19 Aralık 2000 Unutma

Page 1


Kızıl Dayanışma Yayınları Kitap Serisi: 10


19 ARALIK 2000 UNUTMA “HAYATA DÖNÜŞ”

KATLİAMI


Kızıl Dayanışma Yayınları 1- QILABAN KATLİAMI 2- 28 Kanunisaniyi Unutma Mustafa Suphi ve Yoldaşlarını Unutma 3- Devrimci Mücadelede Kadın 4- İşçi Sınıfı “Kürtleşmesi” ve Ulusal İstihdam Stratejisi Temel Demirer 5- Faşizme Karşı Direniş Ahmet Metin 6- Ne İçin Mücadele Ediyoruz Direniş Manifestosu 7- Faşist Devlet ve Direniş 8- Kızıl Dayanışma Haber Bülteni 12 Eylül - 31 Ekim 2014 9- Kızıl Dayanışma Haber Bülteni Kasım 2014 10- 19 Aralık 2000 Unutma “Hayata Dönüş” Katliamı


İÇİNDEKİLER Katliam devam ediyor ............................................................. 7 19 Aralık 2000 sürecine gelirken neler oldu? ............................. 7 Medyada 19 Aralık 2000 Hayata dönüş Katliamı ....................... 18 57. Hükümetin tamamı insanlık suçlusudur .............................. 19 19 Aralık 2000’de ne oldu? ..................................................... 20 19 Aralık 2000 Cezaevleri operasyonunda ölenler ..................... 21 19 Aralık katliamından günümüze ........................................... 28 19 ARALIK BİR DARBEDİR ..................................................... 30 19 Aralık katliamından sonra yaşanan hukuki süreç .................. 32 Sonuç ................................................................................... 34


DİRENİŞ DEVRİM SOSYALİZM Kızıl Dayanışma


19 ARALIK 2000 “HAYATA DÖNÜŞ” KATLİAMI Katliam Devam Ediyor! 19 Aralık 2000 hâlâ bir dönüm noktası olarak görülmemekte. 19 Aralık 2000 “Hayata Dönüş” operasyonuyla sonuçlanan olaylar dizisi bu ülkenin önemli dönemeçlerinden biridir. Yakın tarihinin toplumsal dönüşümlerin önemli dönemeçleri belirli tarihlerle anılır. 27 Mayıs Darbesi, 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül Askeri Darbesi vb. 19 Aralık’ta öyle bir dönemecin tarihidir.

19 Aralık 2000 sürecine gelirken neler oldu? ABD’nin bölgedeki çete devletlerinden olan Türkiye’de değişen şartlara göre yeni bir toplumsal şekillendirme gerekli olmuştu. Bölgede sıcak bir savaşın adımları atılıyor ve Afganistan ile Irak yeni savaş alanı olarak işlenmeye başlanmıştı. Bu süreçte müdahil güç olarak Türkiye’nin ne yapılanması ne de durumu buna müsait değildi, emperyalistlerce yeni şartlara göre tekrar dönüştürülmesi gereken bir ülkeydi. 54. Refahyol Hükümeti (Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refah Partisi ve Tansu Çiller Başkanlığındaki Doğruyol Partisi koalisyonu) 28 Şubat 1997 yılında ordunun müdahalesiyle sarsıldı ve Başbakan Erbakan, 22 Mayıs'ta TBMM grup toplantısında şu açıklamayı yaptı: "Hükümetin önünde iki seçenek vardı. Birincisi ordunun tavırlarına rest çekip hükümetten ayrılmak, ikincisi de uzlaşmayı ve iknayı denemekti. Biz uzlaşmayı seçtik". 21 Mayıs 1997 tarihinde 7


Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, "yasadışı bazı eylemlerin odağı olmaya başladığı ve bazı üyelerinin laik rejimi hedef alan girişimleri" nedeniyle Refah Partisi'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı. Başsavcı Vural Savaş dava ile ilgili yaptığı açıklamada Refah Partisi’nin "laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiğini ve ülkeyi giderek bir iç savaş ortamına sürüklediğini" belirtti. Dava devam ederken Necmettin Erbakan, başbakanlık görevini koalisyon protokolüne uygun olarak Tansu Çiller’e devretmek amacıyla 18 Haziran 1997'de Cumhurbaşkanı Demirel'e istifasını sundu. 30 Haziran 1997'de 54. hükümet son buldu. Cumhurbaşkanı Demirel ise yeni hükümeti kurma görevini mecliste çoğunluğa sahip DYP’nin genel başkanı Tansu Çiller'e değil, teamüllerin tersine ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a verdi. (ANASOL-D) Mesut Yılmaz'ın liderliğinde Anavatan Partisi, DSP ve DYP’den ayrılan bir kısım milletvekilince kurulan Demokrat Türkiye Partisi koalisyonuyla kısa ömürlü (6 ay) 55. Hükümet CHP’nin dışarıdan desteğiyle kuruldu. CHP’nin desteğini çekmesiyle devrilen hükümetin yerine bu kez ülkeyi seçimlere götürme hedefiyle DSP’nin tek başına iktidar olacağı kısa süreli (5 ay) 56. Hükümet kuruldu. 11 Ocak 1999-28 Mayıs 1999 tarihleri arasında görev yapan 56. Hükümet sürecinde PKK lideri Abdullah Öcalan 15 Şubat 1999 tarihinde ABD’nin düzenlediği komployla yakalanıp Türkiye’ye iade edildi. “Yağmacı ve fırsatçı” olma yarışı liderliğine soyunan Bülent Ecevit ülkede yükseltilen ırkçılık rüzgârının gücüne güvenerek seçimlere gitti. 57. Hükümet seçimlerden birinci parti çıkan Ecevit başkanlığındaki DSP, MHP ve ANAP koalisyonu olarak kuruldu. 28 Mayıs 1999 - 18 Kasım 2002 tarihleri arasında görev yapan 57. Hükümet bir dönemin son temsilciliğini ve son kanlı olaylarının cellâtlığını da üstlendi. 8


19 Aralık 2000 “Hayata Dönüş” katliamına gelirken yönetenler tam bir kriz sürecindeydi. Değişen dünya ve ülke şartlarının dayattığı değişim gerekliliğine ayak uyduramayan bir yönetenler ve yönetim mekanizmaları dağınıklığı vardı. Emperyalizm değişim istiyordu, dayatıyordu. Emperyalizme ayak uydurmaya çalışan işbirlikçiler ise istenen hızda değişime ayak uyduramadıkça bildikleri en iyi yola yani şiddete, baskıya, yönetilenleri daha fazla ezmeye yöneliyorlardı. Emperyalizmin istediklerini yerine getirmekte ayak sürümek değil yapacak mekanizmalara ve kadrolara sahip olamamak sistemin en temel sorununu oluşturuyordu. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın komployla yakalanarak teslim edilmesinin yarattığı milliyetçi rüzgârla edinilen kitlesel destek DSP, MHP, ANAP koalisyonunun yetkin olmayan kadroları tarafından emperyalizmin istediği oranda çıkarına kullanılamıyor ve halkın yönetilememe sorunu ortada duruyordu. Emperyalizmin değişim zorlamaları içinde darbecilik 57 Hükümetin tek seçeneği oldu. Seçimler: 57. Hükümetin iktidara gelmesine yol açan 18 Nisan 1999 Genel Seçimleri ülkedeki seçim anlayışının da değiştiği dönem oldu. Seçimler o tarihten itibaren sadece yapılan darbenin onaylanması, meşrulaştırılması adımı olarak kullanılmaya başlandı. Seçim süreçleri kapitalist ülkelerde çoğu zaman manipülasyonla ayarlanır ve yönetenler ayarlanmamış hiçbir seçime olanak vermeyecek bir yapı oluştururlar. 18 Nisan 1999 seçimleri ve ardından gelişen süreçte yapılan her seçim egemenlerin bir yönlendirme seçimi olarak gündeme geldi. Seçimlerin onay, meşrulaşma aracı haline getirilmesi ise “demokrasi olarak” dayatıldı. 18 Nisan 1999 seçimlerinin ardından kurulan DSP, ANAP, MHP koalisyon hükümeti sürecinde polisler İstanbul sokak9



larında silahlarını göstererek “Kahrolsun İnsan Hakları” sloganları atarak özlük hakları için gösteri yaptılar. Ülke genelinde şahlandırılan ırkçılık yeni alanlar bulmaya ve saldırgan tutumunu arttırmaya başladı. Tıkanan ekonomi ise bu tıkanıklıkta önemli bir rol üstlenen IMF reçeteleriyle idare edilmeye çalışılıyordu. Aynı süreçte Refah Partisi kapatıldı. Sistem tıkanan yönetim araçlarını dönüştürmenin her yolunu hızla kullanmaya başlamıştı. 19 Aralık 2000 tarihine gelirken ülkede yönetenlere sisteme muhalif olanlar ise büyük bir savaşımın içinden geçiyorlardı. 1990’lı yıllar boyunca oluşturulan gözaltında kayıplar ve faili meçhul cinayetlerle yürütülen politika varabileceği son menziline varmıştı. 3 Kasım 1996 tarihinde Susurluk’ta “kazaya” uğrayan otomobilin içinden sistemin bir kısım kirli çamaşırı ortalığa saçılmıştı. Kazanın ardından gelişen halk muhalefeti “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri ve ne Kürt hareketinin ne de sosyalist hareketlerin “kökünün” kayıplar ve faili meçhullerle “kazınamayacağının” görülmesiyle gözaltına kaybetmeler terk edilmesi gereken yöntem oldu. Ancak faili meçhul ve kayıplarla ifade edilen bu yöntem devletin kılcal damarlarına kadar sızmış bir anlayıştı bundan çıkmak ise kolay değildi. Devlet bu yöntemden çıkamamanın sancılarını yaşarken uygulanan yöntem her tür muhalif olanın mahpushanelere doldurulması oldu. 19 Aralık 2000’e gelirken mahpushaneler tıklım tıklım dolduruldu. Her tür muhalif davranış insanların içeriye tıkılması için yeterli nedendi. Devrimci örgütlenmeler bu süreçte her tür faili meçhul cinayet ve gözaltında kayıp saldırısına karşın ayakta durmanın yollarını yaratmaya çalıştılar bunda da daha önce hiç olmadığı kadar başarılı oldular. 12 Eylül faşist darbesinin 11


ardından gelişen süreçte zorla kopartılan emekçi halkla ilişkilerini yeniden oluşturmanın yollarını zorladılar ve bunda da önemli kazanımlar elde ettiler. Devlet başta Kürt halkı olmak üzere devrimcilerin, sosyalistlerin ne olursa olsun bu yöntemlerle yıkılamayacağını gördü. Diğer yandan artık faili meçhul cinayetler ve gözaltında kayıplar üstü örtülemeyecek “arada çürük elma” sayılan devlet görevlilerin yaptığı ferdi meseleler olarak gösterilemeyecek boyutlara gelmişti. Devlet artık yönetilemeyecek mekanizmalar ve araçların ağırlığı altındaydı. Yeni biçim değişikliğine zorlanması sadece dış baskının sonucu değil iç işleyişteki durumla da ilgiliydi. Emekçiler, ezilenler devrimcileri, sosyalistleri seçenekler içinde bir seçenek olarak görmeye başlıyor ve artık “üç beş gencin yaptığı işler” olarak görmüyordu. Devrimcilerin, sosyalistlerin önermeleri bir birikim oluşturuyor ve devletin yedeklediği kesimler devletten kopma emareleri gösteriyordu. 57. Hükümet kurulduğunda ilk yaptığı işlerden biri yıllardır devreye sokulmak için adım adım örülen F Tipi “Cezaevleri”ni açmakta kararlılık gösterisine girişmek oldu. Tam bir cadı avı yaratıldı ve devrimcilerle, sosyalistlerle en ufak ilişkisi olanlar bile tutuklanmaya başlandı. Kürt hareketinin yasal alandaki her unsuru cezaevine tıkılmaya çalışıldı. 1 Mayıs 1996 Kadıköy Mitingi devletin gözünün korktuğu bir mitingtir. 12 Eylül darbesinden sonra o tarihe kadar yapılmış en geniş katılımlı miting olmuş ve mitinge yönelik yapılan polis saldırılarına karşı devrimcilerin, sosyalistlerin kararlılığı devletin “önlem alması” gereken göstergeyi oluşturmuştu. Faili meçhuller ve gözaltında kayıpların hızla sürdüğü bir dönemde devrimcilerin, sosyalistlerin ve Kürtlerin bu kadar büyük kitlesel bir gösteri düzenleyebilmesi devleti harekete geçmeye zorlamıştı. Devletin korktuğu ve saldırganlıkta yeni yol ve yöntemlere girişeceği zaman ilk yaptığı çoğu zaman basını harekete 12


geçirmek olmuştur. 1 Mayıs 1996 Kadıköy mitingi ertesinde polisçe kurşunlanarak öldürülen insanların olmasına ve polisin birçok kişiyi yaralamasına rağmen basın “direktif” almışçasına 1 Mayıs Mitingi’nde elindeki sopayla lalelere vuran bir kişiyi gündeme getirmeyi tercih etmişti. Medya ondan sonraki süreçte bu tutumuna sıkıca sarılıp sisteme muhalif olanlara yönelik her tür karalama kampanyasını sürdürdü. Devlet insanları en ufak bir muhalif tutumunu gerekçe göstererek içeriye atıyor medya ise muhalif olanlara yönelik linç kampanyalarıyla hedef göstermeye devam ediyordu. Devlet ve medya iç içe bir katliamı oluşturuyorlardı. Devletten bağımsız onun dediğini yapmayan bir medyaya yaşam hakkı tanınmıyordu. Muhalif yayınların odağında olan Kürt hareketine ait veya sosyalistlere ait yayın kuruluşları ise her tür şiddet ve saldırı altında yayın yapmaya devam ediyorlardı. Devrimciler tarih boyunca her yerde hapishaneleri yaşama tutunma ve mücadelenin devam ettiği bir yer olarak değerlendirmişlerdir. Bunu sömürücü egemenlerin ve onun yanaşmalarının çoğu zaman anlaması mümkün değildir. Sömürücü sınıf ve onun yanaşmalarına göre siyaset ancak bir çıkar için yapılır ve çıkarı elde etmek için yaparken de ilk önce siyasetle uğraşan kişi sadece kendi çıkarını düşünür. Hapishaneye şu veya bu gerekçeyle girmiş kişi sömürücülere ve onların sistemini uygulayan kölelere göre uslu durmalı, sadece dışarı çıkmak için güç sahibi efendilere boyun eğmeli ve uzlaşmalıdır. Yani bir nevi teslim olmalıdır. Bu; dünya tarihinde devrimci mücadele içinde bulunanların hiç yapmadıkları bir şeydir. Sömürücü sınıf sırf bunu yapmak için hapishanedeki insanlara değişik işkence yöntemleri uygulamıştır. 19 Aralık 2000 sürecine gelirken devrimcilerce tıklım tıklım doldurulan cezaevlerinde tutsaklar kendilerine yaşama tutunacak mücadeleyi devam ettirecek olanaklar yaratmaya çalışmışlardır. Bu olanaklar ise temel olarak insani yaşam ihtiyaçları çerçevesinde bir 13


dayanışmanın oluşturulmasıdır. Birçok insan birbirleriyle dayanışma içinde hapishanenin zorlu şartlarında ayakta kalmanın yollarını her gün yeniden oluşturuyorlardır. Birbirleriyle bilgilerini paylaşmak, var olan ekonomik olanaklarını olmayanlarla paylaşmak, fikri alanda üretken olmaya çalışmak hapishanelerdeki devrimcilerin temel dayanakları olmuştur. Devrimciler hapishanelerde çürümeyi değil bilgilenmiş, üretken insanlar olmayı hedeflemişler ve kısıtlı olanaklarla bunu sağlamaya çalışmışlardır. Devlet cezaevlerine doldurduğu devrimcilerin bir türlü teslim olmayışıyla yeni saldırı yolunu denemeye girişmiştir. Devrimciler arası dayanışmayı ortadan kaldırmak ve hapishanelere doldurdukları devrimcileri tam bir yılgın, teslim olmuş, kişiliksiz insan müsveddeleri yapmak için onları tecritten başka bir anlamı olmayan F tiplerine doldurmak istemiştir. F tipleri ilk çıktığı andan itibaren tartışma konusu olmuştur. Özellikle Batı’nın “ileri ülkelerinde” de (emperyalist ülkeleri diye okuyun her zaman) bir dönem denenen ve sonuçları tam bir insan delirtme merkezi olduğu görülen F Tipleri tam bir reklam kampanyasıyla topluma duyurulmuştur. Silivri F Tipi’nde uzun süre tutuklu kalan gazeteci Tuncay Özkan başta olmak üzere televizyonlarda program yapan birçok ünlü isim F Tiplerini öven programlar yapmışlardı. Yapılan F Tipi tanıtım programlarında tam bir 5 yıldızlı otel konforu tanıtımı yapılmış ve bu kadar konforlu bir “cezaevine” karşı olanların ya deli ya da kötü insanlar olduğu aylarca işlenmişti. Aynı süreçte devrimcilerin liderlerinin tam bir şeytan olduğu da sürekli anlatıma sokulan bir propaganda aracı olmuştu. Toplumda daha önce isimlerini sadece ilgililerinin bildiği devrimci hareketlerin ileri militanları tam bir şeytan olarak sunulurken haklarında yaptıkları “kötülükleri” sıralayan propagandalar devreye sokulmuştu. Denmeye çalışılan şuydu “çok fazla insanı kandıran “kötü” kişiler var onlardan kurtulmak lazım o zaman her şey düzelir.” Bu propaganda uzun yılların işlenen propagandası 14


olarak tam gaz sürdürülmüştü. Devrimci ileri militanların nasıl lüks içinde yaşadığı yalanından, nasıl vahşi ve acımasız kişiler olduklarına kadar dinmek bilmeyen akıllara zarar iddialar medyayı işgal etmişti. F tiplerinin devletçe dayatılmasına devrimciler de yanıt olarak bunu kabul etmeyecekleri yanıtını vermişti. Tecrit ve insanlık suçu olarak dünya literatürüne girmiş olan F Tipi uygulamasının insani koşullara çekilmesi adına önerilerde bulunmuşlardı. Bu öneriler ise devletin daha da azgın saldırısına neden oldu ve basının hemen her kalemi her sayfası, her TV programcısı bu önerileri değil uydurdukları yalanlarla ortada olmayan önerileri sanki varmış gibi yaymaya başladılar. Devrimci tutsakların temel istekleri şunlardı. F Tipleri tecrit için yapıldı bunun yerine 18 – 20 kişilik odalara çevrilmeli ya da 3 er kişilik odalardan 3’ünün havalandırması aynı olsun. Tek kişilik odalar tecrittir bunlar kaldırılmalıdır. Temel istekler bunlardı. Devrimci tutsakların bu istekleri medya tarafından görülmüyor duyurulmuyordu. Ancak sosyalist basın ve çevrelerce bu istekler toplumun ulaşılan kesimlerine iletilmeye çalışılıyordu. Bu isteklerin duyurulmaya çalışılması “suç kapsamında” görülüyor ve tutsakların isteklerini duyuran anlatan herkes kovuşturmaya, saldırıya uğruyordu. Devrimci tutsakların yapabileceği tek şey kalmıştı o da açlık grevi. Hapishanelerdeki insanlar genelde bedenlerinin varlığından başka bir araçları olmayan insanlardır. Karşılaştıkları işkence, haksızlık durumlarında başvurabilecekleri yollar kısıtlıdır hele ki ülkemizde tam bir kuşatılmışlık içinde yaşanır. Yapılan her tür işkence ve haksızlık doğal bir uygulama olarak görüldüğünden işkenceye uğrayanla15


rın sesleri duyulmaz istekleri önemsenmez. Devrimci tutsaklar yapabilecekleri tek şey olan açlık grevine başlarken bunun bilincindeydiler. Her tür girişimde bulunulmuş ve son aşamada açlık grevlerine başlanmıştır. Açlık grevleri sürecinde konunun önemine uygun olarak ilerleyen günlerde ölüm oruçları da devreye girmiştir. Ölüm oruçları tıpkı açlık grevleri gibi bir gönüllü katılım eylemidir. Ancak ölüm orucuna giriyorum ben demek devrimciler açısından yeterli değildir. Ölüm orucuna yatacağım diyen kişiye durumun ciddiyeti etraflıca defalarca anlatılır ve ölüm orucunun istenen değil son çare olarak devreye girecek bir eylem olduğu bildirilir. Uzun bir düşünme ve karar verme sürecinden sonra ölüm orucuna katılmak isteyen kişi kararlılığını sürdürüyorsa ancak o zaman desteklenir. 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi’nden sonraki süreçte hapishanelerde devrimcilerin yaptıkları açlık grevleri ve ölüm oruçları bilinir bir durum olarak ortada duruyordu. Bu konuda kararlı oldukları ve sonuna kadar gittikleri daha önce defalarca kanıtlanmış bir gerçekti. Buna rağmen 19 Aralık 2000 “Hayata Dönüş” Operasyonu öncesi ölüm oruçları ve açlık grevleri hakkında medya kanalıyla tam bir karalama kampanyası açıldı. Açlık grevi yapan devrimcilerin aslında yalan söylediği gizlice yemek yediklerinden, devrimcilerin “saf olan akılsızları” kullandıkları kendilerinin açlık grevi yapmadığına kadar medya yalan bombardımanına başladı. Ölüm oruçlarının ise sadece bir blöf olduğu anlatılıyordu. Bu yönlü karanlık propaganda her tür insanlık dışı anlatımlarla sürdürüldü. Karanlık bir oyun tezgâhlanıyordu. Devletin işlemeyen mekanizmaları değiştirilip yeni bir biçim verilen devlet yapısı oluşturulmaya çalışılıyordu. Yeniden biçimlendirilmeye çalışılan devlet yapısı aynı faşist yapının geliştirilmesiydi. Bu 16


faşist yönetime karşı mücadele edenlerden kurtulmak ise devletin en önemli sorununu oluşturuyordu. Devrimciler, sosyalistler Kürt hareketi başta olmak üzere devletin yenileştirilen faşist yapılanması önünde engel olarak görülen herkes tam bir saldırı altına alındı.


MEDYADA 19 ARALIK 2000 “HAYAT DÖNÜŞ” KATLİAMIYLA İLGİLİ DEVLETİN İSTEDİĞİ HABERLERİ YAPANLAR İNSANLIK SUÇLUSU OLARAK YARGILANMALI Açlık grevleri ve ölüm oruçlarının 50. günlerinde sürekli yoğunlaştırılan saldırılarla tam bir çılgınlık hali yaratıldı. Artık her tür kural bir kenara bırakılmış vahşet uygulamalarına geçilmişti. Toplumda hapishanelerle ilgili en ufak bir ses sadece şiddetle karşılanıyor ve devletin hazırlandığı katliama toplum baskıyla hazırlanıyordu. 19 Aralık 2000 “Hayata Dönüş” Operasyonuyla ilgili medyanın insanlık suçu kapsamında değerlendirilecek haberleri bu dönemde devreye girdi. Yapılan her haber bir asparagastı. (yalan haber) Olmamış olaylar uyduruluyor ve bunlar manşetlere ve televizyon programlarına konu ediliyordu. Hapishaneler arası devrimci tutsakların telefon görüşmeleri yaptığından, devrimci tutsakların birbirlerine karşı şiddet uyguladığına, hapishanede devrimci tutsakların düzenlediği anmaların “gizlice çekilmiş” görüntülerinin yalanlarla dolu metinler eklenerek yayınlanmasına kadar ölçüsüz bir yayıncılık medyaya egemen olmuştu. Yaratılan atmosfer katliama karşı en ufak bir muhalif yaklaşımın da şiddetle karşılaşacağıydı. Medya habercilik yapmayı veya haber vermeyi unutmuş sadece katliama hazırlık yapan devletin yönlendirdiği bir araç olmuştu. Hürriyet, Milliyet ve Sabah dönemin en güçlü gazeteleri olarak katliamcılıkta insani algı sınırlarını zorlayan bir yalan habercilik yapıyor ve toplumu gelen katliama hazırlıyordu. Medya üzerinde sansür uygulaması başlatılmış her haber sansürden geçirilir olmuştu. Bu sansüre yönelik ise medyadan tek bir ses çıkmıyor durum olduğu gibi olağanlaştırılarak kabul ediliyordu. Hemen her medya aracında tek merkezden düzenlenmiş haberler yer almaya başlamıştı. 18


BÜLENT ECEVİT, HİKMET SAMİ TÜRK, SADETTİN TANTAN VE 57. HÜKÜMETİN TAMAMI İNSANLIK SUÇLUSUDUR “Teröristleri kendi Terörlerinden koruyoruz” bunu söyleyen dönemin Başbakanı ünlü sosyal demokrat Bülent Ecevit katliam yapılmasının emrini verenlerdendi. Her tür konunun uzlaşıyla çözülmesi girişimine karşı duran bir Ecevit ortada duruyordu. Politik ve insani bir yıkıntı olarak Hitler Almanyası’ndaki Nazi şeflerinden biri gibi davranıyor ve bunda da devam ediyordu. Tek düşünebildiği kendi politik geleceğinin ABD tarafından PKK lideri Abdullah Öcalan’ın kendisine teslim edildiği için parlak olduğuydu. Parlak politik kariyerini sürdürmek için yapması gereken kendisine dikte edilmiş olan katliamcılığı harfiyen yerine getirmekti ve Ecevit katliamcılıkta sınır tanımadı. Ecevit’in kabine arkadaşı olan dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ise katliamın gerekliliğini anlatmak için ortalıkta gezinen figür rolünü üstlenmişti. Dizginsiz bir acımasızlık ve yalancılıkla gerçekleri çarpıtıyor ve katliamın gerekliliğini anlatıyordu. Devrimci tutsaklarla 19 Aralık’tan birkaç gün önce görüşmeye giden arabulucu heyetine yüzsüzce “F Tiplerinin açılmasını erteliyoruz konuyu tekrar gözden geçireceğiz” diyordu. Katliamın emrini verenlerden biri olarak Hikmet Sami Türk kamuoyu oluşturmak için çabalıyor ve katliamla ilgili her tür gerçek dışı sözü söylüyordu. Tutsakların birbirlerini açlık grevine zorladığından, eğer F Tipleri olursa ne açlık grevi ne de ölüm orucuna bir tek kişinin katılmayacağına kadar her tür yalan sözü oluyordu. Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ise katliamın yapılması gerektiğini anlatıyor ve aslında açlık grevi de olmadığını bunun yalan olduğunu anlatıyordu. Devrimci 19


tutsakların her birine polislik mesleğinden dolayı tek tek düşman olan Sadettin Tantan onları katletmenin önüne çıkabilecek olası engelleri ortadan kaldırmak için İçişlerini harekete geçirip toplum üzerinde polis terörü estiriyordu.

19 ARALIK 2000’DE NE OLDU 19 Aralık 2000 “Hayata Dönüş” Operasyonu sabaha karşı başladı. Operasyonun başlamasıyla birlikte devrimci tutsaklar direnişe geçti. Direniş devletin beklediğinden daha cesaretli ve güçlüydü. Operasyona daha önce kullanılmamış silahlar da eklendi ve kimyasal silah da kullanıldı. 20 ayrı hapishaneye aynı anda başlatılan operasyon sürdükçe direnişteki devrimci tutsaklar bir insanlık destanı yazmaya başladılar. Direniş vahşete karşı insanlığın savunulmasıydı. Hapishanelere, dört duvar arasına sıkıştırılmış insanlar her tür silah saldırısı altındaydı. Tüfekler, tabancalar, gaz bombaları, kimyasal gazlar akla gelen her araç bu operasyonda tutsakları yok etmek için devreye sokuldu. Dört duvar arasında sıkışmış insanları öldürmenin yolları uygulandı. Uygulanan tüm vahşete karşı ise direnişçi tutsaklar yapabilecekleri her şeyi ortaya koymaktan çekinmediler. Arkadaşlarını öldürmeye gelenleri durdurabilmek için bir direnişçi kendini yakarak demir parmaklıklar önünde durdu. Yapılan saldırıya karşı koymak ve silahsız olduklarını göstermek için hapishane avlusunda halay çeken devrimciler kurşun yağmuru altında öldürüldü. Kimyasal silahlarla vücutları yanan arkadaşlarını kurtarmaya çalıştılar. Direniş, insanlığın vahşet karşısında nasıl elinde hiçbir şey olmadan bile yapılabileceklerin olacağının gösterildiği bir destan oldu.

20


19 Aralık 2000 Cezaevleri operasyonunda ölenler Bayrampaşa: Cengiz Çalıkoparan, Ali Ateş, Mustafa Yılmaz, Murat Ördekçi, Nilüfer Alcan, Fırat Tavuk, Aşur Korkmaz, Şefinur Tezgel, Yazgülü Güder Öztürk, Gülser Tuzcu, Seyhan Doğan, Özlem Ercan. Ümraniye: Ahmet İbili, Ercan Polat, Umut Gedik, Alp Ata Akçagöz, Rıza Poyraz, Haydar Akbaba, Muharrem Buldukoğlu. Çanakkale: Fidan Kalşen, Fahri Sarı, Sultan Sarı, İlker Babacan. Bursa: Murat Özdemir. Çankırı: İrfan Ortakçı, Hasan Güngörmez, Ali İhsan Özkan. Uşak: Berrin Bıçkılar, Yasemin Cancı. Ceyhan: Halil Önder. 21


Askerler : Nurettin Kurt (Ümraniye), Mustafa Mutlu (Çanakkale) (askerlerin operasyondaki kargaşada kendi arkadaşlarının kurşunuyla öldükleri belirlendi) 19 Aralık “Hayata Dönüş” Operasyonu ikisi yine asker kurşunuyla kargaşada vurularak ölen askerlerle birlikte 32 kişinin ölümüne neden oldu. 19 Aralık’ta başlayıp 23 Aralıkta biten “Hayata Dönüş” Operasyonu tam bir katliam yaratmıştı. Bu katliam devletin tüm kademeleriyle katıldığı bilerek istenerek yapılmış bir katliamdı. F Tiplerinin dayatılması katliamla birlikte devam etti. Devlet bu katliamla vahşette sınır tanımayacağını göstermiş ve artık devrimcilerin teslim olacağına inanmıştı. Öyle olmadı ve 19 Aralık Katliamı ardından gelişen süreçte F Tipi hapishanelerinde devam eden açlık grevi ve ölüm oruçlarına dışarıdan da destek geldi. F Tiplerindeki tecrit uygulamasına yönelik başlatılan direnişin devamı da “Hayata Dönüş”ün aslında tam bir vicdansız adlandırma olduğunu bir kez daha gösterdi. Devam eden ölüm orucu direnişinde toplam 122 kişi hayatını kaybetti. Cezaevinde ölenler 1. Cengiz Soydaş 21 Mart 2001 2. Adil Kaplan 7 Nisan 2001 3. Bülent Çoban 7 Nisan 2001 4. Fatma Ersoy 10 Nisan 2001 5. Nergis Gülmez 11 Nisan 2001 6. Tuncay Günel 11 Nisan 2001 7. Celal Alpay 12 Nisan 2001 22


8. Abdullah Bozdağ 12 Nisan 2001 9. Erol Evcil 13 Nisan 2001 10. Murat Çoban 13 Nisan 2001 11. Gürsel Akmaz 16 Nisan 2001 12. Endercan Yıldız 18 Nisan 2001 13. Sibel Sürücü 22 Nisan 2001 14. Hatice Yürekli 22 Nisan 2001 15. Sedat Karakurt 24 Nisan 2001 16. Fatma Hülya Tümgan 28 Nisan 2001 17. Hüseyin Kayacı 6 Mayıs 2001 18. Cafer Tayyar Bektaş 6 Mayıs 2001 19. Veli Güneş 16 Haziran 2001 20. Aysun Bozdoğan 26 Haziran 2001 21. Gökhan Özocak 4 Temmuz 2001 22. Ali Koç 8 Temmuz 2001 23. Muharrem Horuz 2 Ağustos 2001 24. Ali Ekber Barış 18 Ekim 2001 25. Tülay Korkmaz 19 Kasım 2001 26. Ali Çamyar 2 Ocak 2002 23


27. Zeynel Karataş 5 Ocak 2002 28. Yusuf Kutlu 8 Mart 2002 29. Yeter Güzel 10 Mart 2002 30. Doğan Tokmak 15 Mart 2002 31. Meryem Altun 31 Mart 2002 32. Okan Külekçi 22 Mayıs 2002 33. Semra Başyiğit 29 Temmuz 2002 34. Fatma Bilgin 10 Ağustos 2002 35. Melek Birsen Hoşver 22 Ağustos 2002 36. Gülnihal Yılmaz 24 Ağustos 2002 37. Fatma Tokay Köse 31 Ağustos 2002 38. Hamide Öztürk 10 Eylül 2002 39. Serdar Karabulut 8 Kasım 2002 40. İmdat Bulut 19 Kasım 2002 41. Zeliha Ertürk, 30 Kasım 2002 42. Feridun Yücel Batu, 1 Aralık 2002 43. Berkan Abatay 20 Aralık 2002 44. Özlem Türk 11 Ocak 2003 45. Yusuf Aracı 26 Mart 2003 24


46. Ümit Günger, 31 Mart 2004 47. Selma Kubat 1 Mayıs 2004 48. Selami Kurnaz 12 Ağustos 2004 Ölüm orucunu destekleyen tutuklu yakınlarından ölenler 1. Gülsüman Ada Dönmez 9 Nisan 2001 2. Canan Kulaksız 15 Nisan 2001 3. Şenay Hanoğlu 22 Nisan 2001 4. Erdoğan Güler 24 Nisan 2001 5. Zehra Kulaksız 29 Haziran 2001 6. Hülya Şimşek 31 Ağustos 2001 7. Özlem Durakcan 28 Eylül 2001 Tahliye olduktan sonra ölüm orucunu sürdürürken ölenler 1. Uğur Türkmen 27 Mayıs 2001 2. Sevgi Erdoğan 14 Temmuz 2001 3. Osman Osmanağaoğlu 14 Ağustos 2001 4. Gülay Kavak 7 Eylül 2001 5. Ümüş Şahingöz 14 Eylül 2001 6. Abdülbari Yusufoğlu 20 Eylül 2001 7. Ali Rıza Demir 27 Eylül 2001 25


8. Ayşe Baştimur 28 Eylül 2001 9. Zeynep Arıkan Gülbağ 27 Eylül 2001 10. Lale Çolak 8 Ocak 2002 11. Tuncay Yıldırım 21 Mart 2002 12. Feride Harman 15 Aralık 2002 Kendini yakanlar 1. Kazım Gülbağ 25 Nisan 2001 Almanya'da 2. İbrahim Erler 18 Eylül 2001 3. Eyüp Savur 7 Kasım 2001 4. Nail Çavuş 7 Kasım 2001 5. Muharrem Çetinkaya 12 Kasım 2001 6. Muharrem Karademir 28 Şubat 2004 (ölüm orucunda kendini yaktı) 7. Günay Öğrener 2 Mart 2004 (ölüm orucunda kendini yaktı) 8. Ümit Günger 31 Mart 2004 (ölüm orucunda kendini yaktı) 9. Hüseyin Çukurluöz 23 Haziran 2004 (ölüm orucunda kendini yaktı) 10. Bekir Baturu 23 Haziran 2004 (ölüm orucunda kendini yaktı) 26


Tedavi sırasında ölen 1. Mustafa Coşkun 3 Ekim 2001 (Kanser tedavisi sırasında yanlış sonda takılması sonucunda öldü) Saldırılar sonucu ölen 1. Cafer Dereli 9 Aralık 2000 (Hollanda'da destek ölüm oruççusu. Faşistler tarafından öldürüldüğü iddiası...) İntihar saldırısı sonucu ölenler 1. Gültekin Koç 3 Ocak 2001 2. Naci Canan Tuncer 3 Ocak 2001 (polis) 3. Uğur Bülbül 10 Eylül 2001 4. Tuncay Karataş 10 Eylül 2001 (polis) 5. Halil İbrahim Doğan 10 Eylül 2001 (polis) 6. Amanda Rigg 10 Eylül 2001 (turist) 5 Kasım 2001 Küçükarmutlu müdahalesi sırasında ölenler 1. Arzu Güler (Destek ölüm oruççusu) 2. Sultan Yıldız (Refakatçi) 3. Bülent Durga (Refakatçi) 4. Barış Kaş (Refakatçi) Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Ekim 2004 İnsan Hakları raporundan derlenmiştir.

27


19 ARALIK KATLİAMINDAN GÜNÜMÜZE 19 Aralık katliamı, bu katliama yönelik devletin toplumda oluşturduğu baskı sonucu hala toplumda kaçınılması gereken, görülmemesi gereken bir “suç” hali olarak algılanmakta. 19 Aralık Katliamı ve devam eden süreçle ilgili yıllardır devam eden bir medya sansürü bulunmaktadır. Bu konu medyanın gündemine arada bir girse de hala medyanın uzak durmak için özel çaba saf ettiği bir konudur. Toplumsal algıda 19 Aralık Katliamıyla ilgilenmek bu konuya bakmak bir “suç” oluşturur kaygısıyla yaklaşılırken aynı zamanda bu konu hakkında bilgi veren her haber ve yaklaşım da hala bir “suç” durumu gibi algılanmaya devam etmektedir. 19 Aralık katliamında ne oldu, niye olduğu yönlü bir araştırma ve soruşturma hala yapılmamış ve hala da yapmamakta ısrarcı olan bir anlayış egemendir. Toplumlar yaşadığı katliamlarla kirlenirler, o toplum bu katliamlarla yüzleşmediği sürece kuşaktan kuşağa aktarılan bir yozlaşma ve çürümeyi de yaşamak zorunda kalır. Bu ülke bu anlamda yozlaşmayı çürümeyi yaşamakta ve bunu taşımaya devam etmektedir. Bu çürüme ve yozlaşmayı körükleyen destekleyen bir devlet mekanizması baskın olarak sürmektedir. Medya 19 Aralık Katliamı’ndaki tutumundan dolayı insanlık suçlusudur. O dönemde yaptıklarının yanında o günden günümüze bu konuda ne bir özeleştiri ne de bir çalışma yapmadığı için insanlık suçlusu olarak yargılanmayı hak etmektedir. Belirli kurumlar toplumlar dönüştüğü zaman insanlık suçlusu olarak tanımlanır ve ilan edilirler 19 Aralık Katliamı’nda aktif rol oynayan medyanın belli başlı kurumları içinde yer alan insanların insanlık suçlusu olarak anılmalarının yanında kurum olarak da insanlık suçlusu ilan edilmeye adaylardır. Anlı şanlı gazeteler basın kuruluşları toplumsal bir dönüşümün ardından insanlık suçu işleyen kurumlar olarak anılmayı hak etmektedirler. 28


57. Hükümette yer alan herkes insanlık suçlusu olmaya devam etmektedirler. Bu insanlık suçlularının ünlenmişleri ise toplumun önünde yaptıkları katliamı artık eskisi kadar ateşli savunamamakla birlikte hala devletin devam eden katliamcı, baskıcı yapısına sığınarak katliamcılıklarını kısık sesle de olsa savunmaya devam etmektedirler. 19 Aralık Katliamına emir vererek, emir alarak veya görev gereği katılmış herkes insanlık suçlusudur. Tıpkı Nazi Almanyası’ndaki toplama kamplarında görev alan herkesin yargılandığı gibi insanlık suçlusu olarak yargılanmalıdırlar. Yargılanmalıdırlar ki toplumsal insani çürümenin, yozlaşmanın önüne geçilebilsin ve katliamcıların da verdikleri hesap sonucu vicdanları rahat etsin.

29


19 ARALIK BİR DARBEDİR 19 Aralık Katliamı sitemin devlet yapısını dönüştürmek için uyguladığı bir darbedir. Bu darbeyi düzenleyenlerin o dönemde hazırladıkları AKP kadroları 19 Aralık Katliamı Darbesi’nden çıkar elde etmiş kesimlerdendir. 19 Aralık Katliamına fiilen katılmış kişilerin de içinde yer aldığı AKP o dönemden günümüze uygulanan katliamcı politikaların ve ölümlerin de sorumlularındandır. Darbe eskimiş köhneleşmiş devlet mekanizmasını, faşizmi yeni döneme uydurmak için yapılmıştır. Devletin hemen her kurumu tam bir yıkıntı haline gelmiş ve bundan kurtulup yenilenmiş bir faşizm yaratmanın adımında 19 Aralık Katliamı basamak oluşturmuştur. Katliamlarla yürüme alışkanlığında olan bir egemen yapı vardır ve bu egemenler devlet yapısını yeni döneme uygun hale getirmek ve eski “ayak bağı” olan ilişki ve anlayışlardan kurtulmak için devrimcilerin kanını dökmüştür. 19 Aralık Katliamı devletin yeni tarzda yapılanmasına geçerken buna karşı çıkabilecek herkese bir gözdağı eylemidir de. 1990’lı yıllar içinde oluşturulan faili meçhul cinayetler ve gözaltında kayıplar uygulamasının artık açıkça devlet tarafından yapılacağının ilanıdır. Egemen işbirlikçi burjuvazi ordudan, polise, yerel yönetimden, yargıya, eğitime, yurt dışı politikaya kadar yeni bir yola girmenin adımını 19 Aralık Katliamıyla ilan etmiştir. 19 Aralık 2000 katliamı yaşanırken devletin yeni anlayışını taşıyacak olan kadrolarda buna hazırlanmaktaydı. 20 Cezaevinde 30 devrimci öldürülürken Fazilet Partisi içinde ihanetler yaşanıyordu. Uzun yıllardır siyasi var oluşlarını borçlu oldukları Necmettin Erbakan ve “Milli Görüş” çizgisine karşı Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent 30


Arınç liderliğinde bir ihanet tezgâhlanıyordu. Kapalı kapılar ardında alınan “yurtdışı” talimatlara uygun olarak oluşturulan ihanet grubuyla yeni bir parti ( AKP ) inşa ediliyordu. AKP 19 Aralık Katliamı’nın ürünü bir parti olarak piyasaya sürülmeye hazırlanıyor ve bu sürece karşı çıkabileceklere 19 Aralık Katliamında uygulanan vahşetle gözdağı veriliyordu. 19 Aralık 2000 Katliamı yakın tarihte dönüşümün dönüm noktasıdır. Bu katliamın ardından giderek farklılaşan toplumsal bir yapıyı oluşturmak için adımlar atılıyordu. Katliamın hemen ardından başlayan 2001 Ekonomik Krizi de bu sürecin parçası olarak devreye sokulmuş ve katledilen devrimcilerin kanlarıyla kutsanmış emperyalizmin emirlerinin dikte ettiricisi Kemal Derviş hükümetin hemen her adımının uygulatıcısı olmuştu. 19 Aralık Katliamı bir darbenin adı olarak ortada dururken bu darbeye karşı direncin de adı olmuştur. 12 Eylül Faşist Askeri Darbesi’ne karşı mücadele edenlerin kısıtlılığı ve devrimci hareketlerin geriye çekilişlerindeki dağınıklığın ardından 19 Aralık Darbesi karşısındaki devrimcilerin fedakâr duruşu önemli bir gelişmedir. Devlet 19 Aralık katliamıyla yaptığı darbeyle nasıl faşist yapısını yenilemenin yoluna çıkmışsa devrimciler de yeni mücadele biçimlerine geçmenin yoluna çıkmışlardır. Bu daha çok devletin saldırılarına karşı bir reaksiyon biçiminde olsa da devrimci damar bu ülkede hiçbir zaman yok edilemeyecek kadar güçlü olduğunu 19 Aralık Katliam sürecinde ve sonrasında kanıtlamıştır.

31


19 ARALIK KATLİAMI’NDAN SONRA YAŞANAN HUKUKİ SÜREÇ 19 Aralık katliamı devletin bizzat kendi eliyle her kurumunun içinde olduğu bir eylemdi. Bu katliamı oluşturanlar katliamı savunmaya o günden bu yana sürdürmektedirler. Medya devletin medyası olmaya devam etmekte ve 19 Aralık Katliamı’yla ilgili hemen hiçbir gelişmeyi görmemekte ısrar etmektedir. Devlet bu katliamda rol alan tek tek kişiler olmak üzere katliamda aktif rol alan her kurumu korumaya devam etmektedir. On yıl sonra açılabilen 19 Aralık Katliamı Davası’nda devletin sapır sapır dökülen anlayışı sürekli ortaya çıkmasına rağmen katliamda rol alanlar yargı karşısına bir türlü çıkarılmamaktadır. Katliamda rol alanların yargılama aşamasında bir çete gibi çalıştığı ise ancak sızan belgeler vasıtasıyla olabilmektedir. Altında bulunan imzaların sahte olduğu operasyon emir belgeleri vaka-i adiye hale gelmiştir. Kimyasal silah kullanıldığı hayatta kalan katliam mağdurlarının sağlık durumlarıyla her gün kanıtlanmasına rağmen bu konuda yargının harekete geçmesi mümkün olmamaktadır. Ya da cezaevinde o dönem gardiyanlık yapan yedi yıldır infaz ve koruma memuru olarak Ümraniye E Tipi Cezaevi'nde çalışan Yıldız Ercan'ın istifa mektubu, Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde jandarmaların yargılandığı dava dosyaya girince ancak açığa çıkabiliyordu. Ercan, 14 Mart 2001 tarihli Adli Yargı Adalet Komisyonu Başkanlığı'na yazdığı dilekçede, istifa nedenini şöyle anlatıyor: "1995 yılında göreve başladığımdan bugüne kadar cezaevlerinde özellikle siyasi tutuklu ve hükümlüler üzerinde oynanan oyunlara, işkence ve katliamlara tanık oldum. 32


Bunları ifade edememekten dolayı insanlığımdan utandım. Özellikle 2000 yılında F tipi cezaevi uygulamalarının hayata geçirilmek istenmesiyle yapılan operasyonlar, devletin en kanlı, vahşi ve katliamcı yüzünü ortaya koymuştur. Adalet Bakanlığı'na bağlı Adli Yargı Adalet Komisyonu bünyesinde çalışan bir personel olarak ben ne bu katliamlara göz yumarak sizlerle ortak olmak istiyorum ne de bütün tepkilere rağmen zorla hayata geçirilen F tipi cezaevlerinin (tabutlukların) bir parçası olmak istiyorum. Her şeye rağmen ölüm orucundaki insanların ölümlerine gösterilen duyarsızlığı da anlamakta, kavramakta zorlanıyorum. Duyarlı bir insan olarak burada daha fazla barınamayacağımdan dolayı yedi yıldır yürütmekte olduğum infaz ve koruma memurluğu görevimden istifa ediyorum." Katliam sırasında gardiyan olarak görevli olan bir kişinin yaşadığı travmanın ardından istifa edişinde anlatmaya çalıştığının bile bir yargılamada suçluların, suçlarının delillendirilmesinde ki önemi yargılamada sadece görmezden gelinen bir ayrıntı haline dönüştürülmektedir. Katliam davası yargılanan bir grup rütbesiz askerle sürerken katliam mağdurlarının ısrarlı olarak katliamın emir verici sanıklarının da yargılanması istekleri sürmektedir. “Hayata Dönüş” olarak topluma duyurulan katliam operasyonunun aslında katliamı düzenleyenler arasındaki isminin “Tufan” olduğu yargılamalarda ortaya çıkan belgelerden öğrenilmiştir. “Tufan” adıyla yapılan katliam operasyonun belgelenmesi ise her zaman ki gibi sahte ve yalan belgelerle iç içe geçmiştir. Ortaya çıkan, çıkarılabilen her belge bir hukuk skandalı olmaya devam etmektedir. Tüm toplumun gözü önünde yapılan bir katliam ortada durmaktadır. Devlet süren davada istediği kadar sahte belgeler üreterek davayı sabote etmeye çalışsa da bu davanın vahameti her tür politik, hukuksal oyunu boşa çıkaracak 33


kadar açıkça ortada durmaktadır. 19 Aralık katliamının sanıkları dönemin 57. Hükümeti’nde yer alanlardan başlayarak o dönemde görevli olan asker polis tüm kurumsal yapıdır. Bu kurumlar hiyerarşik yapılanmasından ötürü baştan aşağıya katliamdan sorumlu sanıktır. Medya ise başta Hürriyet, Sabah, Milliyet gazeteleri olmak üzere insanlık suçlusu olarak yargılanmaya dâhil edilmelidir. Medyanın bu katliamdaki rolü açığa çıkmadıkça sadece devletin saldırgan gücü olmaktan başka bir işleve sahip olamayacaktır.

SONUÇ 19 Aralık Katliamı bir darbenin adı olarak ortada durmaktadır. Bu darbede ilk olaylarda 30 devrimci öldürülmüş aynı şekilde katliam operasyonuna katılan 2 askerde yine asker kurşunlarıyla hayatını kaybetmiştir. 23 Aralık’ta tamamlanan bu katliam ilk adımının ardından gelişen süreçte ise toplam 122 insan yaşamını yitirmiştir. 19 Aralık katliamı başlayan ama bitmeyen bir katliam olarak devam etmekte ve F Tipi cezaevlerinde işkence, insanlık dışı muamele devam ederek yeni ölümlere neden olmaktadır. F Tipi cezaevleri yeniden ele alınıp işkencenin, insanlık dışı muamelelerin önüne geçilmedikçe de 19 Aralık 2000 tarihinde başlayan katliam tamamlanmıştır, bitmiştir denemez. 19 Aralık Katliamıyla devlet, faşist yapısını kendisine emperyalist efendilerince dayatıldığı gibi yenilemeye çalışmanın darbesini yapmış ve bu darbe yeni biçimler kazanarak devam etmektedir. AKP bu kanlı darbenin çıkar sağlamış kurumlarından biridir. Cinayetlerde, “bu cinayetten kimin çıkarı var” temel sorusuna verilen yanıtın baş sırasında AKP ve kadroları vardır. Kanlı bir darbenin sakat çocuğu olarak AKP kanlı yola devam etmiş ve hala kanlı bir yol izlemeye devam etmektedir. 34


Devletin her kurumu 19 Aralık Katliamı’nda sanık konumundadır bundan insanlık adına kaçınılmaz bir sonuç çıkmakta ve tıpkı Nazilere uygulanan insanlık suçu mahkemeleri bunlar için de uygulanmayı beklemektedir. 19 Aralık Katliamı devrimci sosyalist hareketler için bir yeniden doğuş ve yenilenme vesilesi değildir ancak bir gösterge olarak 19 Aralık Katliamı, 12 Eylül süreci ardından devrimcilerin sosyalistlerin halk nezdinde oluşan “mücadeleyi terk ettiler” anlayışını kıran bir durum yaratmıştır. 19 Aralık Katliamı sürecinde ve ardından gelen süreçte devrimci sosyalizm daha güçlü anlayış ve kavrayışla donanmıştır. Katliamın üzerinden geçen 14 yıllık sürecin ardından devrimcilerin, sosyalistlerin fiziki yetersizlikleri olanaksızlıkları sadece teknik bir konu olma durumundadır. Önümüzdeki dönemde emekçilerin, ezilen halk kesimlerinin devrimci sosyalizme hızlıca katılması ve onunla birlikte hareket etmesi hiç olmadığı kadar olası duruma gelmiştir. Emekçiler ve ezilen kesimler devrimci sosyalizme bu ülke tarihindeki en yakın olma halindedir. Daha güçlü ve hesap sorma gücüne kavuşmaya yakın bir devrimci sosyalizm önümüzdeki dönemin gerçeğidir. Bu gerçek 19 Aralık Katliam sanıklarının insanlık suçlusu olarak yargılanmasının da en önemli adımı olacaktır….

35


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.