Fasist Devlet ve Direnis

Page 1


Kızıl Dayanışma Yayınları Kitap Serisi: 7


Faşist Devlet ve Direniş


Kızıl Dayanışma Yayınları 1- QILABAN KATLİAMI 2- 28 Kanunisaniyi Unutma Mustafa Suphi ve Yoldaşlarını Unutma 3- Devrimci Mücadelede Kadın 4- İşçi Sınıfı “Kürtleşmesi” ve Ulusal İstihdam Stratejisi Temel Demirer 5- Faşizme Karşı Direniş Ahmet Metin 6- Ne İçin Mücadele Ediyoruz Direniş Manifestosu 7- Faşist Devlet ve Direniş


İÇİNDEKİLER Faşizm Nedir .......................................................................... 7 Faşizmin Dönüşümü ve Girdiği Çeşitli Biçimler .......................... 11 Türkiye ve Faşizm .................................................................. 13 Türkiye’de Aslında Her Zaman Tek Parti İktidarı Vardır .............. 19 Faşizm Keyfi Yönetim ve Kuralsızlıktır ...................................... 21 Türkiye Faşizminin Temel Özellikleri ........................................ 23 HÜDA-PAR, MHP, BBP ve Diğer Sivil Faşist Çeteler .................... 35 Devletin kanatları altında oluşturulan Hizbul-Kontra’dan HÜDA-PAR’a ............................................... 36 MHP – BBP ve Diğer Sivil Faşist Çeteler ................................... 40 Faşizme Karşı Direniş ............................................................. 43


DİRENİŞ DEVRİM SOSYALİZM Kızıl Dayanışma


FAŞİZM NEDİR? 20. Yüzyıl başında kapitalizm emperyalizme dönüşürken egemenlik araçlarından olan devletin de biçimini dönüştürme yoluna girmişti. Kapitalizmin egemenlik araçlarından devlet mekanizması, en temel egemenlik gücünü oluşturmaktadır. O yüzden devlet mekanizmasının işleme biçimi her sömürülü sistem için olduğu gibi kapitalizm için de varlık yokluk nedeni sayılacak önemdedir. Sistemlerin kendilerini var etme ve hayatiyetini sürdürme aracı olarak devlet bir şiddet mekanizmasıdır. Gücü olanın ele geçirdiği ve şekil verdiği mekanizma olarak devlet, gücü olan sınıfın diğer sınıflar üzerinde kullandığı şiddeti örgütleme aracıdır. Kapitalizmin devresel krizler içinde var oluşu onun sürekli olarak yönetim biçiminde “köklü” sayılabilecek değişiklikler yapmasını zorunlu kılar. Köklü değişikliklerin en temel nedeni kapitalistlerin egemenliklerini sürdürme zorunluluklarıdır. Kapitalizmin tanımlanmış temel kuralı üretim araçları özel mülkiyetini elinde tutan burjuvazinin emek sömürüsü ve artı-değere el koymasıdır. Kapitalizmin var oluşunun mihenk taşı budur. Her yöntemi bu temel üzerinde gelişir ve buna yönelik işler. Egemenlik aracı olarak devlet de kapitalizm için artı-değere el koymakta kullanılan araçlardan birisidir. 1. Dünya Savaşı ertesinde insanlığın yeni bir dünya özleminin ifadesi olan sosyalizmin uygulanmaya başlanan bir modeli olarak Sovyetlerin ortaya çıkmasıyla kapitalizmin işleyişinde yeni yöntemlere baş vurması kaçınılmaz olmuştur. Sosyalizm, kapitalizmin ölüm işaretçisidir. Özel mülkiyet adı altında yürütülen talan ve yağmaya karşı insanlığın eşit ve özgür gelişiminin ifadesidir. İnsanlığa yaşamak için zorunlu olduğu ihtiyaçlarını karşılamanın tek biçimi olarak kölelik koşullarını dayatan kapitalizme karşı sosyalizm, yaşamsal ihtiyaçların herkese sağlanmasını ve bunlar için kö7


leleşmeyi reddeden duruşuyla, kapitalizmin insanlığı köleleştiren sistemine karşı umut olmuştur. Kapitalizmin içinden çıktığı feodalizme karşı geliştirdiği “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” ideali emperyalizmle birlikte sadece emekçileri, halkları kandırmaya yarayan içi boş özlü söz haline gelmiştir. Kapitalizm, emperyalistleşmesiyle birlikte insanlığa ya köleleşeceksin ya da yok olacaksın dayatmasından başka bir şey sunamayacak aşamaya geçmiştir. Kendi var oluşunu sürdürmek için daha önce ideal olarak savunduğu her şeye karşıt olan yeni yöntemler devreye sokmuştur. Bu yöntemler kapitalizmin “bilinçli” tercihi değildir, aksine mecburiyetidir. Kapitalizmin var oluşunu sürdürmek için mecburi gördüğü yönetim biçimleri onun işleyişine uygun oluşur. Onun kendi var oluşuna uygun oluşturmaya çalıştığı yönetimler ve yöntemler ancak kapitalizmin işleyişinden zarar gören geniş kesimlerin hareketleri ve mücadeleleriyle kısıtlanabilir. Sınıflı toplumlar tarihi, bir mücadeleler tarihidir. Mücadele tarihi ise her gün yaşanan çatışmalarla belirlenen bir yol izler. Kapitalizm kendi var oluşuna en uygun yönetim ve yöntemleri nasıl her gün farklı biçimlerle uygulamaya çalışırsa ona karşı olanlar da aynı şekilde her gün buna karşı mücadele ederler. Günlük mücadeleler içinde kapitalizm ve karşıtlarının güç birikimleri de toplumlar tarihinde dönüm noktası olacak olayları ve sonuçları belirler. Faşizm, kapitalizmin yönetim biçimi olarak toplumların dönüm noktalarındandır. Daha önceki yönetim biçimiyle toplumu istediği biçimde idare edemeyeceğini gören, düşünen, karar veren ve bunu mecburiyet olarak gören burjuvazinin başvurduğu bir devlet biçimidir. Toplumların faşizmi istemesi değil egemenlerin faşizmi dayatması ve buna uygun çalışmalar yapması sonucu devlet biçimi faşistleşir. “Çok iyi bilinmelidir ki faşizm yerel ya da geçici 8


bir olgu değildir. Faşizm, emperyalizm ve toplumsal devrim döneminde, kapitalist burjuvazi ve diktatörlüğünün sınıf hakimiyeti sistemidir.” (Dimitrov s.57) Faşizmi sadece belirgin bir ulusa, bölgeye has bir durum olarak görmek yanlıştır. Faşizm kapitalizmin mecburi sonuçlarından birisidir. Faşizm, kapitalizmin egemenliğini sürdürebilme araçlarından birisidir. Kapitalizmin, emperyalizm aşamasına geçişiyle birlikte daha farklı egemenlik araçlarına ihtiyaç duydu. Bu egemenlik araçları dönüşümünde emekçileri yönetmek ve baskı altında tutup özel mülkiyetçi temel yapısını sürdürebilmek için devlet yapısını da daha farklı bir biçime dönüştürmek zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı. Kapitalizmin tekelci sermayeye dönüşerek kendi iç işleyişinde köklü dönüşüme zorunlu olması sonucu, gücün daha az elde toplanması onun daha farklı egemenlik araçlarına ihtiyaç duymasını da zorunlu kılmıştır. Tekelci sermayenin egemenlik araçlarından devlet mekanizması da bu köklü dönüşümden nasibini almış ve kapitalizmin kendisini yıkılma riski altında gördüğü yerlerde devlet biçimi faşizme dönüştürülmeye çalışılmıştır. Tekelci sermayenin iç çelişkileri ve kendini var etme zorbalığı onun daha farklı yöntemlere sarılmasının yolunu açmış ve “faşizm finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlüğü olarak” (Dimitrov s.134) tarih sahnesindeki yerini almıştır. İtalya’da Mussolini liderliğindeki Faşist Parti, Almanya’da Hitler liderliğindeki Nazi Partisi faşizmin devlet biçimi haline dönüştürülmesinin en belirgin örnekleridir. 1920’ler dünyasında palazlanan ve devlet biçimini dönüştürmek için alt yapısını oluşturan faşizm 1930’ların dünyasında bir çok ülkede devlet biçimi haline gelmiştir. İtalya, Almanya, Japonya, Romanya, Bulgaristan, İspanya, Portekiz, Macaristan, Avusturya, Türkiye 1930’lu yıllarda faşizmin devlet biçimi olarak egemenlik kazandığı belli başlı ülkelerdir. 9


10


FAŞİZMİN DÖNÜŞÜMÜ VE GİRDİĞİ ÇEŞİTLİ BİÇİMLER Faşizm tarih sahnesine ilk çıktığı İtalya’da iktidara geçtiği 1922 yılından günümüze kadar dünyanın her yerinde farklı biçim ve farklı yöntemlerle oluştu. “Faşizmin hiç bir genel tarifi -doğru olsa bile- değişik aşamalardaki bütün ülkelerde gelişiminin ve faşist diktatörlüklerin çeşitli biçimlerinin özel niteliklerinin incelenmesi gereğini ortadan kaldırmaz. Her ülkenin kendi ulusal özelliklerini, faşizmin özel ulusal niteliklerini incelemek, irdelemek ve ortaya koymak ve buna göre faşizme karşı etkili mücadele yöntem ve biçimleri bulmak zorunludur.” (Dimitrov s223) Faşizmi sadece bazı özelliklere göre değerlendirmek ve o özellikler yoksa faşizm yoktur veya vardır demek, faşizmin bir devlet biçimi olarak var oluşunu ve emperyalizmin egemenlik araçlarından biri olarak faşizmi anlamamak demektir. Tarih sahnesine ilk çıktığı günden bu yana geçen yaklaşık 90 yıllık süreçte emperyalizmin faşizme başvuruş ve onu egemenlik aracı olarak kullanışındaki biçimler çok çeşitlidir. “Burjuvazinin tek çıkar yolu kitleleri faşizm ile zaptetmektir. Faşizm, burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşamasıdır. Bütün burjuva devletleri eninde sonunda ya bir hükümet darbesi ile ya da "barışçı" bir yolla, ya da gaddarca ya da tatlı sert bir biçimde faşizme geçer; geçiş yöntemleri önemli değildir ve belirli bir ülkenin özel şartlarına, toplumsal yapısına, politik güçler ve sınıflar arasındaki dengeye bağlıdır.” (Dimitrov s.57) Faşizmin belirgin temel özelliği tekelci sermayenin egemenlik savaşında kendi iç çelişkilerini ve emekçileri yönetme aracı olarak en gerici en saldırgan özelliklere ihtiyaç duyması ve buna uygun yapılanmasıdır. Burjuvazi var oluş koşulları gereği kendi sınıfı içinde barışı hiçbir zaman sağlayamaz. Kendi sınıf kardeşleri değil kendi 11


sınıfının içinde “rekabet” edeceği rakipleri vardır. Burjuvazinin sınıf olarak ortak hareket imkanı her zaman sınıf karşıtlarının durumuyla ilgilidir. Burjuvazinin egemenliğini sarsacak onun sınıf olarak var oluşunu tehdit eden her girişim burjuvazinin iç çelişkilerini geri plana itmesinin temel gerekçesidir. O yüzden kapitalist toplumlarda ve özellikle faşist devletlerde sıkça “bu zor dönemler”, “birlik beraberlik gereken günler”, “iç düşman ve dış düşmana karşı ortak hareket etmek”, “vatan söz konusuysa gerisi teferruattır” vb tarzında politik dayatmalar bitmeyen bir olağanlaştırılmış haldir. Sürekli olarak “bir tehlike içinde zor günlerden geçme” durumu topluma dayatılır. Bu burjuvazinin emekçiler üzerindeki baskı aracı olduğu gibi kendi iç çelişkilerini de bastırma yoludur. Burjuvazinin tekelci kesimi kendi çevresinde kurduğu asalak takımıyla topluma kendi anlayışını ve dünya görüşünü tek doğru olarak dayatıp bunu da devlet gücünü elinde tutmanın üstünlüğüne dayanarak şiddetle uygular. Faşizm tekelci sermayenin iç çelişkilerini aşmak ve egemenliğini sürdürmekte eline keyfi her olanağı sunan bir siyasi yönetim biçimidir.

12


TÜRKİYE VE FAŞİZM Türkiye, Osmanlı’nın artığı denerek oluşturulmuş bir devlet halinde tarih sahnesine çıktığında nasıl bir üst yapı kurumu oluştulacağı tartışma götürmeyecek biçimde emperyalistlerce belirlenmişti. Emperyalist devletlere karşı tek bir kurşun atmadan anti-emperyalist savaş yaptığı yalanıyla var olan Ankara hükümeti, Osmanlı Hükümeti’nin uzantısı olarak oluşturulmuştu. İngiltere’nin uydu devleti yeni kurulmuş olan Yunanistan ve Doğu’da da Ermenilerle kısmi bir savaşa tutuşan Ankara hükümeti “kurtuluş savaşını” kendi ülkesindeki halklara yönelik bir iç savaş biçiminde algılamış ve iç savaş olarak da yaşamıştır. Emperyalist devletlerle, düvel-i muazzamayla antlaşmalar yapmak için sürekli ilişki içinde kalınmış ve “Kurtuluş Savaşı” denerek yapılan mücadelenin temel gayesini de emperyalist devletlerce bir güç olarak tanınmak oluşturmuştur. “Kurtuluş Savaşı” sonucu emperyalist devletlerce de tanınan bir devlet kurulmuş ve bu devlet Osmanlı’dan devraldığı mirası emperyalistlerin dayatmalarına uygun biçimde reddedip yeni bir devlet olunduğu iddiasını yaymıştır. Kurulan Osmanlı artığı bir devlettir. Osmanlı’nın parçalanıp emperyalizme yeni talan alanı olmasında Osmanlı’nın diğer bölgelerinde olduğu gibi Türkiye’de de “yeni devlet” emperyalizme aracılık edenlerin iktidar olduğu bir yapı halinde inşa edilmiştir. Temel sorunu içişleri ve ülkeyi idare etmek haline gelen bir “yeni Osmanlı” emperyalizmin tam da istediği bir şey olarak tarih sahnesine onların belirlediği biçimde adım atmıştır. Bu durum elbette iktidarı alanların tam bir sömürge valisi olmaları anlamını taşımamaktadır. Aynı tarihsel dönemde Afrika ve Asya’da pek çok ülkede yaşanan sömürge durumundan biraz daha farklıdır. Ülkede şiddetle iktidarı alanların emperyalistler karşısında söz söyleme ve güçlerine uygun bazı konularda ısrar etme olanakları vardır. Uluslararası tekelci sermayeye bağımlı onunla varlık bulan bu yö13


netimin emperyalistler arası çelişkilerde kendisine daha “cazip ve kârlı gelen” efendilere yönelme gücü vardır. Ülke uluslararası tekellerin güç kavgasının açık arenasıdır ve bu arenadaki kavga iktidarda bulunanlar için emperyalist efendilerden bazılarını seçme ve onların kavgasına ortak olma olanakları yaratmıştır. Türkiye kurulduğundan 1929 Büyük Dünya Ekonomik Buhranı’nın yansımaları her şeyi etkileyinceye kadar geçirdiği kısa dönem içinde devlet yapısının nasıl olacağı arayışı içinde olmuş ve Osmanlı’dan kalan devlet geleneğiyle birleştirilmeye çalışılan “Avrupa tarzı demokrasicilik” oyununa hazırlıkla oyalanmıştır. Arayış içinde geçen bu dönemde baskın olan devlet mekanizması her zaman Osmanlı despotizmi halinde işlemiş ve “teba” yani halk sadece direktiflere uyan “sürü” sayılmıştır. Osmanlı geleneği her şey ve herkes “devletin mülküdür ve devletin belirlemesi altındadır” anlayışıyla geçen dönemde iktidardakilerin kirli kavgaları siyasi yaşamın belirleyici unsuru olmuştur. 1929 Büyük Dünya Ekonomik Buhranı başta emperyalist ülkeler olmak üzere dünyadaki her şeyi alt üst etmiş ve her yerdeki güç dengeleri sarsılmıştır. Alt üst olan dünya sistemi kendisine yeni çıkış yolları ararken bir dizi ülke gibi Türkiye egemenlerinin de karşısına Faşizm parlak bir model olarak çıkmıştır. 1922’nin son aylarında İtalya’da zorbalıkla iktidara gelen Faşist Parti’nin İtalya’yı yönetme biçimi bir prototip devlet biçimi olarak emperyalistlerin iştahını kabartan uygulamalara sahne olmaktadır. İtalya’da güçlü biçimde var olan sosyalistler ve komünistler ezilmiş İtalya emperyalist sistemin “sorunsuz” ülkelerinden biri haline gelmiştir. Tekeller istikrarlı olarak kar oranlarını arttırıp diledikleri gibi hareket edebilmekte ve egemenliklerini sürdürmekte faşist devletin nimetlerinden doyasıya yararlanmaktadırlar. Emperyalistler için bu “parlak örnek” Avrupa’daki diğer ülkelere de 14


yansımış ve bir dizi ülkede faşizm kendi yerel özellikleriyle devlet mekanizması haline gelmiştir. Türkiye’de iktidarı elinde bulunduranlar bu faşist örnekleri kendi Osmanlı devlet geleneğine uygun bulmakta gecikmemiş ve faşizmin Türkiye’ye nasıl uygulanacağını araştırmaya başlamışlardır. Ülkede yasal mevzuattan, dünya ekonomik buhranının da etkisiyle yıkıntıya dönüşen ekonomiyi yenilemeye kadar bir çok konuya çözüm faşist devlet biçimi olarak görülmüştür. 1930’lu yılların ilk yarısı faşizmin Türkiye modelini adım adım yaratma çabalarına sahne olmuştur. Faşist ülkelerden yasal mevzuatlar aktarılmış, topluma Osmanlı devlet geleneğine de uygun tarzda faşizmin “yönetenler bilir sorgulanamaz” anlayışı parlatılarak dayatılmıştır. Devlet ve faşist partinin içiçe aynı şey oluşu taklit edilmiş ve tıpkı faşist İtalya ve Nazi Almanya’sında olduğu gibi Türkiye’de de devlet ve tek parti içiçe geçmiştir. O zamana kadar ülkede var oluşları devlete düşman olarak tanımlansa bile kısmi kabül görmüş kesimler ve sınıflar yok sayılmıştır. İşçi sınıfı, köylü, emekçi, vb artık yoktur herkes devletin bekaası için çalışan birer alettir. Devletin gösterdiği biçimde ve yönlendirmesi dışında yaşamak, düşünmek ve davranmak suçlu olmak demektir. Herkes devletin verdikleriyle yetinmek zorundadır ve devletin verdiklerinden fazlasını isteyenler sadece “haşerat” muamelesi görecektir. Ülkede var oluşları her zaman sorunlu sayılan Kürtler, Aleviler, Müslüman olmayanlar, Türk olmayanlar, Çingeneler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler kısaca devletin belirlediği kriterlere uygun olmayan herkes “düşman” sayılır hale getirilmiştir. 1930’lu yılların başında ilan edilen “Güneş dil ve tarih teorisiyle” hemen hemen dünyadaki herkes “Türklüklerini unutmuş” Türklerden sayılmıştır. O günden günümüze kadar askeri okullarda hala öğretilen teoriye göre Türkler “efsanevi MU” kıtasındandırlar. “Mu Kıtası” okyanus suları altında kalınca Asya’dan dünyaya yayılmışlar ve dünya üzerindeki medeniyetlerin kurucusu olmuşlardır. Mısırlı15


lar’dan, Sümerlere, Amerika kıtasındaki Mayalara kadar dünya üzerindeki herkes Türklerin soyundan gelmektedir. Bu bilim dışı hurafeye dayandırılarak oluşturulan Güneş Dil ve Tarih Teorisi’ne uygun bir eğitim ve organizasyona gidilmeye çalışılmıştır. Faşist İtalya ve Almanya’dan örneklenerek korporatif bir toplumsal model yaratılmaya yönelinmiştir. 1930’lu yıllarla birlikte başlayan devletin faşist bir biçime dönüştürülmesi ne İtalya’daki ne de Almanya’daki örneklerinin izlediği yolu izlemiştir. Devleti elinde bulunduran güçlerin kendi iç hesaplaşmasını da yaptığı “yukarıdan aşağıya” ugulanan bir faşizm modelidir. Devleti yönetmekte zorlanan ve bu yönetim sürecinde iktidarı kaybetme korkusuyla, elindeki gücü yetersiz bulma hali devletin faşistleştirilmesinde itici güç olmuştur. Dünyanın ekonomik buhranla alt üst olmasının etkisiyle kendi iktidarını da tehlikede gören egemenler faşizmi Avrupa’dan gördükleri biçimiyle taklit etmeye ve onu yerel hale getirmeye yönelmişlerdir. Türkiye’de faşistleştirilen devlet uygulamalarıyla kendisini dayatmaya başlamış ve en önemli icraatlarından birini 1934’te çıkarılan İskan Yasası oluşturmuştur. 1930’lu yıllarda çıkarılan her kanun, yönetmelik devletin yukarıdan aşağıya Avrupa’dan gördüğü tek tipçiliği Osmanlı geleneğiyle harmanlayıp zorla dayatmasının ifadesi olmuştur. 1934 Yılında kabul edilen soyadı kanunu Türklük vurgusunun dayatılmasında bir araç haline dönüştürülmüştür. Soyadı herkesin devletin saldırısından korunmak istiyorsa oluşturulan ırkçı faşist dayatmaya uygun soyadı almasını ve kendisini inkar etmesini zorunlu kılan bir uygulama olmuştur. (Nâzım Hikmet’in, Soyadı Kanununa karşı çıkması ve mecburen aldığı Ran soyadını hemen hiç kullanmamasının nedeni de budur). Soyadı kanununda “aşiret, yabancı ırk ve millet isimlerinin, rütbe ve memuriyet bildiren isim16


lerin soyadı olarak alınmasına izin verilmemesi”yle tek tipçi uygulama dışına çıkılamayacağı özellikle vurgulanmıştır. Toplum içinde kişilerin sosyal durumlarına göre oluşan lakap ve ünvanlarda aynı yıl yasaklanır. Bu yasaklamanın temel nedeni “sınıfsız tek bir zümre” yaratmak denerek devletin faşist yapısına uygun emir komuta altında her şeyi sorgusuz sualsiz yapacak geniş kesimler yaratmaktır. 1914 Ermeni Soykırımı gibi bir insanlık suçuna bulaşmış kadrolarla oluşturulmuş ve doldurulmuş devlet, düşman olarak tanımladıklarına o örnekteki gibi davranmaya zaten kuruluşundan itibaren hazırdır. Kısa sürede “Türk olmak” en önemli özellik haline getirilmiş ve bu dayatmalarla devletin uygulamalarıyla ülkenin her yerinde geçerli tek özellik haline dönüştürülmüştür. 1936 Yılında herkese örnek oluşturması için planlanıp 1937 yılında devreye sokulan Dersin Soykırımı’da faşistleştirilen devletin kanlı icraatlarının en önemli adımı olmuştur. Dersim vilayetinde altından kalkılamaz köleleştirme siyasetine karşı koyanlar bahane edilerek bir bölgenin insanlarının hepsi çocuk, kadın, genç, yaşlı kimyasal gazlar dahil her türlü araçla yok edilmiştir. Dersim Soykırımı’ndaki uygulamalar faşistleştirilen devletin Osmanlı geleneğinden gelen kıyıcılıkla aldığı özel yapısının ifadesidir. Faşist devlet yapısı o günden bu yana katliamcı ve yok etmeyi temel araç olarak görmüş ve uygulamıştır. Bu ülkede faşizmin en temel özelliği katliamcılıkta sınır tanımaması ve bunu temel yönetim aracı olarak kullanmayı içselleştirmesidir. 1930’lu yıllardan günümüze Türkiye, faşizmi bir devlet biçimi olarak benimsemenin yoluna girmiş ve faşist devlet modelinden vazgeçmeyen, vazgeçemeyen bir tekelci sermaye tarafından idare edilmiştir. Katliamlarla varlık bulan ve bu katliamları yönetiminin temel argümanı olarak gören sistem, faşizmin tarifine uygun olarak “finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlüğü olarak” varlık bulmaya devam etmektedir. 17


Devlette güç sahibi olmak ve devlet aygıtında yer edinebilmenin sistem içi yollarla olası tek aracı “en gerici, en bağnaz, en saldırgan ve işgalci” olduğunu göstermek ve buna uygun davranmaktır.

18


TÜRKİYE’DE ASLINDA HER ZAMAN TEK PARTİ İKTİDARI VARDIR Türkiye kuruluşundan bu yana her zaman tek parti tarafından yönetilmiştir. 1946 Yılında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) dışındaki partilere kuruluş ve çalışma hakkı tanınması bunu değiştirmemiştir. O dönemde kurulan emekçilere yakın partiler hemen şiddetle karşılaşmış ve devletin “mimlediği insanlar” yaratmanın aracı gibi görülmüştür. CHP ve Demokrat Parti (DP) aynı partinin ikiye ayrılmasıdır. Kökeni ve amaçları aynı olanların dünyada faşizmin yenilgiye uğrayıp faşist uygulamaların suç sayılmaya başlanması üzerine faşist devlet biçimini yeniden dünya koşullarına uydurması uygulaması olarak iki parti uygulaması başlamıştır. Hem DP hem de CHP devlet partisi olarak varlık bulmuşlardır. 1950 Seçimlerinde DP’nin iktidara gelmesi sadece tek parti döneminin sorumlularından bir kısmının diğer kısmını eleyip iktidara geçişi olmuş, diğer gruptan daha baskıcı, daha saldırgan daha bağnaz olduklarını kanıtlamaya girişmişlerdir. Türkiye’de o tarihten bu yana iktidarda yer alan her parti devletin partisi olmuştur. Ortaya çıkan farklılaşma zaman içinde CHP’ye (süreç içinde adı ufak tefek değişse de HP, SODEP, SHP, DSP) kronik muhalefet ve devletin zor zamanlarında faşizmin koltuk değneği olma rolünü biçmiştir. DP ile başlayan “sağcı, muhafazakar, dinci” çizgiyi ise devletin olağan dönemlerinin iktidarı haline getirmiştir. Bu çizginin temel temsilcileri DP 1950’lerde, Ardından gelen Adalet Partisi (AP) 1965’den 1980’e, devamcısı ANAP, DYP, 1983’den 2000’lerin başına, o günden bugüne kadar da AKP olmuştur. Bu partiyle ilintili Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve bu partinin devamcısı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP, MÇP, BBP vb), Milli Nizam Partisi (MSP, Refah Partisi, Fazilet Partisi) ve irili ufaklı bir dizi faşist, 19


gerici parti devletin oluşturduğu sağcı faşist çizginin toplum içinde kök salan farklılaşmış kesimleri bünyelerinde devletin kullanımına taşımıştır. Değişik bir çok partinin varlığı bunların hepsinin aslında tek ve aynı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Hepsinin temel özelliği faşist devlet yapılanmasına hizmet etmek ve faşizmi daha iyi uygulayacağını iddia etmek üzerinedir. “Düzen partileri” olarak tanımlanan partilerin her biri burjuvazi “birlik ve beraberlik zamanı” dediğinde hemen aynı kulvara girmeyi beceri saymaktadırlar. “Devletin bekâsı” dendiği zaman hepsi aynı şeyi söylemekten çekinmemekte, burjuvazinin hayati bir çıkarı olduğunda her biri savunduğu görüş ne olursa olsun bu görüşünü ve işini bir kenara bırakıp burjuvazinin emrettiği gibi davranmaktadır. Düzen partilerinin ortaklaştığı nokta faşist devlet yapısını korumak ve geliştirip sürekliliğini sağlamaktır.

20


FAŞİZM KEYFİ YÖNETİM VE KURALSIZLIKTIR Faşizmin yüryüzündeki örneklerinin hepsini kapsayan ortak bir ilkesi vardır o da kapitalizmin çıkarını korumak ve devamlılığını sağlamakta her tür keyfi uygulamayı, en bağnaz yöntemlerle, baskıyla ve yayılmacı tarzda uygulamaktır. Bu ortak ilkeyi belirleyen, tekelci sermayenin çıkarını en kısa ve keyfi uygulamalarla korumak ve geliştirmektir. Faşizm insanlık tarihinin sömürücülere getirdiği kısıtlamaları tanımaz, onları yok sayar ve tekelci sermayenin çıkarı için her tür insanlık değerini hiçe sayar. İnsanlık tarihi boyunca sömürülenlerin kazanımları vardır ve bu kazanımlar toplumsal işleyişte sömürücü sınıfı belirli kurallar içinde davranmaya zorlar. Faşizm bu kuralların da hiçe sayılmasıdır. Burjuvazinin çıkarı için her tür insanlık birikimini değersizleştirir ve bunu da topluma zorla kabul ettirmeye çalışır. Kendisine yeni bir toplum düzeni oluşturur ki bu düzende bile belirlendiği iddia edilen kuralların hiçbir hükmü yoktur. Burjuvazinin daha çabuk sonuca ulaşmasının önünde engel oluşturduğu görüldüğü anda faşizm kendi kurallarını da çiğnemekten çekinmez, bu faşizmin temel özelliklerindendir. 1946 seçimleri sonrası oluşan “çok partili” hayatta yaşanan siyasi tartışmalarda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü siyasi muhalifleri “Bu ülkede yasalar var gerekirse onları uygulamaktan çekinmeyiz” diyerek tehdit etmiştir. Bu faşizmin yasaları kuralları nasıl gördüğünün özetidir. Yasalar, kurallar bir kenarda durur ve istendiğinde uygulanır. İsmet İnönü’nün bu tehdit dolu yaklaşımı ülkede devlet geleneğidir. Yasalar, kurallar bu ülkede ancak işine geldiğinde uygulanan bir araçtan öte anlam taşımaz. Faşizmin temel kuralı keyfi uygulamadır. Faşizmin devlet biçimi olarak uzun süreli varlığı toplumda da insani erozyonu yaratmış ve top21


lumsal ilişkilerde her tür toplumsal kuralın sadece keyfi olarak uygulanacağı içselleştirilmiştir. Faşizmin temel argümanı olan “gücü olan her şeyi yapmaya hak sahibidir” kuralı toplumun her alanında varlık bulmuştur. Haklılık, hak, insani değerler sadece süslü sözler haline getirilmiştir. Türkiye yaklaşık 80 yıldır faşist devlet biçimi altındadır. Devlet toplumsal tabanı olmayan bu faşist yapıyı yukarıdan aşağıya yani devleti zaten elde tutanların devletin her kademisini ve birimini faşistleştirmesiyle oluşturmuştur. 80 yıl devletin faşist organizasyonunun sürekli değişen koşullara uygun hale getirilmesi uygulamalarıyla geçmiştir. Yukarıdan aşağıya inşa edilen faşist devletin kendisine kamuoyu desteği sağlayarak toplumsal taban yaratma uygulamaları da hiç kesintiye uğramamış ve toplumun faşist devletin köleleşmiş bir parçası olmasına çalışılmıştır. Bu çalışmalarda düzen partileri, değişik sivil toplum kuruluşları ve devletin yönlendiriciliği altında hareket eden medya önemli bir işlev görmüştür. Türkiye’de faşizm geçen süreçte sürekli derinleştirilmiş ve toplumun her alanına nüfuz eden bir kanser gibi yayılmıştır.

22


TÜRKİYE FAŞİZMİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ IRKÇIDIR: Dünyadaki diğer faşizm örnekleri gibi ırkçıdır. Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan milliyetçilikle beslenen yeni cumhuriyet 1930’lu yıllarla birlikte tek tipçi anlayışı dayatmıştır. Buna göre Türk olmayan herkes düşmandır. 1930’larda Dersim katliamı yapılırken orada ölenleri insan saymayan bir anlayış devlet tarafından ülke genelinde estirilmiştir. Türkiye’de faşizm Türk olarak ilan edilenler dışındakileri insan saymama eğilimini hiçbir zaman yitirmemiş dönemlere göre farklı uygulamalarda bulunsa dahi daima ilan edilen “Türk şudur” tanımına uymayan herkes insan dışı sayılmıştır. Anadolu binlerce yıllık tarihi içinde saysız kavim tarafından yurt edinilmiştir. Bu durum Anadolu’da tek ırka dayalı yaklaşımı zorlaştıran bir hal olmasına rağmen Türkiye’de faşist devlet uygulaması Türkçülüğü dayatmıştır. 18. Yüzyıl sömürgeciliğinden miras alınıp her faşist akıma zemin oluşturan ırkçı anlayışın en saçma fikirleri bu ülkede devletçe uygulanmıştır. Kafatası çapı ölçenlerden, dünyadaki her medeniyetin kurucuları Türktür diyene, akla gelebilecek her tür ırkçılık anlayışı topluma dayatılmış ve bu anlayışa uymayanları köleleştirmeyi hak sayan “başka bir şeye layık olamayacaklar” anlayışını yaratan devlet uygulaması olmuştur. Devletin Anadolu coğrafyasındaki farklılığı katliamlarla, sürgünlerle, tehcirle, yok edemeyeceğini anlamasının ardından “Türküm diyen herkes Türktür” uygulamasına geçilmiş ve “Türk olmanın kriterleri” denen bir politika benimsenmiştir. İnsanların milliyetçilikle tanışması kapitalizmle birliktedir. Geçmişi insanlık tarihinde ancak bir kaç yüzyıl geriye gidebilen milliyetçilik kendisine 18. Yüzyıl sömürgeciliğinin, sömürgelerde yaptığı uygulama ve katliamları haklı çıkar23


mak için uydurduğu “ırk” kavramı, milliyetçiliğin her biçimine sızmıştır. İnsanlar arasında bilimsel olarak “ırk” kavramından bahsetmek imkansızdır. İnsanların hepsi tek bir ırktır. Bilimsel olarak bu gerçek, milliyetçi her akım tarafından olduğu gibi Türk milliyetçileri tarafından da gözardı edilmiş ve yapay bir ırk kavramıyla yalanlara dayalı bir ideoloji yaratılmıştır. Türk milliyetçiliğinin ve faşizminin insanlık suçlarıyla dolu bir geçmişi vardır. Bu suçlarını haklı çıkarmak için sömürgecilerden devraldıkları “ırk” kavramının her şeklini topluma dayatmışlar ve insanların bu kavrama göre kendilerini tanımlamalarını zorunlu hale getirmişlerdir. Bu ülkede Türk olmamak her zaman olduğu gibi hala olağan suçlu sayılmaya yeterlidir. Ermeni, Kürt, Çingene vb olmak suçlu olmakla eş anlamlı haldedir. DİNSEL DEĞERLER: Türkiye faşizmi ilk andan itibaren dinle ilişkisinde gel gitler yaşamış ve din, faşizmin değişik renklerini belirleyen bir özellik taşımıştır. Türkiye Cumhuriyeti, emperyalistlerden kuruluş icazeti alırken Osmanlı’nın İslam dünyası üzerindeki etkisine karşıt bir tutum alacağını baştan kabul etmişti. Bu kabule ek olarak yeni cumhuriyet darbeyle devraldığı Osmanlı yönetiminin bir dönem sonra karşısına tekrardan güçlenerek çıkacağı korkusunu hep yaşamıştır. O yüzden 1950’lere kadar İslam’a uzak durulmuş ve İslamla ilişki “milli bir İslam” yaratmak biçiminde şekillenmiştir. Ezanın Türkçeleştirilmesi gibi uygulamalar bu “milli İslam” yaratma çalışmalarının en uç örneklerini oluşturmuştur. Diyanet İşleri’nin kurulması ve buna bağlı olarak İslamın milli hale getirilmesi uygulaması faşizmin vazgeçmediği bir hedefidir. Hayatlarının hemen her aşamasında çaresiz kalan insanların sığınağı olan din, faşist devletin toplumu yönlendirebileceği bir alan olarak görülmüştür. Tek tipçi bir din dayatması Türkiye’de faşist devletin tipik göstergelerinden biridir. Bir çok uygulama ve anlayışla dünyadaki İslam aleminden farklılaşan özellikler taşıyan Türkiyedeki devlet dini Sunni İslam, fiiliyatta tek 24


geçerli din halinde uygulanmış ve halen uygulanmaktadır. “Sunni İslam” diye tanımlanan aslında Sunni mezhebi İslamının da dışında olan, faşist devletin günlük çıkarları doğrultusunda dönemsel farklılaştırmalarla her yöne çekilebilen garip bir devlet dini oluşturulmuştur. Bu devlet dini her türlü keyfi uygulamayı içinde barındırarak devam ettirilmektedir. Dünyadaki ve Türkiye’deki bir çok İslam aliminin sürekli olarak itiraz ettiği uygulamalar Türkiye’de Sunni İslam diye dayatılanın aslında İslam olmadığı farklı bir şey olduğuna işaret etmektedir. Faşizmin devletçe topluma yayılması toplumda oluşan farklı toplumsal sınıflar, gruplar ve kültürlere uygun faşizm şekilleri yaratmasıyla mümkün olabilmektedir. Tek tipçi devlet dini olarak dayatılandan farklı dinlere mensup inananlara da bu çerçevede faşist devlete bağlı olacakları biçimler sürekli olarak empoze edilmiştir. Aleviler, başta kendi evlerine, işyerlerine olmak üzere ibadethanelerine de devletin simgelerini asarlarsa ancak o zaman dinlerini yaşamaya çalışabileceklerini görmüşlerdir. Faşist devlet hayatın her alanında çaresizlikler içinde bıraktığı insanların sığınağı dinin de içine sızmış ve dini kendini var edişin aracı haline getirmiştir. Devletin günlük çıkarlarının içine sızdığı din her tören ve ibadetinde çaresizce insani vicdanın sığınağı olmaktan faşizmin kölesi olmak haline getirilmekte ve bu devletçe her gün sistemli biçimde uygulanmaktadır. Camilerde okunan Cuma hutbelerinden, Alevilerin cemevlerine astığı resimlere vb kadar faşizmin kendisine kitle tabanı yaratma çalışması dinin her alanına yaygınlaştırılmıştır. Türk – Sunni ve devletçi “milli İslam” yaklaşımı Türkiye’deki egemen faşizmin kendisini tarif ediş biçimidir. Bu devletin ilk günden bu yana kendini var etmek için zorunlu gördüğü ideolojisinin ifadesidir. Devlette yer alabilmek ve devletle ilişkilerini etkili biçimde yürütebilmenin temel kıs25


taslarındandır. İster doğumdan gelen özelikler Kürt, Çingene, Türk, Ermeni vb ister toplumsal genel kabulden gelen özellikler din, kültürel farklılık vb özelliğiniz ne olursa olsun Türk – Sunni devletçi İslam değilseniz veya kendinizi böyle tanımlamıyorsanız devlette yer edinmeniz imkansızdır. DEMOGOJİKTİR: Türkiye’de faşizm dünyadaki diğer faşizm örneklerinden farklı değildir aynı onlar gibi sürekli yalan ve demogojiyle beslenen bir ideolojiye sahiptir. Yalanlar ve saptırmalarla oluşturulmuş bir devlet ideolojisi egemendir. Resmi tarih diye tanımlanan devletin kendini ifade ettiği bir yalanlar zinciri oluşturulmuştur. “Kurtuluş Savaşı” denerek tanımlanan Osmanlı yerine cumhuriyetin geçirildiği süreç her türlü saptırma bilgilerle oluşturulmuştur. Olmayan meydan savaşları varmış gibi gösterilmiş, (İnönü Meydan Savaşları) tek bir emperyalist ülkeyle tek bir çatışmaya girilmemiştir. İngiliz, Fransız ve İtalyan işgal güçleriyle Ankara merkezli hükümetin tek bir çatışması olmamış bundan özenli biçimde kaçınılmış ve Osmanlı’dan gelen iç savaş uygulamasının tarafı olarak görülen Yunanistanla ve Doğu’da da Ermenilerle çatışılmıştır. Halkaların katliam savaşı olan Çanakkale savaşı ve Sarıkamış Osmanlı saltanatının sürmesi için ülke halklarının katliam yeri olmasına rağmen sanki ulusal kurtuluş mücadelesi gibi tanıtılmıştır. “Milli Mücadele” diye tanımlanan süreç içinde oluşan çatışmaların bir ülkenin yeniden kuruluşu için yaratılan efsane için yeterli olmayışının doğal sonucu olarak Emperyalist paylaşım savaşının bir halklar katliamı olan Çanakkale savaşı ve Sarıkamış bu ülkenin kuruluşunun parçası sayılarak eksik kalan “miili kurtuluş efsanesinin” parçası kılınmak istenmiştir. 1930’larda oluşturulmaya çalışılan dünyadaki herkes Türk her medeniyet Türklerin eseridir Güneş Dil Tarih argümanının saçmalığı 2. Dünya Savaşının ardından görünüşte sessizce terk edilmiş ancak yarı resmi gizli devlet ideolojisi olarak geçerliliğini günü26


müze kadar sürdürmüştür. Anadolu’nun yerli halklarından olan Ermenilerin 1914’de soykırıma tabi tutulması toplumda unutturulmaya çalışılmış devletin dokunulması kesinlikle yasaklı alanlarından biri olarak işlenmiştir. Ermeni soykırımına katılıp Ermenilerden kalan her şeyi yağmalayarak kendisine servet oluşturanlar o günden bu yana her zaman devlette egemen ve iktidarda olmuştur. Toplumun her alanında etkili yetkili olabilmenin temel kıstaslarından birisi de Ermeni Soykırımı’na katılmak veya katılanların ailesinden birine dahil olmaktır. Ancak Ermenilerin bu topraklardaki varlığı sadece aşağılama ve “hainlik” kavramıyla anlatılan bir dipnot olarak bırakılmıştır. Faşizmin kadrolarının ideolojik temelinde bu soykırımın insanlık suçu vardır. Yaratılan ideolojinin bilimsel her araştırma ve bakış karşısında sürekli iflas etmesi onu sürekli kendisini yenilemek zorunda bıraktırmıştır. Devamlılığı olan tek şey devletin faşist yapısının korunması olmuştur. Buna yönelik tarihi gerçekler ancak saptırılarak ve çarpıtılarak toplumun gündemine girebilmiştir. Faşizmin uygulayıcı kadroları onun ideolojik taşıyıcılarıdır. Faşizmi toplum içinde derinleştirmek ve kökleştirmek için değişik biçimlerde ideolojik paradigmalar üretilmiştir. Kürtlerin dağda yürürken karlara bastıkları için kart kurt sesleri çıktığından Kürt diye adlandırılan dağ Türkleri olduğu saçmalığından, “vatandaş çok konuş Türkçe konuş” uygulamasıyla Türkçe dışında dillerin asimile edilmesine faşizmin uluslararası alandaki her tür uygulaması yerelleştirilerek taklit edilmiştir. “Amerika’ya karşı olanlar komünisttir” diyerek ordu içinde askerlere broşür dağıtan Genel Kurmay’dan, Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri kuran devlet yönetimine kadar sürekli olarak Türkiye halklarına yalanlarla örülü ideolojik bir dayatmada bulunulmuştur. Bu ülkede faşizm 80 yıldır dinmeyen demogoji ve yalanla örülü bir ideolojik saldırıdır. Yalan ve demogoji faşizmin genel özelliğidir. Gerçek, faşizme 27


karşıdır. Gerçeğin çarpıtılması faşizmin tek ideolojik zeminidir. Faşizme karşı mücadele eden Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ın hala faşist devletin çarpık üretimlerinden olan “sol” görünümlü faşist çeteler tarafından kullanılmaya çalışılmasına kadar uzanan bu demogoji ve yalanla örülü hali onun her tür iletişim, bilgi ve eğitim aracı üzerindeki tahakkümüyle yaygınlaştırılmıştır. Devletler bilginin yayılma araçları üzerinde tahakküm kurmak ister. Faşist devletler bu konuda daha ileri uygulamalarla kendisini ortaya koyarlar ve insanlara bilgi veren her tür araç ve kanalı denetimleri altına almaya çalışırlar. Denetim altına alamadıkları bilgilenme araçlarını ise değişik yöntemlerle etkisiz kılmaya çalışırlar. Beğenmediği gazete binalarına linç çeteleri yollamaktan, gazete binalarını bombalamaya ya da yazarları, aydınları öldürmeye, gerçeğin peşinde olanları hapishanelere tıkmaya kadar değişik bir çok saldırıyla gerçeğin öldürülmesi faşizmin uygulamaları olmuş ve hala da olmaya devam etmektedir. 80 Yıllık faşist devlet uygulaması gerçeğin öldürülmeye yok edilmeye çalışılmasının tarihidir. TEKELCİ SERMAYENİN FAŞİST DEVLET BİÇİMİ YAĞMACIDIR: Türkiye kurulduğu dönemden bu yana uluslararası tekelci sermayenin denetiminde olan bir ülkedir. Yerli sermayedar yokluğu devletin uydurduğu efsanelerden biridir. İlk andan itibaren devlet kadrosunda yer alanlar uluslararası sermayenin bir parçası olarak hareket etmişler ve ona bağlı olarak gelişmişlerdir. Emperyalizmin ülke içindeki işbirlikçiliğini yapmadan onların işlerine uygun ve onlarla birlikte faaliyet göstermeden yerli egemenler içinde yer almak imkansızdır. Türkiye’de egemen olan “yerli” sermaye emperyalizme bağımlıdır onlarla birlikte hareket eder ve onların bir parçası olarak vardırlar. Devlet yönetimin faşist olması bu sermayenin kısa sayılacak zaman diliminde kendini yenilemesine ve daha güçlü hale gelmesine olanak sağlamıştır. İstediği her tür yasal zemini ve olanakları sağlayabilen tekelci sermaye devlet biçiminin faşist ol28


masının da temelidir. Yağmacı ve saldırgandır. Ülke halkının her tür üretimini yağmalamakta sınırsız bir hareket alanı vardır. Devletin dönem dönem yaptığı katliamlar onların yağmalamasına yeni olanaklar sağlayan iş alanları olarak görülmüştür. Sermayesinde Ermenilerden, Rumlardan veya bir başka azınlığın katliamından yağmalanmış varidat bulunmayan tekelci sermaye bu ülkede yoktur. Sermayesinin kökeninde bu yağmayla emperyalizmin işbirliği vardır. Ülke ekonomisini elinde buludurduğu açıklanan bir grup ailenin geçmişinde bu iki veri vardır. Tekelci sermayenin elinde tuttuğu parasal güç onun her alanda istediği gibi yönlendirmelere girmesine olanak sağlamaktadır. Paradan para kazanan uluslararası sermaye bu ülkedeki siyasi yapının dolayısıyla faşizmin belirleyicisidir. Faşist devlet biçimi onların her tür faailiyetini istedikleri gibi yürütmelerine en uygun koşulları sağlamıştır ve buna da devam etmektedir. Tekelci sermayenin sözcülerinin “tek parti dönemlerini” istemeleri veya halkın belirli dönemlerde ülke yönetiminde söz sahibi olmak için girişimde bulunması durumunda hemen askeri darbe istemeleri faşist devlet biçiminde elde ettikleri olanakları kaybetme korkusundandır. DARBECİDİR: Türkiye’de faşist devlet darbecidir. 80 yıllık faşist devlet geleneği darbeler ve darbe tehditleriyle de örülüdür. 1950 Senesindeki seçimlerde Demokrat Parti’nin iktidara geçememesi durumunda askerlerin darbe hazırlığı yaptığı yansıyan bilgiler arasındadır. 1950’ye gelinceye kadar ki süreç ise sürekli darbeci uygulamalarla geçmiştir. İstiklal mahkemelerinden, Kürt isyanı bahanesiyle yapılan uygulamalara kadar her dönemi askeri, yarı askeri uygulamalarla geçirilmiştir. 1960 Askeri darbesi ve ardından 1971 Askeri muhtırası’na. 12 Eylül 1980 Faşist Cuntası’na ve son 30 yılda “post modern” 28 Şubat darbesi dahil bir çok askeri muhtıra ile darbe girişimi tarihidir. AKP’nin 28 Şubat Post Modern darbesinin bir ürünü olarak çıkması ve AKP’nin ilk ortaya çıktığı andan itibaren iktidar olması bu 29


darbeci geleneğin ürünü olması ve kendisinin de darbeci geleneğe uygun olarak darbe yapmasıyla ilgilidir. Faşizm kurallar ve yasalar dışıdır. Tekelci sermayenin keyfi uygulamalarla yönetme biçimidir. Faşist bir devlette askeri faşist darbe olur mu tartışmalarıyla oyalananlara söylemek gerekir ki faşist devlet biçimi kuralların olduğu değil kuralsızlığın olduğu bir devlet biçimidir. Faşist devlet biçimi; içinde itiş kakışın, çıkar kavgalarının bitmediği ve güç sahibi olanların kendi çıkarları dışında hiçbir kuralı tanımayışlarıyla belirginleşir. Faşist devlet biçiminde bitmeyen darbeler, kuralsızlıklar olağan haldir. Devlet içinde yer alanların her çıkar çatışmasında hemen başvurdukları tek şey güçleridir. Gücü artan bir grup bir etkinlik merkezi diğeri üzerinde egemenlik sağlamak ve onun elindekileri yağmalamak üzere herekete geçmek ister. Faşist devletin bu iç çatışmasının sürekliliği onun sürekli olarak çatışmaları yatıştırmak ve sürekliliği sağlamak için içeride ve dışarıda düşmanlar yaratmasını da zorunlu kılar. Sürekli bir tehlike altında olma haline ihtiyaç duyar. Tehlike altında olduğunu düşünen faşist devletin unsurları kendi iç çatışmalarını da daha “uygun” şekilde ve toplumdan gizlenmiş yöntemlerle gidermeye zorlanırlar. Türkiye’de sürekli itidal ve sağduyuya çağrı yapılmasının nedenlerinin başında faşist devletin iç çatışmasının daima kaynama noktasına yakın oluşuyla ilgilidir. KATLİAMCIDIR: Türkiye kuruluşundan itibaren katliamcılıkla varlık bulmuş bir devlet mekanizması oluşturmuştur. “Kurtuluş savaşı” içinde şekillenen bir katliamcılıktır. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledilmesi, Çerkez Etem’le birlikte hareket edenlerin katledilmesi iç savaş mantığı içinde kendi “milli kuruluşunu” yapan devletin en önemli katlima adımlarındandır. Siyasi muhaliflerini katletmek devlet geleneği olarak daha ilk adımlarda başlamıştır. Yunanlıların Anadolu’yu İngilizlerin zorlaması sonucu terk 30


etme harekatını takip eden devlet birlikleri Yunanlıların terk ettiği bölgelerde tam bir katliamcılık örneği göstermiş ve o bölgedeki gayrı müslimlerin katliamını yapmıştır. Yunan ordusunun çekilmesinin ardından İzmir’de günler süren bir yağma ve katliam yaşanmış ve İzmir’i yakan devlet bunu Yunanlılara karşı savaş gibi göstermeye çalışmıştır. Kuruluş adımları katliamlarla örülü devlet 1920’ler içinde şekillendirmeye başladığı ırkçı anlayışını 1930’larda kitlesel katliamlarla fiiliyata geçirmiştir. Anadolu’nun hemen her alanı irili ufaklı katliamlarla doldurulmuş ve bir iç savaş aracı olarak oluşturulmuş devlet bütün tarihini katliamlarla örmüştür. Katliamcılık geleneği hiç kesilmemiş ve devletin faşist yapısına kölece bağlı olup devletin insanlık suçlarına iştirak etmeyen herkes düşman sayılmıştır. Devletin “sadık köleleri” sayılmayanlara yönelik katliamcılık devletin vazgeçilmez bir işleyiş mekanizmasıdır. 1921 Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledilmesiyle başlayan katliamlar tarihinin son örneklerinden biri Aralık 2011 Roboski katliamıdır. 90 yıllık süreç içinde sayısız katliamla var olan iç savaş devleti insanlık suçlarından mahkum olmamak için faşist biçimlenmeye muhtaçtır. Türkiye’deki faşist devlet biçimlenmesini sadece resmi devlet aygıtlarıyla sınırlı tutmamak gerekir. Yaygın bir yanlış algı olarak MHP vb gibi faşist partilerle sınırlı bir faşizm algısı nasıl yanlışsa aynı şekilde sadece resmi devlet kurumlarıyla sınırlı bir faşist devlet algısı da o kadar yanıltıcıdır. MUHBİRLER VE PARAMİLİTER AĞI: Türkiye’de devlet bir iç savaş devleti olarak kurulmuş ve kuruluşundan bu yana iç savaş devleti olma özelliğini hiç kaybetmemiştir. İç savaş devleti olarak her tür “kirli” oyunlarla, hemen her dönem katliamlar, suikastlar, komplolarla varlık bulmuştur. 31


Toplumsal her dönüşümde devlet iç savaş aracı olarak işlev görmüştür. Devletin topluma görünen resmi her kurumu faşist yapıya uygun haldedir. Eğitim sistemi ırkçı, tekçi ve resmi devlet görüşleriyle insan öğütme merkezleridir. Her tür insan faaliyeti “güvenlik kuvvetlerinin” denetimindedir. Polis, asker gibi silahlı güçler toplumun her davranışını sorgulayıp, yönlendirme gücüne sahip olacak şekilde dizayn edilmiştir. Kapitalizmin özel mülkiyet hakkı, faşizmde gücü elinde bulunduranların keyfiyetiyle belirlenir. Türkiye’de faşizmin istediği gibi olmayan herkes keyfi yöntemlerle mülksüzleştirilir. Faşist devlet toplumun her kesimini denetim altına almak için keyfi yönetimini uygularken sadece “resmi kurumlarıyla” değil “sivil güçleriyle de” hareket etmektedir. Faşizm, sistem partilerinden, derneklerine kadar toplumun içine kök salmaya ve toplumdaki her kesimi ve kişiyi denetim altında tutmaya özen göstermektedir. Geniş bir muhbirler ağı ve paramiliter “sivil güç” devletin işleyiş mekanizmasında yer almaktadır. Devletin işleyişinde “yasadışı faaliyetler” için kullanılan geniş bir kesim oluşturulmuştur. Başta faşist, ırkçı, gerici partiler olmak üzere her tür resmi devlet söylemine uygun, “devleti kurtarma” kaygısındaki oluşum devletin muhbirler ağı ve paramiliter gücünün kaynağıdır. Devlet ilişkisi olan ve devleti savunan her faaliyet faşizmin merkezidir ve onun yönlendirmesi altında faşizme hizmet etme aracıdır. HER KILIĞA GİREN FAŞİZM: Türkiye’deki faşizmi anlamaya çalışan bir dizi çalışma da farklı isimlendirmeler kullanılmıştır. Kimi örtülü faşizm, kimi parlamenter faşizm, kimi faşist diktatörlük vb demiştir. Bu tanımlar Türkiye’deki faşist devleti adlandırmak ve onu tanımlama çabasıdır. Faşist devlet biçimini durağan ve değişmeyen bir yapı olarak görmemek gerekir onun değişken her kılığa giren keyfi yönetim özelliği olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’de faşizm 32


her kılıf ve maskeyi takabilecek bir yapıdır. Faşizmi tanımlarken onun o an var olan uygulamaları ve işleyişinden çok temel yapısına bakmak önemlidir. 12 Eylül 1980 Askeri Faşit darbesinin uygulamalarıyla, 19 Aralık 2000 “Hayata Dönüş” katliamının baş sorumlusu “demokratik sol” DSP’nin faşist devletin temel işleyişine uygun davrandıkları unutulmamalıdır. DSP’li, AKP’li veya darbeci generalli iktidarların hükümet olmasıyla oluşan devletin uygulamalarındaki farklar, devletin faşist yapısındaki farklılaşma değil sadece günün gereği işleyişle ilgilidir. Faşist devlet mekanizması tarih göstermektedir ki ancak halkın aktif karşı koyması sonucu yıkılabilmektedir. Türkiye’deki faşist devlet mekanizması yeryüzünde en uzun süreli varlığını devam ettiren faşist devlet yapılarından birine işaret etmektedir. Emperyalizme bağımlı tekelci sermaye tarafından bir iç savaş mekanizması olarak kurulan devletin faşist yapısı egemenlerin var olabilme halidir. Bitmeyen iç savaş haliyle tekelci sermaye devleti, egemenliğini sürdürme aracı olarak faşist devleti devam ettirmekten başka yol da görmemektedir. Keyfi uygulamalarıyla, “canlarının istediğini” yapamadıkları bir toplum modelinde ayakta duramayacak bir tekelci sermaye egemenliğinin her tür maskeyi takabilecek bir tutarsızlık ve oynaklığı vardır. Devletin faşist yapısını koruyup egemenlerin çıkarına olabilecek her uygulama ve yaklaşıma kapıları sonuna kadar açıktır. Faşist devlet mekanizmasının her tür uygulaması ve kendini yenileme çalışmasında bir gerçek unutulmamalıdır. Faşizm kendisini doğrudan hedef alan bir kitlesel saldırı karşısında yenilmediği sürece sadece kendisini yeniler. Tekelci sermaye için faşizm kendi iç işleyişinden dolayı terk edilecek bir devlet biçimi değildir. “Faşizm burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşamasıdır. Bütün burjuva devletleri eninde sonunda ya bir hükümet darbesi ile ya da "ba33


rışçı" bir yolla, ya gaddarca ya da tatlı sert bir biçimde faşizme geçer; geçiş yöntemleri önemli değildir ve belirli bir ülkenin özel şartlarına, toplumsal yapısına, politik güçler ve sınıflar arasındaki dengeye bağlıdır.” (Dimitrov s. 57) Türkiye’de yaklaşık 80 yıldır süren bir faşist devlet mekanizması ve bu keyfi devlet biçimi olmadan var olamayacak bir tekelci sermaye oluşturmuştur. Burjuva demokrasisinde bile varlık bulamayacak egemenler devletin faşist yapısını her şartta güncelleyerek sürdürmeyi tek seçenek olarak topluma dayatmaktadır.

34


HÜDA-PAR, MHP, BBP VE DİĞER SİVİL FAŞİST ÇETELER Devletin ilk kurulduğu günden bu yana Osmanlı’dan devraldığı sivillerden oluşturulmuş suç çeteleri oldu. Bu çeteler devletin asli unsuru sayıldı ve hala da öyle olmaya devam ediyor. 1920’de Mustada Suphi ve TKP’li yoldaşlarını Karadeniz’de katledenler devletin emrindeki kontrgerilla çetesiydi. 1945’de Tan Matbaasını basıp ortalığı yakıp yıkanlar yine devlet eliyle organize edilen çeteydi. 6- 7 Eylül 1955’de başta İstanbul olmak üzere azınlıklara yönelik yapılan linç ve katliam saldırısı da devletin organize ettiği çetelerin işiydi. 1960’lı ve 1970’li yıllarda NATO’nun yeni şekiller verdiği kontrgerilla saldırganlığı MHP ve Ülkü Ocakları merkezliydi. Kürd hareketinin 1980-90 yıllarındaki çıkışında ise devlet Kürdistan’da sivil çete görevini Hizbul-Kontraya (Hizbullah) verdi. Devletin sivil saldırgan, çete besleme ve yönlendirme alışkanlığı faşist yapılanmasının ayrılmaz bir parçasıdır ve hala da öyle olmaya devam ediyor. Halkın uyaşına geçtiği ve faşizmin saldırganlığına karşı bir duruş ve direnişin olduğu her alanda devlet kendi “yasal” saldırganlığının yanında el altında tuttuğu çeteleri de devreye sokmaya devam ediyor. Rahip Santora cinayeti, Malatya Zirve Kitabevi katliamı, Hrant Dink katliamı devletin yakın dönemdeki çete faaliyetlerinin en bilindik bir kaçı. Dini azınlıkların uluslararası ilişkilerde ve halka gözdağı vermekte birer rehine gibi tutulduğu ülkemizde devlet çeteler için bu kesimleri her zaman hedef halinde tuttu. Devletin 100 yıllık ırkçılık politikasıyla oluşturduğu ırkçı sivil faşist çeteler daima devletin yönlendirmesine göre hareket etti. Devlet Türk milliyetçiliğinin taraftar bulamadığı Kürdistan’da ise Hizbul-Kontra’ya yeni şekil verdi ve dini kullanan HüdaPar’ı devreye soktu. Devletin kontrgerilla saldırganlığının yeni şekilleri eski saldırganlardan oluşturuldu. 35


Devletin kanatları altında oluşturulan Hizbul-Kontra’dan HÜDA-PAR’a Kürtlerin 1970’li yıllardaki “yeniden uyaşına” karşı devlet saldırganlığı ilk andan itibaren her koldan sürdürüldü. 1980’li yıllar içinde her türlü zorbalığa ve zulme karşı Kürt uyanışını durduramayan devlet sınırları içinde sömürge olarak tuttuğu Kürdistan’ın Kuzey’inde kontrgerilla faaliyetine Hizbullah adlı çeteyi de dahil etti. Devletin halk içinde her alana yayılan gizli teşkilatı kontrgerilla (Ergenekon, TİT, ETKO, vb değişik isimler almıştır.) Kürdistan’da Hizbullah adında örgütlendirildi. JİTEM elamanlarıyla içiçe faaliyet gösteren ve onlar tarafından silahlandırılıp korunan Hizbullah, Kürdistan’da devletin uyguladığı “faili meçhul cinayetlere” ortak edildi. Kürtler arasında yaygın olan İslami inanca dayanan Hizbullah halk arasında Hizbul-Kontra, Hizbul-Şeytan, Hizbul-Vahşet olarak tanımlanır oldu. Milli Selamet Partisi gençlik örgütü Akıncılarından (AKP Kadrolarının, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün de yetiştirildiği örgüt) Batman Gercüş Doğumlu Hüseyin Durmaz’ın (1978’de soy ismini Velioğlu olarak değiştirdi) kurduğu, Batman’da başlayıp Diyarbakır’da İlim Kitabevi etrafında faaliyet gösterip büyüyen, 1988–1990 arası arkasında onlarca mezar evleri, yüzlerce cinayet bırakan Hizbullah’ı JİTEM’in kanlı cinayetlerinin komutanı ve Ergenekon sanığı Arif Doğan şöyle anlatıyor, “Biz de karşı propaganda faaliyetlerinde bulunmak amacıyla o sıralarda Batman bölgesinde ajan ve muhbir olarak kullandığımız Hüseyin Velioğlu adlı çok akıllı bir kişiyi görevlendirdik. Çok dindar ve donanımlı bir kişiydi. Ülkücü tandanslıydı. Milliyetçiydi. Bunun üzerine Velioğlu’nun kendi seçtiği adamlardan oluşan bir kadro ile faaliyetlerine başlamasına imkân verdik. Gercüş bölgesinde istihdam edilmeye başlandılar, eğitimlerini de Hüseyin Velioğlu veriyordu… Gittikleri yerde çalışırken 36


emniyetlerini GKK yürütüyordu. O zaman Hizbulkontr içinde Geçici Köy Korucuları’nın da olması gerekiyordu. Çünkü biz onları oraya gönderip ayrıca koruyamazdık ama onların içinde silahlı unsur olursa bir iki defa karşılık verirse... Bunun üzerine GKK da Hizbulkontr’un içine katıldı, bunu kimse bilmez.” Hizbul-Kontra sayısız cinayet işlemiş, vahşet uygulamıştır. “Domuz bağı, mezar evler” Hizbullah’ın ortaya çıkan cinayetleri karşısında kamuoyunca tanımlanmasına neden olabilmiştir. Kürtlerin ulusal uyanışına karşı devletçe örgütlendirilen Hizbullah, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ve PKK’nın eylemsizlik sürecine girmesinin ardından devletçe tasfiye edilmiştir. Hizbullah, 17 Ocak 2000 tarihinde İstanbul, Beykoz’da örgütün lideri Hüseyin Velioğlu’na yapılan operasyon ve Velioğlu’nun öldürülmesiyle tasfiye sürecine girmiştir. Hizbullah’ın tasfiye edilmesi süreci yaptığı vahşetin bir kısmının ortaya serilmesine yol açmış ve devlet bu cinayet şebekesiyle ilgisi olmadığı yalanını yaymaya çalışmıştır. Hizbullah; TİT, ETKO gibi isimler alan faşist cinayet şebekelerinden farklı olarak yapay oluşturulmuş bir devlet organizasyonu değildir. Kürd halkı arasında yaygın olan İslam inancıyla yaşayanlar devlet ve Kürt hareketi karşısında arada kalan geniş bir kesimdir. Hizbullah bu geniş kesimler içinde var olabilmiştir. Kürd halkının yoksulluk, ulusal ezilmişlik ve uygulanan saldırgan politikalar karşısında günlük hayatının her anında yaşadığı çaresizlik onlar arasında dine sığınmanın yaygın olmasının nedenidir. Yoksulların çaresizlik karşısında dine sığınması orada da rahat etmelerini sağlamaz aksine orada da kapitalizmin onları kullanmalarına olanak sağlar. Kürd halkı arasında çaresizce dine sığınanların yaygınlığı onların dini kullanan güçlerin eline düşmelerine kapıyı açmıştır. Hizbullah çaresizce dine sığınan insanların vahşet için kullanılmasının adı olmuştur. Hizbullah’ın mezar evlerinin 37


ortaya çıkarılarak devlet tarafından artık işe yaramaz bir araç olarak bir kenara atılması Hizbul-Kontra etkinliğindeki insanların dağılmasına yol açmış ancak onları bitirmemiştir. Hizbul-kontra devletle olan ilişkisini sorgulamaya yönelmiş ve bu sorgulama karşısında sadece devletle arasını daha iyi tutuması gerektiği sonucunu çıkarabilmiştir. İşlediği sayısız cinayet ve vahşetin hasabını vermemiş ve Hizbullah’ın Kürd illeri dışına açılma faaliyetini yanlış bulmak dışında bir sonuca varamamıştır. Kürdistanla sınırlı bir faaliyetin devletin onlara çizdiği alan olduğunu ve bu alanda kalacaklarını göstermek açısından Hizbul-Kontra 2000’li yıllar içinde Mustazaf-Der adlı yardımlaşma derneği oluşturmaya girişmiştir. Dayandığı kesimlerin yoksulluğu ve yoksunluğunu en kötü biçimde sömürmek için oluşturulan Mustazaf dernekleri Hizbullah’ın dağılmış yapısının bir arada tutulmasını sağlamış ve 2000’li yıllarda ülke geneline yayılan üyelerini 2011 tarihinde örgütün yeni lideri Edip Gümüş ve arkadaşlarının “yanlışlıkla” tahliye edilmelerinin ardından “Hicrete” davet ederek Kürdistan’a dönüş çağrısı yapmıştır. Kürd hareketinin gelişmesini engellemek konusunda her yolu deneyen devlet Hizbul-kontra’nın Kürdistan’da HÜDA-PAR olarak yeniden sahneye çıkmasını sağlamıştır. HÜDA-PAR olarak yeniden siyaset alanına giren HizbulKontra Kürdistan’daki devletin “sivil saldırı çetesi” olmakla devletten ayrı duran İslami kesimlerin sesi olmak arasında gidip gelenlerin ortaklaşa bir organizasyonudur. HÜDA-PAR adına polisin ortalıkta provokasyon yapma çalışması 1990’lı yıllardaki “faili meçhul” faaliyetlerin yeniden gündeme getirilmesinin ilk adımlarıdır. HÜDA-PAR adına zaman zaman il temsilcilikleri polis provokasyonları hakkında kendilerini savunan açıklamalar yapmakta ve polisin hemen her seferinde provokasyonlar için “ne olmuş üstlenin” dediğini bildirmektedirler. HÜDA-PAR’ın 38


Kürdistan’da devlet eliyle de organize edildiği bölgede görev yapan polisin, askerin devlet görevlilerinin bilgisindedir. Yaptıkları provokasyonlara karşı HÜDA-PAR il yetkililerinin açıklamalarını her seferinde şakınlıkla karşılamaları bunun göstergesidir. HÜDA-PAR adına faaliyet gösterenlerin Kürd hareketinin hemen her eylemine yönelik provokatif saldırılar içinde olduğu gözlenmekte ve Kürd hareketini İslami kesimlerden uzaklaştırmak için çabalamaktadırlar. Yoksulluklarını “elaleme” göstermemek için kadınların girdiği kara çarşaflar HÜDA-PAR’ın kadınlarla ilgi yaşam dayatmasına dönüşmüş ve Kürdlerin her bireyinin yaşama katılışlarındaki her anın denetim altına alınması için HÜDA-PAR serbest bırakılmıştır. Kadınların, erkeklerin, çocukların hayatlarını her an nasıl yaşayacakları, ne yapabilecekleri ve ne yapamayacakları çarpıtılmış bir İslami inanç kıskacına sokularak Kürdlerin uslandırılması için HÜDA-PAR tarzı İslam dışında olan herkes devlet eliyle saldırıya açık hale getirilmektedir. Kürdlerin “uslandırılmış” bir Kürd olmaları konusunda HÜDA-PAR devrededir. İslamla devlete “yabanice” bağlanmış uslandırılması gereken “cahil” Kürdler” anlayışını devlet yüzyıldır işlemektedir. HÜDA-PAR çaresizlikle dine sığınan geniş Kürd kesimlerinin devletin bu anlayışına uygun uslandırılmasının adımıdır. HÜDA-PAR’a karşı Kürdlerin savunma adımları atılmaktadır. Yakın gelecekte yeniden devletçe silahlandırılan yeni Hizbul-Kontra’nın adımları HÜDA-PAR’ın adımlarıdır. HÜDA-PAR içinde yer alan İslam’a çaresizce sığınmış insanların devletin bu yeni saldırganlık oyunu karşısında yapabilecekleri yegane şey devletle Kürdlerin hakları için çatışabilmeyi göze almaktır. Devletin “güvenli kolları” arasında HÜDA-PAR’la yürünecek yol sadece devletin uslandırılmış Kürdü olmak için kendi kardeşini katletmeye gönüllü olmaktır.

39


MHP – BBP ve Diğer Sivil Faşist Çeteler 1950’lerde yeni bir şekil verilerek piyasaya sürülen “sivillerin kontrgerilla” için organize edilmesi faaliyeti 1960’lı yıllarda hızlandırıldı ve “Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği 1963 yılında kuruldu. Dernek, 1965 yılında genel başkanlığa Toprak Dergisi sahibi İlhan Egemen Darendelioğlu’nun geçmesi ile hızla yaygınlaştı. 1965’de 27 olan şube sayısı kısa sürede 110’a çıktı. 1965 yılından itibaren İzmir, Antalya, Adana, Erzurum, Kars ve Trabzon’da mitingler düzenledi. Fethullah Gülen bu yıllarda Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’nin kurucuları arasında idi. Derneğin önde gelen üyeleri, daha sonra İlim Yayma Cemiyeti'nin kuruluşuna da önayak olmuşlardır. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, 16 Temmuz 1965 tarihinde, TİP'in Bursa mitingine yapılan saldırı sonrasında Komünizmle Mücadele Derneği fahri başkanlığından ayrılmıştı.” Devletin uzun yıllara dayanan kontrgerilla ve provokasyon geleneğiyle ilişkisi resmi düzeyden “gayrı-resmi” düzeye çekilerek devam ettirilmiştir. Devlet kontrolünde olmayan, devletin yönlendirmesiyle hareket etmeyen hiçbir faşist, ırkçı saldırgan organizasyon yoktur. Devlet Osmanlı döneminde oluşturulan Teşkilat-ı Mahsusa adlı resmi çete faaliyetini yıllar içinde çeşitlendirerek sürdürmüş ve bu çeşitlendirme içinde değişik resmi ve sivil faşist çeteler oluşturulmuştur. Komünizmle Mücadele Derneği ile başlayan süreçle oluşturulan ırkçı, gerici faşist çeteler toplumun her kesimi içinde yarı gizli faaliyet gösteren organizasyonlara dönüştürüldüler. 1960’da 27.755.532 kişi olan nüfus 1980’de 44.737.321’e, 2000’de 67.804.543’e 2013’de ise 76.667.864’e ulaşarak iki nesil içinde neredeyse 3 kat büyümüştü. 1960’lara kadar uygulanan tekleştirme dayatmasındaki tek biçim ve tek merkezlilik yeterli olmadığı gibi karmaşıklığı giderek artan toplumsal yapıyı devlete sadık 40


köleleler olarak tutumak için yeni biçimlere geçilmiştir. Bu biçimlerin her birinin özü devletin faşist yapısını korumak üzerinedir. Faşist devlet, 1950 ve 60’larda kırsal kesimin yaygınlığında “komünizm evinize gittiğinizde başkasının şapkası evde asılıysa evden sessizce çıkacağınız rejimdir” saçmalığıyla idare ettiği tek tipleştirme kara propagansının artık anlamını yitirmesine uygun yeni kılıklara girmiştir. 1980’lerde yaygınlaştırılan magazin kültürüyle kadın erkek cinselliğini serbestçe alınıp satılan meta yapan burjuva yaşam biçimlerinin topluma “ideal yaşam biçimi olarak sunulması” faşist devletin çeşitlendirilmiş kara propagandasına uygun yeni organizasyonlarının da mecburiyetine işaretçi olmuştur. Bu tarz basitleştirilmiş “alt sınıfların değerlerine hitap ettiğine inanılan” yalanlarla sürdürülen propaganda toplumun karmaşık yapısı karşısında yetersiz kalmıştır. 1950’lerden 1970 sonlarına kadar “komünizmde kadınlar çöpçü oluyor” diyerek oy avcılığı yapanlar 1980’lerde ANAP’lı Özal dönemiyle birlikte “kadınların çöpçülük yapmasının” nimetlerini anlatır duruma gelmişlerdir. Değişip, dönüşen toplumsal yapı faşist devletin egemenliğini sürdürmek için yeni farklı biçimlere ihtiyaç duymasını dayatmış ve devlet saldırgan faşist çetelerin farklılaşmasına olanaklar sağlamıştır. MHP, BBP, Ulusal Parti, Doğu Perinçek’in İşçi Partisi, vb gibi organizasyonlar devletin kontrgerilla faaliyetinin zeminini oluşturmuştur. Bu faşist çetelere AKP’nin teşkilatları da katılmış ve AKP devletin sivil saldırı çetelerinin de organize olduğu çete partisine dönüşmüştür. Faşist devlet toplumun hemen her kesimine yaygın olarak sızıp toplumu her alanda kontrol edecek mekanizmalar kurma alışkanlığındadır. Bu faaliyet; Gladyo, Ergenekon, Derin Devlet, vb gibi farklılaştırılmış isimlerle anılsa da aslında devletin asli unsuru olmaya devam etmektedir. Devletin faşist sivil çeteleri içindeki suçları çoğu zaman “kişisel hesaplar ve hesaplaşmalarla“ ortalığa serimektedir. Hemen her resmi ve sivil faşist çete “her şeyi 41


devlet için yaptık, yapıyoruz” deme alışkanlığındadır. Devletten ayrı bir sivil faşist çete ve bu tarz çetelerin oluşması için zemin yoktur. Toplum içinde yaygınlaştırılan “güçlüye yaranma ve yanaşma” kültürü faşist çetelerin “basitleştirilmiş ideolojik inançlarla” hareket etmesini sağlamaktadır. Sadece “Ne mutlu Türküm diyene” veya “en iyi Kürd ölü Kürddür” denmesiyle linç için harekete geçebilecek bir kesim daima hazır tutulmaktadır. AKP, MHP, BBP, HÜDA-PAR, Ulusal Parti, Doğu Perinçek’in İP’i, vb gibi parti ve organizasyonlar faşist saldırganlık merkezleridir ve insanlık suçlusu organizasyonlardır. Bu yerler devletin kontrgerilla faaliyetinin yasal zeminde organize edilmesi için kullanımaktadır. Faşist devletin toplumsal farklılaşma arttıkça çeşitlendirdiği kontrgerilla faaliyetleri devletin ayrılmaz bir parçası olmaya devam etmektedir.

42


FAŞİZME KARŞI DİRENİŞ Bir mücadeleyi faşizme karşı direniş olarak tanımlanmak için o eylemin faşizme karşı bir karşı duruşunun olması ve faşizmin işleyişine yönelik en azından engelleyici bir içerik barındırıyor olması gerekir. Faşizm dünya sahnesine çıktığı ilk andan itibaren emekçiler ve ezilenler tarafından direnişle karşılanmıştır. Faşizme karşı direnişin ne olduğu sorusuna verilecek yanıt eylemin, hareketin faşizmin işleyişine yönelik engelleyici olup olmadığıyla ilgilidir. Faşizm içinde de “muhalif sesler, durumlar” vardır. Bunlar çoğunlukla, faşizmin işleyişindeki keyfiliğin doğal sonucu bitmek tükenmek bilmeyen iç sürtüşmelerin sistem içi çekişmelerin yansımasıdır. Bir eylemin, hareketin faşizme karşı direniş olarak tanımlanması o eylemin, hareketin faşizmin işleyişini düzeltmeye çalışan değil faşizmin işleyişini engeleyici olmasını gerekli kılar. Tekelci kapitalizmin egemenliğini sürdürme aracı olarak faşizm, tekelci sermayenin siyasi yönetim biçimi olarak en keyfi uygulamalarının yer aldığı sığınağıdır. Toplumlar işleyişini sürdürmek için belirli kurallara ihtiyaç duyarlar tekelci kapitalizm faşist devlet biçimini egemen kıldığı toplumları idare etmek için de yine belirli kurallara gereksinim duyar. Faşizm bu kuralların hiçbir zaman “güçlüler” için geçerliliğinin olmamasıyla kendini gösterir. Var olan bir toplumsal kural, yasa, gelenek vb. o toplumun vazgeçilmeziymiş gibi tanımlanırken bir anda gereksiz sayılabilinir. Faşizmde toplumsal kurallar, yasalar, gelenekler vb toplumun işleyişi için gereken her şey egemenlerin istek ve çıkarlarına göre her an değiştirilip, esnetilebilinir. Faşizm kendi ilan ettiği kural ve yasaları da tanımamanın yönetim biçimidir. Türkiye’nin son 80 yıllık faşist devlet biçimi bunun bitimsiz örnekleriyle doludur. 43


Faşizme karşı direniş geleneği zayıf kalmış ancak hiçbir zaman kesilmemiş bir toplumsal yapımız var. Osmanlı’dan gelen devletin “kulu” olma geleneği uzun zaman egemenliğini “kayıtsız şartsız” sürdürmüş ancak 1960’lı yıllarla birlikte bu “kul olma” geleneğine karşı halk hareketleri oluşmaya başlamıştır. Faşist devletlerden kopyalanarak oluşturulan yasalar, devlet organizasyonları vb Osmanlı’dan devralınan baskıcı geleneklerle “yerli” hale getirilmiştir. Faşizmin egemenlik biçimine karşı ise “sistem muhalifliği ve savunma hali” zayıfta olsa daima olmuştur. Faşizmin saldırganlığına karşı direniş hali onun saldırılarıyla kendisini ifade edebilmiştir. Kürtlere yönelik “asimilasyon ve yok etme” saldırıları daima direnişle karşılanmıştır. Dersim soykırımı faşist devlete karşı zayıf da olsa bir direnişin de ifadesidir. Devletin şidetle yok etmeye çalıştığı Alevi Kürtlerin kendilerini savunmak için giriştikleri çabalar faşizme karşı direniş hareketinin örneklerindendir. Faşizmin tıpkı Nazi Almanya’sındaki “soykırım” örneklerine benzer bir soykırım uygulaması olan Dersim soykırımındaki direnişin gücü, Varşova Gettosu’nda nazilere karşı ele geçirdikleri bir kaç silahla da olsa direniş gösteren Yahudilerin direnişi kadar bir güce sahipti. Ancak onlar kadar anılması gerekli olan bir direniş destanı özelliği de taşımaktadır. Faşizmin 30’lu yıllarda bir devlet biçimi olarak yerleştirilmesi sürecinde Dersim isyanı ve soykırımı faşist devletin suç hanesine yazıldığı gibi faşizme karşı direnişin de hanesine yazılmıştır. Faşizme karşı direnişin o dönemden bu yana farklı biçimleri denenmiş ve uygulanmıştır. Bazen bir devrimcinin örneğin Remzi Basalak’ın yakalanıp emniyette basın karşısına çıkarıldığında “suç unsurları” denen eşya dolu masayı tekmeleyerek işkencecilere işkencehane içinde “evet ben komünistim bana iyi bak işkenceci” diyerek meydan okuma çabası olmuş, bazen geniş kitlelerin örneği 15-16 Haziran 1970 Direnişi eylemi haline gelmiştir. 44


Faşizme karşı direniş temel olarak faşizmin işleyişine karşıtlık oluşturmakla ilgilidir. Faşizmin yaratmaya çalıştığı “boynu eğik her denene sorgusuz yargısız uyan” insan ve halk tipi yerine karşı çıkan ve direnen bir özellik direnişin temel özelliğidir. Faşizme karşı direniş şu veya bu eylemi yapmakla ilgili değildir hayatın her alanında faşizmin işleyişine karşı koymakla ilgilidir. Faşizm, toplumsal işleyişin her alanıyla ilgili bir sistemdir. Kaldı ki bizim gibi 80 yıldır faşizmle yönetilen bir ülkede faşizm toplumsal her gözeneğe sızmanın yollarını denemiştir ve bunda da ısrarcıdır. Faşizmi sadece askeri darbe dönemleriyle kısıtlı bir devlet biçimi olarak tanımlayanların bu anlamda yanılgıları vardır. Faşizme karşı direnişi bir kaç eylem biçimi ile tanımlamak faşizmi ve direnişi anlamamakla ilgilidir. İnsanların “sosyal, toplumsal bilimler” açısından “cahilleştirilmesinde ve bilgisiz tutulmasında” önemli mesafeler kateden kapitalizmin insanların sadece bir kaç veriyle kısa yoldan sonuçlara varmasını teşvik ettiği bir gerçektir. Bir kaç “simgeyle” dünyanın “Yahudilerin egemenliğinde” olduğunu sananlardan, bir kaç efsaneyle “Darvin’in evrim kuramı”nı çürütüğünü sanan şaklabanlara kadar her tür saçmalık kapitalizmde kendisine geniş alanlar imkanlar bulur. Faşist devlet biçimlerinde bu tarz önyargılı tutumlarla düşündüğünü, bildiğini sanmak ise genel kuraldır. Faşizmi sadece bir darbe uygulaması sanmak veya bir siyasi partiyle kısıtlı tutmak faşizmi hiç anlamamak ve ona karşı direniş içinde olmamakla ilgilidir. Faşizmin kendisine karşı direnenler içinde yaratmaya çalıştığı tahribat, bölmek parçalamak ve mücadeleyi saptırmakla ilgilidir. Bunu yapmak için baş vurduğu yöntemlerden biri de faşizme karşı direnişin gereklerini yerine getiremeyip onun yerine “karşı çıkarmış” gibi davrananları geniş kitlelerin “bilgizsizliğine” dayanarak körüklemesidir. Faşizme karşı direnişi onun toplumsal yaşamın her alanına sızmış olduğunu bilerek tanımlamak gerekir. Bir Ermeniye, Çingeneye veya bir başka insana sırf doğumdan gelen özel45


likleri nedeniyle ayrımcı veya saldırgan davranmak faşizmin toplumsal yapıya sinmişliğiyle ilgilidir. Aynı şekilde toplumsal olaylara haklılık ekseni yerine güç ekseniyle bakmak vb gibi davranışların yaygınlığı faşizmin toplumsal alandaki etkinliğine göstergedir. Faşizme karşı direnişi bu yaygınlığı içinde görmek ona karşı mücadelenin toplumsal her olay ve durumda oluşturulabileceğini de görmeyi sağlayacaktır. Faşizme kaşı direnişin temeli onun işleyişine engel olmak ve ona karşı tutum takınmakla ilgili olması eylemseldir. Toplumda insanların ortak çabalar sarf etmelerine, dayanışmalarına karşıt olan kapitalizm, faşist devlet biçimiyle kuralsız şiddetin kullanılmasıdır. Faşizme karşı direnişin dönemlere, zamana göre ön plana çıkan eylem biçimleri vardır. Bu eylem biçimleri o dönem faşizme karşı mücadelenin diğer yöntemlerini de peşinden sürükleyip onları da güçlendirir veya artık gereksiz kılar. 1980’li yıllarda işçi eylemliliklerinde toplu olarak sakal kesmeme, saç kesme vb gibi eylemlilikler vardı. Bunlar o dönemde işçi sınıfına yönelik devlet saldırganlığı karşısında toplumsal duyarlılık uyandırması açısından önem taşıyan eylemlerdi. Bu eylemler bir direniş halinin ifadesiydi. Ancak 1989 yılında işçilerin yaptığı Bahar Eylemleri ve 1990 Başındaki Zonguldak Büyük Madenci Direnişi eyleminden sonra bu tarz eylemlilikler “gereksiz” direniş dışı eylemlilikler olmuştu. Faşizme karşı direniş eylemi faşizmin sınırıyla ilgilidir. Onun topluma dayattığı yaşayış sınırı neredeyse direniş oradadır. Faşizmin, emekçiler, ezilenler yürüyemez dediği yerde yürüyüş yapmak, Yürürler ama slogan atamazlar dediği yerde slogan atmak, Slogan atarlar ama polis saldırdığında taş atamazlar dediği yerde taş atmaktır. Direnişin biçim ve yöntemlerine toplumsal mücadeledeki durum belirler. Faşizme karşı direniş ancak onu yıkıp hesap sormaya başlandığı zafer anında biter. O zamana kadar hayatın her alanında faşizme karşı direnişi yaratmak bir insan olma sorunudur. 46



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.