek’e bu kadrolar yollanarak savaştırıldı. ABD, Yugoslavya ve Sovyet coğrafyalarını önce destabilize edip, sonra kendi ekonomik ve nüfuz alanına sokmayı amaçlıyordu. Özellikle Vahabi ve Selefi ekolden gelen islamcı kadrolar destabilizasyonu yaratan güçler olarak devreye sokuldu. Taliban’ın ABD tarafından iktidara taşınmasının bölgesel jeo-politikle yakın ilgisi bulunuyordu. Taliban, İran’ın Ortadoğu çapında yaydığı Şii radikalizmine karşı bir denge unsuru olarak devreye sokuldu. Şii radikalizmi, Sünni radikalizmle bloke edilmeye çalışıldı. İran bundan dolayı Afganistan’da Taliban’ın iktidara gelmesinden en çok rahatsız olan ülkeydi. Ayrıca narko-ekonomi ve trafikte son derece önemli olan Fergana vadisinde Taliban aracılığıyla, tam kontrol sağlanıyor, Sünni radikalizminin finansal ihtiyacı buradan karşılanabiliyordu. Vadiden elde edilen narkodolarların bölgenin yeniden dizaynı için kullanılması ihmal edilmedi. Yeşil Kuşak Doktrini, Afganistan’ın siyasi tarihi, Taliban iktidarı ve rolü hakkında daha geniş bilgi için bkz. Volkan Yaraşır, Öfkenin Kısa Tarihi, Siyah Beyaz Kitap, 2007; Volkan Yaraşır, İmparatorluğun Yeni Av Sahaları, Mephisto Yay., 2005 . (3)Türkiye’de Özal hükümetleri dönemi de böyle değerlendirilebilir. Özal,12 Eylül rejiminin restorasyonunda rol aldı. 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi, faşist diktatörlüğün ekonomi-politiğiydi. Özal bu ekonomi-politikle Türkiye kapitalizminin transformasyonunu amaçladı. Bu ancak zulmün sistemleştirilmesi, emeğin ıslah edilmesi, tüm muhalif
Kızıl Bayrak 19
güçlerin bastırılması ve korkunun kitleselleştirilmesiyle mümkün oldu. 12 Eylül bir korku dinamosu gibi işlev gördü. Kitleleri kontrol ancak böyle sağlanabilirdi. (4)Çalma rejimi. Devlet düzenine çıkar, rüşvet, yolsuzluk ve bireysel ilişkilerin hakim olması. (5)Afganistan’da NATO’ya bağlı 40 bin asker bulunuyor. Bunun 26 bini ABD askerlerinden oluşuyor. Toplam NATO gücünün yarısı operasyonlara katılıyor. Taliban özellikle kırsal alanda vur-kaç ya da “yerleş, inisiyatif sağla, operasyonda yok ol” taktiği izliyor. ABD, Afganistan’da denetimi iyice kaybetme noktasında. Ne var ki bu arada etnik, dini, milli farklılıklarından ve aşiretler arası düşmanlıkardan yararlanıyor. Bazı savaş ağalarını ve uyuşturucu baronlarını destekliyor, farklı aşiretleri birbirine karşı kışkırtıyor. Afganistan hızla aşiret savaşlarına sahne oluyor. Etnik, dini, milli farklılıklar üzeriden, iç savaş taktikleri uygulanıyor. (6)Ordunun iktidarı ya da askeri iktidar anlamına gelir. Militer “demokrasi”. Parlamentonun varlığına rağmen yürütme erkinde ordunun belirleyiciliğinin olması. (7)Birbirinden beslenen ilişki, birbirine bağımlı ilişki. Bu ilişkinin her zaman iki taraf için yararlı olması gerekmeyebilir. (8)Daha önce 2006’da, Navaz Şerif’le Benazir Butto arasında “demokrasi beyannamesi” imzalanmıştı. Beyanname, asker-sivil ilişkilerini yeniden düzenliyor, temel özgürlüklere vurgu yapıyor ve genel seçimlere ortak girme konusunda anlaşmayı simgeliyordu. ABD ve İngiltere’nin devreye girerek Butto ve Müşerref arasındaki ilişkiyi kurmaları, Navaz Şerif tarafından beyannamenin ihlali olarak değerlendirildi. (9)İngiliz askeri istihbaratı yakın dönemde Taliban’la gizli görüşme yapması, Afganistan Devlet Başkanı Karzai tarafından tepkiyle karşılandı. 11 Eylül öncesinde ABD’nin Orta Asya’daki en önemli enerji hattının denetlenmesi için Taliban’la anlaşmaya vardığı düşünülürse, bu ilişki şaşırtıcı olmamalıdır. Emperyalist politikaların yürütülüşünde pragmatizmin ve oportünizmin belirleyiciliğinin olduğu unutulmamalıdır. (10)Butto’nun öldürülmesinden sonra, Pakistan Halk Partisi’ne önemli bir yönelimin olması olasıdır. 18 Şubat’ta yapılacağı belirtilen seçimlerde, parti farklı kesimlerin ve eğilimlerin oyunu alabilir. Tek başına iktidara gelebileceği gibi Navaz Şerif’in partisiyle de bir koalisyon kurulabilir. Fakat seçimleri Pervez Müşerref’in desteklediği Pakistan Müslüman Birliği-Q’nun “kazanması” durumunda Pakistan, hızla karışabilir. Çünkü şimdiki oy oranı çok düşük olan bu partinin kazanması, seçimlerin hileli yapıldığının somut göstergesi olacaktır. Pakistan Halk Partisi ve Pakistan Müslüman Birliği-N bugünden böylesine bir gelişmeye karşı açık tavır alacaklarını ilan etti. Seçimlerin normal sonuçlandığını varsayarak, yukarıda bahsettiğimiz Pakistan Halk Partisi’nin tek başına iktidara gelmesinin ya da koalisyon formülasyonunun, ömrünün uzun olacağını düşünmek yanlıştır. Pakistan’da geçici bir “normalleşme” yaşanabilir. Bu arada yaptığı yolsuzluklarla meşhur ve siyasi yasaklı olan Navaz Şerif’in Suudi Arabistan’la gelişkin ilişkilerinin de sayesinde, politik arenada rol alması beklenebilir. Özellikle Pakistan’da rövanşizm geleneği, partide Benazir Butto’nun kocası Asıf Ali Zerdali’nin etkinliğinin artması ve ordunun kontrol edilmesi sorunu önemli problemler yaratacaktır. Kaotik gelişmelerin gündeme gelmesi beklenmelidir. Bu veya benzer gelişmeler kısa vadede yeni bir askeri darbenin önünü açabilir. Ayrıca ABD, Peştun bölgesine askeri müdahalesi ve hava saldırıları yapma olasılığı vardır. Bu adımlar, ABD’nin Pakistan’da açık askeri varlığının önünü açabilir.
20 Kızıl Bayrak
Emperyalistler ve işbirlikçileri yenilecek!
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Haydutbaşı’nın uğursuz Ortadoğu gezisi sona erdi…
“Arabulucu elçi” değil, “saldırganlık tellalı” Bush umduğunu bulamadı… İlkin Afganistan’ın, ardından Irak’ın vahşi yöntemlerle işgal edilmelerine imza atan neofaşist ekibin şefi Bush’un insanlığa karşı işlediği ağır suçlar, ancak Hitler gibi emperyalist kapitalizmin “seçkin” bir temsilcisinin suçlarıyla kıyaslanabilir. Diğerlerinin yanısıra işgalden sonra Irak’ta 1 milyon 500 bine yakın insanın katledilmesinin baş sorumlusu olan “dindar zebani” Bush, 8 yıllık başkanlık süresinin son yılında 8 gün süren Ortadoğu turunu tamamladı. Siyonist İsrail’i ziyaret ederek gezisini başlatan Bush’un ikinci durağı, İsrail işgali altındaki Filistin oldu. Bölge turuna şeyhler yönetimindeki bazı körfez ülkelerini ziyaret ettikten sonra Suudi Arabistan’a geçen Bush, Mısır ziyaretiyle turunu tamamladı. Bölgenin gerici/Amerikancı rejimleri Bush’a “özel ilgi” gösterirken, yaygın olmasa da halklar haydutbaşını protestolarla karşıladı.
Filistin sorununu çözmek savaş kundakçılarının işi mi? Washington’dan gelen resmi açıklamalarda, Bush’un önceliğinin Filistin-İsrail sorununa çözüm bulmak olduğunu öne süren vurgular dikkat çekiyordu. Batı Şeria’daki Ramallah kentine geçip Filistin Yönetimi başkanı Mahmut Abbas’la görüşen Bush da, Filistin devletinin kurulmasını önemsiyor görünmek için çaba harcadı. Yaptığı açıklamalarda, daha önce kendisinden duyulmayan sözler sarf etmekten de geri durmadı. Aynı günlerde bölgeye gelen eski İngiliz başbakanı, nam-ı diğer Bush’un fino köpeği Tony Blair de, Ortadoğu dörtlüsü (ABD, AB, Rusya, BM) temsilcisi sıfatıyla yaptığı açıklamalarla, Bush’un başrolü oynadığı çirkin oyunda figüranlık yaptı. Ortadoğu barışı konusunda iyimser olduğunu iddia eden fino köpeği, Bush’un yalanlarına inandırıcılık kazandırmak için çabaladı. Ancak Irak işgaline gerekçe uydurmak amacıyla Saddam yönetiminin 45 dakika içerisinde kitle imha silahlarını devreye koyabileceğini öne süren Blair’in, kaba yalanları “masum” bir yüz ifadesiyle dünyaya ilan etme yeteneği bilindiği için, Filistin’le ilgili uydurmalarını ciddiye alan olmadı. “Sorun çözücü” kılığında bölgeye gelen Bush ise, iki tarafın liderleriyle ayrı ayrı yaptığı görüşmelerinin sonunda, “1967’de başlayan işgalin sona ermesi” gerektiğini söylediği bir basın toplantısı düzenledi. Tarafların anlaşacağı konusunda iyimser olduğunu öne süren Bush, “Anlaşma Filistin’i Filistin halkının, İsrail’i de Yahudilerin vatanı olarak tesis etmeli” diye konuştu. Filistin topraklarındaki görüşmelerinin ardından Kudüs’te de açıklama yapan Bush, İsrail’in 40 yıl süren işgalini sona erdirecek, bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını sağlayacak bir anlaşma için iki tarafın da ciddiyetle müzakerelerde bulunması gerektiğini belirtti. Filistin devletinin bütüncül olması gerektiğini söyleyen Bush, Filistinliler’in “delikli İsviçre peyniri” gibi bir devletten daha iyisini hakettiklerini vurguladı. Bush, 1967’de başlayan işgalin son bulması gerektiğini de ima eden sözler sarfetti. Oysa biliniyor ki, Filistin topraklarını “delikli
İsviçre peyniri”ne çeviren Yahudi yerleşimleridir. Bu yerleşimlerin çalınan Filistin toprakları üzerine kurulmasına “tam destek verenler”in başında da Bush gelmektedir. Demek ki, bu açıklama kaba bir riyakârlığın ötesine geçmemektedir. Filistin devletinden söz ederken, bir Yahudi devletinden söz etmek ise, İsrail’i “saf Yahudi devleti” olarak kabul etmek anlamına gelir ki, bu yaklaşım halen İsrail bünyesindeki filistinli varlığını inkar anlamına geldiği gibi milyonlarca Filistinli mültecinin geri dönüş hakkının da yok sayılmasıdır aynı zamanda. Bush’un bölge turu devam ederken Tel Aviv’den Yahudi yerleşimleriyle ilgili yapılan açıklamalar da, Filistin devletine dair söylenen sözlerin hiçbir kıymet-i harbiyesi olmadığının göstergesidir. Kudüs’te tartışmalı bölgelerde konut inşaat faaliyetlerini durdurmayacaklarını ilan eden İsrail Konut Bakanı Ze’ev Boim, “Başkentimiz olan kenti (Kudüs’ü) bölmek ve egemenliği paylaşmak imkânsız” diye konuştu. Görüldüğü üzere Bush’un sözleri, Tel Aviv’deki ırkçı-siyonistleri pek ilgilendirmiyor. Zira onlar, hamilerinin bu sözleri gösteriş kabilinden söylediğini çok iyi biliyorlar. Hamilerini o kadar iyi tanıyorlar ki, Bush Batı Şeria’da Abbas’la görüşürken bile, İsrail ordusu Gazze’deki katliamlarına ara vermedi. Hal böyleyken hem Mahmut Abbas hem El Fetih’in önde gelen bazı isimleri, Bush’un ziyaretine “özel önem atfetme” gafletine düşmekten kendilerini alamadılar. Mahmud Abbas, “Bush’un ziyaretinin Filistinliler’e büyük bir umut verdiğini” bile öne sürdü. Bir süre önce Bush yönetimi tarafından muhatap alınmak için girişimde bulunan Hamas’ın tutumu El Fetih’ten farklı oldu. “Bush hoş gelmedi. Çünkü o Filistin halkının
“Kolay lokma” olmayan İran’ın petrol satışının çoğunu euro ile yapması, rezerv para olarak da dolardan uzaklaşma yolunda ilerlemesi, ülkenin stratejik önemi, Hürmüz Boğazı’nı denetlemesi, zengin petrol yatakları… gibi hasletleri olduğu hesaba katıldığında, Tahran’da Amerikancı bir rejim kurmanın cazibesi ortadadır. çektiği acıların başlıca nedenlerinden biridir” açıklamasını yapan Hamas sözcüsü Sami Ebu Zuhri, “Bush bölgeye sadece İsrail’in işgaline ahlaki, siyasi, maddi destek vermek ve Filistinliler arasındaki ayrılığı körüklemek için geldi” diye konuştu. Siyonist işgale karşı direnen Filistin halkının Bush gibi eli kanlı bir katilden medet umması beklenemez. Zira bu halk, haydutların her zaman zalimlerin safında yer aldığını bilecek kadar deneyimlidir.
Asıl gündem silah satışıyla halkları birbirine kırdırmaya endeksliydi Filistin’le ilgili sahtekârlıklar bir yana bırakılırsa, Bush’un gündeminde Arap-Fars/ Sünni-Şii çatışmasını kışkırtma, bazı Körfez ülkeleriyle Suudi Arabistan’a yüklü silah satışı gerçekleştirme amacı vardı. Milyarlarca dolarlık silah satışı için Riyad’da yapılan pazarlıkların sonuç verdiği, Bush’un kongreden bu satışa onay vermesini talep etmesinden de belliydi. Bush’un, Kongre’den onaylamasını istediği anlaşma, 123 milyon dolarlık bazı lazer güdümlü bomba teknolojilerinin Suudi Arabistan’a satışını da içeriyor. Kongrenin satışa onay vermesinin önünde bir engel
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008 yok. Ancak bazı üyeler, satılan teknolojinin İsrail’i tehdit edebileceği kaygılarını dile getirince, ABD dışişleri bakanlığı sözcüsü Sean McCormack, Washington’un İsrail’e bölgede askeri üstünlüğü sağlama taahhüdünün arkasında olduklarını söyleyerek kaygıları giderdi. Silah satışı ihalelerini kotaran Bush, gerici Arap rejimlerini İran karşıtı bir blokta toplama girişiminden beklediği sonucu alamadı. ABD’nin Hürmüz boğazındaki “gerginlik”leri körüklemesi ve İran’ın bölge için tehdit unsuru oluşturduğu yönündeki demagojiyi dikkate alan olmadı. Bush, “İran’ın davranışları tüm ulusların güvenliğini tehdit ediyor. Bu yüzden ABD, Körfez’deki dostlarıyla olan güvenlik taahhüdünü güçlendirecek ve çok geç olmadan bu tehlikeye karşı koymak için müttefiklerini biraraya getirecek” şeklinde kesin konuşması, muhataplarını pek etkilemiş görünmüyor. Zorba rejimlerin başındaki Kral ya da Emirler, Bush’u kırmızı halılar döşedikleri havaalanlarında karşıladılar. Bir “efendi” gibi de ağırladılar. Ancak bu madalyonun sadece bir yönüydü. Diğer yönü ise, bu rejimlerin resmi yayınlarından yansıdı. Örneğin, Kuveyt gazetesi El Rai, ‘Bay Başkan, bölgenin akıllı girişimlere ihtiyacı var, akıllı bombalara değil’ manşetiyle Bush’u karşılarken, Suudi rejiminin sözcüsü El Riyad gazetesinin sözü dolaysızdı: “İran’la gerginlik çıkarma ya da savaş başlatmada atlama tahtası olarak kullanılmayı reddediyoruz. Bu konu diplomatik yollarla ve diyalogla çözülebilir. Başkan tüm Arapların dayanışmasını kazanmak istiyorsa, mantıksal olarak en önemli soruna odaklanmalı ki, o da barıştır. Bush Amerikan istihbaratının kısa vadede var olmadığını söylediği bir tehdide kafayı takmamalı. İran’ın teşkil ettiği iddia edilen tehdit, dünyada nükleer silah sahibi 10 ülke arasında bulunan İsrail’in gerçek tehdidini küçültmez. Bush savaş değil barış adamı olduğu müddetçe hoş gelir.” Hem bu rejimlerin hem onların borazanı olan yayın organlarının ABD’ye ya da emperyalizme karşı olmak gibi bir dertleri yok elbette. Ancak, ABD’nin onları İran’a karşı kullanma tuzağına düşmenin kendi sonlarını da getirebileceğini biliyorlar. Zira asıl sorunun İran’ın nükleer silah üretme çabasından çok, bataklığa saplanan Büyük Ortadoğu Planı’nı (BOP) kurtarmak ve ABD’nin çöküşe gittiği gözlenen ekonomisine soluk aldırmak olduğu bir sır değil. “Kolay lokma” olmayan İran’ın petrol satışının çoğunu euro ile yapması, rezerv para olarak da dolardan uzaklaşma yolunda ilerlemesi, ülkenin stratejik önemi, Hürmüz Boğazı’nı denetlemesi, zengin petrol yatakları… gibi hasletleri olduğu hesaba katıldığında, Tahran’da Amerikancı bir rejim kurmanın cazibesi ortadadır. İşte Arap yönetimleri ve halklarını İran’a karşı kullanmak isteyen ABD emperyalizminin, kalabalık heyetle birlikte Bush’u bölgeye göndermesi, bu planı uygulama sürecini başlatma teşebbüsüydü. Fakat uzun geziden yansıyan tüm veriler, Bush’un bu kirli amacına ulaşmayı başaramadığına işaret etmektedir. Filistin, Bahreyn, Mısır gibi ülkelerde protestolarla karşılansa da, Bush gibi bölge haklarına karşı bu kadar ağır suç işleyen bir caniye ve onu bir “efendi” gibi karşılayan uşaklarına Ortadoğu’yu dar etmek gerekiyordu. Bu konudaki eksiklik, anti-emperyalist/antisiyonist birleşik direnişi örmenin, bölge haklarının geleceği açısından taşıdığı hayati önemi bir kez daha ortaya koymuştur.
Emperyalistler ve işbirlikçileri yenilecek!
Kızıl Bayrak 21
Uşağa aşağılayıcı muamele…
Pakistan’da operasyon tehditi! Pakistan’ın gerici-militarist rejimi, kuruluş döneminden beri ABD emperyalizminin kuklalığını yapıyor. Dinci gericiliği palazlandıran bu rejim, aynı zamanda ırkçı-siyonist İsrail devletini de desteklemiştir. Örneğin hükümetini askeri darbeyle devirip Zülfikar Ali Butto’yu idam ettiren general Ziya ül Hak, Filistin hareketinin Ürdün’den sürülmesi için tezgahlanan Kara Eylül katliamını gerçekleştiren askeri birliklerin önde gelen komutanlarındandı. Pakistan rejiminin, özelde bu rejimin militarist güçlerinin ABD emperyalizmine yaptığı en büyük hizmet, radikal dincileri, Sovyetler Birliği’ne yakın duran Babrak Karmal yönetimine karşı kışkırtmak olmuştur. Yaygın söylemin aksine, mücahitlerin saldırıları Kızıl Ordu’nun Afganistan’a girmesi nedeniyle başlamamış, mücahitler Kabil’deki Sovyetler Birliği’ne yakın yönetimi tehdit ettiği için Kızıl Ordu Afganistan’a girmiştir. Nitekim Kızıl Ordu’nun Afganistan’a girmesi tarihinin en büyük yanlışlarından biri olmuştur. Elbette Afganistan’da çatışmaları başlatan mücahitlerin ardında CIA ile taşeronu Pakistan istihbaratı (ISI) vardı. Nitekim sonraki yıllarda emperyalist Amerikan rejiminin “suç dosyası en kabarık” akıl hocalarından Henri Kissinger, Kızıl Ordu’yu Afganistan bataklığına çeken operasyonun çok başarılı olduğunu övünerek anlatmıştır. Sovyetler Birliği’nin çekilmesinden sonra Afganistan’ı mezbahaya çeviren savaş ağaları arasından sıyrılıp iktidara yerleşen Taliban’ın da arkasında CIAve ISI vardı. Bush liderliğindeki neofaşist çete “teröre karşı savaş” ilan ettiğinde de Afganistan’daki taşeronu bir kez daha Pakistan ordusu ile ISI idi. Ortaçağ artığı Taliban rejiminin kısa sürede tepe taklak olması, Pakistan ordusu-ISI desteğinin çekilmesi sayesinde olmuştur. Görüldüğü üzere Pakistanlı işbirlikçiler, Washington’daki efendilerine hizmette kusur etmemişlerdir. Ancak Taliban’ı eğitip ABD silahlarıyla donatan Pakistan ordusunun en azından bazı birlikleri Taliban güçleriyle iç içe geçmiş, bu güçleri halen yedek kuvvet olarak el altında tutmaktadır. Öte yandan Peştunlar’ın yaşadığı bölgelere yığılan mültecilerin de katılımıyla Pakistan’da Taliban destekçisi büyük bir kitle oluşmuştur. Ordu ve istihbarat dahil dinci kökten akımları destekleyen Pakistan rejiminin izlediği politika bu akımları iyice palazlandırmıştır. Aşiretlerin desteğiyle bazı bölgeleri de kontrol eden bu güçlerin Pakistan ordusuyla çatışmaları sürüyor. Afganistan sınırına yakın sözkonusu bölgelerde Pakistan ordusunun 100 bin askerle yığınak yaptığı söylenmektedir. Bu çatışmaları gerekçe gösteren Bush yönetimi, İslamabad’daki işbirlikçilerini aşağılayan bir tutumla, gerekli görülürse ABD ordusuna bağlı “özel kuvvetler”in Pakistan’da operasyon düzenleyeceğini ilan etti. Konuyla ilgili haberi veren New York Times gazetesi, George Bush’un yanı sıra başkan yardımcısı Dick Cheney, dışişleri bakanı Condoleezza Rice ve Bush’un üst düzey danışmanlarının da katıldığı bir toplantıda, Pakistan’da daha kapsamlı operasyonlar yapılmasının tartışıldığını yazdı. Haberde, ABD ordusu ve istihbaratının Pakistan’ın Kaide’nin yeniden güçlendiği Afganistan sınırındaki aşiret bölgelerinde hedefler seçmesi, daha saldırgan karşı terör operasyonlarına girişmesi ve bunun için
daha geniş yetkilerle donatılması konularının görüşüldüğü savunuldu. Adı geçen gazete, şimdiye dek CIA’nin Pakistan’daki operasyonlarını Afganistan’dan yürüttüğünü, son plan uygulamaya geçirilirse ABD ordusunun yardımı alınarak özel operasyon güçleri sevk edilebileceğini savundu. Bush yönetimi haberle ilgili söz söylemekten kaçındı. Ne Beyaz Saray’ın, ne CIA’nın, ne Pentagon’un sözcüleri toplantı hakkında açıklama yaptı. Bu türden bir haberin sessizlikle geçiştirilmesi, genelde onay olarak anlaşılır. Habere tepki gösteren İslamabad’daki Amerikancı rejim oldu. Pakistan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Muhammed Sadık BBC Servisi’ne yaptığı açıklamada, güvenlik güçlerinin militanlarla savaşma kapasitesi ve iradesine sahip olduğunu söyleyerek, “yardıma muhtaç” olmadıklarını ima etti. Bu arada Pakistanlı generaller de, ABD’nin kendilerini aşağılayan tutumundan rahatsız olduklarını yansıttılar. “Bu iş ABD yönetimine düşmez. Bu, ülkeden sorumlu olan Pakistan hükümetinin işidir. Kimsenin yardımına ihtiyacımız yok, kendi işimizi kendimiz görürüz” açıklamasını yapan ordu sözcüsü Vahid Arşad, “Pakistan’da açık ya da örtülü ABD operasyonu yoktur. Bu tür temelsiz haberleri reddediyoruz” dedi. Amerikancı generaller adına yapılan bu açıklama sert gibi görünüyor ama kazın ayağı pek öyle değil. Washington’daki küstahların pervasızlığı muhakkak ki eli kamçılı generalleri rahatsız etmiştir. Ancak “Pakistan’da açık ya da örtülü ABD operasyonu yoktur. Bu tür temelsiz haberleri reddediyoruz” sözler inandırıcılıktan yoksundur. Zira daha birkaç ay önce Pakistan’da bir okulu bombalayan ABD ordusu onlarca kişiyi katletmişti. Dolayısıyla bu “sert” açıklama ABD’ye tepkiden çok, Pakistanlı generallerin ABD ile suç ortaklığının üstünü örtme kaygısından kaynaklı görünüyor. Belirtmek gerekir ki, her soysuz işbirlikçi, Washington’daki savaş kundakçılarının Pakistan rejimine reva gördükleri aşağılayıcı muameleye maruz kalmaya mahkûmdur.
22 Kızıl Bayrak
Eğitim hakkı satılamaz!
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Doğramacı ve Gürüz geleneğinin temsilcisi: Yusuf Ziya Özcan...
Üniversite–sermaye işbirliğinde girilecek yeni aşama! 6 Kasım 1981 tarihinde kurulan ve kurulduğu günden bu yana üniversitelerin çok yönlü bir biçimde düzene entegrasyonu görevini üstlenen YÖK, yeni başkanına kavuştu. Sermaye düzeninin bu kilit kurumuna, yine sermaye düzeninin kilit isimlerinden biri getirilmiş oldu: Yusuf Ziya Özcan... Şimdilerde bu isim üzerine düzen içi taraflaşmada laiklik postu giymiş klik tarafından fırtınalar kopartılıyor. Ancak bu esip gürlemeler bir kenara bırakıldığında, Yusuf Ziya Özcan’ın, “temiz” siciliyle, sermaye düzeninin rahatça YÖK’ü teslim edebileceği bir isim olduğu da açıkça görülüyor. Önümüzdeki dönemde üniversitelerin yapısında bir dizi değişiklik olacağı bugünden öngörülmeli. Elbette YÖK aynı YÖK, elbette değişen bu kurumun misyonu değil. Değişen YÖK başkanlığı kapısındaki isim tabelasından ibaret. Ancak Yusuf Ziya Özcan’ın neoliberal politikaların hız kazandığı bir dönemde bu ulvi görevi üstlenmiş olması da, artık bir takım adımların daha hızlı atılacağının, 27 yıllık üniversiteleri sermayenin denetimine bırakma serüveninin doruk noktasına ulaşacağının yeni bir göstergesi olarak değerlendirilmeli. Nitekim çiçeği burnunda YÖK başkanının arka arkaya yaptığı açıklamalar da bu tespitin ilk göstergesi.
Düzen içi taraflaşmada YÖK krizi ve AKP’nin stratejik hamlesi Sermaye düzeninin farklı klikleri arasında süregelen denge, AKP’nin 22 Temmuz seçim başarısı üzerine ciddi bir sarsılma yaşadı. Devlet bürokrasisinin üç önemli koltuğuna kurulan AKP, dengenin yeniden kendi aleyhine eşitlenmemesi için kritik noktalarda oldukça hassas adımlar atmaktan geri durmuyor. Türk-İş’ten Merkez Bankası’na, düzen içerisinde farklı misyonlarla öne çıkan bir dizi kurumu denetimi altına alan AKP iktidarı, ordu eksenli kliğin dengeyi yeniden eşitlemedeki temel kozu olan Kürt sorunundan da ABD’den operasyon izni kopartarak sıyrılmış oldu. Yine TÜSİAD ile arasını hoş tutma yaklaşımından asla taviz vermeyen AKP iktidarı, SSGSS yasa tasarısına hız kazandırmak başta olmak üzere TÜSİAD’ın tehditkar mektuplarla hatırlattığı bir dizi meselede de adım atmaktan geri durmadı. YÖK Başkanı ataması da AKP’nin bu toplam stratejisi ile uyumlu bir hamle olarak kayıtlara geçmiş oldu. YÖK Başkanlığı’na getirilen isim gerek TÜSİAD içerisindeki konumlanışı, gerek ABD ile kurduğu kurumsal düzlemdeki ilişkileri, gerekse “terörle mücadele” merkezli orduyla kurduğu dirsek teması ile sermayenin farklı kliklerinin sözcülerinin üzerine çok rahat söz söyleyemeyeceği bir isim. Elbette CHP kanadı hala Özcan’ın sicilinde yer alan ve islamla ilgili olan araştırmalar üzerinden fırtınalar kopartmaya çalışsa da, yeni YÖK Başkanı, TÜSİAD’ın, ABD’nin, özellikle de Türkiye’nin eğitim politikasındaki dönüşümler noktasında çoktan geri sayımı başlatmış ve bunu türlü raporlarla ilan etmiş İMF, DB, TÜBİTAK gibi kurumların güvenini yıllar öncesinden kazanmış bir kimlik. Bu haliyle AKP bir taşla iki kuş vurmuş oldu. Bir yandan neo-liberal dönüşümleri bütünlüklü hayata geçirme noktasında üstlendiği
görevi düzen içi tartışmalarla yavaşlatmaktan kaçındığını ortaya koyan AKP, diğer yandan üniversitelerde yaşanacak dönüşümleri zora sokabilecek, engelleyebilecek potansiyel bir gençlik hareketinin de önlemini, kurumun başına “sosyal hareketlilikle baş etme” konusunda stratejist sıfatı taşıyan bu ismi getirerek almış oldu.
Her taşın altından Özcan çıkıyor! Yusuf Ziya Özcan’ın akademik özgeçmişinin dökümü, üniversite-sermaye işbirliğinin Türkiye’deki tarihçesine denk düşüyor. 1973’te Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra devlet bursu ile Chicago Üniversitesi’ne devam eden Özcan, burada yüksek lisans ve doktorasını tamamlıyor. “Türkiye’de sosyal tabakalaşma ve sosyal hareketlilik” üzerine hazırladığı tez ile doktor ünvanı alan Özcan 1981’de, yani YÖK’ün kurulduğu ve darbenin çocuğu bu kurum aracılığıyla üniversitelerde öğretim elemanlarını hedef alan bir cadı avının başlatıldığı yılda, ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde öğretim elemanı olarak göreve başlıyor. Özcan’ın öğretim elemanlığı ile başlayan ve bugün YÖK Başkanlığı’na uzanan kariyer yolculuğu olabildiğine tutarlı. Özcan, akademi ile kurduğu ilişkiyle paralel olarak sermaye ile kurduğu ilişkileri de geliştirerek, “liberal islamcı”, başka bir deyişle gerici ve sermaye uşağı statüsüne uygun bir biçimde konumlanmış ve bu konumlanış bugün onu YÖK’ün, Doğramacı ve Gürüz’den sonra bu kuruma en yaraşır başkanlarından biri yapabilmiştir. Sicilinde İslam’ın kalkınmaya engel olup olmadığı, Nakşibendi tarikatının çok yönlü incelenmesi vb. içeriklerde bir dizi çalışma bulunan Özcan, ayrıca “terör” sorunu ile her zaman özel olarak ilgilenmiş, Türkiye’deki sosyal hareketlilik, etnik kökenler ve bir dizi yanıyla polisler üzerine çok sayıda araştırma yapmıştır. Özcan’ın kurumsal özgeçmişi de çarpıcıdır. Kendisi 2004 yılından bu yana TÜSİAD bünyesinde Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırma Grubu Sekreterliği’ni yürütmekte ve kurumun NATO temsilciliğini sürdürmekte, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun (USAK) Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı sıfatını taşımakta, Uluslararası Hukuk ve Politika (UHP) dergisinde Yazı Kurulu üyeliği yapmakta ve aynı zamanda RTE’nin danışmanı olan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile beraber İstanbul Valiliği Danışma Kurulu Üyeliği’ni de sürdürmektedir. Dünya Bankası ve AB işbirliğinde bir dizi projeye de imza atmış olan Özcan, ayrıca ODTÜ’ye polis konumlanması noktasında harcadığı yoğun emekle de tanınmaktadır. Engin akademik çalışma arşivi arasında ise, 2003 tarihli “Üniversiteye Giriş ve Yüksek Öğrenim Reformu Araştırması” başlıklı bir “rapor” da bulunmaktadır!
Mücadele artık ertelenemez! YÖK Başkanı seçimlerinin öneminin sembolik olduğu ortadadır. Ancak düzenin attığı adımlar bütünlüklü okunup, Özcan’ın bugüne kadar düzen içerisindeki konumlanışı ile birleştirilince, karşımıza
YÖK’ün yıllardır adım adım geliştirdiği müşteri statüsünün tescillendiği ve sermayenin üniversitelerde “polis korumasıyla” cirit attığı bir tablo çıkacaktır. Bu tablonun ilk sinyali yine YÖK’ün yeni başından gelmiştir. Özcan, üniversitelerde özgürlük ortamının tesisi için türbana serbestlik tanınmasını savunan ilk açıklamasının ardından ikinci açıklamasını da yapmış ve bu açıklamayı saf temennilerle birleştirerek sempati toplama yoluna gitmiştir. Üniversitelerin paralılaştırılmasını savunan açıklama, Özcan’ın “devlet üniversiteye para vereceğine öğrenciye versin”, “üniversiteler bilimin üretildiği kurumlar olsun”, “üniversiteler her açıdan özgür olsun, bunun koşulu mali özerkliktir” cümleleriyle süslenmiş, “bütün dünyada bu zaten böyle” yalanları ile cilalanmıştır... Gerçekten de yüksek öğrenim sistemi ciddi bir tehditle karşı karşıyadır. İhsan Doğramacı’nın zamanında YÖK’ü kurarak temellerini attığı, Kemal Gürüz’ün raporlarla süslediği sürece, Yusuf Ziya Özcan artık “bitir” direktifi ile giriş yapmıştır. Kurulmak istenen, işçi-emekçi gençliği için üniversite kapılarının bütünüyle kapandığı, eğitimin kâra endekslendiği, gericiliğin bütün koridor ve amfilerde hakim kılındığı, polisin demirbaşa dönüştüğü bir yüksek öğretim sistemidir. Üniversite öğrencilerine müşterilik statüsünün yanı sıra, eğitim-öğretim döneminin bütününü sermayeye hizmet ile içiçe geçirmek dayatılmaktadır. Çok açıktır ki Özcan tarafından dillendirilen öğrenci bursu vaatleri, koca bir yalandan ibarettir. Yüksek öğrenimin paralı olması, milyonların eğitim hakkının gaspından başka bir anlama gelmemektedir. Burs adı verilen sadakalar, varolan eşitsizliği derinleştirmekten başka bir işe yaramayacağı gibi, geleceksizlik bataklığına itilen gençlik kesimlerinin önüne sahte bir umut ya da bir sus payı olarak atılan aldatmacadan ibarettir. Özcan tarafından dile getirilen bilimsel eğitim, bilimi ve teknolojiyi ve bilgiyi üreten beyinlerimizi sermayeye peşkeş çekmenin başka bir söyleniş biçimidir. ODTÜ’de üretilen füze boyaları, bu düzenin bilimi nasıl kavradığının ibretlik bir belgesidir. Ve yine çok açıktır ki, Özcan’ın özgür üniversitesi, en fazla öğrencilerinin ne yiyeceğine ve ne giyeceğine karar verebileceği üniversiteyi tanımlamaktadır. Yoksa üniversiteleri polis bahçesine dönüştüren, sosyal hareketliliğin her türlüsünü “terör” olarak addeden bu zihniyetin başka bir tür özgürlükle uzaktan yakından işi olamaz! Ve son olarak yine açıktır ki, dünyanın bütünü hiç de Özcan’ın iddia ettiği gibi değildir! Dünyanın dört bir yanında üniversiteler ve üniversite eğitimi benzer bir tasfiye saldırısı ile karşı karşıyadır ama Fransa’da, Yunanistan’da ve dünyanın dört bir yanında üniversite öğrencileri geleceklerine sahip çıkma bilinciyle mücadele etmektedir. Özcan, dünyayı referans göstererek yolunu düzlemeye çalışıyorsa şimdiden söyleyelim; bu çabalar nafiledir! Bu saldırılar da er ya da geç püskürtülecektir. Sermaye düzeninin bu kapsamlı saldırısına karşı gençlik güçleri yüzünü birleşik devrimci bir mücadelenin ihtiyaçlarına dönmelidir. Kapsamlı saldırıları püskürtecek yegane yol budur!
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Yaşasın halkların kardeşliği!
Kızıl Bayrak 23
2007’nin Hrant Dink penceresinden bir dökümüdür…
Öğretilen hassasiyetler ve güzellenen soysuzluklar üzerine A. Eylül Hrant Dink cinayetinin üzerinden bir yıl geçti. Geçen bu bir yıl boyunca cinayeti gölgede bırakan bir dizi gelişme yaşandı. Bu gelişmelerin dökümünü yapmak şovenist histerinin gelinen yerdeki toplumsal sonuçlarını kavramayı kolaylaştıracaktır. Hrant Dink cinayetinden sınırötesi saldırganlığa varan bu bir yıl içerisinde yaşananlar sermaye devletinin bütün bir tarihinin de kaba bir özetidir bir bakıma.
Öğretilen hassasiyetler, güzellenen soysuzluklar… Hrant Dink cinayeti bu coğrafyanın halklarına yıllar yılı dayatılan şovenist öğretinin sonuçlarını ve imgelerini bir bütün olarak gözler önüne sermiştir. Bu imgeler hepi topu birkaç alt başlığa sahip bir hassasiyet kalkanı ve aynı hassasiyetlerce meşrulaştırılan bir soysuzluklar toplamıdır. Trabzon’da TAYAD üyelerinin karşı karşıya kaldığı ve daha sonra birçok ilde Kürt emekçilerini vuran linç girişimleri sonrasında açıktan olumlanan ve sahiplenilen “milliyetçi” hassasiyet, doğal olarak Dink cinayetinin de zeminini hazırlamıştır. Geride bıraktığımız bir yıl içerisinde aynı “hassas duygular”la DTP binaları taşlanmış, şehirlerin en merkezi yerlerinde Kürtler dövülmüş, dükkanlar yağmalanmıştır. Öyle ki Türk halkına yıllar yılı empoze edilen bu kirli hassasiyetler, insanlığa sığmayan tutum ve eylemler bütününün, yani soysuzluğun da güzellemesine dönüştürülmüştür! Bilinçlerin en sakatladığı anlarda ortaya çıkan bu hassasiyetlerin gerisindeki şoven öğreti ise hiç de hassas olmayan ayrıntılarla doludur. Konumuzla bağlantılı olarak bu ayrıntılar okul duvarlarında bile yankılanabilen, “Ermeni dölüdür”, “Kart-Kurt sesleridir” ve “vatandır”, “millettir” ve en geniş katılımlı linçlere ev sahipliği yapmış “Sakarya’dır!” Ötesi ise “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” nakaratıyla yalnızlaştırılmak ve yalnızlaştırılarak köleleştirilmek istenen bir halktır! Bütün bunlara koşut giden bir kahramanlık imgesi yaratılmakta ve umutsuzluk içinde kıvranan, geleceksizlik bataklığında yolunu bulamayan gençler, bu imgenin ışığıyla sokaklara salınmaktadır. Daha geçtiğimiz aylarda bir genç, kahraman olmak dışında hiçbir hassas duygu taşımaksızın bir rahibi bıçaklamıştır. Kapitalizmin kendi hassasiyetleri, yine kendi yarattığı güvencesiz yaşam koşulları karşısında bir anda ve yeniden bulanık bir hal almıştır.
Kardeşlik gösterisine “Hepimiz Türk’üz misillemeleri!” İşte Hrant Dink’in ölümünün ardından İstanbul’da gerçekleşen cenaze töreni bu yüzden özel olarak önemli ve anlamlıdır. 200 bin kişi ile ifade edilen cenaze törenine katılanların hep bir ağızdan ses verdiği “Hepimiz Ermeni’yiz!” sözü, yıllar yılı kendilerine dayatılan soysuzlaştırma politikalarına, şovenist histeriye isyan, köleleştirme dayatmalarına bir karşı koyuştur. Ve o gün ortaya çıkan tablo bir yanıyla bugün hala bizleri “Türk halkına ağıt
yakmaktan” alıkoyandır. Tam da bu yüzden sözkonusu cenaze töreninin ardından koca bir misilleme kampanyası başlatılmış ve bir kez daha etnik ayrımcılığın ve ulusal baskının en kaba uygulamalarının süslü bir dışavurumu olan “Ne mutlu Türk’üm diyene” zihniyeti halkların kardeşliği temennilerinin karşısına çıkartılmıştır. Ve yine bütünüyle yoksunluklar içerisine itilmiş, sermayenin zulüm politikalarının altında ezilen, kültürel ve sosyal hakları gaspedilmiş bir halkın önüne, oyalanması ve unutması için “yücelik” afyonu çıkartılmıştır. Bu bir yıl içerisinde Genelkurmay Başkanı’nın ve ordu eksenli kuklaların ısrarla insanları bayraklarını sırtlanıp sokağa çıkmaya çağırmalarının gerisinde de, sermaye düzeninin bugüne kadar varlığının temeli olan ulusal inkar ve imha politikalarında bir cenaze töreni ile açılan gediği kapatma gayesi vardır. Bu gediğin kapatılması yeni katliamların vizesidir de aslında. Ve nitekim sermaye düzeninin bugün rahatından sınır ötesine adım atmasını sağlayan da, hayatta kalmaktan başka hiçbir suç işlememiş 8 askeri müebbet hapisle yargılatan da, yıllar yılı kendi varlığını katiline armağan etmekten başka çıkar yol bulamayan zihniyetten başkası değildir.
“Bebeklerden katil yaratmak” bu düzenin mayasıdır! Oysa ki bebeklerden katil yaratmak bu düzenin mayasıdır. Hatta sorun 19 yaşında bir gencin katil olarak yetiştirilmesinde değil, bir bütün olarak toplumun bir kitle imha silahına dönüştürülmesidir. Türk halkından her dönem istenen bir intihar saldırısıdır. Ve 2007 senesinin bütünü, sermaye politikalarının önü alınmazsa gelecekte yaşanabileceklerin işaretlerini sertçe yüzümüze vurmaktadır. Ortaya bugün için çıkan bilanço, tüm bir toplumun sefalet bataklığına itilmesinin zeminini ezilen ulusların kanıyla döşemek, ezen ulusa da objektif olarak onursuzluğu dayatmaktır. Ogün Samast’ın karakolda TC bayrağı önünde çekilen fotoğrafları yalnızca Emniyet’in kirli yüzünü açığa çıkartmamaktadır. O bayrak, bir kez daha bir cinayetin ardından yaşanan zafer sarhoşluğuna süs edilmiştir. Varlığını halkların imhasına, sürekliliğini işçi sınıfının sömürü ve yağmasına dayandıran bir devletin bayrağının daha anlamlı kullanılabileceği başka bir fotoğraf karesi yoktur. İşte o fotoğrafın açığa çıkardığı zafer algısı, bu düzen içinde katillikle kahramanlığın, intiharla adanmışlığın arasındaki ince çizgiyi keskin bir biçimde çizmiş oldu. Genelkurmay Başkanı’na hediye edilen ve henüz ilkokul çağındaki çocukların kanı ile bezenmiş bayraksa, Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim politikasının, tarihinin ve mayasının belgesidir.
Saraylardan taşan düşmanlık... 2007 senesi sermaye düzeninin kirli yüzünün bir bütün açığa çıktığı bir yıl olmuştur. İçine “vatanseverliğin” karıştığı her şeyden kan ve cerahat
fışkırmıştır. Saraylardan düşmanlık taşmaktadır. Adalet Sarayları’nın düzenin tetikçilerinin ağırlandığı bekleme odaları, parlamento sarayının at hırsızlarının çiftliği olduğu, medya patronlarının saraylarında imhanın ve inkarın teorisinin yapıldığı ve bütün bunların her birinin gerisinde en derin vatansever duyguların yer aldığı gerçeği üstü örtülemez bir biçimde açığa çıkmıştır. Yanısıra Hrant Dink’in cenaze töreni sermaye düzeninin şoven histeriyi dizginlerinden boşalttığı süreçlerde, farklı isimlendirmelerle de olsa, vatanseverliğin onurunu kurtarmaya soyunanların, pratik tutumlarının da bir yansıması olmuştur. Bugün saraylardan düşmanlık taşmaktadır. Hrant Dink’i katleden, Kürt halkına inkar ve imhayı dayatan, Türk halkını onursuzlaştıran da bu düşmanlıktır. Bugün bu coğrafyada yaşayan halkların bu düşmanını tanımak ve ona karşı birleşmekten başka çıkar yolu da yakın bir tarihte görülmemektedir. Öyleyse Hrant Dink cinayetinin 1. yılında O’nu anmanın en doğru yolu, içerde Kürt halkına karşı inkar ve imha çizgisinin ve dışarda sınır ötesi saldırganlığın karşısına dikilmektir.
24 Kızıl Bayrak
Kapitalizm ve kadın...
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Kapitalizmde kadın ve kadın emeği Burjuvazi kendini varedebilmek için başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi sınıflara ve ezilen tabakalara azgın bir sömürü, baskı ve şiddet üreten politikalarla saldırmaktadır. Bu politikalarla işçi sınıfının yaşam koşulları her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır. Kapitalist sistemin yarattığı erkek egemen toplumda kadın cinsi her zaman ikinci sınıf insan olarak görülmekte, kadın erkeğin isteklerinin kölesi ve yalnızca çocuk yetiştirme aracı olarak ele alınmaktadır. Ezen ile ezilen arasında her alanda yaşanan eşitsizliği kadınlar, özellikle de işçi ve emekçi kadınlar daha yoğun yaşamaktadırlar. Emekçi kadın işçi konumuyla erkek işçilerle birlikte sömürüye ve baskıya maruz kaldığı gibi, sırf kadın olmaktan kaynaklı olarak ek bir sömürüye ve baskıya da maruz kalmaktadır. İşçi ve emekçi kadınlar sigortasız, sendikasız, sosyal haksız, iş güvencesiz, düşük ücretle sistem için ucuz ve yedek işgücü oluşturuyorlar. Yoğun sömürü ve ağır çalışma koşulları altında çalışıyorlar. Daha düşük ücret alıyorlar. İşyerlerinde kadınların sağlığa zararlı ve tehlikeli işlerde çalışıyor olmaları hamile kadınların doğacak olan çocuklarını da tehlikeye atıyor. Ayrıca kadınların fiziki yapılarına uymayan işlerde çalışmaları vücutlarında fiziksel değişikliklere yol açıyor ve çeşitli meslek hastalıklarına yakalanmalarına neden oluyor. Kriz dönemlerinde ilk ve kolay işten çıkartılan her zaman kadınlar olmaktadır. Kadınlar kimi zaman hamile oldukları için, kimi zaman da evlendikleri için işten atılıyor, böylece çalışma yaşamından uzakta tutuluyorlar. İşyerlerinde çocuğu olan kadınlar için kreş ve emzirme odaları bulunmuyor. Hamile kadınlara doğum izni verilmiyor. Bazen sırf bu nedenden dolayı bazen de aile yapısından, geleneksel yargılardan dolayı kadın çalışma yaşamından uzaklaştırılıyor. Kapitalist sistemin yarattığı sömürü ve baskıdan ilk önce ve en çok etkilenen kadın ve çocuklar oluyor. Gericilik ve sosyal yıkımın en çok vurduğu da yine kadınlardır. Günümüzde özellikle kırsal bölgelerde namus cinayetleri yaşanıyor. İntihar sayıları her geçen gün artıyor. Kız çocukları okula gönderilmiyor. Kapitalist sistem, içinde beslediği yoz kültürünü, işçi ve emekçilere medya vb. araçlarıyla empoze ediyor. Kadını meta olarak kullanıyor. Düzenin yarattığı işsizlik ve yoksulluktan kaynaklı fuhuş sektörüne sürüklenen kadın sayısı her geçen gün artıyor. Fuhuş yaygın bir sektör olarak, kadın cinselliğini erkeğe para karşılığında satarak sermayeye kâr alanları açıyor. Sermaye sınıfı kadının cinsel köle ve meta olarak görünmesinin üzerinden kendine pazar yaratıyor. Kadın kapitalist sistemde ev içi köleliğinden de kurtulamaz. Teknelojinin gelişmesiyle ev işlerini kolaylaştıran aletlerle kadının evde yaptığı işlerin yükü nispeten azalmıştır. Ancak buna rağmen dört duvar arasında hapsolan kadının ev içi köleliği bitmez. Çünkü ev yaşamı kadının köleleştirildiği ve sömürüldüğü alanlardan biridir. Ev işi ve çocuk bakımı kadının toplumsal bir göreviymiş gibi gösterilir, buna karışılık kadının ev içi emeği görünmez. Kadının ev içi emeği sayesinde kapitalist sistem işgücünün yeniden üretim masraflarının önemli bir bölümünden kendini kurtarır. Ev kadını, daha
doğrusu eve mahkum edilmiş kadın her türlü haktan ve güvenceden yoksundur. İşçi kadının omuzlarına ise ev işleri ikinci bir yük olarak biner. Fabrika ve işletmedeki ücretli köleliği evdeki ücretsiz kölelik tamamlar, katmerleştirir. İşyerlerindeki ağır çalışma koşullarının üzerine ev işleri, işyerlerinde yaşadığı stres, çocuk bakımı ve kocanın hizmetlisi olması da binince, çalışan kadının yaşamı da iyice çekilmez olur. Çalışmayan ev kadını çocuğunun bakıcısı ve kocasının hizmetçisi, evinin aşçısı, bulaşıkçısı, temizlikçisi ve terzisi olarak gün 24 saat evin emekçisi ve kölesidir. Kadın analık ve ömür törpüsü ev işleriyle daracık bir dünyaya hapsolur. Bütün insani ilişkilerden uzak kalır. Kendini sosyal ve kültürel olarak geliştirmeye zaman ayıramaz, imkan bulamaz. Kadın programları adı altında kendi kültürüyle alakası olmayan TV programları ile beyni uyuşturulur, böylece ömür törpüsü rutin ev işlerinin yarattığı alıklaşma pekiştirilmiş olur. Gelecek umutları ve özlemleri bu tür programlarla eritilir. Sistem tarafından yaşamı, onun kaderiymiş gibi gösterilir ve kaderine boyun eğdirilir. Yoksul gecekondu semtlerinde sistemin sunduğu ağır yaşam koşullarından, sefaletten, kaynaklı kadınların işi daha çok zorlaşıyor. Kadınlar yasalar önünde de erkeklerle eşit haklara sahip değiller. İşsizlik, düşük ücret, sigortasız çalışma, anne-çocuk sağlığını koruyucu yasaların yetersizliği, kreş sorunu çalışan işçi ve emekçi kadınların baş sorunları iken; cinsel hastalıklar, uyuşturucu bağımlılığı, güvencesiz ve sağlıksız çalışma da diğer alanlarda çalışmak zorunda olan kadınların karşılaştığı sorunların başında geliyor. Kadın cinsel ve sınıfsal olarak ezildiği gibi sömürü sisteminin politikalarından dolayı ulusal kimliğinden kaynaklı da baskıya maruz kalıyor. Ulusal kimliği yok sayılıyor, dilleri, kültürleri inkar ediliyor. Katliamlarla, baskı ve şiddetle, zoraki göçlerle devletin imha ve inkar politikaları ezilen ulus üzerinde etkisini gösteriyor. Özellikle Kürt kadınları sistemin saldırılarını çok ağır biçimde yaşıyor. Anadilini konuşamıyor, kirli savaşta ırzına geçiliyor, tacize uğruyor, gözaltına alınıyor, zorunlu göçlerle baskı ve şiddeti daha yoğun yaşıyor.
Kapitalizm kendinden önceki toplumdan devraldığı sömürü kültürüyle kendi burjuva ideolojisini ve kültürünü yarattı. Sömürü ilişkilerinin feodal biçiminin yerine kapitalist biçimi geçirdiği gibi, kadın üzerindeki cinsel baskı ve sömürü alanında da benzer şeyler oldu. Kadının binyılların ürünü olan ezilmişliğini bir kültür ve gelenek haline getiren, bu yolla olumlayan ve meşrulaştıran her şeyi devraldı. Bunların özüne dokunmayarak, onlara kendi kapitalist sömürü ilişkilerinin yeni ihtiyaçlarına uygun düşen bir biçim verdi. Kadın sorununun özüne dokunmayarak, onu kendi egemenlik ve sömürü ilişkilerinin yeni biçimlerine uyarladı. Sanayinin gelişmesi emekçiyi belli sınırlar içinde özgürleştirdi. Onu toprağa bağımlı dünün kölesi olmaktan çıkardı. Büyük sanayinin ve genel toplumsal-kültürel ilişkilerinin içine çekti. Bu emekçinin konumu ve kurtuluşu bakımından büyük bir tarihsel ilerlemenin de ifadesi oldu. Kapitalist gelişme kadını da geniş ölçekli üretim sürecinin içine çekti. Böylece ev yaşamının kısır ortamından çıkmasını sağladı. Kadının üretim sürecine katılması kısmen de olsa toplum yaşamının öteki alanlarına çıkabilmesinin de koşullarını yarattı. Kadının özgürleşmesi kapitalizmi ilgilendirmiyor. Kapitalistleri ilgilendiren sadece geniş ölçekli kapitalist üretimin ihtiyaçlarıdır. Kadının üretime katılması, burjuvazi için ucuz ve yedek işgücü anlamına geliyor ve onu yalnızca bu ilgilendiriyor. Kadının özgürleşmesi, cinsel kimliği üzerinden yaşadığı her türlü baskıdan kurtulabilmesi için önce ekonomik bağımsızlığını kazanması, üretime katılması gerekiyor. Üretime katılan kadın ev yaşamının kapalılığından kurtularak toplumsal yaşama açılabilir, kendini bulur ve özgüven kazanır. Kadının bugünkü toplumda sahip olduğu kazanımlar, burjuvaziye rağmendir ve onun sınıf düzenine karşı mücadele içinde bedeller ödenerek elde edilmişlerdir. Kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesi burjuva egemenlik ilişkilerini ve ideolojisini hedeflemek zorundadır. Bunun için de kadın-erkek emekçilerin birleşik mücadelesinden başka yol yoktur. Emekçi Kadın Komisyonları
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
17 Şubat’ta Kurultay’da buluşalım!
Kızıl Bayrak 25
Emekçi kadınların sesi 17 Şubat’ta Çiğli’deki kurultayda buluşacak! Çiğli’de Emekçi Kadın Kurultayı çalışmalarından... 17 Şubat tarihinde gerçekleştirilecek Emekçi Kadın Kurultayı çalışması tüm hızıyla devam ediyor. Çalışma programımız çerçevesinde ilk önce “Çiğli Organize’de ücretsiz kreş istiyoruz!” talebiyle imza kampanyası başlatmıştık. Bu kampanyamızla ilgili çalışmalarımız devam ediyor. İmza standlarımızı Çiğli Belediyesi önünde sürdürüyoruz. Ayrıca imza föyleriyle Çiğli’nin emekçi semtlerinde kapı kapı dolaşarak hem talebimizi anlatıyor, hem de imza topluyoruz. Ayrıca 13 Ocak günü Harmandalı semtinde de imza stantdımızı açtık. İşçi ve emekçilerin tepkileri çok olumluydu. Bizlere böyle bir çalışma yaptığımız için teşekkür ettiler. Yine aynı şiarlı afiş çıkartıp bunu da Çiğli merkez, Küçük Çiğli ve yol güzergahlarına yaptık. Kadın komisyonu olarak topladığımız imzaları Çiğli Organize Bölge Müdürlüğü’ne ve Çalışma Bakanlığı’na yapacağımız basın açıklamasıyla birlikte göndereceğiz. Çalışmalarımız tüm hızıyla sürüyor. Emekçi kadınları özgürlük ve eşitlik için bir adım ileriye çağırmaya devam edeceğiz. İKSE Kadın Komisyon çalışanları
Çok değil dün vuruldum Gabar dağında Çok ince bir patikadan geçerken Tek bir kurşunla Güneş doğmaz oldu artık O yamaca Bir salkım üzümdüm oysa Yol kenarında Munzur’dan, Fırat’tan, Dicle’den beslendim Yedi kıta yedi bölge gezdim Irk oldum cins oldum soluk oldum Erkek oldum kadın oldum Yenildim ağladım Ama yılmadım Aradım “Ben” Oldum Güneşi buldum kutuplarda Uzağa giden her insan gibi ben de tuttum ilk eli Ve başladı Mücadele! Çiğli İKSE Kadın Komisyonu üyesi bir emekçi
Emekçi kadınların yaşadıkları sorunları, sınıfsal ezilmişlik başta olmak üzere, cinsiyetten kaynaklı baskılar, gerici uygulamalar, ayrımcılık olarak sıralayabiliriz. Emekçi kadın, kapitalist düzenin neden olduğu sömürüden, baskıdan ve yıkımdan daha fazla etkilenmektedir. Çifte sömürünün altında ezilen, horlanan emekçi kadınların sınıf mücadelesindeki önemli yeri tartışmasızdır. Mücadele içindeki yerini alması ve bu mücadelede bir adım öne çıkmasını sağlamak için daha yoğunlaşmış bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Bu bilinçle, Çiğli İşçi Kültür Sanat Evi’nde kadın komisyonu oluşturarak bu doğrultuda çalışmalarımıza başladık. Emekçi kadın mücadelesinde, şimdiye kadar attığımız kimi adımlar ve deneyimler göstermiştir ki, bu alan, daha programlı, daha etkin bir çalışmayı gerektirmektedir. Çalışmalarımızı daha programlı ve sistematik yapabilmek için kadın komisyonumuz, Emekçi Kadın Kurultayı düzenleme kararı aldı. Kurultay hazırlık sürecini, bir anlamda altyapı oluşturma çalışmaları olarak kurguluyoruz. Kurultay hazırlık sürecinin etkin bir şekilde kullanımı ve bunun sonucu olarak başarılı bir kurultay sonrasında çalışmamızda farklı bir düzeyi hedefliyoruz. Bu amaca ulaşacağımıza, çalışmalarımızın belli bir sistematiğe oturtacağımıza inanıyoruz. Kurultayda emekçi kadın sorununa ve kurtuluşuna dair yapılacak canlı ve somut tartışmalar ve mücadelenin ihtiyaçları üzerinden geliştirilen öneriler ışığında kurultay sonrası için bir çalışma takvimi oluşturacağız. Kurultaya giderken önümüze koyduğumuz bir diğer hedefte de amacına yoğunlaşmış ve disiplinli bir çalışma yürütme kapasitesinde bir komisyon olmaktır. Şimdiye kadar, daha çok kendi iç eğitimine ağırlık verecek şekilde çalışma yürüten komisyonumuz, Kasım ayından itibaren bölgemizdeki kadın emekçilerle buluşmak ve onlarla sıkı bağlar kurma hedefiyle çalışmalar yürütmektedir. Kadın emekçilerin yaşadıkları çifte sömürüye, baskıya ve eşitsizliğe karşı “bir adım öne” çıkmalarını hedeflediğimiz bu kurultay hazırlık süreci için bir program çıkardık. Bu çerçevede çalışma programımızın son aşaması 17 Şubat’ta yapmaya hedeflediğimiz kurultay olacak. Kurultaya kadarki çalışma programımızı, kadın komisyonumuzun kendi iç eğitiminin yanısıra emekçi
kadınlar arasında yapacağımız propaganda çalışmalarına ayırdık. Ev toplantıları, imza kampanyası, afiş, bildiri vb. araç ve yöntemler Çiğli Organize’de çalışan işçi ve emekçi kadınlara hem fabrikalarında hem de semtlerinde ulaşmak ve kurultay çalışmamızı onlara taşımak için önümüze koyduğumuz planlamalardır. Komisyonumuz düzenli toplanarak bu konuda disiplinli bir şekilde çalışmalarını sürdürmektedir. Toplantılarımızda bölgemizde kadın işçilerin yaşadıkları daha özgül sorunları üzerine yaptığımız tartışmalar sonucu “Çiğli Organize’de ücretsiz, nitelik kreş” talebiyle bir çalışmaya başladık. Bu çalışmanın araçları olan imza masaları, bildiri ve afişlerini komisyon üyelerimiz kolektif bir tarzda yapmaktadır. “Çiğli Organize’de ücretsiz, nitelik kreş” talebinin dışında kadın işçilerin yaşadığı diğer sorunları ve mücadele taleplerini kurultay kürsüsünden tartışmak ve mücadele talepleri belirlemek için ön hazırlık çalışması yürütmekteyiz. Bu tartışmaları daha fazla işçi kadınla birlikte yapmak için önümüzdeki günlerde ev toplantıları yapmayı hedefliyoruz. Bu geniş tartışma ortamları sayesinde kurultay kürsüsüne Çiğli Organize’deki kadın işçilerin sorunlarını ayrıntılı bir şekilde taşıyacağız. Kurultayda tartışılarak bundan sonraki mücadele programımıza ışık olacak konular için ayrı bir eğitim çalışması yürüterek tebliğler hazırlıyoruz. Bu tebliğlerde emekçi kadın sorununu temel noktalarıyla ele alacak, işçi ve emekçilerin ve Kürt kadınların yaşadıkları sorunlar işlenecek ve çözüm önerilerimiz yer alacaktır. İşçi Kültür Sanat Evi Kadın Komisyonu olarak bölgede, emekçi kadınların içine itildikleri hücrelerin duvarlarını yıkmaları ve bir adım öne çıkmaları için verilen mücadelede, hazırlık süreci ile birlikte başarılı bir kurultay, önemli bir aşamayı ifade ediyor. Bu bilinçle çabalarımızı daha çok yoğunlaştırıyor, yüreğimizi bu çalışmaya daha çok katıyoruz. Biz bu çalışmayı örgütlerken, bu çalışmadan beslenerek kendimizi yeniden üretiyoruz. Bunun verdiği güç ve heyecanla adımlarımız daha da hızlanıyor, kurultaya yürüyoruz! İşçi Kültür Sanat Evi Kadın Komisyonu
26 Kızıl Bayrak
Demokratik hak ve özgürlüklere sahip çıkalım!
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Dağıtım engeli basın özgürlüğünün engellenmesidir...
Sansüre karşı “Sınırsız söz, basın, örgütlenme, gösteri ve toplanma özgürlüğü!” Doğan Dağıtım Satış ve Pazarlama A.Ş birkaç hafta önce anlaşmalı olduğu birçok gazete ve dergiyle olan sözleşmelerini tek taraflı olarak feshetti. Geçmişte satılan yayın bedelinin %40’ını alan YAYSAT, önerdiği yeni anlaşma ile düşük tirajlı yayınların dağıtımını neredeyse imkânsız hale getirdi. Dağıtım tekelleri dağıtımı yapılan yayınların satılıp satılmamasından bağımsız, dağıtım bedelini peşin talep etmekle kalmıyorlar, yanısıra “etiket parası” adı altında yüklü bir meblağ da talep ediyorlar. Bu, birçok yayın için altından kalkılmaz bir külfet anlamına geliyor. Bu “zam” medya tekellerinin denetimi dışındaki yayınların dağıtılmasını neredeyse imkânsız hale getiriyor. Bu ise başlı başına bir sansür anlamı taşıyor. Bu saldırı kuşkusuz Türkiye konjonktüründen bağımsız düşünülemez. Yeni dönemde sermaye devleti yaşadığı gecikmelerin acısını çıkarırcasına IMF programını uygulamaya koymaya hazırlanıyor. Bir yandan işçi ve emekçilere yönelik yıkım anlamına gelen yasalar bir bir geçirilirken bir yandan da Kürt halkına yönelik kirli savaş derinleştiriliyor, Güney Kürdistan’a yönelik operasyonlar hızlandırılıyor. Bölgenin ikinci İsrail’i olmak ve kıyıcı, yıkıcı politikalarını uygulamak için tüm imkânlarını seferber eden sermaye devleti, hiçbir muhalif sese tahammül göstermiyor. Devrimci ve ilerici tüm güçleri ezmek için kolluk güçlerinin ipleri çözülüyor, devrimci düşünceler ve örgütlenmeler dizginlerinden boşanmış bir devlet terörünün hedefi haline geliyor. 2000’li yılların başında yapılan AB makyajının silinmesi ile birlikte devlet terörü yeniden faili meçhuller, kaçırmalar ve basına yönelik saldırılarla kendini göstermeye başladı.
Sansür devlet politikasıdır! Muhalif basını sindirmeye yönelik faaliyetler son yıllarda hız kazandı. Burjuva basının yaptığı çeşitli haberler nedeniyle devletin hedefi haline gelmesi ile başlayan süreç, boyalı basının gerekli dersleri çıkarması ve kendine çekidüzen vermesi ile sürdü. 6 Mart 2004’te gerçekleştirilen Dünya Emekçi Kadınlar Günü eylemine azgınca saldıran kolluk güçlerinin görüntülerinin medyada geniş yer bulması, bunun AB komisyonlarını harekete geçirmesi üzerine Başbakan Erdoğan basını, Türkiye’yi Avrupa’ya şikayet etmekle suçladı. Bu küçük örnek bile hükümetin nasıl bir medya istediğini anlatmaya yetiyordu. Bunu takip eden dönem boyunca basın yasakları birbirini izledi. Tutuklanan ya da katledilen gazetecilerin haberleri birbiri ardına gelirken, 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda yaşananlar gazeteciliğin ve basının devletin gözündeki yerini de göstermiş oldu. Taksim’de birçok gazeteci darpedildi, kameraları kırıldı. Yine 1 Mayıs sabahı uygulamaya konulan ve 8 askerin esir alınması eyleminde tekrarlanan yayın yasakları, kaldırıldığı açıklanan sansürün tüm çıplaklığıyla uygulanmasını sağladı. Basına yönelik saldırıların arttığı bu dönem, holding medyasının kendi içindeki “çıban başları”nı da temizlemesine sahne oldu. Başta Ahmet Şık olmak üzere pek çok muhabir ve yazar, gazete ve televizyonlardan
engellenmesi ya da kitapçılarda yayınların satılmasının yasaklanması vb. takip edebilir. Tüm bunlar sorunu bütünlüklü olarak ele almayı ve birleşik bir mücadele hattı örmeyi zorunlu kılmaktadır.
Basın özgürlüğü için birleşik mücadele!
uzaklaştırıldı. Medya kuruluşlarının satışı da kuşkusuz önemli bir etki yarattı. Murdock tarafından alınan TGRT’nin görüntü arşivindeki tüm ABD bayrağı yakma sahnelerinin yok edildiği anlatılırken, TMSF’ye devredilen Sabah Grubu katıksız AKP propagandasına başladı. 2005’te yürürlüğe giren TCK da basın üzerinde ciddi bir tahakküm yarattı. “Örgüt propagandası”, “askerlikten soğutma”, “Türklüğe hakaret” gibi çok sayıda, basını doğrudan ilgilendiren maddeyi içeren TCK’da, suçun basın yoluyla işlenmesi ağırlaştırıcı sebep olarak görüldü. TCK etkisini hızla gösterdi ve Nokta dergisi yaptığı “hoşa gitmeyen” yayınlardan kaynaklı kapatıldı. Arka arkaya yaşanan baskılar Nokta‘nın yayın hayatına son vermesine kadar devam etti. ANKA ajansı da bir gece vakti ziyaret edilerek harddisklerine el konuldu. Burjuva basına çekidüzen verme operasyonunun ardından sıra doğallığında devrimci, demokrat, yurtsever basın kuruluşlarına geldi. Kürt hareketinin yayın çıkarmasının önü açıkça kesilerek çıkarılan tüm yayınlar aynı gün kapatıldı, dağıtım şirketleri tarafından dağıtımına son verildi. Verilen mücadeleye rağmen Gündem ve benzeri yayınların devamlılığı sağlanamadı. Yine Kızıl Bayrak, Atılım ve Yürüyüş, dönemsel kapatma cezalarıyla karşılaştılar. Evrensel gazetesine Ogün Samast’ın adını O. S. şeklinde yazmadığı için 110 bin YTL para cezası verildi. Tüm bunların dışında devrimci basın büroları defalarca basıldı, çalışanları çeşitli saldırılara uğradı. Bu ve benzeri saldırılar, bugün basın özgürlüğüne yönelik ciddi bir seferberlik içinde olunduğunu göstermektedir. Bu saldırı dalgası da kuşkusuz tek başına basına değil toplumun tüm muhalif kesimlerine yöneliktir. Düzen kendi çizgisindeki medya tekellerinin dışında kalan sesleri bastırma politikası izlemekte, bunu yaparken de tüm fırsatları değerlendirmektedir. Uygulanan dağıtım sansürü de bu politikanın bir parçasıdır. Bugün dağıtımın bu şekilde engellenmesini yarın kargo ve posta dağıtımlarının
Son yaşanan dağıtım sansürü vesilesiyle konu yeniden muhalif basının gündemine girmiş oldu. Bugüne kadar gerçekleştirilen onca saldırıya karşı ancak birkaç birleşik eylem yapılabilmiş ve bunun ötesinde bir tepki örgütlenememişti. Bir araya gelen gazete ve dergiler ortak mücadele etmenin yollarını tartışmaya başladılar. Bu tartışmalar henüz geniş kesimlere yayılmamış olsa da geleceğe yönelik anlamlı imkânları barındırıyor. Bugün büyük medya tekellerinin dışında kalan basın kuruluşları siyasal örgütlülükler dışında bir örgütlülüğe sahip değil. Henüz saldırıların dönemsel tepkiler ile karşılanması ve siyasal süreçlerle birlikte işlenmesinin ötesine geçilemiyor. Saldırıların siyasal olduğu gözönüne alındığında bu mücadele hattı kuşkusuz anlam taşıyor, fakat siyasal süreç biraz durulduğunda güçlerin dağılması ve tepkinin sönümlenmesi kaçınılmaz oluyor. Ta ki yeni bir kapatma ya da benzeri saldırıya kadar... Bu gelişmeleri toplu değerlendirebilecek ve siyasal süreçler ile bağlarını kurarak mücadele hattı örebilecek bir birlikteliğin oluşturulması bugün devrimci, sosyalist ve yurtsever basının önünde bir görev olarak duruyor. Büyük medya tekellerine ve onların ellerinde bulundurduğu imkânlara karşı bir ses çıkarabilmek de ne yazık ki bağımsız yayınların tek başlarına içinden çıkabilecekleri bir sorun değil. Çeşitli imkânların biraraya getirilmesi ile ulaşabilecek alternatif dağıtım ağları, matbaa ve benzeri araçların bu cepheye katabilecekleri saymakla bitmez. Ancak bu sayılanları gerçekleştirmek bugünkü tabloda güçlükler taşıyor. Yıpranmış ilişkiler ve geleneksel alışkanlıklardan kaynaklı pek çok sorun devrimci, demokrat, yurtsever basın kuruluşlarının arasında varlığını sürdürüyor. Kalıcı birlikteliklerin oluşturulması için öncelikle bu sorununun ortadan kalkması ve mezhepçi anlayışların masaya yatırılması gerekiyor. Oluşturulacak birlikteliklerin siyasal gelişmeler karşısında takınacağı tutum ve sadece “söz söyleme özgürlüğü” ile sınırlandırılmayacak bir perspektife sahip olması da önemli. Basın özgürlüğünü AB’ci bir çizgi ekseninde ele almaya çalışan anlayışlara ve AB fonlarına sırtını dayayıp “iyi işleyen kapitalizmi” savunanlara karşı işçi sınıfının ve Kürt halkının taleplerinin açıktan savunulabilmesi gerekiyor. Siyasal hayatla bir paralellik taşıyan bu dağınıklık tablosunun devrimci basın cephesinden aşılması için imkânlar önümüzde duruyor. Bugün gerçekleştirilen girişim süreci kazanmak için atılmış önemli bir adımdır. Eğer imkânlar doğru değerlendirilir, geleneksel önyargılar bir kenara bırakılarak ortak mücadele zemini geliştirilirse, bugün bize imkânsızmış gibi görünen birçok hedefe yarın kolaylıkla ulaşılabilir. Devrimci basının öncülüğünü yapacağı bu girişim, medya tekellerinin karşısında işçilerin, emekçilerin sözünü haykırma ve hakkını savunma görevini daha bugünden omuzlarında taşımaktadır.
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Düzenin liberal solcuları...
Kızıl Bayrak 27
Liberal solun Gregor Samsa’sı: Baskın Oran S. Kızılırmak “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” Bu sözlerle başlayan dönüşüm, Kafka’nın yabancılaşmayı ve bireyi irdelediği ünlü eserinde anlatılır. Olayın kahramanı Gregor Samsa nesneleştirici hayatın kabullerinden sıyrılıp kendisine ve çevresine dışarıdan baktığında, kendisini aynı zamanda bir böcek olarak bulur. Toplumsal yabancılaşmayı ele alan eser özünde sürüden ayrılanın trajedisini anlatır. Bir de bu kitaptaki mekanizmayı tersinden okuyarak, daha doğrusu yazarak, ezber bozduğunu düşünenler var. Gregorlaştıkça zaten bir bağları ve etkileşimleri olmayan dünyayı ezberler ve sıradanlıklar dünyası olarak itham edebileceğini düşünenler… Oysa tek başına Gregorlaşmak, içinde bulunmadığınız dünyayı mahkum etme yetisini size sağlamaz. Maalesef ki buradaki dönüşüm ya da Kafka’nın deyimi ile böcekleşme, tamamen bireysel bir süreci ifade etmektedir... ‘90’larda TÜSİAD adına hazırladığı “demokratikleşme paketi” ile adı öne çıkan Baskın Oran, Kürt sorunundan AB sürecine, demokratikleşmeden milliyetçiliğe kadar kendi içinde tutarlı bir liberal siyasal platformun temsilcisi olagelmiştir. Tabii liberalizmin sol demek olduğunu kendisine kim söylemiştir bilemiyoruz, fakat bu siyasal platformla birlikte kendisi solun “ezber bozan” baskın sesi olma iddiasındadır. Özellikle solun ortak adayı olarak kamuoyunun karşısına çıkarıldığından bu yana... Elbette kendisinin böylesi yanılsamalar dünyasına dalmasında ve gerçek kamuoyuna sol adına kabul edilemez bir imaj yansıtmasına sebep olan solun tablosunu burada ayrıca değerlendirmek gerekecektir. Ama önce şu ezber bozan incilere bir değinmeliyiz. Bir yerde bir takım ezberler bozuluyorsa öncelikle bu ezberlerin var olması gerekir. Oran’ın yapmak istediği, Gregorlaşarak sola bir imaj giydirme çabası tam da budur. O solun ezberini bozmaktadır çünkü sol ezbercidir. O solun cesaret edemediğini söylemektedir çünkü solun gerçekçi olmaya, eski alışkanlıklarının dışında laf söylemeye cesareti yoktur. Elbette buradaki yaklaşım bizim açımızdan bir niyet sorunu değil. Baskın Oran, tam da olduğu gibi, yani bir liberal gibi, sol kimliği tahammül edilemez, basit, ezberci bir kimlik olarak yargılamaktadır. Bozulan son ezber: Emekçi çocukları üniversite okumak zorunda değil! Yeni YÖK başkanı niyetini açıkça ortaya koyan ve hiçbir yanlış anlamaya mahal vermeyen bir açıklama ile çıktı kamuoyunun karşına: “Herkes üniversite okumak zorunda değil. Parasız üniversite eğitimi bizden başka dünyanın neresinde görülmüş. İlla okumak isteyen yetenekli gençler var ise biz onları burslandıralım (borçlandıralım). Çalışmaya başlayınca biz onlardan tahsil ederiz bu meblağı.” Burjuvazinin dolaysız temsilcisi olan Yusuf Ziya Özcan’a söyleyecek hiçbir şeyimiz yok. Neticede dervişin fikri ve zikri birlik arz ediyor. Fakat hemen bu açıklamanın ardından “ezber bozan” çıkıyor sahneye. Kendi ezbersizliği burjuva liberal siyaset alanından geleni yansıtmaktan ibaret olan ve bu yönü ile gerçekten bilimsel terimi ile ezbersiz ve eşdeyimi ile de hafızasız olan safi ayna, Özcan’ın tezlerini aynısıyla yansıtıyor. Merak eden, 13 Ocak tarihli Radikal İki’nin manşetine bakabilir
(Bedava üniversite ezberi). Ay güneşten gelen ışığı yansıtırken hepimiz, gecemizi aydınlatan o parlaklığı ay ışığı olarak isimlendiririz. Bu geçmiş zamanların alışkanlığıdır, o zamanlar bilimsel gerçekler bilinmiyordu. Fakat bugün burjuva liberal tezleri, ben solcuyum hatta sosyalistim diyen birisi bize yansıtırken, solun ezber bozan tezlerini ürettiğini düşünüyor ve inanmamızı bekliyor. Halbuki bilim ne kadar gelişti!..
Burjuvaziden yansıyan sol eğitim modeli Baskın Oran’ın üniversiteye dair ilk tezi: “Üniversite paralı olur fakat bir ihtiyacı olup talep eden dört yıl burs alır”. Tabii özellikle belirtelim, fazla değil dört yıl, bitirdin bitirdin bitiremedin… Hemen ardından bunu gerekçelendiren ikinci tez geliyor: “Para üniversitelere tahsis edilir”. Tamamıyle burjuvaziye ait olan bu tezlerin uzun uzun burada aktarmayı gerekli görmediğimiz açıklamaları da aynı sınıfsal-siyasal aidiyeti ifade ediyor (tabi ezber bozan sol adına). Ve elbette en masum gerekçe, üniversiteler kendi finansmanını sağlasın ki, emekçi çocukları asıl o zaman okuma fırsatı bulsun! Peki devletin gereğince desteklediği ve hayli de pahalı olan vakıf üniversitelerinde emekçi çocukları mı okuyor?
Kafka Oran’a yol göstersin! Madem söze Kafka ile başladık, devam edelim. Baskın Oran neden eğitimin, finansman sorunu olan bir ticari alan olmadığını düşünemiyor. Neden toplumsal üretim sürecine hazırlanan emek gücünün toplumsal değerle finanse edilmesi gerektiğini düşünemiyor? Neden insanların eğitim umutları, ailelerinin verecekleri paralara ya da altına imza atacakları senetlere bağlansın? Neden bir türlü vergilendirilemeyen büyük burjuvaların, rüşvetçi/rantçı bürokratların, korkunç gelir uçurumlarının yarattığı bir toplumda, üniversitelerin nasıl ayakta kalabileceğinin yanıtını eğitim hakkı talep eden gençlerde arıyoruz? Neden burjuvazi tüm topluma şov yaparak milyonlarca doları bir gecede bomba halinde dağlara dökerken, üniversiteler için hiçbir çıkış yolu bulunamıyor? Ve neden Bay K geçebileceği kapının önünde bir ömür beklerken, geçebileceğine inanmadığı için bir kez bile yeltenmiyor. Bize ezberci, hayalperest denebilir. Biz Bay K’ya söyleneni söyleyeceğiz: “Deneseydin geçerdin, kimse sana geçemezsin demedi, önünde hiçbir engel yoktu.”
Baskın Oran bu düzen adına konuşuyor. Kürt halkının haklı öfke ve özgürlük mücadelesinin nasıl bastırılacağını, Kürt adının parlamentoda bir tabela haline nasıl getirilebileceğini anlatırken, bu düzen adına konuşuyor. Nasıl ki TSK bu düzen adına vuruyorsa, o da bu düzen adına konuşuyor. Konuşana değil konuşturana bak! Herkes kendi adına konuşur. Bizi bu yazıyı yazmaya iten ise, tam boy bir burjuva liberalinin sol adına konuşması. Yani milyonlarca işçi ve emekçi adına, çalınan artı değer adına... Teferruata inildiğinde, birçok başlık üzerinden yapılacak tartışma toplamında özet olarak buradan yapılmalıdır. Baskın Oran bu düzen adına konuşuyor. Kürt halkının haklı öfke ve özgürlük mücadelesinin nasıl bastırılacağını, Kürt adının parlamentoda bir tabela haline nasıl getirilebileceğini anlatırken, bu düzen adına konuşuyor. Nasıl ki TSK bu düzen adına vuruyorsa, o da bu düzen adına konuşuyor. AB yolunun nasıl açılacağını, bu konuda emekçileri ikna etmek için türlü güzellemeleri, içi boş temennileri bu düzen adına anlatıyor. AB sermayesi ile bütünleşecek burjuvalar adına... Üniversitelerin nasıl ve neden paralılaştırılacağını anlatırken, 27 yılda üniversiteleri kışlaya çeviren, ticarileştiren YÖK adına konuşuyor. Daha ne diyebiliriz? Kısacası, bu zatı tüm emekçilerin karşısına sol diye, umut diye, alternatif diye çıkarıp konuşturanlar utansın! Tabii liberal tasfiye aşamasına gelmiş geleneksel sol hareket bu eylemi uygulamaya bir başladığında, sık sık kullanma ihtiyacı olacaktır. Bütün bir tarihi bunu gösteriyor, “ezber bozanların” söylediklerine bakarsak yarınları da… Özetle, emeğin, sınıfın ve dolayısıyla onun kurtuluş mücadelesinin içinde olmayanların, bu yönlü bir bakışı olmayanın sol ile bir ilgisi yoktur. İktisadi ve siyasi anlamda sol içinde olmayan Gregor Samsa’nın böcekleşmesi, sol için bir şey ifade etmez.
28 Kızıl Bayrak
Hızır Paşalar’ın sofrasında oturmayacağız! AKP’nin 200 Alevi kurum ve temsilcisine çağrıda bulunarak düzenlediği “Muharrem iftarı”nın gerçekleştirildiği sırada Mamak’ta protesto vardı. “Gericilerin, yakanların, katledenlerin sofrasına oturmayacağız!” diyerek Pir Sultan Mamak Şube önünde toplanan ilerici ve devrimci güçler, Tuzluçayır kavşağına doğru yürüyüş düzenlediler. Kavşakta gerçekleştirilen basın açıklamasında düzenin tek dil, tek din, tek mezhep, tek milliyet dayatmasının artık çöktüğü belirtildi. Maraş, Sivas, Çorum, Malatya, Gazi katliamlarının bu dayatmanın ürünü olduğunun belirtildiği açıklamada, bu katliamları gerçekleştirenlerle aynı sofraya oturulamayacağı belirtildi. AKP hükümeti teşhir edilerek, “Alevi halkının sorunları ancak eşitlik ve özgürlük için vereceği mücadele ile çözülür” denildi ve talepler sıralandı. Eyleme 70 kişi katıldı. Kızıl Bayrak/Ankara
“AKP’nin sofrası Hızır Paşa sofrasıdır!” Pir Sultan Abdal Kültür Derneği üyeleri ve Alevi temsilcileri bir basın toplantısı düzenleyerek, AKP’nin sofrasının “Hızır Paşa sofrası” olduğu vurguladılar. Basının ve Alevi aydınlarının yoğun ilgi gösterdiği açıklamada “Gelinen bu noktada iktidardaki AKP hükümeti, artık beş yıldır Alevileri ve Aleviliği inkar yönünde sürdürdüğü politikayı sürdüremez hale gelmiştir. Bu Alevi örgütlülüğünün bir başarısıdır” denilerek, düzenin “Alevi açılımı”na neden ihtiyaç durduğu ifade edildi. “Aleviliği Alevilik yapan değerler”in tasfiye edilmeye çalışıldığı ve “AKP’nin Alevilerini” yaratmanın amaçlandığından bahsedilerek şunlar söylendi: “AKP çevreleri Çankaya, Anayasa Mahkemesi, TÜRK-İŞ ve YÖK’ten sonra Alevileri de etkinlik alanları içerisine almak istiyorlarsa; onlara bunun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini peşinen söylemek isteriz. Aleviler yaşadıkları sorunların, ülkenin anti laik, antik demokratik yapılanmalarından kaynaklandığının farkındadırlar. Bu nedenle de sorunlarının eşit yurttaşlık hak ve hukuku çerçevesinde, demokratik, laik bir zeminde kolaylıkla çözülebileceğinin bilincindedirler. Alevilerin hiçbir güçten ihsan, ulufe, lutuf beklentisi yoktur. Aleviler ayrıcalık istememekte, uygulanan ayrımcılıkların son bulmasını talep etmektedirler.” Açıklama sahte iftara katılmama çağrısı ile son buldu.
Hızır Paşalar’ın yolundan yürünmez!
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Hızır Paşa sofrası kuruldu...
Alevilere düşen yol Pir Sultanlar’ın yoludur!
“Sen zina ettin, haram yedin, yetimlerin ahını aldın, haram para ile yapılmış yemeklerini ben değil köpeklerim bile yemez.” Bu sözlerle kalkar Pir Sultan Hızır Paşa’nın sofrasından. Ve affedilmesi için, içinde “Şah” geçmeyen üç deme söylemesini talep eden Hızır Paşa’ya yanıt olarak her kıtasında “Şah” geçen 17 kıta okur ve böyle yürür ölüme... İşte bu sofra, Pir Sultanlar’ın yolundan gidenleri Hızır Paşa’nın safına geçmeye çağırmak için bir kez daha kuruldu. Günümüzün Hızır Paşalar’ı yıllardır yok saydıkları, katlettikleri, aşağıladıkları Alevileri düzene bağlamak ve gericiliğe yedeklemek için aşağılık senaryolarını sahneye koydular. AKP’liler, yanlarına kattıkları birkaç satılmış ile birlikte “Alevi açılımı” adı altında tezgahlanan bu oyunun bir parçası olarak, 11 Ocak günü, İstanbul’da Bilkent Otel’de “Muharrem ayı iftarı” düzenlediler. İftar daha gerçekleştirilmeden önce pek çok tartışmaya konu olmuştu. Abdal Musa Vakfı tarafından organize edildiği iddia edilen iftarın 40 bin dolara mal olduğu ve bu vakfın bu kadar parayı nasıl karşıladığı sorulurken, AKP Milletvekili Reha Çamuroğlu kendisini protesto edenlere “şaklabanlığı bıraksınlar” diyerek saldırmıştı. Alevi örgütleri ise çeşitli protestolarla tepkilerini ortaya koyarak, bu yemeğe katılanları düşkün ilan edeceklerini açıkladılar. 1970 yılında da benzeri bir durum yaşanmış, Demirel hükümetine güven oyu veren 5 Alevi dedesi düşkün ilan edilmiş, bu kişiler bir daha toplum önüne çıkamamıştı. Yemeğin katılımcılarının kimlikleri bile amacını ortaya koymak için yeterli aslında. İftarın başkonuğu tabii ki Tayyip Erdoğan’dı. Sivas katliamın faillerinin avukatlığını yapanların partisinin başkanı, işçi-emekçi düşmanı ve ABD uşağı kimliğiyle gayet iyi tanındığı için, ek bir şey söylemek gerekmiyor. Yemeğe katılan bir başka tanıdık sima ise Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu... Hani şu Türkleri kafataslarına göre tanıyan ve daha yeni Alevi Kürtleri için “Ermeni dönmesi” tabirini kullanarak onları aşağılamaya çalışan zat. Aleviliğin Diyanet’e bağlanma tartışmalarının yapıldığı bir dönemde Diyanet İşleri Başkanı’nın salonda bulunmasına da şaşırmamak gerek. Ayağının tozuyla üniversiteleri
ticarileştirme planları kuran YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, toplanması planlanan Ermeni Konferansına katılacak olanları “vatan haini’ diye niteleyen Cemil Çiçek ve devlet erkanının kirli geçmişleri saymakla bitmeyecek çok sayıda mensubu... Yemek Erdoğan’ın yaptığı açılış konuşmasıyla başladı. Erdoğan’ın “Sevgili canlar, değerli kardeşlerim” sözleriyle başlayan konuşması kuru bir birlik-beraberlik teması etrafında şekilleniyordu. Erdoğan yüzyıllardır Alevilere uygulanan baskı ve zulmü bir kenara bırakarak, “Aziz milletimizin asırlardır bozulmayan kimyasının, kardeşlikle yoğrulan hamurumuzun, bugünkü meselelerimizi aşacak kudretli bir öze sahip olduğundan hiç kimsenin şüphesi, endişesi olmamalıdır”diyerek, Alevileri bu sözlerle kandırabileceğini düşünüyordu. Düşkünlük tehditlerini de savuşturmaya çalışan Erdoğan, “Hiç kimsenin haklı iradesi, gönlü, başkasının ipoteği altında değildir. Dinin tek bir sahibi var, o da yüce Allah’tır” diyerek, Alevi inancını zan altında bırakma tavrını sürdürdü. Alevi tabanına oynamak için sıklıkla Pir Sultan’dan alıntılar yapan Erdoğan, devrimci değerlere de dil uzatarak devrimci şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirlerini kirli emellerine alet etmeye çalıştı. Dinsel gericiliğin ve sünni inancının kavramlarıyla bezenmiş konuşma, “Cumhuriyet, bütün inanç gruplarına, mezheplere, dini inançlara eşit mesafede durmak, hepsinin din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına almak durumunda” sözleriyle sürdü. Konuşmada dikkat çeken bir başka nokta ise, sürekli birlik ve karşılıklı saygıdan bahsedilirken, bir kez bile Alevi sözcüğünün kullanılmaması, kullanmaktan özenle kaçınılması oldu. Bu bile Aleviliğin yozlaştırılma çabasının bir göstergesidir. “Alevi açılımı” adı altında sunulan ve ehlileştirme planının bir parçası olarak düzenlenen yemek birçok şeyi gözler önüne sermiştir. Düzen, Alevi kitlelerin taşıdığı devrimci potansiyeli yok ederek, onları “devletle barıştırmak” istemektedir. Sofra bunun için kurulmuştur ve Hızır Paşa’nın sofrasından farksızdır. Alevilere düşen, bu kirli hesapları boşa çıkararak, Pir Sultanlar’ın yolundan, yani düzene karşı mücadelenin yolundan gitmektir.
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Alevilik ve cumhuriyet üzerine...
Kızıl Bayrak 29
Alevilik ve cumhuriyet... M. Can Yüce
TC Başbakanı T. Erdoğan, Aleviler için kutsal olan Muharrem “iftarı”na katılınca, Aleviler arasında ve diğer çevrelerde günler süren bir tartışma süreci başladı. Bunu AKP’nin başlatacağı “açılımların” başlangıcı olarak yansıtanlar olduğu gibi, bu pratiği “Alevileri asimile etme girişimi” olarak değerlendirenler de oldu. Bu tartışmalarda, bunların özü bir yana, bizim için önemli olan, TC ile Alevilik inancı arasındaki ilişkiyi ana çizgileriyle irdelemeye, devlet ile Aleviler arasındaki ilişkilerin bundan sonraki yönü hakkında birkaç söz söylemeye vesile olmasıdır. TC ile Alevilik arasındaki ilişkinin özü kavrandığında, dinci bir kökenden gelen, şimdilerde resmi çizgiyle arasındaki sorunları çözerek resmi devlet ve düzen partisi konumunu pekiştiren AKP’nin ve onun Genel Başkanı’nın Alevi inancına yaklaşımının özü hakkında da sağlıklı bir değerlendirmeye ulaşmak mümkün hale gelecektir. Aleviler, Cumhuriyet döneminin sayısız katliamına maruz kalmalarına, resmen inançsal kimlikleri tanınmamasına, her açıdan bir inkârı ve dışlanmışlığı yaşamalarına rağmen, genel olarak, duruş olarak Cumhuriyet ve M. Kemal tutkunu bir profil çizerler. Bu durum ve duruş çok şaşırtıcıdır; aynı zamanda trajik bir paradoksu anlatmaktadır! Bunun nedenleri var kuşkusuz! Birazcık açmakta yarar var: Osmanlı dönemi, Aleviler için kimi zaman katliamlara varan baskı, dıştalanma, açık inkâr, yasak, korku ve zulüm dönemidir! Sünniliğin Halife katında en yüksek temsilini bulduğu, Alevi katlinin vacip sayıldığı, dıştalama, küfür ve aşağılamanın resmen ve toplumsal düzeyde egemen olduğu bir dönem, Aleviler için kendini gizleme, inançlarını gizliden gizliye yaşama dönemidir. Korku ve gizli direniş onların düşünsel ve ruhsal durumunu özetler… Osmanlı, onlar için bir yabancı, bir gaddarlık ve zulüm merkezidir! Dolayısıyla imparatorluğun dağılmasını, Saltanat ve Hilafetin kaldırılmasını büyük bir sevinçle karşılamışlardır. Yine 1925’ten sonra geliştirilen ve oturtulan Kemalist laikliği, kendi inançlarına, kendi inançlarını özgürce ve dilediğince yaşama olanağı tanımamasına rağmen sevinçle karşılamış; şeriat ve Osmanlı düzenine dönüş önünde bir barikat, bir güvence olarak algılamışlardır! Bu yaklaşımın bir noktaya kadar anlaşılır bir yanı var, ama sonuçta veba ile kanser arasında bir tercih yapma durumundan öte bir anlam ifade etmemektedir. Kemalist laikliğin Aleviler’e getirdiği, şeriat gericiliğini siyasal, hukuksal alandan kaldırmak, toplumsal yaşamda bu gericiliği belli ölçülerde, “modernleşme” bağlamında, sınırlandırmak düzeyinde kalmıştır. Kemalist laiklik, Aleviler için hiçbir zaman dinsel-inançsal bir özgürlük, inançsal kimliğin bir kabulü, bunun gerektirdiği olanak ve kurumsal güvenceler anlamına gelmemektedir. Osmanlı gericiliğine, dinsel-şerri bağnazlığına göre “modernleşme” bağlamında “ileri” bir adım ifade etse de, Kemalist laiklik, dinsel özgürlük, dinin devletin dışına taşırılması değil, tersine dinin devlet tekeline alınması ve kontrol edilmesi, bunun için devasa bir kurumlaşmanın (Diyanet) yaratılması, Sünniliğin resmi din olarak sürdürülmesi, bunun dışındaki dinsel inançların reddi, inkârı ve görmezden gelinmesi gerçeğini anlatmaktadır. Kısacası bu sistemde Aleviler yoktur, onlar da Sünniİslam olarak kabul edilmekte, eğitimleri bu bağlamda yapılmakta, görev ve yükümlülükleri bu bağlamda belirlenmektedir! Böyle olmasına rağmen Aleviler, Cumhuriyeti ve kurucusuna bağlılığı hep yeniden üretmiş, kimi zaman onu “kendilerinden biri” olarak görmüş ve kimi zaman da mistik öğelerle “dokunulmazlar” arasına almışlardır. Devlet ve resmi çizgi ile onun temel sözcüsü CHP ile bu politik-ideolojik bütünleşmenin faturası, hiç kuşkusuz hep ağır olmuştur. Daha öncesi bir yana, Maraş, Çorum
ve en son Sivas katliamları bunun en dramatik örnekleri olmaktadır. Bu katliamlar, devlet ve egemenler için krizden çıkmanın bir basamağı yapılmıştır. Maraş katliamı, 12 Eylül askeri darbesinin önemli bir kilometre taşı niteliğindedir. Sivas katliamı 1990’lı yıllarda geliştirilen Çiller-Güreş ekibinin kirli savaş döneminin dönemeci yapılmıştır! Ancak bu açık örneklere rağmen “şeriat” sopası ile yüreği ve beyni korkuyla işgal edilen Aleviler, Kemalizm’den vazgeçmemiş, tersine ona sarılmaya devam etmişlerdir. Özellikle Türk Alevilerde durum budur! Kürt Alevilerin durumu benzer çizgiler taşısa da kendine özgü yanları vardır. Osmanlı, onlar için de baskı, katliam, açık ve resmi dışlanma anlamına gelmektedir. Dahası Yavuz döneminde gerçekleştirilen büyük katliamlar, Kürdistan’da kurulan Sünni-Şafi Kürt beylerine dayanan “beylik sistemi”, Aleviler için ek baskı, talan ve zulüm anlamına gelmektedir. O nedenle Şafi Sünni Kürt beylerine duyulan nefret ve korku Osmanlı nefretini ve korkusunu gölgelemektedir. Dıştalanma, aşağılanma ve “katli vacip” kültürü, günlük yaşamın ayrılmaz parçaları haline gelmiştir. Bu nedenle dağ eteklerinde, şehir ve ovadan uzak yerleşim yerlerini tercih etmeleri bu büyük korku kültürünün bir parçasıdır! Bu ağır politik, dinsel-kültürel ve toplumsal durum Hamidiye Alayları döneminde daha da ağırlaşmış ve yaşamı dayanılmaz boyutlara çıkarmıştır. Bunlara karşılık kendine özgü yaşam çizgilerinde direniş, bunun dayandığı felsefe ve kültür, düşünsel ve ruhsal yaşamlarını hep canlı tutmuş ve beslemiştir! Daha çok kendi başına yaşayan, coğrafik konumu nedeniyle Osmanlı ve Sünni Kürt beylerinin baskısını çok yakından yaşamayan ya da daha sınırlı yaşayan Dersim Alevileri’nin durumu biraz daha farklıdır. Ama Sünni Kürtlerle yan yana ve iç içe yaşayan Kürt Aleviler’in yaşam koşulları çok ağırdır. Bu ağır koşulların kendine özgü kişilik ve ruhsal yapılar şekillendireceği de çok açıktır. Bu da başka bir tartışma konusudur, geçiyoruz. Osmanlı dönemini kendisi için bir karanlık ve zulüm dönemi olarak algılayan, o dönemi acıyla anan Kürt Aleviler’de inançsal kimlik ulusal kimlikten önde gelmekteydi. 1970’li yıllarda ve öncesinde Dersim dışındaki Kürt Aleviler’e “kimsiniz”, “kimliğiniz nedir” diye sorduğunuzda, “Alevi” yanıtını alırdınız. Türkleştirme çarkından geçmeyenler, Türk olduklarını da kabul etmezlerdi. Kendilerini salt inançsal-dinsel kimlikleriyle tanımlarlardı. Bunu salt 1940-50’lerden sonra kurumsal olarak geliştirilen asimilasyonTürkleştirme politikası ve sonuçlarıyla açıklamak, yetersiz bir yaklaşım olur. Yine devletle işbirliği yapan, M. Şerif Fırat türünden Truva Atları’yla açıklamak da yetersizdir. Kuşkusuz bunların da önemli etkisi olmuştur, ancak bunun kökleri Osmanlı’ya ve daha öncelere uzanmaktadır. Alevilik, devlete, düzene, egemen dine derinden ve sürekli bir direnişi, “muhalefeti” anlatmaktadır. Kimi dönemlerde bu radikal bir duruşa, daha sert başkaldırılara da dönüşmüştür. Ancak genel durumu derinden ve sürekli bir “muhalif duruş” niteliğindedir. Bu da aslında bir yaşam tarzını anlatmaktadır. 1970’li yıllardan sonra devrimci ve yurtsever hareketlerdeki Alevi gençliğin kitlesel varlığı, genelde Aleviler’in etkin desteği rastlantı değildir; bu, hem geleneksel direniş duruşlarından, hem de toplumsal konumlarından kaynaklanmaktadır. Yoksa bu dönemdeki hareketler Aleviler’i ve sorunlarını devrimci demokratik bir tarzda algılamış ve ortaya koymuş, bunu demokratik bir programa ulaştırmış değillerdir. 1990’lı yıllar, aynı zamanda Aleviler için “uyanış” yıllarıdır. Kimliklerini açıkça ifade etmekte, konumlarını, sorunlarını ve çözümlerini açıkça tartışmakta, bu eksende
örgütlenmektedirler. Cemevleri, dernek ve vakıflar bu dönemeden sonra kurulmuş ve çoğalmıştır. Bunda Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin Kemalizm’e vurduğu darbe, resmi çizginin toplum katında yaşadığı çözülme çok önemli bir rol oynamıştır. Yine yoğun göç ve bunun sonucunda yaşanan “kentleşme” olgusu ve sonuçları, bunun toplumsal zeminini yaratmıştır. Genelde insan hakları, demokrasi bağlamında süren tartışmalar ve hareketler de etkide bulunan diğer etkenlerdir. Bu süreç aynı zamanda Aleviler’in hızlı bir şekilde saflaştıkları bir süreçtir. Saflaşma ulusal boyutta olduğu gibi sınıfsal ve toplumsal boyutlarda yaşanmıştır. Bu, kendisini ideolojik, politik ve örgütsel boyutlara da yansıtmıştır. Bu gelişmeleri gören TC, bu gelişmeleri etkileme, giderek kontrol altına alma çabalarını geliştirmiştir. Hacı Bektaş Şenlikleri’ne gösterilen ilgi ve devletin en üst düzeyde ilgi göstermesi, bunun sadece simgesel ifadesi olmaktadır. Özal ile başlayan bu ilgi, bugün T. Erdoğan ile devam etmekte, yeni bir noktaya taşınmak istenmektedir. Kuşkusuz bu ilgi, Alevi hareketini kontrol altına alma ve giderek devlete eklemleme hareketinden başka bir şey değildir. Bu çaba, “devşirme” Aleviler’in sayısını çoğaltmayı da içermektedir… Varolan devlet düzeni, TC’nin resmi çizgisi ile Aleviler’in demokratik taleplerini bağdaştırmak, uzlaştırmak mümkün mü? Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. Kemalist laiklik, TC iktidar sisteminde bir köşetaşı niteliğindedir. Kemalist laiklik, din ve inançlar karşısında eşit mesafede durma, din ve inançları bütünüyle devletin dışında tutma gibi demokratik laikle çok az ortak yanı vardır. TC, dini politik iktidar sisteminin kontrolü altında tutma ve kendi ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirme ihtiyacı ve bunun kurumlaşmasından vazgeçebilir mi? Yani Diyanet İşleri Başkanlığı’nı dağıtabilir mi? Dinin yönetimini devletin dışındaki alanlara bırakacak mı? Bu doğrultuda yaratılmış hukuksal yapıyı, devasa kadrolaşmayı tasfiye edecek mi? Peki bunlar yapılmadan Alevi inancını tanımak, bu inanca kendisini özgürce yaşama olanaklarını sağlamak mümkün mü? TC’yi ve iktidar sistemini görmezden gelmeden bu sorulara olumlu yanıt vermek mümkün değildir! Kimi Alevi çevreler, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Aleviler’e yer verilmesini istemektedir. Bunun gerçekleşmesi mümkün değildir, mümkün olsa bile o zaman bu, Aleviliğin özüyle bağdaşmaz! Aleviler’in inanç ve ibadet özgürlüğü yönündeki istemleri demokratik istemlerdir. Ama bu istemlerin TC’nin mevcut yapısıyla, laiklik sistemiyle ve bu sistemin içinde gerçekleşmesi hemen hemen olanaksızdır. Bu sistem dağıtılmadan, ya da çok radikal bir değişimdönüşüm programına tabi tutulmadan bu istemlerin gerçekleşme olanağı yoktur. Ama öte yandan bu yönlü istemler ve hareketler derinleşerek devam edecek, iç tartışma, saflaşma süreçleri de derinleşerek devam edecektir… Buna paralel olarak devletin ve devlet partilerinin bu hareketle oynama, asimile etme, kendine bağlama ve özünü boşaltma çabaları da aralıksız devam edecektir. Bu noktada devrimci yurtsever ve devrimci sosyalist hareketlerin programatik ve pratik duruşu önemlidir. Öncelikle Alevi sorununu doğru algılamak, demokratik istemlerini doğru bir biçimde programlaştırmak, bu programın günlük pratik mücadelesini vermek, Alevi hareketi içindeki saflaşmada emekçi, yoksul ve demokratik-halk öğelerini desteklemek ve onların mücadelesinin yanında olmak durumundadırlar. Devletin bozma ve yozlaştırma çabalarının önüne ancak böyle anlamlı çalışmalarla geçilebilir… 15 Ocak 2008
30 Kızıl Bayrak
Gelecek sosyalizmindir!
Sayı:2008/03 18 Ocak 2008
Onbinlerce kişi R. Luxemburg ve K. Liebknecht’i andı...
“Zafer her yerde sosyalizme aittir!” Her yıl geleneksel olarak Berlin’de gerçekleştirilen ve Almanya’nın en büyük politik gösterisi olan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht anması, bu yıl da Ocak ayının ikinci haftasında, 13 Ocak 2008 tarihinde gerçekleştirildi. Alman devleti, her yıl yaptığı gibi bu yıl da, her türlü kirli saldırı ve rezilce provokasyona başvurdu. Önce, besleyipkoruduğu neo-nazi çetelerini, bu yürüyüşe karşı bir yürüyüş izni almak üzere harekete geçirdi. Bununla da kalmadı, ırkçı partiyi harekete geçirerek, 1944 yılında idam edilen KPD yöneticisi ve sendikacı Anton Saetlow’un adının verildiği, Berlin’in Lichtenberger ilçesindeki meydanın adını değiştirme girişiminde bulunmasını sağladı. Alman devleti ve polisinin tüm çabalarının biricik amacı, ortamı mümkün olduğunca germek, terörize ederek korku yaratmak, böylece yürüyüşe ve diğer etkinliklere katılımı engellemekti. Ancak bu kirli oyunlar bu kez de başarıya ulaşmadı. Bu yılki yürüyüşe, geçen yılkinden daha fazla, yaklaşık onbin kişilik bir katılım gerçekleşti. Sabahın erken saatlerinden başlayarak gerçekleştirilen anıt mezar ziyaretine de her yıl olduğu gibi onbinlerce insan katıldı. Yürüyüşe katılımın ezici ağırlığını genç bir kitle oluştururken, anıt mezar ziyaretinin konuklarını, her zamanki gibi, belirgin bir ağırlıkla yaşlı kuşak sosyalistler oluşturuyordu. Yine her yıl olduğu gibi, sosyalizme ait sloganları ve sembolleri heyecanla karşılıyorlardı. Özellikle de yaşlı kuşak sosyalistlerin tutumu, sosyalizmin iki seçkin önderi R. Luxemburg ve K. Liebknecht’in unutulmadığının ve asla unutulmayacağının somut örneğiydi. Yürüyüş, çeşitli ülkelerden ve Almanya’nın iriliufaklı tüm yerleşim birimlerinden gelen işçi, emekçi ve gençlerin toplanmasının ardından, saat 10.00’da Berlin’in Frankfurter Tor Meydanı’nda başladı. Yürüyüşe, Almanya’dan DKP, Die Linke, “Sosyalizm kazanacak!” pankartıyla MLPD, İG Metal’den muhalif sendikacılar ve anti-faşist otonom gruplar katıldı. DKP kitleselliğiyle, MLPD korteji ise Rebbel gençliğinin kitlesel katılımı ve canlılığı ile dikkati çekti. PDS ve Die Linke’nin katılımı ise sembolikti. Bunların yanısıra, başka ülkelerden ilerici ve devrimci partiler de pankart ve dövizleriyle yürüyüşe katıldı. Anadolu Federasyonu, TKEP-Leninist, TKP/ML, MKP, MLKP, TİKB, PDD, TKP, DİDF gibi Türkiyeli parti ve kurumlar da yürüyüşte yerlerini aldılar. Taşıdıkları pankart ve dövizlerle, görsellikleri ve dinmeyen sloganları ile Türkiyeli gruplar, her zamanki gibi eylemin en canlı ve coşkulu katılımcılarıydı. Yürüyüşte, sosyalizme dair olanların yanısıra, sosyal yıkım saldırısına, militarizme ve savaşa karşı pankart ve dövizler taşındı, yine aynı sloganlar haykırıldı. Yer yer yerli ve göçmen devrimciler ortaklaşa ve gür bir biçimde “Yaşasın enternasyonal dayanışma!” sloganını attılar. Pek çok kortejin önündeki ses cihazlı arabalardan yükselen Enternasyonal, devrimci marşlar ve müzik dinletileri ile yürüyüş Alman burjuva gericiliğine ve onun denetimindeki provokasyonlara karşı anlamlı bir
Köln’de R. Luxemburg ve K. Liebknecht anması!
devrimci yanıttı. Eylemin sorunsuz geçmesi beklenmiyordu. Nitekim polis, yürüyüşün sonlarına doğru, Otonom grupların bir pankartını bahane ederek provokasyona başvurmakta gecikmedi. Bu kez, sözkonusu pankartın olması gerekenden büyük olduğu ve bunun yeni çıkartılan gösteri ve yürüyüş yasasına uygun olmadığı gibi son derece keyfi ve gülünç bir gerekçeyle saldırdı. Saldırı kısa sürede püskürtüldü ve yürüyüşe devam edildi. Her zamanki güzergahtan geçilerek anıt mezarlara gelindi. Anıt mezarlar oldukça kalabalıktı. Alanda saygının ifadesi bir sessizlik vardı. Onbinlerce insan kırmızı karanfillerini anıt mezarlara bırakarak, burada yatan seçkin komünistlere saygı duruşunda bulunarak, yerlerini yeni gelecek olanlara bırakıyor ve geri dönüyorlardı. Anıt mezarlar adeta bir kırmızı karanfil bahçesine dönmüştü. Bu manzarayı bozan tek şey, Alman polis devletinin desteği ve koruması altında, gerici çevrelerin geçen yıl bu alanın yakınına diktikleri, “Stalin kurbanları anıtı!” idi. Komünizme ve sembollerine duyulan sınırsız düşmanlığın ifadesi bu anıtla amaçlanan, tarihin çarpıtılması ve bilinçlerin karartılmasıdır. Avrupalı ve en çok da Alman insanının Stalin’e dönük önyargıları ve tepkilerini istismar ederek, ilerici, devrimci ve komünist güçlerle karşı karşıya getirmektir. Giderek anmalara katılımı zayıflatıp, en alt sınırlara düşürerek unutturmaktır. Ama Alman burjuvazisi ve devleti, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i unutturamayacaktır. Zira, dün olduğu gibi bugün de, sosyal devrim korkusu onun yakasını hiç bırakmayacaktır. Rosa’nın sözleri ile, “Devrim hala açık duran mezarların üzerinden, ‘zaferlerden’ ve ‘yenilgilerden’ geçerek, kendi büyük hedeflerine doğru fırtınalar içinde yürüyecektir.’’ Komünistler olarak bu anlamlı yürüyüşte 70 kişilik kortejimizle biz de yer aldık. “Gelecek her yerde sosyalizme aittir!”, “Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!” sloganlarının yazılı olduğu pankartlarımızı taşıdık, kızıl bayraklarımızı dalgalandırdık. Kortejimiz disiplinli, coşkulu ve canlıydı. Sosyalizme ve enternasyonal dayanışmaya dair sloganlarımız ile faşizme karşı sloganlarımız hiç susmadı. Yürüyüşte, “Onları unutmadık, unutturmayacağız!” başlıklı ve TKİP imzalı binlerce bildirimizi dağıttık. Almanya’dan komünistler
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht bundan tam 88 yıl önce katledildiler. Katledenler, tarih boyunca işçi sınıfına hep ihanet eden ve o dönem iktidarda olan sosyal-demokratlardı. Oysa bu sınıf işbirlikçisi hainler, daha dün denebilecek kadar kısa zaman önce aynı parti çatısı altında yer almışlardı. Sonuç hiç de şaşırtıcı değildi. Liberalizmin ve sınıf işbirlikçiliği fikrinin, günü gelince katliamcı olmaya kadar varabileceğinin, bilim ve tarih tarafından bir kez daha doğrulanmasından başka bir şey değildi. Sınıf düşmanları ve onların işbirlikçileri tarih sayfalarında lanetli yerlerini alırlarken; Rosalar ise, işçi sınıfı ve emekçilerin haklı davasına canları pahası sahip çıkmanın onurunu taşımaya devam ediyorlar. Aradan bir asra yakın zaman geçmesine rağmen, hala Almanya’da her yıl onbinlerce kişi onların anısına Berlin’e akmakta, onların düşmanlarının yüzüne devrim ve sosyalizm sloganlarını haykırmaktadır. Bu yüzden de onlar asla ölmediler, savundukları dava ve görüşleri ile işçi-emekçi ve ezilen halkların kavgasında yaşıyorlar. Rosalar’ı anmak, öncelikle onların görüşlerini ve sınıfın devrimci ideolojisini kavramaktan geçmektedir. Bu yüzden Köln Bir-Kar çalışanları olarak, bir yandan Berlin’de yapılacak yürüyüşe hazırlanırken, bir yandan da bu süreçte kendimizi ve yakın çevremizi eğitme bilinciyle davrandık. Bu amaçla yürüyüşten bir gün önce, 12 Ocak günü, Köln İşçi-Kültür Evi’nde bir seminer düzenledik. Semineri sunan yoldaş, R. Luxemburg ve K. Liebknecht’in kısa yaşam öykülerinin yanısıra, o dönemi karakterize eden temel bazı gelişmeler, bu gelişmelere karşı tutum, vb. hakkında bilgi verdi. Sözkonusu yılların en önemli olayları olan birinci emperyalist savaş, bu savaşa karşı başta dönemin SPD’si olmak üzere 2. Enternasyonal’in ihanetçi tutumu, Rosalar’ın ve Bolşevikler’in devrimci tutumları, aynı yılların en önemli gelişmesi olan Büyük Ekim Devrimi ve buna karşı tutumlar, ayrıca ulusal sorun ve örgütlenme sorunu üzerine Lenin ile Rosa arasındaki fikir ayrılıkları vb. konulara ana hatlarıyla değinildi. Yapılan sunuştan sonra canlı bir tartışma yürütüldü. Tartışma sırasında sorulan sorular, özellikle sosyalizmin sorunları, işçi sınıfının tarihsel rolü ve devrimin güncelliği konusunda tartışma ve öğrenme ihtiyacını ortaya koydu. Bundan sonra, çeşitli vesilelerle ve daha bilinçli bir tutumla bu tür seminerler ve tartışma toplantıları düzenlemeye devam edeceğiz. Bir-Kar/Köln
Mücadele Postası
Küçükçekmece Emekçi Kadın Komisyonu çalışmalarından…
İÜ’de faşist saldırı…
“Beyazıt faşizme mezar olacak!” Üniversite öğrencilerinin tek sosyal paylaşım ve üretim alanı olan Öğrenci Kültür Merkez’i 10 Ocak günü kapatıldı. Senelerdir üniversite yönetiminin ve faşistlerin onlarca kez saldırısına uğramasına rağmen muhalif kulüpler yılmamış, faaliyetlerine devam etmişlerdi. 9 Ocak günü faşistlerin kulübü olan Türkçe Yaşam Kulübü ve Halkbilim Kulübü arasında bir gerginlik yaşanmıştı. Oda tartışması üzerinden çıkan gerginlik faşistlerin solcu öğrencilere tacizleri ile devam etmişti. Bunun üzerine 10 Ocak günü ÖKM’nin kapısına rektörlük tarafından “ÖKM kapatılmıştır” yazısı asıldı. Üniversite öğrencileri olarak bu olayı ve Türkçe Yaşam Kulübü’nün gerçek yüzünü ve taciz saldırısını teşhir eden bir bildiri dağıttık. Bunun üzerine, Hergele Meydanı’nda düzenlenen Hrant Dink anmasından sonra yaklaşık 15 faşist Hergele’ye gelerek, ellerindeki bildiriler ile küfür ederek saldırmaya kalkıştılar. Yaklaşık 50 solcu öğrenci toplandı. Araya sivil polisler girdi. Hergele Meydanı‘nda karşılıklı sloganlar atıldı. Faşistler teşhir edildi ve “Faşizme karşı omuz omuza!” “Faşizmi döktüğü kanda boğacağız!” “Beyazıt faşizme mezar olacak!” sloganları atıldı. Okula çevik kuvvet girerek iki grubun arasında beklemeye başladı. Dekan yardımcısı yanımıza gelerek dağılmamızı söyledi. Biz bekleyeceğimizi ve herkesin önünde bize saldırdıklarını ve faşistlerin okuldan çıkması gerektiğini söyledik. Bunun üzerine faşistler yan taraftan çıkarken bir grup solcu öğrenci bir faşisti yakalayarak cezalandırdı. Yaklaşık 50 solcu öğrenci olarak okuldan toplu çıkış yapıldı. İstanbul Üniversitesi/Ekim Gençliği
Emekçi Kadın Kurultayı hazırlıkları Küçükçekmece’nin emekçi semtlerinde ve ağırlıklı olarak kadın işçilerin çalıştığı fabrikalarda devam ediyor. Ocak ayının ilk haftası afiş çalışması ile çağrısını yaptığımız Emekçi Kadın Kurultayı’nın hazırlık anket çalışmasıyla devam ediyor. İlk elden tanıdığımız emekçi kadınlarla yaptığımız anketler sonucunda temel olarak karşılaştığımız sorunun, ev işlerinin ve çocuk bakımının kadınlar üzerindeki etkisi oldu. Özellikle semtlerde ve fabrikalarda kreşlerin olmaması, kadınları çocukları ile birlikte eve kapanmasına, zamanının çoğunun çocuk bakımı ile geçirmesine yolaçtığını bir kez daha ortaya koydu. Öte yandan semtlerde yaptığımız anketlerde sırasında, toplumun kadına bakış açısındaki çarpıklıkları ve kadına yönelik şiddet konusunu tartışma fırsatımız oldu. Ev kadınlarının çalışmasının önündeki temel engellerden birinin de çocuk bakımının yanısıra eşlerinin bu konudaki engelleyici tutumları olmaktadır. Ayrıca, ilk olarak merkezi yerlerde başlattığımız Emekçi Kadın Kurultayı bildirilerinin dağıtımını, bu haftasonu Sefaköy’de önlüklerimizi giyerek sokak sokak gerçekleştirdik. Komisyon olarak kadın işçilerin çalıştığı fabrikaları hedefliyoruz. Paydos saatlerinde bildirilerimizi bu fabrikadaki kadın-erkek tüm işçileri dağıtarak kurultaya çağrı yapıyoruz. İlk anda erkek işçiler çağrımızı yadırgıyorlar, ancak kurultaya üzerine yaptığımız konuşmaların sonucu ilgileri artıyor. Çalışmalarımız önümüzdeki günlerde ev toplantıları, fabrika dağıtımları ve anketlerle devam edecek. Küçükçekmece Emekçi Kadın Komisyonu
Devlet terörüne son! “Baskılar bizi yıldıramaz!” 7 Ocak günü yurtseverlere yönelik operasyon kapsamında 21 kişi gözaltına alınırken, 8 Ocak sabahı 14 HÖC’lü gözaltına alınmıştı. Gözaltı ve tutuklama saldırısı 11 Ocak akşamı Yüksel Caddesi’nde yapılan eylemle protesto edildi. Açıklamada devlet terörünün geldiği son nokta teşhir edildi ve Güney Kürdistan operasyonu kınandı. Eylemde “Devlet terörüne son! Baskılar bizi yıldıramaz!” yazılı pankart taşındı, “Yaşasın halkların kardeşliği!”, “Bijı bratiya gelan!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!”, “Devlet terörüne son!” sloganları atıldı. Eyleme 100 kişi katıldı. Gözaltına alınan 14 HÖC’lüden 12’si, basın açıklaması yapılırken süren duruşmada, suçu ve suçluyu övmek, örgüte yardım yataklık, örgüt üyeliği iddiasıyla tutuklandı. Kızıl Bayrak/Ankara
HÖC: Tutuklananlar serbest bırakılsın! 10 Aralık’ta katledilen devrimci Kevser Mırzak’ın cenaze törenine katıldıkları gerekçesiyle 12 HÖC üyesi tutuklanmıştı. 12 Aralık’ta Ankara Yüksel Caddesi’nde, tutuklanan HÖC’lülerin serbest bırakılması talebiyle bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın metninde şunlar söylendi: “Tutuklamalardaki amaç işbirlikçilerin, tekelcilerin sömürü çarklarını rahatça döndürmeye devam etmektir. Bir yandan tutuklamalarla infazlar meşrulaştırılmak istenirken, diğer yandan haklarına sahip çıkıp örgütlenenlere de gözdağı verilmek isteniyor.” Açıklama esnasında “Tutuklananlar serbest bırakılsın!”, “Gözaltılar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz!” sloganları atıldı. Basın açıklamasına devrimci kurumlar da katılarak destek verdi. Kızıl Bayrak/ Ankara
Meryem Özsöğüt serbest bırakılsın! Ankara SES ve KESK üyeleri, ev baskınlarında gözaltına alınan SES MYK üyesi Meryem Özsöğüt’ün serbest bırakılması talebiyle 9 Ocak akşamı Yüksel Caddesi’nde basın açıklaması gerçekleştirdiler. SES Merkez Yönetim Kurulu adına açıklamayı SES Ankara Şube Başkanı Adem Bulat okudu. Açıklamada Özsöğüt’ün evi basılarak gözaltına alınmasının insan hakları ihlali olduğu ifade edildi. Eylemde “Meryem Özsöğüt serbest bırakılsın!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!”, “Gözaltılar serbest bırakılsın!” sloganları atıldı.
EKSEN Yayıncılık Büroları
Gazetene sahip çık! Abone ol! Abone bul!
Üsküdar (İstasyon) Cad. Pınar İşhanı No: 5 Kat: 4 Daire: 52 Kartal/İstanbul (0 216 353 35 82)
853. Sok. Bilen İşhanı No: 27/710 Konak/İZMİR Tel-Fax: 0 (232) 489 31 23
Necatibey Cd. Gözlükçü İşhanı No: 26/24 Kızılay/ANKARA Tel: 0 (312) 232 29 10
Cemal Gürsel Cd. Shell Karşısı Vakıf İşhanı Kat: 3 No: 306 ADANA Tel: 0 (322) 363 19 94
Adı : ....................................................................... Soyadı :........................................................................ Adresi : ....................................................................... ........................................................................ Tel : ....................................................................... 6 Aylık 1 Yıllık
Yurt içi Yurt içi
30.000 000 TL 60.000 000 TL
Yurt dışı 100 Euro Yurt dışı 200 Euro
Gülcan Ceyran adına, * TL için : Yapı Kredi Bankası İstanbul/Aksaray Şb. * Euro için : İş Bankası İstanbul/Aksaray Şb. No’lu hesaba yatırdım. Makbuzun fotokopisi ektedir.
Sönmez İş Sarayı Kat: 3 No: 220 Heykel/BURSA Tel: 0 (224) 220 84 92
CMYK
0097680-3 10021127094