TMMO Gazetesi 5

Page 1

15 Nisan-15 Mayıs 2008* Sayı: 5 * Fiyatı: 50 YKr

TMMOB 2. Öğrenci Üye Kurultayı’na doğru...

Gençliğin sorunlarını tartıştığı bir kurultay süreci için! Toplumcu Mühendislik Mimarlık Öğrencileri olarak, II. Öğrenci Üye Kurultayı’nın tanımladığımız eksende örgütlenebilmesi için, önümüzdeki süreçte tüm gücümüzle çaba sarf edeceğimizi duyuruyoruz. Başta öğrenci komisyonları olmak üzere bu alanda faaliyet gösteren, konunun muhatabı olan tüm unsurları, gençlik hareketi içersindeki tüm özneleri bu sorumluluğu duymaya ve bu çabaya ortak olmaya çağırıyoruz. 2. sayfada...

Gelecek özlemi 1 Mayıs alanlarında dillendirilecek! 1 Mayıs yaklaşıyor. Bu yılın 1 Mayıs’ına her şeyden çok kapitalist sistemin sosyal saldırılarına ve emperyalist saldırganlığa karşı gelecek özlemlerimiz dile getirilecek. Sermaye ile işçi sınıfı ve emekçilerin karşı karşıya geldikleri bir gün olarak 1 Mayıs, özellikle içinden geçmekte olduğumuz süreçte apayrı bir anlam ve önem taşıyor. 16. sayfada...

Hayat insanın karşısına her zaman basit seçimlerle çıkmıyor. Seçmek eylemi tezgâhtaki meyvelerle kurulan ilişki kadar sığ kalamıyor. Çoğu zaman kafa karıştırıyor, bir parça yoruyor, “ya da” bağlacının sağındaki ve solundaki olgular insanın canını acıtıyor. “Tamam, artık” demeye kalmadan yapılması gereken yeni seçimler çıkıyor karşımıza. 8. sayfada...

Kamu Emekçileri Bülteni Özel Sayı: 328

“Ölümün adil olması için hayatın adil olması lazım”


2

t o p l u mc u mü h e n d i s l i k mimar lık öğr encileri gazetesi t o p l u mc u mü h e n d i s l i k mimar lık öğr encileri gazetesi

TMMOB 2. Öğrenci Üye Kurultayı’na doğru...

Gençliğin sorunlarını tartıştığı bir kurultay süreci için! TMMOB 2. Öğrenci üye kurultayıyla ilgili geçen sayımızda kurultayın örgütlenme mantığı ve ön süreci ile ilgili bir açıklama yayınlamıştık. İstanbul öğrenci komisyonları ve öğrenci üyelerinin yayınladığı çağrıya Ankara ve İzmir öğrenci komisyonları ve öğrenci üyelerinden gelen karşılıklarla birlikte kurultay tartışmaları tekrar hareketlendi. Biz de güncelliğini koruduğu için değerlendirmemizi tekrar yayınlıyoruz. Geçtiğimiz Temmuz ayında yapılan bir açıklamayla TMMOB 2. Öğrenci Üye Kurultayı'nın bu yıl içerisinde gerçekleştirileceği duyurulmuştu. Aradan geçen onca zamana rağmen birlik yönetimi, ne içeriğe ne biçime ne de takviminin belirlenmesine dair herhangi bir açıklama yapmamıştır. Bu konular hakkında sorulan sorular ise, ya geçiştirilmiş ya da cevap alınamamıştır. Kurultayın ne zaman yapılacağı, tartışma başlıklarının, örgütlenme mantığının ne olacağı gibi temel birçok nokta açıklanmamıştır. Bunu anlamak olanaksızdır. Zira öğrenci kurultayı öğrencilerin özgür bir tartışma kürsüsüdür. Bu özgür kürsünün oluşması ise etkili ve yaygın bir tartışma ve örgütlenme sürecine sahip olmayı zorunlu kılar. TMMOB yönetiminin bu tutumu, kurultayın işleyiş ve örgütlenme sürecine dair henüz başlangıçta bir takım soru işaretleri oluşturmaktadır. Bu soru işaretlerin giderilmesi ve kurultayın demokratik bir biçimde örgütlenmesi için Öğrenci Üye Kurultayı tarihi açıklanmalıdır. İl düzeylerinde tüm odalardan konuyla ilgili girişimlerde bulunmaları talep edilmeli, üstten atanan temsilcilere sıkışmayacak bir biçimde örgütlenme sürecinin tabandan başlayarak hızla hayata geçirilmesi için komisyonlar aracılığıyla birlik yönetimine basınç uygulanabilmelidir. Şu an ilk akla gelen, son anda tarihi açıklanarak hiçbir ön çalışma ve tartışma zeminine dayanmayan göstermelik, günü kurtaracak bir kurultaydır! Yine birlik yönetimince “yetkin mühendislik” gibi tartışılması yasaklanmış olan konuların üzerinden atlanacak, taban inisiyatifi ve iradesi kurultaya yansıtılamamış, daha da vahimi yok sayılmış olacaktır. Kaygımız ise göstermelik bir kurultay ile sürecin geçiştirilmesidir. Ancak şunu bugünden tüm kararlılığımız ile ifade edebiliriz ki, bunun olmasına izin vermeyeceğiz. Kurultay tüm mühendislik ve mimarlık öğrencilerinin özgür kürsüsüdür, bu biçimde örgütlenmek zorundadır.

Bu açıdan öğrenci üye kurultayı tüm mühendislik ve mimarlık öğrencilerinin katılımına açık bir biçimde örgütlenmelidir. Zira başka türlü ortaya çıkacak olan sonuç bir kurultay olarak nitelendirilemez. Bu TMMOB yönetimi açısından bir tercih değil, kurultayın doğası gereği bir zorunluluktur. Tüm sorunları işleyen etkili bir çalışma tarzı ile kurultaya... Bugün için üniversite gençliğinin bir bütün olarak karşı karşıya kaldığı sorunlar özgün yanlarıyla beraber mühendislik-mimarlık öğrencilerinin de karşılarında durmaktadır. Dünya ölçeğinde sermayenin kendini yeniden yapılandırma süreci ile gerek üniversite eğitimi, gerekse eğitim sonrası meslek hayatı yeniden tanımlanmaya çalışılmaktadır. Eğitimin ticarileştirilmesi sürecine paralel olarak yine sermaye ihtiyaçları çerçevesinde müfredatlar ve bir bütün olarak eğitim “akredite” edilmekte, diplomalardan ünvanlar çıkarılmaktadır. Dönüşümün önemli kırılma noktalarından birini de “yetkin mühendislik” saldırısı oluşturmaktadır. Bir taraftan kapitalizmin eleman/teknik elaman ihtiyaçlarına göre arz-talep koşulları yeniden tanımlanırken, diğer taraftan eğitim sistemindeki üretimden kopuk, niteliksiz içeriğin çözümü olarak “yetkin mühendislik” karşımıza çıkarılmaktadır. Tüm bu tartışmalar yaşanırken, eğitimde yaşanan sorunların çözümü bir bütün olarak eğitim sonrası dönemde -rant olanaklarıyla birlikte- aranırken, kısacası bizi ilgilendiren yığınla değişim dönüşüm yaşanırken, bizlerin fikri alınmamakta, hiçbir söz hakkı tanınmamaktadır. Yetkin mühendislik ve akreditasyon tartışmalarının yanı sıra, TMMOB gibi kendini mesleki-demokratik bir kitle örgütü olarak tanımlayan bir bileşenin ve onun öğrenci komisyonlarının, mevcut toplumsal sorunlara,

dünya ölçeğinde yaşanan gelişmelere dair de söz söylemesi, tutumlar açıklaması gerekmektedir. Kuruluşundan bu yana sermaye karşısında emek tarafında mücadele etmiş TMMOB’nin son dönemlerdeki yönetimleri, gerek bu perspektiften gerek demokratik-katılımcı tartışma zeminlerinden bir hayli uzaklaşmış durumdadır. Her şeye rağmen TMMÖ olarak bulunduğumuz tüm alanlarda kurultayı ve dolaysız olarak karşı karşıya kaldığımız sorunları gündemleştirmeye çalışacağız. Kurultay içeriğinin üniversitelerde öğrenciler tarafından tartışılması için başta öğrenci komisyonları ve tüm öğrenci üyelerle birlikte tabandan çalışmalar başlatacak, yanı sıra darlaşmadan özellikle kaçınarak tartışmaların tüm öğrencileri kapsayabilmesini sağlayacak örgütlenme yöntemleri geliştireceğiz. Bizler öğrenci üye kurultaylarının, örgütlenme süreciyle birlikte değerlendirilmesi gereken, yani salt kurultay anından ibaret olmayan etkinlikler olduğunu düşünüyoruz. Kaldı ki TMMOB yönetiminin öğrenci üye kurultayının yapılacağına dair açıklamasında da ifade ettiği “söz, yetki, karar süreçlerinde öğrencilerin de olduğu özerk ve demokratik üniversite için birlikte tartışma ve üretme ortamını yaşama geçirme” amacının da başka bir şekilde hayata geçirilemeyeğini düşünüyoruz. Gençliğin sorunlarını tartıştığı bir kurultay süreci İfade ettiğimiz sorunlar ekseninde, tanımladığımız tarzda bir kurultay süreci örgütlemek yükümlülüğü ile karşı karşıyayız. Özelinde yetkin mühendislik, meslek içi eğitim, akreditasyon, staj ve iş güvenliği gibi alana özgün sorunları; bunların yanı sıra bir bütün olarak eğitim sistemini ve bu alandaki ticarileştirme saldırılarını; toplum ölçeğinde yaratılmak istenen şoven histeriye karşı halkların kardeşliğini işleyen, bunu da öğrenci komisyonlarında, üniversitelerde tartışarak, tartıştırarak çözümler üretmeye çalışan bir kurultay ön sürecinin oldukça anlamlı bir karşılık üreteceğini düşünüyoruz. Toplumcu Mühendislik Mimarlık Öğrencileri olarak, II. Öğrenci Üye Kurultayı’nın tanımladığımız eksende örgütlenebilmesi için, önümüzdeki süreçte tüm gücümüzle çaba sarf edeceğimizi duyuruyoruz. Başta öğrenci komisyonları olmak üzere bu alanda faaliyet gösteren, konunun muhatabı olan tüm unsurları, gençlik hareketi içersindeki tüm özneleri bu sorumluluğu duymaya ve bu çabaya ortak olmaya çağırıyoruz. Toplumcu Mühendislik Mimarlık Öğrencileri


3

toplumc u m ühendi s l i k mi ma r l ı k ö ğ r e n c i l e r i g a ze t e si

İllerden TMMOB 2. Öğrenci Üye Kurultayı’na İlişkin Açıklamalar Ankara: “Kaldığımız Yerden:

TMMOB 2. Öğrenci Üye Kurultayı” TMMOB’nin tarihinde ilk kez düzenlemiş olduğu “Öğrenciler Geleceğini Tartışıyor” başlıklı öğrenci üye kurultayı 26 Kasım 2005’de gerçekleşti. TMMOB bünyesinde meslek alanlarına ve hayata dair çalışma yürüten öğrenci üye örgütlülükleri, kurultayla bir araya gelme fırsatı buldu. Kurultayda birçok konuda görüş bildiren öğrenciler, özellikle meslek alanlarına dönük neo-liberal saldırılara değinerek geleceklerine sahip çıkma çağrısında bulundu. “Yetkin Mühendisliğe Hayır” şeklinde sloganlaşan görüş TMMOB içinde de geniş yankı buldu. Öğrenciler bildirilerinde başta yetkin mühendislik karşıtlığı olmak üzere birçok noktada görüş birliğine varmasına rağmen kurultaydan sonra basılan kurultay kitapçığında sonuç bildirgesine yer verilmedi. Öğrenciler iradelerinin tanınmaması sonucunda değişik şehirlerde bir araya gelerek ortak sorunlarına birlikte çözüm üretme çabasında bulundu. Bu örgütlülüğün İstanbul ayağını ören arkadaşlarımızın 2. Öğrenci Üye Kurultayı çağrısı bizim için anlamlı ve umut vericidir. Birlikte Örgütleyelim… Yapılan bu çağrı somut taleplerle zenginleştirilerek yaygınlaşmalıdır. Gelinen süreçte somut adımlar atmak zorunluluğuyla karşı karşıya bulunmaktayız. Bu adımlardan ilki 2. Öğrenci Üye Kurultayının, öğrenci üye komisyonlarında, üniversitelerde duyurmak, mümkün olan en geniş kitleyle tartışmak olacaktır. Öncelikle kurultayın örgütlenme sürecini kolaylaştırmak adına TMMOB yönetimini kurultayın yeri, zamanı ve içeriğini bir an önce belirlenmesi için adım atmaya çağırıyoruz. Bu belirleme yapılırken öğrencilerin karar alma ve yürütme süreçlerinde aktif olması gerektiğini düşünüyoruz. TMMOB 2. Öğrenci Üye Kurultayı’nın herhangi bir ayrım olmaksızın tüm oda öğrenci örgütlülüklerini kapsamalıdır. Bu

+İvme Dergisi’nden alınmıştır

26 Şubat 2008

çerçevede İstanbul’daki arkadaşlarımızın TMMOB 2. Öğrenci Üye Kurultayı Hazırlık Toplantısı çağrısını destekliyoruz. Bu toplantının gerçekleştirilmesi için Ankara TMMOB Öğrenci Üyeleri olarak gerekli girişimlerde bulunacağımızı duyuruyoruz! ÇMO Öğrenci Üyeleri, EMO Öğrenci Üyeleri, İMO Öğrenci Üyeleri, JMO Öğrenci Üyeleri, Maden MO Öğrenci Üyeleri, Mimarlar Odası Öğrenci Üyeleri, ŞPO Öğrenci Üyeleri. İletişim: ikincikurultayadogru@gmail.com

İzmir Öğrenci Komisyonlarından Kurultay Açıklaması 3 Nisan 2008 Ankara ve İstanbul’daki TMMOB öğrenci üye örgütlenmelerinden aldığımız çağrıdan hareketle bizler de TMMOB Öğrenci Üye İzmir örgütlenmesi olarak TMMOB 2. Öğrenci Kurultayı sürecinin takip edilmesi ve örgütlenmesi için çalışacağımızı arkadaşlarımıza iletmek isteriz. Yaptığımız toplantılar sonucunda TMMOB öğrenci kurultayı için atmamız gereken somut adımların artık kararlaştırılması gerektiğini düşünüyoruz. Kuracağımız haberleşme yöntemleriyle (internet sitesi, forum gibi) kurultayın örgütlenmesine başlayabileceğimiz ve bu sayede tartışma alanını genişletebileceğimiz düşüncesindeyiz. TMMOB’den artık yer ve konu belirlemesini beklemeden yapacağımız çalışmaları çeşitlendirip, TMMOB’ye götüreceğimiz öneriler ile sürecin hızlanması gerektiğini düşünüyoruz. Bunun için 12 Nisan 2008de Ankara’da iletişime geçebildiğimiz TMMOB Öğrenci üye örgütlenmelerinin toplanmasını talep ediyoruz. Gündemi belirli bu toplantıda alınan kararların TMMOB’ye bildirilmek üzere, kendi aramızda bir görüş birliğine varılması ve çalışma programı oluşturarak Ekim ayı içerisinde 2. TMMOB Öğrenci Üye Kurultayı’nın düzenlenmesi gerektiğine inanıyoruz.

Düzenlenen kurultayda TMMOB bileşenlerinde çalışma üreten tüm öğrenci örgütlenmeleri sunum yapabilmelidir. TMMOB sitesindeki araştırmalarımızdan sonra 22 Kasım 2006 tarihinde beyan edilmiş olan kurultay toplantısında alınan “TMMOB Genel Sekreterliği’nce Odalara, TMMOB Öğrenci Kurultayı’na yönelik çalışmaları olup olmadığının yazı ile sorulmasına…” kararının, biz oda bileşenleri tarafından cevaplanması gerektiği kararını verdik. TMMOB sitesinde bulabildiğimiz 06 Temmuz 2007 tarihli son TMMOB Öğrenci Üye Kurultayı toplantısında belirtilen “söz, yetki, karar süreçlerinde öğrencilerin de olduğu özerk ve demokratik üniversite için birlikte tartışma ve üretme ortamını yaşama geçirme…” amacı bizlerin düşüncelerini yansıtmaktadır. Oluşturacağımız demokratik ortamda kendi fikirlerimizi arkadaşlarımızla paylaşmanın oda öğrenci örgütlenmelerinin birlikte hareket etmelerine ve kendilerini geliştirmelerine zemin oluşturacağını, paylaşmadan üretim olmayacağını, üretmek içinde en uygun ortamlardan birinin TMMOB Öğrenci Kurultayı olduğunu unutmayalım…

ÇMO GENÇ İZMİR, EMO GENÇ İZMİR, GMO DEÜ ÖĞRENCİ TEMSİLCİLİĞİ, GENÇ İMO İZMİR, JFMO ÖĞRENCİ KOMİSYONU İZMİR, MMO ÖĞRENCİ KOMİSYONU İZMİR, GENÇ PLANCILAR İZMİR, TMO ÖĞRENCİ KOMİSYONU İZMİR


4

t o p l u mc u mü h e n d i s l i k mimar lık öğr encileri gazetesi

İMO: “Yetkin Mühendislik Emperyalizme Karşı Duruşun Mesleki Simgesidir”

Bu kadarına da pes! İnşaat Mühendisleri Odası yönetiminin TMMOB içerisindeki pozisyonu ve temel gündemlere bakış açısı konunun muhatapları tarafından uzunca bir süredir bilinmekte. ‘Yetkin İnşaat Mühendisliği’ yönetmeliğiyle attıkları ‘cesur’ adım, bir süredir sürdürdükleri tartışmaların somutlandığı ve sermaye eksenli bir yaklaşıma sahip olduklarını açıkça ortaya koydukları somut bir gösterge olmuştu. Özellikle yönetmeliğin kabulünün öngünlerinde ve yürürlüğe girdikten sonra gelen ilk tepkilerle birlikte yapılan açıklamalar çarpıtmanın ve lafebeliğinin en âlâ örnekleri idiler. Hatırlanacağı üzere İMO’nun kendini savunmak için tabiri caizse çocuk kandırırcasına hazırladığı ‘25 Soruda Yetkin Mühendislik’ broşürü Toplumcu çalışmasının yorumsuz olarak kullandığı bir araca dönüşmüştü. Bu minvalde yapılan son açıklama ise “Yetkin Mühendislikle İlgili Kamuoyuna ve Meslektaşlarımıza Zorunlu Bir Açıklama” başlığı ile dönemin yönetim kurulu başkanı, şimdiki ‘Yüksek Onur Kurulu’ üyesi Taner YÜZGEÇ tarafından yapıldı. (Yazı yayınlandıktan kısa bir süre sonra genel kurul yapıldı ve görevlendirmeler değişti.) Açıklamanın içeriğine geçmeden önce belirtmek gerekir, yetkin mühendislik gibi böylesi bir saldırı politikasının bayraktarları oda beyleri, tam da şube yönetim kurullarının yapıldığı bir dönemde, “Yetkin Mühendislik Bir Oda Politikasıdır” gibi açık yönlendirici bir ara başlık kullanarak daha başından bu metnin genel merkez tarafından gönderilen bir ültimatom olduğunu gözler önüne sermiştir. Artık bundan sonrası genel kurullarda ‘oda politikasını’ destekleyecek ticari bağlantılara kalmıştır. Gerekçeler aynı, yüzsüzlük de! Altı sayfalık bu uzunca yazının yaklaşık 4,5 sayfası ‘yetkinlik’ tartışmalarıyla ilgili bildik argümanlarının tekrarı şeklinde. Bahsi geçen ara başlıkta, ‘oda politikası’ gerekçelendiriliyor. Yine aynı bildik gerekçelerle başlıyorlar, ’92 depreminden sonra anladık ki biz mühendis yetiştirmiyormuşuz aslında diyorlar, “Erzincan depremi mühendislik hizmetlerinin verilmeyişi kadar, mühendislik hizmetlerinin yetersizliğini de açığa çıkarmış” tır diyorlar, vb… Tespit edilen sorun eğitim alanında, üretilen çözüm(!) meslek alanında! Kendi rant hesaplarına, öğrencilerin ve toplumun eğitim sisteminden duyduğu rahatsızlığı alet etmeleri –ki asgari bir üniversite eğitimine sahip herhangi birinin bu ayrımın farkında olmaması mümkün değildir- art niyetten ve yüzsüzlükten başka bir şey değildir. Sonrasında da, neden uzman, profesyonel, sertifikalı değil de yetkin diye açıklanmaya devam ediliyor. Bu çaba da her zaman uygulanagelen, tartışmanın hedefini saptırma yöntemlerinden biri. Saldırıya maruz kalıp geleceğimizi ellerimizden yitirdikten sonra

“Sorun bunların varlığı değil, doğru bildiklerimizin bıkmadan, usanmadan, her zaman, her yerde ve her platformda savunulması ve hayata geçirilmesi için mücadele verilmesidir.”

yediğimiz yumruğun adının yetkinlik mi yoksa yetkililik mi olduğu, hangi kavramın bunu en iyi karşıladığı hiç de bizim tartışmamız değildir! Oda beylerinin sorumlulukları kimlere karşı? “Yetkin Mühendislik ve (SİM) Uygulamaları, Halka, Mesleğe ve Meslektaşa Yönelik Sorumluluğumuzun Yerine Getirilmesidir” diyerek başladıkları bir diğer ara başlıkta ise meslek ile ilgili düzenlemelerin eksikliklerinden bahsedilip; “Hal böyleyken, toplum ve ülke çıkarı doğrultusunda mühendislik alanlarına yönelik düzenlemelerin siyasi iktidarlar tarafından yapılacağını beklemek artık hayal kurmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. İşte bu noktada odamız, mesleğimiz ve meslektaşımız için duruma fiilen müdahale ihtiyacı hissetmiş, kendi göbeğini kendisi kesmiş, geleceğini belirleme hakkını kendi ellerine almıştır” deniliyor. Açıkça belirtildiği gibi gelecek belirleniyor! Diplomanda unvanın yazacak mı yazmayacak mı? Meslek içerisinde kastlaşmalar olacak mı olmayacak mı? Şimdinin öğrencilerinin geleceksizliğine, yeni mezunların güvencesizliğine neden olmayacak mı? Evet doğrudur! Ortada duyulan büyük bir sorumluluk duygusu var! Ancak bahsedildiği gibi bu sorumluluğun yönü ‘halka, mesleğe ve meslektaşa’ doğru mudur; yoksa bu, sermayenin yeni ihtiyaçları doğrultusunda yaşanacak dönüşümlerde yerini garantiye alma çabasının getirdiği bir sorumluluk mudur? Ellerine aldıkları geleceği belirleme hakkı, tüm mühendislik, mimarlık ve planlama öğrencilerinin geleceksizliğini işaret etmektedir! Tespitler gelişiyor! Şimdi ise gelelim yazının en ‘eğlenceli’ bölümüne. Size bir ara başlık daha aktaracağız: “Yetkin Mühendislik Emperyalizme Karşı Duruşun Mesleki Simgesidir” Yetkin mühendislik saldırısının kapsamını

üç aşağı beş yukarı bilen herkes için yeterince açık olan emperyalist özü burada baş aşağı dönmüş bir halde karşımıza çıkartılıyor. Doğrusu böyle bir çaba da demagoji ve çarpıtmada uzun yıllardır ustalaşmış bir oda beyine yakışırdı ancak. Elbette üzerine birkaç şey söyleyeceğiz ama önce kendilerinden dinleyelim şu anti-emperyalizmi! “Dünyada Yetkin Mühendislik türü uygulamalar, emperyalizmin, küresel döneminden, üçüncü evresinden hatta ikinci evresinden öncelerine dayanmaktadır. Yani 1900’lü yılların başlarına kadar gitmektedir. Emperyalist ülkelerin hemen hepsi, kendi içlerinde ihtiyaç duydukları nitelikli mühendislik hizmetleri için Yetkin Mühendislik türü uygulamaları hayata sokmuşlar ancak hegemonyası altına aldıkları hiçbir ülkeye ihraç etmemişlerdir. Çünkü bir ülkenin teknik hizmetlerinin gelişmişliği emperyalist çıkarlarla çelişen bir olgudur” Değme iktisatçılara taş çıkartacak bu ‘tespit’le tüm gerçekler tersyüz edilmeye çalışılıyor. Devamındaki paragraflarda GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) ile emperyalist yağmaya açılan meslek alanlarını yetkin mühendislikle koruyacaklarını söylüyorlar. Yazımızın başlığı da burada kendini buluyor: Bu kadarı da pes doğrusu! Şimdiye kadar defalarca söyledik, şimdi de bir kez daha tekrarlayalım. “Yetkinlik”, “yetkililik”, “uzmanlık”, “profesyonellik”, vb. adına ne derseniz deyin emperyalist kapitalist sistemin sömürü alanının genişletilmesi amacıyla ortaya atılmış politikalardır. Savunduğunuzun aksine bu, yağmanın önüne geçecek bir uygulama olmadığı gibi bizzat onun çocuğudur ve geliştiricisidir. “...kendi göbeğini kendisi kesmiş, geleceğini belirleme hakkını kendi ellerine almış” İMO tarafından savunulan bu sistem, sınavları, eğitimleri, denetleme kurullarıyla meslek içerisinde yeni sömürü alanları açacak, yaratacağı kastlaşmayla emek gücünü ucuzlatacak, sermaye birikiminin yoğun olduğu uluslar arası tekellerin pazar payını daha da büyütecek bir düzenlemedir. Bitirirken… Demagoji silahını hiç elinden düşürmeyen bu oda beylerine cevabımızı bitirirken kendi yazılarının son cümlesini bu cevabın da sonunda gayet anlamlı olacağını düşünerek alıntılıyoruz: “Sorun bunların varlığı değil, doğru bildiklerimizin bıkmadan, usanmadan, her zaman, her yerde ve her platformda savunulması ve hayata geçirilmesi için mücadele verilmesidir.”

“Yetkin Mühendislikle İlgili Kamuoyuna ve Meslektaşlarımıza Zorunlu Bir Açıklama” başlıklı metne aşağıdaki internet adresinden ulaşılabilir: http://e-imo.imo.org.tr/DosyaDizin/WPX/Portal/Arsiv/ Kamuoyuna%20ZorunluBirAciklama.doc


5

toplumc u m ühendi s l i k mi ma r l ı k ö ğ r e n c i l e r i g a ze t e si

“Yetkin İnşaat Mühendisliği Yönetmeliği” hakkında yürütmeyi durdurma kararı verildi! Bilindiği üzere, sermaye eksenli yeniden yapılandırma sürecinin meslek ve alanlardaki en somut yansımalarından biri olan “Yetkin Mühendislik” tartışmalarında İnşaat Mühendisleri Odası, süreci ve rantı hızlandırabilmek adına uygulamanın yasalaşmasını beklemeden çıkardığı yönetmelikle hızlıca “işe koyulmaya” başlamış idi. Bu alana dönük yaşanan toplam saldırının bir parçası olan söz konusu müdahaleye karşı -örülecek toplam mücadelenin bir ayağı olarakhukuksal mücadele süreçleri de kurgulanmaktadır. Bu eksende İvme dergisinin Yetkin İnşaat Mühendisliği Yönetmeliği’nin uygulanmasına karşı açtığı davada geçtiğimiz aylarda yürütmeyi durdurma kararı çıkmıştı. Konuya dair yapılan basın açıklamasını tartışmanın güncelliğini korumasından kaynaklı yayımlamayı tercih ediyoruz...

...+İvme tarafından yapılan başvuruyla durdurulan uygulama 25 Ocak günü yapılan basın toplantısıyla duyuruldu. +İvme adına açıklamayı okuyan Murat Çeşme, yetkin mühendislik uygulamasının açtıkları dava ile yürütmeyi durdurma kararı verildiğini söyleyerek, AKP Hükümetinin siparişiyle TMMOB yöneticileri tarafından Yetkili Mühendislik Yasa Tasarısı hazırlandığını ve AKP hükümetine sunulduğunu dile getirdi. Çeşme: "Buna bağlı gelişen süreçte, ileride özellikle genç meslektaşlarımızın sırtından oluşacak pastadan pay kapma yarışına giren İMO, MMO, HKMO, JFMO, PMO uzman ve yetkin mühendis yönetmeliklerini birbiri ardına yayınladılar. Bunlardan, ABD'de uygulanan ‘Professional Engineering’ yönetmeliklerinden kopyalanarak İMO tarafından hazırlanan YETKİN İNŞAAT MÜHENDİSLİĞİ YÖNETMELİĞİ, yasayla tanımlanmamış bir unvanın kullanılması ve meslektaşlar arası eşitsiz iş ilişkisi yaratması gibi boyutlarıyla mevcut yasalarla da aykırı hükümler de içermekteydi" diye konuştu. Bu yönetmeliğe karşı +İvme dergisi adına İnş. Müh. Ercan Atalay tarafından, 2006/5860 esas sayı ile açılan davada, Danıştay 8. Dairesi 6 Kasım 2007 tarihinde oybirliği ile yürütmeyi durdurma kararı verdiğini söyleyen Çeşme, kararın gerekçesini şöyle açıkladı. "Dava konusu Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği İnşaat Mühendisleri Odası Yetkin İnşaat Mühendisliği Yönetmeliği ile "meslek bilgisi, deneyimi birikimi ve etik anlayışla belli bir olgunluk düzeyine erişmiş olan inşaat mühendislerinin tespitini ve

belgelenmesini amaçlayan bir yetkin inşaat mühendisliği düzeninin oluşturulması ve bu düzenin işleyiş ilkelerini belirleme" amaçlanmış ise de; mühendislik mesleğinin niteliği, mühendis ve yüksek mühendis gibi unvanların neler olduğu ve bunların kimler tarafından kullanılacağı, ayrıca meslek alanında lisans eğitimi sonrasındaki yüksek lisans, doktora, doçentlik, profesörlük gibi aşamalar ilgili düzenlemelerin yukarıda açıklanan 3458 ve 2547 sayılı Yasalarda düzenlenmiş olması karşısında anılan Yasa hükümlerinin verdiği açık bir yetkiye dayanmayan ve anılan yasal düzenleme yer alan tanımları aşar bir şekilde yeni tanımlar ve düzenleme getiren dava konusu yönetmelikte yetki yönünden hukuka uyarlık bulunmamaktadır" Çeşme, bu kararın, dergimiz tarafından bugüne kadar savunulan "mühendislik eğitiminde belgelendirme üniversiteler tarafından yapılmalı, odaların yapması gereken ise, kimin neyi bildiğini ölçmek yerine üretilen mühendislik hizmetinin kalitesini denetlemek olmalı" şeklindeki +İVME görüşünün de haklılığını ortaya koyduğunu dile getirerek, davanın bu ilk aşamasında İMO tarafından davaya karşı verilen savunma dilekçesinin ise bir başka gerçeği de ortaya koyduğunu kaydetti. Bu gerçeği Çeşme şu şekilde açıkladı; "Dergimiz tarafından yöneltilen emperyalist bir projenin savunuculuğu suçlaması karşısında, TMMOB’nin etkin yönetim anlayışı, yetkin-yetkili mühendislik uygulamasının ülkemizin gereksinimi olduğunu savunmuşlar ve öte yandan da "Biz yapmazsak başkaları

yapacak" demişlerdi. Oysa İMO tarafından yapılan savunmada, bu uygulamanın AB sürecinin zorunlu bir uygulaması olduğu iddia edilmiştir. Bu durum, TMMOB’nin etkin yönetim anlayışının öznel niyeti ne olursa olsun, nesnel olarak AB hizmet tekelleri karşısında meslektaşlarımızın tasfiyesi ile sonuçlanacak bir sürece dahil olduklarını belgelemiştir" Bir başka sonucun ise, TMMOB etkin yönetim anlayışı tarafından bu sürecin kaçınılmaz bir süreç olduğu savına karşı, asıl olanın mücadele etmek olduğunu ve hiçbir sürecin kaçınılmaz olmadığı sonucu olduğunu söyleyen Çeşme, meslektaşlarının uluslararası hizmet tekellerinin ucuz iş gücü yapacak olan Yetkin-Yetkili Mühendislik uygulamalarına karşı mücadelelerinin süreceğini ifade etti. 15 Ekim 2007'den itibaren 141 kişiye yetkin mühendislik belgesinin dağıltıldığını ve bu dağıtımın 5 Ocak 2008 tarihinden itibaren mahkeme kararı ile durdurulduğunu açıkalayan Çeşme, sürecin takipçisi olacaklarını söyledi. (+İvme Dergisi’nden alınmıştır.)


6

t o p l u mc u mü h e n d i s l i k mimar lık öğr encileri gazetesi

“Yetkin Mühendislik şiddetle reddedilmelidir!” Yetkin Mühendislik düzenlemeleriyle ilgili Trabzon Tüm-Bel-Sen Yönetim Kurulu Başkanı İnşaat Mühendisi Haydar Karsan’la bir röportaj gerçekleştirdik… TMMÖ: Yetkin Mühendislik Yasa Tasarısı İnşaat Mühendisliğinde uygulanmaya başladı. Sizce yasayı onaylayanların söylediği gibi bu uygulama eğitim kalitesini artıracak mı? KARSAN: Bu fikre katılmıyorum. Her şeyden önce Yetkin Mühendislik, mühendislik kalitemizin geliştirilmesi amacını taşımıyor. Burada temel amacı, bir meta olarak görülen mühendislik hizmetinin sermaye girdileri içinde maliyetini düşürmeye çalışan bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Amaç mühendislik kalitesini artırarak üzüm yemek değil, genç mühendislerin sırtından staj sömürüsüyle maliyetleri düşürmeyi amaçlayan yeni bir sömürü sistemini düzenlemesi yaparak, bağcıyı dövmektir. TMMÖ: Sizce bu uygulama mühendisler arasında bir kastlaşma yaratır mı? KARSAN: Getirilmek istenen sistemle (kısmen getirildi gerçi) mühendisler arasında haksız bir kastlaşmanın alt yapısı hazırlanıyor. Mühendislikte deneyimi geliştirmek, niteliği artırmak için ta eğitimden başlayarak yapılacak çok şey var. Öncelikle inşaat mühendisliği eğitimindeki ağır teorik içeriği azaltmak buna paralel olarak yapı endüstrisinin gerektirdiği pratik eğitimi artırmakla işe başlanabilir. Genç mühendisleri usta-çırak ilişkisine sokmaktansa, imza yetkilerini ellerinden almaktansa, eğitim aldıkları sürede pratik eğitim verilerek deneyim ve kalite artırılabilinir. Bunların yanı sıra İMO’nun, üyesi olan genç mühendislere yeni teknolojileri ve bilimsel gelişmeleri aktaracağı ücretsiz seminerler düzenlemesi gereklidir.

TMMÖ: Mesleklerimizi, daha fazla kar amacıyla sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştüren bu sistemde sizce bilim nereye hizmet ediyor? KARSAN: Kapitalist bir düzende her şey gibi bilimde, teknoloji de kar amaçlı yürütülen faaliyetlerdir. Dolayısıyla bu şekilde ve bu amaçla üretilen bilimin halkın yararına, insanlığın esenliği için kullanılmasını beklemek hayalcilik olur. Sistemin kuşattığı bunca olumsuz koşullara

“Kaz Dağları'nda altın aramaya Danıştay’tan durdurma kararı...” (2 Nisan 2008) Balıkesir Küçükdere köyü sınırlarında altın arayan şirketin maden arama ile işletme ruhsatlarının iptal edilmesi istemiyle dava açılmıştı. Bursa 3. İdare Mahkemesi, işletme ruhsatında mevzuata aykırılık olmadığı gerekçesiyle davayı reddetmişti. Danıştay 8'inci Dairesi, Kaz Dağları'nda arama yapan Koza Madencilik'e verilen işletme ruhsatında mevzuata aykırı yönler bulunduğunu belirledi. Temyiz edilen kararı görüşen Danıştay 8'nci Dairesi, eksik inceleme nedeniyle İdare Mahkemesi'nin kararını bozdu ve dosyayı geri gönderdi. Son alınan kararda, yasaya göre zeytinliklerin 3 km.'den az yakınında atık üreten tesislerin kurulamayacağı, Kaz Dağları'nın milli park olduğu yasal düzenlemelere göre de bu alanlarda siyanürle altın aranamayacağı kaydedildi.

rağmen genç mühendislerimiz meslek etiği konusunda ısrarcı olmalıdırlar. Üretilen yapıların ve hizmetlerin toplumumuz için ve onların can güvenliği için önem taşıdıklarının bilincinde davranmalıdırlar. Sermayenin ihtiyaçları için topluma zarar veren ve bunun bilim adına yapıldığını söyleyen zihniyette hiddetle karşı çıkmalıdırlar. TMMÖ: Tüm olumsuzlukları içinde barındırdığını söylediğiniz bu uygulamaya karşı nasıl bir tepki örülmelidir? KARSAN: Yetkin Mühendislik şiddetle reddedilmelidir! Bir üniversitenin yetiştirdiği bir öğrencisine unvan verememesi vahim bir durumdur. Özellikle ailelerin Genç mühendislerle birlikte, mühendislik eğitiminin ayaklar altına alınmasına itiraz etmeleri gerekir. Artık diplomaların bile bir sertifika haline gelmesi asla kabul edilemez. AKP hükümeti getirmek istediği sermayeye hizmet eden bu yasayla meslek tanımlarını keyfi bir şekilde belirleme yetkisine sahip olmaktadır. Emperyalizmin mesleklerimize kadar inen sömürü politikalarına karşı kolektif bir tepki örgütlenmelidir. Trabzon TMMÖ


7

toplumc u m ühendi s l i k mi ma r l ı k ö ğ r e n c i l e r i g a ze t e si

Ege TMMÖ çalışmasında yeni döneme dair…

Birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketi için ileri! Ege Üniversitesi’nde geçtiğimiz yıl mühendislik öğrencilerini kendi gelecekleri ekseninde taraflaştırmak adına “yetkin mühendislik” karşıtı çalışmada somutlanan faaliyetler örmüş ve mühendislik öğrencilerine toplumcu kimliğimizle seslenmiştik. Toplumcu kimliğimizi “sermaye için değil, toplum için bilim” şiarıyla bütünlemiştik. Geçtiğimiz yıldan bu yana her ne kadar kitle çalışmamız, belli sıkıntı alanlarına hapsolsa da toplumcu kimliğimizi korumaya ve bulunduğumuz alanlarda yaşatmaya devam ettik. Kimliğimiz elbette dönemden döneme, çalışmadan çalışmaya değişmedi ve kendini yaptığımız çalışmalarda tekrar tekrar geliştirdi ve gösterdi. Bundan sonra da göstermeye devam edecek! Tıpkı bu yazıda paylaşacağımız faaliyetlerimiz gibi. Ancak bundan önce Genç-Sen’e dair birkaç değerlendirmeyi sunmamızda fayda var. Çünkü çalışmamızın pratiğe döküleceği alan bire bir Genç-Sen faaliyeti olacaktır. Gençlik hareketinin içerisinde bulunduğu darlık ve apolitizm, örgütsüzlüğü de bağrında büyütmüş ve karşımıza dağınık bir gençlik hareketi tablosu çıkarmış bulunmaktadır. Apolitizm ve darlığın kendisine bu yazıda girmemekle birlikte bir dizi başka etkenle birlikte ‘80 darbesinin ürünleri olduğunu belirtip geçmekle yetinelim. Karşı karşıya olduğumuz bu tabloda gençlik hareketinin ilerleyebilmesi için ilerici devrimci demokrat öğrencilerin birleşik hareket etmesi bir zorunluluktur. Zira gençlik hareketini, içerisinde bulunulan bu tablodan ancak birleşik devrimci bir hareketlilik çıkaracaktır. Ancak, birleşik devrimci bir hareket elbette ki salt ilerici kesimlerin birlikteliği değildir. Bunları da kapsayan geniş bir bileşenden gençlik kitlesinden bahsetmekteyiz. Altını çizmek istediğimiz verili durumda birleşik bir hareket için ilk elden ilerici, devrimci çevrelerin birlikte hareket edebilmeleri gerektiğidir. Bu noktada her ne kadar masa başında planlanmış, “Yunanistan’da, Fransa’da var bizde de olsun, gençlik hareketlensin” mantığının, yani hareket ve örgüt arasındaki kopmaz diyalektik bağı kavrayamayan bu mantığın ürünü olsa da Genç-Sen; sonuç itibariyle sözünü ettiğimiz ileri kesimleri –bugün için bir kısmını da olsa-

bir araya getirmiş bulunmaktadır. Bu somut koşulun bir olanak olarak değerlendirilmesi, bu örgütlülüğün yönünü tüzüksel normlardan, liberal anlayışlardan uzaklaştırarak devrimci bir yöne kanalize etmek kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Bu görevi omuzlayan devrimci öğrencilerin kurmuş bulundukları “Birleşik, Kitlesel ve Devrimci bir Genç-Sen için Mücadele Platformu” GençSen’i devrimcileştirmeyi ve de bunla bağlantılı olarak birleşik, devrimci bir gençlik hareketinin önünü açmayı hedeflemektedir. Genç-Sen’i mutlak bir örgütlenme değil, yalnızca bir olanak, bir araç olarak değerlendirmektedir. Ve elbette ki gençlik hareketini yükseltecek olan tepeden inme örgüt modelleri değil, devrimci müdahaledir. Ve bizler, Ege Üniversitesi Toplumcu Mühendislik Mimarlık Öğrencileri de bu platform çatısı altında, bu yönelimle GençSen faaliyetlerine katılıyoruz. Kendi cephemizden bu mücadeleyi omuzluyoruz! Bu kısa değerlendirmenin ve açıklamanın ardından Ege Üniversitesi’nde Genç-Sen çalışmasına ve bizim içerisindeki konumumuza gelebiliriz. Üniversitemizde Genç-Senli mühendislik öğrencilerin oluşturmuş bulunduğu bir “mühendislik birimi” vardır ve bizler de “Birleşik, Kitlesel ve Devrimci bir Genç-Sen İçin Mücadele Platformu” bileşenleri olarak bu birimde politik tartışmalarımızla, pratik çalışmamızla kendi kimliğimizi hayata geçiriyoruz. Bu birimle beraber yetkin mühendislik karşıtı çalışma yapmaktayız. Bu çalışmanın kendisi yetkin mühendisliğin teşhirini yapan bildirilerle, kafada soru işaretleri yaratan afişlerle, açılan masalarla ve yapılan düzenli toplantılarla sürmektedir. Kitle çalışmamızın finali ise yapacağımız bir forumla

noktalanacaktır. Yürütülen kitle çalışmasının yanı sıra bir diğer çalışma alanımız elbette TMMOB öğrenci komisyonları olacaktır. Öğrenci komisyonlarında bulunmak bu alanları taraflaştırmak ise bir diğer görevimizdir. Öğrenci komisyonlarındaki çalışmalarımızı bu alana sıkıştırmadan kitle çalışmamızla sıkı bağlar kurarak yürütmemiz gerekmektedir. Zira çok yönlü bir faaliyet birbirini besleyecek ve kendine yeşerebileceği bir alan oluşturacaktır. Öğrenci komisyonlarındaki çalışmaları bütünleyebilmek ve etkin bir taraflaşma yapmak adına mühendislik birim toplantılarında da öğrenci komisyonlarını gündemleştirdik. Yapılan tartışmalar sonucu Genç-Sen mühendislik birimi kitle çalışmasının yanı sıra öğrenci komisyonlarında çalışma yapmaya çubuk bükme kararı almış bulunmaktadır. Ancak kısa vadede sonuç alınacak bir alan olmadığı ortadadır ve Genç-Sen mühendislik birimi uzun vadeli bir alanı önüne koymuş ve kolları sıvamıştır. Elbette Genç-sen mühendislik biriminin çalışmaları gelinen yerde henüz mühendislik öğrencileriyle etkin bağlar kurabilmiş değildir. Ancak önüne koyduğu çok yönlü faaliyetlerle bu bağları kurma noktasında ısrarcı ve kararlı davranmaktadır. Başarıda bu ısrarının ve kararlılığın kendisi belirleyici olacaktır. Çalışmadaki ısrar ve doğru müdahaleler kendini er ya da geç somutlayacak ve mühendislik öğrencilerini geleceğin ve özgürlüğün tarafı yapacaktır. Toplumcu kimliğimizle bizlerinde bu noktada belli eksiklikleri mevcuttur. Yazının başında da aktardığımız gibi “toplumcu” kimliğimiz dönemden döneme değişmeyecektir. Genç-Sen çalışmalarına “toplumcu” kimliğimizle eklemleneceğiz ve Genç-Sen’i mutlak bir örgütlenme olarak görmeyerek amacımız doğrultusunda yani birleşik devrimci gençlik hareketinin mühendislik öğrencileri ayağını örme doğrultusunda çalışmalarımızı etkin bir biçimde sürdüreceğiz. Ege Üniversitesi Toplumcu Mühendislik Mimarlık Öğrencileri


8

t o p l u mc u mü h e n d i s l i k mimar lık öğr encileri gazetesi

“Ölümün adil olması için “İnsan hayatının ve sağlığının sömürme, aşırı karlar uğrana nasıl hiçe sayıldığının en açık biçimde yaşandığı ülkelerden birisi de Türkiye’dir.” Teoman Öztürk – 19 Ekim 1978 1. Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi Açılış Konuşması Hayat insanın karşısına her zaman basit seçimlerle çıkmıyor. Seçmek eylemi tezgâhtaki meyvelerle kurulan ilişki kadar sığ kalamıyor. Çoğu zaman kafa karıştırıyor, bir parça yoruyor, “ya da” bağlacının sağındaki ve solundaki olgular insanın canını acıtıyor. “Tamam, artık” demeye kalmadan yapılması gereken yeni seçimler çıkıyor karşımıza. Çaresiz olmak ya da işsiz olmak, aç olmak ya da bir kuru ekmekle doymak, tek olmak ya da çok olmak, ben olmak ya da biz olmak, gitmek ya da susmak, adım atmak ya da durmak... "Tersanede çalışan Urfalı tanıdıklar telefon açtılar, taşeronla görüştük. Taşeron 'hemen gelin iş hazır' dedi. Geldik, sigorta numaramızı aldı, bir de sağlık raporu istedi. Sonra iş yok. 15 gün bekledik. Ancak bugün başladık." Urfa’dan İstanbul’a sürüklenmek hangi durumlar arasından yapılan bir seçimdi acaba? "Tersanede bir tankın içine girdik, 8 metre aşağıya indik. İçinde tren rayı gibi demirler var. Zemin kaygan. Su iki karış. Bir kaysan, başını demire çarptın mı, gittin... Her yer kaygan. Merdivenden indik, o bile kaygan. Bir insanın başına bir şey gelse oradan çıkmak da zor. Yakıt tankı var. Orada birisi sigara yaksa bütün gemi patlar." Bir cehennemde insan kalmaya çalışmak, adım atmak ve öleyazmak hangi tercihin ürünü? “Gemide tavcı olarak çalışan Cevat Toy arkadaşımız, yemek paydosundan sonra bir daha ortalıkta görünmemiş. Beraber çalıştıkları eniştesi durumu yetkililere bildirdiyse de ciddiye alınmamış. Arkadaşın düşmesinden yaklaşık üç saat sonra eniştesinin kendi çabalarıyla arkadaşın düştüğü yer tespit edilmiş. Üç saattir ölmeyen arkadaşımız zamanında müdahale edilebilseydi şimdi aramızda olacaktı. Belki müdahale edildiği zaman, doğru bir müdahale edilebilseydi, arkadaşımız yine de yaşıyor olabilirdi.” (Tersane İşçileri Birliği Derneği Üyesi bir işçinin aktarımı) Bir insan hayatının yitimi kaç kuruşluk bir karın, kaç kuruşluk bir zorunluluğun tercihi? “Zonguldak, Kilimli'de 2 Mart 2008 tarihinde kaçak maden ocağında meydana gelen göçükte 2 işçi yaşamını yitirdi.” Zonguldak dendiğinde gözlerin hafifçe kaçırılması, ardından gelen cümlenin tanıdık bir siyahlık barındırması, göçüğün Zonguldak’ta kanıksanmış olması, bu kanıksamanın dalga dalga az çok kestane kokan evlerimize sızması hangi saiklerin tercihli dizilişi? Yakın zamandaki bir takım yaşanmışlıklar ile yapmak istedim girişi. Hiç unutmayalım diye, unutmak üzerine kurulu girizgâhlara izin veremeyelim diye. Bu girişi düzgün bir gelişmeyle devam ettirememek bir ayağı topal aksak bir anlatıma tekabül edecek. Bu yüzden ben de sırtımı hayatın gerçeklerine dayayarak yapıyorum seçimimi. İşçi güvenliği ve sağlığından terk-i diyar eylemek Özelinde bu coğrafyada genelinde dünya üzerinde işverenler ya da güncel bir dille patronlar, “işçi güvenliği ve sağlığı” ile ilgili eğitim çalışmalarından bilerek uzak durmaktadırlar. Çünkü onlar için, “vakit nakittir” sözü hayatın merkezindedir. Çalışanın hayatı ise bir teferruattan ibarettir. Aynı şekilde işçinin çalışma sırasında karşılaşması muhtemel her türlü kazaya karşı alınması gereken önlemler, malzemeler, doktor, revir vb. kayıp para anlamı taşıdığı için üzerinden bilerek atlanılır. Böyle bir ortamda iş kazası ve işçi ölümleri olarak afişe edilen tanımlamaların iş cinayetleri olarak dillendirilmesi çarpıtılmaya çalışılan gerçeklere karşı sağlam bir dilin yansıması olacaktır. Türkiye iş cinayetlerinde dünyada üçüncü, Avrupa‘da birinci sırada yer alıyormuş. Araştırmalar böyle diyor. “İşçi sağlığı ve güvenliği” sermayenin kar hırsının bir sonucu olarak çıkarılan yasalarla birlikte yok sayılıyor. Böyle bir durumda da üçüncü ya da birincilik hak edilmiş oluyor. Eski İş Kanunu’nda “İşçi sağlığı ve İş güvenliği” olan tanımlama, 2003 yılında değiştirilen İş Kanunu ve AB uyum süreci çerçevesinde “İş sağlığı ve güvenliği” olmuştur. Bu küçük(!) değişiklik Avrupa üçüncülüğünden kaynaklı bir hoşnutsuzluğun

sebebi olabilir mi acaba? Görüyoruz ki sermayedarlar ve onların yasaları, işçiyi kölelik koşullarında yaşatmak dışında da bir takım niyetlerle “hiç yaşamasanız da olur, zaten etrafta sizden çok var” düşüncesine yakışan şekilde hareket etmektedir. 2003 yılında yürürlüğe giren 4857 sayılı İş Yasası’nın 82. maddesinde; “Bu Kanuna göre sanayiden sayılan, devamlı olarak en az elli işçi çalıştıran ve altı aydan fazla sürekli işlerin yapıldığı işyerlerinde işverenler, işyerinin iş güvenliği önlemlerinin sağlanması, iş kazalarının ve meslek hastalıklarının önlenmesi için alınacak önlemlerin belirlenmesi ve uygulanmasının izlenmesi hizmetlerini yürütmek üzere işyerindeki işçi sayısına, işyerinin niteliğine ve tehlikelilik derecesine göre bir veya daha fazla mühendis veya teknik elemanı görevlendirmekle yükümlüdürler.” denilmektedir. Hâlbuki Türkiye’de kayıtlı işçilerin %60’ı, kayıtsızların ise daha büyük bir kısmı 50 kişiden küçük işyerlerinde çalışmaktadır. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (İLO) araştırmalarına göre iş kazalarının %72’si 50’den az işçi çalıştıran işyerlerinde meydana gelmektedir. İstatistikler ve rakamlar soğuktur, insanı acımasız bir bilimselliğin içine çeker, ama bu bilgilerden de görüldüğü üzere patronlar var oluşlarını bu rakamlara borçludur. Taşeronlaştırma mı cinayetlere yasal kılıf mı? Taşeronlaştırmayı mal ve hizmet üretiminin parçalara ayrılarak, ana firmaya bağlı çalışan bir ya da daha fazla alt-firma aracılığı ile yapılması olarak açıklayabiliriz. Bu süreçte ana firma ve alt firma(lar) arasında bir sözleşme yapılır ve bu sözleşmenin sınırlarında ilişkiler gelişir. Bu durum işçiler için oldukça sorunlu bir takım sonuçlar doğurmaktadır. Öncelikle ana firma ve alt firma ayrımı dolayısıyla üretimin bölünmesi işçiler arasında bir birliktelik, daha doğru tanımlamayla örgütlülük oluşmasının önüne geçmektedir. Zaten her türlü haktan –sigorta, iş güvenliği, sendika vb.- yoksun bırakılan işçiler, bu bölünmüşlük ile haklarını arama noktasında da ortak bir duruş sergileme şansından uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Taşeronlaştırmanın en yakıcı sonuçlarıyla, esasen taşeron firmalarda çalışan işçiler karşılaşmaktadırlar. Sendika üyesi olması yönünde hiçbir yasal engelin –en azından kâğıt üstünde- olmamasına karşın, ana firmanın sözleşmeyi istediği zaman feshedebilme durumu sendikanın taşeron firma işçileri içerisine girmesini zorlaştırmakta daha doğru bir anlatımla imkânsızlaştırmaktadır. Böylece sigortasız ve sefalet ücretleri ile çalışan yığınlar kölelik koşullarına mahkûm edilmeye çalışılmış oluyor. Son zamanlarda gazete sayfalarına ve haber bültenlerine iliştirilen olaylardan birçoğunun baş aktörü taşeronlardır. Tuzla Tersaneler cehenneminde çalışan işçilerin % 90’ı taşeron işçisidir. Tersanelerde yaşanan iş cinayetleri düşünüldüğünde böyle bir yüzdelik dilimin hiç de şaşırtıcı olmadığını düşünüyorum Tersanelerden yükselen çığlıklar Tersane patronları, Türkiye’nin gemi sanayide dünya sıralamasında 5. olmasıyla böbürlenmekteler. Şimdilerde koltuklarına daha bir sağlam oturup birinci sırada yer almanın tiksindirici gururu ile yeni hesaplar yapılıyor olsa gerek. Elbette salt bir sıralama ezberi değil bu durum. Burada beşinciliğin geri dönüşümünün nakit olmasından kaynaklı bütün hesaplamalar. Peki, iş kazalarındaki üçüncülüğün geri dönüşümü nasıl oluyor acaba? Kan ve can


9

toplumc u m ühendi s l i k mi ma r l ı k ö ğ r e n c i l e r i g a ze t e si

hayatın adil olması lazım” üzerine kurulu bu düzende tersanelerde son 8 ayda ölen işçi sayısının 16 olması örtbas edilmesi güç bir durum oldu kimileri için. Aşağıdaki tablo üretimdeki artışın iş cinayetlerine nasıl yansıdığına dair bir takım bilgiler veriyor. Üretimdeki artış beraberinde işçinin fazladan çalışmasına, aşırı yorgunluktan kaynaklı dikkatsizliğe ya da stresin etkisiyle psikolojik sorunlara vb. denk düşüyor. Diğer bir taraftan maliyeti düşürmek için tekrar tekrar söylemekte sakınca görmediğim “işçi sağlığı ve güvenliği” ile ilgili önlemlerin ve eğitim çalışmalarının yapılmayışı da bu rakamların her geçen gün üretim içinde, ölümler içinde artacağının bir göstergesi olmalıdır. Yukarıdaki tüm anlatım ve bilgiler konunun bir yönünü yani, işveren sınıfının kar hırsı ve maliyet azaltma amacı ile yaptıklarını gösterirken, diğer bir yönde denetim sorunudur. Bu topraklarda her duruma uygun bir örnek olay yaşana geldiği için sözünü ettiğim denetimsizlik ile de ilgili bir aktarım yapmak istiyorum. 31 Ocak 2008 Davutpaşa faciası Davutpaşa’da bir havai fişek, maytap, meşale gibi yanıcı ve patlayıcı madde üretip depolayan bir fabrikada gerçekleşen patlama sonucu 22 kişi hayatını kaybetmiş, 100 kişide yaralanmıştı. Patlamanın olduğu fabrikanın ruhsatı ve izni yoktu. Kaçaktı. 19 yıldır da kaçak olarak çalışıyordu. Demem o ki her şeyden herkesin bilgisi vardı. Ama ülkenin pişkin vekilleri, yetkilileri yaşanan acının ve facianın sonrasında yine aynı pişkin demeçleriyle çıktı karşımıza. İstanbul Valisi Muammer Güler "Maytap atölyesinin ruhsatı yok. Maalesef böyle kaçaklar oluyor" dedi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da "Vatandaş ihbar etmezse nereden bilelim" dedi. Dediler ve işleri bitti. Yaşanan olay üzerine bir söz söylediler, sonra da koltuklarına geri oturdular. 19 yıldır kaçak olarak çalışan bir fabrikada 22 insanın ölümü ve onlarcasının yaralanmasına yol açan bir patlamadan sonra onurlu davranıp en azından istifa etmelerini beklemek saflıklı mı olurdu dersiniz? Gülseren Yurttaş’ın gülen yüzü artık aramızda yok 27 Eylül 2007 tarihinde Harita ve Kadastro Mühendisi Gülseren Yurttaş iş cinayeti sonucu yaşamını yitirdi. İSKİ’nin “Melen Çayı’nın İstanbul’a Getirilmesi Boğaz Geçiş Projesi” Sarayburnu şantiyesinde Detek isimli taşeron firmada mühendis olarak görevliydi. 27 Eylül günü, boru taşıyan mobil vinç bomunun kopup üzerine düşmesi sonucu hayatını kaybetti. Yaşanan bu olaydan sonra taşeron firmanın da isminin yazılı olduğu levha şantiye girişinden söküldü. Şimdi TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası’nın olayla ilgili yapmış oldu basın açıklamasında sormuş olduğu soruların, cevapları için biraz kendimizi zorlayalım; “Büyük Şehir Belediye Başkanlığı konuyu ne kadar sahiplendi; ana firmanın ihale sürecinde araç parkı kontrol edilerek istenilen araçları (kamyon, vinç... vb.) kim kontrol ederek vize verdi? İş güvenliği ile ilgili alınan tedbirleri kontrol ünitesi olan belediye hangi sıklıkta kontrol etti? Taşeron firma (DETEK) yetkili kılınırken, araç parkı kontrol edilerek onay verildi mi? Raporlarını kimler onayladı? Yoksa rapor tutulmadı mı? İhale sürecinde gerek ana firma ve gerekse taşeron firmanın iş güvenliği ve işçi sağlığı konularında verdikleri yazılı teminatlar kurum tarafından yeterli görülmüşse, uygulamada yeteri sıklıkta kontrol edildi mi? Tutanaklar tutuldu mu?” Sonuç yerine... Tercihler ve seçimler üzerine yapmışken bu yazının girişini bir seçimde şimdi yapmalıyız. Ya kafamızı toprağın altından çıkarmak ya da kaza süsü verilmiş durumlara, cinayetlere ortak olmak. YTÜ’den bir TMMÖ gazetesi okuru

Türkiye Gemi Insa/Tamir Sektöründe Üretim ve Is Kazası Sonucu Ölüm Sayıları

2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Üretim 147.130 DWT 84.700 DWT 106.450 DWT 293.229 DWT 331.740 DWT 556.285 DWT 1.007.968 DWT

Ölümlü Is Kazaları 1 isçi 5 isçi 3 isçi 5 isçi 8 isçi 10 isçi 12 isçi

Ankara Gölbaşı'nda Kırılan Vinç İşçilerin Üzerine Düştü: 1 Ölü, 1 Yaralı – 1 Mart 2008 Zonguldak'ta Kaçak Maden Ocağında Göçük: 1 İşçi Öldü – 1 Mart 2008 Zonguldak’ta Yüksekten Düşen İşçi Hayatını Kaybetti – 3 Mart 2008 İsdemir'de Gaz Sıkışması Sonucu Meydana Gelen Patlamada 5 İşçi Yaralandı – 4 Mart 2008 Antep’de Sıva Yaparken Kalp Krizi Geçiren İşçi Öldü – 4 Mart 2008 Adıyaman’da Toprak Ev İnşaat İşçilerinin Üzerine Çöktü: 1 Ölü, 1 Yaralı – 4 Mart 2008 İstanbul TuzlaTersanelerinde Yine İş Kazası : 1 İşçi Yaralı – 4 Mart 2008 Kayseri ‘de Yüksekten Düşen İşçi Yaralandı – 3 Mart 2008 Osmaniye’de asansör boşluğuna düşen işçi öldü – 3 Mart 2008 Hatay Reyhanlı Sanayi Sitesi'nde Yangın: 1 Ölü – 4 Mart 2008 Aydın Nazilli'de Fabrikada Patlama – 5 Mart 2008 İstanbul Tuzla Tersanelerinde 2 İş Kazası Daha – 6 Mart 2008 Bilecik'te iş makinesinin arasına sıkışan 2 işçiden 1'i öldü - 6 Mart 2008 Adıyaman'da 160 İşçi Yedikleri Yemekten Zehirlendi – 7 Mart 2008 Kocaeli’nde 2 İşçi 12 Metrelik Vinçten Düşüp Öldü – 09 Mart 2008 Konya Gıda Fabrikasında Çalışan 30 İşçi Zehirlendi - 11 Mart 2008 Batman’da Belediye Kepçe Operatörü, Kaya Altında Öldü – 11 Mart 2008 Kastamonu’da Bir İşçi Tamir Etmeye Çalıştığı Asansörden Boşluğa Düştü – 12 Mart 2008 İstanbul’da Yüksekten Düşen Tersane İşçisi Hayatını Kaybetti - 13 Mart 2008 İstanbul Tuzla tersanelerinde 6 İşçi Gazdan Zehirlendi – 13 Mart 2008 Sivas'ta 3 işçi göçük altında kaldı – 14 Mart 2008 Manisa Sarıgöl'de iş kazası – 15 Mart 2008 Kocaeli’nde İş Yerinde Merdivenlerden Düşen İşçi Yaralandı – 17 Mart 2008 Mersin’de Fabrika İnşaatı Çöktü: 4 İşçi Yaralı – 19 Mart 2008 Maraş’ta Hidroelektrik santralde kaza: 4 ölü – 20 Mart 2008 Malatya'da İş Cinayetleri: 2 Ölü – 20 Mart 2008 Ordu Gölköy'de inşaatta toprak kayması: 2 işçi öldü - 23 Mart 2008 Manisa Turgutlu'da yüksekten düşen işçi yaralandı – 23 Mart 2008 Konya’da Kolunu torna tezgahına kaptıran 18 yaşındaki işçi öldü – 24 Mart 2008 İzmir’de Sıcak su ve sabun tankına düşen kimyager ve işçi öldü – 25 Mart 2008 İstanbul İkitelli'de Ayakkabı İmalathanesi Yangınında 3 Yaralı – 26 Mart 2008 Manisa Soma'da maden kazası - 25 Mart 2008 Trabzon'da iş cinayeti - 28 Mart 2008 Antalya Finike'de traktörün römorkundan düşen 1 tarım işçisi kadın öldü – 29 Mart 2008 İzmir’de Belediyenin Kanal için Açtığı Kuyu Bir İşçiye Mezar Oldu – 29 Mart 2008 Tuzla'da 85'inci Ölüm – 30 Mart 2008 Sakarya’da Fabrika İşçilerini Taşıyan Minibüs Duvara Çarptı, 7 Yaralı – 31 Mart 2008 Zonguldak’ta Kaçak Ocakta Patlama: 2 İşçi Yaralı – 31 Mart 2008 Manisa’da İşçiler Jeneratörden sızan gazdan zehirlendiler – 31 Mart 2008 *Yukarıdaki iş kazaları ile ilgili başlıklar sendika.org sitesinde 2.04.2008 tarihli AKP elini işçi kanıyla yıkıyor (Mart ayı iş kazaları raporu) yazısından derlenmiştir.


10

t o p l u mc u mü h e n d i s l i k mimar lık öğr encileri gazetesi

Susuzluğa doğru Son yıllarda çevre sorunları yani doğal kaynakların aşırı tüketilmesi, çevre kirliliği ve küresel ısınma dünya çapında ses getirmektedir. Çeşitli araştırmaların eksik kalmış olmasına ve bir bilinçlenme henüz çok sınırlı olmasına rağmen, sorunları yakıcı biçimde yaşamaya başladığımızdan dolayı bunlar Türkiye’nin de artık gündemindedir. Ancak unutulmamalıdır ki, bugün gelinen nokta, sadece yakın bir geçmişin sonucu değildir. Sanayiye bağlı yaşadığımız bunca çevre sorunu esasen, sanayi devrimi ile başlamış bir aşırı tüketimin ve kirlenmenin sonucudur. Doğa, kendi içinde sahip olduğu denge ile birçok sorunun üstesinden gelebilmekle beraber olumsuz etkileri de uzun periyotlarda göstermektedir. Yani bugün yaşadığımız sorunları düşünürken oldukça geniş bir zaman dilimini ele almalıyız. Ayrıca yaşadığımız çevre sorunlarının bu kadar uzun bir süre sonrasında ortaya çıkmış olması aynı şekilde alınacak önlemlerin de oldukça uzun bir periyotta karşılığını bulacağı anlamına gelmektedir. Bugün yapabileceğimiz en büyük hata, sorunu bilimsellikten uzak bir biçimde kısa bir zaman diliminde ele almak ve onu sınırlı bir kapsamda çözmeye kalkmaktır. Su sıkıntısı, yağış miktarının mevsimsel bir düşüşünden kaynaklı değildir. Küresel ısınma veya iklimlerdeki değişimler de tek başına geçtiğimiz yaz aylarında yaşadığımız su sıkınmtılarının sebebi değildir. Bilimsel bir veri olarak dünya daha kurak dönemler de yaşamıştır, henüz küresel ısınma başlamadan önce. Ancak doğal su havzalarının tahrip edilmesi, diğer su kaynaklarının aşırı tüketilmesi ve örneğin yağmur sularının geri kazanılmaması gibi sorunlar bir de aşırı tüketim ile birleşince, küresel ısınmaya bağlı değişimlerin esas kapsamı ortaya çıkacaktır. Ayrıca küresel iklim değişimlerinin öncesinde sıralanan diğer sorunlar göz önünde bulundurulduğunda çözüm yöntemleri konusunda bir eksen çizilebilecektir. Su, bugüne kadar tüm uygarlıklar için vazgeçilmez olmuştur. Günümüze mimarlık ve mühendislik alanında ışık tutan Roma uygarlığı gibi birçokları suyun kullanımına dönük çeşitli teknolojiler geliştirmiş ve suyu yaşamlarında oldukça önemsemişlerdir. Bugün İstanbul’da tarihi eser olarak gördüğümüz su kemerleri, yeraltı suyolları-depoları ve su dağıtım şebekeleri ile tüm bu sistem, esasen bize suyun toplumsal önemi hakkında çok şey söyler. Öyle ki ortada insanlara, kentlilere özenle ulaştırılan bir hizmet söz konusudur. Günümüze gelince ise, sanayinin gelişme süreci içinde doğanın aşırı tüketilmesi sürecinde oluşumu milyarlarca yılı almış ekosistemlerin tahribi söz konusudur. Su kaynakları söz konusu olduğunda bu aşırı tüketime karşın ortaya atılan çözüm önerileri ve girişimleri ise ne yazık ki meselenin çizmiş olduğumuz bu geniş kapsamını görmezden gelmektedir. Aşırı tüketimi söz konusu olan bir sistemi dışarıdan beslemek açıkça anlamsız kalacaktır. Büyük kentlere ırmaklardan taşınacak suların da giderek azalmasından dolayı kentlerin su sorunu sadece ötelenmektedir. Daha kötü olan ise ırmakların da doğal dengelerinin bozulması, onlarla beslenen sistemlerin tehlikeye girmesi ve yakın bir gelecekte susuzluğun daha da geniş bir alanda tehdit oluşturacak olmasıdır. Kendilerini yeterince yenileyemeyen su kaynaklarının yanında kentlerde aşırı tüketimi de dile getirmek önemli olacaktır tabii ki. Burada TEMA gibi vakıfların bireylere günlük su tüketimlerini hatırlatması bir bakıma anlamlı olsa da insanların bireysel bilinçlenmelerinin yanında esas yakıcı olan suyu çok daha büyük ölçekli tüketen futbol stadyumlarının, golf sahalarının yani yapay yeşil alanların önem sıralamasındaki yeridir. Sanayi işletmelerinin kar hırsı, konumlandıkları coğrafyanın su kaynaklarına ek yükler getirmektedir ve su sıkıntısı söz konusu olduğunda dahi futbol stadyumları su çekmeye devam etmektedirler. Yine bu önem sıralamasını toplumsal adaletin aksine bozan maden arama işletmeleri –Kaz Dağı’nda olduğu gibi- mevcut su kaynaklarını kurutmalarının yanısıra bir de onları kirletirler. Hiçbir antik kentin, kendisini, halkını yok edecek şekilde çevresine zarar verdiği olmamıştır. Günümüz mühendisliği ise su konusunda basit bir kanal

inşasına sıkışmıştır. Bir mühendisin salt Melen Çayı’nı kente taşıyacak bir yapı inşa etmesi elbette ki bugünün imkanları ile hiç güç değildir. Bundandır ki belediyelerin ortaya attığı bu gerçeklik dışı öneriler birkaç ayda hayata geçirilebilmektedir. Oysa ki mühendisliğin su sorununa yaklaşımı bilimsel olarak söz konusu ekolojik sistemleri iyi tanıyarak ve ihtiyaçları doğru hesaplayarak olmalıdır. Bilimsellikten ve toplumcu yaklaşımdan uzaklaşmış müdahalelerin geldiği yerde, büyük işletmelerin temsilciliği rolünü üstlenmiş devletin ve kurumların tutumunu da takip etmek bizlere mücadele ekseninin çizilmesinde yararlı olacaktır. Devlet Su İşleri’nin, TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası’nın 20-22 Mart 2008 tarihli Su Politikaları Kongresi’ne katılmayı uygun görmemesi su sorunun kimin için ne ifade ettiğini ortaya koyar. DSİ’nin soruna yaklaşımında bilimsellikten uzak tavrı ile sermaye temsilcilerinin ardına takılmış olduğu, ortaya sürdüğü önerileri ile de kendini belli etmektedir. Suların özelleştirilmesi konusunda DSİ yetkilileri sözkonusu projelerden gelecek gelir sınırında değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Kamuya ait kaynakların satılması konusunda da sermayeden yana tavırlarını sürdürmüşler ve esas olarak kimlerin hizmetinde olduklarını göstermişlerdir. Kapitalizmin erken geliştiği ABD ve çeşitli AB ülkeleri bu politikalarla bizden daha önce tanışmışlardır. Suların özelleştirilmesinde de bu süreci takip etmek yakın gelecekte bizi bekleyen çeşitli tartışmalar hakkında fikir sahibi olabilmek için önemlidir. Örneğin ABD uzun süre sermayenin en yoğunlaştığı devlet olmasına rağmen suların satışını geciktirmiştir. 1. Dünya Savaşı’nda örneğin özel şirketlerin elinde olan işletme hakkının oranı %15’lere kadar gerilemiştir. Ancak günümüzde bu oran oldukça artmıştır ve işletmelerin birçoğu Avrupalı şirketlerin elindedir. Bu paylaşımı anlamlandırabilmek için 2000’lerin başında su ticaretinin hacmine bakmakta yarar var. 800 milyar doları bulan bu değeri dünya nüfusunun %6’sına hitap eder. Bu rakamların 2015’te ise %17’ye ve trilyonlarca dolara ulaşması beklenmektedir. Bir başka veri olarak da bu sektör, on adet çok uluslu şirketin denetiminde giderek büyümekte ve kârı hızla artmaktadır. Tıpkı petrol şirketlerinde olduğu gibi su şirketleri de birbirleri içine geçmiş bir yapıda dünya halklarını sömürmektedir. DTO gibi uluslararası kuruluşlar tarafından GATS çerçevesinde düzenlenen bu ticarette, anlaşmaya varan üye ülkeler de su hizmetlerini, kaynakları ile birlikte uluslararası rekabete ve girişime açmaya mahkûm edilmişlerdir. İMF ve DB’ de izledikleri borçlandırma politikaları ile özelleştirme politikalarını özendirmektedirler.


11

toplumc u m ühendi s l i k mi ma r l ı k ö ğ r e n c i l e r i g a ze t e si

6 8 9 1 n a 8 s i 0 0 N 2 n 26 a s i 26 N Her çağın bir vebası vardır. Bu çağın vebası sanırım unutmak. Hayatın dinamik akışı içerisinde bir şeyler bize bilinçli bir şekilde unutturuluyor. Yoğun propagandalar yapılıyor televizyon ekranlarından. Beyinlerimiz gereksiz haberlerin istilasına maruz kalıyor ve biz o hengâmede unutuyoruz geçmiş günlerde olanları. Yazık ki topsuz tüfeksiz başarıyorlar unutturmayı… Şimdi hafızalarımızı yoklayalım biraz. 22 sene önce bugün ne olmuştu? Tarih 26 Nisan 1986, Kiev yakınlarında bir yer, gece üç suları… Bilim adamları bir deney yapıyorlar Çernobil Nükleer Santrali’nde. Santraldeki insanlar birkaç saat sonra olacaklardan habersiz çalışıyorlar. 4. reaktörde sızıntı var! Anonslar, çığlıklar ve büyük patlama… Ardından derin bir sessizlik ve bulutların iniltileri… O gün yağmur yüklü bulutlar biraz keder biraz da acı yüklenmişlerdi uzak diyarlara taşımak için. Kümeler halinde radyasyon yüklü bulutlar oradan oraya savruldular rüzgârın iteklemesiyle. Karadeniz’in üzerinden geçerken durdu bulutlar ve çöktüler “hırçın kızın” tepesine. İşte o hafta boyunca keder yağdı Karadeniz’e. Radyasyon yağmurlarında, biz sırılsıklam sabahlara uyandık ancak her yeni doğan gün biraz daha azaldık. O gün doğanlar bugün 22 yaşındalar. O anı yaşayanların bir kısmı bugün yaşamıyor, bir kısmı hastanede, bir kısmı yatalak, şanslı bir kısmı da hayatına kaldığı yerden devam ediyor. Bugün burada olamayanlar için hatırlayın Cahit Aral’ı, elinde ince belli bir çay bardağıyla. “Biraz radyasyon iyidir” diyordu pişmiş pişmiş kameralar karşısında. İlkokullarda paket paket dağıtılan fındıkları hatırlayın. Ne kadar da seviniyorduk hâlbuki nereden bilebilirdik ölümü paket paket avuçladığımızı… “Nükleer tehlike yoktur” diyenleri hatırlayın. 20 sene öncesinden bugüne geliyoruz şimdi. Enerji Bakanı Hilmi Güler açıklama yapıyor. “Nükleer tehlike yoktur” diyor. Hatırladınız mı, size bir şey çağrıştırdı mı? “Asıl tehlike karanlıkta kalmaktır” diye devam ediyor. “Sinop’a nükleer santral yapalım” diyor. Bir de “İmkânım olsa Sinop’ta yaşarım” diyor. Galiba o da biraz radyasyonun bünyeye iyi geldiğine inananlardan. Gel zaman git zaman, yıllar geçiyor, bakanlar değişiyor ancak zihniyet değişmiyor. Ucuz ve güvenli enerji masallarıyla kamuoyu uyutulmaya çalışılıyor.

Tanıdık şirketler, tanıdık ihaleler… Onca bilimsel rapor görmezden geliniyor. • Dünya nükleer enerjiden vazgeçip yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmektedir. • Gelişmiş ülkeler üçüncü dünya ülkelerini nükleer bir çöplük gibi kullanmak adına onlara ihalelerle santral satmaktadırlar. • Nükleer enerji iddia edildiği gibi ucuz değildir, ucuz olmadığı gibi de güvenilir de değildir. Bugüne kadar yaşanan yüzlerce kaza güvensizliğinin en önemli dayanağıdır. • Nükleer atık sorunu bugün hala çözülememiştir. • Bugün nükleer santralin kurulması bizi dışa bağımlı bir ülke konumundan zerre kadar uzaklaştıramaz çünkü Türkiye’nin uranyumu zenginleştirecek bir teknolojisi yoktur. Bugün bu teknoloji birkaç ülke tekelinin elindedir.

Bütün bu maddeler dayanakları ve belgeleriyle rapor ediliyor ancak kulak tıkanıyor bu çığlığa. Bu yazı bir davettir. Sizi unutmamaya, unutturmamaya, her daim hatırlamaya davet ediyoruz. Unutmayalım ki bir daha yaşamayalım. İrademizle, bize rağmen, bize dayatılan bu yasayı hep birlikte püskürtmek için 26 Nisan cumartesi günü Nükleer Karşıtı Platform’un çatısı altında Mersin Akkuyu’da bir araya geliyoruz. Not 1: Bu yazıyı okuyan herkes 26 Nisan’daki Mersin Akkuyu buluşmasına davetlidir. Not 2: Üniversitelerde kurulacak olan Nükleer Karşıtı Platform masalarına isim yazdırarak ücretsiz etkinliğe katılabilirsiniz.


12

t o p l u mc u mü h e n d i s l i k mimar lık öğr encileri gazetesi

Vatan, millet, santral... Yıllardan beri alt yapısı büyük bir titizlikle hazırlanan Nükleer Enerji Santrali masalı tekrar gündeme geldi. Aslında bundan 30 yıl öncede Türkiye'nin bir an önce nükleer enerjiye geçmesi gerekliği kapitalistler tarafından döne döne beyinlere işlenmeye çalışıldı. O zamanlarda tıpkı bugünki gibi “Ya karanlık, ya nükleer!“ söylemleriyle Türkiye'nin karanlıkta kalacağı, enerjilerimizin tükendiği yaygaraları kopartıldı. 30 yıldır hala karanlıkta kalmayışımız da gösteriyor ki nükleeri kapitalistlerin şiddetle savunmasının altında başka çıkarlar yatmaktadır. Öncelikle bunu daha rahat gözlemleyebilmemiz için kapitalizmin genel olarak enerjiye bakışını tanımlamamız gerekir. Kapitalizm için enerji, sermayenin çıkarları doğrultusunda topluma rağmen insan ve çevre sağlığı gözetilmeksizin tamamıyla kar elde etmek için kullanılan bir metadır. Bizlere göre enerji toplumun çıkarları doğrultusunda insanca yaşamın sağlanması için kullanılan bir olgu olmalıdır. Uçurumda olduğumuz iddiasıyla, ABD desteği ve direktifiyle kurulmak istenen nükleer santrallere ne kadar ihtiyacımız var? Enerji Bakanlığının kendi verilerine göre Türkiye'de üretilen enerji gücü tüketimin iki katı. Bu verilerin de gösterdiği enerji sıkıntısı olmadığı gerçekliğinin üstünün örtmekte zorlananlar şimdide 2 yıl içinde enerjimizin tükeneceğini söylüyorlar. İster istemez aklımıza bir soru daha takılıyor? Nükleer Santral inşaatının ancak 10 yılda tamamlandığını bildiğimize göre geriye kalan 8 yılda enerji ihtiyacımız nasıl karşılanacak? Peki, gerçekten enerji sıkıntımız var mı? Bunun cevabını enerji kaynaklarımızın kullanılmayan potansiyeline bakarak bulabiliriz. “Türkiye'nin yıllık elektrik üretimi 118 milyar kWh'tır. Toplam hidroelektrik santrali potansiyeli 433 milyar kWh'tır, toplam termik santrali potansiyeli ise 390 kWh'tır. Yani sadece bu iki enerji kaynağı potansiyel olarak Türkiye'nin şu anki elektrik üretiminin 7 katını karşılayabilir. Bunun yanında 13–14 bin MW'lık ortalama enerji sarfiyatının yanında, rüzgâr enerjisi potansiyelimiz 83 bin MW, jeotermal kapasitesi ise 33 bin MW'a eş değerdir. Aynı rüzgâr gibi bedava ve tükenmez bir enerji kaynağı olan güneş enerjisinden halen neredeyse hiç yararlanmadığımızı da eklemekte yarar var. Bütün bu gerçeklikler gösteriyor ki enerji sıkıntımız var diyenler yalan söylüyorlar. Ve

Gün, bizlerin yaşamlarına rağmen geleceğimizi satmaya kalkışanları, bu satışa “tarihin en büyük yatırımı diyenleri” ve bu barbar kapitalist düzeni tarihin çöplüğüne atma günüdür

bu yalan Çernobil faciasını, Nagazaki'yi, Hiroşima’yı unutturmaya çalışıyor. Bu yalan milyonlarca cansız bedeni, kanserle yaşamları kararanları, mutasyona uğramış bebekleri unutturmaya çalışıyor. Unutmayanlar ve unutturmayacak olanlar olarak bu sebep bile Türkiye'de ve dünyada nükleer santrallere ve nükleer politikalara şiddetle karşı çıkmamız için fazlasıyla yeterlidir. Söz konusu olan işçiemekçilerin ve tüm dünya halklarının canlarıdır. Bu gerçekliğin yanında tali sayılabilecek birçok neden sıralayabiliriz. Evet, nükleer santral kurulumuna karşı çıkmalıyız! Çünkü: 1) Kuruluş ve işletme açısından en pahalı elektrik enerjisi üretim biçimidir 2) Hem teknolojik olarak, hem de üretim ham maddesi bakımından dışa bağımlıdır. 3) Nükleer santraller çöp teknolojidir. Yani geçmişin problemli enerji üretim biçimidir. Nükleer santrale sahip olan bütün “gelişmiş” ülkeler bunlardan kurtulmak için kuruluşu kadar para harcıyorlar, buna rağmen kurtulamıyorlar. Ülkemize kurmayı planladıkları nükleer santral 1970’lerin teknolojisidir ki daha yenisi de yoktur. 4) Yaşanan yüzlerce kaza, bu enerjinin ne kadar riskli olduğunu göstermiştir. 5) Normal işletme sırasında bile, çalışanlara ve çevre yerleşimlerine zarar

vermektedir. İngiltere Kraliçesi, nükleer santralde çalışan ve çevre bölgelerde yaşayan insanlara, “lütfen çocuk yapmayın” çağrısında bulundu! 6) 50 yıldır nükleer atık sorunu çözülemedi. Ve bu atıklar (Örneğin plütonyumun zararsız hale gelmesi için gereken süre 250.000 yıldır) binlerce yıl canlıları tehdit edecek. ABD atıklarını depolamak için 1987 yılında YUCCA dağlarında başlattığı çalışma 6 milyar dolar harcanmasına rağmen fiyasko ile sonuçlanmıştır. 7) Dünyadaki uranyum rezervleri 6 milyon tondur. Ve hiç ilave santral yapılmasa bile, bu rezerv ancak 50 yıl yeter. Ülkemizin 10.000 ton uranyum rezervi içinde 100 ton uranyum 235 vardır. Bu da 1000 MW gücündeki bir santrale yetebilir. Bu da 10 yıl sonraki kurulu gücümüz içinde yalnızca %2’lik bir paya sahip olabilir. 8) Dünya nükleerden vazgeçiyor.(ABD, Almanya, Avusturya, İtalya, İsveç, İngiltere, İsviçre, Brezilya, Filipinler hızla nükleer santrallerini tasfiye ediyor. Avustralya, İzlanda, İrlanda, Danimarka, Norveç, Portekiz anti-nükleer politika uyguluyor.) 9) Çernobil suçluları yargılanmadı! “Biz Türküz bize bir şey olmaz!” diyen ve TV başında çay içip fındık yiyen, sigara tüttüren devlet yöneticileri, 3 katına çıkan kanser


13

toplumc u m ühendi s l i k mi ma r l ı k ö ğ r e n c i l e r i g a ze t e si

vakalarının hesabını hâlâ vermemiştir. İnanıyoruz ki bir gün mutlaka vereceklerdir. İkitelli’de parmak kadar tıpsal radyoaktif parçaya sahip çıkmayıp, 300 kişinin radyasyona bulaşmasına sebep olan TAEK, nükleer santrale nasıl hâkim olacak? 10) 1976 yılında yer tespiti yapılan Silifke-Akkuyu nükleer lobiciler için bile gerek deniz suyu ısısı, gerek Ecemiş fay hattı nedeniyle yanlıştır. Tüm bu nedenlere rağmen Türkiye'de nükleer santrallere karşı örgütlü tepki yetersiz kaldı. Bunun yanı sıra dünyanın nükleer enerjiden hızla vazgeçmesiyle daralan pazarı Türkiye'ye taşıma isteği, ABD ve işbirlikçilerinin gözü dönmüş kâr hırsı, santral kurulumu sürecini hızlandırmış durumda. 09.11.2007'de nükleer yasasının TBMM'de onaylanmasıyla birlikte bu süreç daha da hızlandı. Ne tesadüftür ki ABD Enerji Bakanı Samuel Bodman'ın İstanbul'a gelerek Enerji bakanı Hilmi Güler'le yaptığı görüşmenin birkaç gün sonrasında Nükleer Yasası Cumhurbaşkanlığınca onaylandı. İki bakanın görüşme aldığı Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu'nun düzenlediği 'çalışma yemeğinde' aslında yenilenin işçiemekçilerin bedenleri olduğu, birkaç gün sonra ortaya çıkmıştı. Yasanın geçtiğimiz sene onaylanmasının ardından 19.03.2008 tarihinde TETAŞ Genel Müdürlüğü tarafından nükleer güç santrali için ihale ilanı Resmi Gazete'de yayınlandı. Yerli ve yabancı sermayedarların kapışacağı, iştah kabartan ihaleye 24 Eylül 2008 tarihinde teklifler alınacak. Mersin Akkuyu'da kurulması karalı alınan nükleer santral ihale ilanının ardından Enerji Bakanı Hilmi Güler bir basın toplantısı yaptı. Hilmi Güler basın toplantısında milyonlarca insana geri dönülmez zararlar verecek olan bu proje için “Cumhuriyet tarihinin en büyük yatırımı” ifadesini kullandı. Bu ihale sonucunda geleceğimiz, canımız, sağlığımız hangi sermaye şirketine Türk parasıyla kaç YTL'ye satılır bilinmez ama bildiğimiz tek bir gerçek var: Bizlerin ve çocuklarımızın geleceğini gözü dönmüşlerin kanlı ellerinden kurtarmanın tek yolu yasanın karşısında işçi-emekçilerin tek vücut olmasından geçiyor. Gün, bizlerin yaşamlarına rağmen geleceğimizi satmaya kalkışanları, bu satışa “tarihin en büyük yatırımı diyenleri” ve bu barbar kapitalist düzeni tarihin çöplüğüne atma günüdür. Evet, Hilmi Güler zihniyeti ve kapitalist zorbalar bu 'tarihi günü' unutmayın. Çünkü biz unutmayacağız, unutturmayacağız. Çernobillerin bedelini de soracağımız gerçek tarihi günde size bu gününüzü hatırlatacağız. Trabzon TMMÖ

KTÜ'de baz istasyonu istemiyoruz! Baz istasyonları kurulduğu her alanda tepkilere yol açmaktadır. Kansere yakalanma riskini arttırması nedeniyle yerleşim alanlarında kurulması zararlı olan baz istasyonlarının insana ve çevreye zararları bilindiğinden daha fazladır. Mikrodalga yayan baz istasyonları; • İnsan vücudundaki manyetik dengenin bozulmasına neden olur. • Elektromanyetik kirlilik oluşturarak çevreye ve orada yaşayan canlılara zarar verir. • Sinir zarlarının bozulması, EEG değişimleri, uykusuzluk, sinirlilik, unutkanlık, depresyon, baş ağrısı, baş dönmesi gibi beyin hastalıkları meydana getirir. • Hücre zarları birbirine yapışır ve zarda delikler meydana gelir. • Gözlere zarar verir. • Kanserin yaygınlaşmasının yanı sıra çocuk kanseri, erbezi tümörü en çok gözlenen kanser vakalarıdır. Çevresine ölüm saçmasına rağmen baz istasyonlarının yerleşim alanlarında kurulmasının nedeni tıpkı nükleer santrallerde olduğu gibi belirli çevrelerin rant kaygısı gütmelerinden ileri gelir. Kurulduğu alanın arazi sahibi kuruma ödenen paralar düşünüldüğünde halkın sağlığı ve çevreye verilen zarar göz ardı edilmektedir. KTÜ Rektörü de üniversiteye laboratuarlar, kütüphaneler yerine baz istasyonu kurdurmayı tercih etmiştir. Trabzon'da kimi zaman saat kulesinin altında kimi zaman suni çam ağacının içinde gizlenmeye çalışılan baz istasyonu, KTÜ’de alışılmışın dışında bir kamufle biçimiyle 2 yıl önce karşımıza çıktı. KTÜ Tıp Fakültesi yakınında kurulan baz istasyonu 'Türk bayrağı' direğinin altında kurulmuştu. Kısa zamanda Türk bayrağı altında, baz istasyonu bulunması tepki topladı. KTÜ Rektörü İbrahim Özen önce baz istasyonu kurulmadığını iddia etse de, bu iddiasında ısrarcı olmadı. Ve KTÜ'deki baz istasyonunu 'Asıl amacımız bayrak direği kurmaktı. Bu vesileyle üzerine baz istasyonu da yerleştirildi. Böylelikle hem baz istasyonu sorununu giderdik. Hem de Trabzon'un birçok yerinden görülebilen Türk bayrağını göklerde dalgalandırdık' sözleri ile savunmuştu. İbrahim Özen'in ve zihniyetinin amacı söylediği gibi bayrak direği dikmek değil, baz istasyonunu, şovenist histerinin en çok hissedildiği Trabzon'da 'Türk bayrağı' ile Trabzon halkına kabul ettirmekti. Ancak İbrahim Özen'in kurgusu ters tepti. Tepki baz istasyonuna değil ama kamufle için kullanılan Türk bayrağının baz istasyonunun üzerine dikilmesine

gösterildi. Köşeye sıkışan Özen Türk bayrağının yerine KTÜ bayrağını çektirerek gerçek amacına ulaşmış oldu. KTÜ Rektörü İbrahim Özen 'Türk bayraklı' baz istasyonundan çok memnun kalmış olmalı ki Fatih Eğitim Fakültesine de bir baz istasyonu kurdurdu. Birinci baz istasyonuna büyük tepki almamasına rağmen yine de önlem almak istemiş olacak ki baz istasyonu ara tatilde kuruldu. Bu kez kurulan baz istasyonunu kamufle etmek ihtiyacı dahi duyulmamıştı. Üzerine sadece KTÜ amblemi koyuldu. Dönem başından bu yana öğrencilerden büyük tepki alan baz istasyonuna karşı Genç-Sen olarak imza kampanyası başlatmayı düşünüyoruz. Fatih Eğitim Fakültesi'nde kendiliğinden oluşmuş bir tepki mevcut. Bu kez öğrenciler ne Türk bayrağına ne de KTÜ amblemine tepkili. Sorunun kendisi olan baz istasyonu tepkilerin odağında. Genç-Sen olarak önümüzdeki günlerde yürüteceğimiz çalışma ile Fatih Eğitim Fakültesi'nden baz istasyonunun kaldırılması talebi ile hareket edeceğiz. Meclisten hızla nükleer yasasınıgeçiren, SSGSS' yi geçirmeye çalışan da, üniversitemize rant uğruna baz istasyonu kuran da aynı zihniyettir. Buradan onlara bir kez daha sesleniyoruz: Kendinize yeni rant kapıları sağlamak uğruna sağlığımızla oynamanıza izin vermeyeceğiz. Trabzon Genç-Sen


14

t o p l u mc u mü h e n d i s l i k mimar lık öğr encileri gazetesi

1 Nisan’da da Ülkenin Dört Bir Yanında Emekçiler SSGSS’ye Karşı İş Bıraktılar... Sendika ve meslek örgütlerinin 1 Nisan günü SSGSS yasasına karşı yaptığı eylem çağrısı öncesinde 14 Mart gününde olduğu gibi birçok kentte coşkulu bir karşılık buldu. İşçi ve emekçiler alanlara çıkarak sosyal yıkıma karşı tepkilerini dile getirdiler.

İstanbul

Eskişehir: “SSGSS’ye karşı genel grev-genel direniş!” Gerçekleştirilen basın açıklamasında, 14 Mart’ta SSGSS’ye karşı çıkanları yalancılıkla suçlayan AKP’nin bundan sonra Emek Platformu’yla görüşme yapmak zorunda kaldığı belirtildi ve bu görüşmelerden sonra yapılan açıklamalarda “taraflar arası büyük ölçüde mutabakat sağlandığı” belirtilerek ortada bir mutabakat olamadığı gibi tatmin edici bir açıklamada yapılmamıştır denildi. Trabzon: “Sağlık hakkımız gaspedilemez!” Sosyal Güvenlik Reformu Yasa Tasarısı görüşmelerinin hezimetle sonuçlanmasının ardından yaptığı 2 saatlik iş bırakma çağrısı Trabzon’da da düzenlenen bir eylemle protesto edildi. Eylemde okunan basın metninde SSGSS yasasının “reform” adı altında sağlık haklarımızı ve geleceğimizi gaspedeceği vurgulandı ve sömürü yasasına karşı mücadele çağrısı yapıldı. Kocaeli: “Uzlaşma yok!” “Uzlaşma yok mücadeleye devam!” diyenler Kocaeli’de de alanlara çıktılar. KESK’e bağlı sendikalardan Eğitim-Sen ağırlıklı bir katılım sağladığı eylemde Devlet Hastanesi’nden İnsan Hakları Parkı’na yüründü. Burada gerçekleştirilen basın açıklamasının ardından eylem son buldu. İzmir: “Genel grev Genel Direniş” İzmir'de Basmane Meydanı'nda biraraya gelen KESK, DİSK, TMMOB, TTB, TTB, TDB, TEB ve Herkese Sağlık Güvenli Gelecek İzmir Platformu bileşenleri Konak'taki eski Sümerbank önüne yürüdü. Eylemde "Vur vur inlesin AKP dinlesin!", "Zafer direnen emekçinin olacak!", "Susma sustukça sıra sana gelecek!", "Mezarda emekli olmayacağız!", "Gün gelecek, devran dönecek AKP halka hesap verecek!", "İşçi-memur elele genel greve!", "Genel grev-genel direniş!" sloganları coşkuyla atıldı. Antep: Yapılan açıklamada, 'Türkiye'ye verilecek kredi için yasanın çıkartılmasını şart koşan IMF heyeti ne kadar kararlıysa daha önce Cumhurbaşkanlığından ve Anayasa Mahkemesi'nden dönen bu yasayı bir kez daha meclis'e taşıyan AKP hükümeti ne kadar kararlıysa, bu alanları dolduran emekçiler onlardan bin kat daha kararlıdır. Bizler bu yasanın yürürlüğe girmesine asla izin vermeyeceğiz' denildi. Diyarbakır : Diyarbakır'da iş bırakan işçiler, Devlet Hastanesi bahçesinde kitlesel bir açıklama yaptı. Halayların çekildiği açıklamaya hastaneye gelen vatandaşlar da katılarak destek verdi. Hakkâri'de polisin kameralar önünde kolunu kırdığı 15 yaşındaki C.E'nin de fotoğrafları ile birlikte 'Hakkâri'de kırılan kol yen içinde kalmasın' yazılı dövizler dikkat çekti. Eylemde, tasarının hükümlerinin konuşulmadan uzlaşmaya varılmasının mümkün olmayacağı ifade edildi. İstanbul : “Herkese sağlık güvenli gelecek Platformu” pankartı arkasında Kadıköy Haydarpaşa Numune Hastanesi Poliklinikleri önünde buluşan ve buradan yürüyüşe geçen binlerce kişi Kadıköy İskelesi’ne inen ulaşım güzergahını ilk önce tek daha sonra çift taraflı olarak trafiğe kapattılar. Yasa tasarısı üzerinde tadilat değil geri çekme isteyen binlerce kişi “Herkese sağlık güvenli gelecek!”, “Direne direne kazanacağız!”, “Yılgınlık yok direniş var!”, “Hükümet yasanı al başına çal!”, “Yaşasın sınıf dayanışması!”, “Uzlaşma yalan mücadele devam!”, “savaşa değil eğitime bütçe!” sloganlarını attı. İstanbul Avrupa Yakası’nda gerçekleştirilen eylem kitlenin Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi önünde toplanmasıyla başladı. En önde “Sağlığımızı-emeğimizi-geleceğimizi İMF ‘vekillerine’ yedirtmeyeceğiz!” pankartı açılan eylemde sık sık “Direne direne kazanacağız!”, “Herkese eşit ücretsiz sağlık!”, “İMF uşağı hükümet istifa!” “Hükümet yasanı al başına çal!”, “Uzlaşma yok direniş var!” sloganları atıldı.

Kitle saat 13.00’da yeni gelen bileşenlerle tekrar yürüyüşe geçerek AKP İstanbul İl Örgütü binasına doğru sloganlarla yürüdü. Ankara: SES ve ATO Numune Hastanesi önünde toplanmaya başladılar. Hastane önünden yürüyüşün engellenmesi üzerine kitle, Hastaneler Caddesi’ne Numune Hastanesi’nin arkasındaki ara yoldan çıkarak Hacettepe Çocuk Acil ve İbni-Sina Hastanelerinde toplanan kitleyle birleşmeye çalıştı. İbni-Sina Hastanesi’nde hasta yakınları da eyleme destek verdiler. Bu sırada çevik kuvvetle yer yer kovalamacalar ve arbedeler yaşandı. Hastaneler Caddesi İbni-Sina Hastanesi (100 kişi) ve Hacettepe’de Çocuk (200 kişi) acil önünde toplanan kitle yolun iki ayrı şeridini trafiğe kapatarak oturma eylemi gerçekleştiler. Burada sağlık çalışanları hastane duvarlarının üzerinden atlayarak cadde üzerinde eylemi başlatmış oldular. Çevik kuvvet burada da sürekli anonslarla ve emekçilerin üzerine yürüyerek eyleme müdahale etmeye çalıştı. Ancak eylem başından itibaren kararlı ve militan bir ruh haline sahipti. YKM önüne yürünmesine izin verilmemesi üzerine emekçiler yolu trafiğe keserek sloganlarla bekleyiş başladı. Eylem 15.00’da YKM kitlesinin polis engeliyle karşılaşması ardından, barikata yüklenerek Kızılay’ı işgal etmesi haberinin gelmesiyle daha coşkulu bir atmosfere büründü. Kızılay eyleminin 16.30’da bitirilmesine kadar eylem sürdürüldü. Eylemin sonuna doğru caddenin iki şeridini ayrı ayrı trafiğe kapatan kitle birleşerek eylemi sona erdirdiler. Ayrıca Edirne, Sivas, Kırşehir, Kayseri, Şırnak, Adıyaman gibi birçok ilde de iş bırakma eylemleri gerçekleştirildi.

6 Nisan İstanbul mitinginde onbinler haykırdı: ”SSGSS’ye Geçit Yok!”

Kadıköy’de bir araya gelen 30 bin’i aşkın kişi 2008 1 Mayıs’ının provasını sergiledi. Atılan sloganlarda hükümetin istifası istenirken “Genel grev genel direniş!” çağrısı da yapıldı. Eyleme işçi ve kamu sendikalarının yanı sıra Türk-İş’in ihanetçi ve sınıf işbirlikçisi tutumuna karşı tavır alarak alanlara çıkan Türk-İş’e bağlı 11 sendika genel merkez düzeyinde destek verdi. 12 Nisan’da Türkiye genelinde bölgesel miting yapma kararı alan Eğitim Sen de Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu ile 6 Nisan mitingini birleştirerek kitlesel olarak Kadıköy mitinginde yerini aldı. DİSK’in en kitlesel katılımcısı mitinge fabrika pankartlarıyla katılan Birleşik Metal-İş Sendikası’ydı. Mitingin bir diğer anlamlı ve temel katılımcısı 1 Mayıs’ta Taksim’de olacağını duyuran ve geçtiğimiz haftalarda 1 Mayıs’ın ortak örgütlenmesi çağrısını yapan Devrimci 1 Mayıs Platformu’ydu. Platform; 1 Mayıs’ın provası niteliğindeki mitingde SSGSS karşıtı taleplerini 1 Mayıs çağrısıyla birleştirdi. Birleşik, kitlesel duruşunu SSGSS saldırısına karşı da gösterdi. Yoğun sağnak yağmura rağmen oldukça coşkulu geçen mitingde kürsüden yapılan konuşmalar boyunca; “Şalter inecek bu iş bitecek!”, “Genel grev genel direniş!”, “İMF uşağı hükümet istifa!”, “Masada değil alanda mücadele!” sloganları haykırıldı.


toplumc u m ühendi s l i k mi ma r l ı k ö ğ r e n c i l e r i g a ze t e si

15

“Kentsel Bölüşüm”ün Son Odağı:

SULUKULE DÖNÜŞÜYOR! Son dönemde adını sıkça duyduğumuz, kente dair her müdahalenin altından çıkan bir kavram: kentsel dönüşüm. Ortaya çıkışıyla kentsel rehabilitasyon, iyileştirme, güçlendirme, koruma gibi alt başlıkları barındıran kavram; günümüzde, özellikle belediyelerin “yenileme” anlayışına sıkışan bir halde karşımıza çıkıyor. Son yıllarda kentsel dönüşüm adı altında ortaya atılan projeler incelendiğinde; kentin ortasında kalmış emekçi semtlerinin, gecekondu bölgelerinin “yasallaştırma” bahanesiyle, kullanıcısıyla birlikte değiştirilmek istendiğini görüyoruz. Yine bugüne kadarki örnekler gösteriyor ki, bu değişimdönüşüm sonucu ortaya çıkan değer maliyetinin kat be kat üstünde alıcı bulduğundan; “girişimci” yeni kar alanları oluşturmak için kenti dönüştürürken, belediyeler de bu ortaklığın çıkarlarını koruyan resmi muhataplar olarak karşımıza çıkıyor. Sonuçta, tabiatı gereği dönüşümü kaçınılmaz olan kentler için asıl sorun da anlaşılıyor: Kentler ne için neye dönüşüyor? Kapitalizmin 1970’lerde girdiği krizle ortaya atılan, Türkiye’de ise 24 Ocak kararları ile hayat bulan neo-liberal politikalar; eğitim, sağlık gibi hayatın her alanında belli düzenlemeleri öngörürken, kentlerin yeniden yapılandırılması anlamında da belli dönüşümleri hedeflemektedir. “Mekân” kavramı yeniden tanımlanırken, kentler de bu tanımlamayla birlikte yapılandırılmakta, markalaştırılarak alınıp satılabilir bir metaya dönüştürülmektedir. Türkiye’de bu dönüşümü İstanbul üzerinden okuduğumuzda, 2010 yılında dünya kültür başkenti olma yolundaki kent için “İstanbul Manhattan olacak!” söylemlerinin ortaya atılması, Zaha Hadid gibi ünlü mimarlardan proje istenmesi; kentin ortasında kalmış ve oluşturulan “vizyona” uymayan gecekondu alanlarının, işçi- emekçi semtlerinin “temizlenmesi”, tüm bunları gerçekleştirmek üzere de hukuki alt yapının oluşturulması bu yönde kendini göstermektedir. Sulukule Dönüşümün Eşiğinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Belediyesi ve TOKİ işbirliğiyle Fatih'te 620 ev, bir otel, bir ticaret, kültür ve eğlence tesisini içeren Sulukule Yenileme Projesi, Kültür ve Tabiat Varlıkları Yenileme Kurulu tarafından 2007 yılı sonunda onayladı. Mahalleliden 8 Mayıs’a kadar evlerini boşaltması isteniyor. Proje hayata geçirildiğinde 1500 kişi evsiz kalmış, 5000 kişi ise yerinden edilmiş olacak. Her ne kadar Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir projenin her aşamasını mahalleliye danışarak gerçekleştirdiklerini, projenin kimseyi zarara uğratmayacağını ifade etse de, mahalle sakinleri projeyi basından öğrendiklerini, oldubittiye getirildiklerini vurguluyor. Hukuki yollara başvuran mahalleli, karşılarına çıkartılan “acele kamulaştırma” yasası ile evlerinin yasal olarak ellerinden alındığını ancak kapalı kapılar ardında zenginlere satıldığını söylüyor. Mustafa Demir ise bugüne kadar 620 hak sahibinden 400 tanesiyle protokol imzaladıklarını belirterek, “Kanun gereği bizimle gelip uzlaşmayan 220 hane sahibi artık bu projeden yararlanamayacak. Biz kendi değer tespit komisyonumuzun onların mülkiyetleri için belirlediği rayiç bedelin yüzde 20'sini bankada kendi adlarına bloke ettirip, yolumuza devam ediyoruz.” açıklamasını yapıyor. Bunun anlamı, bugüne kadar belediye ile anlaşmayan 200 hane sahibi istese de istemese de çıkartılıyor. Pazarlık yapma şansı verdiğini belirten belediye bundan sonra kendi belirledikleri miktarı zorla verip evleri zorla boşaltacağının sinyallerini veriyor. Kiracıların durumu ise belirsiz; proje kapsamında 40 km uzaklıktaki Taşoluk’ta 320 ytl. kira ile oturabileceği öngörülüyor. Ancak hâlihazırda 100– 150 ytl kira vermekte zorlanan aileler için oldukça yüksek bir maliyeti işaret eden Taşoluk sanıldığının aksine bir çözüm oluşturmuyor. Zaten belediye ile anlaşan kiracılar bir yolunu bulup maliyeti karşılayacak olsa da sonuç alamıyor, pek çok aile düzenlenen kuralarda ismi çıkmadığı için ortaya konan bu çözümden de yararlanamıyor. Sulukule’yi Savunmak Bugün pek çok sivil toplum örgütü, akademik çevreler Sulukule’yi yaşatmak, Roman kültürünün sürdürülebilirliğini sağlamak amacıyla

çalışmalar düzenliyor. Basında Sulukule’ye dönük ilgi artarken; Avrupa Birliği, UNESCO fonları kullanılarak alternatif projeler hazırlanıyor. Sulukule’nin özgün durumuna dikkat çekilerek buradaki durumun herhangi bir gecekondu yıkımından farklı olduğu vurgulanıyor. Bölgeye uzun yıllar önce yerleşen romanların tapu sahibi olması temel farklılık olarak ortaya konuyor. Oysa Sulukule barındırdığı kültürel değerleri ile öne çıkan bir bölge olsa da, açıklanan anket sonuçlarına göre kent yoksullarının yoğun olarak yaşadığı bir bölgeyi de tanımlıyor. Temel geçim kaynağını oluşturan Devriye Evleri (eğlence evleri)‘94 yılında kapatıldıktan sonra mahallelinin kayıt dışı işlerde çalıştığını, tamamının yoksulluk sınırının altında yaşadığını görüyoruz. Yenileme Projesi tam da bu sebeple, “çöküntü bölgelerini düzenlemek” amacıyla ele alınıyor. Bu anlamda girişimci ve belediyeler açısından her gün bir yenisi eklenen dönüşüm projeleri ile bir bütünlük de arz ediyor. Tüm bu verilere karşın Sulukule’nin özgün durumuna çekilen dikkat ise, kentin bütününe dönük politikaları anlamanın ve ortak mücadele zemini oluşturmanın önüne geçiyor. Başka bir açıdan, çalışmaları süren alternatif projelerde, sosyal fonlar ile mevcut kullanıcıyı koruyacak, mülkiyet ilişkilerine dokunmayacak önlemler alınmaya çalışıldığını görüyoruz. Her ne kadar hedeflenen yenileme günümüz şartlarında mümkün gözüküyorsa da; sonrası düşünüldüğünde ortaya konan çözümün alandaki rantın artmasına, kiraların ve konut bedelinin yükselmesine, böylelikle mevcut kullanıcının değişmesine sebep olacağı göz ardı ediliyor. Özetle, alternatifler arandıkça, tekil müdahalelerin çözümsüzlüğü ortaya çıkıyor. Sonuç yerine… Sulukule örneğinde olduğu gibi mülkiyet üzerinden şekillenen alternatif çözümler, somut bir karşılık üretmeyeceği gibi, bölgede yaşayan kiracıların ve sayıları artan evsizlerin barınma hakkını da açıkça gasp edecektir. Bu yüzden verilecek mücadele öncelikle, devletin herkesin barınma hakkını güvence altına alması talebi üzerinden şekillenmeli, sistemin oluşturduğu işsizlik, sosyal güvencesizlik, geleceksizlik gibi sorunlara karşı bir mücadele hattı oluşturularak her anlamda kalıcı bir çözüm arayışına gidilmelidir. Sonuç olarak Suluke’yi yaşatmak ancak sorunun kaynağı doğru anlaşıldığı oranda mümkün olacaktır.


16

t o p l u mc u mü h e n d i s l i k mimar lık öğr encileri gazetesi

Gelecek özlemi 1 Mayıs alanlarında dillendirilecek! 1 Mayıs yaklaşıyor. Bu yılın 1 Mayıs’ında her şeyden çok kapitalist sistemin sosyal saldırılarına ve emperyalist saldırganlığa karşı gelecek özlemlerimiz dile getirilecek. Sermaye ile işçi sınıfı ve emekçilerin karşı karşıya geldikleri bir gün olarak 1 Mayıs, özellikle içinden geçmekte olduğumuz süreçte apayrı bir anlam ve önem taşıyor. Sistemin artık bizlere sunabileceği bir şey kalmadı. Aksine her geçen gün sahip olduğumuz haklar ellerimizden alınıyor. Sağlıktan eğitime tüm temel haklarımız bir bir gasp ediliyor. Sistemin bir bütün olarak tüm topluma dayattığı ise bugün açıkça geleceksizliktir. Toplumun farklı kesimleri bunu farklı görünümlerde yaşıyor olsa da bizlere dönük saldırılar çoğu zaman hayatlarımızda aynı yerde kesişiyor. Bizi bekleyen gelecek(sizlik) kimi zaman karşımıza SSGSS yasa tasarısı olarak çıkıyor. Sermaye devleti bizlerin sağlık hakkına yani yaşam hakkımıza gözlerini dikmiş durumda. Diğer bir yandan bütün bir ömür boyu kölece çalışmak ve bu çalışma koşullarının sonunda ömrünü tüketmek ama asla emeğinin karşılığını alamamak… Mezarda emeklilik tabiri bu özete o kadar iyi oturuyor ki! Ve bir başka gelecek(sizlik) senaryosu... Asla ben “mühendis/mimar/plancı” oldum diyememek! Önümüze konulan esasında çıkman gereken merdivende, basamakların devamlı çoğalmasıdır. Uçsuz, bucaksız, varış noktası bilinmeyen bir merdiven... Mesleki yeterlilik ve belgelendirme ile karşımıza çıkan, kazanılmış haklarımızın ellerimizden alınmasıdır. Yaşamımızı sürdürebilme, mesleğimizi icra edebilme kaygımız üzerinden kazanılan trilyonlardır. Yetkin mühendislik saldırısıyla bir taraftan iş gücü fiyatı daha da ucuzlatılırken diğer taraftan da emperyalist tekellere yeni sömürü alanları açılmaktadır. Bu senaryolar daha da çeşitlendirilebilir, trajikomik ve hatta gerilim haline dönüşüp

Geleceğimizi ellerimize alabilmek için 1 Mayıs’ta alanlara...

sonrasında ölümle sonuçlanabilir. Ortadoğu’da süren emperyalist saldırganlık ve sermaye devletinin bu saldırganlıkta aldığı rolün artık figüranlıktan çok öte yardımcı oyuncu boyutuna ulaşması ve hatta kendi coğrafyamızda başrolü üstlenmesi... Ek olarak bu senaryoda kullanılan silahların, üniversitelerde teknoparklarda bizim ellerimizden çıkıyor olması… Dolaysız olarak bunlardan işçi ve emekçiler, gençlik yani toplumun her kesimi etkilenmektedir. Bunun faturası bizlere çıkarılmaktadır. Gerek ekonomik yönden emperyalist savaş için gereken bütçenin cüzdanlarımızdan çıkması, gerekse de bu saldırganlığa karşı oluşabilecek tepkinin önünün baskı mekanizmalarını derinleştirerek alınması. Sıra barınma hakkında! Barınma hakkımız hiçe sayılıyor. Türkiye’nin her köşesinde yıkımlar gerçekleştiriliyor. Başta gecekondu mahalleleri olmak üzere yüksek rant getirecek yerler ya yüksek duvarlı, yüksek korumalı sitelere çevriliyor ya da alışveriş merkezine dönüşüyor. Bu rant kapma yarışından tarihi, kültürel miras da payını alıyor. Söz konusu nakit para olunca, tescil belgelerinin yerini yıkılabilir raporları alıyor. Yaşamımız, bizi insan yapan değerlerimiz, yaşamımızı sürdürebilme koşullarımız, geleceğimiz ellerimizden alınıyor...

Geçtiğimiz yıl özellikle İstanbul’daki 1 Mayıs eyleminin devletin icazet alanının dışında, fiili ve meşru bir biçimde Taksim’de kutlanmış olması, işçi ve emekçilerin son dönemde eylemlilikleri ile mücadele potansiyelini ortaya koyması, bu yılki 1 Mayıs’ın önemini bir kat daha arttırıyor. İktisadi ve siyasal açıdan her gün biraz daha köşeye sıkışan, bunalımının zorlu sonuçlarıyla karşı karşıya gelen emperyalist-kapitalist sistem, bunu bizlere fatura etmeye çalışıyor. Bu faturayı reddetme, düzenin yüzüne çarpma sorumluluğunun gerektirdiği net duruş bugün işçi ve emekçiler tarafından sergileniyor. Binlerce işçi emekçi ve öğrenci SSGSS’ ye karşı gerek iş bırakarak, gerek miting alanlarında haykırarak taleplerini dillendirdiler. Güvenli bir gelecek istemlerini, zaman zaman polisin azgınca saldırısına karşı yinelediler. Bugün geleceğimiz için söz söyleme iradesini bizler de taşımalıyız. Bu irade savaşını 1 Mayıs alanlarında, bu talebi dillendiren her kesimle beraber verebilmeliyiz. Bugün sendika hakkı için, güvenli çalışma koşulları için, hak gasplarına karşı mücadele eden, fabrikalarda, tersanelerde direnen işçilerle beraber olabilmeliyiz. Onların mücadelesi bizim mücadelemizdir. Bugünümüze, geleceğimize saldıranlar bizlere köleliği dayatanlar bir ise bizim mücadelemiz de bir olabilmelidir. 1 Mayıs alanları bu ortak mücadelenin sergileneceği yerler olabilmelidir. Biz öğrencilerin de kendi payımıza düşeni fazlasıyla aldığımız saldırılar ve hak gasplarına karşı 1 Mayıs’ta güçlü bir adım atabilmeliyiz. Ve bugün artık sözümüzü söylemek kaçınılmazsa, bunu bağıra bağıra yapmak gerekiyorsa ve bize dayatılanlara karşı, geleceğimiz için iradi bir tutum almak şartsa bunu en gür bir biçimde alanlarda haykırmakla yükümlüyüz. Geleceğimize sahip çıkabilmek için 1 Mayıs’ta alanlara...

Kamu Emekçileri Bülteni Özel Sayı: 328 Nisan 2008 Fiyatı: 50 YKr (KDV dahil) Sahibi ve Sorumlu Y. İşl. Md.: Gülcan CEYRAN EKİNCİ EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. Mollaşeref Mah. Turgut Özal Cd. (Millet Cd.) 50/10 Fatih/İstanbul Tel: 0 (212) 621 74 52 Baskı: Özdemir Matbaacılık-Davutpaşa cad. Güven Sanayii Sitesi C blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel:0212-577 54 92


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.