Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak 2019-01 (48)

Page 1

Kanal İstanbul projesine dair… “Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul!” ılsın “Haramilerin saltanatı yık anbul, bekle Bekle o günler gelsin İst Sen bize layıksın.”

İstanbul’u İstanbul yapan, dönüştüren işçiler ve emekçilerdir. Yollarını yapan, yapılarını inşa eden, temizleyen... Fakat kapitalist sistemde, sermayenin egemenliğindeki şehirler, İstanbul’da

olduğu gibi insani her şeyden uzaktır. Sermaye, sanayinin, sanayi işçilerin, emeğin ürünüdür. Bu gerçekten yola çıkarak, İstanbul’u kurtaracak olan da işçi sınıfının gücü olacaktır. s.6

Kızıl Bayrak

Sosyalizm Yolunda Haftalık Sosyalist Siyasal Gazete ISSN 1300-3585 Sayı 2019 / 01 (48) 27 Aralık 2019 • 1 TL

www.kizilb

ayrak45.ne

Gelecek işçi sınıfının olacaktır!

AKP-saray rejimi geleceğini savaşa endeksliyor

t

3

O

nlar, kokuşmuş rejimlerini korumak için savaş dahil her yola başvuruyorlar. Bu icraatların emekçilerin başına sardığı belalar ise umurlarında değil.

Metal Grup TİS süreci ve görevlerimiz

8

D

ayatmaları püskürtmek, haklı ve meşru talepleri kazanabilmek için birleşik mücadele ihtiyacı ve fiili-meşru bir mücadele hattı olmazsa olmazlardır.

Teslim Demir… Gerçek bir yaşam filozofu!

15

B

ir yoldaşın ölümünün ardından onun için söylediği “Sinan’ın gölgesinde yüzlerce insan yaşıyordu” sözü boşuna edilmemişti.

Tarihsel dönem ve devrimci parti - 1

2 s.1

Sosyalistlerin “kadın eylemleri”ne katılımları üzerine - B. Bahar

s.2

2


2 * KIZIL BAYRAK

27 Aralık 2019

Kapak

Gelecek işçi sınıfının olacaktır! İşçi sınıfı ve emekçiler açısından ele alındığında, artık geride kalan 2019 yılının en önemli 2 olgusu ekonomik krizdeki ağırlaşma ile sermayenin bunu işçi sınıfı ve öteki çalışan kesimlere fatura etmesi oldu. İyiden iyiye bozulan çalışma ve yaşam koşulları milyonlarca emekçiyi sefalet sınırının altına doğru sürüklerken, işsizlik rekor seviyelere ulaştı. Ağırlaşan krizin yıkıcı etkilerine rağmen, sınıf hareketinde bu saldırıları engelleyip püskürtebilecek gözle görülür bir canlanma ve buna dayalı bir gelişme yaşanabildiğini söylemek ise ne yazık ki pek mümkün değil. Birbirinden farklı biçimlere ama çoğu aynı nedenlere dayanan, en azından bir kısmı belli bir kararlık düzeyi ortaya koyan direniş ve grevleri saymazsak, hareketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen kamu ve tekstil grup sözleşmeleri, Türkiye ekonomisinde tuttuğu özel yer ile farklı bir anlama sahip TÜPRAŞ sözleşmesi gibi süreçler, elle tutulur mücadele örneklerine dönüşmedi-dönüştürülemedi. Sendikal örgütlenme arayışlarına dayalı sınırlı sayıda direniş, hareketin mevcut geri seyri ve sendikal bürokrasinin ihanetinin etkisiyle ya kendi içinde kısmı kazanımlarla geri çekildi ya da bu tablo içinde eriyip gitti. Flormar direnişi, Maltepe Belediye direnişi gibi az çok kendi dar sınırlarının ötesine ulaşabilen eylem ve direnişler ise hareketin genel seyrine özel bir etki veya ivme kazandıramadı. Saya işçilerinin günlere yayınlan eylemleri, inşaat işçilerin sık sık tekrarlanan alacak eylemleri, Soma madencilerinin Ankara yürüyüşü teşebbüsleri, 2019 yılında ilk çırpıda akla gelen eylemler olarak öne çıktılar. Sosyalizm Yolunda

Kızıl Bayrak Haftalık Sosyalist Siyasal Gazete

Sayı: 2019/01 (48) * 27 Aralık 2019 * Fiyatı: 1 TL

Denilebilir ki 2019 sınırları içinde ele aldığımızda en canlı dinamik olarak kendini var eden gündem emeklilikte yaşa takılanların (EYT) ortaya koyduğu mücadele oldu. Önemli bir kitleselliğe, kendi içinde bir dizi örgütlenme biçimi yaratma başarısına, bugünün koşullarında azımsanmayacak bir süreklilik ve eylem kapasitesine ulaşan EYT hareketi, siyasal iktidara baskı kurma çizgisinin sınırlarını ise aşamadı. Eğer yalnızca bu somut görünüm ve yukarda verilen örnekler üzerinden bakarsak, 2019 yılının sınıf hareketi ve mücadelesinin seyrinde özel bir değişikliğe yol açmayan bir dönem olarak geride kaldığını söylemek kolay olabilirdi. Oysa ki kendi içinde değil de ekonomik krizin derinleştiği son iki yıllık süreci birlikte ele alırsak, geniş yığınlara dayatılan ağır yaşam koşullarının önemli bir öfke ve tepki birikimine yol açtığı görülebilir. Bu öfke ve tepkinin kendini eylemli bir kitle hareketi ya da kararlı mevzi direnişler olarak ortaya koyamıyor olması birçok olgu ile ilişkili ama sonuç olarak pek de şaşırtıcı olmayan bir durumdur. Bu olguların başına, ülkenin içinde bulunduğu genel siyasal iklim, sınıf hareketinin aşılamayan kendi iç yapısal sorunları ve uzun yılları bulan kayıplar tablosunun yol açtığı umutsuzluk ve yaşanan moral erozyon yazılabilir. Açık unutulan mikrofonlardan ne tür kirli ilişkiler içinde oldukları tüm açıklığı ile yansıyan, üyeleri sefaletle boğuşurken kendileri milyonluk arabalara binmekte bir beis görmeyen mevcut sendikal düzen ağalarına karşı öfkenin de yoğunlaştığı bir yıl oldu 2019. Bu durumu hem olumlu bir gelişme olarak ama hem de sendikalarda örgütlenme fikrine karşı güvensizliği artıran bir olgu olarak bir yana kaydetmek gerekir. Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Ersin Özdemir EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. Yayın türü: Süreli Yaygın

UMUTLA INANÇLA AMA SABIRLI VE SOLUKLU BIR PERSPEKTIF IÇINDE GELECEĞE BAKMAK

İşçi hareketi neredeyse 90’lı yılların ortasından bu yana inişli çıkışlı kısmı hareketliklerle iç içe giden göreli bir gerileme dönemi yaşamaktadır. Bu tablonun ne zaman ve hangi biçiminde değişeceğini tam anlamıyla kestirmek mümkün değildir. Hareketin ne zaman ileriye doğru sıçrayacağını önden kestirmeye çalışan tahminlerde bulunmak bizim işimiz değildir. Bizim yapabileceğimiz, hareketin önündeki engelleri ve onu besleyebilecek zeminleri doğru tahlil etmeyi başarmak, görev ve sorumluklarımıza buradan yaklaşmaktır. Kriz nedeniyle çalışma ve yaşam koşullarındaki ağırlaşma sürdüğü her durumda mevcut öfke ve tepkinin artacağını öngörmekte bir zorluk yoktur. Ancak her durumda bu sorunların kendiliğinden kesin olarak sınıf ve kitle hareketinde yükselişe yol açacağını düşünmek doğru bir yaklaşım tarzı değildir. Bu yüzden bugün için öncelik vermemiz gereken, her kriz tablosundan ya da mücadele arayışından kitle hareketinin önünü açacak özel sonuçlar beklemek değil, uzun vadeli ve soluklu bir çalışma perspektifi ile sabır ve sebat içinde kendi mevzi ve imkanlarımızı güçlendirmeye çalışmaktır. Bu tür bir çaba hiç şüphe yok ki kitlelerin gündelik sorunlarına ve bunlara dayalı arayışlarına öncü müdahalelerle yanıt verme görevinden bağımsız olarak ele alınamaz. Ancak olası her kitle hareketinin, ona yapılan öncü müdahalenin kapsam ve gücünden öte bir dizi karmaşık sürecin ürünü olarak ortaya çıktığı bir an olsun unutulmamalıdır. İşçi hareketinin gelişim seyrine soluklu yaklaşabilmeyi başarmak, kısa vadeli yükseliş beklentilerinin ötesinde bir Yönetim Adresi: EKSEN YAYINCILIK Osmanağa Mah. Kırtasiyeci Sk. No:9 Kat:2 Daire:7 Kadıköy / İstanbul

bakış açısıyla önümüzdeki dönemi ele alıp, seçilmiş alanlar üzerinden hareketin içinde mevziler ve mücadele örnekleri yaratmaya odaklanmak, ani yükseliş ve patlama dönemlerine de en etkin hazırlıktır aynı zamanda. Sınıf devrimcileri 2020 yılında da esas olarak belirlenmiş alanlara yönelik özel fabrika ve sektör çalışmalarını güçlendirmeyi öne alan bir hat üzerinden hareket etmeye devam edeceklerdir. Seçilmiş alanlara yönelik fabrika çalışmalarına yoğunlaşmak, kendi sınırlarının ötesinde bir etkinlik alanına sahip sektörel çalışmaların bu düzeyini koruyarak geliştirmeye çalışmak, son dönemde bazı girişimlere konu olan sınıf içindeki öncü ilerici potansiyeli somut işbirliği zeminleri üzerinden birleştirme çabalarını yaygınlaştırarak sürdürmek, krizin yol açtığı tepkileri eylemli bir biçime kavuşturmak için daha kararlı bir inisiyatif göstermek, kendi dışımızda ortaya çıkan her türlü mücadele ve eylem dinamiğiyle daha güçlü ilişkilenmeyi başarmak, siyasal olay ve gerçekleri temel sınıf ilişkileri ekseninde ele alıp, geniş sınıf kitlelerine dönük daha etkin bir siyasal propaganda faaliyeti örgütlemek yeni bir yıla girerken süregiden görevlerimiz olmaya devam etmektedir. Çok yönlü bir siyasal krize eşlik ederek derinleşen ekonomik kriz ve buna dayalı olarak sosyal sorunlardaki keskinleşme, elbette ki 2020 yılını sınıf hareketindeki yükselişin belirgin bir dönemeci haline getirme potansiyeline sahiptir. Önümüzdeki döneme bu gözle bakmak, her şeyden önce siyasal sınıf çalışmamızın mevzi araç ve yöntemlerini bu gözle geliştirip güçlendirmeyi gerektirmektedir. Şüphe yok ki şu veya bu zaman diliminden bağımsız olarak, gelecek her yerde işçi hareketinin olacaktır. Tlf. No: 0536 285 73 25 e-mail: info@kizilbayrak.net twitter: @kizilbayraknet www.kizilbayrak45.net

Baskı: Kuzey Veb Ofset Sanayi Ticaret LTD ŞTİ - Tayakadın Yassıören Cd. No:75/1 Tayakadın Köyü Arnavutköy / İSTANBUL


27 Aralık 2019

KIZIL BAYRAK * 3

Güncel

AKP-saray rejimi geleceğini savaşa endeksliyor AKP-MHP koalisyonu, Libya’daki kukla hükümetle imzalanan askeri işbirliği mutabakatını Meclis’te onayladı. CHP, HDP, İYİ Parti milletvekillerinin red oyuna rağmen onaylanan mutabakat, Türk ordusunun Libya’daki iç savaşa doğrudan katılmasına zemin hazırlıyor. Elbette AKP-saray rejimi baştan beri Libya’daki kanlı paylaşım savaşında yer alan taraflardan biriydi. Buna rağmen atılan bu uğursuz adım, Libya’daki iç savaş bataklığını daha da derinleştirecek mahiyettedir.

ÇÜRÜK DALA TUTUNMAK

“Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakat Muhtırası” diye anılan anlaşma, 27 Kasım’da Fayez el Serrac başkanlığındaki Ulusal Mutabakat Hükümeti’yle (UMH) imzalanmıştı. AKP şefi T. Erdoğan’la dalkavuklarına bakılırsa, anlaşma saray rejiminin dış politikadaki önemli başarılarından biridir. Oysa “kazın ayağı” pek de öyle değil. UMH, güya çatışan tarafların uzlaşmasıyla kurulmuştu. Buna dayanarak “Ulusal Mutabakat” ismi tercih edilmiş, hükümet Birleşmiş Milletler tarafından tanınmıştı. UMH’nin iğreti bir mutabakat üzerine kurulduğu kısa sürede ortaya çıkmış, el Serrac’la adamları dışında hükümette kimse kalmamıştı. Bir “geçiş süreci hükümeti” olacağı var sayılan UMH’nin ömrü maksimum iki yıl olacaktı. Yani ortada miadı çoktan dolmuş bir “hükümet” var. Gerçekte baştan beri uzlaşma diye bir şey yoktu. Libya’yı yağmalayan güçlerle işbirlikçileri vardı. Bundan dolayı el Serrac hükümeti AKP-Saray rejimi, Katar, İtalya gibi dış güçlerin desteğiyle ayakta duruyor; yani kelimenin gerçek anlamında kukla bir hükümettir. Öte yandan dış

destek almasına rağmen başkent Trablusgarp’ı ancak cihatçı çetelerle uzlaşarak kontrol altında tutabiliyor. Görüldüğü üzere Libya’nın %20’sini kontrol ettiği söylenen bu hükümete tutunan Ankara’daki dinci-faşist koalisyonun elinde çürük daldan başka bir şey yok.

REJIM SAVAŞLA ÖMRÜNÜ UZATMAYA ÇALIŞIYOR

Türkiye’de icraatlarıyla ekonomik krizi derinleştiren, emekçileri işsizliğe/ sefalete mahkum eden saray rejimi, geniş toplum kesimleriyle ancak şiddetin kaba diliyle konuşabiliyor. Bir kabus gibi ülkenin üstüne çöken bu rejim, bekasını kanlı savaşlara endekslemiş durumda. İç politikadaki tüm argümanlarını tüketen, toplumsal meşruiyeti dibe vuran bu rejim her zamankinden daha tehlikeli icraatlara meylediyor. Bir tarafta beka sorunu, bir tarafta dizginsiz yayılmacı-işgalci histeri… Geleceği belirsiz el Serrac, çöküşe sürüklenen saray rejiminin tutunduğu çürük daldır. Askeri anlaşmadaki maddeler ise, el Serrac’ın da umutlarını AKP şefine bağladığına işaret ediyor. Zira anlaşmada Libya’da “Ani Müdahale Kuvveti” kurulması, ortak tatbikatlar organize edilmesi,

istihbarat paylaşımının arttırılması, ortak askeri planlamalar/ortak operasyonlar yapılması gibi maddeler yer alıyor. Akdeniz’deki gaz paylaşımından kaynaklı gerilim tırmanırken, AKP-saray rejiminin Libya’daki iç savaşın içine atlama teşebbüsünün vahim sonuçlar yaratması kaçınılmaz. Hal böyleyken bu maceraya atılmak, saray rejiminin bekasını savaşa endekslediğini gözler önüne seriyor. Çünkü “Libya’nın yağmalanmasından en büyük payı ben alacağım” anlamına gelen bu girişimin Libya’da etkin olan bütün tarafları rahatsız etmemesi mümkün değil.

TEK DESTEKÇI KATAR EMIRI

Tribünlere vaaz veren AKP şefi T. Erdoğan, “Libya’da geri adım atmayacağız” diye nara atıyor. Oysa vaazlardan icraatlara geçildiğinde geri adım atmaya mahkum olacaktır. Zira El Serrac’a destek veren İtalya bile anlaşmadan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. ABD anlaşmayı provokasyon girişimi diye nitelerken, Libya ordusunun artıklarından General Halife Hafter’e destek veren Rusya ise, durumdan endişeli olduğunu duyurdu. Hafter’e destek veren Fransa da bu girişime cepheden karşı çıkıyor. Gaz paylaşı-

Türkiye’nin Libya hamlesine karşı Doğu Akdeniz’de ortak adım Türkiye’nin Libya’daki kukla hükümetle vardığı “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” ve askeri işbirliği anlaşmaları üzerine Kıbrıs’tan yeni açıklama yapıldı. Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis Mısır, İsrail, Yunanistan ve Lübnan lider-

leriyle ortak çalışma yürüttüklerini ifade ederek, karşı hamlelerinin diplomatik alanda olacağını belirtti. “Yasa dışı mutabakatı boşa çıkarma” hedeflerini dile getiren Anastasiadis, somut adımlara ilişkin bir açıklamayı yakında yapacaklarını ifade etti. Anastasiadis’in İsrail Başbakanı Ben-

jamin Netanyahu ile telefonda görüştüğü ve doğalgaz boru hattı çalışmalarını ele aldıkları öğrenildi. Kıbrıs hükümet sözcüsü Kiryakos Kusios tarafından yapılan açıklamada, Netanyahu’nun İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan’ın bu çalışmalar için anlaşma imzalamayı önerdiği belirtildi.

mının bölgedeki tarafları olan Mısır, Suudi Arabistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs, İsrail gibi güçler ise karşı hamle hazırlığına başladılar bile. AKP-saray rejiminin yanında kala kala Katar emiri kaldı. Bu tablo, iç politikada toplumsal meşruiyetini yitiren rejimin, dış politikada da iflastan iflasa koştuğunu ispatlıyor. Yıkılmaya mahkum bu rejim, günden güne daha yıkıcı politikalara meylediyor.

EMEKÇILER YAYILMACI POLITIKALARI REDDETMELI

Sermayenin demir yumruğu olan AKP-MHP koalisyonu hem iç politikada hem dış politikada attığı her adımla, emekçilerin başına yeni belalar sarıyor. Libya iç savaşına dalmak için hazırlık yapan saray rejimi ömrünü uzatmak adına işsizliği, yoksulluğu, sefaleti, zorbalığı daha da derinleştirmekte sakınca görmüyor. Milyonlara hayatı zehir eden bu rejim, yayılmacı politikalarını ırkçı-şoven-dinci propaganda eşliğinde pazarlıyor. Bu rezil propaganda ile emekçileri zehirlemeye çalışan AKP-MHP koalisyonu, sefaletini derinleştirdiği milyonları yayılmacı heveslerine dolgu malzemesi yapmak istiyor. Onlar, kokuşmuş rejimlerini korumak için savaş dahil her yola başvuruyorlar. Bu icraatların emekçilerin başına sardığı belalar ise umurlarında değil. Artık kokuşmuş saray rejiminin saltanatına son vermek de saldırgan-yayılmacı icraatları engellemek de ancak işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesiyle mümkün olabilir. Diğer bir ifadeyle hem krizin ağır faturalarını ödemeyi reddetmek hem yayılmacı saldırganlığı durdurmak için mücadeleyi her alanda yükseltmek, emekçilerin önündeki tek seçenektir.


4 * KIZIL BAYRAK

Güncel

Erdoğan’a karşı Erdoğan taktiği

Mevzu Erdoğan olunca zikzaklı konuşmaların, öncekilerin aksi yönünde açıklamaların haddi hesabı yoktur. Emperyalist yıkım merkezleri ile birlikte saf tutup, mazlum halkların kanının dökülmesine ortak olanların savaşların acılarından bahsetmesi gibi… Sermaye düzeninin 2002’den sonraki göreceli istikrarı, Erdoğan’ın kontrolündeki düzen güçleri tarafından sağlanıyordu. Çeşitli dayanaklara yaslanılarak sağlanan bu başarı uzun bir süre devam etti. Gülen çetesiyle beraber yürünen bu yolda koalisyon ortaklarına ne istedilerse verildi. Ta ki çıkar gruplarından biri pastadan daha büyük pay istemeye başlayana kadar... Ortaklık bozulunca dünün “saygıdeğer”, “hizmet gönüllüsü” “hoca efendisi” birden “paralel devlet” oldu. Sonrası 15 Temmuz ve gerisi malum… 15 Temmuz’u da fırsata çevirmesini bilen Erdoğan için yine sıkıntılı günler başladı. Gerici-faşist blok son yerel seçimlerde büyük illeri kaybetti, hem de İstanbul seçimleri yenilenmesine rağmen. Yaşanan güç kaybı sermaye düzeni için başka alternatiflerin ortaya çıkmasına da yol açtı. Eskimiş AKP’den yeni AKP’ler çıkmaya başladı. Daha sayılamayan birçok etken Erdoğan’ın taktiklerini belirleyen oldukça geniş siyaset akademisyeni topluluğuna işlevsiz yeni yol haritaları çizdirmektedir. Ancak artık söylenecek yeni bir şey de kalmadığı, her şey zaman içinde tüketildiği için, Erdoğan’ın bu çok maaşlı danışmanları tek çareyi Erdoğan’ın karşısına yine Erdoğan’ı çıkarmakta buldular. Böylece başka bir düzen muhalefetine

olan ihtiyacı ortadan kaldırabileceklerini düşünüyor olmalılar. Erdoğan’ın “İstanbul’a ihanet ettik” sözü hatırlanacaktır. Öte taraftan Erdoğan’ın saltanatını sarsmadığı, prestijini olumsuz yönde etkilemediği kimi öne çıkan toplumsal sorunların bizzat Erdoğan tarafından “çözüm”e kavuşturulduğunu görmekteyiz. Termik santrallere filtre takılmasını erteleyen tasarıyı geri çevirmesi, Simit Sarayı’nın Ziraat Bankası’na peşkeşi ile ilgili “adaletsizlik” söylemleri ve son olarak da asgari ücretle ilgili “Bir jest yaparız” açıklamaları gibi... Yüksek fiyatlı mülklerden vergi alınacak olması da yine Erdoğan’ın gündemine böyle girebilir. Bu taktik manevraların gerisinde seçim hesapları olduğu açıktır. Erdoğan’ın bu düşünce sistematiği ve bu konularla ilgili yaptığı açıklamalar sermaye düzenini ele vermektedir. Açlık sınırının altındaki asgari ücretin insanca yaşama yetecek seviyeye getirilmesi, vergi kesintisine son verilmesi gibi talepleri olan milyonlarca asgari ücretlinin karşısına “bir jest yaparız” diye çıkılıyor olması zaten sorunun bir hak meselesi olarak görülmediğini göstermektedir. Erdoğan, gün geçtikçe yoksullaşan tebaasına sadaka müjdeleyen bir padişahın lütufkârlığıyla konuşmaktadır. “Ayak takımı” olarak görülenlerin insanca çalışma ve yaşama isteklerinin karşılanması,

temel hak ve özgürlük alanlarının genişletilmesi vb. istemler ayakların baş olması riskini doğuracağından, bu jestlerin de bir sınırı vardır. Mevzu Erdoğan olunca zikzaklı konuşmaların, öncekilerin aksi yönünde açıklamaların haddi hesabı yoktur. Emperyalist yıkım merkezleri ile birlikte saf tutup, mazlum halkların kanının dökülmesine ortak olanların savaşların acılarından bahsetmesi gibi… Ya da dünyayı yoksullar için cehenneme çeviren kapitalist-emperyalist sistemin bir parçasında, hükümranlığını sürdürdüğü ülkede yoksulu daha yoksul, zengini daha zengin yapan düzenin başı olmakla övünüp, “dünya beşten büyüktür” demesi gibi… Sermaye sınıfından ve onun devletinden, partilerinden, kurumlarından bağımsız düşünebilen, yaşananlara işçi sınıfının devrimci penceresinden bakabilen, dünyayı buna göre yorumlayabilen aklı başında hiç kimse, Erdoğan da dahil olmak üzere düzen siyasetçilerinden bir tutarlılık beklemez. Erdoğan ve benzerlerinin ikiyüzlülükleri, pişkinlikleri ve yalanlarıyla sarhoş olanlar yığınların elbette tutarlılık gibi arayışı yoktur. Dolayısıyla onlar bu yalan bağımlılığından kurtulmadıkları sürece sefalet koşullarında yaşayıp ağır faturalar ödemeye ve hep kaybetmeye devam edeceklerdir.

27 Aralık 2019

ŞPO: Togo Kuleleri rant projesidir TMMOB Şehir Plancıları Odası (ŞPO) Ankara Şubesi, Mansur Yavaş ve Sinan Aygün arasında yaşananlarla gündeme gelen Togo Kuleleri üzerine açıklama yaptı. Açıklamada “Ankara Büyükşehir Belediyesi, 16 Mayıs 2018 tarihinde Şubemizin açmış olduğu davada 17. İdare Mahkemesince verilen imar planlarının iptali kararının hemen ardından çoktan durdurulması gereken inşaatı geçtiğimiz hafta mühürleyerek, görevini geç de olsa yerine getirmiştir” ifadeleriyle bu projenin rant sistemini bir projesi olduğunu vurguladı. Açıklamada CHP’li Sinan Aygün’le dönemin AKP’li belediyesinin kirli ortaklığı üzerine şu ifadeler yer aldı: “Alanda keyfi emsal artışı sağlayarak kişilere ya da gruplara 17 Aralık 2015, 12 Şubat 2016, 15 Temmuz 2016, 27 Kasım 2016 tarihlerinde resmi şekilde imar rantı aktaran Belediye mensupları derhal yargı önüne çıkarılmalıdır. “Bugüne kadar içeriği her ne olursa olsun imar rantı elde edebilmek amacıyla Belediyelere ‘rüşvet niteliğinde teklifler’ götürmek suretiyle; planlama sürecini etkileyerek haksız kazanç elde etmiş olan tüm kişi ve grupların açığa çıkarılması ve elde ettikleri rantın hesabının tüm Ankaralılar nezdinde sorulması gerekmektedir.”

2020 zamlarla gelecek Pasaport, ehliyet harcı, trafik cezaları zamları ve 2020 Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) oranı açıklandı. Zamlar, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın, Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği, Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla açıklanmış oldu. Karara göre ehliyet harcı, trafik cezaları, yurtdışından yolcu beraberinde getirilen cep telefonları için ödenen ücretler 2020’de yüzde 22,58 oranında zamlanacak. Bu kapsamda, yeniden değerleme oranının 2019 için yüzde 22,58 olarak tespit edildiği aktarılan MTV oranı ise yüzde 12 olarak belirlendi. Zamlar 1 Ocak 2020’den itibaren uygulanacak.


27 Aralık 2019

Güncel

Gerici hesapların sonu yok

Amaçlanan, gericiliğin zehriyle bilinci körelmiş yığınların; haksızlıklara, adaletsizliklere, toplumsal eşitsizliklere, sömürüye karşı direnenlere uygulanan devlet terörünü “şeriatın kestiği parmak acımaz” zihniyetiyle kabullenmeleridir. Son dönemlerde Erdoğan adeta bir erken seçim hazırlığında. Yaşadığı o kaybının da etkisiyle göz boyamaya yönelik popülist kimi hamleler yapıyor. Öte yandan da gerici tabanın istekleri doğrultusunda adımlar atmaya devam ediyor. En son, geçen kasım ayındaki Din Şûrası’nda, “Dini, hayattan tecrit eden, belli kalıplara, şekillere, davranışlara hapseden dogmatik bir anlayışa itibar etmeyeceğiz. Bir Müslüman, dinini hayatın şartlarına göre değil, hayatını inancının esaslarına göre uyarlamakla mükelleftir.” demişti. Bu vurgulardan hareketle Resmi Gazete’de yayınlanan bir kararla faizsiz finans kuruluşları denetçileri için belirlenen etik kurallar, fıkhi (İslam hukuk kuralı) hükümlere bağlandı. Kararda, ayet ve hadislerin yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çalışmalarından alıntı yapılarak, denetçiler için etik ilkelerin dini dayanakları olarak, “insanın yeryüzündeki halifeliği ilkesi, ihlas (ibadette içtenlik), takva (Allah’tan korkma), Allah’a hesap verilecek olması” gibi şartlara işaret edildi. AKP 17 yıllık iktidar süreci boyunca topluma dinsel gericiliğin hedefleri doğrultusunda biçim vermeye çalıştı. Buna direnç göstererek laik değerlere sahip çıkan “%50’lik” kesimin tepkilerine rağ-

men, kimi zaman geri adım atsa da bu konudaki ısrarını sürdürdü. Dinsel gericiliğin siyasal-ideolojik hedefleri doğrultusunda topluma biçim verme çabaları eğitimden sağlığa, toplumsal-kültürel yaşamdan hukuka hemen her alanda görülmektedir. Bu girişimlerin sonucu olarak örneğin Diyanet ile dini vakıf ve derneklere ait olan okul öncesi eğitim kurumu sayısı son dört yılda 3,7 kat, öğrenci sayısı ise 4,5 kat artmıştır. Eğitim müfredatı her düzeyde bilimsellikten arındırılmıştır. Ya da hastanelerde alternatif tıp adı altında anti-bilimsel yöntemlere yer verilmeye başlanmıştır. Hukuk alanında atılan ve yukarıda bahsi geçen adım ise oldukça manidar bir sembolik değer taşımaktadır. Zira laik bir devletin göstergelerinden biri olan hukukun İslami referanslarla biçimlenmesi, dinsel gericilik için önemli bir adımdır. Erdoğan gericiliğin bir koalisyonu olarak şimdiye kadar çeşitli ittifaklar yapıp bozsa da gerici tabanın isteklerini hep gözetti, dinci ve kindar nesil yetiştirmekten hiç vazgeçmedi. Son olarak tecavüzlerle gündeme gelen Ensar Vakfı’nın Milli Eğitim Bakanlığı onayıyla okullarda öğrencilere “Ahlaklı olmanın faziletleri” üzerine seminerler vermesi durumu gayet açık özetlemek-

tedir. Düzenin eğitim kurumlarındaki çocuklara öğretilen, aşılanan gericilik yetmezmiş gibi bizzat gericilik merkezlerinden yardım alınmaktadır. Öte yandan faizsiz finans kuruluşları denetçileri için etik kurullarının İslam hukukuna göre yapılması, AKP’nin yolsuzluklarla anılan imajına makyaj yapma ihtiyacından da ileri gelmektedir. Dinci gericilik için bahsedilen “İslam hukuku”, gerçekler görülmesin diye emekçilerin zihnini kapatan bir başka örtüdür. Şu günlerde Milli Piyango satışları artırılsın diye yapılan reklamlar ortadadır. Bırakın düzenin kendisini, bu düzeni emekçilerin dini duygularını sömürerek ayakta tutmakla görevli olan Diyanet, gelirlerinin önemli bir kısmını eleştirdikleri bu şans oyunlarından, alkolden elde etmektedir. Dinci gericilikle yoğrulmuş bu kapitalist sömürü düzeninden beslenenlerin hayalini kurdukları toplum biçimi, biat eden yığınların iliklerine dek sömürülebilecekleri vahşi kapitalizmdir. Amaçlanan, gericiliğin zehriyle bilinci körelmiş yığınların; haksızlıklara, adaletsizliklere, toplumsal eşitsizliklere, sömürüye karşı direnenlere uygulanan devlet terörünü “şeriatın kestiği parmak acımaz” zihniyetiyle kabullenmeleridir.

KIZIL BAYRAK * 5

Tüketici güveni Aralık ayında geriledi Krizin etkisiyle dibe vuran ve son iki aydır kısmi yükseliş gösteren tüketici güven endeksi, Aralık ayında önceki aya kıyasla yüzde 1,9 geriledi. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Aralık ayı tüketici güven endeksi istatistiklerini bugün yayınladı. Tüketici güven endeksi, önceki aya kıyasla yüzde 1,9 düşüş göstererek 58,8 seviyesine geriledi. Tüketici güvenindeki düşüşte, gelecek 12 aya dair beklentileri yansıtan alt endekslerdeki düşüşler etkili oldu. Tasarruf etme ihtimali haricindeki tüm beklentilerde gerileme kaydedildi. Özellikle de önümüzdeki 12 ayda fiyatların artacağı beklentisi, güvenin düşüşüne yol açtı. Fiyatların değişimine ilişkin beklenti, önceki ayki 77,9 değerinden 74,6’ya düştü. Hanenin maddi durum beklentisi, önceki ayki 79,3 değerinden yüzde 2,1 düşüşle 77,7’ye geriledi. Genel ekonomik durum beklentisi 78,5’ten yüzde 2,5 azalışla 76,5’e düştü. İşsiz sayısı beklentisi önceki aya kıyasla yüzde 2,9 geriledi. Önceki ay 58,8 olan endeks Aralık ayında 57,1 oldu. Tasarruf etme ihtimali ise önceki aya kıyasla yüzde 3,5 arttı. Kasım ayında 23 olan endeks 23,8’e yükseldi.

Soygun düzeninin bütçesi kabul edildi 2 hafta meclis Genel Kurulu’nda görüşülen 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi 20 Aralık’ta AKP-MHP koalisyonunun oylarıyla kabul edildi. 159’a karşı 329 oyla bütçe teklifi meclisten geçti. En fazla payın 468,3 milyar lira ile Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ayrıldığı bütçede, savaş ve saldırganlığa hizmet eden devlet kurumlarına 150 milyar lirayı aşkın kaynak aktarıldı. Bunlar arasında geçen yıla kıyasla en fazla artış kaydeden kurum Milli Savunma Bakanlığı olurken, kurumun bütçesi 7,9 milyar TL’den 53,9 milyar TL’ya çıkarıldı. Başlangıç ödeneklerini yıl içerisinde hızla tüketen ve ek kaynaklarla harcamaları artan cumhurbaşkanlığına da 3,2 TL pay verildi.


6 * KIZIL BAYRAK

27 Aralık 2019

Güncel

Kanal İstanbul projesine dair…

“Sen şimdi haramilerin elindesin * İstanbul!” Rant serüveni “Kanal İstanbul” sürüyor. Proje, ilk olarak Tayyip Erdoğan tarafından, 2011 yılında kamuoyuna açıklanmıştı. Erdoğan, Panama, Süveyş, Corinth kanallarını dahi geride bırakacak dediği projeyi “hayalim” diyerek ilan etmişti. Kanal İstanbul projesiyle, dünyanın en büyük gemilerinin geçebileceği, kara-demiryolu ulaşımında kesinti olmayacağı, 3. köprünün bağlantı yollarının kanal üzerinden geçip, Boğaz trafiğinin azalıp, riskin de en aza ineceği hedefleri sıralanmıştı. Kanal, Avrupa Yakası’nda Küçükçekmece Gölü’nden başlayıp, Şahintepe Mahallesi’nden geçerek Sazlıdere Baraj Havzası boyunca devam edecek, Terkos Gölü’nün doğusundan Karadeniz’e ulaşacak. 45 km uzunluğunda, 26 bin hektar alan üzerinde planlanan projeyle 8 milyon nüfuslu 97 bin 600 hektarlık bir ada oluşturulması söz konusu. Nitekim Kanal İstanbul’un etrafında kurulacak yeni şehir planlaması için 2018’de İBB, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı arasında bir protokol imzalanmıştı. Protokol kapsamında İBB ve İSKİ’nin kanal güzergâhındaki arazileri TOKİ’ye devredilecek, böylelikle TOKİ devredilen tüm alanlardan gelir elde edecekti. Yanlış anlamaya mahal vermemek adına, bu adımın kanal finansmanı için yapıldığı vurgulanmıştı. Kanalın tamamının işçi ve emekçilerden oluşturulan “milli gelir”le yapılacağı da ayrıca vurgulanarak, gönüllere de su serpilmeye çalışılmıştı. Proje daha duyurulmadan hükümete yakın bir patron, bu bölgeden yüklü miktarda arazi satın almış, proje sonrası da sadece vergisi 110 milyon tutarında daha yüklü bir vurgunla dönmüştü. Proje maliyeti 75 milyar TL olarak hesaplanıyor. “Katar Katar” yatırımları düşününce, nedir ki bu maliyet? Devede kulak! (Ka-

tar Emiri’nin annesi Şeyha Moza’nın Başakşehir’de 100 bin lira sermayeli şirket kurup 1,5 ay kadar sonra Kanal İstanbul güzergâhında 44 dönüm arazi satın aldığı ortaya çıktı.) AKP’nin kendi adına İstanbul seçimlerinde karşılaştığı pürüz herkesin malumu. Proje, İBB başkanıyla Tayyip Erdoğan arasında atışmalara konu oldu ve son haftalarda kamuoyunda üzerinde sıkça duruldu. Nitekim geçtiğimiz aylarda TBMM bütçe görüşmelerinde ihale süreci başlatıldı. ÇED raporunda da sona gelindi. Projenin ilk gündemleştiği zamandan bugüne bilim insanlarından, emek, meslek örgütleri ve toplumun ilerici kesimlerinden yapılan tartışmalar ve itirazlar biliniyor. İtirazlar karşısında, Tayyip Erdoğan tarafından ısrarla savunulan ve bir denizyolu ulaşım projesinden çok daha fazlası denilen Kanal İstanbul, şimdilerde “tamamen milli meseleler” üzerinden gerekçelendirilmeye çalışılıyor. Zat-ı muhterem öyle büyük bir projeden bahsediyor ki, Montrö Boğazlar sözleşmesiyle kullanılamayan egemenlik hakları, Kanal İstanbul’la gerçekleşecek! Boğazlardan şimdi beleş geçilirken artık

ülkelere ücret tarifesi uygulanacak ve savaş gemilerinin geçişleri de Türkiye’nin iznine bağlanacak. Süveyş ve diğer kanalların kendilerine dair nasıl hakları varsa, Kanal İstanbul yatırımıyla Türkiye’nin de hukuku oluşacak. Geniş bir vizyona sahip bu proje, Türkiye’nin egemenlik hakları açısından yeni bir sayfa olacak! Kanal İstanbul, yüksek perdeden haykırılan Cumhuriyet, egemenlik hakkı, Montrö Sözleşmesi, hak ve hukukun paranın egemenliğinde şekillendiğini gayet açık özetliyor ve aklımıza hemen şu deyimi getiriyor: “Parayı veren düdüğü çalar!” Kullanım, hak, hukuk, her şey paranındır, işte Kanal İstanbul da bu yolda atılmış bir adımdır. Baştan ayağa rant ve kâr odaklı bir sermaye projesi olan Kanal İstanbul’a karşı çıkanlara, Tayyip Erdoğan, “Düşünün, sizin Boğazınızı kullanıyorlar ama hiçbir şey elde edemiyorsunuz.” diye çıkışıyor. Biz de buradan işçi ve emekçilere sesleniyoruz: Bu projeyle, hâlihazırda içme suyunun %70’ni başka illerden karşılamak zorunda olan İstanbul’un en önemli su kaynağı Sazlıdere yok olacak. Kanal İs-

AYM Kanal İstanbul’u ‘yap-işlet-devret’e uygun buldu Kanal İstanbul projesini “yap-işlet-devret” modeli kapsamına alan yasal düzenlemenin iptali ve yürütmesinin durdurulması için yapılan başvuruyu Anayasa Mahkemesi (AYM) reddetti. 26 Temmuz 2018’de mecliste kabul

edilen torba yasada, Kanal İstanbul’u yap-işlet-devret kapsamına alan düzenleme de yer alıyordu. Bu düzenlemenin yürütmesinin durdurulması ve iptal edilmesi yönünde CHP tarafından yapılan başvuruyu AYM

bugün görüştü. AYM, oybirliğiyle düzenlemenin Anayasa’ya aykırı olmadığına karar vererek iptal istemini reddetti ve Kanal İstanbul’un yap-işlet-devret modeline uygun olduğuna hükmetti.

tanbul Proje güzergâhı ve etrafı boyunca; su havzaları, tarım alanları, orman gibi doğal kaynaklar zarar görecek. Proje için yapılacak kazıda 1 milyar 155 milyon 668 bin metreküp hafriyat çıkacak ve bu, Karadeniz kıyılarında oluşturulacak dolgu alanları için kullanılacak. Üç aktif fay hattının geçtiği bölgede nüfus ve yapılaşma baskısıyla afet riski artacak ve milyonlarca insan buraya hapsedilmiş olacak... Liste oldukça uzun. Baştan aşağı rant ve kar odaklı, sermaye projesi Kanal İstanbul işçi ve emekçilere, çevreye ve doğaya ölüm, hastalık, iş cinayetleri, yok olma tehlikesi getirecek. Peki, bizlerin haklarına, sağlığına, yaşamına el konulurken, ne yapacağız? “Şehir dediğin nedir ki? Aslolan insandır!”** İstanbul’u İstanbul yapan, dönüştüren işçiler ve emekçilerdir. Yollarını yapan, yapılarını inşa eden, temizleyen... Fakat kapitalist sistemde, sermayenin egemenliğindeki şehirler, İstanbul’da olduğu gibi insani her şeyden uzaktır. Sermaye, sanayinin, sanayi işçilerin, emeğin ürünüdür. Bu gerçekten yola çıkarak, İstanbul’u kurtaracak olan da işçi sınıfının gücü olacaktır. Geçici olmaya mahkûm gerçeklik şudur ki, “Sen şimdi haramilerin elindesin, İstanbul” “Haramilerin saltanatı yıkılsın Bekle o günler gelsin İstanbul, bekle Sen bize layıksın.”* Seni sen yapan işçi ve emekçilere… S. GÜL * Vedat Türkali, İstanbul şiiri ** William Shakespeare


27 Aralık 2019

Sınıf

KIZIL BAYRAK * 7

Vergi yükü işçinin sırtında…

Asgari ücret vergiden muaf tutulsun! Vergi yükünün ücretli çalışanlar için %70, büyük banka ve şirketler için ise ortalama %5 olduğu Türkiye’de vergi konusu, üzerine en çok tartışılan, hatta ilk sıralardan inmeyen başlıklardan biri olmaya devam ediyor. Asgari ücret görüşmeleri sürerken “vergi adaleti”, “vergiden muafiyet” gibi meseleler de yapılacak zam oranı kadar tartışıldılar. Verginin uygulanma biçimi, farklı toplumsal dönemlerde değişiklik gösterse de yoksulların ve emekçilerin tepkisinin açığa çıktığı bir başlık olagelmiştir. Yönetenlerin bütçede oluşturduğu gedikler emekçilerden alınan vergilerle çözülmeye çalışıldığında ve bu artık katlanılmaz noktaya geldiğinde isyanlar da ortaya çıkmıştır.

VERGI DÜZENLEMESI (!)

Vergi ile ilgili son düzenlemeler geçtiğimiz haftalarda yapıldı ve 7 Aralık tarihli Resmi Gazete’de yayınlandı. Mevcut vergilere yeni vergi kalemleri (Dijital Hizmet Vergisi, Konaklama Vergisi vb.) eklendi. Her türlü hizmet alımı ve tüketim ürünleri içerisindeki bu tür dolaylı vergiler şüphesiz ki işçi ve emekçilerin bütçesini iyice dibe çekecektir. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, 2019 Şubat’ında 134. kez toplanan Vergi Konseyi’nde ve sonraki dönemde gündeme dair her konuştuğunda, “Tabana yayılmış daha adaletli bir vergi sistemini en kısa zamanda hayata geçirmeyi arzuluyoruz.” demeyi ihmal etmedi Bakan Albayrak “adaletli vergi” derken, “Artan oranlı gelir vergisi”nden mi bahsediyor? Devletin herhangi bir adımı bunu işaret etmiyor. Marx, vergi konusunda şunları ifade etmiştir: “Vergi alanındaki mücadele sınıf mücadelesinin en eski biçimidir. Bu nedenle devletin, verginin sınıfsal içeriğini ve bu sınıfsal ayrışmanın sömürücü doğasını örtbas edebilmek için eşitlikçi

Kayseri İşçi Birliği’nden asgari ücret açıklaması

bir vergileme söylem ve biçimini yerleştirmesi gerekmektedir.”

VERGILER VE KRIZI HAFIFLETMEK

Krizin etkileri güçlü şekilde hissedildiğinde, döviz fırladığında, hayat pahalılığı arttığında en çok etkilenen işçi ve emekçiler olurken, vergi affından yararlananlar patronlar oluyor. Patronlar kriz dönemini kârlarını katlamanın manivelasına çevirirken, işçilerden anlayışlı olmaları, kemer sıkmaları, işsizlik psikolojisini göğüslemeleri bekleniyor. Vergi, “devlet veya kamu kuruluşlarının kamu harcamaları için gerçek ve tüzel kişilerden yasal olarak toparladıkları parasal tutar” olarak tanımlanıyor. Devlet ekonomisinin temel taşlarından olan vergi, devlet giderlerinin çoğunu karşılayabilecek önemli bir kaynaktır.

ASGARI ÜCRET VE VERGIDEN MUAF OLMA TALEBI

Açlık sınırının altında olan ve yeni zamla da sınırı aşmayı başaramayacak gibi duran asgari ücretle çalışanlar, dolaylı ve dolaysız vergileri ödediğinde, kazancından en çok vergi ödeyen rekort-

men kesimi oluşturuyor. Toplanan vergilerin büyük kısmı KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerdir. İşçi ve emekçilerden sağlanan bu vergilerin yanı sıra dolaysız vergi de yine emekçilerin kazancına göre yüksek oranda kesilmektedir. 8 milyon asgari ücretlinin 2019’un ilk 10 ayında ödediği vergi toplamı 25 milyar 224 milyon TL tutarındadır. Kriz devam ettikçe asgari ücretlinin hissedeceği etkilerin daha ağır olacağını düşündüğümüzde “insanca yaşamaya yetecek asgari ücret”in “vergiden muaf” olması temel bir talebe dönüşmektedir. İşçinin kendisi ve bakmakla yükümlü oldukları için ödediği gıda, barınma, giyim, ısınma, elektrik, sağlık, eğitim gibi giderlerini karşılamaktan çok çok uzak asgari ücretle (4 kişilik ailenin söz konusu giderlerini baz alan yoksulluk sınırı 6.850 TL’dir) çalışanlar, gelir vergisini ödemekten muaf tutulmalıdır. Ayrıca sermaye düzenine karşı mücadelede aşağıdaki taleplerin ileri sürülmesi ihmal edilmemelidir. - Her türlü dolaylı vergi kaldırılsın! - Artan oranlı gelir ve servet vergisi! - Vergiden muaf ve insanca yaşamaya yetecek asgari ücret!

VİP Giyim’de direnen işçilerin çadırına polis saldırdı Kocaeli Darıca’daki VİP Giyim fabrikasındaki sömürü koşullarına karşı DERİTEKS sendikasında örgütlenen ve işten atma saldırısıyla karşılaşan iki kadın işçi, soğuk, yağmur, çamur demeden fabrika

önünde 36 gündür direniyordu. İşçiler 24 Aralık’ta çadır kurarak yağmurdan korunmak istediler. Bir saat sonra 5 ekip otosuyla direniş alanına yığınak yapan polisler, çadır kurmanın yasa dışı oldu-

ğunu öne sürerek saldırıya geçti ve çadırı kaldırdı. Gebze İşçilerin Birliği Derneği, polisin saldırısını ve işçi düşmanlığını teşhir ederek, sınıf dayanışmasını büyütme çağrısı yaptı.

Kayseri İşçi Birliği (KİB), 22 Aralık’ta asgari ücret açıklaması gerçekleştirdi. Sivas Caddesi’nde yapılan eylemde basın açıklamasını Kayseri İşçi Birliği Sözcüsü okudu. Asgari ücrete ilişkin görüşmelerin ekonomik kriz koşullarında başladığını belirten KİB sözcüsü, “Kriz koşullarında asgari ücretimiz eridikçe eridi. Vergi yükümüz katlandı. Asgari ücretli milyonlarca işçi krizin ağır yükü altında inim inim inlemektedir” dedi. Artan zamları dile getiren KİB sözcüsü, “Elektriğe doğal gaza hemen hemen her gün zam geliyor. Zamlar nedeniyle doğalgazı kullanamaz, çocuklarımızın temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldik” dedi. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun sermayeyi koruğunu belirten KİB sözcüsü, “Asgari Ücret Tespit Komisyonu işçinin iyiliğini düşünmüyor. Sermayeyi korumayı, patronların istediğini yapmayı temel görev sayıyorlar. Bu nedenle asgari ücret komisyonundan işçinin hayrına bir karar çıkmaz” dedi. TÜİK’in tutumuna değine KİB Sözcüsü; “TÜİK asgari ücretlinin kaybının 5,3 olduğunu söylüyor. TÜİK milyonlarca asgari ücretli işçinin aklıyla dalga geçiyor. Asgari ücret açlık sınırının altına düşmüşken, gerçek enflasyon yüzde 30 olmuşken, açlık sınırında ücreti bile işçiye çok gören TUİK! Rakamını al da git!” dedi. Basın açıklamasının son bölümünde insanca yaşamaya yeten vergiden muaf asgari ücret için mücadele etmekten başka bir yol olmadığını belirten KİB sözcüsü, “İnsanca yaşamaya yeten vergiden muaf asgari ücreti söküp almak için birleşmek, her yerde birlik olmaktan, örgütlenmekten başka yol yok!” dedi. Açıklama sırasında “Asgari değil insanca yaşam!”, “TÜİK rakamını al da git!”, “İşçilerin Birliği sermayeyi yenecek” ve “Kurtuluş yok, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganları atıldı.


8 * KIZIL BAYRAK

Sınıf

27 Aralık 2019

Metal Grup TİS süreci ve görevlerimiz E. Eren Yılmaz Sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu kısır döngüden çıkabilmesinin önemli bir dinamiğini içinde barındıran MESS Grup TİS süreci devam ediyor. Yetkili üç sendika ve MESS arasında süren sözleşme görüşmelerinde, gelinen aşamada uyuşmazlık zaptı tutulmuş bulunuyor. Yasal prosedürü işletmek konusunda olabildiğince titiz davranan taraflar, arabuluculuk sürecinin devreye gireceği önümüzdeki birkaç haftanın ardından anlaşma olmaması halinde, grev kararı alarak, iki aylık bir döneme girecekler. Bu iki ay içinde ya sözleşme imzalanacak ya da greve çıkılacak. Şu ana kadar süreç hemen her TİS sürecinden bildiğimiz şekilde ilerliyor. MESS masada kapsamlı bir saldırı programıyla bulunuyor. Kriz dönemini fırsata çevirmeye çalışan metal patronları, metal işçisinin köleliğini istiyorlar. Bunu gizli saklı değil, açıktan talep ediyor, ekonomideki güncel tabloyu bir gerekçelendirme ve tehdit unsuru olarak gösteriyorlar. Yani aylar öncesinden bilinen, farklı işkolu ve fabrikalarda imzalanan sözleşmelerin de açıkça gösterdiği gibi, sermaye düzeninin bütünsel hedefleri kapsamında, adımlarını kararlılıkla atıyorlar. Sendikal bürokrasi cephesinde ise geçmişle kıyaslandığında yine bir değişiklik yok. Onlar için TİS süreci masa başı görüşmeler ve yasal prosedürün yerine getirilmesinden ibaret. Şu ana kadar ortaya çıkan veriler bir kez daha buna işaret ediyor. Olabildiğince sessiz geçirilen görüşme süreçlerinin ardından uyuşmazlık zaptının tutulması üzerine, fabrikalarda üretime dokunmayan eylemler başlatıldı. Çelik-İş’in bu konuda da varlığı tartışmalı olmaya devam ederken, Birleşik Metal-İş her TİS sürecinin rutin eylemlerini gerçekleştiriyor. Türk Metal ise Metal Fırtınası’nın bir etkisi olarak, 2017 TİS sürecinde olduğu gibi bu TİS sürecinde de fabrika eylemleri gerçekleştirmeye başlamış durumda. Metal işçileri saflarında, yılların birikimi ve kriz sürecinin ağırlığının yansımaları ile giderek biriken bir hoşnutsuzluk ve tepki var. Artan tepki kendini henüz ortaya koyabilecek kanallar yaratamasa da mücadele potansiyelinin alttan alta mayalanmasını sağlayan bir işlev görüyor. MESS ve sendikal bürokrasi şu ana kadar bu tepkiyi kontrol edebilme başa-

rısı göstermiş olmalarına rağmen, süreç “her şeye gebe” denilebilecek bir noktaya doğru ilerliyor. Bilinç ve örgütlülüğün zayıflığı, görece daha deneyimli işçilerin, Metal Fırtınası sonrası sistematik olarak fabrikaların dışına çıkartılmış olmaları gerçeği, mücadele dinamiklerini zayıflatan bir etmen olarak karşımıza çıkıyor. Ama bu, ülkenin içinde bulunduğu bütünsel atmosferin doğrudan bir yansıması olarak, muhtemel kırılmaların metal işçileri açısından hiç de yabana atılır bir ihtimal olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. MESS TİS süreci ve masada bulunan ağır dayatmalar, bu kırılmaları tetikleyebilecek bir dinamik olarak ortada duruyor. *** Gelinen aşamada, sendikal bürokrasiyi aşabilecek, biriken mücadele potansiyelini açığa çıkartıp birleştirebilecek zeminleri zorlamak büyük bir önem taşıyor. MESS dayatmalarına karşı somut talepler etrafında örgütlenebilecek bu süreç, ileri-öncü işçilerin ve sınıf devrimcilerinin üzerinde önemle durması gereken bir hedef olabilmek durumunda. Sınıf mücadelenin genel ihtiyaçlarını eksen alan, günün öne çıkan başlıklarını bu kapsamda mücadele gündemi haline getiren somut yol gösterme çabası, içinde bulunulan durumdan çıkış açasından gündeme gelebilecek kırılmaları tetikleyebilecek bir öneme sahip. Kendiliğinden oluşan tepkiyi bilinçli bir temele kavuşturma çabası ve başlangıç noktası olarak alma hedefi, öncelikle metal işçilerinin, giderek de toplam sınıf mücadelesinin önünün açılması açısından ciddi bir imkan durumunda.

Bu anlamıyla, kriz süreci ve MESS’in dayatmaları, bütünlüğü içinde sürekli olarak işlenebilmeli ve bu konuda metal işçileri saflarında açık bir bilinç yaratma hedefi öncelikli olabilmelidir. 3 yıllık sözleşme dayatması, sefalet zammı, esnek ve kuralsız çalışma koşullarını ağırlaştıracak hükümler bütünlüğü içinde sürekli gündemler olarak öne çıkabilmelidir. Metal işçisinin yakıcılığını duyduğu taleplerinin haklılığı ve meşruluğu çok yönlü olarak işlenebilmelidir. Dayatmaların yanı sıra, sendikal bürokrasinin rolü sürekli bir teşhir konusu olabilmeli, metal işçisinin tabandan örgütlenmesinin, inisiyatifi ele alabilmesinin, söz-yetki ve karar hakkını kullanabilmesinin altı her vesileyle çizilebilmelidir. Fabrika komiteleri/kurulları bunun somut gerçekleşme zemini olarak öne çıkartılabilmelidir. Dayatmaları püskürtmek, haklı ve meşru talepleri kazanabilmek için birleşik mücadele ihtiyacı ve fiili-meşru bir mücadele hattı olmazsa olmazlardır. MESS dayatmalarına ve sendikal bürokrasinin tutumuna sermaye devletinin baskı ve yasaklarının eklendiği biliniyor. Grev yasaklarının rutin bir uygulama haline geldiği, MESS ve sendikal bürokrasinin elini rahatlatan bir işlev de gördüğü malum. Bu konuda sağlanabilecek bir bilinç açıklığı ve pratik olarak yasakları aşabilecek bir çaba, yine sürecin bütünlüğü üzerinden sürekli bir gündem olabilmelidir. Gelinen aşamada, sendikal bürokrasinin fabrikalarda, üretime dokunmadan tepki eylemleri örgütlemeye başlaması, eylemlerin amacından bağımsız olarak,

müdahale edilmesi gereken bir noktada duruyor. Sendikal bürokrasiye tepki olarak, gerçekleşen eylemlere duyulan güvensizlik ve katılmama eğilimi, var olan durağanlığı aşmak için adımların atılmasını zorlaştırıyor. Evet, eylemlerin mantığı ve biçimi mahkûm edilmeli ama metal işçilerinin bu tabloya müdahale etmesi, değiştirmesi, giderek üretime yansıyan bir içerik kazanabilmesi için bu eylemlerin basamak olarak değerlendirilmesi ihtiyacı da ortaya konulabilmelidir. Bu şu sıralar hakim olan beklemeci ruh haline, nasıl olsa satacaklar umutsuzluğuna yapılabilecek önemli bir somut müdahaledir. Sendikal bürokrasinin “zorunlu ve görüntüyü kurtarmak için” gündeme getirdiği eylemler, şu an için sözleşme sürecinin masa başı görüşmelerin dışına çıkabildiği tek pratik alandır. Bu pratik alana müdahale ile birlikte gündeme getirilebilecek daha ileri eylem hedefleri, MESS’in ve sendikal bürokrasinin kuşatmasını yarabilecek bir potansiyel anlamına geldiği gibi, olası grev yasaklarına karşı bilinç ve örgütlülüğün yaratılabilmesi açısından da hazırlık zeminlerine dönüştürülebilir. Biriken mücadele potansiyelinin etrafını saran çok yönlü kuşatmayı aşabilecek, süreci tetikleyebilecek dinamikleri açığa çıkartabilir. Sınıf mücadelesi ve gündemleri somuttur. Sürecin her aşamasında bu somutluk içinde müdahale temel gündem olabilmeli, bütünü gözeten ama günü yakalamaya çalışan bir yaklaşım belirleyici kılınabilmelidir. İlerici-öncü işçiler ve sınıf devrimcileri görevlerine bu gözle bakabilmelidirler.


27 Aralık 2019

Sınıf

KIZIL BAYRAK * 9

Metal Grup TİS’leri arabuluculuk sürecinde…

Gerçek bir sınıf mücadelesinin imkanları Yaklaşık 150 bin metal işçisini doğrudan, milyonlarca işçiyi dolaylı etkileyecek olan Metal Grup TİS süreci aralık ayının başında uyuşmazlık zaptının tutulmasıyla yeni bir evreye girdi. Metal patronlarının sözcüsü MESS, şu ana kadar görevinin hakkını vererek, metal işçisine daha ağır kölelik koşulları getirecek olan son teklifini yaptı. Arabulucu sürecine varan görüşmelerde MESS, başta sefalet zammı, 3 yıllık sözleşme süresi; ikramiyelerin devamsızlıklar üzerinden, prim esaslı değerlendirilmesi ve yıllık ödenmesi, deneme süresinin 4 aya çıkarılması, denkleştirme ve telafi çalışması gibi birçok dayatmalarda bulunuyor. Böylesine ağır şartlar dayatan MESS, kuşkusuz metal işçilerinin sözde temsilcileri konumundaki sendika ağalarının uzlaşmacı ve teslimiyetçi çizgisine, mevcut siyasal iktidarın (AKP’nin) son yıllarda arttırdığı baskı ve yasaklamalara güveniyor. Metal işçilerini temsil ettiklerini iddia eden sendika ağaları, bu dayatmalara karşı göstermelik eylemlerle mücadele pozları vermeye başladılar. Birçok fabrikada iş çıkış ve giriş saatlerinde, özellikle üretime yansımayan eylemler gerçekleştirildi. Eylemlerde geçmiş süreçlerde sendika bürokratlarından sürekli duyduğumuz iddialı sözler bir kez daha sarf edildi. Ancak yine geçmiş sözleşmelerde, bu iddialara uygun davranmayanların satış sözleşmesini nasıl imzaladıklarını da gördük. O zamanlar olduğu gibi bugün yapılanlar da sadece göstermelik eylemlerden ibaret. Fabrikalardan yansıyanlara bakılırsa eylemler birçok işçinin haberi olmadan, alelacele gerçekleştirildi. Yukarıdan alınan kararlarla ve tabanın hiçbir söz hakkının olmadığı eylemler yapıldı, yapılmaya devam ediyor. MESS’in dayatmalarını sözde geri çektirecek ve metal işçisinin insanca yaşayabileceği koşullara ulaşması için yapıldığı iddia edilen eylemlerin, gerçekte bu perspektiften çok uzak olduğu biliniyor. Eylemler göstermelik olmaktan öteye geçmiyor. Sadece, imzalanacak satış sözleşmesi sonrasında, “biz elimizden geleni yaptık” diyebilmek hesabıyla düzenleniyor. Öyle olmasaydı, bu “eylemler”i düzenleyen sendika bürokratları, diğer yandan sözleşme sürecinin öncesinden başlayarak, fabrikalarda

Saldırı tüm metal işçisine yapıldığına göre, saldırıya karşı verilecek mücadele de ortaklaştırılmalı, talepler somut ve net olmalı, tüm işçileri kapsamalıdır. Tutulması gereken yolu, Metal Fırtınası ve geçmiş deneyimler döne döne göstermektedir. “ekonomik kriz ve sonuçları” argümanlarıyla işçiler üzerinde baskı kurmaz, manipülasyonlarla aza razı etme politikası gütmezlerdi. Türk Metal çetesi Metal Fırtınası sonrası yapılan ve kısmi kazanımların olduğu sözleşmeyi, “yüzyılın sözleşmesi” şeklinde diline pelesenk etmişti. Şimdilerde, yapılan bu sözleşmeyi kendine siper ederek, aslında gündemdeki olası satış sözleşmesini aklama derdine düşmüş durumda. Sendika bürokratları aynı zamanda satış sözleşmesi sonrasında, “bu koşullarda bu kadarı yapılabilir” düşüncesini işçilere aşılamak için de görüntü veriyorlar. Böylece, olası tepkilerin önüne şimdiden geçmeye hazırlanıyorlar. Olası tepkiler diyoruz, çünkü son yıllarda hızla artan zamlar ve vergiler ile ücretlerdeki düşüş, yine çalışma koşullarının son yıllarda artan ağırlığı işçilerde büyük öfkeler biriktirmektedir. Ayrıca asgari ücret görüşmeleri de sözleşmede alınacakların aynası durumundadır. Metal Fırtınası sonrasında fabrikalardaki işçi çıkarmalarının ardından, metal işçilerinin yarısından çoğu işe yeni giren asgari ya da ona yakın ücretle çalışan işçilerden oluşmaktadır. MESS, sermaye devleti ve sendika bürokratları üçlüsü, her şeyi ince hesaplayarak, koordineli bir şekilde yol yürümeye çalışıyor. Her cepheden yapılan açıklamalar birbirini tamamlayan bir yan

taşıyor. Masa üstünde göstermelik bir kavga, masa altında ise el sıkışmalar bir arada yürütülüyor. Bu süreç metal işçisinin değil, MESS’in elini güçlendirmekten öteye geçmiyor. Eylemlere katılım ve coşkuya bakılırsa işçilerde biriken öfkeyi görebiliriz. Ancak birçok işçide “mevcut sendikalarla bir şey alınmaz” anlayışının hakim olduğunu da görüyoruz. Fabrikalarda göstermelik eylemlerle ilgili olarak metal işçilerinin yaptığı değerlendirmelerde eylemlerin üretime yansımamasına karşı tepkiler dikkat çekiyor. Bir metal işçisinin “Eylemlerin benim zamanımdan değil, patronun zamanından çalması gerekir. Diğer türlü fazlaca bir anlamı yoktur.” sözü her şeyi açıklar niteliktedir. Grup TİS süreci metal işçisi açısından çok yönlü sorunlar barındırıyor. Sermaye cephesi içerden güçleriyle birlikte bir bütün olarak hareket ediyor. MESS’in dayatmalarının kabulü için yakın süreçte sermaye devleti kurumlarının seferberliği başlayacaktır. Yargısıyla, kanunlarıyla, kolluk güçleri ve medyasıyla her biri ayrı koldan saldırılara geçecektir. Her şey metal işçisinin, MESS şahsında sermaye sınıfına boyun eğmesi içindir. Metal işçisi bunun bilinciyle hareket etmek ve acilen buna göre bir hazırlık içerisine girmek zorundadır. Fabrikalarda Metal Fırtınası’nı yaşamış ileri öncü işçiler, geçmiş deneyimlerinden dersler

çıkararak, bu süreçte harekete geçmelidirler. Yapılan eylemlerde sürükleyici bir rol üstlenmek öncelikle deneyimli öncü işçilere düşüyor. İnisiyatif temsilcilerin elinden alınmalıdır. Her ne kadar metal işçisinin bilinç ve örgütlülük düzeyi zayıf olsa da öncü işçiler buna takılmamalı. Çünkü saldırının boyutu çok büyüktür ve metal işçisinin bu koşullara karşı öfkesi her geçen gün artmaktadır. Geriye sadece bu öfkeyi örgütlemek ve doğru temelde yönlendirmek kalıyor. İşçilerin birbirine güven sorunu bu eylemlerde sarf edilen çabalarla ortadan kalkabilir. İleri ve öncü işçiler önce kendilerine, sonra diğer işçilere inanmalıdırlar. Saldırı tüm metal işçisine yapıldığına göre, saldırıya karşı verilecek mücadele de ortaklaştırılmalı, talepler somut ve net olmalı, tüm işçileri kapsamalıdır. Tutulması gereken yolu, Metal Fırtınası ve geçmiş deneyimler döne döne göstermektedir. Metal işçisi fabrikalarda tabandan gelen birliğini kurar ve fabrikalar arası kurullarını oluşturup, talepleri uğruna fiili-meşru mücadele yolunu seçerse karşısında hiçbir güç duramaz. MESS’in dayatmaları, sendikal ağalık düzeni ve AKP iktidarının grev yasakları ve baskıları ancak bu şekilde yok edilir ve ancak bu yolla süreç gerçek bir sınıf kavgasına ve mücadelesine çevrilebilir. BIR MİB ÇALIŞANI


10 * KIZIL BAYRAK

Sınıf

Atamalarda güvenlik soruşturmaları sürecek

Hem derece yapmış hem de mülakattan geçmiş kişinin atanmasının onaylanması için MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü ve mahalli mülki idare amirlikleri tarafından yapılan güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasından “temiz” raporu alınması şart koşuluyor. Kamusal alanda yapılan atamalarda “güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması” sonucunda binlerce emekçi mağdur edildi ve halen de ediliyor. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL ve arka arkaya yayınlanan KHK’larla, devlet memurluğuna ilişkin 657 sayılı Kanun’da değişiklikler yapılmıştı. Bir yandan kamuda kitlesel ihraçlar gerçekleştirilmiş, diğer yandan ise atamalarda KPSS puanının yanı sıra bazı meslek gruplarında mülakat ve her atama için güvenlik soruşturmaları zorunlu hale getirilmişti. O zamandan bu yana hem derece yapmış hem de mülakattan geçmiş kişinin atanmasının onaylanması için MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü ve mahalli mülki idare amirlikleri tarafından yapılan güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasından “temiz” raporu alınması şart koşuluyor. CHP’li milletvekilleri tarafından geçen sene bu uygulamayı da kapsayan kanunda bazı maddelerin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurulmuştu. 29 Kasım 2019 tarihli Resmi Gazete’de AYM’nin konu hakkındaki kararı yayınlandı. AYM “vatandaşların kişisel veri niteliğindeki bilgilerinin memuriyete girişte değerlendirmeye tabi tutulmasının Anayasa’ya aykırı olduğuna” karar verdi

ve bu düzenlemeyi iptal etti. AYM’nin iptal ettiği güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması şartı, yeniden hazırlanan bir yasa teklifi ile Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edildi. Komisyonda kabul edilen maddelere göre “kamu hizmetlerinin etkin ve sağlıklı bir biçimde yürütülmesi amacıyla” 657 sayılı Kanun’da yapılan değişikliklerden kaynaklı mağdur olanlara güya hakları geri verilecek. Fakat bu sefer de memuriyetlerin atanmasında, 1402 Numaralı Sıkıyönetim Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun kapsamında, tekrardan güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması şartı getirildi. Yani sadece biçimsel bir oynama yapılarak, var olan uygulamanın olduğu gibi devam etmesi sağlandı. Anayasa Mahkemesi’nin uzun zamandır yalnızca görüntüde hukuksal kurallara uyduğu ama özellikle tek adam rejiminin inşası sürecinde yargının da tek adama bağlandığı bilinen bir gerçektir. Sermaye devleti kendi anayasasını çiğnemekte sorun görmemektedir. Atanma konusunda yaşanan mağduriyetler için adalet arayışı mahkemeler ile sınırlı kaldıkça bir çözüme ulaşılamayacağı açıktır. Kağıt üzerinde yazılı olan yasal hakların mevcut halinin bile ancak güçlü

mücadeleler sonucu kazanılmış olduğu unutulmamalıdır. Bu yasaların fiilen uygulanması, aynı şekilde, çeşitli mücadele yöntemlerinin geliştirilmesine bağlıdır. Devlet kadrosuna alınmak önceden güvenceli bir iş olarak görülüyordu. Ancak AKP’nin, son yıllarda Gülen cemaati ile tutuştuğu kavgayı da bahane ederek, devlet kurumlarını kendi çizgisine göre dizayn etmenin türlü yöntemlerini uygulamaya başlaması ile bu algı kırıldı. Atanma meselesinin dışında, Alo İhbar Hattı gibi kanallarla ispiyonlama kültürü yaratılması da sorunun diğer parçası. İnsanlara AKP’ye üye olmak ya da düşüncelerini ifade etmekten korkmak dayatılıyor. Emekçilerin de tercihi bu yönde olabiliyor ve ekonomik kaygılar sermaye devletinin kullandığı bir sopa işlevi taşıyor. İşçi ve emekçilere hem örgütsüzlük dayatılıyor hem de onursuzluk. Tüm bunlara karşın işini savunan ve bunun mücadelesini sokaklarda da sürdüren onurlu kamu emekçileri, bulundukları alanlardan sermaye devletine karşı seslerini yükseltiyorlar. Toplumun diğer kesimlerinin de kamu emekçilerinin mücadelesine omuz vermeleri ve bunu sermaye iktidarına karşı topyekûn mücadelenin bir parçası olarak görmeleri gerekiyor.

27 Aralık 2019

Aliağa’da “Kriz ve Sınıf Mücadelesi” paneli İzmir İşçi Kurultayı’nın ön çalışması olarak Aliağa’da krize karşı yan yana gelen işçilerle planlanan panel 22 Aralık’ta Petrol-İş’te gerçekleştirildi. Panel başlamadan önce Petrol-İş Aliağa Şube Başkanı Ahmet Oktay kısa bir konuşma yaptı. Ardından moderatör tarafından kurultay çalışmasının neden başladığı ve nasıl yan yana gelindiği aktarıldı. Son üç aylık dönemde yapılan çalışmalar, direniş ziyaretleri ve toplantılar anlatıldı. İlk söz Temel Demirer’e verildi. Demirer, “Sınıf mücadelesinin bugünkü durumuna takılmamak gerektiğine inanıyorum. Bugünden daha kötü günler de gördüm, 15-16 Haziran’ı da gördüm” dedi. Krizin etkileri, alım gücünün düşmesi, intiharlar, yoksulluk gibi konuları işleyen Demirer, “İyi kapitalizm yoktur” diyerek Tüpraş TİS sürecini ve muhalif görünen Koç Holding’in konumunu anlattı. “Kapitalizm bir adaletsizlik sistemidir, cehhnnemdir. Dünyada sendikalı işyerlerinin %85’inde grev yasağı vardır. 2019 yılında 680 bin işçi sendikacı tutuklanmıştır” diyerek işçi sınıfı mücadelesinin anti-kapitalist olması gerektiğini vurguladı. Demirer konuşmasının devamında dünya çapında işçi hareketinin yükseldiğini belirtti, bu eylemlerdeki şiarların gösterdiği sınıfsal tutuma işaret etti. İş cinayetlerinin ve intiharların son 10 yıllık AKP döneminde arttığını söyleyen Demirer, son olarak sendikaların işçilerin sözcüsü olduğunu, masada karşısında burjuvazi olduğunu unutmamak gerektiğini vurguladı. İkinci olarak İzmir İşçi Kurultayı Temsilcisi söz aldı. Temsilci Türkiye işçi sınıfının mevcut verili tablosunu, krizin etkileriyle birlikte aktardı. Sermaye devletinin arttırdığı baskı politikalarından, sendikal bürokrasiye değin sınıfın önündeki engeller sıralandı. Kurultay çalışmasının dayanışma ve mücadeleyi örgütlemek için bir adım olduğunu vurgularken taban örgütlülükleri ve fabrikalar arası kurullar kurmak, eğitim çalışmaları yapmak, direnişteki işçilerle dayanışmayı yükseltmek gibi somut öneriler yaparak konuşmayı sonlandırdı. Konuşmaların ardından soru, cevap ve öneri kısmına geçildi. Panel 5 Ocak pazar günü saat 13.00’te İzmir Barosu’nda gerçekleştirilecek İzmir İşçi Kurultayı’na katılım çağrısı yapılarak son buldu.


27 Aralık 2019

KIZIL BAYRAK * 11

Sınıf

Burjuvazi bireyciliği ve bencilliği dayatıyor…

Paylaşarak, dayanışma ile birliğimizi güçlendirelim! Geniş işçi-emekçi yığınlar çok yönlü ve kapsamlı saldırılar altında yaşıyorlar. Sermayenin bu saldırıları işçi ve emekçilerin bilincini bulandırıyor, onları yoksullaştırıyor ve yoksunlaştırıyor. Topyekûn saldırıların iktisadi boyutuyla yığınlar sefalet çukuruna itiliyorlar. Diğer yandan da sosyal ve ideolojik saldırılarla işçi ve emekçilerin kimlikleri erozyona uğratılıyor, işçi ve emekçiler insani olarak hiçleştiriliyorlar. Tüm bu saldırıların hedefi ve amacı ortaktır. İşçi sınıfını ve emekçileri sınıfsal kimlikten uzaklaştırmak ve emekçiler arasında birliğin sağlanmasının önüne geçmek hedefleniyor. Sermaye sınıfının çok yönlü saldırıları ile erozyona uğrayan kimliklerde, bireycilik ve bencillik hakim hale getirilmek isteniyor. Genel olarak fabrikalara ve çalışma alanlarına baktığımızda sermayedarların bunda bir başarı elde etmiş olduğunu söylemek mümkün. Patronlar sınıfının (burjuvazi) istediği türden kimlikler, sınıf içinde yaygın durumda. Fabrikalarda işçilerin büyük bölümü paylaşmaktan uzak, bencil, kendinden başkasını düşünmeyen, dayanışmadan kaçan bir tutum içinde. Hakim kimlikler böyle olunca, sınıf bölük pörçük halde, ağır sömürü ve yaşam koşullarında debelenip duruyor. Sınıfın büyük çoğunluğuna hakim kimliklerin böyle olmasından ötürü, gerçek ve sağlam bir birliğin oluşması için, kimliklerdeki bu erozyonların mücadele içinde onarılması zorunludur. Sınıfsal dayanışma ve paylaşım sınıfın ruhudur. Dayanışma ve paylaşma noktasında bir sınıf bilinci yaratılmadan çıkarsız bir işçi birliği oluşturmak zorlaşıyor. Zaten burjuvazi birliğin önüne geçmek ve sınıfı atomize etmek için, dayanışma ve paylaşma ruhunu ortadan kaldırmaya çalışıyor. Her bir işçi sadece bireysel olarak kendisi için soluk alıp verdiğinde, işçiler bir sınıf olamıyorlar. Ama ne zaman ki tek tek işçiler çıkarsız bir biçimde diğer sınıf kardeşlerini de düşünür, kendi çıkarlarını tüm sınıf kardeşlerinin çıkarları ile ortaklaştırır, o zaman bir sınıfın üyesi olma yolunda ilerler. Tam da bu anlamda burjuvaların örgütlü bir biçimde işçi sınıfının kimliğine dönük kapsamlı saldırıları püskürtülmeden, etkileri mücadele ile ortadan kaldırılmadan uzun vadeli ve kalıcı bir işçi birliğinden bahsetmek, sömü-

rücü sınıfın saldırılarını püskürtebilmek imkansızlaşıyor. İşçi ve emekçilere söz konusu bencil ve bireyci kimlikler nasıl hakim kılınıyor? Bu açıdan dönüp fabrikalara, fabrikalarda var olan üretim ilişkilerine, çalışma koşullarına ve üretim sistemine bakmak gerekiyor. İşçi kendisine verilen 4 cıvatayı sıkma görevi dışında sağına ve soluna bakmaya korkuyor, üzerindeki baskı nedeniyle. Yine bu ağır baskı yüzünden yanı başında yardıma ihtiyacı olan sınıf kardeşinin işine yardım edemiyor. Korkular ve çekinceler içinde sadece önündeki işine yoğunlaşıyor. Zaten yardım ederse üretimde belirlenen adetlerin tutturulamama ihtimali, dolayısıyla üretim baskısı işçiyi diğer sınıf kardeşine yardım etmekten uzak tutuyor. Kafayı işten kaldırmak bu koşullar altında suç oluyor. Üretimi yavaşlatma, işini savsaklama gibi bahanelerle tutanak tutulması söz konusu. Fabrikalarda üretim baskısı Kaizen, 5S (bu S’ler çoğaldıkça çoğalıyor) vs. gibi toplam kalite ve üretim sistemleri ile pekiştiriliyor. Bu tür yöntemler sayesinde işçi, sahibi veya ortağı olmadığı bir fabrikanın daha fazla kâr elde etmesi ve üretiminin artması için, çalışma süresi dışında da fabrikayı düşünür olur. Kendi köleliğini arttıracak projeleri ücret dahi almadan hazırlar. Bu projeler başarılı olup üretim arttırıldığında ve üç kuruşluk ödül verildiğinde mutlu olur. Ayrıca ne hikmetse fabrikada işçi kelimesi yasaktır sanki. Herkesin bir rumuzu vardır. Operatör, teknisyen, saha sorumlusu, takım lideri, ekip lideri vs. gibi rumuzlar, yapılan işe göre değişiyor. Herkes ücretli birer köle ama işçi değil. Facebook sayfalarında işçi yazmaz, bilmem hangi fabrikada operatör vs. ya-

zar. İşçiler arasında rekabet yaratmak için takımlar oluşturulur. Bu takımın bir lideri olur, aylık olarak (bu değişebilir) lider, takım içindeki işçilerden seçilerek değişir. Lider olan bir anda fabrika sahibi olur, takımında yer alan işçi kardeşini bir ay ezer. Sürekli bir biçimde lider olan işçiler birbirleri ile zulüm noktasında yarışır. Kim daha fazla zulüm eder, üretimi arttırırsa ayın elemanı (yine işçi değil) olacak, panoya fotoğrafı asılacak ve herkes bunu görecektir. Fotoğrafı fabrika panosuna asılı olan ise ücretli bir köle olduğundan bihaber, kendisiyle gurur duyacaktır. Bireysel ve bencil işçiler yaratmak için bölüp parçalamaya devam... Rekabet koşulları yaratmak bu işin iksiridir. Rakipler üstlerine giydikleri ayrı ayrı renkte olan iş kıyafetleri ile belirlenir. İster aynı ister farklı renk giysinler işçiler hep birbirine rakiptir. İş elbiseleri dahi patron tarafından bölüp parçalamak için kullanılır. Sırada patron için üretimde rekabet sayesinde başarı elde etmek vardır. Üretim adetleri belirlenip, oltanın ucuna da küçük bir prim konur, sonrasında yarış başlar. Üç kuruşluk prim için adetler hep yükselir. Sayılar yükseldikçe, artık bir önceki sayı geçilemez olur. Prim de ortadan kalkar. Ama ücretli kölelik devam eder. İşçi, bir sınıfa ait olduğunu bilmediğinden hep birinin üstüne basarak ekmeğini büyütmeye çalışır. İşçi böyle yaptıkça pastası büyüyen sadece patrondur. Patronlar ise işçinin aksine bir sınıfa mensup olduklarının farkındadırlar. Birbirileri ile daha fazla kâr için hep bir rekabet halinde oldukları halde, sınıfsal çıkarlarını hep ön planda tutarlar. Kendi aralarında dayanışmayı ve paylaşmayı ihmal etmezler. Bir patron sömürüyü arttırma yöntemlerini diğerleri ile paylaşır.

İşçiler eylem yapıp iş yavaşlatıyor, patron işleri yetiştirmekte zorlanıyorsa yardımına diğer patronlar koşar. Süreç içinde patronun sömürüsü ve saldırıları karşısında bunalan işçiler bir mücadeleye girişirler. Sınıfsal bilinçte, dayanışma ve paylaşma ruhunda, mücadele içerisinde olsalar dahi bir zayıflık olduğunu söylemek mümkün. Zayıflıklar bireysel kazancın her daim önde tutulmasına neden olur. Zayıflıkların temelinde burjuva sınıfın saldırılarının etkisi olduğu kadar, işçilere dışardan sınıf bilincinin taşınması noktasında müdahalenin zayıflığının da etkisi var. Zaten sendika bürokratları, dayanışma ve paylaşma gibi sınıfsal düşünceleri işçilere taşıma konusunda hiçbir şey yapmıyorlar. Bu açıdan oldukça bilinçli davranıyorlar ve kendi rant düzenlerinin bozulmasını istemiyorlar. Bir bütün olarak yaşanan sınıfsal erozyonu ortadan kaldıracak bir mücadele yürütülmesi önemlidir. Mücadele içinde yan yana gelen işçilerde sınıf bilinci oluşturmak, çok yönlü ve kapsamlı müdahaleyi zorunlu kılar. Bu yaratılmadığı oranda işçi mücadele içinde de olsa, diğer işçilerle fiziken birlikte de olsa, aslında bilinç olarak yoluna tek başına devam eder. Gerçek bir işçi birliği yaratmak istiyorsak sınıf içinde dayanışma ve paylaşma ruhunu güçlendirmeliyiz. Her bir işçi, sınıf kardeşine çıkarsızca yardım ettikçe, ona omuz verdikçe, çalışırken rekabet yerine sömüren patrona karşı yan yana geldikçe, kendisine yapay adlar takmayı bırakıp işçi olduğunu kavradıkça, ustadan korkup arkadaşıyla sohbet etmeyi bırakmak yerine inatla bunu yapmayı öğrendikçe, dolabında bulunan kahveyi saklamak yerine onu işçi kardeşiyle paylaştıkça, dinsel, mezhepsel, ulusal farklılıkları bir kenara bırakıp yan yana geldikçe, farklı ve güzel olan yanları paylaştıkça, dayanışmayı ve paylaşmayı öğrendikçe, gerçek ve sağlam birliğin yolu da açılacaktır. Sözün özü, sömürücü ve asalak olan burjuva sınıfının dayatmalarına karşı, bireyciliğe karşı dayanışmayı, bencilliğe karşı paylaşmayı büyüteceğiz. Unutmayalım ki gücümüz birliğimizden gelir. ALI HAYDAR KARAÇAM Tekirdağ 1 Nolu F Tipi


12 * KIZIL BAYRAK

Tarihsel

Tarihsel dönem ve Tarihsel Dönem ve Devrimci Parti metnini, son iki sayıdır yayınladığımız Tarihsel Çağ ve Yeni Tarihsel Dönem başlıklı metnin tamamlayıcısı olarak yayınlıyoruz. Geniş hacminden dolayı metni iki bölüm halinde yayınlamayı tercih ettik. İkinci bölüme gelecek sayımızda yer vereceğiz... / Kızıl Bayrak *** (TKİP Merkez Komitesi’nin yakın dönemde gerçekleşen toplantısında Cihan yoldaşın yaptığı toplantıyı açış konuşmasının kaydıdır... Özel ya da parti güvenliğini ilgilendiren bölümlerden arındırılmış, ara başlıklar yayın vesilesiyle konulmuştur...) Ekim, Sayı: 276, Kasım 2011

TARIHSEL DÖNEM

Girmekte olduğumuz, tarihsel ölçülerle alındığında aslında girmiş de bulunduğumuz tarihsel döneme bir bakışımız var. Bunu Tunus-Mısır dersleri vesilesiyle ortaya koyduk ve geride kalan otuzbeş yıllık tarihi dönem üzerinden gerekçelendirmeye çalıştık. Kuşkusuz bu bizim için yeni bir değerlendirme değil. Tunus-Mısır konulu başyazının girişine III. Kongre Bildirisi’nden alınmış bir pasaj var, burada girmekte olduğumuz tarihsel evreye ilişkin özlü bir çerçeve var. Aynı pasajın devamına ise, tarihsel döneme bakış ile politik-örgütsel görevleri ele alış arasındaki kopmaz ilişki ortaya konulmaktadır. Konunun tarihsel çerçevesi ve güncel gerekleri burada özlü bir biçimde formüle edilmiştir. Sorun şudur: Devrimci bir partinin girilmiş bulunulan ya da yaklaşmakta olan tarihsel döneme bir bakışı olmalı, tüm politik-örgütsel çalışmasını ve hazırlığını da bunun ışığında ele almalıdır. Dünya tarihi içerisinde evreler vardır. Örneğin 20. yüzyıla bir giriş vardır; bakıyorsunuz, bir dizi alanda çelişkiler yoğunlaşıyor ve keskinleşiyor. Sistemin genelini kapsayan bunalımlar baş gösteriyor. Yerel emperyalist müdahaleler ve savaşlar yaygınlaşıyor. Militarizm tırmanıyor, emperyalistler arası hummalı bir silahlanma yarışı yaşanıyor. 1904’den itibaren II. Enternas-

yonal kongreleri bu sorunları, tırmanan militarizmi, silahlanma yarışını ve bir dünya savaşı tehlikesini tartışıyor. Öte yandan tarih sahnesine devrimler de giriyor. 1905’de Rusya’da devrim var. Bunu İran’da devrimci çalkantılar izliyor, yıllarca durulmayan. 1908’de Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Meşrutiyet’e yol açan olaylar var. 1911’de Sun Yat Sen liderliğindeki Çin Devrimi var. Özetle bunalımları ve savaşları tamamlayan bir devrimci olaylar zinciri görüyoruz, aynı tarihi evrede, 20. yüzyılın ilk on yılı içinde. Bunlara bir arada baktığımızda, tarihi ölçülerle bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girildiğini görüyoruz. Olayların sonraki seyri de bunu tümüyle doğruluyor.

EKONOMIK KRIZ

Mısır-Tunus konulu ikinci konferansımda etraflıca gerekçelendirdim; geride kalan 30-35 yıllık döneme baktığımızda, 1970’lerin ortasından itibaren bir dönemin sona ermekte olduğunu ve öte yandan da yeni bir dönemin ilk belirtilerinin ortaya çıktığını bütün açıklığıyla görebiliyoruz. Tam da bu yıllarda patlak vermiş bir genel ekonomik bunalım var, kapitalist dünya ekonomisinin tümünü pençesine alan, onu genel bir durgunluğa sü-

rükleyen. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen uzun bir genişleme döneminin ardından, kapitalizmin hiç değilse emperyalist metropollerde birkaç on yıl için rahat bir nefes alabildiği bir dönemin ardından, 1970’lerin ortasında bir ekonomik bunalımın dünya ölçüsünde patlak verdiğini ve bunun uzun süreli bir dönem olarak bugüne kadar sarktığını görüyoruz. Şimdilerde ise bunun biriktirdiği faturanın tüm sonuçlarıyla ortaya çıktığına tanık oluyoruz. 30 yıldır kesintisiz biçimde uygulanan neo-liberal politikalara, ‘90’lı yıllarda gündeme getirilen küreselleşme saldırısı politikalarına, bu arada sınıf mücadelesindeki genel gerilemeye, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki çöküşün sağladığı çok yönlü imkanlara rağmen, birbirini tamamlayan bu bir dizi avantaja ve etkene rağmen, sistemin genel bir durgunluk halinde yaşadığı ekonomik bunalımı aşamadığını, tam tersine gelinen yerde krizin kendini çok daha ağır bir biçimde ve üstelik sistemin kalbinde derinleşerek ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu öyle geçici hafiflemelerle ortadan kalkacak bir kriz değil. Bunu kriz konulu değerlendirmelerimizde daha baştan bütün açıklığıyla vurguladık. III. Kongre’de konuya ilişkin olarak yaptığımız değerlendirme de bu yönde idi. Mevcut kriz inişli çıkışlı bir seyir izlese de, genel

olarak alındığında, uzun yıllar boyunca aşılamayacaktır; zira otuz yıllık bir birikimin üzerinde yükseliyor. Son otuz yılın çöküntüyü erteleme politikalarının yarattığı o korkunç boyutlardaki şişkinlikler, o devasa boyutlardaki yapay köpükler ortadan kaldırılmadan, oluşan aşırı sermaye birikimi bir biçimde eritilmeden bu kriz ortadan kalkmaz. Nitekim şimdi krizin yeniden ağırlaşmakta olduğunu görüyoruz. Tüm dünyayı yeniden bir kaygı kaplamış durumda. AB ve ABD ile ilgili ciddi düzeyde karamsar öngörüler var. AB bölgesinde bir dizi ülkenin iflası gündemde. Bütün bunlarla demek istiyorum ki, 1970’lerden itibaren dünyanın gündeminde bir ekonomik kriz var ve bu gelinen yerde ağırlaşıyor, kapitalist dünya ekonomisini bir genel çöküşle tehdit ediyor. Birinci temel nokta bu.

HEGEMONYA KRIZI

İkinci temel nokta, emperyalist dünya sistemindeki mevcut hegemonya krizidir. Bunun başlangıcı da aynı döneme uzanıyor. ‘60’ların sonu, ‘70’lerin başından itibaren emperyalistlerin kendi iç ilişkilerinde, emperyalistler arası güç dengelerinde belirgin bir değişimin ortaya çıktığını görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde tartışmasız bir ABD hegemonyası var. Öte yandan tüm öteki büyük emperyalist devletlerin belirgin biçimde güçten düşmesi olgusu bunu tamamlıyor. Fakat ‘70’lere varıldığında, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının kaçınılmaz sonucu olarak, hiç değilse ekonomik ve mali planda öne çıkan yeni emperyalist güç odakları görüyoruz, Avrupa’da ve Asya’da. Avrupa’da Almanya-Fransa ekseni oluşuyor ve bugün kendini AB olarak ortaya koyan yeni bir emperyalist güç odağı yaratmaya yöneliyor. Asya’da ise, ‘90’lı yıllardan itibaren güç kaybetmeye başlasa bile, ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda Japonya’nın o büyük yankılar yaratan güçlü çıkışı var. Emperyalist dünyanın güç ilişkilerinde ortaya çıkan bu değişim Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardın-


27 Aralık 2019

l dönem

e devrimci parti - 1 dan yeni bir evreye girdi. Emperyalist batı blokunun iç ilişkilerinde gevşemeler ve sorunlar ortaya çıktı. ABD hegemonik konumunu korumak için özel bir çaba harcıyor olsa da ilişkilerde bir çözülme baş gösterdi. Bunu Çin’in yükselişi, Rusya’nın toparlanması, bu arada bölgesel düzeyde etkin yeni bazı güç odaklarının (Asya’da Hindistan, Latin Amerika’da Brezilya gibi) ortaya çıkışı tamamladı. Bu birçok kutupluluk eğilimi ve yeni yükselen güçlerin de somut bir talebi olarak kendini gösterdi. Ve 2000’li yıllardan itibaren de artık sistem bünyesinde bir hegemonya krizi yaşandığını söyleyebiliyoruz. ABD hegemonyasında bir sarsılma, kaçınılmaz bir çözülme var ve halen bunun yolaçtığı bir başka bunalım faktörü ile yüz yüzeyiz. Bu, sistem bünyesinde kendini gösteren bir hegemonya krizidir. Benzer bir olgu 20. yüzyıla girilirken var. İngiltere’nin çözülen hegemonyası ve karşısında yükselen yeni güçlü emperyalist rakipler gerçeği var. Atlantik’in ötesinde ABD, berisinde Almanya, yeni iki emperyalist güç odağı olarak öne çıkıyorlar. Almanya’nın bunu yeni bir emperyalist paylaşım talebine vardırdığını ve bunun da emperyalist bir dünya savaşına yolaçtığını biliyoruz. Bugün ABD’nin karşısına açıkça çıkabilen böyle bir güç odağı henüz yok ortada. Ama ABD’nin kendini dayatan hegemonik tutumuna itiraz eden, “çok kutupluluk” iddia ve talebinde bulunan bir dizi güç var. ABD artık sistemi eskisi gibi kontrol edemiyor ve bunun karşısında belli güç odakları birikiyor. Ondan bu hegemonyayı devralacak etkin bir emperyalist odağın olmaması, mevcut krizi hafifletmiyor, tersine daha da ağırlaştırıyor. Zira hegemonyası çözülen ama açıkça karşısına da çıkılamayan emperyalist güç odağı olarak ABD, bu koşullarda çok daha pervasız davranıyor. Muazzam askeri gücünü ve öteki üstünlüklerini kullanarak mevcut konumunu muhafaza etmeye çalışıyor, bu da sistem içi krizi ağırlaştıran ek bir faktör oluyor. Irak ile ilgili tek yönlü kararın o gün için emperyalist cephenin iç ilişkilerinde yarattığı

gerilimlerden bunun ne anlama geldiği çıkarılabilir.

SOSYAL KRIZ

Öte yandan büyük bir sosyal sorunlar birikimi görüyoruz, bu üçüncü bir temel nokta. Ekonomik kriz demek, faturanın emekçilere çıkarılması, bunun da bir dizi etkili saldırıyla dünya ölçeğinde gündeme getirilmesi demektir. Bunu da son otuz yılın toplamı üzerinden bütün açıklığıyla görebiliyoruz. ‘80’lerin başından itibaren dünyada bir neo-liberal saldırı var. “Yeni sağ”ın yükselişi, neo-liberal saldırı politikaları diye tanımlanan bir evre var. Bunun toplumlarda biriktirdiği çok yönlü sorunlar, artırdığı sosyal gerilimler, keskinleştirdiği sınıfsal çelişkiler var. Sosyal sorunların ağırlaştığını, Sovyetler Birliği eksenli bloğun çökmesiyle birlikte de, bir yandan bu saldırıların küreselleşme saldırısı biçimi içerisinde yeni bir düzey kazandığını, öte yandan da yüzyıllık kazanımlara yönelik çok daha kapsamlı bir hal aldığını biliyoruz. Bunlar tabii, sosyal sorunların birikmesi, sosyal çelişkilerin keskinleşmesi anlamına geliyor. Bu da gene bilimsel olarak bütün açıklığı ile saptanabiliyor. Dünya tarihinde hiçbir dönemde sınıflar arasındaki kutuplaşma bu kadar ağırlaşmamıştı. Sosyal kutuplaşma had safhada. Son elli yılın kıyaslamalı verileri bunu bütün açıklığı ile ortaya koyuyor. Toplumlar bünyesinde sınıflar, dünya ölçüsünde ülkeler ve bölgeler arasında büyük uçurumların oluştuğunu ve bunun önemli gerilimler yarattığını görüyoruz. Bu da üçüncü bir temel faktör.

SINIFLAR MÜCADELESI

Bir dördüncüsü ise, sınıflar mücadelesi alanındaki gelişmelerdir. ‘70’lerin ortası Vietnam Devrimi ve sonrası, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen devrim dalgasının hızla düşüşüdür. Bunu ‘80’li yıllarda dünya ölçüsünde bir gericilik döneminin, “yeni sağ”ın yükselişi olarak tanımlanan bir kudurgan gericilik döneminin izlediğini biliyoruz. Sovyetler Birliği’nin çöküşü buna ek bir ivme kazandırdı. Dünya ölçü-

sünde devrim ve sosyalizm güçten düştü, sınıf mücadelesi dibe vurdu. Dünya gericiliği bunu bilinçli bir karşı saldırıyla da birleştirince büyük bir gericilik atmosferinin oluştuğunu biliyoruz. Ama daha ‘94’den itibaren hızla bir değişimin ortaya çıktığını, Chiapas ayaklanmasıyla birlikte olayların hızlandığını, çeşitli ülkelerde halk isyanlarının, dünya ölçüsünde proleter eksenli kitle hareketlerinin hızla çoğaldığını görüyoruz. Buna ilişkin önemli değerlendirmelerimiz var, ‘90’lı yılların ikinci yarısına ait. Tunus-Mısır dersleri vesilesiyle bunlara dikkat çekmiş olduk. Tunus ve Mısır’daki büyük halk hareketleri, Arap dünyasının ayağa kalkması, bu değerlendirmeleri şu günler üzerinden doğrulamakla kalmıyor olayların hızlandığını da gösteriyor. Tunus-Mısır Akdeniz’in güneyidir, ama biz kuzeyinde de büyük toplumsal sarsıntılar yaşandığını biliyoruz. Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de neler olduğunu biliyoruz. Yarın bir çöküş ertesinde İtalya’da neler olacağını kestirmemiz zor değil. Latin Amerika’daki durumu biliyoruz. Asya’da kendine göre kaynaşmalar var. ABD gibi bir ülkede, Wisconsin eyaletinde, haftalarca süren sosyal kaynaşmalar yaşandığını, ABD’nin bu orta batı eyaleti emekçilerinin “burası ‘orta batı’ değil Ortadoğu!” diyerek kendi mücadeleleri ile Ortadoğu’nun halk isyanları arasında bir politik paralellik ve manevi gönül bağı kurduğunu biliyoruz.

TARIHSEL DÖNEM VE POLITIKÖRGÜTSEL SONUÇLAR

Biraz fazla ayrıntıya girmiş oldum ama artık toparlıyorum. Dünya tarihi açısından bunalımların, savaşların kendini belirgin bir biçimde gösterdiği bir tarihi evrenin içindeyiz. Ve sınıf mücadelesinin bu verileri de gösteriyor ki, devrimler dönemine de adım adım yaklaşmaktayız. Ortadoğu’daki son toplumsal sarsıntılar bile bize bu konuda bir fikir verebilir. Sıradan kitleler devrimden sözediyor, kamuoyu olup biteni devrim olarak niteliyor, bu bir şey anlatıyor olmalı. Bunun

bir yanı manipülasyonsa, öteki yanı da sarsıntının yarattığı etkinin abartılı bir ifade edilişidir. Biz bu nitelemeyi bilimsel açıdan doğru bulmayabiliriz. Ama ortada muazzam boyutlarda kitlesel hareketlenmeler var, bunların yolaçtığı sarsıntılar var. Ve ortalama bir bilinçle, bu hareketlere katılanlar “devrim” yaptıklarını düşünebiliyor, yaptıkları işi böyle niteleyebiliyorlar. Devrimler kavramı sıradan insanın bilincinde ve dilinde kendine kolayca yer buluyor gelinen yerde, bu olağan bir söyleme dönüşüyor. Bunu da kendi sınırları içinde devrimler dönemine yaklaştığımızın bir işareti saymak gerekiyor. Dünya tarihi sahnesi üzerinden baktığımızda, tablo genel çizgileriyle budur. ‘70’li yılların ortasından bakacağız ve bugünün gelişmelerini de bunun ışığında değerlendireceğiz. Bir döneme, yeni bir devrimler dönemine adım adım yaklaşıyoruz. Bu buysa eğer, devrimci bir partinin bu soruna böyle bakıp bakmamasının çok büyük bir önemi var. Zira bu bakış açısının kapsamlı politik ve örgütsel sonuçları var. Eğer dünya tarihi üzerinden bakıldığında devrimler dönemine doğru bir gidiş varsa, her ciddi devrimci partinin görevi de devrime hazırlanmaktır. Tüm politik ve örgütsel çalışmasını, her alandaki hazırlığını bu gözle ele almaktır. Nitekim TKİP III. Kongresi Bildirisi’ndeki değerlendirme de dosdoğru buraya bağlanıyor. Bu bakış açısını, bu tarihsel dönem bilincini, dünya ölçüsündeki son olayların da ışığında, partiye sağlam bir biçimde mal edebilmeliyiz. Güçlü bir devrimci misyon duygusu geliştirebilmenin, sağlam ve somut bir devrime hazırlık bilinci yaratabilmenin yolu buradan geçer. Her devrimci parti devrime hazırlanmak için vardır. Ama biz, bir de dünya tarihinin bugünkü evresinin bu özgün yanından giderek, bu meseleye çok daha somut bakabilmeliyiz. Devrimin güncelliğini göz önünde bulundurmalı, bütün sorunlarımızı bu gözle ele alabilmeliyiz. (Devam edecek...)


14 * KIZIL BAYRAK

Tarihsel dönem

27 Aralık 2019

Proleter hareketin ve halk isyanlarının yeni dönemi (Kızıl Bayrak, Sayı:33, 22 Mart 1997) Dünya ölçüsünde proleter kitle hareketinin büyüyeceği ve isyanlara varan halk hareketlerinin çoğalacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz. ‘90’lı yıllara “tarihin sonu” üzerine gürültülü bir emperyalist propaganda ile girmiştik. Oysa daha birkaç yıl sonra, 1994 yılının ilk günü Chiapas’ta patlak veren halk isyanı, tarihin yeni bir sayfasının açılmakta olduğunun ilk işaretlerin vermişti bize. Avrupa’nın dönek solcu aydınlarının “Elveda Proletarya” dedikleri günlerde, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en kitlesel eylemlerini yaşamaktaydı. Arjantin’den Hindistan’a dünyanın birçok ülkesinde işçi sınıfının ardı arkası kesilmeyen eylem dalgaları vardı. Bunun geri ve bağımlı ülkelere özgü olduğu, emperyalist metropollerde sınıf hareketinin gerçekten bittiğinin sanılabileceği bir sırada ise, Almanya’da, İtalya’da, Belçika’da, İspanya’da, Yunanistan’da yeni proleter kitle hareketinin, yaygın grev hareketlerinin önemli örnekleri peş peşe ortaya çıkmaya başlamıştı. İtalyan işçi sınıfının 1994 sonbaharında haftalar boyu süren büyük eylem dalgası, İtalya’da parlatılan “yeni politikacı tipi” Berlusconi’yi daha bir yılı bile dolmadan politik yaşamdan sildi. Derken Fransa’da işçi sınıfının ‘95 yılının son aylarını kaplayan büyük eylem dalgası, kapitalist düzenin sözcülerine bile proleter kitle hareketinin yeni ve sarsıcı bir çıkışı olarak göründü. Fransız proletaryasının verdiği örneğin ardından Alman işçileri eylem ve direnişlerinde yaygın olarak “Fransız işçilerinin yürüdüğü yoldan!” anlamına gelen şiarları attılar. Ve Alman madencilerinin geride kalan günlerdeki militan eylem dalgası, bunun hiç de boş bir iddia olmadığını gösterdi. Alman madencilerinin eylemlerine İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Almanya’da örneği görülmemiş bir militan kararlılık egemendi. Bir Alman madencisinin “Bonn’u başlarına yıkarız!” sözünün sembolik değerini tam olarak değerlendirebilmek için, Alman işçi hareketinin geride kalan on yıllardaki ılımlı ve barışçıl karakterini gözönünde bulundurmak gerekir. Emperyalist metropollerde “sosyal devlet”le birlikte “sosyal barış” dönemi de artık bitmiştir. Ekonomik bunalım ve keskinleşen uluslararası rekabet ortamında “reform”, “uyum” ya da “yeniden

yapılanma” adı altında işçi sınıfına ve ve devrimci hareketinin geride bıraktığı emekçilere yöneltilen saldırılar çelişki- tarihsel yıkım olgusu düşünülürse, bunleri keskinleştirmekte, hoşnutsuzlukla- da şaşılacak bir yan da yoktur. rı derinleştirmektedir. Bunun bugünkü Temel önemdeki bu zaafın yarattığı meyvesi emperyalist metropollerdeki sorunlara rağmen dünya ölçüsündeki bu proleter kitle hareketinin günden güne mücadelelerin büyük bir politik öneme büyüyüp yaygınlaşmasıdır. sahip olduğu gerçeği tartışılamaz. Her Sermayenin dünya çapındaki saldırı- şey bir yana, günden güne yaygınlaşan larının iktisadi, sosyal bu eylem ve isyan ve siyasal sonuçlarıhareketleri, ‘89 çöMevcut mücadeleler ye- küşünü izleyen dünnı çok daha ağır bir ni dönemin henüz ilk kıbiçimde yaşayan baya ölçüsündeki gerici vılcımlarıdır. Bu kıvılcım- atmosfere ve ondan ğımlı ülkelerde durumun ne olduğuna en beslenen propaganların bir yangına doğru taze örnek ise Güney daya muazzam bir büyüyeceği gelecek döKore işçilerinin ayağa darbedir. İnsanlık nemlere ulaşıldığında, kalkmasıdır. ‘60’lı ve ne ‘tarihin sonu’na inanıyoruz ki, geçmişin ‘70’li yıllarda kapitagelmiştir ve ne de dersleriyle de donanmış lizme kölece uyum kapitalist düzen indevrimci sınıf önderlikle- sanlığın ezici çoğunörneği sayılan Güney ri birçok ülkede inisiyatifi luğuna bir şey vereKore proletaryası, ele alacak düzeyde topar- cek durumdadır. Tam bugün militan, kararlı ve disiplinli bir prokapitalist lanmış ve güçlenmiş ola- tersine, leter kitle direnişinin sistemin onulmaz tecaklardır. örneği durumundamel çelişkileri, varlıdır. Latin Amerika’da Arjantin’den Ek- ğını sürdürmenin ötesinde, gitgide daha vator’a, grevsiz gün ve genel grevsiz yıl da keskinleştiği içindir ki, bizzat bunun geçmiyor. Rusya ve Ukrayna başta olmak harekete geçirdiği yığınlar, tarihin yeni üzere Doğu Avrupa ülkeleri yıllardır işçi- bir evresini müjdelemektedir. Muazzam lerin grev, direniş ve gösterilerine sahne zenginliklerin biriktiği metropollerde bile oluyor. işçisine iş ve konut veremeyen, onun Halk isyanlarına gelince; ‘94 yılma bugüne kadarki sınırlı kazanımlarını bile Chiapas’taki köylü isyanı ile giren dün- sonu gelmeyen paketlerle peş peşe gasya, ‘97 yılını Arnavutluk’taki silahlı halk peden bir sistem, yeni sosyal mücadeayaklanması ile karşıladı. Aradaki döne- lelerle ve bunların varacağı yeni patlami Ürdün’deki “ekmek isyanı”, 30 yıllık malarla kaçınılmaz bir biçimde yüzyüze suskunluktan sonra Endonezya’daki kitle kalmaktadır ve kalacaktır. Bugün Avrubaşkaldırıları türünden birçok irili ufaklı pa’nın hemen kıyıcığında, Arnavutluk’ta, örnekler kaplamaktadır. Halklar her yer- tam da kapitalizmin soyguncu sonuçlarıde IMF ve Dünya Bankası’nın hayatı çe- na karşı silahlı ayaklanma yoluna girmiş kilmez hale getiren politikalarına, bu po- bir halk hareketi gerçeği durmaktadır. Allitikaların uygulayıcısı durumundaki hain manya’da geride bıraktığımız günlerdeki ve işbirlikçi diktatörlük rejimlerine çeşitli işçi eylemleri dalgasını sermaye medyası biçimlerde başkaldırıyorlar. Bu satırların bile, ‘son on yılların ender rastlanan eykaleme alındığı sırada Pasifik’teki Papua lem biçimleri’ olarak tanımlayabilmekteYeni Gine’de halkın isyan ettiği ve mağa- dir. zaları yağmaladığı haberleri geliyordu. Önemli olan bugün için bunların yaAçlığa ve sefalete mahkûm edilen ezilen şanması ve bunların söylenmesidir. Bu halk yığınlarının öfkesinin artık dizginle- süreç bir yandan gerici burjuva propanemediğine son bir örnektir bu. gandayı darbelerken, öte yandan yeni Bütün bu hareketlerin, direnişlerin ve devrimci akımların filizlenmesine, var isyanların, istisnai durumlar dışında, dev- olanların moral ve maddi açıdan toparrimci bir önderlikten, devrimci bir politik lanmasına ve güçlenmesine uygun bir yön ve programdan yoksunlukları açık zemin hazırlamaktadır. Devrimci akımlabir olgudur. Kendiliğindenlik, örgütsüz- rın yön verebileceği yeni süreçlere ulaşalük ve birbirinden kopukluk, hakim özel- bilmek için insanlık bu tarihsel ara evrelik durumundadır. Fakat dünya komünist den geçmek zorundadır. Dünya devrimci

ve komünist hareketinin yaşadığı büyük tarihsel tahribatın ve bunun dünya ölçüsünde işçi sınıfı ve halklar üzerindeki yıkıcı etkilerinin ardından, bu yaşanılması kaçınılmaz bir tarihsel ara evredir. Bir yıl önce Fransız işçilerinin büyük eylem dalgasını değerlendirirken de ifade ettiğimiz gibi, “... biz bugünün Avrupa’sında (ve dünyasında), mümkün ya da muhtemel sınıf (ve halk) hareketlerine devrimci bir müdahaleyi değil, olsa olsa, sınıf (ve halk) hareketindeki bu tür çıkışların ve patlamaların devrimci oluşumlar için uygun bir moral ve maddi ortam oluşturmalarını umabiliriz.” Emperyalist metropollerde ve bağımlı ülkelerde son yıllarda hızla birbirine eklenen eylem ve isyan halkaları, sözü edilen bu moral ve maddi ortamı gitgide gücendirmektedir. Bu dünya devrimci hareketinin yeniden güçlenmesi için koşulların oluşması ve olgunlaşması demektir. Mevcut mücadeleler yeni dönemin henüz ilk kıvılcımlarıdır. Bu kıvılcımların bir yangına doğru büyüyeceği gelecek dönemlere ulaşıldığında, inanıyoruz ki, geçmişin dersleriyle de donanmış devrimci sınıf önderlikleri birçok ülkede inisiyatifi ele alacak düzeyde toparlanmış ve güçlenmiş olacaklardır. ‘89-90 çöküşünün ardından dünya ölçüsünde devrim ve sosyalizm davasının artık öldüğü üzerine kulakları sağır edici bir gerici propaganda kampanyasının sürdüğü günlerde, 1990 Mart’ında, komünistler dünyadaki duruma ilişkin değerlendirmelerini şöyle noktalamışlardı: “Burjuva ideologların büyük spekülasyonlara konu ettiği 1989, tarihin değil, yalnızca bir dönemin sonunu işaretliyor. İnsanlık yeni bir döneme girmiştir. Yeni dönem, yeni bir devrimler dönemi olarak tarihe geçecektir; nesnel olgular buna işaret ediyor, belirtiler bunu gösteriyor.” (EKİM 1. Genel Konferansı Değerlendirmeleri) Sonraki gelişmeler bu konuda bir tereddütte yer bırakmamıştır. İşçi sınıfı ve halklar kapitalizmin ne demek olduğunu yaşayarak görüyorlar ve onun sonuçlarına karşı gitgide büyüyen ve yayılan mücadelelere atılıyorlar. Bizzat onun kendisini hedef alan asıl büyük ve bilinçli devrimci mücadeleleri önümüzde uzanan 2000’li yıllarda yaşayacağız.


27 Aralık 2019

KIZIL BAYRAK * 15

Teslim Demir

Teslim Demir…

Gerçek bir yaşam filozofu! Sinan yoldaşı çocukluk yıllarımda tanıdım. Aynı sosyal ve akraba ortamının yarattığı yakınlıktan öteye bir ilişkimiz oldu. Diğer çocuklarla birlikte daha o yaşlarda, ona yakın olmanın bir bilince yakınlaşmak olduğunu hisseder ve öyle davranırdık. TDKP’nin 12 Eylül öncesi Dersim’de yarattığı politik havayı o yıllarda soluma fırsatı yakalamıştım. Sonraki yıllarda da politik kimliğim üzerinde yadsınamayacak etkilerini yaşayıp görecektim. Kendi payıma bunu TDKP’nin kurumsal kimliğinden çok Sinan yoldaşa borçlu olduğumu söyleyebilirim. Tabii ki bu o kurumsal kimliği küçümsemek ya da yadsımak olarak anlaşılmamalı. 12 Eylül’le kesintiye uğrayan ilişkimiz, lise yıllarımda onun Metris Cezaevi’nde yattığı dönemde mektuplarla devam etti. Çok sık olmasa da zaman zaman yazıştık. O cezaevinden çıkıp yurtdışına gelinceye dek görüşme fırsatımız olmadı. Yalnızca kısa bir telefon görüşmemiz oldu. O görüşme esnasında illegalite kurallarını yok sayarak ona ismiyle (Teslim abi) hitap ettiğimi yanımdakilerin beni çimdiklemeleriyle fark etmiş, ölümüne dek bir daha ona öyle seslenmemiştim. Sinan yoldaşı politik bir kimlik ve bir önder kişilik olarak hep ciddiye aldım ve insan olarak da çok sevdim. Daha çocukluk yıllarımda onunla kavun-karpuz tarlalarında, bağda-bahçede dolaştığım da oldu, onun sohbetleri ve esprileriyle tanışma olanağım da... Dedemle Erivan radyosunu dinlerken İran devrimi üzerine tartışmaları da hiç unutamadığım çocukluk anılarımdandır. O kitap okuduğunda nasıl bir sessizlik ortamı yaratıldığına da tanıklık ettim, kadınların hazırladığı güzel yemekleri nasıl ona nasıl getirdiğine de. Sanırım Dersim’in o güzel kadınları daha o günlerde Sinan’a güzel yemek yeme alışkanlığını öğretmişlerdi. Öyle ya, hep Sinan öğretecek değildi! Onun kopup geldiği topraklar ve oranın makus talihini bu kez kırabiliriz diyenler, çok kısa süre içinde Teslim abiyi Tahsin Hoca yapmışlardı. Çok geçmeden Metris’te Karadayı, daha sonra partisinin Sinan yoldaşı ve ilerici devrimci çevrelerin Xalo’su olarak bilinecekti. Sinan yoldaşın öncelikleri her ne kadar farklı olsa da, Dersim ile arasında kesintisiz bir bağ,

oraya kattıkları kadar aldığı ve borçlu olduğu şeyler vardı. Nihayetinde bir dava adamı olma kimliği ile doğup büyüdüğü topraklara karşı sorumluluklarını en ileri düzeyde yerine getirecekti. Türkiye devrimci hareketi içindeki özel rolünden bağımsız olarak, Dersim’e, oranın insanına çok şey kattığı, sanırım herkesin hemfikir olacağı bir gerçekliktir. Ayrıca geçmiş devrimci birikimi geleceğe taşımada tarihi bir köprü ve koca bir hafızaydı Sinan yoldaş! O, çocukların, gençlerin, kadınların ve yaşlıların gözünde dokunulmazlık kazanmış, çok sevilen ender bir insandı. Güzel ve centilmen futbol oynamayı da, bir maçın nasıl kazanılması gerektiğini de bizlere o öğretmişti. Gerçek bir Beşiktaş taraftarıydı. Yıllar sonra yurtdışında karşılaştığımızda, oğlunun Galatasaraylı olduğunu öğrenince, bana dönüp sen yaptın değil mi, diye sormuştu. Onu öyle görünce, sanki bir derbi maçında Beşiktaş’ı yenmişiz gibi hissetmiştim. Tahsin Hoca, o küçücük köy ortamlarında büyük bir sosyal zenginliğin nasıl yaratılabileceğini pratik örnekleriyle gösterdi bizlere. Onun bir başka kimliği ise, gerilimi eksik olmayan köy ortamlarındaki yapıcı yaklaşımı, yıllardır çözülemeyen sorunları bir dokunuşla çözme yeteneğiydi. Kronikleşmiş bir dizi sorunu, o güven veren kişiliğiyle, kimseleri çok da incitmeden çözdüğü çok olmuştur. Kuş-

kusuz o dönemin devrimci atmosferinin de bunda payı büyüktür ama o atmosferin gerekleriyle sorunlara cevap olmak herkesin başarabileceği bir şey de değildir. Apolitizmin tırmandığı12 Eylül’lü yıllar, insanların jandarmalar eşliğinde istiflenip ağır işkencelerden geçirildiği ve bunun açık alanlarda yapıldığı karanlık bir dönemdi. O karanlığa ve çaresizliğe karşın işkencelerden dönenler Sinan yoldaşla yaşadıkları anıları ve esprileri anlatırlardı. Onun bizzat yaratıcısı olduğu o kolektif yaşamın kendisi insanlara güç verirdi. Kişisel gözlemim üzerinden çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, devletin çok özel uygulamalarına rağmen o coğrafyada Sinan yoldaşın bıraktığı iz silinemedi, buna güçleri yetmedi. Sonraki kuşakların yaşadığı politikleşme süreçlerinde de onun büyük bir katkısı olmuştur diye düşünüyorum. Sinan yoldaşın İstanbul’da yakalandığı haberi geldiğinde, istisnasız bütün insanların nasıl üzüldüğü ve günlerce sessizliğe büründüğü dün yaşanmış gibi aklımda. Aynı insan topluluğu Sinan yoldaşı yeri geldiğinde farklı şekillerde korumayı ve gizlemeyi becermişti. Hatta bir defasında çoban kadın kılığında nasıl jandarma ablukasından köyün dışına çıkarıldığı ve Sinan yoldaşın bir kadın gibi yürümeyi nasıl da güzel becerdiği hala bir fıkra gibi anlatılır. Burada Sinan yoldaşa dair yazabi-

A. Serhat

leceğim yüzlerce anekdot var. O ne bir evliya ne kusursuz bir insandı. Tıpkı bizler gibi biriydi. Ama onu farklı kılan, bir davanın hem önde gidenlerini hem de arkadan gelenlerini toplama yeteneğiydi. Bunu yaparken de en ufak bir kabalık sergilemezdi. Cezaevinden çıktıktan sonra yaklaşık on yıl onunla görüşemedik. Üniversite yıllarımda İstanbul’da onun beni bulabileceği yerlere benden sonra uğradığını ve beni aradığını duydum ama görüşme şansımız olmadı. Yıllar sonra hasta yatağında o dönemi anlatırken, “İstanbul’da bir efsanenin peşine düştüm, ancak Almanya’da yakaladım” diyerek, hepimizi her zaman olduğu gibi yine güldürmüş ve inceden dokundurmuştu. Yurtdışındaki süreçlerimiz, yakın çalışmanın yarattığı sıkıntılar dışında hep olması gerektiği gibi oldu. Tadına doyum olmayan çiğ köfteli akşamlarımız, o akşamlarda karikatürize ettiğimiz kimi akrabalarımız ve köylülerimiz... Kâmil ve Süleyman amca, Dude ve Emoş yenge, Sinan tiyatrosunun ana ve değişmez karakterleriydi. O karakterlere bazen yapmadığını bırakmazdı. Tabii karakterler bunlarla sınırlı değildi. Bunlara yurtdışından yeni tiplemeler eklenmişti. Sinan yoldaş sadece büyük bir yetenek değil, bir o kadar da fedakârlık timsaliydi. Hem eşsiz bir yoldaş, hem de bir yol göstericiydi. Kendi payıma büyük bir ra-


16 * KIZIL BAYRAK

hatlıkla, beni bir dizi yanlıştan koruduğunu ve kolladığını söyleyebilirim. Onunla Alman polisine karşı göğüs göğüse kavga ettiğimizde, polisin beni yere yıktığı anda onun nasıl üstüme doğru hamle yaptığının ve şiddete maruz kaldığının yüzlerce tanığı vardır. O yeri geldiğinde bir yoldaşı için nasıl davranılması gerektiğini de bizlere öğretmişti. Orada yatanın kimliğinden bağımsız bir davranıştı o an yaptığı. Sinan yoldaşın dokunup da etkilemediği insan yok diye düşünüyorum. Sadece politik manada bir dokunuştan bahsetmiyorum. O yanıyla etkilenmemişseler bile insan olarak sevmiş ve etkilenmişlerdir. Çünkü onun en büyük özelliği, devrimci kimliğini ve önderliğini de aşan insan kimliğiydi. Sinan yoldaşla zaman oldu yorduk birbirimizi, zaman oldu kızdık birbirimize, ama ilişkimizi belirleyen hep devrimci yoldaşlık oldu. Kendi payıma onun benden beklentilerinin tamamına yanıt olamadığım için, hatırladıkça çok üzülüyorum. Onun hayatımdaki yerini ve gidişiyle bıraktığı boşluğu tarif edebilmem gerçekten çok güç. Ölümünün ardından yazmayı çok düşündüğüm fakat bir türlü yazamadığım tonlarca kelime birikti dağarcığımda. Ama bunları yazıya dökmek hiç de kolay değil. Onun için kalem oynatmak benim için hala da çok erken ama artık yazmam gerekiyor. Yakalandığı amansız hastalığa karşı direnci ve metaneti herkesi olduğu gibi beni de derinden etkiledi. Yeniden sağlığına kavuşabileceği inancını hep korudu. Tedavi süreçlerinde zaman zaman sınırları da zorlayarak elimizden geleni yaptık ama ne yazık ki sonucu değiştiremedik. Bu süreçte sevgili eşinin yaptıklarını ise anlatmak gerekmiyor. İnsan üstü bir çabayla Sinan yoldaşı bir saniye daha fazla yaşatmak için çırpınıp durdu. Sinan yoldaş hastanede yattığı süreçte, onu ziyarete gelenleri güler yüzle karşılar, öyle yolcu eder ve sonrasında hastalıkla boğuşurdu. Bu davranışını ölünceye dek sürdürdü. İlk tedavi sürecinin yarattığı geçici iyileşmenin ardından o yine işlerine koşturmuştu. Hastalığı geride bıraktığını düşünüyordu. Doktorlarıyla daha en başından görüştüğüm, hastalığı hakkında bilgi sahibi olduğum için, ona her baktığımda yüreğimi derin bir acı kaplıyordu. Yine de bir dizi doktordan fikir aldık, alternatif tedavi var mıdır diye çırpındık. Ama ölüm, biz kabul edemesek de, katı bir gerçek olarak karşımızda duruyordu. Hala da onun ölümüne alışamadım. Onun yoldaşı olduğum için kendimi, dedesi olduğu için çocuklarımı çok şanslı görüyorum. Çünkü o bizden de öte çocuklarımızın Dede yoldaşıydı! Ondan çok şey öğrendik geride bırak-

Teslim Demir

tığımız yıllar içinde. Her etkinlikte Sinan yoldaşın yarattığı boşluk hissediliyor. Özellikle politik etkinliklerimiz sırasında yaşadığı ve yaşattığı stres, kapı önlerindeki o tatlı telaşı unutulur gibi değil. Başarılı geçmiş bir politik etkinliğin onda yarattığı huzur ve sevinci anlayabilmek için ise Sinan olmak gerekiyor. Yıllar önce düzenlediğimiz bir gençlik kampında, kamp alanında bulunanları biraz da tiyatral bir şekilde tanımlarken, Sinan yoldaş için şöyle demiştim: “Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın yiğit devrimci önderi”. O gün için biraz abarttık mı diye düşünmedim değil. Ama bugün baktığımda, çok yerinde bir tanımlama olduğunu düşünüyorum. Sinan yoldaş aslında yaşamına bu kimliği sığdırmayı becerebildiği için o gün o tanımlamayı yapma cesareti göstermiştik. Gençlerle beraber olmak, onlarla bir şeyler yapmak ona büyük bir heyecan verirdi. Bütün gençlik kamplarının ve etkinliklerinin örgütlenmesinde özel çaba harcardı. O, yaşının ötesinde bir enerji ve mizaca sahipti. Telefon rehberime numarasını Almanca “Alter” (yaşlı) diye kaydetmiştim, oysa o hepimizden çok daha genç düşünür ve öyle davranırdı. Bu tanımı hiç hak etmediğini ölümünün ardından daha iyi kavradım ama numarasını silmeye hala elim varmıyor. Yurtdışında kaldığı süre içinde Avrupa solunu hep yakından tanımaya, anlamaya çalıştı. Yaşadığı dil sorunu buna kesinlikle engel değildi. Bu sorunu tali plana düşüren ön bir çalışma ile dili bildiğini sananlardan daha fazlasını anlar ve yorumlardı. Tanıdıkça, bunlardan bir şey olmaz ama elimizde bunlar var, yine de yapabileceklerimizi yapmaya çalışalım

derdi. Yurtdışı örgütünü ve insan malzemesini ileri çıkarmak için de gerçekten çok çaba harcadı. Bazen kendi sınırlarını zorlayarak, hatta kendisini tartışmalı hale getirme pahasına bunu yaptı. Bu konuda kendisini uyardığımda, “boş ver, biz işimize bakalım” derdi. Yeri burası mıdır bilmiyorum ama söylemeden geçemeyeceğim. O bilinen halk deyimiyle “kanı beş para etmez” insanların bazen Sinan yoldaşın uzattığı eli havada bıraktığını da gördüm, o ele sarılıp insanlaşmayı becerenleri de... Çünkü o karşısındakinin niyetine bakmaksızın bütün içtenliğiyle elini uzatır, onu o büyük ailesinin bir parçası olarak görmek istediğini hissettirirdi. Ama bazen hiç hak etmediği şeyleri yaşamak zorunda bırakıldığını da biliyorum. Ölümünün ardından geçen zaman diliminin, onu tanıyan ve seven her insan için, Sinan yoydaşa dair bir dizi keşke ile dolu olduğunu düşünüyorum. Oysa Sinan yoldaş hayatında çok az keşke biriktirmişti. Hayatını onun kadar mütevazi, onun kadar doğal yaşayan bir başkası var mıdır, hele de Avrupa’nın bu bozucu ortamında? Ama o bir derviş sadeliğinde yaşamayı çok ama çok iyi becerdi. Bozucu Avrupa atmosferinin zerre kadar etkisinde kalmadı. Tertemiz bir dava adamı olarak ve o davanın hizmetinde bir yiğit devrimci olarak ayrıldı aramızdan. O, gerektiğinde devrimin hamalı, gerektiğinde bir bilge insan ve yeri geldiğinde gerçek bir lider ve militandı. Önderlikten bahsedilmez, emekle, alınteriyle sökülüp alınırdı. Bunu da en iyi yine o bilirdi ve gereklerini eksiksiz yapardı. Sırça saraylarda oturmadı, sofrasında o çok sevdiği çoban salatası ve karpuzundan başka çok

27 Aralık 2019

şey olmadı. Üstüne başına giydikleri genellikle yoldaşlarının ve dostlarının eskileri ya da ona aldıklarıydı. İzmir’deki cenaze töreninde eski bir kadın yoldaşının kulağıma fısıldayarak, “üzülme, o topraklar bize yeni Sinanlar’ı yollayacaktır” sözü, Sinan ile toprak ve insan ilişkilerini anlatması açısından oldukça öğretici olsa gerek. Sinan yoldaş için “Gerçek bir yaşam filozofu” başlığını niye kullandığımı açmak istiyorum. Filozoflar kendilerini tanımlarken hep alçak gönüllü davranır, bu sıfatı kendileri için kullanmazlar. Ben Sinan yoldaş için bu kavramın rahatlıkla kullanılabileceğini düşünüyorum. Çünkü o gerçekten de bir yaşam filozofuydu. Ona bu nitelemeyi yaşarken yapmış olsaydık, muhtemelen güler geçerdi. Belki de yine “boş ver böyle şeylere” derdi. Hayata dair olan her şeyi, ama istisnasız her şeyi, onun kadar anlayabilen ve anlayışla karşılayabilen çok nadir insan vardır. Sinan yoldaş için bu ekolün piriydi demek abartı olmaz. Hani der ya o büyük usta, “Hayata dair hiçbir şey yabancım olmaz” diye. Sinan bu sözün ete kemiğe bürünmüş haliydi. Onu her an her yerde, hayatın tam orta yerinde görebilirdiniz. O bulunduğu bütün ortamlarda insanlara güven veren ulu bir çınar gibiydi. Bir yoldaşın ölümünün ardından onun için söylediği “Sinan’ın gölgesinde yüzlerce insan yaşıyordu” sözü boşuna edilmemişti. Zira gölgesi de en az kendisi kadar büyük ve ağırdı! Onu hiç unutmayacağım! Anısı önünde saygıyla eğiliyorum... Aralık 2019


27 Aralık 2019

KIZIL BAYRAK * 17

Dünya

Hong Kong’daki son gelişmeler üzerine Vedat Ceylan Hong Kong’daki gelişmeler yaklaşık altı aydır uluslararası gündemden düşmüyor. Asya Pasifik’te dev bir finans merkezi ve dünya deniz ticaretinin en önemli merkezlerinden biri olan 7,5 milyonluk bu mega kent, altı aydır uluslararası gündemin önemli konularından biri olmayı sürdürüyor. Hong Kong’daki gelişmeler Pekin’deki Çin merkezi hükümetinde siyasi gerilim yaratmaya devam ediyor. Gösteriler hızını kesmiş olsa da ara ara yeni hamlelerle kendini hissettiriyor. Çin Merkezi yönetimi göstericilerin taleplerini “makul” görmediği için ufukta bir çözüm de gözükmüyor. ABD, İngiltere ve diğer emperyalist odaklar da gösterileri taze tutmak ve yeni motivasyonlar kazandırmak için her türlü yönteme baş vuruyorlar. Bu kirli yöntemlerden biri geçtiğimiz günlerde basına yansıdı. Yerel basında çıkan haberlere göre, Çin’in Hong Kong Özel İdare Bölgesi’nde hükümet karşıtı eylemleri finanse eden, 2016’da kurulduğu belirtilen, gösterilere para topladığını iddia eden Spark Alliance adlı platformla bağlantılı 4 kişinin, kara para aklama iddiasıyla gözaltına alındığı bildirildi. Tutuklanan kişilerin paravan şirketler aracılığı ile kara para aklamanın yanı sıra zimmete para geçirdikleri de iddialar arasında. Bu nedenle Spark Alliance’ın 10 milyon dolarlık fonunun dondurulduğu belirtildi. Bu kirli hesap ve oyunları anlamak için, devam eden protestolara ve Hong Kong “krizi”ne yakından bakmak bir ihtiyaçtır. Öncelikle “Hong Kong’da anakara Çin’den farklı olan nedir?” sorusuna yanıt vermek gerekiyor. Ve bu soruya kısaca “Neredeyse her şey farklı” diye yanıt verilebilir. Hong Kong’da, basitleştirilmiş Çince yerine uzun karakterler kullanılıyor. Hong Kong Çincesinin yanı sıra 150 yıllık İngiliz sömürgeciliğinden kalma İngilizce de resmi dil olarak kullanılıyor. Bunun yanı sıra, Hong Kong’daki birçok şey hala “çok İngiliz”dir. Trafik İngiltere’de olduğu gibi soldan akar. Hong Kong’da kendisine has para birimi olan Hong Kong doları kullanılmaktadır. “Anavatan” Çin’den farklı olarak Hong Kong’da özel mülkiyet ve mülkiyetin korunması anayasal güvenceye alınmıştır. Anayasada basın ve ifade özgürlüğünün garanti altında olduğuna ek olarak, din

de anayasal statüye sahiptir. Hong Konglular Çin vatandaşıdır, ancak Hong Kong Özel İdare Bölgesi pasaportuna sahiptirler. Bu pasaportla, Almanya dahil olmak üzere Avrupa’daki Schengen ülkelerine vizesiz seyahat edebilmektedirler. Çin pasaport sahipleri ise bu ülkeler için vizeye tabi tutulmaktadırlar. Ayrıca anakara Çin’le Hong Kong arasında karşılıklı gümrük ve pasaport kontrolleri de bulunmaktadır.

“BIR ÜLKE, IKI SISTEM”

Uluslararası anlaşmadan kaynaklı olarak İngiltere’nin Hong Kong üzerindeki hakimiyeti 30 Haziran 1997’de sona ermişti. İngilizler istemeye istemeye “taç” kolonilerini Çin’e teslim etmek zorunda kaldılar. O tarihten bu yana da Hong Kong “bir ülke, iki sistem”le yönetilmektedir. O ünlü “bir ülke, iki sistem” buluşu(!) Mao’dan sonra Çin Komünist Partisi’nin başına çöreklenen, kapitalist yolcu Deng Şiaoping ve tayfasına aittir. 1982’de Deng Şiaoping, Hong Kong’u Çin’in kapitalist dünyaya açılan penceresi yapmak istediği için, “Bir ülkede iki sistem uygulanabilir ve buna izin verilebilir” dedi ve bunu uygun adımlar attı. Hong Kong’a özel “bir ülke, iki sistem”in anayasası, Deng Şiaoping tarafından görevlendirilen bir kurul tarafından kaleme alındı. 19 Şubat 1997’de ölen Deng Şiaoping’in ömrü “eserini” görmeye yetmese de, “eseri” ölümünden bir kaç ay sonra Pekin Halk Kongresi tarafından onaylandıktan sonra, 1 Temmuz 1997’de yürürlüğe girmişti.

50 YILLIK DÖNEM

Hong Kong anayasasının 5. maddesi, sosyalizmin Hong Kong’da uygulanmayacağını öngörmektedir ve devamında şu ifadeye yer verilmektedir: “Kapitalist sistem ve yaşam tarzının 50 yıl boyunca değişmeden kalacağı garanti edilir.” Bu elli yıl 30 Haziran 2047’de sona eriyor. Hong Kong’da Çin’e karşı batılı emperyalist merkezler tarafından desteklenen ve hatta finanse edilen gösteriler başlangıçta belki de bir takım masumane haklı talepler için çıkmış olsa da gelinen aşamada olaylar bunlar üzerinden emperyalist odaklar arası bir çekişmeye dönüşmüş bulunuyor. Gösterilerde taşınan ABD ve İngiltere, hatta Almanya bayrakları, göstericilere sağlanan 10 milyon dolarlık fonlar -ki bunlar basına yansıyanlar- bunu gözler önüne sermeye yetiyor da artıyor. Çin merkezi hükümeti temsilcisi, 2017 yılında Hong Kong’da, Hong Kong Özel İdare Bölgesi’nin 20. yılını kutlama törenlerinde yaptığı konuşmada, “bir ülke, iki sistem” in değişmeyeceğine vurgu yaparken, “kapitalist sistem ve yaşam tarzının” 2047’den sonra da aynen süreceğini belirtmişti. Çin merkezi hükümetinin yanı sıra, Hong Kong’un eski meclis başkanı Jasper Tsang Yok-Sing de, “2047’den sonra da ‘bir ülke, iki sistem’ uygulanmaya devam edecek” dese de, maraza çıkarmak isteyen emperyalist merkezler ve emperyalist odaklarca kullanılmaya açık hale gelen göstericiler, 2047’de “özgürlüklerinin” tamamen ellerinden gidebileceğinden dem vurarak,

hızını kaybetmiş gösterilere yeni motivasyonlar kazandırmaya çalışıyorlar. 1997’den beri Çin Halk Cumhuriyeti’ne özerk statüsüyle bağlı olan Hong Kong’da bugün yaşananlar, Hong Kong ve Çin arasında cereyan etmekle birlikte emperyalist hegemonya kavgasıyla da ilişkili. Nitekim Hong Kong’daki gelişmeler, özellikle de Çin’i ABD ve İngiltere ile karşı karşıya getirmeye devam etmektedir. Bir yandan Çin diğer yandan ABD, İngiltere ve diğer batılı emperyalist odaklar Hong Kong Özerk Bölgesini kendi yayılmacı emelleri uğruna her türlü kirli yol ve yönteme baş vurarak kullanma çabasındalar. Spark Alliance skandalı da bunun ayrıntılarından biridir sadece. Hong Kong ‘krizi’ ve nedenleri yerli yerinde duruyor. Çin ve diğer emperyalist odaklar sorunu çözmek bir yana, daha da karmaşık hale getirmeye devam ediyorlar. Çin Halk devriminin 70. yılını geride bıraktığımız şu günlerde Çin Halk Devrimi’nin önderi Mao’nun şu değerlendirmesi tüm güncelliğini koruyor: “Sınıf mücadelesi, asla sona ermiş değildir. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi, çeşitli siyasi güçler arasındaki sınıf mücadelesi, proletarya ile burjuvazi arasında ideolojik alandaki sınıf mücadelesi uzun ve zorlu olmaya devam edecek ve hatta zaman zaman çok keskinleşecektir. Proletarya dünyayı kendi dünya görüşüne göre değiştirmeye çalışmaktadır, burjuvazi de öyle yapmaktadır. Bu açıdan sosyalizmin mi, kapitalizmin mi kazanacağı sorunu henüz gerçekten çözülmemiştir.” (Mao Zedung, Halk İçindeki Çelişmelerin Doğru Ele Alınması Üzerine, 27 Şubat 1957, Cilt 5, s. 444-445) Sorun uzun süre de çözülecek gibi görünmüyor. Çözüm, Hong Kong işçi ve emekçileri ile Çin işçi ve emekçilerinin kader birliğinden geçiyor. 1949’da Çin Halk Devrimi ile, Çin gibi devasa bir ülkeyi orta çağ karanlığından ve kölelikten kurtararak modern bir topluma dönüştüren dinamikler, gelinen aşamada devasa bir güce, emekçilerin yanı sıra 300 milyonluk bir sanayii proleterleri kuvvetine ulaşmış bulunuyor. Yalnızca Hong Kong’un ve Çin’in değil, batılı ünlü akademisyenlerin de dediği gibi, dünyanın geleceği de bu devasa proletarya ordusunun ne yapacağına bağlıdır.


18 * KIZIL BAYRAK

27 Aralık 2019

Dünya

İngiltere seçimleri ve Brexit A. Engin Yılmaz Birleşik Krallık’ta 2016 yılında yapılan referandumun önemli sonuçlarından biri Başbakan David Cameron’ın istifa etmesiydi. 2017’de yapılan seçimde Muhafazakarlar, Demokratik Birlik Partisi’nin desteğiyle azınlık hükümeti kurmuş ve Theresa May başbakan olmuştu. Avrupa Birliği ile yaptığı Brexit (Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması) anlaşmasının parlamento tarafından üç kez reddedilmesi sonucunda May istifa etmeye mecbur kalmış ve sahneyi Boris Johnson’a bırakmıştı. Johnson, İngiltere’yi anlaşmalı ya da anlaşmasız 31 Ekim’de AB’den çıkarmak iddiasıyla göreve gelmiş, yaptıklarıyla krizi daha da derinleştirmişti. 2017 seçimlerinden 2019 erken seçimlerine kadar geçen süre içinde ülkede iki kez hükümet ve iki kez başbakan değişti, 20’den fazla bakan istifa etti. Brexit anlaşmalarının hemen tümünün parlamentoda reddedilmesi ve AB’nin de Brexit’in 31 Ocak 2020’ye ertelendiğini açıklaması üzerine erken seçim kararı alınmıştı. Dolayısıyla Brexit anlaşmasıyla ilgili karar da seçim sonrasına bırakılmıştı. Seçmenin %67,3’ünün sandığa gittiği 12 Aralık 2019 erken seçim sonuçlarına göre, Muhafazakar Parti (CP) ülke genelinde %43,6 oy alarak, tek başına hükümeti kurmak için gerekli olan 326 sayısını aşıp, 365 koltuk kazandı. CP böylece, Margaret Thatcher’ın 1987 yılındaki zaferinden sonra, tarihindeki en büyük seçim zaferini elde etti. 2017 erken seçiminde oy oranını %30’dan %40’a taşıyarak, 31 sandalye kazanan İşçi Partisi ise bu seçimde %32,2 oy alarak, 203 milletvekili çıkardı ve 59 sandalye kaybederek, 1935 yılından bu yana tarihinin en büyük yenilgisini yaşadı. İskoç Ulusal Partisi (SNP) %3,9 oy alarak 48 milletvekili ve Liberal Demokratlar %11,5 oy alarak 11 milletvekili çıkardılar. Temel sosyal, iktisadi ve demokratik sorunlar üzerine değil, fakat ağırlıklı olarak Brexit taraftarlığı ya da karşıtlığı eksenine oturtulan 12 Aralık seçimlerinde seçmenler, AB’den ayrılma sürecinin bir an önce tamamlanmasını isteyen Başbakan Johnson ile yeniden referanduma gidilmesini savunan İşçi Partisi arasında seçim yapmak ikilemiyle yüz yüze bırakıldılar. Dolayısıyla İşçi Partisi Başkanı Corbyn, “Brexit’in seçim tartışmalarını

çok fazla kutuplaştırdığını, normal siyasi tartışmaların çoğunu geçersiz kıldığını” savunurken, pek haksız değildi. Başbakan Johnson, İşçi Partisi’nin iddialı “Manifesto”suna ve bunun yaratacağı etkilere karşı kimi sosyal politikalar ileri sürmek zorunda kalmakla birlikte, “Brexit işini 31 Ocak’ta sona erdireceğiz” sloganını bıkmadan tekrarlayan bir kampanya yürüttü ve umduğu sonucu da aldı. Johnson, seçmenlerine ülkesinin AB’den “amasız, şartsız” 31 Ocak’ta kesinlikle ayrılacağı ve “Thatcher devrimi”ni tamamlayacağı müjdesini verdi. Partisinin üyelerine seslenirken de “Yoldaki engeli ezdik, düğümü çözdük”, “Yeni bir gün, yeni bir şafak” şeklinde cümleler kurdu.

İŞÇI PARTISI’NIN BÜYÜK YENILGISI VE BAZI NEDENLERI

Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi, seçmenin karşısına, “Umudun ve birliğin manifestosu” programıyla çıkmış ve bu seçimin, “çoğunluğun çıkarları” ile “azınlığın çıkarları” arasında olacağı propagandasını eksen almıştı. “Manifesto” sosyal adalet, sosyal haklar, özelleştirilen alanların tekrar kamulaştırılması, asgari ücretin arttırılması, haftalık çalışma saatlerinin düşürülmesi, sosyal konutların artırılması, sağlığa, eğitime ve sosyal hizmetlere daha fazla bütçenin aktarılması ve bunların gerçekleşmesi için de ülkedeki en zengin %5’ten daha fazla vergi alınması gibi, işçi ve emekçileri heyecan-

landıracak olan bir dizi talepler içeriyordu. Buna rağmen Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi, sanayi bölgelerindeki ve işçi merkezlerindeki tabanını da önemli oranda kaybederek, büyük bir yenilgi aldı. Oysa, toplam 14,2 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı, evsiz sayısının 300 bini aştığı, aşevlerinin binleri bulduğu, işsizliğin büyüdüğü ve acımasız kemer sıkma politikalarının bir sonucu olarak sosyal sorunların ağırlaştığı ve emekçilere daha bir dizi faturanın ödetildiği bir ülkede, “Umudun ve birliğin manifestosu”nun işçi ve emekçilerde büyük bir destek göreceği bekleniyordu. İşçi Parti’sinin beklentisinin de bu yönde olduğu, Corbyn’in, “Açıkçası parti için çok hayal kırıklığına yol açan bir gece oldu” açıklamasından da anlaşılıyor. Corbyn, yaşadığı kötü sonucun tesellisini ise “Ancak şunu söylemek istiyorum, bu seçim kampanyasında bir umut bildirisi sunduk” cümlesiyle açıklıyor. Brexit’in “toplumu fazlasıyla kutuplaştırdığını, normal siyasi tartışmaların çoğunu geçersiz kıldığını” belirten Corbyn, “bu kutuplaşmanın da sonuca tesir ettiğini ve İşçi Partisi’nin ülke genelinde aldığı sonuca katkıda bulunduğunu” dile getirerek, önemli bir gerçeğe işaret ediyor. Zira Muhafazakarların başarılı olmasında önemli bir etken olan Brexit’in, İşçi Partisi’nin hezimete uğramasında da temel önemde bir faktör olduğu görüldü. Seçim kampanyasını “Manifesto”da yer alan talepler ekseninde ve “Azınlığın değil, çoğunluğun iktidarı” sloganıyla

yürüten Corbyn, Brexit konusunda bir tutarsızlık içindeydi. Ülkenin AB’den ayrılması konusunda toplumun adeta tam ortadan ikiye bölünmüş olduğu bir durumda, İşçi Partisi seçmenleri de aynı olguyla yüz yüzeydiler. İşçi Partisi de iki ayrı kampa bölünmüş ve üyelerinin büyük bir bölümü AB’den ayrılmaya karşı bir tutum içindeydi. Zira onlar, AB’yi, artı AB’den gelen ve “bir akın” halinde gelecek olan AB’li göçmenleri, yaşadıkları yıkımın sorumlusu olarak görmekte; Yunanistan örneğinde olduğu gibi, AB’nin öteki üye ülkelere dayattıkları politikaların bu ülkelerde yarattığı yıkım karşısında korkuya kapılmaktadırlar. Yanı sıra 2019 seçimlerinin, 2016 halkoylamasının bir biçimi ya da tekrarı olarak algılandığı bir atmosferde, Corbyn’nin Brexit konusunda ikinci bir halkoylamasına gideceklerini ilan etmesi ve yeni bir halkoylamasında tarafsız kalıp, seçmeni evet veya hayır oyu vermeye çağırmayacağını söylemesi gibi çaresizlik ifadesi olan bir tutum takınması, Brexit oylamalarıyla bunalan seçmenlerde öfkeye yol açtı. Corbyn, parti içinde de sol ve sağ kanadın basıncı altındaydı. Tüm bunları tamamlayan öteki bir faktör ise, İşçi Partisi liderinin medya, sermaye çevreleri, dinci ve ırkçı-milliyetçi odaklar tarafından, Yahudi düşmanı olduğu, teröristlerle dostluk kurduğu, azılı bir komünist ve ulusal güvenlik için bir tehdit olduğu vb. her türlü kirli ve yalan kampanyanın hedefi olmasıydı.


27 Aralık 2019

BREXIT MACERASI VE GELINEN SON NOKTA

2016 yılında Birleşik Krallık’ta yapılan referandumla başlayan Brexit serüveni, halkın %51,89’unun AB’den ayrılmaya karar vermesi ile başlamış ve emekçileri bunaltan büyük bir siyasi krize dönüşerek, bugüne kadar gelmişti. Gelinen aşamada ve kazanılan seçim zaferinin ardında Johnson, “Brexit’i gerçekleştirmek için gereken güçlü yetkiyi aldıklarını” ve dolaysıyla “Brexit’in gerçekleşmesi yolundaki tüm engellerin kalktığını” övgüyle duyurdu. Zira AB ile vardığı Brexit anlaşmasını, 650 üyeli Avam Kamarası’nda başka bir partinin desteğine gerek kalmadan geçirebilecek ve İngiltere, 31 Ocak 2020’de AB’den ayrılmış olacak. Nitekim Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmasını düzenleyen Brexit anlaşmasına ilişkin yasa tasarısı parlamentonun alt kanadı Avam Kamarası’nda kabul edildi. Başbakan Boris Johnson’un sunduğu tasarının büyük oy çoğunluğuyla kabul edilmesi üzerine, ülkenin 31 Ocak’ta AB’den ayrılmasının önündeki ilk engel aşılmış oldu. Tasarıya ilişkin değişiklik maddelerinin 7-9 Ocak tarihleri arasında görüşülmesi ve 9 Ocak’ta nihai oylamanın yapılması öngörülüyor. Bunun ardından tasarı Lordlar Kamarası’nın onayına sunulacak. Böylelikle, daha önce ertelenen Brexit’in 31 Ocak’ta gerçekleşmesi bekleniyor. Bu tarihten sonra, ekonomik ve ticari ilişkiler açısından sert bir geçişin önlenmesi için geçiş süreci başlayacak. Bu dönemde Birleşik Krallık, AB iç piyasasına dahil olmayı ve Gümrük Birliği’nde kalmayı sürdürecek. Bu dönemde taraflar arasında yeni bir serbest ticaret anlaşması için müzakereler yürütülecek. Fakat Boris Johnson’un önünde zorlu bir Brexit süreci uzanıyor. Ekonomik pazarlıklar bir yana, AB emperyalistleri, Brexit’in “ayrılıkçı” etkilerde bulunacağı ve kendi ülkelerinde de bunun gündeme gelebileceği endişesinden hareketle, Boris Johnson’a pek de “kibar” davranmayacak ve burnunun sürtmesi için ellerinden geleni artlarına koymayacaklardır. Şüphesiz işçi ve emekçi kitleler, AB’den ayrılmanın da bir bedeli olduğunu ve bunu ödemek zorunda kalacaklarını acı deneyimleriyle göreceklerdir. İngiltere işçi sınıfı ve emekçileri AB’den çıkmak ya da çıkmamanın kendileri için herhangi bir değişiklik yaratmayacağı, sermayenin kendilerini hedefleyen çok yönlü sosyal yıkım saldırısının serleşerek devam edeceğini, dolayısıyla büyük maddi ve manevi yıkımlarla yüz yüze kalacaklarını yaşayarak görecekler ve sermayeye karşı bir kez daha mücadele yolunu tutacaklardır.

Dünya

KIZIL BAYRAK * 19

Trump’ın azil sürecinde rezalet diz boyu

Kapitalist emperyalist sistemde yaygınlaşan “emekçilere düşman, ırkçı, cinsiyetçi, kaba saba, faşizan” başkanların önde gelen temsilcisi Donald Trump’ın görevden azledilme soruşturması sürüyor. Trump ile demokratlar arasında cereyan eden tartışmalar, Washington’da kepazeliğin nasıl da ayyuka çıktığını gözler önüne seriyor. Hegemonyası iniş sürecinde olsa da halen sistemin jandarması rolünü üstlenen ABD’de yaşanan yönetim krizi, emperyalist merkezlerin “istikrar adası” oldukları yanılsamasına yeni darbeler indiriyor. Azil sürecini başlatan demokratlar, Trump’ı demokrasiye ve vatana ihanet etmekle suçluyor. Patavatsızlığıyla maruf Trump ise, rakiplerini demokrasiye düşman olmakla itham ediyor. Karşılıklı ithamlar havada uçuşurken müteahhit-tüccar Trump’ın itibarı yerlerde sürünüyor. 2020’de yapılacak başkanlık seçimlerine hazırlık bağlamında gündeme gelen azil tartışmaları, Tayyip Erdoğan’ın Amerikan versiyonu olan Trump’ı diken üstünde bırakıyor. *** Son günlerde şiddetlenen azil tartışmaları yeni değil. Amerikan Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, “ABD’nin ulusal güvenliğine zarar verdiği”, “başkanlık yeminine ihanet ettiği” gerekçesiyle Trump’a yönelik azil soruşturması sürecini başlattıklarını 24 Eylül’de ilan etmişti. Sonrasında Temsilciler Meclisi Adalet Komitesi, “Görevini kötüye kullanmak”, “Kongrenin işleyişini engellemek” başlığı taşıyan azil maddelerini onaylamıştı. Onay, “Başkan, kendi kişi-

sel ve siyasi emellerini ABD’nin ulusal çıkarlarının üzerinde tutmuş, Amerikan seçim sisteminin sağlamlığına zarar vererek Amerikan ulusal güvenliğini tehlikeye atmıştır.” gerekçelerine dayandırıldı. Sürecin bu noktaya ulaşması Amerika’da kutuplaşmalara neden oldu. Trump karşıtlarıyla destekçileri arasında gerilim tırmanmaya başladı. Bazı çevreler, ABD’de iç çatışmaların yaşanabileceğine dikkat çekerek, durumun vahim olduğunu savunuyorlar. Bu tür yorumlar abartılı olsa da emperyalist Amerikan rejiminin iç istikrarının ciddi şekilde zedelendiği de bir gerçek. *** Trump’la aveneleri diken üstünde olsalar da azil sürecinin görevden alma noktasına ulaşması mümkün görünmüyor. Zira azil, Kongre’nin bir başkanı görevden alabildiği iki aşamalı bir siyasi sürecin ilk ayağıdır. İlki, Temsilciler Meclisi’nin azil maddelerini kabul etmesi, ikincisi ise Trump’ın Senato’da yargılanması. İlk aşama Trump’ın aleyhine sonuçlandı. İkincisinde ise, büyük olasılıkla lehine sonuçlanacak. Çünkü Senato’daki oylamada başkanın hüküm giyebilmesi için üçte ikilik bir çoğunluk gerekiyor. Oysa Senato’da çoğunluk Cumhuriyetçilerin elinde bulunuyor. Beyaz Saray’da kepazelik ortalığı kaplasa da Trump’ın görevden alınma ihtimali çok düşük. Buna rağmen Demokratlar süreci uzatıp Trump’ın zaten yerlerde sürünen itibarını daha da zedelemek için çaba sarf ediyorlar. Bu ko-

nuda ısrarlı olmalarının bir diğer nedeni ise, Demokratlara oy veren kesimlerin Trump’ın azli için soruşturma açılmasını talep etmiş olmalarıdır. *** “Özgürlükler ülkesi” diye pazarlanan Amerika, halkların kanını en çok akıtan emperyalist rejim olmanın yanı sıra, iğrenç skandalların da en sık yaşandığı ülkedir. Trump’ı başkanlığa taşıyan seçimlere Rusya’nın müdahale ettiği tartışmaları bitmeden, 2020’de yapılacak seçimlere hazırlıkların başlamasıyla azil sürecini tetikleyen skandal patlak verdi. Trump’ın, Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’e, rakibi Joe Biden ve ailesini soruşturması durumunda ABD’nin ülkesine yardım edeceğini vadettiği iddiası gündeme geldi. Bir muhbirin raporuna dayandırılan iddiaya göre Trump, Joe Biden’ın Ukrayna’da iş yapan oğlu hakkında soruşturma açtırarak Biden’ı yıpratmayı hedeflemiş. Görünen o ki Trump’ın kirli silahı ters tepti. Rakibini yıpratmaya çalışırken, kendi itibarının yerlerde sürünmesine zemin hazırladı. Rezillikleriyle bilinen Trump’ın yeni bir skandala imza atması şaşırtıcı değil. Kuşkusuz ki, bütün burjuva politikacılar benzer kepazelikler yapıyorlar. Buna rağmen Trump’la emsallerinin iyice zıvanadan çıktıları da bir gerçek. Temsili seçim sistemi “demokrasi” diye yutturulmak istense de, özünde bunun büyük tekellerin temsilcileri arasında yaşanan bir “yağmadan daha çok pay alma çatışması” olduğu bu olayla bir kez daha doğrulanmıştır.


20 * KIZIL BAYRAK

27 Aralık 2019

Dünya

Fransa genel grevinden gözlemler...

Genel grev ve bürokrasinin sınırları İ. Manuşyan Emeklilik yasasına karşı genel grev, Fransa’da işçi sınıfının on yılları bulan öfke birikiminin dışavurumudur. Patronlar hükümetini, dolayısıyla sermaye devletini zorladığı gibi sendikal bürokrasiyi de zorluyor. ‘95 grevinin korkusuyla uyananlar sadece devlet erkanı değil. Kendilerinin de bir gün şirket yöneticileri gibi çöp konteynerlarına atılabileceklerini bilen sendika bürokratları da diyalog, ateşkes, uzlaşı kelimelerine sarılıyorlar. CFDT bürokrasisi bu açıdan grev sürecinde beklenen pasiflikte iken, yanına UNSA’nın yönetim takımını da kattı. Sermaye hükümeti genel greve anketlerdeki %70’leri aşan desteği kırmak için, “işçilerin mağdur ettiği Noel yolcuları” hikayelerini pazarladı. UNSA yönetimi de bu sahte Noel hassasiyetine oynayarak, gücünü büyüten genel grevde “ateşkes dönemi” çağrısı yaptı. Sendika yönetiminin açıklamasında, “Noel günlerini kapsayan okul tatilinde çalışmaya dönerek ‘çocukların aileleriyle tatillerini geçirmesi’ni sağlamak” gibi şirin bir mazeret öne sürüldü. Ancak diğer sendikaların, görüşmeden bir taviz almadan bunun geri adım olacağı yönündeki yorumlarıyla devam kararı almaları, UNSA bürokratlarının kararına rağmen UNSA üyesi işçilerde de itirazı tetikledi. Lokal merkezlerde toplanan grevci demiryolu işçileri 15 bölge merkezinden bürokratların kararını tanımadıklarını açıkladılar. Assamble General denilen İşçi Forumları’nda karar tartışılırken, işçilerin ifadeleri gayet netti: Alanlarda yasa çekilene kadar demişken, uzlaşma yok, erteleme yok demişken ne değişti? Bürokratların, işçilerin bu sorusuna yanıt veremeyecekleri aşikar. Savaşta ateşkes karşılıklı adımla olur. Hükümet saldırıya devam ediyorken ve işçiler geri çekilmek yerine ileri çıkmayı istiyorken bu kararın altyapısı bulunmuyor. Burada kararın ne olduğu kadar alınma yöntemi de işçiler arasında bir öfke nedeni oldu. Zira grevi yenileme kararlarını alan işçi forumları iken grevi erteleme kararı işçilere sorulmadan yukarıdan alınmıştı. İşçiler de iradelerini tanımayanlara, fikirlerine sunulmayan bir kararı reddederek, tok bir cevap verdiler. 5 Aralık Genel Grevi’ni yaratan işçi iradesi mevcutta sürdürülen grevin temel belirleyicisidir. Grev sürecinde işleyen, ne isteksiz bir katılım ne de sendikal bü-

rokrasinin suni eylem takvimidir. Geçen günler, greve dair yorgunluk yaratmaktan çok yeni arayışların zemini oluyor. İntersyndicats denilen sendika konfederasyonlarının ortak yürütmesinden tabandan gelen işçi forumlarına uzanan karar mekanizmaları artıyor. Bundan dolayı, üçüncü haftasına giren genel grevin militan sendikacılık pratikleri asıl eylem kadar yoğun. Yüzlerce noktada blokajlar gerçekleştirilerek grev kırıcılara karşı çalışma yürütülüyor. Günlük olarak birçok noktada garaj çıkışlarına yönelik eylemler gerçekleştiriliyor. Grevci işçilerin ekonomik desteği için dayanışma etkinlikleri ve kampanyaları örgütleniyor. Grevciler bu süreci güçlendirmek adına şimdi daha ileri ve organize adımlar atmaya hazırlanıyorlar. İşbirlikçi sarı sendikacılığın Fransa temsilcisi CFDT bile benzer bir etkileşimin tabandaki yansımalarıyla genel greve katılıp alanlara indi. İşbirlikçiliğin uzlaşı için sunduğu önerileri bile tersleyen Macron-Philippe yönetimi CFDT’lilerin tabiriyle kırmızı çizgiyi aştı. Zira bu işbirlikçi sendika yasa için çok geri bir talep olan uygulamaya, sonraki dönemlerde konulması şartıyla ikna olmaya hazırdı. Ancak emperyalist-kapitalizmin merkezlerinden biri olan Fransız kapitalizmi bunu bile bir taviz saymaktadır. CFDT üyelerinin daha ilk genel grevden sendika bürokratlarının eylem dışı kalma kararına rağmen alana fiilen gelişi, müzakerelerdeki tavizsiz tutum karşısında greve katılıma dönmenin adımı oldu. CFDT bürokrasisi bile tabanındaki öfkeyi

ve grev iradesine güç veren bu çizgiyi sahiplenmek zorunda kaldı.

İŞÇILERDEN TATILE KARŞI “KARA HAFTA”

İşçilerin bu iradeyi ortaya koymasının ardından ifade edilen ilk adım bir “kara hafta” çağrısı oldu. Bu çağrı, mevcut grev denklemini ileri taşımak ve tüm ulaşım ağını hedef alarak etkiyi artırmak üzerine kurulu. Alışılmış yaşam düzeninde tatil süreçleri fiili bir durgunluktur. Öğrenci hareketi için de sendikal hareket için de bu böyle. Herkes tatile çıkar ve genelde merkez kentler dışındaki akrabalara gidilir ya da gezi planları yapılır. Ancak bu sefer hareketin refleksleri farklı. İşçiler tatil algısına karşı bir adım olarak kara haftayı yaratıyorlar. Çünkü ateşkes bir yana, savaşı ileri taşımak istiyorlar. Bunun ilk adımı olarak hafta başına Gare de Lyon’daki fiili eylemle tren garı bloke edildi. Garın içinde, raylarda ve caddedeki yol kesme eylemiyle grevciler tek başına devletin emeklilik yasasına değil, sendikal bürokrasinin eylem takvimini 9 Ocak’a atmasına da bir yanıt verdiler. Çünkü Gare de Lyon greve rağmen çalışan şehirlerarası trenlerin de kalktığı merkez garlardan biri. Ayrıca sürücüsüz metro hattı olan Metro 1’in de geçtiği bir yer. Eylemle sürücüsüz metro da uzun bir süre durduruldu. Polisin fiili eyleme azgın saldırısı ise demiryolu işçilerinin polis barikatına yüklenmesiyle karşılandı. Böylece iki kitle birleşirken polisin irade

belirleme çabası da boşa düşürüldü. Bu eylemin küçük bir örnek olarak temsil ettiği şeyse işçilerin grev iradesinin ileri çıkışıdır. Bu noktada CGT kimya işkolundan başlayan rafineri kapatma eylemiyle toplu ulaşım grevcilerine çok büyük bir destek geldi. Yedi rafineriden ikisi kapatılırken, benzin satışlarında %20’lik düşüş amaçlanıyor. CGT Total merkez delegesi hükümetin sağır kalması karşısında hareketin sertleşmesi gerektiğini ifade ediyordu. İşçilerin grevlerinden korkan devlet Champs-Élysées ve çevresindeki çok sayıda metro istasyonunu eylem ihtimaline karşı kapattırdı. Bunlar lokal örnekler ve inisiyatifler olarak da değerlendirilebilir. Ancak bütün ile parça arasındaki uyum yükselen fiili-militan hareketi işaret ediyor. Katılım oranı artan, fiili yöntemleri kullanmakla kalmayıp geliştiren bir hareket söz konusu. Yani sendikal bürokrasi rolünü oynarken, mevcut sınıf hareketlerinin bu işbirlikçi-ihanetçi şebekelerce çökertildiğini ifade ettiğimiz yerde işçi sınıfının kendi çıkış yollarını yarattığını da gösteriyor. Nasıl ki sendikalar bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktıysa “işçi örgütünün içindeki işçi örgütü” olan taban örgütleri de böyle oluştu. Bürokrasinin panzehiri taban örgütlülüğüdür. Ve yenilen hareketler ve grevlerin nedeni taban örgütlülüğün işleyişindeki açıklarda aranmalıdır. Yoksa ne devlet baskısı ne patron vurdumduymazlığı ne de sendikal bürokrasinin çabaları eyleme geçmiş işçi sınıfını yenebilir. Kendi saflarımızdaki


27 Aralık 2019

bozgun kadar hiçbiri bizi dağıtamaz. Tarihsel deneyimler gösteriyor ki işçilerin en büyük yenilgileri kendi iradelerini yansıtan yapıların boşluğu durumunda ortaya çıkıyor. Temsilciler, başkanlar, hatta grev komiteleri vb. eliyle güç kolektifin elinden alınabiliyor. Fransa’daki genel grevin şu ana kadar ki ilerleyişi bunu açıkça belirginleştirdi. Hatta öyle bir çaresizlik ki hükümetin diyalog ve uzlaşı beklediği sendika bürokratları çıkıp “Grev için bizim yapabileceğimiz bir şey yok karar işçilerin kontrolünde” tarzında cümleler kurabiliyorlar. Bunu ajitasyon olarak değil, işçi forumları karşısında kendi misyonlarının işlevsizliği için söylüyorlar. UNSA örneğinde de görüldüğü gibi bürokratlar “bırakın” diyerek, bunun merkezi kararını alsalar bile işçi forumları bunu aşıyor. Ve forumlar meşru işçi meclisleri şeklinde işlediği için de manipülasyon ya da dezenformasyon ile boşa düşürülemiyor. Greve devam kararı alan demiryolu işçi forumlarından birinde bir işçinin ifade ettikleri oldukça anlamlıdır: “Ateşkes olmayacak. Sendika liderleri artık harekete geçmiyor. Bugün grevi elinde tutan AG (Assamble Generale). Durmamız söz konusu değil! Bugün grevde 2.000 avro kaybedebiliriz, ancak emekli olduğumuzda her ay 600 avro kaybedemeyiz!” İşçiler ne için savaştıklarının farkındalar. Bir ay maaşsız kalmaya da hazırlar. Fransız işçi sınıfı gün yüzüne vurmamış sınıf kültürüyle birçok farklı deneyime sahip. Belki de işçiler geçmiş yıllarda dinlediğimiz greve çıkmadan önce para biriktirme hikayeleri gibi kendi kişisel grev kasalarını hazırlamışlardır. Şurası net ki Fransa’daki deneyimin sürmesinin tek başına yasa karşıtlığı üzerinden üretebileceği sonuç muğlak, ancak bu deneyim tarihsel olarak işçi sınıfının yeniyi yaratma mücadelesinde anlamlı deneyimler bırakacaktır. Bu bugünden güvence altındadır. Doğal olarak işçi sınıfının devrimci savaşını savunanlar olarak bu deneyimi en iyi okuması, takip etmesi gerekenler bizleriz. Yukarıda aktarılan sınıf mücadelesi deneyimi, Greif kriterleri olarak tanımadığımız manifestonun aslında başka bir ülkedeki sınıf mücadelesi içinde nasıl bir perspektif sunabileceğini gösteriyor. Fransa’da eksik olan, işçi sınıfının devrimci partisi ve onun sınıf hareketine katacaklarıdır. Devrimci sınıf hareketini geliştirecek olanların boşluğunda işçi sınıfı deneyerek, yenilerek bugünlere geliyor. Ancak bu boşluk da bir gün yine aynı yenilen ama deneyen işçi sınıfı tarafından doldurulacak, işçi sınıfının partisi genel grevleri yasaları geri çektirmek için değil devrimin basamaklarına çevirecektir.

Dünya

KIZIL BAYRAK * 21

LSG Sky Chefs’te grev yasağı

Uzun süren belirsizliğin ardından, Lufthansa’nın, kendisine bağlı Catering firması LSG Sky Chefs’i İsviçre menşeili Gate Gourmet’ye satacağı kesinleşmiş bulunuyor. Gate Gourmet’nin, satış koşullarına dair Lufthansa ile pazarlıkları devam ediyor. Süreç başından beri her türlü aleniyetten yoksun yürütülüyor. Kapalı kapılar ardında yapılan kirli pazarlıklarla ilgili olarak işçilere ne Lufthansa ne de ver.di bürokratları tarafından bilgi veriliyor. Olduğu kadarıyla da açıklamalar işçilerin tabandan baskısı sayesinde mümkün olabiliyor. Gate Gourmet’nin bu satışı fırsata çevireceğini, çalışma koşulları ve ücretlere yönelik ciddi hak gasplarına gideceğini öngören işçiler bir yılı aşkın bir süredir çeşitli yollarla satışa ve yeni saldırılara karşı koymaya çalışıyorlar. Nitekim ilk alınan bilgilere göre işçilerin birçok hakkı gasp edilmek isteniyor. Satış sürecinin ve saldırıların bir parçası olan ver.di bürokratları işçilerin tabandan baskısı sonucu da olsa zaman zaman bir şeyler yapmak zorunda kaldılar. Bundan haftalar önce ilan ettikleri bir grevi, Lufthansa şeflerinin yeni bir önerisi üzerine ertelemişlerdi. ver.di 19 Aralık Perşembe günü 24 saatlik greve gideceğini ilan etti. LSG’deki bazı öncü işçilerin verdiği bilgilere göre ver.di bürokratları bu son grev kararını da işçilerin tabandan baskısı ve yükselen öfkesinden dolayı almak zorunda kaldılar. Zira işçiler en son toplamında 100 kişiyi bulan gruplarla, birkaç defa ver.di’ye bağlı işyeri temsilciliği ile LSG şeflerinin bürolarına baskınlar düzenlemiş ve hesap soran bir fiili eylemli-

lik geliştirmişlerdi. ver.di bürokratlarının yetersiz kaldığı yerde sermaye cephesi imdada koştu ve elbirliğiyle grev yasaklandı. Frankfurt İş Mahkemesi aldığı yıldırım bir kararla grevi yasakladığını bildirdi. Karar grevin başlamasına iki saat kala, saat 22.00’de sendikaya iletildi. Mahkeme gerekçeli kararında, greve gitmenin yeterince ve uygun gerekçelendirilmediğini iddia etti. Greve gitmemek için bin dereden su getiren sendika bürokratları da bu kararı adeta sevinçle karşılayarak işçilere bildirdiler. İşçiler, adeta bir oyuna dönen bu yazboz kararını öfkeyle karşıladılar ve protesto ettiler. İşbaşı yapmada saatleri bulan aksamalar ve iş yavaşlatmalar yaşandı. Bölüm ve vardiya şefleri işe gelmeyen işçileri telaşla arayarak işe gelmelerini “rica” ettiler. Hatta yer yer kendileri tezgâhların başına geçerek çalışmak zorunda kaldılar. Grev kararı sadece Frankfurt ve Münih’teki işletmeler için alındı. Greve gitme konusunda son derece gönülsüz olan ver.di bürokratları, yasak savma babında aldıkları grev kararına ilişkin ciddi hiçbir ön çalışma yapmadılar. Grev oylaması sırasında da aynı tavrı takınan bu bürokratlar, yer yer işçilere greve gitmenin sakıncalarını propaganda etmekten geri durmadılar. Bu konuda en pervasız davrananlar ise Düsseldorf’takiler oldu. Düsseldorf’ta ver.di işyeri işçi temsilciliği başkanı zat, grevin anti-propagandasını yapmakla yetinmeyip, greve gitmekte ısrar eden bazı işçileri tehdit edecek kadar pervasız ve utanç verici bir tutum

takınabildi. Bu ayak oyunları neticesinde Düsseldorf’taki “oylamada” grev kararı çıkmadı. Bir-Kar hazırladığı bir bildiriyi 19 Aralık Perşembe günü Düsseldorf’taki LSG işçilerilerine dağıtarak bu pervasızlığı teşhir etti. Öte yandan ver.di yöneticileri bugün mahkemenin yasak kararına itiraz ettiler. Fakat bu itiraz da Frankfurt İş Mahkemesi tarafından reddedildi. Her şeye rağmen işçiler özellikle grev oylamasında evet çıkması için tabanda ciddi bir çaba içine girdiler. Çekinen ve gönülsüz olan arkadaşlarına cesaret vererek, ikna etmek için uğraştılar. Grevin gerçekleşmesi durumunda katılımın yüksek olacağı tahmin ediliyor. 19 Aralık’taki grev fiilen gerçekleşmemiş olsa bile, işçilerin başta Frankfurt olmak üzere, Münih ve Düsseldorf gibi yerlerde greve gitme konusundaki isteği, kararlılığı ve çabası oldukça önemlidir. Yine bu vesileyle sendika bürokrasisinin kimin safında yer aldığı işçilerin nazarında biraz daha açığa çıkmış, bürokratlar teşhir olmuşlardır. İşçi sınıfı harekete geçtiği her durumda, ayağındaki prangalarda kimin eli olduğunu daha iyi anlayacaktır. Günümüzde sendika bürokrasisi, sermayenin safında işçi sınıfına saldıran bir odağa dönüşmüştür artık. İşçi sınıfı, sermayeye karşı mücadelesini, kendisini her adımda arkadan hançerleyen bu hainlere karşı mücadeleyle birleştirmelidir. Tabandan kendi öz örgütlerini yaratarak, sınıf mücadelesinin tarihsel bir kazanımı olan sendikalarını bu asalak takımından temizlemediği müddetçe yol alması kolay olmayacaktır. KIZIL BAYRAK / FRANKFURT


22 * KIZIL BAYRAK

27 Aralık 2019

Kadın

Sosyalistlerin “kadın eylemleri”ne katılımları üzerine *

B. Bahar Kapitalist sistem, içinde bulunduğu krizden çıkma yollarını ararken, kapitalizmde kadının ikinci sınıf cins konumundan daha fazla fayda sağlamak için kadınlara yönelik saldırılarını arttırmaktadır. Dünyanın dört bir yanında kadın cinayetleri tırmanmakta, kadınlar sokakta, işte, evde taciz-tecavüz-şiddete uğramakta, işçi-emekçi kadınlar düşük ücretten hak gasplarına bir dizi başka sorunla boğuşmaktadırlar. Bu tablonun sonucunda kadın hareketi kitleselleşmekte ve yaygınlaşmaktadır. Kuşkusuz ki bunda sorunun yakıcılığı ve bu sorun karşısında mücadelenin farklı sosyal katmanları kesen geniş kesimlerce sahiplenilmesi, köklü bir mücadele geçmişinin olması önemli bir rol oynamaktadır. Dünyanın dört bir yanında kadınlar kitlesel olarak talepleri ile sokaklara çıkmakta, Las Tesis örneğinde olduğu gibi farklı eylem biçimlerini kullanmakta, gündeme oturan eylemler gerçekleştirmektedirler. Çoğunlukla kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri öne çıkan gündem olurken, kadınlar eşit işe eşit ücret ya da kürtaj hakkının yasaklanması gibi gündemlerle de alanlara çıkmaktadırlar. Özellikle 8 Mart ve 25 Kasımlar kadınların tüm dünyada kitlesel gösterilerine sahne olmaktadır. Ayrıca kadınlar yaşadıkları çifte sömürünün yarattığı öfke birikimi ile birlikte sadece kadın eylemelerinde değil, halk hareketlerinde, sokak eylemlerinde de kitlesel ve kararlı bir şekilde yerlerini almaktadırlar. Türkiye’de de dünyada yükselen kadın hareketi ile paralel olarak, kadınların hem kadın sorunu gündemli eylemlere hem de genel olarak tüm eylemlere katılımı artıyor. Kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet ve cinsel istismar olayları karşısında, Özgecan Aslan, Ceren Özdemir örneklerinde olduğu gibi, kitlesel boyutlara ulaşan refleks eylemler gerçekleşmektedir. Özellikle 25 Kasım ve 8 Martlarda eylemler yasaklansa dahi binlerce kadın kent meydanlarına akmaktadır. 15 Temmuz sonrasında, ilerici-devrimci güçlere yönelik başta gözaltı-tutuklama olmak üzere saldırıların arttığı, bununla paralel olarak sokak hareketinin geri çekildiği bir dönemde, yasaklara rağmen 25 Kasım ve 8 Mart eylemlerinin

kitlesel bir şekilde devam etmesi, bu eylemlerin toplumsal mücadele açısından taşıdığı öneme işaret etmektedir. Bu çerçevede kadın hareketine dair aşağıdaki değerlendirmeye başvurmak yararlı olacaktır: “Emekçilerin artan katılımı kadın eylemlerinde anti-kapitalist söylemleri çoğaltsa da hareket halen büyük ölçüde orta sınıf damgası taşımaktadır. Bu gerçeğin bilincinde olmak, bunun harekete getirdiği sınırlılıkları görmek, fakat bundan hareketle hiçbir biçimde küresel çaptaki kadın hareketi dinamiğini küçümseme hatasına düşmemek gerekir. Emekçi kadın katılımının artmasıyla birlikte, kadın hareketinin toplumsal mücadeleler içinde tuttuğu yer daha da önem kazanacaktır. Hareketin sağlıklı iç ayrışmaların ardından devrimci bir rotaya oturması, devrimci bir sınıf hareketinin gelişimiyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. “Toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadınlara yönelik sonu gelmeyen baskılar, ayrımcı politikalar ve uygulamalar, iktidarın boyun eğdiremediği ve dahası üzerine rahatça gidemediği bir kadın hareketini beslemektedir. Dünya ölçüsünde güç kazanan ve güçlü yankılar yaratan uluslararası kadın hareketi, Türkiye’deki kadın hareketini politik ve moral açıdan güçlendiren bir başka kaynaktır. Halen hareket üzerinde orta sınıf ağırlığı sürü-

yor olsa da, emekçi kadınların artan katılımı ‘90’lı yılların dar görüşlü feminist sınırlamalarını giderek aşındırmaktadır. Sınıf hareketindeki gelişmeler, fabrika eksenli ve kadın işçi ağırlıklı direnişlerin yaygınlaşması, hareketin daha sağlıklı bir zemine çekilmesini kolaylaştıracaktır. Partimiz bugün bu koşullarda kendi kadın çalışmasını sınıf çalışmasının temel bir boyutu olarak ele almayı sürdürecek, ama öte yandan ilerici-demokratik kadın hareketini de her yolla destekleyecektir.” (TKİP VI. Kongre Bildirgesi, tkip.org) - Haklı-meşru talepler ortaya koyan, kitlesel boyutlara ulaşan “kadın eylemleri”ne dair, sosyalistlerin güncel politika ve pratikte daha güçlü bir tutum geliştirmesi bir ihtiyaçtır. Ancak bu noktada özellikle belirtmek gerekmektedir ki sosyalistler kadın sorununu yeni keşfetmiyorlar. Ya da sosyalistlerin kadın sorunu gündemli çalışması “kadın eylemleri”ne katılımla sınırlı değildir. Soruna yer yer yeterli ilginin gösterilmemesi kuşkusuz ki eleştirilebilir. Tarihsel açıdan incelendiğinde de özellikle devrimci kadın önderlerin çabaları ve ısrarları ile bu konuda özeleştirel yaklaşıldığı görülmektedir. Ancak eleştiri konusu edilebilecek tüm eksikliklerine rağmen şu açık bir gerçektir ki sosyalist hareketin tarihi, özelinde Sovyet deneyimi bugün için kadın sorunu kapsamında kazanılmış hak ve

özgürlüklerde temel önemde bir rol oynamıştır. Nitekim 8 Mart, devrimci kadın önderlerin çaba ve ısrarlarıyla mücadele günü olarak belirlenmiştir. - Burada önemli olan, içerisinde olduğumuz tarihsel dönemde feministlerin çağrıcılığıyla gerçekleşen ve kitlesel hale gelebilen eylemlere yaklaşım sorunudur. Sosyalistlerin, devrimcilerin ilerici özellik taşıyan, meşru talepler ortaya koyan her kitle hareketine özel bir ilgi göstermesi bir sorumluluktur. Hele ki kadın sorunu gibi yakıcılığı apaçık ortada olan bir sorun kapsamında gerçekleşen kadın eylemlerine katılmak özel bir önem taşımaktadır. Ancak onlardan bu eylemlere kendi dünya görüşlerini ya da feminizme karşı ortaya koydukları eleştiriyi bir kenara bırakarak katılmaları beklenmemelidir. Bu noktada komünistlerin, feminizmin sınırlarını ortaya koyan şu vurgularını hatırlatmak yerinde olacaktır: “... Burada feminist olmayı temelde kadının eşitliği ve özgürlüğünden yana tutum olarak alıyorum. Kadının eşitliği ve özgürlüğünden yana olmak, terimin olumlu anlamında elbette ki feminist olmaktır. Sosyalizm bu anlamda feminist anlayış ve tutumu en kapsamlı ve derinlikli biçimde içerir. “Fakat yazık ki feminizm öte yandan belli bir ideolojik-sınıfsal akımdır. Bu akıma yakından baktığımızda onun, kadının


27 Aralık 2019

çok boyutlu özgürleşmesi sorununu toplumsal kapsamından ve sınıfsal temelinden kopararak, basitçe ve en sığ biçimde kadın-erkek arasındaki ilişkilere indirgeyen, eşitliği çoğu durumda içi boş biçimsel haklar çerçevesinde ele alan burjuva ya da küçük-burjuva bir akım olduğunu görürüz. Bu türden bir feminist ideolojik eğilim ve tutum, elbette burjuva ve küçük-burjuva kadın akımlarını ifade eder. Bu akımlar kuşkusuz bu dar ve yüzeysel sınırlar içinde yine de haklı ve demokratik bir yön taşırlar ve biz de onları bu sınırlar içinde destekleriz.” (Kadın sorunu üzerine konferanslardan.../2: Tarihten günümüze kadın ezilmişliği ve kapitalizm - H. Fırat, tkip.org) - Burada sorun eylemlerin çağrıcılığını yapan feministlerin, eyleme katılan ancak onlar gibi düşünmeyen ilerici-devrimci güçlere, sosyalistlere yasakçı-dayatmacı bir tutumla yaklaşmalarıdır. Geçmişte 8 Mart tartışmaları ve ayrışmalarında da tanık olduğumuz bu tutum bugün de devam etmektedir. Toplumsal bir öfkeye konu olan bir kadın cinayeti protestosunu ya da 25 Kasım ve 8 Mart gibi tarihsel gündemleri önemsediği için eyleme katılan herkese “Bu eylemin çağrıcısı biziz, katılacaksanız bizim belirlemelerimize ve sınırlamalarımıza uyacaksınız” bakış açısı ile yaklaşılmaktadır. Düzenin kalıbına girmeyi reddettiğini iddia eden eylem komitesindeki feministler, eylemlerde kadın sorununa karşı hassasiyet gösteren ancak onlar gibi düşünmeyen herkesi kendi belirledikleri kalıba sokma çabası içerisine girmektedirler. - Kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri, kadın sorunu, sosyalizm içerikli dövizlerin imzalı olduğu koşulda taşınması feministler tarafından engellenmeye, imzasız olduğu koşulda bile “tek tip döviz” olduğu gerekçesiyle yine engellenmeye ya da kendilerine göre içeriği doğru bulunmadığı için yasaklanmaya çalışılmaktadır. Feminist hareket eyleme katılan devrimcileri eylemin dışına itmek için uğraşmakta, onları eylem komitesinin iradesine uymamakla suçlamaktadır. Binlerce kadının katıldığı, dolayısıyla eylem komitesinin sınırlarını çoktan aşan bir eylemde sosyalistlerin, devrimcilerin kendi sözleriyle, kendi ifadeleriyle katılmaları sorun olarak görülmektedir. Hatta eyleme katılma amaçlarının 25 Kasım değil, feministleri bastırmak olduğu dahi iddia edilebilmektedir. Niyet sorgulamaya giren bu bakış açısı ve alınan pratik tutumların mücadeleyi ileri taşıyabilecek bir tarafı olmadığı gibi, feministleri devrim ve sosyalizm karşıtı bir konuma soktuğu unutulmamalıdır. - Sosyalistlerin bu eylemlere katılırken kendi kimliklerini bir kenara bırak-

KIZIL BAYRAK * 23

Kadın malarını beklemenin anlaşılır bir tarafı yoktur. Sosyalistler mücadelenin diğer tüm alanlarında olduğu gibi kendi siyasal kimlikleriyle bu eylemlerde yerini alma hakkına sahiptirler. - Aşağıdaki pasaj, kadın sorununun nasıl ele alınması gerektiğini tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır: “Kadın sorunu ancak toplumsal devrimle birlikte kapsamlı ve kalıcı bir çözüm yoluna girebilir, bilimsel açıdan bu tartışmasız bir gerçektir. Fakat bu hiçbir biçimde, kadın sorununda elimizi kolumuzu bağlamamız ve yarının toplumsal devrim sonrasını beklememiz anlamına gelmez. Toplumsal-siyasal sorunların çözümüne yaklaşımdaki devrim-reform diyalektiği doğal olarak kadın sorununda da aynen geçerlidir. Nasıl ki devrimin biricik gerçek ve kalıcı çözüm olması bizi şu veya bu toplumsal ya da siyasal sorun konusunda reformlar uğruna genel mücadeleden alıkoymuyorsa, aynı şekilde, kadın sorununda gerçek ve kalıcı çözümün yolunun ancak bir toplumsal devrimle açılacak olması gerçeği de bizi kadın özgürlüğü ve eşitliği uğruna bu toplum altında gerçekleştirilebilir reformlar uğruna mücadeleden alıkoymaz. Biz kadın sorununu sosyal, siyasal, ideolojik, kültürel ve elbette ekonomik boyutlarıyla hafifletebilmek için bu toplum altında bugünden azami bir çaba harcarız. Fakat bunu, sorunun kaynağını ve temellerini unutturmaya, gözlerden gizlemeye yönelik bütün çabalara karşı sistematik bir mücadeleyle de birleştiririz. Toplumsal kaynağı ve temelleri durduğu sürece tüm iyileştirici reformlara rağmen sorunun kendini değişik biçimler altında döne döne yeniden üreteceği gerçeğini bir an bile unutmayız, unutturmayız.” (Kadın sorunu üzerine konferanslardan.../5: Kadın sorunu ve toplumsal devrim - H. Fırat, tkip.org) Kadının kurtuluş mücadelesini devrim sonrasına havale etmeden, işçi-emekçi kadınların bugün yakıcı olarak yaşadığı tüm sorunlara karşı sistematik ve kararlı bir mücadele yürütmek, başta kadınlar olmak üzere kendisini sosyalist olarak tanımlayan herkesin omuzlarında bir sorumluluk olarak durmaktadır. Bu mücadeleyi sosyalizm için mücadele ile birleştirmek ise kadın sorununun gerçek ve kalıcı çözümüne gidecek yolda olmazsa olmaz önemdedir. Bu bilinçle sosyalistler “kadın eylemeleri”ne katılmaya devam edeceklerdir. * Burada “sosyalist” tanımlaması 25 Kasım ardından gerçekleşen ve feminist-sosyalist çatışmasına dönüştürülen tartışmalara atfen yapılmıştır. “Sosyalist” tanımlaması ile örgütlü devrimciler ifade edilmektedir.

AKP’nin genelgesi şiddeti ve baskıyı boyutlandırıyor

Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için ihtiyaç, “yeni” görüntüsü altında eskilerin fotokopisi genelgeler yayınlamak değildir. Çözüm, şiddetin önlenmesi, yaptırımlarla engellemenin sağlanması, toplumun bu sorun karşısında bilinçlenmesi ve örgütlenmesidir! AKP’nin kadınlar için attığını söylediği her adımda baskıcı, gerici uygulamalarla, şiddeti tetikleyen sonuçlarla karşı karşıya kalıyoruz. Adalet Bakanlığı tarafından yayınlanan yeni bir genelge, “6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun uygulansın” diyor. 6284 sayılı Kanun çıkartılıyor, İstanbul sözleşmesi imzalanıyor... Sonra bunlar yok sayılıp işletilmiyor, ama uygulansın diyen genelge maddeleri ile karşılaşıyoruz. Genelge diyor ki, “Aile İçi ve Kadına Yönelik Şiddet Büroları’nın sayıları arttırılsın”, “Kadına yönelik şiddet vakaları bu bürolardaki uzman savcılar tarafından yürütülsün”, “Hayati tehlikesi bulunduğunu ifade eden kadın için talep olsun olmasın geçici koruma altına alma tedbirleri alınsın” vs. Bunların hiçbiri yeni değil. Birçok yasa, yönetmelik ve dönemsel politikalar çerçevesindeki uygulamalar kadına yönelik şiddetin önlenmesi için yeterli olmasa da genelgenin bahsettiği kapsamda önlemler var. Ama kağıtta yazanlar hayata geçiyor mu? Aynı içeriğin farklı kağıtlarda farklı başlıklar altında yazması ile şiddetin önlenmeyeceği, sorunların çözülmeyeceği aşikardır. Kadın cinayetleri, tecavüz, taciz davalarına gizlilik kararının getirilme-

sinin önü açılırsa ne olur? Genelgenin 5. maddesi tam da bunun için: “Kural olarak gizli olan soruşturma evresiyle ilgili ifade, tutanak, belge, ses ve video kaydı gibi delillerin internet ve sosyal medya gibi platformlarda paylaşılmasının önüne geçilmesi, kanuni zorunluluk nedeniyle gizli tutulan bilgilerin üçüncü kişilere verilmesinin, Türk Ceza Kanunu’nun 285’inci maddesi uyarınca ‘gizliliğin ihlali’ suçundan sorumluluk doğuracağının bilinmesi…” Toplumdaki tepkiyi açığa çıkartan bir olay yaşandığında gizlilik kararı getirilecek. Olayın haberinin yaygınlaştırılmasına, öfkenin eylemsel süreçlere döndürülmesine, dava süreçlerine etki edecek paylaşımların yapılmasına böylece ket vurulmuş olacak. Bir de üstüne muhtemeldir ki sosyal medyada konuyu işleyenler de “gizliliğin ihlali” ile hedefe çakılacak ve işlemeyen hukuk birden işler olacak! Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için acil ihtiyaç, “yeni” görüntüsü altında eskilerin fotokopisi genelgeler yayınlamak değildir. Çözüm, şiddetin önlenmesi, yaptırımlarla engellemenin sağlanması, toplumun bu sorun karşısında bilinçlenmesi ve örgütlenmesidir! TRAKYA’DAN BIR KIZIL BAYRAK OKURU


2019, emperyalist-kapitalist barbarlığa karşı proleter kitle hareketleri ve halk isyanlarıyla hatırlanacaktır…

İşçi sınıfı ve emekçilerin geleceği sosyalizmdedir!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.