Sosyal Bilimler ve Kültür Dergisi Şubat 2019
•
Sayı: 2
ISSN: 2651-2777
Röportaj: In Hoodies Ahmet Okkol • Anastasija Nunjan • Arya Yeloğlu • Aslan Şahingöz • Aydın Tonga • Babür Karbey Vina • Begüm Bektöre • Berat M. Seferoğlu • Berna Balkaya Burak Bayülgen • Candan Badem • Doğukan Adıgüzel • Emre Emrem • Erdem Öztaşa • Eric Djoure • Fahri Alpyürür • Fatma Büyükkatran • Fidel Alkoç Gizem Şimşek Kaya • Güney Güneyan • Haluk Berkmen • Haşim Belten • İhsan Güvercin • Işıl Bayraktar • Josef Kılçıksız • Karl Levi • Melek Dündar Meltem Arıkan • Mine Koşal • Murat S. Dural • Oğul Tuna • Ozan Dağdeviren • Pınar Doğu • Şafak Ural • Sevan Nişanyan • Tamer Ertangil Timur B. Davletov • Tuna Tetik • Türkay Ürkmez • Umut Yılmaz • Vural Yıldırım • Zeki Seskir
dergi
Düşünsel alışverişin, bilginin, yorumun gücünü destekleyerek; bağımsız ve objektif yayıncılık faaliyeti gösteren yayınımızın sürdürülebilirliliğini sağlamak için Patreon’da bize destek olabilirsiniz.
patreon.com/KomplikeDergi
Komplike Medya Grubu
dergi Komplike Medya Grubu Ltd. Şti. adına İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Güney Güneyan Yayın Koordinatörü Selcen Özgen Yazı İşleri Müdürü Devrim Ekinci Görsel Yönetmen Şengül Altınok
İllüstratör Alpova Avcı • Amaury d’Arcangues • Ayça Ünüvar • Beril İrman • Esin Karabenli Ezgi Uzamaz • Fatemeh Nazari • Galya Gubchenkoi • Gianluca Constantini • Handan Yıldırım Havva Marta • Kadir Nakipler • Muhammad Daffa Aulia • Muhammad Fariz • Nicolas Raymond Sebastian Tian • Sergey Kandakov • Tachadon Sakulsittachai Editör Kerem Topçu Özgün Muti Röportör Nergis Fırtına Leo Xandre Redaktör Aysel Ciğerlioğlu Jülide Güngör Hukuk Danışmanı Av. Aslan Şahingöz Av. Sevde Nur Dönmez Yayın Türü Dijital, Belirsiz Süreli Yayın ISSN 2651-2777 İletişim editor@komplikedergi.com hukuk@komplikedergi.com reklam@komplikedergi.com Yasal Uyarı Her hakkı saklıdır. Yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Ayrıca bu yayın Basın Meslek İlkeleri’ne uymaya söz vermiştir.
KomplikeDergi
KomplikeDergi
www.komplikedergi.com
KomplikeDergi
06
Geleceğin Yitimi ve Ufuksuzluk Çağı Pınar Doğu
08
Gelecek Ne Renk Olacak? Türkay Ürkmez
10
Gel Gel Gel Meltem Arıkan
11
On Dördüncü Lui ile Tanışmamız Sevan Nişanyan
12
Bir Başkasının Hayatını Yaşama Pornografisi Murat S. Dural
14
Holistik Bakış Doç Dr. Haluk Berkmen
15
Ne Kadar Bilinç? Aslan Şahingöz
16
Şehrin Ekolojisi Fidel Alkoç
17
Ekolojik Tahakküm Eric Djoure
18
Metropol Yaşamda Doğa Yoksunluğu Arya Yeloğlu
20
Locke Teolojisi ve Etiği Erdem Öztaşa
22
Aristoteles ve Devrim Umut Yılmaz
23
Machiavelli’de İktidar ve Korku Fahri Alpyürür
24
İnsanlığın Geleceği Tamer Ertangil
26
Dualitenin Çöküşü Ahmet Okkol
28
Şehir Bilinci Prof. Dr. Şafak Ural
32
90’lı Yıllar Öncesinde: Canavar ve Kadın Dr. Gizem Şimşek Kaya
33
Afrika Tanrılarının Katolik Serüveni: Vodou Babür Karbey Vina
34
Mezoamerikan Uygarlıklar Anastasija Nunjan
36
Fantastik ve Sihirli Melodiler Burak Bayülgen
38
Gelecek, Yapay Zeka ve Müzik Vural Yıldırım
39
Disco Folk İhsan Güvercin
40
Müzik Endüstrisinde Yapay Zekanın Rolü Begüm Bektöre
41
Röportaj: In Hoodies Nergis Fırtına
44
Geçmiş, Şimdi ve Gelecek Uzm. Psk Dan. Fatma Büyükkatran
45
Zaman Baskısı ve Kalıntıları Melek Dündar
46
Sonsuz Kontrolcülük: Tanrı Rolünü Çalmak Uzm. Kl. Psk. Haşim Belten
47
Zor Gerçek Haber Kaynağını Reddettirir Ozan Dağdeviren
48
Dezavantajlılık Güney Güneyan
50
2000 Yılında Yaşayan Hamlet’in Başına Gelenler Emre Emrem
51
Logan: Yaşlı Kurt Post Apokaliptik Diyarlarda Tuna Tetik
52
Andrey Tarkovski: Şiirin Sineması Doğukan Adıgüzel
54
Yeni Nesil Türk Sinemasında Kadının Yeri Berna Balkaya
56
Mutlak Ötekiliğin Kıskacındaki Varlık Josef Kılçıksız
59
Normatif Sapmalar Mine Koşal
60
Cinsel Tacizin Mekansızlığı Işıl Bayraktar
62
Gelecek Düşmanlığına Yergi Zeki Seskir
64
Garbzade Şah ve İran’ın İlk Milli Marşının Hikayesi Oğul Tuna
65
Tarih Arenasında Getto Karl Levi
66
Osmanlı Arşiv Belgelerinde Dersim Islahatı Doç. Dr. Candan Badem
72
İslam’ın Kaderi ve İlk Dönem Yaşananlar Aydın Tonga
74
Dinlerin Gelecekle İmtihanı Timur B. Davletov
76
Ateistler Doğaüstüne İnanabilir Mi? Berat M. Seferoğlu
İllüstrasyon: Alpova Avcı
Geleceğin Yitimi ve Ufuksuzluk Çağı Pınar Doğu
Gelecek tahayyülünün gücünü yitirmesi, geçmişin altın çağ olarak telakki edilmesinin günümüzde geçer akçeliğini korumasından kaynaklanıyor bir bakıma. Geleceği geçmişin enstrümanlarıyla ele alamayacağımız gerçeğini bir yana koyalım, bir kurtarıcı ya da mesih bekleyen insanoğlunun değişimin imkansızlığını alttan alta vurgularcasına her iyi şeyin mazide kaldığı vehmine kapılması düşündürücü. Geleceksizlik plan programsızlığı doğurduğu gibi, hayallerin mazide kaldığına dair çarpık bir fikrin altını çiziyor durmadan. Değişim ihtimalinin/ umudunun azalması kaçınılmaz oluyor böylece. Düşünce atıl hale gelince insanoğlunun da yavaşladığını görüyoruz. Günlük rutinimizi zapturapt altına alan hız çağının paradoksal bir şekilde insanı ataletin sırça köşküne hapsetmesi yaşadığımız yüz yılın en sarsıcı bunalımının bol ışıklı ama bir o kadar uzun koridorundan tek başına geçmemize yol açıyor. Geleceği kurgulayabilen toplumlar ayakta kalırken, yarınını yabancı sermayelerin insafına bağlayan toplumlar gününü bile kurtaramıyor. Türkiye’nin hareket alanını daraltan iç ve dış sarmallar, kuşatıcılığı sorgulama yetisinden yoksun bireyi geleceğini düşünmekten alıkoyan ve sürekli geçmişin şatafatlı şatosuna hapsolmaya zorlayan bir alt metni içeriyor. Özellikle,
gençlerin bu kısır döngüyü kırıp eğitimden iş sahasına, sanattan siyasete etkin bir gelecek için, mevcut zihniyeti kendisine sunulduğu gibi kabul etmemeyi öğrenmesi şart. Birey olmak geleceğini planlayabilmekten geçiyor biraz da. Özgür olmak da öyle. Geleceğe dair fikir üretilememesi kişinin zihnindeki prangalardan kurtulamaması anlamına gelir. Böylece günü birlik yaşayan, kendinden başkasını düşünmeyen, toplumla düşünsel ve duygusal bağını kesmiş, hazıra konmaya alışkın bir nesil ortaya çıkar ki, ne ülkenin geleceği böyle bir nesle emanet edilebilir, ne de böyle bir nesil ülkenin geleceğinin garantisi olabilir. Maalesef sosyal medya kullanımının şirazeden çıkması, düşünebilme ve sorgulayabilme yetisi kazanamamış fertlerin çoğalmasına neden oldu. Öyle ki, herkes kendinden çok memnun. Başarı, güzellik, haz odaklı bir nesil üstüne üstlük geleceği inşa edebilme ortaklığından mahrum bırakılınca, hatta gençlere böyle bir düzenleme bilinci bile aşılanmayınca birey ve toplum ilişkisizliği üzerinde durmak elzem hale geliyor. Geçmiş, bugünün temsil ilişkilerini belirlemede niçin bu kadar güçlü bir etkiye sahip? Modern-
leşmenin gelecekle birlikte yürüdüğünü unuttuğumuz için olmasın! İster ekonomi ister eğitim ister sağlık ister sanat, herhangi bir alanda geleceği tasavvur etmeden ilerleme sağlanamaz. Beklentiler hedefe dönüşmedikçe, hedefler için plan ve takvim yapılmadıkça bir adım öteye gidilmesi mümkün değil. Nostalji severlik yalnızlık duygusundan kaynaklandığı oranda yalnızlık hissini de besliyor aslında. Geçmiş ve geleceği birbirine karşıt gibi ele almak ya da bir paradoksmuş gibi düşünmek belki de bizi yanlışa götürüyor. Bazıları geçmişi bir altın çağ olarak görürken geleceğin teknolojik gelişmelerle birlikte insanı kaosa sürükleyeceği ve dünyanın sonunu getireceğini düşünürken bazıları ise geçmişi bağnaz bir karanlık, geleceği ise düşler ülkesi olarak görüyor. Svetlana Boym nostaljiyi tarihsel bir olgu olarak ele almış, bireysel hafıza ile kolektif hafıza arasındaki ilişkiye değinmişti. Geçmiş bir inceleme alanı olabilirken gelecek üzerine tüm söylemlerin havada kalmasının sebebi henüz gerçekleşmemiş olması, dolayısıyla bilimsel bir inceleme alanına dönüşemeyip soyutluğunu her daim sürdürmesidir bana kalırsa. Bu nedenle mevcut üzerinden akla ya da sezgiye dayalı bir öngörüyle yetinmek zorunda kalıyor ve bilimsel açıdan gerekçelendirmeye çalı-
şıyoruz elimizden geldiğince. Bizi var eden algılarımız başka bir şey değil kısaca. Dünyayı nasıl algılıyorsak öyle var ediyoruz. Bilinçaltımızı yerleşik fikirlerden, basmakalıp yargılardan arındırmadığımız müddetçe ne sahih bir geçmiş çözümlemesi mümkün olabilir ne de rasyonel bir gelecek planlaması. Zincirlerinden kurtulması gereken tek şey zihnimiz aslında. Çünkü disipliner iktidar davranış alanı kısıtlı, istediği gibi hareket edemeyen “uysal bedenler”e dönüştürdü insanı. Bu durumda aşkın ve cinselliğin tabiiliğinden söz edebilir miyiz? Foucault’nın “biyo-politik kontrol” olarak adlandırdığı bu durum aslında modern söylemin bedeni pasifize etmesidir. Sosyal medya müptelalığı bedenin pasifize edilmesiyle başladı. Bir yerden bir yere fiziki mesafe kat eden insan bile sürekli denetimin yol açtığı düşünsel durağanlık nedeniyle aslında ilerlemiş olmuyor. Bir özdisiplin yoksunluğu olan müptelalık aslında şeylerle fetiş derecesinde ilişki kuran insanın kişisel algısında zamanın donmasına neden oluyor. Sanal çağ zamanı donduruyor kısaca. Şuur yitimi bunun en büyük göstergesi. Gelecek fikri o kadar çok ki geleceğin kendisi bir türlü gelmiyor. Gelecek, hızla geçmişe dönüşüyor. Gelecek, temelsiz bir beklenti, amaçsız bir ivme ya da saplantılı bir önyargıdan ibaret kalıyor. Soyut yaklaşımların kıskacında kendi gerçekliğinden mahrum oluyor. Gerçeklik yitiminin temelinde düşünsel pratiklere yatırım yapmaktansa maddi koşullarını iyileştirmeyi ideal yaşam olarak görmenin de payı var elbet. İdeolojilerin birer meta anlatı olarak zirveye çıktığı ve ardından binlerce insanı sürüklediği dönemde ütopyacı anlayış belki uzak gibi görülen, gerçekleşmesi imkansız sanılan bir gelecek tahayyülü sunuyordu. Kollektif amaç altında birleşen insanlar, hiç değilse, geleceğe umutla bakabilme şansına sahiptiler. Bütünlüklü ve sistematik bir disipliner yaklaşımla geleceği ortaklaşa inşa etmenin hal çareleri üzerine fikir yürütüyorlar ve gerektiğinde zülfüyare dokunmaktan çekinmiyorlardı. Günlük yaşamın erk mekanizmaları ya da Althusser’dan mülhem söyleyecek
olursak devletin ideolojik aygıtlarıyla tanzim edilmesiyle birlikte bedenin pasifize edilmesi insanı uzun vadeli bekleyişlerin beyhudeliğine inandırdı, arzuları uzun soluklu hayallere dönüştürmek yerine ânlık tatminlerle gidermeyi yeğ tuttu. Tekrarın tekrarının makbul karşılanması ve aynı gökyüzü altında yeni bir söz söylemenin imkânsızlaşması neticesinde geleceğe dair ortak bir tahayyülden bahsedemez hale geldik. İnsansız kutuplaşma diyorum buna. Birden çok hizip varlığını sürdürüyor toplumda, hiçbiri otonom değil, her birinin benzer refleksleri var fakat birey, buna rağmen, içinde yer aldığı cenaha kendini ait hissetmiyor. Hal böyle olunca, günlük ilişkilerden mesleki hedeflere sanatsal çalışmalardan siyasi gelişmelere kadar her şey bireycilik odağa alıyor. Bugünü kurtarma peşine düşmüş insanlardan oluşan bir toplumun yerinde sayması hiç şaşırtıcı değil. Peki, yeni dünya düzeni geleceği planlama yetkimizi neden elimizden alıyor? Demokrasi son yıllarda tuhaf bir şekilde deformasyona uğrayarak varoluşsal görünümünü ve amacını yitirdiğinden beri aslında gücün tek elde toplanmasına dayalı bir girdabın içine çekiliyoruz. Bu, sadece yerel koşullarda yüz yüze kaldığımız bir hakikat değil, aynı zamanda dünya genelinde de rüzgar ters yönde esiyor. İnsanlar arası mesafeyi sözümona kısaltan teknolojinin etkisiyle bu rüzgarın hızının arttığı da bir gerçek. Metroda, sokakta, kafelerde dip dibeyiz, ama birbirimizden fersah fersah uzaktayız aslında. Sahih bir iletişim kurulamıyor, insanlar hasbıhal etmekten muhabbet seviyesine yükselemiyor, yüzeysel ifade biçimleri duygusal ve düşünsel sığlaşmaya neden oluyor. Teknolojik yakınlık insani yakınlığa köstek oldu. Teknolojik yakınlık iletişimsel uzaklık yarattı. Teknolojik yakınlık bizi uzay çağına değil, ufuksuzluk çağına taşıdı, ufuksuzluk yani geleceksizlik. Milenyuma girmeden bir an önce gelmesini heyecanla beklediğimiz gelecek hayali tuzla buz oldu. İçinde olduğunu
sandığımız gelecek, geleceğin ta kendisi değil, simulakrası bile değil. İçinde mi dışında mı olduğunu bilmediğimiz bir zihinde ne yöne gideceğini bilmeyen androidler gibi dolaşıyoruz. İnsanoğlu varlığını sürdürmek için bilincini kurban etti. Kendini biricik kılma ihtimalini yok etti böylece. Kendini değil, suretini aramaya başladı. Sanal benliklerle bilinçsel eksiğini tamamlamaya çalışıyor. Bilinçsizlik, geleceksizliği doğuruyor. Aynasız toplumlar geleceğini yitiriyor. Aynasızlık geleceksizlik demek bir bakıma. Kendiyle yüzleşemeyen halkların geleceğini inşa etmesi imkansız. Geleceğin bilinemezliği ürpertici olmaktan ziyade, tuhaf bir ön kabulle birlikte akışa kendini bırakan bir toplum haline getirdi bizi. Sanatın yozlaşması yaratıcı ve ayağı yere sağlam basan bir gelecek hayalini rafa kaldırmamıza neden oldu zaman içinde. Demokrasinin kazanımlarının birer birer elden uçmasıyla çarpık bir zihniyetin doğması kaçınılmazdı zaten. O halde hangi gelecekten söz edebiliriz? Nasıl bir gelecek bekliyor bizi? Gidişat üzerine söz söyleme imkanı/yetkisi elinden alınan bireylerin ortak bir gelecek fikrinde buluşması nasıl beklenebilir? Nostaljinin kutsanması, sorgulayıcı belleğin işlevini yitirmesi, temsili ilişkilerin görünürlük sevdasına yenik düşmesi, taklidin kötü bir taklidinden ibaret olan günümüz sanat ortamının yaratıcılığı teşvik etmek şöyle dursun hazır üretim ve tüketimi besleyen sloganlarla alkış toplaması karşısında iyimser bir gelecek beklentisi mümkün değil ne yazık ki. Aynı güneşin altında yeni bir söz söyleyebildiğimizde gelecek hakkında sarih bir ifadede bulunmuş olabiliriz ancak. Fakat ne yazık ki aynı güneşin altında bile değiliz. Çoğunluk kendi dünyasında ve sadece kendi tarafını tutuyor. Bizi ne geçmiş ne gelecek yan yana getirebiliyor artık. Türkiye’de son kırk yılda intihar oranlarının yüzde 50 artmasının garipsenecek bir yanı yok bu durumda. Gelecek giderek insansızlaşıyor ne yazık ki. Halbuki insan hayattan umudu kesse de kendinden umudu kesmemeli. Dünya umudun ve iyimserliğin yüzü suyu hürmetine dönmeye devam ediyor.
İllüstrasyon: Fatemeh Nazari
Gelecek Ne Renk Olacak? Türkay Ürkmez
11 Mart 1811 Pazartesi gecesi birkaç dokuma işçisi, ellerinde çekiçleriyle İngiltere Nottingham’da Arnold bölgesinde bir araya geldiler. Öfkeliydiler. Patronları çalıştıkları fabrikalara yeni makineler satın alıyorlardı. Bu sayede vasıfsız bir işçiyle bile daha fazla iş yapılabiliyordu. Patronlar daha fazla kâr elde etmek amacıyla işçileri çıkarıyor ya da onların yevmiyelerini yarı yarıya azaltıyorlardı. Kısacası, tekstil işçilerinin geleceği büyük bir tehlike altındaydı. Gelecek hakkında düşünmeye başladığınızda en temelde iki duygunun etkisinde kaldığınızı fark edersiniz. Bunlardan biri kaygı, diğeri ise umuttur. Ne kadar gerçekçi olmaya çalışırsanız çalışın, öngörüleriniz bu iki duygudan birinden fazlasıyla etkilenir. Kendilerine “Luddist” adını veren bu grup, belli ki büyük bir kaygı içindeydi. Dokuma tezgâhlarında uzun bir ömür ve emek harcamışlardı ve şimdi işleri tehlike altındaydı. Bir şeyler yapmak zorundaydılar. Makineleri kırmaya karar verdiler. O gece tam altmış üç dokuma makinesi kullanılmaz hâle getirildi. Bu hareket, tüm İngiltere’ye kısa sürede yayıldı ve benzer eylemler 1816 yılına kadar sürdü. “Luddite” kelimesi günümüz İngilizcesinde hâlâ kullanılan bir kelime. Teknolojinin ilerlemesine karşı olan kişileri tanımlamak amacıyla kullanılıyor.
Sadece otomatik değil aynı zamanda akıllı birçok teknolojik ürün karşımıza çıkmaya devam ediyor. Sosyal medyayı her açtığımızda Boston Dynamics robotlarını ya da Google asistan gibi yapay zekâların tanıtım videolarını görüyoruz. İnsanlık, çok büyük bir değişim geçiriyor. Bilindiği gibi geçtiğimiz yüzyılın başından bu yana belirli algoritmalarla çalışan makineler hayatımıza giriyor. İlk bilgisayarın geliştirildiği 1946 yılından bu yana henüz yetmiş iki yıl geçti ve bu kadar kısa bir süre içinde tüm gezegen, tüm ekonomi, ekoloji, insan yaşamının tamamı inanılmaz büyük bir değişim yaşadı. Peki, bundan sonra ne olacak? Önümüzdeki yıllarda nasıl bir atmosfer olacak? İşte bu soruları yanıtlayabilmemiz için yaşadığımız son gelişmelere bir de bu perspektifle bakmamız gerekecek. Öyleyse içinde bulunduğumuz bilişim çağının baş aktörü olarak algoritma kavramını sorumlu tutabiliriz. Çok basitçe; topladığı verileri belirli bir hedefe yönelik olarak adım adım işleyen ve bir sonuç üreten yapılara algoritma diyoruz. Bu algoritmalar, yirminci yüzyılın başından bu yana elektronik cihazlarda kullanılıyor. Fakat aslında, matematiksel bir problemin olduğu her
yerde algoritmadan bahsedebiliriz. Çünkü problem çözmek için geliştirdiğimiz düşünme yöntemi de algoritmadan başka bir şey değildir. İşte bu algoritmalar artık sadece elektronik makinelerde değil, biyolojik mekanizmalarda da kullanılıyor. Peki, bu nasıl oluyor ve bize ne vadediyor gelin yakından bakalım. Bir Uygulama Çıktısı: DNA 1 Nisan 2016 tarihli “Science” dergisinde MIT Üniversitesinden Biyoloji Mühendisliği Profesörü Christopher Voigt’in bir makalesi yayımlandı. Bu yazıda Voigt, canlı organizmalara yeni fonksiyonlar kazandıran karmaşık DNA dizilimlerini üretebilen bir programlama dili geliştirdiklerini duyuruyordu. Voigt şöyle yazıyordu: “Bu, tam anlamıyla bakteriler için bir programlama dili. Tıpkı bilgisayar programlama gibi metin tabanlı bir dil kullanıyorsunuz. Fakat derleyici, bu dili hücreye yerleştireceğiniz bir DNA dizisine dönüştürüyor.” Biyomühendislik açısından, bu dilden öncesi ve sonrası bir durum söz konusu kesinlikle. On sekiz yıllık bir geçmişi olan bu disiplinlerarası bilim dalında şimdiye kadar oldukça önemli birkaç ürün geliştirildi. Ancak bu geliştirme süreci çok büyük bir efor ve zaman harcanmasını gerektiren oldukça zor bir süreçti. Fakat Profesör Voigt ve ekibinin geliştirdiği bu dilden sonra DNA
dizilimini üretme işi çok daha hızlandı. Artık programcının genetik hakkında bir şey bilmesine de gerek kalmıyordu. Voigt’in deyimiyle bir lise öğrencisi, web arayüzünden istediği programı yazıp, DNA dizisi elde edebilir. Bu programlama dilinin adı Cello. Ayrıca program yazabileceğiniz bir web arayüzü de var. İnternet sitesi aracılığıyla daha ayrıntılı bilgi alabilirsiniz. Böyle bir gelişme hayatımızda neleri değiştirecek? Bir düşünelim, normal şartlarda bitkilerin üzerinde zararsız bir biçimde yaşayan ancak bir böcek saldırısı esnasında böcek ilacı üreten bakteriler programlanabilir ya da organizmanın vücudunda kanserli hücre oluştuğu anda algılayıp tedavi eden sentetik hücreler tasarlanabilir. Bu muazzam değil mi? Üstelik internete erişimi olan ve kodlama bilen herkes bunu yapabilecek durumda. Herkes potansiyel bir biyo-programcı yani. Peki ya madalyonun diğer yüzü? Siber punk boyutunda yani karanlık tarafta neler olabilir? Biyolojik silahlar da bu yolla üretilebilir mesela. Ya da belirli bir ırka göre kodlanmış, onları daha sağlıklı hâle getirecek dokular geliştirilebilir mi? Acaba zenginlere daha özel hizmetlerin verildiği bir sektör daha mı oluşacak? Tüm bunlar nasıl denetlenecek? Korunması gereken bir düzen varsa o düzen nasıl belirlenecek? Toplumsal Huzur İçin Sinirbilim Biyomühendislikde durum bu. Tabii ki belirli bir sonuca varmadan önce diğer başka bazı konulara göz atmamız gerek. Gelecekte yaşam standardımızı belirleyecek önemli bilimsel alanlardan bir başkası da sinirbilim. İnsan davranışlarını, karar verme süreçlerini ya da genel itibariyle beynimizin nasıl çalıştığını anlamaya çalışan bu bilim; özellikle fMRI gibi görüntüleme teknikleriyle oldukça büyük bir gelişme kaydetti. Bu teknik sayesinde psikiyatrik bozuklukların somut kaynakları tespit edildi. Hatta birçok bilim insanına göre, düşüncenin tamamen fizik kanunlarıyla üretildiği ve yönetildiği ortaya çıktı. Alzheimer, şizofreni, bipolar bozukluklar gibi beyin kaynaklı hastalıklarının tedavisinde sinirbilimin katkısı her geçen gün çok daha fazla artıyor. Şimdi gelin daha yakınlarda 2
Temmuz 2018 tarihli The Journal of Neuroscience’da yayımlanan bir yazıya odaklanalım. Pennsylvania Üniversitesi ve Singapur’da bulunan Nanyang Teknoloji Üniversitesinde görevli üç bilim insanı, elektriksel beyin stimülasyonu ile şiddetli suçların azaltılabileceğine ilişkin bir çalışmalarını bu yazı ile duyurdular. Bu çalışmada beyinde prefrontal korteks bölgesinde yer alan bir bozukluğun şiddet eylemlerinde etkili olduğu belirtildikten sonra bu tarz suçlarla mücadele için beyin stimülasyonu potansiyeli araştırılıyor. Araştırma için yapılan deneyde seksen altı sağlıklı kişinin yarısına yirmi dakika boyunca beyin stimülasyonu uygulandı. Ardından, biri cinsel diğeri fiziksel şiddet içeren iki kurgusal senaryo okutuldu. Deneklere bu senaryolardaki kahramanlar gibi davranma ihtimalleri soruldu. Stimülasyona maruz kalan deneklerin şiddet eylemine yatkınlığı diğer deneklerden %47 ve %70 daha düşüktü. Araştırmacılardan NTU Üniversitesinden Psikolog Adrian Raine konu hakkındaki yazısında şöyle belirtiyor; “Birçok insan suç eğiliminin kötü mahallelerden, yoksulluktan ya da ayrımcılıktan kaynaklandığını düşünüyor. Ancak biyolojinin de bu eğilime katkıda bulunduğunu düşünüyoruz. Bu da bize toplumdaki suç ve şiddeti azaltmak için yeni farklı bir yaklaşım deneme fırsatı veriyor.” diyor. Raine’e göre bu tarz bir çalışmayla bireylerin ahlaksal farkındalığı arttırılabilir. Gelecekte cinayet ve tecavüz gibi suçların önlenmesinde ve suçlunun ıslahında çok önemli avantajlar elde edilecekmiş gibi duruyor. Fakat burada da olası bir durum var. İnsanı rahatsız eden bir düşünce, ama prefrontal korteks üzerindeki söz konusu alan düzeltildiğinde ahlaki farkındalık arttırılabiliyorsa belki de aynı alan başka bir biçimde bozulabilir de. Yani kişi, kendi isteği dışında şiddete ve paralelinde suça eğilimli bir hâle gelebilir ya da benzer bir şekilde aslında sizin sahip olmadığınız bambaşka bir davranış biçimi zihninize aktarılabilir.
Hatta fMRI gibi görüntüleme teknikleri bile kötüye kullanılabilir. Yalnızca zihninizle oynayabildiğiniz oyunların olduğu bir dünyadayız. Hatta 2017 Nisan’ında Facebook, beyin dalgalarını okuyan için bir teknoloji geliştirmek için kollarını sıvadı. Bunun için altmış kişilik bir ekip kurdu. Başlıca söyledikleri şu; “Bunu başardığımızda e-posta yazmak için elinize telefonunuzu almanız gerekmeyecek. Yalnızca düşüneceksiniz o kadar!” Evet, birçok akıllı ev ürünü gibi ihtiyaçlar için harika olabilir. Üşüdüğünüzü hissettiğinizde otomatik yanan bir kombi ya da sinirleriniz gerildiğinde müzik sisteminizden gelen rahatlatıcı bir müzik istemez miydiniz? Yeni İnsan Hakları Basel Üniversitesinden sinirbilim uzmanı Marcello Ienca ve Zürih Üniversitesinden İnsan Hakları Avukatı Roberto Andorno toplumu ve kanun koyucuları uyarıyorlar: “Beynimizdeki bilgiler, sürekli gelişen teknolojinin bu döneminde özel korumaya hak kazanmalı. Bu gittiğinde her şey gider. Bunu korumak için yeni insan hakları kanunları çıkarmalıyız.” Gelecek büyük risklerle ve korkunç olasılıklarla dolu. Fakat çok iyi bildiğimiz bir şey daha var. Gelecek dediğimiz kavram, bizlerin şu an aldığı kararlarla oluşuyor. İçine bulunduğumuz her an, aldığımız bütün kararlar hem kendi geleceğimizi hem de dünyanın geleceğimizi değiştiriyor. Burada yine bir örnekle bitirelim. 1997 doğumlu Jack Andraka ismini duydunuz mu? Kendisi, pankreas kanserinin teşhisinde kullanılmak üzere bir test geliştirilmesine katkıda bulundu ve hatta bu katkısı sebebiyle ödül aldı. Doğal olarak herkes, ona bu yaşta kaynaklara nasıl eriştiğini sordular. “JStor. org platformuna erişebiliyordum!” dedi Jack. “Oradan bulduğum akademik makaleleri okudum.” Jstor, Aaron Swartz’ın uğruna gerçekten de hayatını feda ettiği bir platform. Bilginin dünyayı daha iyiye götürmenin en iyi yolu olduğunu ve bunun için de herkese açık olması gerektiğini bilen bir internet devrimcisi. Belki de geleceğe onun gibi bakmalıyız: “Gelecekte ne olacağını, yalnızca şu anda aldığınız kararlar ve yaptığınız eylemler belirler.”
İllüstrasyon: Ayça Ünüvar
Gel, Gel, Gel Meltem Arıkan
Kadın oturduğu kahverengi deri koltuğa kondurulmuş bir heykel gibi, hiç kımıldamadan duruyordu. Koltuğun tam karşısında yere kadar uzanan camlı kapıya dikmişti gözlerini. Kadının yüzü mimiksiz, bedeni kımıltısız! Camdan yapraklara bakıyordu. Koyu sarı, açık sarı, sarı, kirli pembe, açık kahve, koyu kahve, kahverengi, açık yeşil, kirli yeşil; birbirinin üstüne düşmüş, birbirine dolanmış, birbirine sarılmış, iç içe geçmiş, yerleri kaplayan yapraklar. Hani gelecek güzel günler bizi bekliyordu? Gelecek; sahi gelecek hep gelir mi? Ya da gelen gerçekten gelecek midir? Gel, gel gel gel… Gel annesi gel gel gel… Gel gel gel… Minik bebekleri oyalamak için böyle bir şeyler söylerlerdi. Gel gel gel gel… Gelecek gelince, gelecekte… Geleceğim, geleceğin için, geleceğimiz için… Gelecekteki günler, gelecekteki sıkıntılı günler için, gelecekte mutlu olabilmek için… Gelecekte hasta falan olursak, gelecekteki güzel günler, geleceğimizin garantisi için gelecek… Uzun zamandan beri ne günleri takip ediyordu, ne ayları, ne de mevsimleri… Gerçi o takip etmese de doğa sürekli ona bilgi veriyordu. Gece oldu, gündüz oldu, bak ağaçlar yeşerdi, bak yapraklar döküldü, güneşli pırıl pırıl günler, soğuk kısa gündüzler birbirini izliyordu… O ilgilenmese bile doğa ona, her şeyin
her an değiştiğini söylüyordu. Kimileri bu değişime zaman diyordu ancak kadın zamansızlıkta yaşıyordu. Onca acı, onca hayal kırıklığı, onca yalan, onca riya, onca yaşanmışlık ve onca yaşanmamışlığın sonunda, kadın kendini zamansızlığın kucağına bırakmayı öğrenmişti. Onun için artık zaman yoktu. Karanlığı takip eden aydınlık, soğuk havanın ardından gelen sıcak günler, dökülen yapraklardan sonra yine yeşeren ağaçlar vardı. Kadın zamansızlıkta yaşamaya başladığından beri sözcükleri de bırakmıştı. Zamana takılı kalan sözcükler, canını acıtan sözcükler, anlamlarını bulmak için yıllarını harcadığı sözcükler, yoran, yıpratan sözcükler. O sessizliğin içindeki huzura dokunmuştu en sonunda. Sessizliğin o derin yalnızlığında mutlu olmasa bile dingindi. Yerdeki yaprakların solmuş renklerine inat, ağaçlardaki yapraklar hala yemyeşildi. Bütün ağaçlar yapraklarını dökmüyordu. Bütün ağaçlar soyunmuyordu; bütün ağaçlar. Bütünlemeler, genellemeler… O günü çok iyi hatırlıyordu. Karlı ve soğuk bir gündü. Ağlamaktan gözleri, acısından kalbi şişmişti. O yıllarını sevdiği adamla gelecekteki güzel günleri or-
ganize etmek için harcarken, ne sevdiği adam kalmıştı, ne yıllarca çalışıp biriktirdikleri, ne evi, ne işi… Bir anda her şeyi uçup gidivermişti. Ne insanlara güveni kalmıştı, ne sevgiye inancı… Öylece karların ortasında kalakalmıştı. İçine işleyen rüzgârı bile hissetmiyordu. Yüzüne çarpan karları, sırılsıklam olmuş saçını… Bütün hisleri ayakları ile birlikte donmuştu. Kaç saat yürüdüğünü, kaç saat ağladığını bile bilmiyordu. Tek bildiği aklını kaybetmekten çok korktuğuydu. Aklı da giderse… Aklı da giderse… Aklı da giderse… Sonrası bulanık… Tek hatırladığı yanına hiçbir şey almadan, kimseye haber vermeden aldığı tren bileti ve saatlerce süren tren yolculuğuydu. Hayatının yolculuğu… Sadece ağladığını hatırlıyordu. Saatlerce hiç konuşmadan ağladığı o yolculuk… Ağladıkça içinin boşaldığı, ağladıkça aklını kaybetmekten korkmamaya başladığı, ağladıkça arındığı ve ağladıkça gelecekten koptuğu o tren yolculuğu… İşte o zaman, hep beklediği mutluluğun onun dışındaki zamana ve gelmeyen geleceğe ait olduğunu anlamıştı. O günlerden sonra mutluluk artık kadının hiç umurunda olmamıştı. Kadın kendi içindeki neşeyi ve bütünlüğü bulduğundan beri, mutluluk beklentisini de tıpkı gelmeyen geleceği beklemeyi bıraktığı gibi bırakmıştı…
İllüstrasyon: Alpova Avcı
On Dördüncü Lui ile Tanışmamız Sevan Nişanyan
Kütüphanede kitap okuma fikriyle orta üçüncü tanıştım, şimdi emin olamıyorum. Işık Lisesi’nin kütüphanesini bol pencereli, aydınlık, ferah bir yer diye hatırlıyorum. Benden başka pek kimse olmazdı. İlk keşfettiğimde Ahmet Vefik Paşa’nın Molière çevirileriyle başladım, ama tadına varamadım. Ardından Voltaire’in 14’ncü Louis Asrı’nı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın yanılmıyorsam Hasan Ali Yücel dizisinden çıkan iki ciltlik çevirisinden okudum. Birkaç hafta Kardinal Mazarin’le, Condé düküyle, Colbert’in maliye politikalarıyla yatıp kalktım. Hepsini hâlâ neredeyse sayfasına kadar hatırlarım. Kütüphane memuru mendebur bir kadındı. Sebebini hatırlamıyorum, defalarca beni oradan kovmaya kalktı. Ders saatlerinde ve öğle yemeklerinde kütüphaneyi kullanamayacağıma hükmetti. Memurlara olan dinmez nefretim sanırım o günlerde başlamış olmalı. Orta üç olmalı. Çünkü aynı yıl Louis tarihinin uyandırdığı ilgi ile sömestr tatilinde Albert Soboul’un Fransız İhtilali Tarihi’ni okudum ki, bin küsur sayfalık tuğla gibi kitaptır. Sonra dönem ödevi olarak ihtilalin kronolojisini yazdım, daktiloyla aralıksız otuz küsur sayfa. Hepsi olmasa da onun da çoğu aklımdadır, Valmy muharebesini, Ventôse kararna-
melerini, 9 Thermidor darbesini, anayasasını sorun, bilirim. Neredeyse kırk yedi yıl olmuş, bazı şeyler akılda kalıyor demek ki. Liseye geçtiğim yaz bir yandan deli danalar gibi İngilizce çalışırken, bir yandan da bir sürü kitap okudum. Troçki cinayetine dair yazarını hatırlamadığım bir kitap, Huxley’in Yeni Dünya’sı, Anatole France’ın Penguenler Adası onlardandır. Sonuncusu üstü kapalı bir Fransa tarihi parodisidir, hemen bütün referansları anladığım için kendimle gurur duymuştum. Lisedeki ilk yılımın son günlerinde ilk kez ders dışında bir İngilizce kitap okumaya cesaret ettim. İlk okuduğum kitap Maurice Ravel’in biyografisiydi. Ravel’in eşcinsel olduğunu öğrendiğimde gözümden perdeler düştü; eşcinselliğin iyi bir şey olduğuna ve kötüdür diyenlerin iflah etmez birer eşek olduğuna kanaat getirdim. Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ını Fitzgerald’ın İngilizce çevirisinden okumam o günlerde olmalı. Çünkü yaz gelince edebi okumaların hepsi bir yana bırakıldı, Sartre’ın L’être et le Néant’ını Türkçeye çevirmek gibi deli saçması bir işe girişildi. İki üç ay boyunca adadaki
evin arka terasında, komşu Semih Bey’in opera plakları eşliğinde o işle uğraştım. Ağustosta bir gün “yeter ulan!” deyip hepsini çöpe attım .Semih Bey Hürriyet’te gazeteciydi, ayrıca çok sayıda detektif romanı çevirmişti. Soyadı Türker’di galiba. Ressam İhap Hulusi’nin üst kat kiracısıydı. 1976 veya 1977 olmalı, Bodrum’da vefat etti. Demek ki neymiş? “Okumaya nereden başlayayım hocam?” diye sormayacakmışsın. Ne bulursan oku. Mümkünse kendi önyargılarına ve içinde yaşadığın mahallenin hazırlop kalıplarına en uzak konuları seç. Ne bileyim, Çin Budizminin tarihini oku, Sri Lanka’nın flora ve faunasını oku, kuantum teorisinin kurucularının hayat hikâyesini oku. Önünde kapılar açılır. O kapılardan geçebildiğini gördükçe cesaretin gelir, önceden tahayyül bile edemediğin başka kapıları zorlamaya başlarsın. Nereden geldi aklına bunlar diye soracak olursan, dün İris’le internette seyredecek film ararken, 14’ncü Louis’nin Ölümü diye bir şeye denk geldik. Ben oradaki olayları ay, gün, isim, künye okuyarak anlattıkça kızım usanç getirip “Ya babiş neden bilir bir insan bunları?” diye sordu. O vesileyle anlattım.
İllüstrasyon: Kadir Nakipler
Bir Başkasının Hayatını Yaşama Pornografisi Murat S. Dural
Sizlere yıllardır süren ama son birkaç aydır sıkça şahit olduğum, artık iyice çivisinin çıktığını düşündüğüm bir konu üzerine yazmak istedim. Anlatmak zor olacak. Bir öykü ya da roman konusu olsaydı bundan bahsetmek, ardı ardına cümleler kurmak belki daha kolay olurdu. Gerçeğin kurguya baskın çıktığı, yine “keşke kurgu olsa” dediğim o kayıp kavşaklardan birinde duruyorum. Böylesi bir başlık atıp altına birazdan okuyacaklarınızı yazmak zorunda kalıyorum. Belki de zaten farkında olduğunuz ve uzak durmaya çalıştığınız bir mevzuyu yeniden ısıtıp önünüze koyuyorum. Şahitliğim ne yazık ki sosyal medyadan tanıdığımız, zaman tünelimize düşen insanların, onların hayatlarında asla anlayamayacağımız yerlerde duran; hastalıkları, gerilimleri, mağduriyetleri, kayıpları, acıları üzerinden bir diğerinin, hesabın giriştiği haddini aşan dua, dilek, destek, yardım paylaşımları. Sosyal medyada iyilikten kasıt, gittikçe o kişiden habersiz, öznelerden başka yerlere kayan, rol çalan, yerine varmayıp bir diğerini paylaşan kişinin farkında ya da farkında olmadığı maddi ve manevi reklamlara dönüşüyor. Kişiler, yakınlar, dostlar tarafından metanetle karşılanan olaylar, kendi iç mücadelesini vermek isteyen insanlar; eklenerek ya da eklenmeden geçirdikleri bir ameliyat, kişilerin gerçeklerini anlaşılmaz kılan, saptıran, yansıtmayan ikinci hatta üçüncü şahısların içsel
ders çıkarma/verme, kişisel gelişim hezeyanları, halüsinasyonları haline dönüşüp diğer kişinin gerçeği üzerinden yapılan duygusal bir mastürbasyona varıyor. Gerçekten destek mi oluyoruz yoksa çok güzel bir şekilde köstek mi? Şiddetin pornografisi olabiliyorsa duygusallığın da pornografisi var demek ki! Başkaları üzerinden ahlakçılık yapmak da bir tür duygusal tatmin ya da bir başkasının en küçük hatasından tutup o kişiyi topluluğun önünde bir direğe bağlayıp linç etmekte. Üzülerek söylüyorum ki böylesi paylaşımlar o kişinin adamlık derecesini belirtmek, siyasi kimlik, insaniyet, dinen yeri ile ilgili varmaya çalıştığı, daha açık konuşmam gerekir ise kendini konumlandırmak, başkaları tarafından orada görülmek, toplum gözünde onaylanma istemi ve ihtiyacı ile ilgili doğrudan alakalı! Böylesi bir tatmin ve reklam panosu olarak kullanılan sosyal medya hesabının, sahibinin bahsettiği kişi olmama olasılığı ise bir o kadar yüksek. Sıklıkla az tanıdığımız, uzaktan bildiğimiz, yüzyüze gelmediğimiz insanların içselleşen yaşanmışlıktan oluşan gerçeklerine böylesine katkı yaptığımızı düşünürken aslında onların tepkilerini çekebilecek bir yere adım atıyoruz. Farkında olan yapmaz, yapmamalı. Farkında değiller mi? Lütfen! Onların metanetleri ya da yaşan-
mışlıklarından gelen giremeyeceğimiz duygusal bölgede destek olalım derken daha çok yaralanmalarına sebep oluyoruz. Acıların paylaşıldığında azaldığı, sevinçlerin paylaşıldıkça arttığı söylenir. İşte bu acıların paylaşılıp yaraların daha da açıldığı modern ve keskin kenarlı bir alan sosyal medya. Yaşanmış bir olay ile size bunu örneklendirmek istiyorum. Kendisi Facebook’tan arkadaşımdı. Çok genç yaşında uzun süre kanser ile mücadele etti, asla negatifleşmedi ve bir insan, bir hesap ondan habersiz, hayatını son derece acındırır bir şekilde Twitter’da adına yardım kampanyası düzenlendi. Pek tabiî ki insanlar ve ben bunun üzerine atladık, iyi niyetle paylaştık. Sonradan anladık ki bilmeden büyük bir ayıba ortak olmuşuz. Facebook’ta kendisinin buna verdiği sert tepkiyi görünce yerin dibine girdim. Ne yazık ki iki yıl önce tüm mücadelesine rağmen kendisini kaybettik. Ama önemli olan, hatırlanmak istediği şekilde hastalığı süresince sergilediği metanetli, güçlü duruşuydu. Bazı insanların kendine göstermediği ya da görmediği empatiyi, inandığı ya da inanmadığı şeyleri bir başkası üzerinden yaşaması duygusal bir mastürbasyondan öteye gitmeyen, özellikle insanların gözü önünde yapılınca çok yakışıksız bir davranış. Çünkü bahsettikleri insanlar onlardan daha güçlü ve belki de onların asla veremeyecekleri bir mücadelenin eri konumundalar.
İllüstrasyon: Beril İrman
Holistik Bakış
Doç. Dr. Haluk Berkmen
Günümüzde gittikçe kuvvet kazanan ve taraftar toplayan holistik bakışa göre, doğada var olan nesneler birbirleriyle bütünsel bir iletişim ve ilişki içindedirler. Holistik bakış sayesinde yeni bir dünya görüşü gelişmekte, insanların olaylara ve doğaya yaklaşımı ve yorumlayışı değişmektedir. Bu değişime bilincin evrimi de diyebiliriz. Kuantum kuramının günümüzde bu derece revaçta olmasının nedeni, bilincimizin evrilmekte olması ve yeni bir dünya görüşüne, yeni bir paradigmaya yol açmasıdır. Bu yeni paradigmada bütünsel bir enerji alanının varlığı kabul edilmekte ve tüm canlı varlıkların ortak enerji alanı içinde birbirlerine muhtaç oldukları savunulmaktadır. Dünyadaki her canlı varlık çevresinden enerji alarak varlığını sürdürür. Fakat önemli olan sadece enerji almak değil, enerji alışverişi içinde bulunmaktır. Enerji; doğada korunan, şekil değiştirse de asla yok olmayan, ne artan ne de azalan soyut bir kavramdır. Enerjinin korunumu yasası, fizik biliminin en temel ilkelerinden biridir. Demek ki var olmak için bütünsel holistik enerji alanından yararlanmak ve onun sayesinde enerji alışverişi ile varlığını çevreye zarar vermeden sürdürmek önemlidir. Holistik bakış sayesinde, eskiden beri bilinen sezgisel bilgi veya beş duyu ötesi bilgi mümkün olacak. Modern bilimin deneysel olarak da
kanıtlamış olduğu dolanıklık olgusu yaşamın içine girecektir. İnsanın evrensel enerjiyi harekete geçirip yerel olmayan bir iletişim kurması istenç yasası sayesinde gerçekleşir. İstenç yasası yüzeysel “iste olsun” görüşünden çok farklıdır. İstek; akıl ve mantık gerektirirken istenç; beden, duygu ve ruh birlikteliğinden kaynaklanır. Duyular ötesi algılama yeteneği her insanda olsa da istenç harekete geçmedikçe bu yetenek etkin olamaz. İnsan kendini beş duyu ile kısıtlamadığı ve duygularını bastırmadığı sürece istenci ile açıklanması zor olan birçok işi başarabilir. İstenç yasası sayesinde anında ve ışık hızından dahi hızlı bir şekilde haberleşmek mümkündür. Zira dolanık durumda olan sistemler için zaman ve mekân önemli değildir. Günümüzde atomlarla başarılmış olan dolanıklık olgusunun ileride insanların en önemli iletişim aracı hâline dönüşmesi için holistik bakışa gerek vardır. Bunun için de öncelikle holistik bakışın dünyada yaygınlaşması önemlidir. Günümüzde oldukça fazla taraftar toplayan alternatif tıp veya holistik sağlık görüşü, bedenimizin bütünsel bir yapı olduğunu ve hastalıkların tedavisine holistik bakışla yaklaşmak gerektiğini savunmaktadır. Bu görüşe göre, hasta olan organı tedavi
etmek için beden ile ruh dengesine önem vermek ve insana bütünsel olarak yaklaşıp holistik bir tedavi uygulamak gerekmektedir. Dünyanın birçok ülkesinde alternatif ve destekleyici tıp merkezleri kurulmuş olmasına rağmen klasik tıp anlayışına bağlı kişiler bu merkezlere şüphe ile bakmaktadırlar. Zira Aristo mantığının sonucu olan ayırımcı bakış ile holistik tedavi metotlarını kavrayıp kabul etmek ve uygulamak oldukça zordur. 17’nci yüzyılda gelişmiş olan Aydınlanma Çağı sadece akıl ve mantığa önem vermiş, insanı adeta kısıtlayıp önemsizleştirmiştir. Bu çağın insanlığa sağladığı teknolojik gelişmeyi reddetmek mümkün olmasa da holistik bakışın gereği olan sezgisel yönümüzün inkâr edilmiş olması, insanlık adına büyük bir kayıptır. Günümüzün sanatı ve felsefesi dahi bu ayrımcı ve kısıtlayıcı yaklaşımın etkisinde kalmış, duygular ve sezgi ikinci plana itilmiştir. 20’nci yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki büyük dünya savaşı, bu maddeci ve çıkarcı dünya görüşünün sonucudur. Doğayı ve insanları ayrımsız ve bütünsel bir yaklaşımla yorumlayan holistik bakış yaygınlaşmadığı sürece dünyada çatışmalar sürüp gidecek, toplumlar huzura ve mutluluğa kavuşamayacaklardır. Holistik bakış yaygınlaşmadığı sürece dünyada çatışmalar sürüp gidecek, toplumlar huzura ve mutluluğa kavuşamayacaklardır.
İllüstrasyon: Alpova Avcı
Ne Kadar Bilinç? Aslan Şahingöz
Beyin, kafatasında bulunup organizmanın işlevlerini denetleyen, duyum ve bilinç merkezi olan organdır. İnsan beyni ortalama bin iki yüz ile bin beş yüz gram arasında değişmektedir. Tarihin en çok merak edilen beyinlerden birine sahip olan Albert Einstein 1955’te öldüğünde beyni bin iki yüz otuz gram olarak ölçülmüştür. Belki tarihin en zeki insanlarından biriydi ancak ağırlık olarak ortalamadan pek farkı olmayan bir beyne sahipti. Ölümünden sonra Einstein’ın beyni, Doktor Thomas Harvey tarafından bir kavanozda saklanmış ve üzerinde çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Einstein’ın beyninin hafıza ve üst düzey düşünme ile ilgili kısmında çok fazla kıvrım olduğu görülmüştür. Einstein’ın kavanozda saklanıp, yüzlerce parçaya ayrılıp, üzerinde yeterli araştırma yapılamayan ve filmlere konu olabilecek beynini bir yana bırakacak olur isek; insanı insan yapan şey beyninden öte bir şeydir. İnsanı hayvanlardan ayıran şey, zekalarının esnekliği ve yeni duruma göre kendini uyarlayabilme özelliğidir. Duygu, düşünce, hareket ve daha birçok şeyin merkezi de bilindiği üzere beyindir. Bilincin merkezini oluşturan ve tüm duygu hallerini, duyarlılığı ve farkındalığı ifade eder.
Bilinç, davranışlarda kendini göstermektedir. Bir beceri kazanırken bilinçli zihin devreye girmektedir. Becerilerimiz reflekse dönüşüp otomatikleştikçe bilinç düzeyi azalıyor. Fakat bilinçli olarak yapılan tüm işlemleri bilinçaltı da yapabiliyor. Özellikle gündelik yaşantımızdaki rutin işlerde bilincin müdahalesi oldukça az. Çünkü programlama ile yapılan bu tür işlerde bilinç dışı işleyen düzeneğe güvenilmektedir. Ki yanılma payı yok denecek derecede azdır. Bisiklete binmeyi, okumayı, tenis oynamayı veya araba sürmeyi öğrenirken bilinç tamamen açıktır. Bu bilinçli zihnin, beceriler geliştirilip otomatikleştikçe ortadan kalkmadığını gösterir. Araba sürerken bazen vitesi yükselttiğimizin ya da şerit değiştirirken direksiyonu çevirdiğimizin farkında dahi olmayız. Bu durumda diyebiliriz ki; beceriler yapıldıkça beyin eğitilir ve hareketler tek tek ayırt edilemeyecek hale gelir. İlk zamanlar hareketlerin hepsini düşünerek yapan insan, yapılan iş devrelere kazındıkça düşünme gereği duymaz. Hızlı ve verimli beyinlerin düsturu da budur. Birkaç örnek daha verelim;
özellikle profesyonel sporcularda çok hızlı ve başarılı olma zorunluluğu bulunmaz. Bir röportajında Sergen Yalçın, futbolla tanıştığı ilk yıllarda kâğıda bir saha çizdiğini söylemiştir. Ardından bu kâğıda farklı pozisyonlar çizerek bunları sonuçlandırdığını ifade etmiştir. Profesyonel tenisçiler ise yüksek hızdaki küçük bir topu takip edip düşeceği yeri kestirmekte ve o topu tekrar filenin üzerinden karşı sahaya geçirmektedir. Bunları yapabilmek için tenisçinin oldukça az düşünmesi ve adeta robotlaşması gerekmektedir. Fakat tenis sporunda başarılı servis atan rakibinize bu kadar başarılı servis atmak için ne yaptığını sorduğunuzda, refleksif olarak rakibinin servisi ile ilgili mekaniklere dalıp size anlatmaya çalıştığı an batacağı da şüphesizdir. Hareketler öncelikle tek tek yapılmakta ve zamanla beynin devrelerine kazınmaktadır. Bir işte ustalaştıkça bilinç yerini bilinç dışı işleyen bir düzeneğe bırakmaktadır. Böylelikle netice itibariyle hızlı ve verimli olmanın ilk şartı bilinci devre dışı bırakacak otomatikliğe kavuşmaktır. Şimdi bitirirken sormak istediğim şey şu; ne kadar bilinç?
İllüstrasyon: Kadir Nakipler
Şehrin Ekolojisi Fidel Alkoç
İdeolojik açıdan kent ve ekoloji kavramlarına yönelik temel yaklaşım farklılık gösterse de dünyadaki egemen ideoloji olan kapitalizm, doğası gereği kâr motivasyonu altında çevresel kaynakların aşırı kullanımını ve ekonomik kalkınmayı öne çıkartmaya ön ayak olmaktadır. Ne var ki, dünyadaki kaynaklar yakın bir gelecekte tükenme tehlikesi ile karşı karşıyayken, temiz su kaynaklarına erişim, fosil enerji kaynaklarının azalmaya başlaması, sanayileşme ile birlikte çevre kirliliğinin aşırı boyutlarda gerçekleşmesi ile sonuçlanan gıda üretimindeki azalmalar, iklimsel değişikliklerin beraberinde getirdiği olağanüstü koşullar kentleri bu duruma direnç gösteremez duruma getiriyor. Böylece dünya ülkeleri, özellikle de gelişmiş ülkeler, sürdürülebilirlik kavramını, ekonomi, çevre ve ekoloji arasında bir çözüm niteliğinde olacak şekilde,1970’li yıllardan itibaren kullanmaya başlamışlardır. Sosyalizm ise sınıfsız ve eşitlikçi toplum oluşturmak amacı ile kentsel mekânsal sistemi dönüştürememiş; teknolojideki gelişme ve değişmelere ayak uyduramadığı için statik bir toplumsal ve ekonomik yapının varlığı ortaya çıkmıştır. Çevre için bir baskı oluşturmasa da eski ve hantal teknolojilerin çevre üzerindeki tahribat gücü uzun yıllar sürmüştür.
1986 yılında yaşanan Çernobil nükleer santrali faciası bunlardan yalnızca birisi olarak örnek gösterilebilir. 1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, iki kutuplu dünya düzeninin yerini tek kutuplu dünya düzeninin alması bütün siyasi dengeleri değiştirmiştir. Bu yapı yerini artık bölgesel güçlerin bir araya geldikleri güçlü, ekonomik ve siyasal yapılara bırakmaya başlamış, dünyadaki enerji kaynaklarının dağılımı göz önünde bulundurulduğunda; ekonomik kalkınmanın önemli bir göstergesi haline gelmiştir. Bu alanlara egemen olma ve yayılma stratejisi tüm savaşların özünü oluşturmaktadır. Teknolojik gelişmeler toplum ile devletleri etkilediği gibi ağırlıklı olarak şehirleri de etkilemekte. Şehirler arasında kıyasıya bir rekabet de söz konusu. Harvey’in de belirttiği gibi, kentlerin küresel ekonomi içinde ön plana çıkarılması ve rekabet edebilir hale getirilmesidir. Bu temel politika; yaşanabilir kent oluşturma ve sermayeyi/sermaye aktörlerini kente çekme kaygılarını da artırmaktadır. Bu durum yarışan kentler kavramının önem kazandığını göstermektedir. Artık, şehirler yapı içinde sıralanmakta ve kendi aralarında bir tür ağ
oluşturmakta, dünyadaki kaynaklardan ve yatırımlardan doğrudan yararlanmak istemektedirler. 1980 sonrasında, dünya küreselleşmenin etkisi ile egemen ideolojik yapının da değişikliğe uğrayarak neo liberal ekonomi politikalarının egemen olduğu bir döneme yelken açmaya başlamıştır. Dünyanın, ülkelerin ve vatandaşların çevreye ve ekolojiye olan bakış açıları ve yaklaşımlarının da felsefi ve ahlaki bakımdan ele alınması ve kentlerde bu yapının nasıl yaşatılacağının belirlenmesi önemlidir. Günümüzde ise küreselleşmeye karşın kentleşme, konut sorunu, yoksulluk, çevrenin kirlenmesi saptanmıştır. Bu sorunlar incelendiğinde, ekonomik, çevresel ve sosyal içerikli sorunların iç içe girmeye başladığı gözlemlenmektedir. Uluslararası örgütler bazında ortak çözümler aranmakta ve eylem planları hazırlanmakta, ama ekonomisi güçlü olan Amerika Birleşik Devletleri, Asya’nın bazı ülkeleri Çin Halk Cumhuriyeti, Japonya, Güney Kore bu sorunların çözümünde yükümlülüklerini yerine getirmemektedir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Kyoto ve ardından Paris sözleşmelerinin öngördüğü, atmosfere bırakılan ve iklim değişikliğine neden olan sera gazlarının önemli bir bölümünün sanayileşmiş ülkelerce gerçekleştirilmesidir.
İllüstrasyon: Beril İrman
Ekolojik Tahakküm Eric Djoure
İnsanın doğa üzerindeki baskısının giderek artması ve bunun sonucunda ekolojik dengenin bozulmaya başlaması, önemli bir sorun olarak kendisini fazlası ile hissettirmeye başladı. Hızlı nüfus artışı, artan popülasyon, kentleşmedeki yoğunlaşmalar gündeme taşımış; başta sanayileşmiş ülkelerde görülen çevre sorunları zamanla tüm dünyaya yayılmış, hatta günümüzde tüm evreni tehdit eder hale bürünmüştür. Fransa’da bu konuda epey çalışmalar yürüttüğünü de söyleyebiliriz. Ekoloji sorunlarının yoğun bir şekilde artması, bu alanda acil önlemler üretilmesini zorunlu hale getirdiği ve çevreyi koruma ve sağlıklı ortamlarda yaşamanın gerekliliğine dair fikirler, uluslararası düzeyde tartışılmaya başlanmış ve çözümler üretilmeye şu an dahi çalışılmaktadır. İnsanlığın başlangıcından itibaren çevre sorunlarına duyarlılık tespit edilmek ile beraber 20’nci yüzyılın başlarında çevre sorunları ekseninde batı toplumlarında gelinen nokta ise toptan tartışma konusu olmuştur diyebiliriz. Çünkü özellikle yapılan eleştiriler, insanlığı doğrudan etkileyen akımların hatalarına karşı geliştirildiğini gösterir. Bu doğrultuda aydınlanma düşüncesine yapılan eleştiriler artmış ve bütüncül ekolojik yak-
laşımlar geliştirilmeye başlanmıştır. Zamanla ekolojik sorunların doğmasına neden olan her türlü düşünce ve eylem eleştirilmiş ve bu alanda düşünceleri eyleme dönüştüren gruplar da bununla birlikte doğmuştur. Felsefi düzeyde akılcı ekolojik toplumun oluşturulması sürecine yol açan temel faktör, aydınlanma dönemine yapılan eleştirilerin yaygınlaşma. Fakat bu süreçte eski tahakkümcü anlayışın devlet ve toplumda etkisini sürdürmesi birçok alanda yeni sorunların doğmasına sebep oldu. İnsanlığın kendini sorgulamasını getiren bu süreç, toplumsal eylemlerin doğmasına zemin yaratarak; ideolojik fikri zemini hazırlanan ekoloji düşüncesinin gündeme gelmesine imkân tanımış ve fikrî altyapının zamanla eylemlerle desteklenmesi, akılcı ekolojik bir toplumun oluşumunun önünü açmıştır. Akılcı ekolojik toplum düşüncesinde, hayatın bütün alanlarının birbirleriyle ilişkileri olduğu düşünülerek bütüncül bir dönüşüm önerilir. Aydınlanma ve onun ürettiği pozitivizmin ve bu değerler sisteminin yeniden sorgulanması ile başlayan bu süreçte, hayatın bütün
alanlarının dönüştürülmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir. Merkezî, büyük ve hantal devletlerin varlığı ise çevre sorunları engellenememekte, büyük ve sorunlara yol açan teknolojiler, kirliliği önleyici teknolojik çözüm üretememektedir. Ekolojistler, doğaya meydan okumanın bireysel algılamayı sınırlandıracağını ve ancak böylelikle, insanın doğal dünyayla ve diğer türlerle birlikte algılanmasını engelleyeceğini ve insan-doğa uyumunun gerçekleşemeyeceğini iddia eder. Akılcı ekolojik toplum düşüncesi, insan ile doğa uyumunun gerçekleşmemesi nedeni ile, mevcut üretim ve tüketim ilişkilerinin çevre sorunlarına yol açtığını ileri sürmektedir. Öyle ki; betonarme binalara sahip insanlara beton ile yaşamanın zararlarından bahsetmek de pek fayda sağlamayacaktır. Tüm insanların bildiği gerçekleri karşıdaki insanın hiç duymadığını varsayarak anlatmak hiçbir şeye de yaramıyor. Bu nedenle akılcıl ekoloji için elbette birtakım şeyleri açıklama gereği duymalı ve buna uygun hareket etmeliyiz. Fakat nasıl yapacağımız ise en önemli olgu. Çünkü mevcut üretim ve tüketim biçimi ve ilişkilerin devam ettiği süreçte, çevrenin korunması mümkün görülmüyor.
İllüstrasyon: Fatemeh Nazari
Metropol Yaşamda Doğa Yoksunluğu Arya Yeloğlu
Metropol yaşamı, yanlış kentleşme politikaları ve beraberinde gelen yeşil yoksunu bir çevre, çoğumuzun doğa ile düzenli bir ilişki içinde olmasına nerede ise hiç olanak vermemekte. Binalar, otomobiller, ofisler ve alışveriş merkezleri, yaşamımızda doğal ortamlardan daha fazla yer kaplamaya başlar iken, insanoğlunun doğa ile olan etkileşimi giderek azalıyor. Yeşile yakın yerlerde olsak bile, iş yaşamından ve koşuşturmadan doğaya çıkmaya vakit bulamıyoruz veya evde zaman geçirmeyi tercih ediyoruz. Gürültüden ve trafikten uzaklaşmayı, binalar arasından sıyrılmayı pek başaramıyoruz; hatta bunu bazen de tercih etmek dahi istemiyoruz. Büyük şehirlerde yaşayan insanların zamanlarının yüzde doksan üçlük kısmını kapalı mekânlarda geçiriyor olduğunu bilmek oldukça ürkütücü bir grafik ile bizi karşılamakta. Çünkü farketmiyor olsak da doğadan uzak kalmak bizi fiziksel ve ruhsal olarak yoruyor, hatta çeşitli hastalıklara karşı riskli hale getiriyor. Şehir ortamları ile karşılaştırıldığında doğal ortamların, tükenmiş veya azalmış psikolojik kaynaklarımızı yenilemede, çok daha iyi bir işleve sahip olduğu pek tabii bilinen bir gerçek. Doğal ortamlardan mahrum kalmak ise moral bozukluğu ve belki de depresyonu
tetikliyor. Doğa ile yalnızca iki hafta dahi iç içe olmak, kendimizi daha canlı, daha enerjik ve daha mutlu hissetmemizi sağlamaya yetiyor da artıyor bile. Daha uzun süre doğada vakit geçiren ve doğal bir yaşam süren kişilerin, döndükten sonra ilişkilerinde veya iş yaşamlarında daha olumlu başlangıçlar yapmaya eğilimli olmalarının gözlenebilen bir olgu olduğu, tartışmasız ve hiç kuşkusuz doğru bir gözlem! Yeşil alanlar, sağlıklı davranışlar geliştirmemize de yardımcı oluyor ve pek çok sağlık sorununa karşı önleyici bir işlev görüyor. Örneğin; doğal ortamlara maruz kalmak, sigara içme gibi bazı sağlıksız davranışları sergileme eğilimimizi azaltıyor. Yapılan bir araştırmada, hastanede tedavi gören hastalar arasında penceresinden doğa manzarası görünenlerin, penceresinden bina görünenlerden daha çabuk iyileştiği ve bu kişilerin hastane çalışanları tarafından işbirliğine daha açık olarak değerlendirildiği de görülüyor. Sussex Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, gün içinde bulunduğumuz yere göre mutluluk seviyemizin değiştiğini gözler önüne seriyor. Buna göre; kendini en mutlu hisseden kişilerin sıcak, güneşli bir hafta sonu de-
niz kenarında oldukları görülüyor. Bunu dağlık kesimler, ormanlar ve çiftlikler izliyor ve tüm bunların yanı sıra, bina içindeki ve doğadaki bireyler karşılaştırıldığında doğa ile iç içe olanların kendilerini çok daha iyi hissettikleri anlaşılıyor. Açık havada koşu, bahçeyle uğraşma gibi aktivitelerin ise olumlu duyguları artırdığı gözleniyor. Doğayla birlikte olmanın insanları birbirine yaklaştırdığı da bir gerçek! Yapılan araştırmalara göre insan yapımı ortamlar insanları daha bencil ve bireysel yapıyorken, doğal ortamlar kişiler arası yakınlığı ve aidiyet duygusunu artırıyor. Yeşil alanlarda insanların daha cömert olduğu, daha fazla sosyalleştiği ve diğer insanlara daha fazla güvendi bir gerçek! İnsanların doğayı korumak istemesi için pek çok neden varken, bu ortamların fiziksel ve ruhsal sağlığımıza yaptığı son derece önemli katkılar da bu nedenlerin en önemlilerinden sayılabilir. Ne yazık ki; büyük şehirlerde yaşadığımız yerlerin yakınında doğal ortamları bulmak oldukça güç, ama doğa ile ilişkimizi ve bağlantımızı sağlamak, daha anlamlı ve zengin bir yaşam için önemli bir olgu. Ve her birimiz daha kaliteli bir yaşam için doğaya dokunmalıyız.
İllüstrasyon: Beril İrman
Locke Teolojisi ve Etiği Erdem Öztaşa
1632 yılında Bristol yakınlarındaki Wrington’da dünyaya gelen John Locke modern çağın en etkili ve en önemli düşünürlerinden biridir. Öncelikle bilinmesi gereken şey, Locke’un bir empirist olduğudur. Deneyci olan Locke, ideler aracılığı ile bilgi kavramına bir yorum getirir. Ancak Locke’a göre doğuştan gelen ide diye bir şey yoktur. İdeler tamamen tecrübelerimiz ile oluşur. Locke, doğuştan gelen idelerin var olduğunu iddia edenlerin argümanlarını geçersiz kılmak için onların görüş ve yorumlarını çürütmeye çalışır. Locke’a göre doğuştan geldiği sanılan ideleri spekülatif ilkeler ve pratik ilkeler olarak ayırabiliriz. Spekülatif ilkeler arasında “Bir şey her ne ise odur.” gibi mantığın temel aksiyomları bulunmaktadır. Pratik ilkelerde ise “insanların sözlerini tutmamaları” ve “adil davranmaları gerektiği” türünden ahlaki ilkeler bulunur. Locke, bunlardan tek bir tanesinin dahi doğuştan olmadığını savunur. Spekülatif ilkelerin argümanlarından biri olan “Herkes tarafından üzerinde uzlaşılan ilkeler olmaları bunların doğuştan olduğunu gösterir.” tezine şiddetle karşı çıkan Locke, böyle olduğu takdirde dahi bir şeyin mantıksal olarak doğru olacağı sonucuna varamayacağımızı iddia eder. Locke’a göre “her şeyden önce bütün çocukların ve budala-
ların bunlara dair en küçük bir kavrayış veya düşünceye sahip olmadıkları açıktır: Bunun yokluğu da bütün doğuştan hakikatlerin zorunlu eşlikçisi olması gereken evrensel onayı tahrip etmeye yeterlidir.” Ayriyeten “yabanilerin” de buna malik olmadığını iddia eder. Ancak yine de bir budala sokak ortasında insanların gözlerinin içine baka baka idrarını çıkarmaz ve bir çocuk da dışkısını yememesi gerektiğini kendiliğinden bilir. Kimse bir çocuğa bunun zararlı olduğunu öğretmez. Aynı zamanda bir yabaninin de birtakım ahlak kurallarına malik olamadığını iddia eden Locke’un bu görüşünü Freud’un incelediği kabilelerden birinden verdiği örnek çürütüyor. Freud diyor ki “Tek ve aynı totem grubunun üyeleri, birbirleriyle cinsel ilişkide bulunamaz ve dolayısıyla birbirleriyle evlenemez.” Burada kabile topluluklarında bariz bir ensest ilişki korkusu olduğu net bir şekilde gözüküyor. Locke’a göre yabaniler ahlak kurallarına malik değil ancak Freud bunu çürütüyor ve aynı kitapta Frazer’dan verdiği şu örnek tamamıyla bizi haklı çıkarıyor: İngiliz Doğu Afrikası’ndan Akambalarda, insanın daha sık rastlayacağını umduğu bir ya-
sak vardır. Erginlikle evlenme arasındaki çağda bir genç kız, mutlaka babasından kaçmak zorundadır. Sokakta ona rastladığında saklanır, asla onun yanında oturmaya kalkışmaz ve evleninceye kadar hep böyle davranır. Ancak evlendiği günden sonra babası ile arasındaki ilişkiler serbestleşir. Tüm bunlar bariz ensest korkusudur ve yabani kavimler bundan neye göre korkarlardı, bu bir soru işareti. Ancak tüm bunlar gösteriyor ki yabani kavimlerde dahi şu anki modern toplumlardakinden daha katı ahlaki kurallar vardı. Locke, ikinci olarak spekülatif ilkelerin doğuştan geldiğini savunanlara bunun yanlışlığını “bilinçsiz bilgi kabulünü” sorgulayarak başlar. “Bir fikrin hem zihne damgalanmış olduğunu, hem de zihnin onun bilgisine sahip olmadığını, onun ayırdında bulunmadığını söylemek; bu izlenimin hiçbir şey olmadığını söylemektir. Zihnin hiç bilmediği, hiç farkına varmadığı bir önermenin zihinde olduğu söylenemez.” der. Ve bir kimsenin sahip olduğu düşüncenin bilinçli olması gerektiğini vurgular. Keza Locke, ortak bir ahlaki görüş olduğu iddiasını da sert bir şekilde eleştirir. İnsanlığın ahlaki bir kural üzerinde birleşmelerinin teorik bir kural üzerinde birleşmelerinden daha zor olduğunu iddia eden Locke, ahlaki
ilkelerin herkes tarafından kabul görülmediklerini ve insanların uyduğu tek bir evrensel ahlak kuralı bulunmadığını söyleyerek bu iddiayı da reddeder. İnsan zihninin bir tabularasa olduğunu söyleyen Locke, gerçek bilginin kaynağının doğuştan değil de deneyimler ile edinildiğini belirtir. Locke’a göre zihnimiz boş bir levhadır ve biz deneyimler ile yeni bilgiler ediniriz. Bunlar doğal olarak deneyim nedir, ide nedir gibi soruları getirecek olsa da ben konumuza girmek istiyorum. Öncelikle Locke, tanrıya kesinlikle inanan birisidir ve tanrının varlığını dört ayrı argüman ile kanıtlar: Kozmolojik delil, teleolojik argüman, antropolojik delil ve ahlak kanıtı. Ancak Locke tüm bunlardan önce Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya ihtiyaç olmadığını, insan zihninin bunu kendi kendine de başarabileceğini söyler. Tanrı, kendisini keşfedebilmemiz için gerekli her şeyi bize vermiştir. Locke, kozmolojik delilde şöyle bir argüman kullanır ve der ki: “Şimdiye kadar tam bir yokluğun bulunduğu zamanın varlığı gibi açık çelişkiyi kabul edecek kadar düşüncesiz birinden söz edildiğini işitmedim. Salt yokluğun, bütün varlıkların tam inkârının herhangi bir reel varlığı ortaya koyabileceğini düşünmek akıl almazlıkların en büyüğüdür.” Locke, mutlak yokluğu düşünmenin imkânsızlığından hareketle tanrının varlığını kanıtlamak noktasında ilk adımı atmış olur. İkinci adımda ise tanrının varlığını evren veya dış dünyadaki varlıklardan hareketle kanıtlamaya çalışır. Maddenin ezelî olmadığı düşüncesini basamak olarak kullanan ve “Dış dünyadaki varlıkların özde maddeden meydana geldiğini bildiğimize göre maddenin ezelî olmadığının gösterilmesi, ondan oluşmuş olan maddî varlıkların da ezelî olmadıklarının ortaya konması anlamına gelir.” diyen Locke, maddenin hareketsiz bir varlık olmasından dolayı evrendeki var olan varlıkların durumunu açıklayabilmek için ezelî ve güçlü bir varlığın var olması gerektiğini belirtir. Çünkü tamamen statik ve donuk bir varlık, nasıl dinamik ve hareketli bir varlık yaratabilir? Locke’un ikinci delili olan teleolojik delil ise hepimizin bildiği gibi doğadaki ahenk ve düzendir. Ki-
şilerin kendileri dahil çevrelerini süzdükten sonra daha da farkına vardığı bu ahengin elbette bir kurucusu olduğundan yola çıkan Locke, teleolojik delilini de böylece ortaya koymuş olur. Tüm bunları dikkatlice inceleyen akıl, bu düzeni meydana getirenin tanrı olduğunu anlar. Antropolojik delilinde ise insanın akıl sahibi bir varlık olmasından hareket eden Locke, bu özelliklerin kişiyi dünyadaki tüm varlıklar arasında en yetkin varlık yaptığına dikkat çeker: “Bir varlık kendisinden daha yetkin bir başka varlığın nedeni olamayacağına, bilen ve akıllı bir varlık olan insanın da kendisini yaratmış olması mümkün olmadığına göre o zaman insanın varlığını tanrıya borçlu olduğunu söylemek gerekir.” İşte Locke’un teolojisi bundan ibaret ve bir teoloji doğal olarak içerisinden bir etik de çıkaracağı için şimdi Locke’un etik anlayışına geçmek istiyorum. Locke’un etiği tamamıyla karmaşık ve değişik yorumlarla doludur. Öncelikle şunu belirtelim ki Locke’a göre tıpkı matematik gibi ahlak da bir bilimdir ve ahlakı rasyonel bir temele oturtmaya çalışır. Sorun şu ki eğer toplumsal kurallara göre de bazı ahlaki yasalardan bahsetmemiz gerekirse yukarıda bahsettiğim kabile/topluluklardaki ensest korkusu ile modern çağın cinsellik noktasındaki çılgınlığını nasıl açıklayabiliriz? Şöyle ki insan aklı her zaman en “modern olanı” ve hazza en yatkın olanı tercih eder ancak ilahi yasaya göre bu uygunsuzdur. Locke, buna hiç şüphesiz şöyle cevap verecektir: “Kanaat ya da medeni kanun tanrının koyduğu yasaya tekabül etmeli.” Bizler tanrının koyduğu yasaları vahiy ile bilebiliriz ancak Locke bunun tam tersi olarak kendini vahye teslim etmeyi tamamen saçmalık olarak görür ve aynı zamanda “bilgi ve idealar” ile öğrenilen bilginin vahyin öğreteceği hakikatlerden daha kesin olacağını iddia eder. Bu büyük bir çıkmaz bizim için. Ancak Locke’un genel hoşgörüye getirdiği üç istisnadan biri olarak şunu görüyoruz: Cemiyet hayatına ve cemiyetin genel
kabulüne mazhar olmuş ahlak kurallarına aykırı hiçbir kanaati kabul etmez. Belki bu kafamızdaki soru işaretlerine bir çözüm olabilir. Epistola de tolerentia’da dinin yargı mercii olamayacağını iddia eden Locke, biraz ileride göreceğimiz üzere ahlaki kurallara ilahi yasayı da ekleyecek. Locke, yasa düşüncesine geçmek istediği zaman ilk önce şifahi olanı öne alır. Yani büyüklerin, geçmişteki dedelerin deneyimlerini ele alır. Bunlar birtakım tavsiyeler ve öğütlerden oluşur. Daha sonra da yasalara geçer. Öğütlere uyulup uyulmadığı takdirde bir ceza yoktur, ancak yasalara uyulmazsa bir ceza vardır. Gerçi en azından Türkiye’de de büyüklerin öğütlerine uyulmadığı takdirde bunların sonuçları baya sert olabiliyor ancak bu konunun üzerine bu şekilde gitmeyeceğiz. Locke’un sunduğu bu üç türden ilki ilahi, diğer ikisi ise insan aklına dayanır. Locke ilahi yasa ile hazcılığına iyi bir argüman bulmuş olur ve medeni yasalar ile şifahi yasaların Tanrı’nın yasaları ile tekabül etmesi gerektiğini belirterek ahlak konusunu da bu şekilde kapatmıştır. Jean Didier’e göre Locke, iki ideayı temele alan izafi bir supranaturizmi kabul eder. Bunlar vahiy kavrayışı ve İngiliz deizmi. Ancak Didier’e göre Locke’un vahiy kavrayışı da epey acayip. Çünkü Locke’a göre “Tanrıdan gelmiş olan bu vahiyden edineceğimiz bilgi, kendi idealarımız arasındaki bağdaşma veya bağdaşmazlığın açık ve seçik algısının bizde ürettiği bilgiden asla daha güvenilir olamaz. Öyleyse açık ve seçik bilgimize doğrudan doğruya tezat teşkil eden bir şeyi asla hakikat sayamayız.” Yani Locke, önce aklı esas alıyor, daha sonra da vahyi. Ve Locke’a göre idealar arasındaki alışveriş sonrası üretilen bilgi vahiyden daha güvenilirdir. Locke’un teolojik ve etik görüşü bunlardan ibaret. Bazı noktalarda birtakım çelişmeler var gibi gözükse de Locke İngiltere ve Amerika’da çok etkili olan filozoflardan biri. Locke’un özellikle Amerikan devrimi üzerinde çok büyük etkileri olduğunu söyleyebiliriz. Locke, modern empirizmin kurucu babasıdır.
İllüstrasyon: Kadir Nakipler
Aristoteles ve Devrim Umut Yılmaz
Bugün, dünya üzerindeki insanların toplumsal yapısı, kültürü ve siyasal düşünceleri üzerinde büyük katkısı olmuş bir düşünürün kuramından hareketle devrimlerin itici güçlerinin neler olduğuna değineceğiz. Aristo, bugünün Avrupa’sının şekillenmesini dinsel, siyasal, sosyal ve birçok yönden görüşleriyle etkilemiş ve düşünceleriyle geçmişten geleceğe ışık tutmuş bir düşünürdür. İki bin dört yüz yıl önce yaşamış olmasına rağmen, ortaya koyduğu kuramlar insanın geçmiş ve geleceği ile bağlantılı olduğunu göstermekte. Aristo, devrimlerin oluşumunda zenginliğin belli bir azınlığın elinde toplanmasını; haksız üstünlük kazanmaya, seçimlerde hile yapmaya, bir sınıfın devletteki erklerin pek çoğunu ele geçirerek haksız büyümesi gibi sebepleri sıralar. Aslında bu tasnifi birçoğumuz yapabiliriz. Buradan ilk olarak çıkarmamız gereken sonuç, insan doğasının aç gözlülüğü ve insan eliyle kurulan mekanizmaların organik bir yapıda oluşu. Bu sistemin, binlerce yıllık bir devinim içinde tekrar ettiğini bizler göstermekteyiz. Bu organizmacı düşünüşün sebebi, kendimiz gibi yarattığımız sistemin de entropi eğiliminde olup yavaş yavaş dağıldığıdır. Antik çağlardan bu zamana kadar pek çok düşünür, buna engel olmak adına uygun siyasal yöne-
tim şekilleri üzerinde düşünmüş, mevcut yapıyı koruma amacı gütmüşlerdir. İlk siyaset felsefecilerinden beri bu düşünüş ve çözüm önerileri süregelmiştir. Birçok ideoloji de içinde bu devleti yaşatma ve devam ettirme görüşlerini barındıran siyasal düşünceler barındırır. Aristo da çözüm arayışlarına girdi. Eski Yunan, kent devletlerini ayakta tutmak için çabaladı. Var olan sistemin tüm inceliklerini toplumsal, siyasal yönden inceledi ve kendince bir tarif çıkardı. Biliyoruz ki tedavi için önce teşhis gerekir. Aristo da sorunları tespit edip, bozulmayan bir sistem oluşturma yolunda bazı görüş ve fikirler oluşturdu. Bozulmuş bir sistemin kendini toparlama yolu; devletin, çöküşü ve ardından küllerinden yeniden doğmaya mahkûm oluşu mudur? Yoksa sistem çalışmaz hale gelince devrim ile yenilenip, kabuk değiştirip yoluna devam edebilir mi? Aristo’ya göre, monarşi, demokrasi, aristokrasi gibi yönetim biçimleri sürekli kendi aralarında devrimler vasıtasıyla geçiş halindedir ve istikrar yoktur. Çünkü her yönetim biçiminin olumlu ve olumsuz yönleri vardır ve bu olumsuzluklar ortaya çıkınca devrim sebebi olup sistem değişir. Yakın geçmişimizde Türkiye; günümüzde, Orta doğu,
Ukrayna ve dünyanın pek çok yerinde devrimler ya da darbeler gerçekleşiyor. Devrilen, darbe ile gittiğini; yerine gelen devrimle geldiğini söylüyor. Peki, istikrar bunun neresinde diye sorarsak? Peki, bir ülkenin eğitim politikası, kültürü, siyasal geleneği, bir insanın doğumundan itibaren ona bu baskıyı ve siyasal yönden pasivize olmayı empoze ediyorsa? Görünüşe göre Aristo, bu devinim nedenlerini ortaya koyarak, bu devinime neden olan sebepleri tespit etmeye çalıştı. Çözüm yolları arayıp, sistemin istikrarı için yıllarca kafa patlamasına rağmen ortaya koyduğu tedavi; iki bin dört yüz yılda sayısız devrim, darbe, savaşlar, devletlerin kurulup yıkılması devam ettiyse; sanırım pek de etkili olamadı. Ayrıca benim de böyle bir formülüm yok. Ancak, şu anı yaşıyoruz ve birçok şeyin farkındayız. Kendimizi tanıdıktan sonra, yani öncelikle sistemin değil, kendi kabuğumuzu kırdıktan sonra bedenin, biyolojinin genlerimize işlediği siyasal hayvanı ortaya çıkararak, bizim için doğru olan gerçeklerin peşinde diğer tüm insanlar gibi huzur yapbozunun bir parçası olabiliriz. Her yapboz birbirinden farklıdır. Biri resimden çıkarılır ise, binlerce parçalık resimde geriye yeri doldurulamaz bir boşluk kalır. Tüm resim anlamını ve bütünlüğünü kaybeder. Bu da kaosun habercisidir.
İllüstrasyon: Fatemeh Nazari
Machiavelli’de İktidar ve Korku Fahri Alpyürür
Kendinden sonraki birçok politik kuramcıya esin kaynağı olan İtalyan düşünür Machiavelli, tüm yaşamını Floransa’da sürdürmüştür. Bir dönem “Onlar Kurulu” adındaki bir komite tarafından yönetilen Floransa’da, bu kurulun sekreterlik görevini üstlenen Machiavelli’nin politik hayatı bu şekilde başlamış ve görevi esnasında devlet yönetimiyle ilgili birçok gözlem yapmıştır. Böylece Machiavelli, politik düşünür kimliğinin yanı sıra, politikanın içinde de varlık göstermiştir. On dört yıl boyunca bu görevi sürdüren Machiavelli, 1512’de Medici ailesinin Floransa yönetiminde tekrar söz sahibi olmasıyla birlikte tutuklanmıştır. Hapiste geçen birkaç yılın ardından 7’nci Clemens tarafından affedilen Machiavelli, özgürlüğüne kavuştuğunda bir çiftliğe yerleşmiş ve kendisinden yeni bir anayasa hazırlaması ve “Floransa Tarihi” yazması istenmiştir. 1527’de Şarlken’in Floransa’yı işgal etmesiyle Mediciler sürgün edilmiş, Machiavelli işsiz ve himayesiz kalmıştır. Aralarında yıllar önce Onlar Kurulunda görev yapmış olan burjuvaların da bulunduğu bir kesim, Floransa’da tekrar demokratik bir rejim kursa da bu defa herkes, Medicilerin himayesine giren Machiavelli’ye sırt çevirmiştir. İstenmeyen adam ilan edilen Machiavelli, bu üzüntüyle hastalanmış; aynı yıl yaşamını yitirmiştir.
Machiavelli, modern politika biliminin kurucusu kabul edilse de onu diğer politik düşünürlerden ayıran en önemli özellik, iktidara sahip olma ve sahip olunan iktidarı koruma yolunda herhangi bir ahlakî ve dinî amaç gözetmemesi, özgün bir bakış açısına sahip olmasıdır. Dinî ve ahlaki çıkarları bir kenara bırakarak, iktidar ve yönetim kavramlarını bunlardan bağımsız ele alan Machiavelli’nin kendine özgü bu yöntemi, onu tarih boyunca “kazanmak ve yönetmek için her yolu mubah sayan” bir anlayışın temeline oturtmuştur. Ancak Machiavelli’nin içinde bulunduğu toplumun o anki durumu gereği böyle bir tavrı benimsediğini unutmamak gerekir. Çünkü Machiavelli’nin yaşadığı dönemde, İtalya’da irili ufaklı birçok derebeylik bulunmaktadır. Machiavelli’nin hayaliyse tüm İtalya’yı aynı çatı altında toplayacak bir devletin kurulmasıdır. Bu yüzden toplulukları birbirinden ayıran ve savaşlara sebep olan her şeye karşı olmuş ve seküler bir devlet anlayışını benimsemiştir. Ancak Machiavelli, bir devlet adamının gerektiği zaman din üzerinden halkı yönlendirmesinde herhangi bir sakınca görmemiştir. Machiavelli, Prens’inde ideal bir devlet adamının portresini
çizmiş, insan doğasının “kötü” olduğunu savunduğundan, devletin varlığını, genel düzen ve adaletin tesisi için şart olarak görmüştür. Ancak Machiavelli, insanları kontrol altında tutabilmek için iktidarın korkudan beslenmesi gerektiğini Hobbes gibi açıkça ifade etmemiş, bunun yerine korkuyu, sevgiye tercih eden bir metafor kullanmıştır. Korku ile sevgi arasında bir seçim yapılması gerekse iktidar sahibinin “korkulan” insan olmayı seçmesi gerektiğini söyleyen Machiavelli, sevilen birine yalan söylemenin ve ona ihanet etmenin, korkulan birine bunları yapmaktan daha kolay olduğunu savunmuştur. Machiavelli’ye göre, korkulan insana, sevilen insan kadar kolay ihanet edilemez. Hele ki bu iktidarın sahibiyse… Bu yüzden iktidar korkuyu, sevgiye tercih etmelidir. “Korkulan bir liderin koltuğu, sevilen bir liderin koltuğuna göre daha sağlamdır” diyen Machiavelli, günümüzden bakıldığında baskıcı ve etik dışı görülse de onun kurduğu bu düşünce sistemini, o günün şartlarıyla ele almak en doğrusudur. Bu nedenle, Machiavelli’nin düşüncesini ve o günün şartlarını iyi değerlendiren Hegel’in “Kangren olmuş uzuvlar lavanta suyuyla iyileştirilemez” yorumu, Makyavelist düşüncenin tek cümlelik özetidir adeta.
İllüstrasyon: Gianluca Costantini
İnsanlığın Geleceği Tamer Ertangil
Bilimsel gelişmeler insanlığa yeni olanaklar sağlamakla birlikte esas olan onların insanlık tarafından nasıl kullanıldığıdır. Söz gelimi, yapay zekâ ile ölümcül ordular kurabilir veya ondan üretimdeki verimliliği arttırmak için yararlanabilirsiniz. Kamera teknolojisi, insanları yok etmek için de kayıp bir dağcıyı bulmak için de pekâlâ kullanılabilir. Bilimle ölümcül kimyevi silahlar yapmak da aşılar geliştirerek hastalıkların önüne geçmek de mümkündür. Aslında yalnızca bilim değil, araç ve konu her ne olursa olsun onu hangi amaçlarla kullanacağımız esas belirleyici olandır. Bu noktada devreye tercihler, karar alma mekanizmaları ve dolayısıyla politika girer. Politika bir ölçüde farklı iyi anlayışlarının yarışmasına dayanır. Ortaya bir iyi anlayışı koyduysanız ve onun toplumu daha ileriye götüreceğine inanıyorsanız insanları buna ikna etmeye çalışırsınız. Bu iyi anlayışı dilerseniz hakikat anlayışı veya ideoloji diyelim, bir değerler bütünüdür. Bilim olgularla ilgilenir ve değerler konusunda söyleyecek bir şeyi yoktur. Daha doğrusu ortaya yeni değerler koymaz. Dolayısı ile bilimin ilerlemesi insanlığı refah, mutluluk ve huzura kavuşturabilir ya da kavuşturmayabilir. Bu, onun hangi iyi anlayışı tarafından kullanılacağına bağlı
olacaktır. Şu ana dek görünen o ki insan hakları, serbest piyasa, parlamenter demokrasi ve bireycilikten müteşekkil liberal ideoloji son derece yaygın ve güçlü. Alternatif bir iyi anlayışının üretilmesi zor görünse de liberalizmin zayıf bir noktası var: Tutku, coşku ve epik unsurdan yoksun olması. Tamam, insan hakları ile güvence altına alınmış olan bireyin hayatta kalacağı garantidir fakat sıkıcı ve yalıtık bir varoluş modu içerisinde boğulması; yüce bir idealden, kolektif bir hedeften yoksun kalması onu mutsuzluğa sevk edebilir. Ediyor da. Özellikle ortalamanın üzerinde ve farklı olan, seçkin bireyleri. Nietzsche’nin vasatlığa olan isyanını bu bağlamda yorumlamak mümkün. Liberalizmin kişinin özerkliği üzerinde yaptığı aşırı vurgu, aidiyet duygusunu yani kişinin herhangi bir kolektiviteye ait olma ve o kolektif kimlik içerisinde erime imkân ve arzusunu ortadan kaldırdı. Büyük hedeflerin, yüce ideallerin yokluğunda hayatı anlamsız bulan bireylerin uğrunda savaşacak hiçbir şeyleri yoktur. Tüm kolektif kimliklerden azade bir hâlde, satın alarak ve tüketerek hayatına anlam katmayı dene-
yen yalıtık bireyler. Ne var ki sahip olmak ait olmanın yerini tutmuyor. Bu yüzden liberal dünya son derece sakin, tutarlı ve nispeten özgür olmasına rağmen onun sıkıcı ve tekdüze olduğu, özellikle insanı motive eden büyük ideallerden yoksun olduğu söylenebilir. Büyük ideallerin yokluğunda küçük tüketim nesneleriyle zaman geçirmekteyiz, tabii daha yeni bir nesne satışa sunuluncaya değin. Demokrasinin avantajı farklı iyi anlayışlarının yarışmasına izin vermesidir. Sanıyorum gelecekte bu yarıştan liberalizme alternatif bir anlayış türeyecek. Kızmayın ama, ileride eşitlik idealinin tamamen terk edileceğini düşünüyorum. Bilenle bilmeyenin bir olmamasından başlayarak eşitsizlikle sonuçlanan sonsuz sayıda durum var ve hâl böyleyken mutlak eşitlik ne mümkün ne de arzulanabilir. İnsanlar arasında bilgi, beceri, karakter ve başka farklılıklardan kaynaklı olarak eşitsizliğin ortaya çıkması, hiyerarşilerin de kaçınılmazlığına işaret ediyor. Sanıyorum ileride eşitlik ve hiyerarşi karşıtlığı gibi beklentiler tümüyle bir kenara bırakılacak. Gelecekte insanlığa sunulacak olan alternatif iyi anlayışı; kolektif ideal, epik unsur, sabit gelir ve örgütlülükten müteşekkil olacak diye düşünüyorum. Egemen liberal paketteki unsurlara karşılık farklı unsurlardan oluşan
yeni bir paket. Bireycilik, kolektif ideal doğrultusunda kurulan örgütlülükle karşılanacak örneğin: Birbirinden kopmuş, köşelerine çekilmiş bireyler yerine manastır gibi mekânlarda bir araya gelerek, birlikte çalışarak, belirli bir amaç uğrunda çabalayarak ortaya ürünler koyan, paylaşan, adanma ve fedakârlık duygularını geliştiren kolektifler çıkacak ortaya. Gelecekte dileyen çalışmaya devam edecek. Bunda bir sorun yok. Ne var ki kimi insanların özellikle bilime, sanata, resme, heykele, müziğe, edebiyata ve felsefeye ilgi duyan kimselerin çalışmak zorunda olmayacağı bir gelecek düşlüyorum. Yapay zekânın getirdiği olanaklarla tarım ve sanayide ve hatta hizmet sektöründe insanlara duyulan ihtiyaç asgarî düzeye ineceği için insanlar çalışmasa da yeterli üretim gerçekleşecek. Robotlar nihayet bir işe yarasın, değil mi? Bu sayede, çalışmayan kişilerin de düzenli bir gelirleri olabilir. İleride mutlak eşitlik talebi yerine bu hak üzerinde odaklanılmalı diye düşünüyorum. Bugün her bireyin eğitim hakkının olması kulağa nasıl olağan geliyorsa ileride yine her bireyin sabit gelirinin olması da bir hak hâline getirilebilir. Herkes, çalışmadan da yaşayabilme hakkına sahip olabilmelidir. İş hayatına, fazla kazanca filan ilgi duymayan, kendilerini uğraşlarına adamak isteyen, pozitif anlamda genç emekliler. Daha fazla kazanmak isteyenler buyursun, çalışsın. Engel yok. Ama herkesin sırf insan olmaktan ve dünyaya gelmiş olmaktan kaynaklı bir geliri olması, ileride pekâlâ doğal bir hak olarak görülebilir. Serbest piyasa eleştirilerinin de sona ereceğini öngörüyorum. İnsanlık Neolitik Çağ ile birlikte toprağı ekip biçmeye başladı. Herkes ihtiyaç duyduğu tüm ürünleri üretemediği için, yani bir ailenin üretimi belirli mahsullerle sınırlı olduğu için, haftanın bir günü kasabada kurulan pazarlarda takas yoluna gittiler. Serbest piyasanın doğumu buraya dayanır ve “Serbest piyasa eşittir kapitalizm!” formülü pek sağlıklı değil. Ürünlerin talebe göre değerlenmesi üretimi belirler. Neyin ne kadar üretileceğini talebe göre belirlemediğinizde başka bir belirleyici gerekecektir. Dolayısıyla serbest piyasa ve ticaretin yasak-
lanması, ürünü ve üretim miktarını belirleyecek olan merkezî bir gücün ortaya çıkmasına yol açar. Yani otoriter bir devletin! Rusya’da konuştuğum yaşlı bir adam; çocukluğunda bir yıl boyunca ekmek arzı sıkıntısı çekildiğini, buna karşın fotoğraf makinesi, viski ve puro gibi ekmeğe göre son derece lüks tüketim ürünlerinin her yerde mevcut olduğunu söylemişti. Ne kadar ekmek tüketileceğini önceden hesaplayıp ona göre buğday üretimi yapabilirsiniz. Ama söz konusu olan insandır ve insan faktörü işin içine girdiğinde öngörüleri tutturmak zordur. Konu ekonomi ve özellikle gıda olduğunda bunun sonuçları felaket olabilir. Bu sebeple gelecekte serbest piyasayı ve arz ve talep mekanizmasını ortadan kaldırmak yerine kapitalizmin törpülenmesi, şirketlerin büyümelerine sınır konması, tekelleşmenin önüne geçilmesi ve belirli bir büyüklüğe erişmiş sermayenin, çalışmayanların sabit gelirlerine katkı sunması gibi uygulamalar hedeflenebilir. “Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!” gibi sloganlar 19’ncu yüzyılda ve 20’nci yüzyılın ilk yarısında etkiliydi. Artık değil. Farklı kültürlerin bir aradalığı konusunda gelecekte ısrar edileceğini zannetmiyorum. Birbirinden farklı unsurlar hoşgörü içerisinde bir arada yaşayamayabilir. Unsurlardan birisi, diğerlerini ortadan kaldırmak isteyebilir. Hâl böyleyken farklı kültürleri kaynaşmaları için bir araya getirmek yerine onların kendi farklılıklarını sürdürmelerine imkân vermek daha sağlıklı bir tutum olabilir. Ulusal farklılıkların devam edeceğini öngörüyorum. Dil ve kültür farklılıklarının orta vadede ortadan kalkacağını hiç sanmam. Öte yandan bu bir savaştan ziyade bir yarış ve iş birliğine de dönüşebilir. Uluslar, geçmişleriyle böbürlenmeye dayanan kof milliyetçiliği bir kenara bırakıp geleceğe baksalar daha anlamlı olur. Bilimde yarışan, sanatsal üretimini arttıran toplumlar hayatı daha katlanılır hâle getirecektir kuşkusuz. Nükleer silah üreti-
mine harcanan kaynak ve enerji, pekâlâ uzay çalışmalarına aktarılabilir. Bırakalım Avrupa, Hint, Orta Doğu ve Çin apayrı kültürlere sahip olsun. Sentez olmuyorsa zorlamanın âlemi yok. Varsın farklılıklarımızla bir arada olmayıverelim. Ama mesela başka gezegenlere seyahat etmek konusunda bu kültürlerin yarışmalarını ve belki de iş birliği yapmalarını görmek insanlığa heyecan getirirdi. Epik unsur derken kastettiğimse insanlığa yücelik duygusu verecek olan şey. Bugün, 1950’li ve 1960’lı yıllarda uzay çalışmalarında yaşanmış olan heyecandan eser yok. Kızıl Ordu Korosu’nun insana özgüven ve “başarabiliriz” duygusu veren çok sesli müzikleri geçmişte kaldı. İyiliğin kötülüğe karşı savaşı, “Yüzüklerin Efendisi” gibi edebî eserlere bırakılmış durumda. On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın ilk yarısındaki devrim umudu yerini hayal kırıklığına bıraktı. Yeryüzünde kâşiflerin ayak basmadığı tek bir kara parçası kalmadı. İnsanların herhangi bir ideal uğruna parmaklarını kıpırdatmaya mecali yok. Yani bugün ciddi bir motivasyon sorunu var. Tek başına bilim ve mantık bize bu motivasyonu, bu duygusal gereksinimi veremiyor. Bu yüzden yeni bir iyi anlayışına, yeni bir değerler bütününe, insanları birleştirerek harekete geçirecek yeni ve büyük bir ideale ihtiyaç var. Bu idealin içeriğini ancak kısmen yani yukarıda değindiğim kısımlar itibariyle speküle edebilsem de insanlığın geleceğine dair dört başı mamur bir öngörüde bulunmak imkânsız. Sonuçta kimse kâhin değil. Yazdıklarım için satır satır kaynak belirtmem pek mümkün görünmüyor. Ancak ilgilenenlere Alexandr Dugin’in “The Forth Political Theory”, Yuval Harari’nin “Homo Deus”, kendi kitabım “Çağımızın Yanılgıları Üzerine”, Thomas Piketty’nin “Yirmi Birinci Yüzyılda Kapitali”, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” ve Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabı önerebilirim. Spekülasyonlar zayıf ve risklidir. Yine de denemeye değer.
İllüstrasyon: Kadir Nakipler
Dualitenin Çöküşü Ahmet Okkol
Tekillik, birlik veya sonsuzluk gibi hayli soyut kavramları tam manasıyla idrak edebilmenin en iyi yolu dualiteyi kavramaktan geçer. Zıtlıkların ilk defa nasıl meydana geldiğini kavrarsak zıtlıkların olmadığı bir anlayışı da o denli iyi özümseriz. Bu yazımızda aktarmaya çalışacağımız bilgiyi kalbinin bir yerlerinde zaten bildiğini hissedecek okurlar olacaktır. Bazı okurlar için yazı oldukça karmaşık ve gereksiz gelebilir. Bazıları içinse tam da evren ve hayat hakkında aradığı bir cevaba denk düşüp “Eureka!” diye bağırmalarına sebep olabilir. Çünkü kimi insan tekâmülünü zihni melekelerini kullanarak yapmak durumundayken kimi insan aynı veriye hisleriyle sözsüz, kelimesiz bir şekilde ulaşmıştır. Üzerinde olduğumuz mecra daha çok zihniyle hakikate ulaşmak isteyenlere hizmet eder çünkü kelimeler hisleri uyandıracaktır. Buna karşın hisleri hayli yoğun olan okurlar için ise anlatamadıkları şeyleri anlatabilme, etraflarına ifade edebilme fırsatı sunacaktır. İster materyalist bir ateist olun ister koyu bir dindar, her şeyin hiçlikten meydana geldiği konusunda mutabıkızdır. Çünkü büyük patlama varlığın hiçlikten meydana geldiğini anlatır. Buna itiraz edecek olanlar elbette olacaktır çünkü yeni geliştirilen teoriler
çoklu evrenler sayesinde bir evrenin, başka bir evrenin ya da kara deliğin içe çökmesi sonucu oluştuğunu öne sürebilirler. Bu durumda da içinde var olduğumuz evren ve onun varoluş düzlemi içerisinde gördüğümüz, deneyimlediğimiz her şey ve tüm fizik kanunları hiçlikten meydana gelmiştir; durum değişmez. İnançlı biri için de bu böyledir çünkü Kızılderili kabilelerinin inanç sisteminden tutun da en çok inananı bulunan dinlere kadar tüm inanç sistemleri varlığın hiçlikten meydana geldiğini birebir söylerler. Hiçlik tam manasıyla kavranamaz çünkü onu kavramak için hiçbir kavramın olmaması gerek. Oysa düşünme ve idrak etme eylemlerimiz tamamen kavramlarla çalışır. Hiçliği kavramak demek bir kaya parçasından müzik yapmasını beklemeye benzer. Yine de kaya parçası üzerine düşen suyun sesini yankılayarak farklı ses tonları yaratabilir. Yani aslında hiçbir şey tam olarak imkânsız değil. Peki, hiçlikten sonra ne oldu da varoluş meydana geldi? Hiçlik önce yokluk denen bir evreye geçti. Bunun nasıl olduğu da şimdilik idrak sınırlarımızın dışında kalıyor. Bilim buna
cevaben şöyle der: Zamanın ve boyutun olmadığı bir andan bahsetmek bizim işimiz değil, biz varlıktan sonrasıyla ilgileniriz çünkü gözlemleyip deneyimleyemediğimiz bir an hakkında konuşmak bilimsel değil farazi konuşma olur, bu da bilimin sınırları dışındadır. Yine de sınırlarda dolaşan bazı teorik fizikçiler hiçlikten varoluşa geçiş aşamasını enerjinin bir irade beyanı olarak yorumlamayı tercih ederler. Teosofi ise şöyle der: Tanrı kendini bilmek istedi ve kendini parçalara ayırdı… Nitekim bu fizikteki “Big Bang” yani büyük patlamaya karşılık geliyor. İşte bu büyük patlama ya da tanrının kendisini bilmek için kendisini parçalaması olayı yokluğu yarattı. Yokluk ve hiçlik aynı değildir. Hiçlikte yokluk bile yoktur ama yokluk zıttı olan bir kavramdır. Yokluğun zıttı varlıktır. Yokluk evresinde genişlemekte olan uzay boşluğu ya da kaba tabirle evrenin içinde var olmaya başladığı boş arsa meydana geldi. Çünkü varlık bir şeyin içinde var olmalıydı, önce yokluk oluştu ki içinde var olabilsin. O nedenle önce karanlık oluştu, böylece tanrı ışığa “Ol!” diyebildi ve bang! Işık karanlığın içinde doğdu. Yokluğu iyi idrak etmek gerek çünkü her şeyin temelinde o var. Yokluk var olduğunda uzayın hareket etmesi olarak tarif edilebi-
lecek bir oluş içerisindeydi. Uzay boşluğu bir nevi hareket etmeye başladı ve yokluk genişleyerek varlığın temelini oluşturdu. Fizikte buna karanlık madde deniyor ve hesaplamalara göre evrenin kütlesinin yaklaşık yüzde 96’sını oluşturuyor. Yani katrilyonlarca yıldız, güneş sistemleri, galaksilerin ağırlıkları evrenin toplam kütlesinin yalnızca çok küçük bir bölümünü oluşturuyor. Yokluk diyoruz ama bir hayli ağır ve tüm boşluğu o kaplıyor. Çünkü her şey onun içinde gelişebiliyor. Einstein’ın görelilik teorisinin temelini de bu yokluk alanı oluşturuyor. Eğilip bükülen, büzüşen ve kütle çekimiyle yırtılan söz konusu alan bu... Nitekim o nedenle kara delikler bu yokluk alanını yırtınca bilinmez bir hiçliğe kapı açıyorlar ya da başka bir evrene… Yokluğun ya da kaba tabirle uzay boşluğunun bu hareketi bir etki-tepki ilişkisi yaratarak hareketsizlik denen olguyu meydana getirdi. Hareket ve hareketsizlik kavramları oluştu ve bunlar sürekli olarak birbirlerini etkilemeye başladılar. Uzay boşluğu küresel bir büyüme yerine “torus” denen bir formu alarak aynı anda hem genişleyen hem de daralan bir forma ulaştı. Bilimsel makaleleri yakından takip eden ve evren modelleriyle ilgili okurlar torus evren modelinin matematiksel arka planına aşina olacaklardır. Yokluğun hareketinin meydana getirdiği ters yöndeki hareket ilk kez form denen olguyu meydana getirdi. Daha önce form denen bir şey yoktu çünkü madde yoktu. Evren böylece belirli bir formu olan kapalı bir devre hâline geldi ama buna rağmen sonsuzdu. Evren kendi içerisinde döngüsüne devam ettikçe başka döngüler meydana getirdi. Bu süreç tıpkı bir çark sisteminde dişlilerden birinin diğerini döndürmesine benziyordu. Bu da “yaşam çiçeği” denen formu meydana getirdi. Böylece kürelerin dansı başladı. Formlar daima küre ve spiral şeklindeydi çünkü hareket etme isteği hareketsizlik isteği ile karşı karşıya geldiğinde uzayın dokusu bir yana kayıyor ve bu sonsuza dek sürüyordu. O nedenle gök cisimleri genelde küre ya da spiraldir ya da bu formlara erişmeye çalışırlar.
Higgs bozonu, enerjiye kütlesini kazandıran parçacık olarak biliniyor. Yokluğun hareket ve hareketsizlik içerisindeki bu semavi döngüsü esnasında bazı bölgeler aynı hareket döngüsünü o kadar uzun süre ve kesin olarak yaptı ki o bölgelerde enerji form kazanıp katılaşmaya başladı. Higgs bozonu bu hareket döngülerine göre maddeye kütlesini verdi. Yani her şey “katılaşmadan” önce bir tür çizgi idi. Bu bağlamda madde olan her şey öncesinde soyut bir fikir idi, uzay boşluğunda bir çizgi idi. Bu çizgi ne kadar sert çizilirse o kadar katılaştı. Mesela dünya küresi da başlangıçta yoklukta bir soyut hareket idi. Gözle görülemeyen bir formdu. Buna dünyanın ruhu denir ve bir gün dünya yok olsa bile var olmaya devam edecektir çünkü fikirler ölmez. Tıpkı kolu kesilen birinin hâlen kolunu hissetmesi ve “Kirlian fotoğrafçılığı” denen özel bir görüntüleme sisteminde kesilen kolun silik bir imgesinin halen görünmesi gibi… Unutmayın tüm bunlar bir zıtlıktan meydana geldi. Yokluk ve varlık zıtlığı, hareketsizlik ve hareket zıtlığı… Bu bağlamda tüm zıtlıklar var oluşu meydana getiren birer anahtardır. Zıtlıklar sayesinde boşlukta formsuz hâlde salınan enerji somut forma dönüşüp deneyim hâline geldi. Bu sayede tanrı kendini deneyimleyebildi ve bir evren filizlenebildi. Eğer genişleme kavramının zıttı olan daralma kavramı var olmasaydı evren bugün mutlak entropi hâlinde olacak ve hiçbir şey var olmayacaktı. Sadece boşluk… Tüm zıtlıklara aynı şekilde yaklaşabiliriz. Mesela sizi baskılayan ve canınızı sıkan bir şey var. Kendinizi özgür ya da tamamlanmış hissetmiyorsunuz, bulunduğunuz yere ya da duyguya ait hissetmiyorsunuz. Bu sizin evreninizi var edecek bir zıtlık çatışmasıdır. Bilin ki yeni bir form oluşmak üzere, yeni bir sen oluşmak üzere ve içinde yaşadığın bu dengesizlik; tutarsızlık ve çatışma sa-
yesinde var olacak bir değişim, dönüşüm… Tekâmül de bu şekilde işler. Bizi değiştirecek ve dönüştürecek şeylerin peşinden gitmek, bizi baskılayan, korktuğumuz şeylerin üstüne gitmek dönüşüm sürecini hızlandıran şeylerdir. Hayatımız boyunca hep bir rehber gelse ve bana ne yapmam gerektiğini söylese diye bekleriz. Bazen falcılara gideriz bazen etrafımıza danışırız. Oysa en net ve ihtiyacınız olan cevabı hisleriniz verir. Neyden kaçıyor ve huzursuz oluyorsanız orda bir ders vardır. Oraya gitmeseniz bile onun farkında olup kabul edin. Çünkü bir zıtlığın ortasındasınız demektir ve bu itme çekme arasında bir girdap oluşturacak, gerçek formunuzu bulacaksınız. Bu bir kehanet değil, yer çekimi kadar doğal bir kanun. Çünkü evren bu şekilde var oldu ve bu evrenin yasalarına tabiyiz. Dualiteyi anladığımıza göre dualitenin olmadığı bir varoluşu, tekilliği de artık anlayabiliriz. Tekillik, tüm zıtlıkların birleştiği bir oluş hâlidir. Artık çatışma, döngüler, baskı ve genişleme yoktur. Sadece oluş vardır. Bunu bu dünyada yaşamak için bazen sadece kullandığımız kelimeler dikkat etmek bile yeterlidir. Zıttı olmayan kelimeleri daha çok kullanabiliriz. Öfkenin zıttı sükûnettir. Öfke ya da sükûnet yerine sevgiyi kullanabiliriz. İyi ya da kötü yerine uyum, denge kelimelerini kullanabiliriz. Çünkü öfke ve sükûnetin birleştiği yerde sevgi, iyi ve kötünün birleştiği yerde denge ve uyum vardır. Biz de içimizde bize işaret veren ve nötralize olmak isteyen hisleri bulup zıtlıkları birleştirebiliriz. Bu yolda karakterlerimiz bir hayli değişecek, asla yapmam dediğimiz şeyleri yapacağız, öğrendiğimiz kalıp ve yargıları kıracağız ve hareketsizliğin karşısında harekete geçeceğiz. Her şey durulduğunda artık uyum ve denge içinde olacağız. İnsan yıldız tozundan meydana gelmiştir ve yıldızlara bakar. Yani insan, bir yıldızın kendi kendine bakışıdır. Evren de insanın kendi kendine bakmasıdır. Bu bakışı sağlayan yegâne aynamız zıtlıklarımız, ışığımız ise farkındalığımızdır. Parıldayışlarımızın sonsuzluğa erişmesi dileğiyle…
İllüstrasyon: Gianluca Costantini
Şehir Bilinci
Prof. Dr. Şafak Ural
“Şehir nedir?” sorusunu öncelikle şehrin bazı maddi veya fiziksel özelliklerine bakarak cevaplayabiliriz. Bir şehrin fiziksel özellikleri olarak da o şehrin ulaşım olanakları, ortak yaşama yerleri, mimari özellikleri, kültür ve spor açısından sunduğu olanaklar dikkate alınabilir. “Şehir nedir?” sorusunun fiziksel ve ölçülebilir bir diğer boyutu, onun sosyolojik özellikleriyle de ilgi içerisindedir. Nitekim o şehrin bireylerinin eğitim seviyesi, bir liman şehri ya da bir fabrika şehri olması ya da turizme yönelik alanları, tarihi yerleri bir yönüyle o şehrin sosyolojik özelliklerini belirler. Bu özellikler aynı zamanda “şehir nedir?” sorusuna verilebilecek cevapları da oluşturacaktır. Şehrin üzerine kurulduğu coğrafi mekân da yine o şehrin fiziksel özelliklerini belirleyen temel bir etken olarak karşımıza çıkar. Bir şehri karakterize eden diğer özellikler arasında teknolojik olanaklar, spor ve kültürel olanaklar da son derece önemli bir yere sahiptir. Bir şehri karakterize eden diğer özellikler arasına hiç kuşkusuz o şehrin tarihi geçmişini ve şu anda sahip olduğu iletişim ve ulaşım olanaklarını da altını çizerek koymak gerekir. “Şehir nedir” sorusuna felsefi bir cevap vermek istersek şehrin medeniyetle olan ilişkisini dikkate almamız gerekir. Şehrin, medeni-
yetin doğduğu yer olarak görülmesi, söz konusu sorunun cevaplandırılmasında hiç şüphesiz dikkate alınması gerekir. Yani kısaca şehir, sahip olduğu maddi olanaklar sayesinde, kültürün ve medeniyetin oluşmasına zemin hazırlar. Ve hiç kuşkusuz kültür, bir şehri koruyup kollayan, gelişimini doğrudan belirleyen bir özelliği ifade eder. Şehir, sahip olduğu maddi zenginlik, sosyal organizasyonlar sayesinde bireysel becerilerin ortaya çıkmasına imkân verir. Bireysel beceriler kolayca tahmin edilebileceği gibi bilim dışında sanat ve spor alanlarında da temel ve kurucu unsurlardır. Bireysel beceriler, ancak uygun koşulların sağlanmasıyla gelişebilir ve ortaya çıkabilir. Bu koşullar maddi ve sosyal yapı dışında iletişim ve ulaşımla da yakın ilgi içindedir. Bu çerçevede hukuki yapıyı ayrıca dikkate almak gerekir. Hukuk, bireylerin haklarını güvence altına alabilmenin temel koşuludur. Bireylerin haklarının yasalarla korunmadığı yerde, birey haklarının yasalarla güvence altına alınamadığı bir toplumda, bireysel becerilerin ortaya çıkması beklenemez. Bireysel becerilerin güvencesi sadece ve ancak yasalardır.
Görüldüğü gibi “şehir nedir?” sorusunu bu vurguladığım çerçevede geniş bir açıdan cevaplandırabiliriz. Bu özellikler aynı zamanda bir şehrin bilincinin oluşmasına olanak veren temel unsurlardır. Çünkü, aşağıda da ayrıca işaret edeceğim gibi, şehir bilincinin maddi dayanakları bu gibi unsurlardır; fakat ne var ki bilincin, fiziksel bir özellik olmadığı da ortadır. Her şehir kendi bilincine sahiptir. Şehrin bilinci bireylerin bilincini belirler; ama şehir bilinci bireylerin bilincinden bağımsız değildir. Birey bilinci tamamen bireyin kendisiyle ilgilidir; yani kişiseldir. Fakat şehir bilincini bireye aktarır; yani onun bilincini biçimlendirir. Dolayısıyla bilinç, bireysel olmasına ve yalnızca birey ile varlık kazanmasına karşılık, şehir ile özel bir ilişki içinde bulunur. “Bilinç” denildiğinde insanın nörolojik, fizyolojik psikolojik ve biyolojik özelliklerini elbette özellikle dikkate almak gerekir. İnsan bilinci ayrıca toplumsal ekonomik koşullara ve fiziki çevreye de bağlıdır. Bütün bu gibi etkenlerin arasına şehir, bireyin bilincinin oluşmasında ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Doğduğumuz yer anılarımızın, kişiliğimizin, alışkanlıklarımızın, karakterimizin ayrılmaz bir parçasıdır. Hatıralarımız, tutkularımız sevinçlerimiz üzüntülerimiz mutluluklarımız, öfkelerimiz, yani çeşitli
duygularımız hep bir yere aittir, bir yerde gerçekleşirler. Mekân, duyguların taşıyıcısıdır: çünkü her türlü duyguyu bir yerde yaşarız. Doğduğumuz yer, çocukluğumuzun geçtiği yer duygularımız içinde ayrıcalıklı birer yere sahiptirler. İşte bu yüzden şehir, ama özellikle doğduğumuz veya bizde belirli bir hatırası olan şehir, bilincimizin ve kişiliğimizi biçimleyen, oluşturan bir mekândır. Doğduğumuz şehri terk etmiş olabiliriz. Çok farklı yerlerde yaşamış ve hayatımızı bir gezgin gibi farklı yerlerde geçirmiş de olabiliriz. Ne var ki doğduğumuz yer bizi asla terk etmez; o hep peşimizden gelir. Doğduğumuz yer elbette bir şehir olmayabilir, fakat sonuç değişmeyecektir. Çünkü böyle bir durumda, bir şehir olarak değil, bir köy veya kasaba olarak, ama sonuçta bir mekân olarak doğduğumuz yer bizi etkileyecektir. Mekân bizi özgürleştirir. Çünkü mekân, sahip olduğu özelliklere bağlı olarak, duygularımızı en geniş, en yoğun bir şekilde yaşama olanağı sunar, sunabilir. Gidebilmek, görebilmek, yaşayabilmek hep bir mekân sayesinde mümkündür. Anılarımız, bir mekânın sahip olduğu olanaklara bağlı olarak çeşitlenir ve farklı boyutlar kazanabilir. Yani mekân, sahip olduğu olanaklara bağlı olarak, anılarımızı daha fazla kuşatabilir. Onların daha yoğun, daha geniş kuşatılmasına ve dolayısıyla çok daha çeşitli olarak yaşanabilmesine olanak verir. Şehrin bu açıdan sunduğu veya sunabileceği olanaklar, yukarıda “şehir nedir” sorusu vesilesiyle işaret etmiş olduğum sosyal, kültürel, ekonomik olanakların ve fiziksel açıdan sahip olduğu çeşitli özelliklerin ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Şehir organize olabildiği ölçüde sahip olduğu olanakların kullanılmasına izin verir. Organize bir şehir daima daha geniş bir bilince sahip olacaktır ve ancak bu sayede bireylerin bilincini daha geniş bir çerçevede etkileyip biçimlendirebilecektir. Şehri diğer yerleşim birimlerinden ayıran özellik, duygularımızın daha büyük ve geniş ölçekte yaşamamıza olanak vermesidir. Bu durum bir üstünlük anlamına gelmeyebilir; ama üzerinde durulması gereken bir farktır. Bireylerin
bilinci üzerine etki yapan bir özelliktir. Bir şehir, sahip olduğu olanaklarla orantılı olarak bireylere daha geniş bir özgürlük kazandırabilir. Mekân, bireyi özgürleştirir. Bireyin sadece duygularının değil yeteneklerinin de gelişmesine ve ortaya çıkmasına daha geniş ölçüde katkı sağlayabilir. Şehir bilincinin bireyin bilinciyle olan iletişimi de bu noktada kurgulayabiliriz. Her şehir kendine öz bir bilince sahiptir ve bu da ancak bireylerin bilincinde gözlenebilir. Her birey şehrin bilincini kendine göre biçimler. Sokaktaki bir ağaç elbette benden bağımsızdır; ama çocukluğu o sokakta geçmiş insanların bilincinden bağımsız değildir. O ağaç her bireyin bilincinde o bireye göre bir varlık kazanır. Bir nesneye ilişkin hatıralarımız ve duygularımız ne kadar çok ise o nesnenin bilincimdeki yeri de o oranda büyüktür. Dolayısıyla da her şehir sahip olduğu olanaklar çerçevesinde bireylerin bilincinde varlık kazanacaktır. Daha doğrusu her birey o şehre kendi bilincinde farklı boyutta ve derinlikte varlık kazandıracaktır. Kolayca görülebileceği gibi, bir şehrin bireylerin bilincini biçimlemesi o şehrin sunduğu olanaklardan bağımsız olamaz. İşte bu da hiç kuşkusuz, bir şehrin bilincinin benim bilincimi oluşturması ve biçimlemesidir. Şehir bilinci, ancak ve sadece insan bilincinde ortaya çıkabilir. Her şehir kendine özgü bir bilince sahiptir ve bu ancak bireyin bilincinde görülebilir. Şehrin bilinci, insan bilincinde varlık kazanabilir. Her birey, şehrin bilincini kendi bilincine çevirir, kendisi açısından yorumlar, kendine göre anlamlandırır. Şehrin bilincini somut bir dil ile ifade edemeyiz. Şehrin mimari yapısını, şehrin sosyolojik özelliklerini, kültürel, tarihi özelliklerini somut bir dil ile anlatabiliriz. Fakat şehrin bilincini somut bir dil ile anlatamayız. Çünkü şehrin bilinci, her bireyin bilincinde, o bireye özgü bir şekilde, farklı bir şekilde gerçekleşir. Benim bir sokağın başındaki ağaç ile olan ilgim, aynı sokakta, aynı şehirde, aynı şekilde yaşamış
insanların bilincinden farklıdır. Aynı sokakta doğduğumuz arkadaşlarımızı düşünelim. Uzun süredir yaşadığımız bir bölgedeki arkadaşlarımızı düşünelim. O sokağı karakterize eden bir ev, benim için diğer arkadaşıma göre farklı bir anlam taşır. Çünkü benim orada korktuğum bir olay, sevdiğim bir olay, nefret ettiğim bir olay gerçekleşmiştir. İşte o hadise, benim bilincimde bu anlamda varlık kazanır. Şehrin bilinci, bu tek tek nesnelerin tamamıdır ve şehir bana benim hatıralarım ölçüsünde bir değer katar. Yaşananlar farklıdır ama çevre aynıdır. Binalar, parklar, caddeler aynıdır ama orada yaşananlar, bireylerin orada yaşadıkları, anıları farklıdır. Benim nesnelerle olan ilişkim benim bilincimin bir parçasıdır. Eğer bilinç benim hareketlerimi, karakterimi, davranışlarımı yönlendiren bir özelliğim ise, fiziki çevre hiç kuşkusuz bu yönlendirmede öncelikli bir konumda bulunacaktır. Çünkü aslında beni asıl yönlendiren, benim hatıralarımdır, benim anılarımdır. İşte bunlar belli bir coğrafi bölgeye aittirler ve bu coğrafi bölge, bir mekândır, yani bir şehirdir. Şehir bilinci dediğim zaman, işte bu anlamda benim bilincimi biçimleyen unsuru kastediyorum. Caddeler, sokaklar, evler, spor alanları insan olmadan bir anlam ifade etmezler. Ben onlardan yararlanırım. Şehir, sunduğu olanakları ölçüsünde zengindir. Bu olanaklar benim kişisel yaşantımın bir parçası oldukça, o nesnelerle ve nesnelerle ilgi içindeki hatıralarım ortaya çıktıkça bilincimin kurucu unsurları haline gelirler. Bir spor alanı, benim içerisinde spor yaptığım alan olmanın ötesinde bir müsabaka kazanmışsam artık o benim için farklı bir anlam ifade edecektir. O şehir, o duygumu yaşadığım yer olacaktır. Sevdiğim, nefret ettiğim, âşık olduğum veya korktuğum yer bir mekândır. O bir bölgedir, o bir şehirdir. İşte şehrin bilinci, bu anlamda benim bilincimi oluşturabilir. Bir bakıma şehir, caddelerden, ağaçlardan, evlerden ibarettir; ama herkes o şehirde kendine özgü bir bilinç, yani kendi bilincini oluşturur. Şehrin bilinci, sunduğu olanaklarla ilişkilidir. Bir şehir ne kadar çok maddi olanaklara sahipse benim yaşantım da o oran-
da zenginleşecektir; benim yaşantımı, benim bilincimi o oranda genişletecektir. Bireyler bilinçlerini genişlettikçe, yaşantılarını zenginleştirdikçe medeniyetten pay alabilirler. Dolayısıyla şehir ile bireyin bilinci arasındaki ilişki, biraz evvel de işaret ettiğim gibi, şehrin sunduğu olanaklarla doğrudan ilişkilidir. Şehir bu çerçevede benim için varlık kazanacaktır. Bütün bunlardan sonra şu soruyu tekrar sorabiliriz: “Şehir ne?” Şehir o kadar çok şeyi gizler ki ve şehir o kadar çok şeyi yalnızca bana fısıldar ki. Şehir benimle onun arasında kurulan gizli bir dildir. Şehrin bilincini yalnızca ben anlarım. Şehrin bilinci, yalnızca bana bir şey söyler. Şehrin bilinci bana ne kadar çok şey söylerse onun bilinci de o kadar çok gelişmiş olacaktır. Ve bu bilinç hiç şüphesiz o şehrin kültürel ve tarihi yapısının eşsiz bir sentezidir. Şehir bilincinden söz etmek çok spekülatif, çok havada kalan bir kavram olabilir. Ama benim bilincimde varlık kazanan ve benim bilincime varlık kazandıran bir başka nesneden, şehir bilinci dışında bir başka nesneden söz etme olanağımızın olabileceğini hiç sanmıyorum. Bir noktaya özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. Hatıralar, umutlar, umutsuzluklar, hayaller, mutluluklar, kırgınlıklar hep bana aittirler, yani bireyseldirler. Ben olarak ve benimle birlikte varlık kazanırlar. Beni var kılan değerlerdir, tamamen benimdirler ve benimle mevcutturlar. Ben varsam onlar da vardır. Onlara ben varlık kazandırırım. Onlar benimle varlık kazanırlar. Hem bana varlık kazandırırlar hem ben onlara varlık kazandırırım. İşte bu anıların toplamı, bu benim bilincimi oluşturan tek tek anıların toplamı, fizik varlığımın çok ötesinde ve çok dışında bir özelliği ifade eder. Ben, fiziksel özelliklerimle mevcut olabilirim; ama asıl anlarım bana varlık kazandırırlar. Benim kişiliğim, benim bilincimin bir parçasıdır. Şehir bu bilinci oluşturan en önemli etkendir. Ve eğer şehrin bir bilinci olmasaydı, benim bilincim de oluşamazdı. Şehrin bilinci, benim bilincimi kurgulayabildiği ölçüde değer taşır, önem taşır, derinlik taşır. Şehir, benim anılarımı belirledi-
ği, bana sunduğu olanaklarla karakterize olabilir. Şehir, bireyi suça iter. Şehir, bireyi mutlu kılar. Şehir, sahip olduğu bilinç ile insanları biçimler. Organize olmuş, geniş olanaklara sahip, duygularımızı gerçekleştirmeye olanak veren şehirler, insanları mutlu eden şehirlerdir. Mutluluk kaynakları olurlar. Şehir, insanları mutluluğa itebileceği gibi suça da itebilir. Birtakım kültürel etkinlerin gerçekleştirilmesine veya şiddetin yaşanmasına izin vermek, yine şehrin özelliklerinden birisidir. Bireye baskı, bireyler üzerine şehrin kuracağı baskı, şehrin bir başka yönünü teşkil eder. Bireyler, şehrin baskısı altında kaldıkça bunalırlar ve o bireylerin kişilikleri ile bilinçleri o oranda daralır, çöker ve aynı zamanda o toplumda, o şehirde yaşayan insanları mutsuz kılar. Bu yönüyle şehir, fiziksel olgudur ama bu olguya, benim bilincim bir anlam verir, değer katar. Tarihi binaları, tarihi eserleri olan bir şehir, bana bir şey söylüyorsa, benim bir anımı saklıyorsa, beni duygularımdan uyandırarak onları bir yöne yönlendirebiliyorsa o zaman şehir, yaşayan bir şehirdir. Bazı şehirler vardır ki iletişim kurabilirsiniz, bazı şehirler vardır ki kendisini dikte eder, baskı kurar ve sizi hareketsiz kılar. Bazı şehirler var ki insanı mutlu kılar, mutlu eder, elektriğini hissedersiniz. İşte bunlar, şehrin bilincini oluşturan özelliklerdir. Bir şehir size uzak olabilir, bir paylaşımı da olmayabilir, çünkü sizinle bir anısı yoktur. Gider görürsünüz fakat onu görmüş olmanın dışında bir duyguya sahip olamazsınız. Bazı şehirler sizi içine alır. İşte bu nokta şehrin bilinci ile sizin bilincinizin temas noktalarından birisidir. O şehrin bilincini dışarıdan birisi olarak paylaşabilirsiniz, onunla kendi yaşantınız arasında bir ilişki kurabilirsiniz. Hangi duygumuzu bir mekândan bağımsız olarak yaşayabilir ve gerçekleştirebiliriz? Her yaşantı bir yere aittir. Yaşantı soyuttur, kişiseldir, benimle vardır ama hep somut bir şeye ve bir yere aittir. Yaşantılar sadece geçmişi değil,
geleceği de ilgilendirir. Hayatımızı aslında bir yönünü gelecekteki yaşantılar üzerine kurarız. Tatil planları, dinlenme ve eğlenme planları, hep bir duyguyu yaşama isteğidir ve hep bir yerde gerçekleşirler. Duygularımızı, beni ben yapan duygularımı, bireyi birey kılan duyguları hep bir yerde gerçekleştirmek isteriz. İşte şehir, ne kadar çok duyguların gerçekleştirilmesine olanak tanırsa, onları özgürce ve baskı altına almadan gerçekleştirilmesine olanak tanırsa, o oranda geleceğe ait olabilir. Şehrin bilinci de o oranda geleceği biçimleyebilir. Büyük şehirler, her türlü duyguyu en karmaşık şekliyle, en karışık şekliyle, olumlu ve olumsuz özelliklerini bir arada bulunduracak şekilde sunarlar. Sürprizlere açıktırlar, büyük şehirler. Her an umulmadık bir sürpriz, acı veya tatlı bir sürpriz sizi bekler. Bütün bunlar aynı zamanda duygularınızı bir şehirde gerçekleştirme olanağını bize sunan fırsatlardır. Duyguların derinliğini ve sadeliğini, renkliliğini veya basitliğini, şiddeti, acımayı, merhameti veya şiddeti hep bir yerde bir şey vesilesiyle yaşarız. Bu olanakları, bize ancak şehir sunabilir. Tüm çeşitliliğin kendisini ifade edebileceği, bütün karmaşanın birlikte bulunabildiği yer, yalnızca ve sadece şehirdir. Şehir ne kadar çok organize olmuş ve kültürel dokusu ne kadar yoğun ise, bana karakterinin farklı boyutlarını ve bilincinin derinliğini tanımama o kadar çok olanak verir. Şehir, gelişmişliği ölçüsünde, zenginliği, tarihi, sosyal, kültürel olanakları ölçüsünde şehir olabilir. Sonuçta bilincimi de o oranda oluşturup, derinleştirebilir. Her birey, o şehirdeki anılarıyla o şehrin bilincine bir şey katar ve o bilinçten pay alır. Fakat bu anılar her bireyde aynı derecede yoğun olmayabileceği gibi, olumlu özellikler de taşımayabilir. Şehir, bireylerde şiddet duygusu da oluşturabilir ve bir şehir her bireye aynı yakınlık da olmayabilir. Bir şehrin bireylere aynı yakınlıkta olabilmesinin temel koşulu, organize olmasıdır; bu da o şehri ulaşılabilir kılar. Her birey şehrin sahip olduğu olanaklara ulaşabilmelidir. Bunlar olmadığı takdirde bireyler şehri ötekileştirir.
İllüstrasyon: Beril İrman
Doksanlı Yıllar Öncesinde: Canavar ve Kadın Dr. Gizem Şimşek Kaya
Evreni oluşturan her şey karşıtlıkları ölçüsünde var olagelmiştir. İlk insanların pagan inanışları da günümüzde milyarlarca insanın inandığı semavi dinler de iyi ile kötü yani tanrı ile şeytanın karşıtlığı üzerine kurulmuştur. Tanrı ışık dolu, zarif, iyi olan her şeyi temsil ederken, Şeytan karanlık, kaba, kötü olan her şeyi bünyesinde toplamaktadır. Her inançta kötülüğün kaynağı değiştiği gibi, kötülüğün kaynağının yardımcıları da değişkenlik göstermektedir. Yunan sanatı estetik üzerine kurulu olmasına karşın Hephaistos, Hades, Pan gibi tanrılar çirkin denilebilecek estetikten uzak biçimler üzerine oturtulmuştur. Hephaistos tanrılar arasında kötürüm olan tek tanrıdır. Aksak ve çirkin olan bu maden tanrısı, Yunan mitolojisinin güzellik ve cinsellik simgesi Aphrodite ile evlidir. Hades bir diğer korkutucu tanrıdır. Cehennemin yani korkunç yaratıkların, karanlıkların ve yeraltının tanrısı olan Hades, baharı müjdeleyen Persephone’i kaçırarak yeraltında evlenmiştir. Pan yarı keçi yarı insan özelliklerine sahip çoban tanrısı olarak bilinmekle birlikte keçisakallı, keçiboynuzlu görünümüyle bakanları ürküten bir görünüme sahiptir. Hristiyanlığa geçiş döneminde şeytan tasviri Pan ile eşdeğer konuma gelmiş, Pan şeytanla bütünleşmiştir. Yunan Mitolojisi’nde ortaya konan bu birleşmeler “bütünlük”, “ahenk” ve “ying-yang” esaslarına dayan-
maktadır. Kusursuzluğun da kusurları olduğunu, bu kusurların ise başka şekillerde var olduğunun en vurucu kanıtları Yunan Mitolojisi’nde görülen bu eşleştirmelerdir. Batı ülkelerinde ortaya çıkmış olan masallarda buna benzer eşleştirmeler bulunmaktadır. Ancak bu kez eşleştirmelerin altında psikolojik ve sosyolojik gelenekler olduğu da dikkat çekmektedir. Küçük kız çocuklarına anlatılan “Kurbağa Prens”, “Güzel ile Canavar” gibi bu masallar kız çocuklarının ergenlik döneminde erkek çocuklarından uzak durması ve reşit olana değin cinsellikten uzak durmalarını bilinçaltlarına yerleştirmeyi amaçlamaktadır. “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” de dahi küçük kız çocuklarının kendilerini özdeşleştireceği prenses karakteri reşit olana değin cinsellik düşüncesinden uzak, çocuk görünümlü cücelerin yanında “Doğru Erkeği” beklemektedir. İlk öpücük uzun bekleyişler sonrası prensesi derin uykusundan uyandırıp evlenerek reşit kadına dönüştürmektedir. Edebiyata baktığımızda ise bu ahenk zamanla güzelliğin, tutkunun ve cinselliğin kötülükle eşleştirilmesi ile sonuçlanmıştır. “Drakula ile Mina” örneğine bakıldığında Kont Drakula tanrıyı inkar ederek insan kanı ile ya-
şamaya başlamış bir ölümsüzdür. İnsani özellikleri yüzyıllar önce ölen karısına benzeyen bir kadına aynı tutku ile bağlanmasıyla ortaya çıkmaktadır. Anlatılan, kadına karşı olan şefkati yanında diğer insanları acımasızca öldüren, kan içen bir katilin karanlık öyküsüdür. “Quasimodo ile Esmeralda” örneğine bakıldığında ise kambur, bacağı aksak, yüzü asimetrik olarak tasvir edilen Quasimodo, bir Çingene güzeline tutulmaktadır. Çingene kadının dansı, Çingene erkeklerinden rahibe değin herkesin yüreğini hoplatmaktadır. Burada Esmeralda adlı karaktere duyulan his, Drakula’da da olduğu gibi aşktan öte cinsel bir arzudur. Rahip bu cinsel arzuyu Esmeralda’nın saçından beline, yüzünden gözlerine değin hissetmekte ve romanda yazar tarafından da hissettirilmektedir. Drakula karakterinin de ortaya çıkışında ve kurbanlarını boyunlarından ısırışında aynı tutku ve şehvet yer almaktadır. Başlangıçta ahenk ve denge üzerine kurulu olarak başlayan bu eşleştirmeler zaman içerisinde cinsellik ve şehvetin, ulaşılamamazlığın tasvirinin yapılabilmesi için kullanılmaya başlamıştır. Güzellik zor ulaşılan, çirkinlik ise uzak durulması istenen iki ayrı kutup olarak bilinçaltlarına yerleştirilmiş olduğundan, edebiyat ile birlikte ulaşılamamazlığın ulaşılabilirliği sağlanmıştır.
İllüstrasyon: Mohammad Daffa Aulia
Afrika Tanrılarının Katolik Serüveni: Vodou Babür Karbey Vina
Geçtiğimiz birkaç yüzyıl içinde sömürgecilik ve misyonerlik faaliyetleri ile Hıristiyanlaştırılan halkların, eski halk inanışlarını güçlü bir biçimde yaşattığını gözlemlemek mümkün. Bir Aztek ritüeli olan Ölüler Günü’nün Meksika’da hâlâ yaşatılıyor olması, Kuzey Amerika yerlilerinin yetişkinliğe geçiş törenlerini kilise organizasyonlarıyla devam ettirmesi bu durumun örneğidir. Ancak Afrika kökenlilerin nüfusun çoğunluğunu veya önemli bir kısmını oluşturduğu bölgelerde eski inanışların semavi dinlerle yorumlanarak bağımsız birer din haline geldiği de görülebilir. Afrikalıların Hıristiyanlıkla etkileşimi, Hıristiyanlığın birebir benimsenmesi ile değil, İsa, Meryem Ana gibi kutsal figürlerin Afrika tanrılarının yerlerine geçmesiyle gerçekleşmiştir. Jamaika’daki rastafaryanizmi ve başta resmi din ilan edildiği Haiti olmak üzere Küba, Porto Riko, Dominik Cumhuriyeti, New Orleans ve Brezilya gibi bölgelerde yaygın olan Vodou inancını bu duruma örnek olarak göstermek mümkün. Vodou, Hıristiyanlığın yerel bir yorumu olarak bilinmektedir. Ancak günlük inanışların ve ritüellerin Hıristiyan teolojisiyle oldukça zayıf bağlara sahip olduğunu belirtmek gerekir. Vodou, misyonerlerin etkisiyle Roma Kilisesi’nin egemenliğini kabul eden yerlilerin geleneksel inanışlarını bu din içinde devam ettirmeleriyle ortaya çıkmıştır. Bu dinin takipçileri
Bondye isimli bir tanrıya inanırlar. Bondye kelimesi Fransızca “iyi” ve “tanrı” anlamına gelen “bon” ve “dieu” sözcüklerinin birleşiminden oluşur. Vodou inançlılarının bu isimle andıkları İncil’in tanrısından başkası değil. Ancak Afrika animizmindeki ruhlara ve evren tasavvuruna da inanmaya devam etmişlerdir. Bununla birlikte gerek sosyal yaşamlarının gerekse inançlarındaki değişimin etkisiyle yeni inanışlar ve ritüeller de edindiler. Bu bakımdan Vodou’nun hem Afrika’daki kökenlerinden hem de Hıristiyanlıktan ayrı bir yerde olduğunu söylemek mümkündür. Vodou teolojisi tek tanrılı olsa da politeist kökenli inanışlar da devam etmektedir. Loa, Vodou terminolojisinde Hristiyanlıktaki azizlere denk gelmektedir. Farklı bölgelerde Lwa, Oşala olarak da adlandırılan Loalar Hristiyanlık inancının azizlerinden çok, eski Afrika inanışlarının büyük ruhlarına benzerlik gösterirler. Her Loa’nın politeist dinlerdeki tanrılar gibi ayrı bir görevi vardır. Fiziksel ve ruhani dünyadaki işler için Loaların yardımı istenir ve onlarla iletişime geçmek için Vodou rahiplerinin önderliğinde törenler düzenlenir. Her Loa, “veve” denilen bir desenle sembolize edilir. Bu sembollerin Loaları fiziki dünyada temsil
ettiğine ve onlarla iletişime geçebilmek için gerekli olduklarına inanılır. Veveler, başta Vodou seremonilerinde çalınan davullar olmak üzere birçok yerde kullanılırlar. Bugün Vodou denilince birçok kişinin aklına kara büyü gelmektedir. Hollywood yapımı korku filmlerinin bundaki etkisi büyük, ancak Vodou inancını bez bebeklere batırılan iğnelerle yapılan kara büyülerden ibaret olarak görmek pek doğru değil. Vodou, sembolizmin güçlü olduğu bir inançtır ve insanların üzerinde etki bırakacak büyüler yapabilmek için onların taş ve bez bebeklerle sembolize edilmesi oldukça yaygındır. Ancak bu ritüel sadece kara büyülerde değil, hastalıkları yok etmek için yapılan büyülerde de kullanılır. Vodou, son birkaç yüzyıl içinde şekillenen bir din. Afrika yerel inanışlarının Roma Katolikliği ile etkileşimi sonucunda ortaya çıkmış olmakla birlikte, bugün tüm bunlardan bağımsız olarak kendine has bir karaktere sahip. Bugün Haiti’den New Orleans’a, Porto Riko’dan Brezilya’ya kadar farklı yorumlarla varlığını sürdürmekte. Vodou ritüelleri, büyüleri oldukça detaylı konulardır ve her birini açıklayabilmek için ayrıca üstünde durmak gerekir. Vodou, hem mitlerin sistemli bir inanışa dönüşmelerine, hem de semavi dinler öncesindeki inanışların toplumlar üzerindeki etkisine örnek olarak gösterilebilir.
Mezoamerikan Uygarlıklar Anastasija Nunyan
Maya, Aztek ve İnka medeniyetleri Amerika kıtasında kurulan ilk medeniyetler arasında bulunmaktadır. Günümüzde Bolivya, Ekvador, Meksika, Peru’ya yapılacak gezilerde tarihten izler bulunması mevcut. Tarihi bir geçmişi olması da bunu cazip kılmakta. Kadim uygarlıkların günümüzdeki görünümü bir hayli değişime uğrasa da tarih bu ülkelerde tekrar canlanabilir. Mezoamerikan, Kristof Kolomb öncesi Amerika kıtasında yaşamış olan yerlilere verilen bir isim. Bu yerliler, daha bilinen isimleri ile Aztek, Maya, İnka, Toltek ve en eskileri olan Olmeklerdir. Büyük ve oldukça görkemli uygarlıklar kurup günümüz dünyasına hayrete düşürecek birçok gizemi geride bırakmışlardır. Dünyanın yassı olduğunu düşünen bir uygarlık olarak Mayalar; şaşırtıcı biçimde hatasız astronomik gözlemler ve tespitler yapmış, matematikte sıfır sayısını kullanmışlardır. Yaşadıkları coğrafyanın özelliklerini tam olarak kavrayamadıkları hâlde gökyüzüne dair çok kesin bilgilere sahip olmuş; gökyüzüne duydukları bu tutku, dinlerini ve mitolojilerini de direk olarak etkilemiştir de. En büyük ve en kudretli tanrıları hep gök ile alakalı olmuş, gökten gelen her şey onlara yüklenmiş; yağmurun yağması, yıldırımın düşmesi veya göğün gürlemesi olsa olsa tanrıların işidir diye düşünülüp
onların vazifeleri arasına eklenmiştir. Mayalar gibi İnkalar da gökyüzüne ilgi duymuşlardır, ama onlar kadar astronomide ilerleyemediğini söyleyebiliriz. Sebebi ise ilgilerini bilim ve teknoloji alanında kullanmak yerine gökyüzüne daha ilahi anlamlar yüklemeyi tercih etmeleridir desek yeridir. İnkaların en görkemli tanrıları, onlar için en görkemli şey olan güneş ile özdeştir. Öyledir ki bu uğurda kan dökmeyi saplantı hâline getirmişlerdir. Kan, tanrılarına ve dolayısıyla güneşlerine verilebilecek en kıymetli hediyeydi. Karşılığında bekledikleri tek şey ise kutsanmaktı. Aztekler de çoğunluk ile Mayaları örnek alarak kendi mitolojilerini, dinlerini ve takvimlerini yaratmışlardı. Tüm bu uygarlıkların birbirlerinden etkilenmeleri konumları itibariyle zaten kaçınılmazdı. İsimleri kulaklarımıza daha az aşina olan Toltekler ve Olmekler aslında hak ettikleri şöhreti yakalayamayan, Mezoamerika yerlilerinin kültürel ve dinsel oluşumlarının temellerini atan halklardır. Özellikle Olmekler, gün ışığına çıkan yeni bilgiler doğrultusunda Sümerlerden bile daha önce sistematik bir yazı dili oluşturma çabaları ile bilim insanları-
nın yakın ilgisine maruz kalıyorlar. Bulunan tabletin bir alfabeye bağlı kalınarak yazılmış bir metin olduğu henüz ispatlanmamış olmasa da büyük bir heyecan yarattığı bir gerçek. Olmeklerin en önemli tanrısı Quetzalcoatl, çok fazla biçim değiştirmeden diğer tüm Mezoamerikan yerlilerinin mitlerinde yer almıştır. Bu uygarlıkların etkileşimleri elbette her konuda olmadı. Birbirlerinden keskin çizgilerle ayrılabilecek, karakteristik özellikler sergilemiş ve sosyal yaşamdan tutun da askerî ve siyasi gelişimlerine kadar birçok konuda farklılıklar göstermiş olduklarını söyleyebiliriz. Ortak paydada birleştikleri konular özellikle din, mitoloji ve takvim gibi başlıklarını içeriyor. O zamanların atmosferini düşleyerek incelediğimizde onlar için yeraltı bizim bildiğimiz yeraltı değil, güneşin dünyayı terk ettiği andı. Bir jaguar tanrı gelip güneşi yerdi ve yeryüzü karanlığa gömülürdü. Sabah olunca başka bir tanrı gelip dünyayı ışığa boğardı. Dünya, bir timsahın üzerinde sere serpe uzanan toprak parçasından başka bir şey değil iken gökyüzü uçsuz bucaksız bir cennetti. Birçoğu yıldızlara âşık uygarlıklardı onlar. Kim bilir ki belki de bu aşk onları böylesine gizemli ve unutulmaz yapan şeylerden biridir!
İllüstrasyon: Havva Marta
Fantastik ve Sihirli Melodiler Burak Bayülgen
Fantasy 16’nci yüzyılda belirginleşmiş emprovizasyonun baz alınarak oluşturulduğu bir müzikal “fikir”dir. Fikir derken hayal gücüne de vurgu yapıyoruz. Barok dönemde de romantik dönemde de fantasy’e rastlarız. Bu fikirler çoklu pasajların çoklu duygu biçimleriyle iç içe geçtiği bestelerdir. Ama fantazyayı besteleyen müzik ile fantasy birbirlerine ne derecede uyacaktır? Müzikal form ile besteyi dolduran fikir ve bestenin yönlendiği konu arasında belirgin bir ayrım yapabilir miyiz? Yoksa fantastik müzik doğal olarak yönlenmesini başka mecralardan ödünç aldığı öğelerle mi belirleyecektir? İşte, bu soruların bizi bir kez daha müziğin bir dil olup olmadığı sorununa yönlendirmesi kaçınılmaz olacaktır. Yahut imge yardımı olmadan, bestenin yönlenmesini deneyimlerle görüp geçirmeden bir bestenin neyi konu edindiği yahut bir dili varsa neyi söylemeye çalıştığına... Fantazyaya dahil edilen eserlerin müzikal bir fikre hizmet etmesi son derece makuldür. Mitolojiden ve folklordan beslenen yaratıcı fikre eklememiz gereken en önemli nokta, fantazya adı altında müziğin de görselliğin de yazının da birbirleriyle sıkı bir iletişim halinde olup, birbirlerine bolca fikir ödünç vermeleridir. Öyle ki bir zin-
cir halinde işlev görürler. Hem kendi serilerinin yahut fikirlerinin devam edebilmesi için, hem de türünün kendisinin devam edebilmesi için. Gotik konusunda da aynı mekanizmadır bu: ikonografiler kadar fikirlerin de gelenekleşmesi yahut belirgin sınırlar edinmesi... Günümüz için fantastik müzik deyince bir sürü modern müzik türevini bu geniş paradigmanın içine dahil edebiliriz. Bu dahil edilişin birinci sebebi türevleştirilen müziklere karşı olan kişisel bağımız ve doyumumuzdur. Ancak ve ancak bu bağlılığı salt müziğin kendisine atfedemeyiz. Aksine diğer sanatsal fikirlerin birbirlerine zincirlemesine bağlılığıyla atfedebiliriz. Özellikle sinemanın ta doğuşundan bugüne dallanıp budaklanıp diğer sanat türleriyle iç içe çalışması bağlılığımızı pekiştirmektedir. Örneğin, fantastik bir filmin bir edebiyat eserinden uyarlanması edebiyat ile doğrudan ilişkisini gösterir. Öyleyse fantastik bir filmin bestelenmiş orijinal müziği fantastik bir müzik sayılabilecek midir? Benim bu soruya yanıtım şu şekilde olacaktır: “Sınırlandırma” son derece itici gözükmektedir. Fantazya gibi bir tü-
rün altında sınır diye bir şeyden bahsetmek dipsiz, engin bir hayal gücüne bir darbe niteliğindedir fakat bir tür çalışması yaptığımız zaman önceki kuşakların kaleme aldığı yahut görselleştirdiği ve bestelediği gelenekler şemasına mecburen bağlı kalmak zorundayız. Bu bağlı kalışın sonucunda bugün daha kolayca türleştirdiğimiz eserleri daha yakın inceleyebilmemiz ve benimseyebilmemiz sağlanacakmış gibi öngörülmektedir. Yine de müziğin dili sorununa fantastik müzik adı altında da bir belirginlik atfedemeyiz. Gerek günümüz modern bestecilerin orkestrasyonlarında ve enstrümanların her birinin dinleyicide yaratacağı duyguda... Büyülü Enstrüman Yukarıdaki sorunun cevabı için Büyülü Enstrüman isimli bir alt başlık seçtim. “Academy of Science Fiction”, “Fantasy and Horror” tarafından da “En İyi Fantastik Albüm” seçilmiş olan Sylvia Woods’un “The Harp of Brandiswhiere”, Keltik arp için yazılmış, dünyayı arpı sayesinde kurtaran efsanevi bir kahramanın hikayesini anlatmaktadır. Efsanede kötü büyücüler de yer edinir, sihirli arpçılar da. Woods’un Amerika’da Keltik arp üzerine yaptığı yoğun çalışmalar arpın büyülü ve sihirli
bir dünyada yer edinmiş bir enstrüman olma özelliğiyle özdeşleşerek “The Harp of Brandiswhiere Süit”ini günümüz dinleyicileri için melodileştirmiştir. Arp, mistisizmini efsaneler kadar kullanıldığı şemalarla da oluşturmuştur. “4’ncü yüzyılda (...) keşişlerin seslerine eşlik etmesi için arp tercih edilen bir enstrümandı. Arp, kilisenin izin verdiği nadir enstrümanlardandı. Üflemeliler, vurmalılar ve çıngıraklar Şeytan’ın enstrümanları olarak değerlendiriliyordu.” (Vardy) Efsanelerde yer edinmiş, büyülü ve sihirli atfedilen bir enstrümanın da böyle bir yolculuğu var mıdır? Örnek olarak bu soruyu yeni bir soruyla dile getirirsem; klavsen için yazılmış Johann Sebastian Bach’ın “Goldberg Varyasyonları”nı klasik arp ile yorumlayan Sylvain Blassel, büyülü bir müzik mi icra etmiş oluyor? Yahut aynı yorumcunun Franz Liszt icrası da aynı soruya tabi tutulabilir mi? Gerek Bach’ın müzik tarihindeki anıtsal konumu, gerek Liszt’in piyano edebiyatına olan katkıları dinleyicide ve müzikle ilgilenen herkeste “büyülü ve sihirli” tabirlerini hissen uyandırmaktadır. Yine de Golberg Varyasyonları’nın arp yorumu için kullandığımız “büyülü ve sihirli” sıfatları esasen “muhteşem, muazzam, olağanüstü, harika” sıfatlarının yerine kullanılmaktadır. Yani; efsanelerde sihir ile özdeşleşmiş bir enstrümana uyarlanmış her beste fantastik olarak nitelendirilemeyecektir. Ama bir belirginlik, ufak da olsa kategori oluşturmak açısından en azından tıpkı keşişlerin arpı eşlikçi bir enstrüman olarak seçmesi gibi, fantastik fikir üzerinden eser üretecek besteci, sanatçı için arp oldukça simgesel bir enstrüman olabilecektir. İlkelleşen ve olağanüstü tınılar veren o simgesel arpı yakalayan kültürler ve kültürlerin mirasları, karmaşaya değil, o arpın doğada temsil ettiği her şeye aşinadır. Vivaldi’nin Saka Kuşu’nda flüte eşlik eden yaylılar, eserin orta yerinde susmakta haklı değiller midir? Flüt artık teknik kullanımını bir saka kuşu taklidine yöneltmekle yükümlüdür. Heyecan verici olan, flüte hâkim olan, teknik yeterliliğini çoktan kazanmış ellerin öncelikli amacının bir saka kuşu sesini
yakalamaya çalışmasıdır. Kültürün doğa üzerindeki hakimiyeti, kendi kuramı dahilinde doğayı taklit etmeyi yine kendi lehine çevirmek üzerine tasarlanmadı mı? Şayet müzik susarsa, doğanın yahut üyelerinin kendi seslerinin sanatsal bir müzik olması da mümkün değildir. Ama kuş sesini taklit edercesine müzik kuramına adapte olan bir düdüğün, kültürün yüceltilecek bir başarısı olduğu her zaman kabul edilmek ister. Vivaldi, eserinde flüte kültürün yükleyebileceği tüm doğallığı yükledikten sonar yeniden yaylıları devreye sokacaktır. Sanki yaylılar flütün doğa taklidinden uzakmış gibi... Daha da heyecan verici olan yaylıların eşliğinde flüt, saka kuşunun gerçek sesine olan yatkınlığını kaybetmeyecektir. Armoni, kültürün biçimlendirdiği kurama tüm doğaya özgülüğüyle adapte olacaktır. Nymph’in şekillendirdiği doğaya yüceltme kadar, Saka Kuşu’nda mistisizmden de ödünç alınan flüt, Nymph’in şekillendirdiği doğanın ta kendisi oluverir. Şu an yüceltme notalarda değil, algıdadır. Algının kuş sesini seçebilmesini sağlayan kültürel kulak... Müzik, doğanın sesine doğru yol almış olur ancak ezgi, suskunluğa teslim olmaz ve yine ‘kültür’ün ellerinden çıkıverir. Doğaya geri dönen müziğin “kültür” olamayacağına, bir Saka Kuşu’nu canlandıran flütün tamamen ‘kültür’ olduğu karşılığı buradadır. Bırakalım gök gürültüsü, yağmur ve fırtına bir timpaninin veya bir piyano tuşunun sesiyle canlandırılmak istensin. Kök olan arp da doğanın salt kendi sesine dönüşen ilkelleşme yerine, müzikal söylemin özüne doğru ilkelleşirse olağanüstü tınılar versin. Doğanın kendi tınısına doğru kültüre ait bir gidişatta olan müziğin, esas kaynağı doğrudan referans göstermesi şart değildir. Kendini doğrudan kaynağa benzetmeye çalıştığı gibi bir söylemde de bulunmaması gerekir. Doğanın kendi sesine refe-
rans vermediği gibi... Dinleyici, adeta doğanın kendi; yani kültürün elimine edildiği sesini ararken, kültürel bir varlık olarak kendisini, doğanın sesine hem ön plan hem arka plan oluşturan müzik ile özdeşleştirir. Saka Kuşu’nu temsil eden flütün tüm kuşları temsil ettiği iddiası; örneğin, Rönesans bestecisi John Bull’un mistisizme ulaşan klavye dokunuşlarının eşdeğer fantazyaya sahip diğer yerel ‘kültür’el kardeşlerini yok sayar: Tüm coğrafyayı kapsayan, kültüre ait bir battaniyenin doğanın tınısının yerine geçmesi ve orijinali olmayan bir kopyaya dönüşerek kültürleştirmesi, Grieg’in folk efsanelerine kadar uzanmak zorundadır. Ki İneğin Çağrısı, Saka Kuşu kadar yalın bir şekilde temsil edilemesin, ilkel arp kurucu paradigmanın yerine geçmiş olsun. Grieg’in piyanosu doğanın kendisine ne kadar referans veriyor ve ne kadar bu referans keşfedilemiyorsa, müziğin kültüre ait, doğayı kapayan yapısı ortaya çıkar. Fantastik müzik o raddede artık iki dünya arasında bir yer edinecektir. “Bir şeyi süslemek için gölge nasıl gerekliyse, “muğlaklık” da onu anlaşılır hale getirmek için o kadar gereklidir. Sanat, belirsiz düşünce tülünü onun üzerine örterek, hayatın görünümünü dayanılır hale getirir.” (Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca) Ritmin ve ölçünün bir düzeni gerektirerek yahut toparlayarak müzikal fikri uyumluluk kalıplarına yerleştirmesi, bu iki dünya arasındaki fantazyayı bile özündeki kusursuz bir görüntüye eşlik eden bir manzara fikrinden uzak tutmaktadır. Fantastik müziğin kendi kendini temsil edebilme alanı ve bu alana insanoğlunun geçmişten günümüze yüklediği tüm vasıflar, fantastik alanın düzenli olmayan; hatta kaotik olan talihsizliğinden çıkış noktası bulmaya çalışır. Ancak fantastik müzik, bu iki dünya arasında vuku bulan sistemi, dünyevi olan “kültür” yoluyla bir kurgu düzeni içinde dile getirir. Bu kurgu düzeninin içinde yer alan fantastik müzikal fikirler, cümleler ve sözcükler tıpkı simgesel arp gibi müzikten beklenen temel ihtiyaçları karşılar.
İllüstrasyon: Sergey Kandakov
Gelecek, Yapay Zekâ ve Müzik Vural Yıldırım
İnsanlığın evrimi hâlâ sürüyor. Geldiğimiz noktada artık organ bağışları, negatif gelecek olgusu ve benzeri şeyleri tartışmaktan çok yapay zekâya odaklandık. Konunun ciddiyetini bilim insanlarının endişelenmesinden anlamak mümkün. Fakat bilim insanları bu konuda da ortak bir görüşe sahip değiller. Bir grup yapay zekânın gelecekte insanların işlerini kolaylaştırıp yaşamın kaliteli hâle geleceğini ve daha az çalışarak entelektüel ve sosyal faaliyetlere zaman ayırılacağını söylüyor. Diğer bir grup ise yapay zekânın işgücünün sonu olduğu ve bu noktada ciddi sorunlar yaşanacağına dair görüş bildiriyor. Biz sanatçılar teknolojiden asla korkmadık. Aksine onların nimetlerinden yararlanmanın kolaylıklarını yaşadık. Teknolojik aletler ve teknolojinin kendisi sanatta kullanım amacına göre her zaman ilerlemenin önünü açmıştır. Yine de teknolojiye mesafeli olmanın yararlı olacağını söylemek gerekir. Sanat insana özgü bir edim olması ve doğanın nesnelliğinden yararlanılması, mesafenin neden önemli olduğunu anlamamızı sağlar. Yapay zekânın geldiği noktada onu kabullenmemizin bir zorunluluk olduğunu yadsımamamız gerekir. Bu konuda çalışana sanatçıların başında müzisyenler geliyor. Kaldı ki synthesizer, mixer ve pek daha fazlsı aletlerin naif de olsa yapay zekâ tanımlamasına girmesi mümkündür. Müzisyenler ve teknoloji uzmanları bu
konuda oldukça iddialı çalışmalar yapıyorlar. Hatta internette yapay zekâ şarkıcılarının albümleri yayınlanmaya başladı bile… Yapay zekânın varlığı, öncelikle bizlerin gelecek kaygısını beraberinde getirmektedir. Yapay zekâ geleceğin negatif anlam yüklü zaman tanımlaması olarak hafızalarımızda yer etmeye başlamıştır. Müzik yaşamın diğer alanlarından bağımsız düşünülemez. Toplumda ve doğada var olan tüm değişimler, müziğe de dolaylı-dolaysız olarak yansımaktadır. Müziğin seyri insanlığın seyrine paralel olarak devam etmektedir. Müziğin kadim zamanlardan beri süren yolculuğunda karşılaştığı tüm anlık gelişmeler, ona daima olumlu olarak yansımıştır. Müzikteki krizleri sanatsal üretimlerin kültürel altyapı yoksunluğu ile açıklamaya çalışmak yeterli değildir. Kriz anındaki müzik dinleyicisinin müzikten kopması, mesafeli durması sadece anlık tepkilerin sonucudur. Onlarca özel radyo, müzik programları, yerel yönetimlerin popüler müzik konserleri artık müzik üretimi ve tüketiminin boyutlarını değiştirmiştir. Tüm bu hareketlilik arasında zaman zaman başvurulan klasik müzik, kendini popüler olanın arasında kaybetmeye başlamıştır. Klasik müzik ve/veya sanat müziği alanında olanlar kendi varlıklarının zeminindeki
popülerden ötürü oluşan erozyona maruz kalmaktadır. Her müzik eseri kendi geleceğini belirlemekle yükümlüdür. Hangi tür olursa olsun müziğin ilk başlangıç sesi hep ilahi bir karakter taşır. İşte bu ilahi karakterin süresi onun geçmiş-gelecek arasındaki bağlantısını geleceğe taşır. Geleceğe yönelen müzik, endüstri kanalıyla ticari karaktere bürünerek sanat olma özelliğinden çıkar. Kitlelere ulaşma amacı artık sanat değil, tüketim zihniyetidir. Bestecilerin belki de içinden çıkılması zor ironisidir bu durum. Geleceğin şekillendiği günümüzde değer yargılarının ve kriterlerin yavaş yavaş flulaşması kaçınılmazdır. Besteciler geçmişten aldıkları birikim ve değer yargılarını bağımsız olarak özümsemesinin artık mümkün olmadığını görüyoruz. Geçmişin izleri geleceğin yaratılmasında yeterli olmamaktadır. Müzikal yapının klasik anlamdaki yapıbozumu daha 19’ncu yüzyılı sonlarında kırılmaya başlamıştı. Yapay zekâ ve diğer etmenler bu kırılmanın artık devasa boyutlara dönüşmesini sağladı. Müzik ve tüm sanat dallarında yaşanan deprem, insanlığın bilinç düzeyindeki sıçramaların mesafelerini genişletmiştir. Yapay zekâ, gelecek ve müzik üçgenindeki sorgulamaları ontolojik boyuttan soyutlamak mümkün değildir. Müzik artık kendi geleneğinden beslenerek varlığını bilinç ekseninde yaratmaktan yoksun kalma noktasına gelmiştir.
İllüstrasyon: Handan Yıldırım
Disco Folk İhsan Güvercin
İlkokula başladığım zaman tutulmuştum müzik sevdasına. Müzik dinleme olanağımızın çok kısıtlı olduğu o dönemlerde, bırakın köyleri, şehirlerde bile müzik çalar aygıtlara sahip olanların sayısı fazla değildi. Gramofonlar ve daha sonra gelen plakçalarlar çok lükstü. Köyde ise müziği duyup, dinleyebileceğimiz tek müzik kaynağı sonradan TRT olan Ankara Radyosu’ydu. O radyodan; haberlerin dışında, radyo tiyatrosu, Yurttan Sesler, solo-koro şarkılar ve solistlerin konserleri yayınlanırdı. Köylerde ve hatta çoğu ilçelerde elektrik yoktu ve radyoların arkasında koskoca bataryalar vardı. Büyüklerden biri, ‘batarya bitecek’ der ve radyoyu kapatırdı. Emziği ağzından alınmış bebekler gibi naçar kalırdık. O dönemin devlet radyosu, sözlerinde Ali-Veli geçen Alevi deyişlerinin, Kürtçe klamların ve arabeskin dışında her türlü müziğe yer verirdi. Radyofonik oyunları seslendirenlerin, şarkı, türkü söyleyenlerle onlara eşlik eden saz sanatçılarının isimlerini programın başında ve sonunda alfabetik sıraya göre düzenli şekilde anons ederlerdi. Ezbere bilirdik radyodan bize seslenenlerin isimlerini. O yüzlerini göremediğimiz insanlarla aramızda gönül köprüleri kurardık. Bir magazin dergisinde veya bir filmde ve yahut bir konserde yüzünü görebildiklerimizi kendimize örnek alırdık. Ses tonlarından telaffuz şekillerine, giyim kuşamlarından mikrofon tutuşlarına, saç modellerinden davranış biçimlerine kadar
her şeylerini taklit etmeye çalışır, onlar gibi olmaya özen gösterirdik. Hele de kendine özgü yorumuyla çıkış yapıp ünlü olanlara hayranlığın ötesinde hisler beslerdik. Aynı şöhreti tüm dünyada yakaladıklarını sanır, becerebildiğimiz kadar da taklit ederdik onları. 1973 yılında oluşturduğumuz, “Derdiyoklar İkilisi” adındaki grubumuzla Almanya’da müzik yaparken, seslendirdiğimiz türküleriAlmanlara da dinletmek istiyorduk. Nasıl yapabiliriz sorusuna yanıtlar ararken, “öyle gelmiş, böyle gider” anlayışının yarattığı engellerle karşılaşmıştık. Örneğin, bağlama Almanlar tarafından benimsenmemiş, daha doğrusu sevilmemişti. Hem bağlamayı sevimli kılmak hem de türkülerimizi Almanların kulağını okşayacak hale getirmek için formüller aramıştık. Ancak geriye dönüp baktığımızda bize ışık tutacak, Avrupa’da kabul görmüş çalışma örnekleri yoktu önümüzde. Bize göre, “Anadolu Rock” tarzında harika müzik yapan büyüklerimiz vardı memlekette ama yurtdışında yaşayan gurbetçilerimize konser vermenin ötesine geçememişlerdi. Yani referans alacağımız bilgiler henüz Kapıkule’de bekliyordu. Bizim de Almanların kulağını tırmalayan koma seslere bir çare bulmamız gerekiyordu. Bağlamanın bizce vazgeçilmez olan koma sesleriyle, ses yükselticiler kullanma
zorluğu yaratan akustik yapısı, aşmamız gereken ilk engeldi. Bu engeli aşacak müzik bilgimiz ise yok denecek kadar azdı. Cahil cesaretiyle İlk olarak bağlamayı gitar şekline dönüştürdük. Ali gitarını aldı kucağına, ben de baterinin başına geçtim. Bir de klavye koyduk el altına. Halk müziği motiflerinin ağır bastığı yeni besteler yapıp, her besteyi de farklı usuller içeren ritimlerle destekledik. Hem göze hem kulağa hitap edebilmek için biraz da artistik hareketler ilave edince, yeni bir tarz ve yeni bir tür çıktı ortaya. “Disco Folk” denildi yaptığımız müzik türüne. Kısa süre sonra sadece Türkiyeliler değil, Almanlar da severek dinler oldu müziğimizi. Amacımıza ulaştık ama bağlamanın şeklini gitara dönüştürmek zorunda kalışımızı içime sindiremedim. Köln’de açtığım müzik okulunun bürosunda tanıştırdığımız Arif Sağ ve Betin Güneş’in el ele vererek 1996 yılında hazırladıkları “Bağlama Konçertosu”, hem bağlamayı gerçek kimliğiyle, hem de Anadolu halk ezgilerini Avrupalıyla buluşturdu. Betin Güneş’in yönettiği Köln Senfoni orkestrasına bağlamalarıyla eşlik eden Arif Sağ, Erdal Erzincan ve Erol Parlak, Anadolu ezgilerinin senfonik özellikler içerdiğini, gizli duygular taşıdığını Avrupalılara teyit ettirdiler. Uyandırdıkları hayranlık sayesinde, yüzlerce Avrupalının bağlama çalmasına ve hatta usta malı eserler okuyacak duruma gelmelerine zemin hazırladılar.
İllüstrasyon: Fetemeh Nazari
Müzik Endüstrisinde Yapay Zekânın Rolü Begüm Bektöre
Her yenilik beraberinde birtakım soruları ve sorgulamaları getiriyor. Yıllardır araştırma laboratuvarlarında birikenler, önce robotlar “bakın neler yapıyor” videolarıyla sosyal medya duvarlarımızda yer alırken, yapay zekânın hem sanatla hem de endüstriyel hayatla yakın temasa geçmesi ile artık gündelik yaşamımızda da karşımıza çıkıyor. Aslında yapay zekâ 1950’li yıllardan bu yana müzisyenlerin faydalandığı bir araç. Fakat yapay zekâ ile müzik üretimi daha çok deneysel müzik sahnesinde kendisine yer edinirken, son yıllarda müzik endüstrisindeki dev prodüktörlerin yapay zekâya yatırımlarının artması ile ticari müzikte yapay zekâ kullanımı yaygınlaşmaya başladı. Ticari müzik endüstrisinin olmazsa olmazı tüketicinin, bu gelişmelere tepkileri de yakından takip ediliyor. Yapay zekânın deneyselden ticari sektöre uzanan yolculuğu yaratıcılık ve ticari kaygı üzerine tartışmalara yol açıyor. Peki, yapay zekâ nasıl müzik üretiyor? Yapay zekâ veri tabanına binlerce şarkı yükleniyor. Daha sonra yapay zekâ veri tabanındaki şarkıları analiz ediyor ve algoritmalar üretiyor. Bu algoritmaları kullanarak yeni şarkılar üretiyor. Aslında “machine learning” ile şarkı besteleme öğrenilmiş oluyor. Şarkıları söz ve beste diye iki ana parçaya
bölersek, machine learning şu anda beste kısmında aktif olarak kullanılıyor. Söz üretmek için machine learning programları kullanan deneysel müzikle uğraşan besteciler de var. Bunun yanı sıra, ben beatbox yaparım, yeter ki sözleri bulayım diyenlerdenseniz “DeepBeat” adlı web sitesinden şarkıda geçmesini istediğiniz kelimeleri seçip herkesin erişimine açık bu machine learning programı ile rap şarkı sözleri elde edebilirsiniz. Kısacası, yapay zekâ beste yapabiliyor, ikinci yeni şairlerine yakın bir üslupla sözler üretebiliyor. Filmler için klasik müzik eserleri üretiyor. Sevilen ve klasikleşen sanatçıların arşivleri üzerinden, örneğin Beatles, kulağa Beatles şarkısı gibi gelen yeni parçalar besteliyor. Beatles tarzı yapay zekâ bestelerinin arkasındaki isimlerden François Pachet, yapay zekâ ile sadece demo kayıtları değil, çok yaratıcı besteler yapılabileceğini hatta yapay zekânın bir hit şarkı çıkarabileceğini söylüyor. Fakat Pachet de bir besteci olarak kendi görüşünü değil, gerçek dinleyicinin/tüketicinin ne düşündüğünü merak ettiğini belirtiyor. Popüler müzikle uğraşan sanatçılar yapay zekâ besteleri üzerine şarkı yazıp seslendirerek dinleyicinin nab-
zını ölçüyor. Özellikle endüstriyel alanda karşımıza çıkan örneklerde, machine learning algoritmalarıyla oluşturulan bestelerin üzerine, insanların söz yazdığını görüyoruz. Bu noktada hem yapay zekâyı hem de insanları besteci diye adlandırabiliriz. Yapay zekâ programlarına yapılan yatırımlar, oldukça titiz bir sosyal medya kullanımı ile tüketiciye sunuluyor. Çünkü dinleyici yapay zekânın yeteneklerini teknolojinin bir nimeti olarak takdir ettiğinde mutluyken; yaratıcılık, duygu, ilham, emek gibi sözcükleri de çok seviyor. Bu kavramların yapay zekâ ürünü olamayacağını, insana özgü yetenek ve yaşanmışlıklar sonucu doğabileceğini düşünüyor. Yapay zekânın eserlerini kaliteli birer kopya olarak gören dinleyicilerin argümanları geçerli ve birçok kişi bu görüşü paylaşıyor. Ama tıpkı popüler müziği aşağılamak gibi yapay zekâyı aşağılamak da sektörde kâr getiren trendlere sanatçıların ve prodüktörlerin ilgi göstermesini engellemek için yeterli değil. Türkiye’deki popüler müzik piyasasını düşündüğümüzde belli besteci ve söz yazarlarının isimleri hep yinelenir. Bu bestecilerin “yaz hitleri” için, tutacak şarkılar için formülleri vardır. Yapay zekâ algoritmaları da bu formüllere benziyor. Eleştiri okları özgünlüğü arayadursun, geçtiğimiz ay yaşanan
bir olay, medyada ilginç ve beklenmedik tepkiler yarattı. New York’taki bir müzayede esnasında, yapay zekâ tarafından yapılan bir eserin yaklaşık on bin dolara satılması beklenirken; eser, beklenenin çok üstünde bir rakama, dört yüz otuz iki bin dolara satıldı. Bu tablonun bu kadar yüksek fiyata satılması hem müze çalışanlarını hem de basını şaşırttı. Bu tabloyu diğerlerinden farklı kılan nedir diye tartışmalar yapıldı. Müze çalışanlarından birinin yorumu ise bu tablonun diğer yapay zekâ tablolarına göre çok daha insan elinden çıkmış gibi gözükmesi. Peki, ama bu tablo bir insan elinden çıkmış olsaydı, bu kadar yüksek fiyata satılacak mıydı? Bu ilginç gelişme, meraklı yatırımcılar için umut verici bir pazar hamlesi olabilir. Bu dev yatırımcılar arasında Sony, Apple, Spotify ve Amazon gibi hepimizin sıklıkla karşısına çıkan isimler yer alıyor. Tüketicinin yaratıcılık gerektiren süreçlere karşı muhafazakâr tutumu devam etse de günümüz sanatçılarının da etkilendiği birçok sanatçı ve eser mevcut. Hatta zaman zaman bu beste çalıntı mı değil mi tartışmalarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Çalmak ve etkilenmek arasındaki o çizgi müzik türünden türüne ve dinleyici kitlesinin hassasiyetine göre değişebiliyor. Bu durumda yapay zekâ yeni beste yapmak için başka besteleri çalıyor diyebilir miyiz? Bana kalırsa bu karşıt argüman bizi üzerinde durulması gereken noktaların kaçırıldığı bir uca sürükler. Bebeklik döneminden itibaren insan gelişimine bakıldığında da “öğrenme” dediğimiz süreç birçok gözlem ve imitasyon gerektiriyor. Günlük yaşantımızda ve çağımızın akışında özgün olmayı ne kadar sevsek de ailemizden, arkadaşlarımızdan, çevremizden ve kültürümüzden öğrendiklerimizi çok temel bilişsel aktivitelerimizde dahi kullanırız. Yine yapay zekâ eserlerinin özgünlüğü üzerine belirtilen bir nokta ise veri tabanında kullanılan eserlerin insan ürünü olması. Yapay zekânın yaptığı sıfırdan bir üretimden ziyade, o çok sevdiğimiz insani yaratı sürecini tekrar tekrar kodlamak ve dönüştürmek. Zaten eserlerinde yapay zekâdan faydalanan müzisyenler bu süreci yaratıcılığa ya da özgünlüğe bir zarar
olarak değil, müzisyenlerin faydalanabileceği bir imkân olarak görüyor. Deneme-yanılmanın da verdiği heyecanla müzisyenleri yer yer şaşırtabilen bir süreç bu aynı zamanda. Stüdyo kaydı şarkılar yerine yapay zekâ veri tabanına canlı performanslar yükleyerek yapay zekânın doğaçlama kapasitesini araştıran çalışmalar da bu alanda ilerleyen heyecan verici konulardan sadece biri. Müziğin insanlar üzerindeki etkisine bakıldığında, ya da insan neden müzik dinler diye sorulduğunda, yapılan araştırmalar müziğin duyguları yönlendirmede çok etkili bir araç olduğunu gösteriyor. Müzikle tetiklenen duygular ya da sadece müziğe tepki olarak meydana gelen duygular besteci ile dinleyici arasında görünmez bir bağ da kurabiliyor. Sözgelimi, yapay zekâ duygudan ne anlar diyebilirsiniz. Ama veri tabanında kullanılan eserler zaten duygu uyandırıcı olursa, yapay zekâ da haliyle duygu yüklü şarkılar besteleyebiliyor. Bu örneklerden biri “AIVA.” AIVA, duygu yüklü film müzikleri bestelemek için müzisyenlere destek olan yazılımlardan biri. Yaratıcısı da bir müzisyen ve mühendis olan Pierre Barreau. Barreau, AIVA’nın bu duygu yüklü bestelerinin arkasında bir karakter analiz süreci olduğundan bahsediyor. AIVA’nın veri tabanına otuz kişilik özelliği tanıtılıyor. Karakter özellikleri ile ilişkilenen notalar, kişisel müzik zevklerine hitap etmek için kullanılıyor. Yine Barreau, AIVA’nın beste yapmayı öğrenmesinin yıllar aldığını ve bir besteciyle aynı beste yapma süreçlerini gösterdiğini belirtiyor. Dizi, film, reklam ve oyun müziği sektörleri yapay zekâ kullanımında ön planda olan alanlar. Aslında bu sektörlere bakıldığında belli isimlerin ön plana çıktığını görüyoruz. Dizi/ film müzik besteleriyle özdeşleşen isimlerin beste süreçlerinde yapay zekâdan faydalanması, bir sonraki altın heykelcik ödül törenlerinde bizlere ödül alan ilk yapay zekâ konseptini sunabilir. Ama benzer şekilde dizi/film yapımcılarının jenerik
üretimi için yapay zekâ yazılımları kullanmaları bu sektörlerdeki istihdam alanının daralacağına dair bir kaygı da yaratıyor. Yapay zekâdan bu yazın hit şarkısı beklenmezken daha standardize müzikal alanlar için yapımcıların yönelimleri sektör için daha kritik olabilir. Müzisyenlere sunduğu desteğin yanında yapay zekâ bizim günlük hayatımıza da dâhil olmaya başladı. Amazon’un piyasaya sunduğu “DeepMusic” bunun en yeni ve gelişmiş örneklerinden biri. DeepMusic, Spotify’ın bize özel sunduğu oynatma listelerinin ötesine zıplıyor ve dinlediğiniz şarkılar üzerinden size yeni şarkılar önermek yerine nöral ağ sistemi ile sevdiğiniz şarkıları öğrenip sadece sizin için beste yapıyor. Keşke bu şarkı bana yazılsaydı diyenler için yerinde bir uygulama. Yapay zekâ ve duygular tartışmasına devam etmek için ele alınabilecek konulardan biri de madalyonun öteki yüzüne bakmak olabilir: Müzisyenler yapay zekâ tarafından bestelenen eserleri çalarken neler hissediyor? Müzik icrası esnasında müzisyenlerin şiddetli duygular hissetmesi birçok canlı konser kaydında bizlere de yoğun dakikalar yaşatırken, bu duyguların şiddeti yapay zekâ besteleri çalınırken de aynı olur muydu? Bu sorunun cevabına katkı sağlayacak bir veri henüz elimizde olmamasına rağmen, bu soruyu merak etmemin sebebi bizde duygu uyandıran belli akustik karakteristiklerin olması. Bu akustik temalar bir eser içerisinde yer alıyorsa belli duyguları hissetmemiz etKİ tepki denkleminde hemen kendine yer ediniyor. Fakat yapay zekâ bu akustik karakteristikleri öğrenip ne kadar duygu hissedeceğimizi manipüle edebilir mi? Yapay zekâ müzisyenler arasında yaygınlaşırken biz dinleyicilerle de iletişim kurmaya başladı. Bu iletişimin dinleyicideki etkisi pazar araştırmalarının ilgi odaklarından biri. Peki; dinleyici bir eseri dinlediğinde, bunun yapay zekâ bestesi olduğunu bilip bilmemesi, dinleyicinin şarkıyı ne kadar sevdiğini etkiler mi? En sevdiğim şarkı, bir yapay zekâ bestesi ise bu benim hakkımda ne söyler? Yapay zekâ ile müzik üretimi sadece endüstriyel tüketim için değil, davranış ve duygu araştırmaları için de merak dolu soruları içinde barındırıyor.
Fotoğraf: Onur Doğman
Röportaj
In Hoodies Nergis Fırtına Bugün sevgili müzik insanı Murat Kılıkçıer ya da yürüttüğü proje adıyla “In Hoodies” ile birlikteydik. Daha ilk albümüyle bile Türkiye müzik piyasasına hızlı bir giriş yapmıştı. Kılıkçıer ile ilk albümü, şarkıları ve gelecek planları hakkında lafladık. Haydi, kulak kabartalım! En basit sorudan başlayalım. Bu aralar ‘In Hoodies’ projesinde neler oluyor? Uzun zamandır, benimle veya müzikle ilgili olmayan sebeplerle bekleyen bir albüm var. Öncelikle bu albümü paylaşabilmek istiyorum. Albüm sürecinde kaydedilmiş 10 şarkı daha bulunuyor. Bunları da farklı şekillerde yayımlamak istiyorum. Ayrıca “Mind Shifter” ve “Karakter” ile birlikte onların albümleri için yaptığımız şarkılar da yakında yayımlanacak sanırım. Kaydetmek istediğim çok şarkı var ve sürekli yazmaya çalışıyorum bir yandan.
re” eleştirmenler tarafından çok beğenildi. Bu albümümde hatta Brit Ödüllü prodüktör Chris Potter ile çalıştınız. Bu işbirliği nasıl gerçekleşmişti? Aslında müzik yayımlayabilmek bu işbirliğiyle başladı benim için. Etrafımda yaptığım müzikle ilgilenen pek insan yoktu. Ben de paylaşmak konusunda çekingendim. Chris Potter hayatımı tümüyle değiştiren albümü ve şarkıları kaydeden prodüktördü. Cesaret edip ona maille birkaç demo ileterek, sonra skype üzerinden konuşarak başladı ve ilerledi iletişim. Chris’in şarkıları sevmesi, ilgilenmesi çok şeyi değiştirdi benim için.
İki sene önce albümünüz elime ilk geçtiğinde ‘In Hoodies’in Türkiye’den olabileceği hiç aklıma gelmemişti açıkçası. Daha sonra hakkınızda biraz araştırma yaptığımda Bursalı bir müzisyen olduğunuzu öğrenmiş oldum. Müziğiniz bana çok progresif geliyor. Peki Murat Kılıkçıer kendi müziğini nasıl tanımlıyor? Çok teşekkür ederim böyle değerlendirmeniz benim için anlamlı ve değerli. Herhangi bir müziği tanımlamak pek yapabildiğim bir şey değil. Özellikle tür olarak ifade etmem çok zor. İnsanlar genelde indie, indie rock, brit pop, alternatif müzik gibi şeyler diyorlar. Keşke sadece müzik... şarkılar diyebilsem. Kendi müziğimi sipariş edilmeyen, ama bazen içinde anlamlı birşeyler bulunabilecek, bir teslimat gibi hissettiriyor bu aralar. Bugün devam eden hayatta, olmasa eksikliği hissedilecek bir şey yaptığımı sanmıyorum. Sadece bazen, birine dokunabilen, bazen biri için bir anlamı olan şarkılar yapabildiklerim. Müziğe üniversite yıllarında adım atmış olsanız da çok başarılısınız. İlk albümünüz “A Lunar Manoeuv-
Şarkı sözlerinizin İngilizce olmasının spesifik bir sebebi var mı? Yoksa yaptığınız müziğe İngilizce’yi daha mı uygun görüyorsunuz? Belirli bir sebebi yok. Bir kararla olmadı İngilizce söylemek. İçsel birşey daha çok. Dediğiniz gibi bugüne kadar yapabildiğim melodiler İngilizce’ye daha yakındı sanırım. Elime ne zaman enstruman alsam, mırıldansam hep böyle çıktı şarkılar. Biraz burada üretilen müzikten uzak, daha çok İngiltere, Amerika merkezli müzikle büyümekle ve ilgilerimin o yönde şekillenmesi ile ilgili muhtemelen. Hiç Türkçe şarkı duyacak mıyız sizden? Gerçekten içime sinen bir şey yapabilirsem paylaşırım tabii ki. Bazen Türkçe üretmeyi veya başkalarının şarkılarını söylemeyi deniyorum ama kalbim temelde orada değil sanırım. Sessel ifadede dilin önemli çok olduğunu da düşünmüyorum. Melodi ve ritim neyi çağırıyorsa öyle şekillenmeli müzik de. Müziği ve yaptığım
şeyleri burada daha çok insana iletmek, daha popüler olmak kaygısıyla Türkçe müzik yapamam ama hissettiğim, ortaya çıkarabildiğim şey Türkçe olursa ve paylaşabileceğim kadar güvenirsem yayımlayabilirim ancak. Başka bir dilde veya tamamen “gibberish” şarkılar da yazabilmek isterdim. Daha önceki röportajlarınızda da söz ettiğiniz gibi müzik sadece İstanbul tekelinde olmamalı. Türkiye genelinde de harika müzik yapan ancak sesini duyuramayan yetenekler mecvut. Bunun yıkılması için neler yapılabilir? En başta her üretime açık olmamız gerekiyor. Müziğin paylaşımı noktasında iş yapanların sadece yaşadığı yeri, çevresini, yakınlarında olan üretimleri ve tanıdıklarını merkeze almadan araştırması, her sese açık olması çok önemli. Bu noktada kültür sanat ile ilişkili iş kollarında, sadece kolay tüketileceği ve maddi karşılığı çabuk ve çok olacağı düşünülen işlere değer verilmesi bu konuda en büyük engelerden biri. Müziğe veya konser/festival gibi müzikle ilgili olduğu varsayılan etkinliklere, ekonomik karşılığı merkeze almadan, müziğin insanları başka yönlerden beslediği, farklı bireysel ve sosyal ihtiyaçlara yönelik olduğunun fark edilmesini ve ülkenin her yerindeki üretimlere açık olunmasını dilerdim. İstanbul’da müzik yapan kişilerin de müziğini sadece orada bırakmayıp, başka illerde müziğin karşılığı olmadığını düşünerek buralara gitmekten çekinmemesi gerekiyor. Böylelikle her yerde müzik yapan kişilerin bir araya gelmesi pek çok şeyi değiştirebilir sanıyorum. Yine üreten herkesin belli temel ortak noktalarda bir arada olabilmesi, sesin duyurulmaması noktasındaki en temel haksızlıklara bir arada hayır diyebilmek ve olumlu adımları bir arada atabilmek gerekli sanırım. Müzik dışında yürüttüğünüz herhangi bir projeniz var mı? Yaptığım herşey bir şekilde müzikle ilintili. Çeşitli görsel sanat işbirlikleri, yazdıklarım, çizdiklerim, tasarlamaya çalıştığım şeyler ve başka iletişim çabalarım olsa da temelde müzik var. Gelecek projelerinizde hangi müzisyenlerle çalışmayı planlıyorsunuz? Yine önemli isimleri yanınızda görecek miyiz? Tabii ki beraber çalışmak istediğim, yaptıklarını beğendiğim bir sürü isim var ama aslında en çok istediğim önemsiz görülen, hatta hiç görülmeyen isimlerle çalışabilmek. İçinde yaşadığımız düzende insan kaynaklı sorunlar nedeniyle kişilerin yaşadıkları haksızlıklar beni çileden çıkarıyor. Pek çok harika üretim sırf paketlenmediği için, insanlara iletilmediği ve desteklenmediği için fark edilmiyor. Bu noktada şanslı noktalarda doğmak, insanlarla kolay sosyal iletişim kurabilmek gibi belirleyenler pek çok kişiyi avantajlı kılıyor. Bu da hiç sevmediğim bir durum. Bu yapının dışında şeyler yapabilmek isterdim. Örneğin ülkenin her yanından kendi müziğini insana iletmek konusunda sorun yaşayan müzisyen veya gruplarla kayıtlar yapmak isterim. Keşke uzun bir zamanı buna ayırabilsem ve hem kendi şarkılarımı, hem başkalarının şarkılarını beraber kaydedebilsek. Kolektif bir iş bütünü ortaya çıkarıp paylaşabilsek. Bu kişilerin bir araçta toplanıp tüm ülkeyi dolaşabilmelerini, büyük bir turne yapabilmelerini ve çoğu kişinin yapılan müziğin karşılığı olmadığını düşündüğü
yerlere, o müziği iletebilmek isterdim. Son tekliniz ‘Coo Coo’yu Haziran ayında yayınladınız. Hikayesinden biraz bahsedebilir misiniz? Bu şarkının temel gitar rifi yıllar öncesne dayanıyor aslında. Nasıl kaydedilebileceği zaman içinde konserlerde şekillendi biraz. Kaotik bir şey bende hissettirdikleri. Her gün tekrarlanan bir çeşit sonun geldiğ yapılan büyük yanlışlıkların tam olarak asla düzelmeyeceği, bu sonun içinde yaşamaya mecbur olduğumuz ama bir şekilde herkesin bunu olağan karşıladığı duygusu. Bu sebeple nakarat sadece “la la la”. Benzer bir sebeple guguk kuşunun sesi var şarkıda. Kimsenin umursamadığı, hatta delilikle ilişkilendirilmiş, saçmalayan bir haberci gibi. Deliliği anons eden bir deli gibi yani. Anons, George Carlin’in bir monologundan, “masa eğilmiş/yana yatırılmış, oyun hazırlanmış/şikeli” gibi çevrilebilecek sözler. Coo Coo’nun tanıtımı da alışıldığımızın dışında aslında. Boş kese kağıtları üzerindeki linklerden ve QR koduyla şarkıya ulaşıldı. Böyle bir tanıtımın altında yatan sebep neydi? Aslında şarkının yayımlanma biçiminin bir çeşit tanıtım olarak değerlendiremiyorum. Tanıtım amaçlı olsa kese kağıdını vegan bakkallara, küçük marketlere, ekolojik pazarlara, bağımsız plak dükkanlarına, çalışmalarını sevdiğim başkaca bağımsız işletmelere ve sokaklara bırakmak yerine, harcanan emek ve bütçeyi başka yerlere aktarmak, Çok daha akılcı olurdu zaten. Günümüzde müziğin ve görsel üretimlerin nasıl tüketildiğine ilişkin düşünürken ortaya çıktı bu fikir. Yapılan işler yanında şarkı çok küçük bir üretim aslında. Kese kağıtlarındaki linkte yaklaşık yirmi sanatçının, illüstrasyon, gif, video, fotoğraf gibi farklı disiplinlerde 50’ye yakın üretimi var. Bu üretimler şarkı ekseninde oluşsa da melodiler, sözler, ritimler sadece küçük birer kıvılcım. Esas önemli olan o farklı farklı kişilerin ürettikleri birbirinden bağımsız ilerleyen üretimlerin birleştiği, büyük iş bütünü sanıyorum. Bu kadar yoğun bir çalışmayı bir yerde toplamak bir dropbox dosyası ve link oluşturmakla olabildi. Aslında şarkı sadece kese kağıdındaki link ile dinlenebilsin istedim ama plak şirketi başka kaygılarla aynı düşüncede olmadı. O link de tasarlanan kese kağıdına eklendi. Bir kısım üretim ise fizikseldi, onları da bir lansman gecesi düzenleyip sunmaya çalıştık. Hem insanların sokakta karışabilecekleri, bazen geçip gidecekleri, bazen içine bir şey koyup sonra çöpe atacakları basit bir kağıtta bu kadar üretime yönlendiren bir link olması fikri ilginçti benim için. Playlistlere, algroritmalara, ekonomik güce ve pek çok sosyal ilişkiye bağlı hale gelen müzik paylaşımında farklı bir şey olabilsin istedim. Şarkı da zaten benim için politik, sosyal ve ekolojik kaygılar içeriyordu.
İllüstrasyon: Ezgi Uzamaz
Geçmiş, Şimdi ve Gelecek Uzm. Psk. Dan. Fatma Büyükkatran
Hayat yolculuğumuz yaşamın sonuna kadar devam eder. Bu yolculuğa nasıl başladığımız ve nasıl devam ettiğimiz çok önemlidir. Havighurst’a göre yaşamımızın her bir döneminde başarılması gereken bazı gelişim görevlerimiz vardır. Anne karnında başarmamız gereken şey, anne karnına tutunmayı ve dokuz ay orada sağlıklı bir şekilde kalabilmeyi başarmaktır. Doğumdan sonra ise nefes alarak hayatta kalabilmeyi başarabilmektir. İlk görev sonrasında yaşamın temel gereksinimlerini peşi sıra gelir. Daha sonraki çocukluk döneminde ise okuma yazmayı, arkadaşlarıyla ilişkiler kurabilme ve sürdürebilmeyi başarabilmek gibi. Ergenlik dönemi ise en hayati kararlarımızı verdiğimiz meslek ve eş seçimi ile kimlik oluşturma gibi seçimleri içeren bir dönemdir. Genç yetişkinlikte ise işe yerleşme, aile kurma gibi birtakım görevler beklenir. Orta yetişkinlikte üretken olmak; kendi ayaklarının üzerinde durup yeni nesillere rehberlik etmek, yaşla birlikte değişen bedene uyum sağlamak, kendi anne babalarına ebeveynlik yapmak en önemli görevler arasındadır. Yaşamımızın son dönemleri; emeklilik, sağlık sorunları, eşlerden birisinin ölümüyle birlikte yaşanan yalnızlık gibi sorunlarla baş etmemizin beklenildiği bir dönemdir. Bu döneme kadar geçirdiğimiz her bir aşamayı sağlıklı atlatabilmişsek eğer, benlik bütünlüğüne ulaşıp
kendimizle barışık yaşar ve ölüm kavramını daha kabullenici oluruz. Bazılarımız bu görevleri başarıyla tamamlarken; bazılarımız da bu görevleri sağlıklı bir şekilde yerine getirememektedir. Bu kişiler her bir dönemin eksikliklerini tamamlayabilme çabası içindedirler. Geçmişte bitirilmemiş işleri bitirme çabası içerisinde uğraşıp durmaktadırlar. Hayatımızdaki en önemli kararları verdiğimiz on sekiz-yirmili yaşlarda yaptığımız seçimleri sağlıklı yapabilmişsek, yani kim olduğumuzu biliyorsak; doğru iş ve doğru eş seçebilmişsek, yaptığımız seçimlerin sorumluluğunu alabiliyorsak ileriki yaşamımızda kendimizle daha barışık bir yaşam sürebilmekteyiz. Tabii ki bu yaşımızda sağlıklı karar verebilmemiz ise daha önceki dönemleri nasıl atlattığımızla doğru orantılıdır. Peki, insan bu hayattan nasıl geçer? Gestalt terapi yaklaşımında, insanların daha önce tamamlayamamış oldukları işlerini; ihtiyaç, temas ya da duygularını tamamlama eğiliminde oldukları; bunları tamamlayana kadar unutamadıkları ve tamamlayabilmek için çeşitli yollar aradıkları görüşü ortaya çıkmıştır. Her ne olursa olsun, söz konusu insan; acı, keder, mutluluk, öfke,
kızgınlık gibi duyguları yaşarken anlamlandırır. Çözümleyemediğimiz belki de sindiremediğimiz olaylar bir gün başka şekil ya da olaylarda gün yüzüne çıkmaktadır. Çeşitli nedenlerle ifade edemediğimiz duygularımız, söylemek isteyip söyleyemediğimiz sözler, yas gibi durumlarda bitirilmemiş iş olarak kalabilmektedir. Geçmişteki bitirilmemiş işler nedeniyle sürekli geçmişe odaklanmak sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin; kırklı yaşlarda bile kimlik arayışlarını tamamlayamamış bireyler bulunmaktadır. Geçmişin pişmanlıklarıyla dolu bir yaşam; sürekli olarak geçmişte yaşamak, pişmanlık, suçluluk, üzüntü, kızgınlık gibi duygulara yol açmaktadır. Bu kişiler sürekli yaşamdan şikâyet ederler ve bir türlü mutlu olamazlar. Hatta somatik birtakım belirtiler gösterebilirler. Anda yaşamak ise mutluluk, neşe ve rahatlık getirmektedir. Gestalt yaklaşımı şimdi ve burada kavramına önem verir. Çünkü geçmiş geçmişte kalmış; gelecekse henüz yaşanmamıştır. Bu durumda önemli olan şey ise şu anda yaptıklarımızdır. Şu ana odaklandığımızda ne yaptığımızın daha çok farkındayızdır. Yemek yerken yemek yiyebiliriz örneğin. Yediğimiz yemeğin tadına varabilme gibi yaşamın da tadına varabiliriz. Eğer bunu başaramazsak ömrümüzün son döneminde yapılacak işler ve keşkeler vardır.
İllüstrasyon: Beril İrman
Zaman Baskısı ve Kalıntıları Melek Dündar
Aynı zamanda birçok iş yapmanın dikkat eksikliğine ve verimsizliğe yol açtığı kanısı ne derece doğru? Açıklamak için ofiste çalışanların çoğunun başına gelmiş olan bir olay ile başlayabiliriz. Temsili bir örnekle bilgisayarınızda çok sayıda internet sitesi ve dosyanın yanı sıra elektronik postanız, sosyal medya hesaplarınız açıktır. Gün boyunca bu durum sürer, gider. Uzam ve zaman odaklanmaları neticesinde birçok durumda belirgin bazı problemler gün yüzüne çıkmaktadır. Aynı anda birçok işi yapmaya çalışıyorsunuz, ama her nedense bir türlü saatlerce bilgisayarınızın başında oturmanıza rağmen sanki pek bir iş de tamamlamıyor duygusuna kapılıyorsunuz. Aynı anda birçok işi yapmaya çalışmak sadece işyerine özgü bir durum da değil. Çünkü 2014’te yapılan bir araştırmada yetişkinlerin nerede ise tamamı her hafta belli bir dönem aynı anda iki aracı birden kullandığı görüldü. Bu hayatı kolaylaştırıyor sanılsa da öyle midir? Bu zaman zarfında ve aynı anda birkaç işi yaparken zamandan tasarruf ettiğimizi düşünürüz; ama yine de bir işi bitirip diğerine başlamanın daha verimli olacağı fikri de çıkmaz kafamızdan asla çıkmaz. Oysa yıllar boyunca yapılan araştırmalar incelendiğinde verimliliğin kişiden kişiye değiştiği, bazıları işlerini tek tek yapmaktan yanayken bazı insanların
da aynı anda birçok işi yaparken daha verimli çalıştığı görülür. Gerçek şu ki; birçok işi yapmak aslında bu işleri eşzamanlı olarak tamamlamaktan ziyade aynı zaman dilimi içinde biraz o işten, biraz bu işten yapmaktır. Yani bir kısmı hep yarım kalır. Yine de pek de belli olmaz gibi görünse de bu gerçeği değiştirmiyor. Yani olan biten her şey yine zihnimiz içerisinde oluyor. Buradaki sorun ise dikkat kalıntısı olarak adlandırılan şey ile özdeşleşen bir durumdan kaynaklanıyor. Dikkatinizi bir işten bir diğerine yöneltirken aklınız aslında bir miktar hâlâ önceki iş üzerinde yoğunlaşmıştır. Her farklı işe geçer iken daha önce ne yapmakta olduğunuzu kendinize hatırlatmanız gerekecek, üstelik aklınızın bir yanı önceki işte kalacaktır. Bu, algı yükünüzün artmasına neden olabilir. Siz fark etmiyor olsanız da bu olmaktadır. Birden fazla işe yoğunlaştığınızda her şeye yetecek kadar idrak kaynağı olmaması normal bir durum. Dikkat, işleyen hafıza ve yürütme fonksiyonu gerekir ve işler zorlaştıkça kaynak sınırını aşma ihtimali de artar. Bu durumda da kaçınılmaz olarak performansınız düşük olacaktır. Yapılan işler birbirine benzer olduğunda aynı anda birçok iş yapmak daha da zorlaşıyor. Yani yine
bir örnek ile telefonda konuşurken aynı anda elektronik posta yazmak, anlamlı cümleler kurmak için benzer düşünme işlemlerini gerektirdiği için zor iken piyano çalarken konuşmak o kadar da zor değil veya değil gibi algılanıyor. Kısmi olarak doğru! Çünkü bu, birbirinden oldukça farklı olması hâlinde aynı anda birçok iş yapmak performansı arttırabiliyor. Bazı insanlar ise aynı anda birçok işi performanslarında hiçbir sorun olmadan yapabilir; ancak bunların oranı sadece yüzde iki gibi bir oran ile açıklanabiliyor. Bu insanlar hiç çaba harcamadan ve performanslarını hiç düşürmeden aynı anda birçok işe konsantre olabiliyor. Nasıl olduğu ise gerçekten şaşırtıcı! Aynı anda birçok işi yapmaya çalışmak algı yükünü arttırsa bile çoğumuz yine de bu şekilde çalışmaktan kendimizi alamayız. Bu yöntem verimli olmasa da sanki böyle yaptığımızda daha az çaba harcıyoruz hissine kapılmaya yetiyor. Son bir örnekle şu an ben dahi bu metni yazar iken küçük kızım Lida ile ilgileniyorum. Bu bir tutku olsa da bu ve buna benzer durumlarda çalışır iken sürekli bir işe konsantre olmak yerine onu daha eğlenceli kılmış oluyoruz. Kısacası, aynı anda birçok işi yapmanın sakıncaları olsa da her zaman kötü olduğu söylenemez. Kendimizi daha rahat hissetmemize yarıyor ve zihinsel yaratıcılık gerektiren işlerde daha geniş düşünmemizi sağlıyor ise yararı şüphesiz ki yadsınamaz.
İllüstrasyon: Beril İrman
Sonsuz Kontrolcülük: Tanrı Rolünü Çalmak Uzm. Kl. Psk. Haşim Belten Geleceği planlamak ve onu daha işlevsel bir boyuta getirmek için birçok senaryolar, hipotezler, hatta gerekirse kuramlar oluşturur dururuz. Bu hipotezler veya kuramlar bizi hayatımızla ilgili tam nesnel olana götürmese de gerçeğe yakınlaştırır. İnsan da bu öngörü yeteneği sayesinde yaşantımızı istediğimiz hedeflere doğru götürebilir ve bu sayede yaşantımızı istediğimiz doğrultuda yaşayabilme imkanı buluruz. Bu planlamalar müthiş bir öngörü yeteneği ile birleşince tadından yenmez. Daha fazla geleceği tasarlayarak ve kontrol ederek daha fazla şey elde edebiliriz. Örneği başarı… Peki, gerçekten neden bu kadar başarılı olmak istiyoruz? Başarılı olma ile ne elde edebiliriz? Başarısızlığımız durumunda ne olur? Başarısızlığa kim ya da kimler uğrar? Başarınca hangi grupta olacak veya başaramadığımızda hangi gruba dahil olacağız? Bu soruların cevabı bize ne hissettiriyor olduğuyla alakalıdır. Hayatımızda da daha fazla başarılı olduğumuz sürece daha çok kabul görecek, onaylanacak ve sevilecek, toplum tarafından size bir statü tahsis edilecek, istediğimiz bir partnerle yaşantımızı sürdürecek, herhangi bir olası problemle karşı karşıya kalma riskimiz azalacak veya ortadan kalkacak. Her şeyi kontrol aldığımız mutlu
olacak, huzursuz olamayacak. Bu “ecek”, “acak” cümle yapılarını o kadar içselleştirmişiz ki bunları yaşantımız içinde olmadığında yaşantımız sanki felaket bir senaryo ile bitmiş gibi hissettirir. Bu felaket durumu yaşamamak için bir kaçınma davranışı olarak geleceği dahil her şeyi ve herkesi kontrol etmeye eğilim gösteririz. Bu bazılarımızda o kadar çok ileri bir safhaya gelir ki; geleceği “tahmin” ve “öngörü” adı altında tüm gelecek olaylarını olumsuz bir senaryo ile sonuçlanacağı şeklinde inançlara sahip oluruz. Durumu ve geleceği kontrol etme isteği o kadar fazlalaşır ki tanrının rolünü çalmış oluruz. Tanrı gibi her şeyi kontrol etmeye çalışırız. Kapasitemizin üzerinde bir yük alırız. Bu yükü kaldıramadığımız için çoğu sefer kapasitemizin altında performans göstererek yaşantımız da istediğimiz noktaya gelmekte problem yaşarız. Kısaca Koktuğumuz şey, korkulan şeyi yaratır paradoksu bu noktada aktive olur. Yaşantımızda gereğinden fazla olan kontrolü bıraktığımızda daha özgür bir düşünme şekline kavuşacağımızı söyleyebiliriz. Kendimiz, başkaları ve gelecekle ile ilgili daha esnek kurallara, düşünceye sahip olmak daha
esnek bir yaşantıya sahip olmamızı sağlar. Bu hayattan zevk almanızı, yaşantımızda iş yaparken eğlenmenizi sağlar. Geleceğinizle ile daha fazla seçenek üretir, gelecek planımızda birden çok sonucu olan seçenekleri hayatımıza entegre ederiz ve bunların sonuçlarını daha kolay tolere ederiz. Çok fazla kontrolcülük yaşantılardan haz almamızı engelleyen bir yaşantı tarzı olarak kendimizi gerçekleştirmemizi engel olur. Yaşantımızda “şimdi”ye ve “burada”ya odaklanmak yeteneklerinizi keşfetmemizi sağlar. Kendiliğimizi gerçekleştirmek ve aktive etmek, “şimdi ve burada”dan daha fazla haz almak, kaliteli bir yaşantı geçirmek için geçmişi analiz ederek, geleceği planlamak önemlidir. Bunları daha kaliteli bir şekilde geçirmek için yaparız. Geleceği planlamayı ve öngörmeyi, geleceği kontrol etme formuna dönüştürdüğümüzde “şimdi” ve “burada”ları kaçırarak hayatımızın büyük bir kısmını kaçırırız. Geleceği planlarken, onu yaşayamama seçeneğimizin olduğunu, bizim gibi diğer insanların ve doğanında yaşantımızda dolaylı ve doğrudan söz sahibi olduğunu, katkı sağladığını, katı planlamalarımızın doğanın, kaderin ve diğer kişilerin kendi planlarını uygularken sabote edileceği göz önünde bulundurulmalıdır.
İllüstrasyon: Fetemeh Nazari
Zor Gerçek Haber Kaynağını Reddettirir Ozan Dağdeviren
İnsan, sindirmesi zor gerçeklikle karşılaştığında, haberin kaynağını ve doğruluğunu reddeder. Kendimizi hiç bu şekilde görmüyoruz değil mi? Karşımızda yeterli ve mantıklı açıklama olursa, tabii ki de ikna olabiliriz diye düşünüyoruz. Doğru bulduğumuz düşünceleri savunma sebebimiz onların tutarlı, mantıklı ve açıklanabilir olduğuna inanmamızdan geçiyor. Ancak, konu başkalarının görüşlerine geldiğinde çok daha agresif şekilde eleştirebiliyoruz. Bunların bir sebebi var mı? İnsan davranışının derinliklerinde, bu şekilde bir tavır takınmamızı açıklayacak bir bağlantı bulabilir miyiz? Aslında var. Akıl sağlığımızı korumak ve normal hayatımızı sürdürebilmek için etrafımızda olup bitenlerden bize gelen bilgilerin büyük bir kısmını görmezden gelmek zorundayız. İnsan beyninin bir tür veri işlemcisi olduğunu biliyoruz. Hatta yine en az enerji ile en çok iş yapan veri işlemcisi olduğunun da farkındayız. Buna rağmen gündelik hayatta beyin için bile fazla veri var. Sadece oturduğunuz ve bu yazıyı okuduğunuz durumu inceleyelim. Gözünüzün görebildiği alan içerisinde çok fazla nesne, bu nesnelerin üç boyutlu düzlemde yansıttığı ışıklar, bu nesnelerin zihninizdeki temsilde yaptığı çağrışımlar var.
Bilgisayar veya telefon ekranı arkasında gördüğünüz yüzeyin bir dokusu var. Etrafınızda olup biten onlarca eş zamanlı olay var. Bu kadar renk, ışık, şekil, insan, temsil, doku, yüzey… Beynin bunların her birine kaynak ayırması ekonomik değil. Ki şu ana kadar sadece görme duyusunu dikkate aldık. Bir de bunların ötesinde tüm diğer duyulardan gelenler var. İşin özü, bu kadar veri fazlalığı arasında olan biteni anlayabilmek için kullandığımız taktik şu: Seçici algı! Bazı zamanlarda neye odaklanacağımızı seçme konusunda bilincimiz söz sahibi, bazen de değil. Yani, etrafta olan bitenin bizimle ilgili ve faydalı olduğunu düşündüğümüz küçük bir kısmını alırız, yorumlarız ve onunla yaşarız. Etraftaki her veriyi beyin işlesin desek ne enerji yetirebilirdik ne de kafamız kaldırırdı. İşin sırrı şurada; İnsanların dünya görüşleri birbirleri ile uymasa bile, kendi içinde tutarlı olma ihtiyacı duyar. Altını çizeyim; “İnsanların dünya görüşleri ve değerleri kendi içinde tutarlıdır!” demiyorum, “Kendi içinde tutarlı olma ihtiyacı duyar!” diyorum. Bu ihtiyacın bir parçası olarak da aynen insan gözü ve beyni gibi bazı
düşüncelere odaklanır, bazılarını görmezden gelir. Bu konudan ilk olarak 2015 yılında, “Sorgulayarak Mutlu Kalma Sanatı” isimli kitabın bir kısmında bahsetmiştim: “Lewandowsky’nin kapsamlı araştırması tarafından da kuvvetli dayanaklarla ortaya koyulduğu üzere insanlar, kişiliklerinde yer etmiş büyük inançlara zıt düşen bilgiler ile karşılaştıklarında, bilginin doğruluğu en güvenilir şekilde ve farklı kanallardan kanıtlanmış olsa dahi, sıklıkla kaynağın doğruluğunu ve geçerliliğini reddetme yoluna gidiyorlar. Yani kişinin çok temel bir düşünce olarak benimsediği ve belki de karakterinin bir parçası olarak gördüğü bir inanç, inanış veya düşünce, bunları boşa çıkaran hatta aksini kanıtlayan bir bilgi ile karşılaştığında kişinin bilgiyi yanlış, bilgiyi vereni de yetersiz veya bizim dünya görüşümüze ters değerlendirme eğilimi oldukça yüksek.” Ne yapmalı diye soruyorsanız, yalnızca beynimizin bu şekilde çalıştığının, yani kendi dünya görüşümüzle uymayan düşüncelerin kaynağını ve doğruluğunu reddetme eğilimi olduğunun farkında olmak bile başlangıç. Daha dengeli ve olgunlaşmış bir hayat görüşü için daha çok, “Bu konuda yanılıyormuşum!” demeyi öğrenmek zorundayız.
İllüstrasyon: Gianluca Costantini
Dezavantajlılık Güney Güneyan
Sosyal dışlanmayı kavramsal açıdan anlamaya çalışmak komplike bir durum, ama literatürden de anlaşılacağı üzere, kavram pek çok kuramcı tarafından farklı şekillerde ele alınıyor. Fakat konu toplumsal düzeyde, yetersiz sosyal uyumu ve bütünleşmeyi ifade etse de tüm bunlar genelgeçer bir tanımı, mevcudiyeti oluşturmayıp, bireylerden oluşan ahlaki bir düzeni de içerisini kapsıyor. Sosyal dışlanma da bu düzenin bir parçası olmaktan çıkmak anlamına geliyor. Konuyu kültürel bir süreç olarak değerlendirenler olduğu gibi, ekonomik süreçlerle ilgili bir olgu olarak düşünenler de var. Nitekim sosyal dışlanma tarihsel süreçte yoksulluk tartışmalarının neresinde durduğu ve küresel kapitalizmin hız kazanması ile birlikte kavramın ne ölçüde görünür hale geldiğini tartışabiliriz. Dışlanmaya değişken açılardan bakıp, değerlendirildikten sonra, bu olgunun son dönemde tartışılmadığını fark edebiliyor olsak da, nedenselliği, nesnel boyutları ve sonuç öbeğine baktığımız zaman sosyal dışlanma, aslında belirtildiği gibi, küresel kapitalizm dönemine özgü bir kavram. Bahsi geçen bu terim için yapılan tanımlar konunun hangi açıdan ele alındığına göre değişiklik gösterebilmekte ve bazı tanımlar kimlerin dışlandığına yanıt verebilir. Fiziksel engelli ve yoksulların hangi sebeple
dışlanmaya neden olan süreçler irdeleniyor. Sosyal dışlanmaya kimlerin dâhil olduğu sorusuna cevap verebilsek de, bireylerin sırf ait oldukları gruplardan ötürü sahip oldukları bir sosyal kimliklerini yok sayılmasının anlamsızlığıyla baş başa kalıyoruz. Yoksulluk ve dezavantajlılık tartışmalarına yeni bir ivme kazanması 1980’li yıllarda, gelişmiş ülkeler ile birlikte başladı. Gerek sosyal ve politik, gerek kültürel ve ekonomik dezavantajların birikmesi sonucunda ise sosyal dışlanma ile oluşan kısır döngüden söz edebiliriz. Toplumsal düzeyde, yetersiz sosyal uyumu ve bütünleşmeyi ifade ederken; bireysel düzeyde ise toplumdaki sosyal aktivitelerde yer alma yetersizliği ile anlamlı sosyal ilişkiler kuramamayı kapsıyor olsa da mevcudiyet oluşturmuyor. Ne de olsa bu sosyal dışlanma, bireyin toplum ile bütünleşmesini sağlayan sivil, politik, ekonomik ve sosyal haklara ulaşamaması olarak tanımlanabilir. Eşitsizliği ortaya çıkaran altyapısal nedenlerin değişmemesi ve daha geniş kesimleri etkilediği de olası bir durum. Fakat işsizlik, düşük ücretle çalışma, yoksulluk, gelir dağılımı dengesizliğiyle mi kendini göstermektedir. Tüm bunlar sosyolojik olduğu kadar, psikolojik etkiler ile de
alakalı. Ama unutulmamalıdır ki; çalışmanın temel problemi, sosyal dışlanma ve güvencesizleştirmenin de sonucudur. Nitekim kent yoksulluğunun sebebi, güvencesizlik ve sosyal dışlanmanın da yoksulluk ile birlikte birbirlerini yeniden var etmesidir. Göreceli olabilir. Fakat yoksulluk sınırında yaşamak veya ekonomik standartların alt seviyelerinde bir yaşam sürmek ve buna mecbur bırakılmış olan bireylerin toplumda dışlandıkları ve ayrımcılığa tabi oldukları doğru. Tabii, yoksul olmak da o bireylerin suçu değil. Bu durumu değiştirmek için bir irade ortaya koymuyormuş gibi suçlanmaları ve hatta toplumsal parazit olarak algılanmaları da gerekli. Nitekim her bireyin yoksul, eğitimsiz, bedensel/ zihinsel engelli veya işsiz olması gerekmiyor. Bu doğrultuda herkesin eğitimli, üst gelir grubu mensubu veya kariyer sahibi olmuş kimseler olması da beklenmiyor. Cinsel tercihlerin, etnik özelliklerin diğer bireylerden farklı olma algısı yaratması da bu dengelerin yoksulluğun yalnızca sosyal dışlanma çerçevesince etkili bir faktörü olmadığını gösteriyor. Çünkü dezavantajlılık her toplumda farklı algılanıyor. Bazı bireyler için normalken, belli birileri için ise bir dışlanma sebebidir. Bunlar arasındaki fark, farklı algılandığı için toplumun farklı değer yargılarının sosyal dışlanmışlığı ve ona karşı olan tepkileri etkilediği ile alakalıdır.
İllüstrasyon: Kadir Nakipler
2000 Yılında Yaşayan Hamlet’in Başına Gelenler Emre Emrem Hamlet, Michael Almereyda’nın filminde, 17’nci yüzyıl Danimarka sınırlarından çıkıp, 2000 yılı New York şehir atmosferine adapte olmuş bir şekilde karşımıza çıkıyor. Hamlet için gelecek, günümüz izleyicisi için yakın geçmişte geçen film, siyasi, kültürel ve sosyo-ekonomik göstergelerinin her birini, ana kahraman Hamlet ile birlikte 2000 yılının New York’una taşımış durumda. L. Gianetti’nin uyarlama tanımına göre, aslına sadık bir uyarlama şeklinde tanımlayabileceğimiz Hamlet filmi, aynı zamanda, G. Wagner’in sınıflandırmasına göre Commentary kapsamına da yerleştirilebilir. Filmin yönetmeni Almereyda’nın, Wagner’in tanımıyla örtüşen birtakım değişiklikler ve yeniden yorumlamalar yaptığı görülmektedir. Yazıda, Hamlet filminin 2000 yapımı ve 1996 yapımı uyarlamaları karşılaştırılacak ve orijinal metinde Shakespeare’in çizdiği Hamlet karakterinin yirmi birinci yüzyıl metropol atmosferine nasıl yerleştirildiği incelenecektir. Hamlet’in 2000 yapımı film uyarlaması, 21’nci yüzyıl şehir atmosferini öykünün ana mekânı olarak belirler. Orijinal metinde Danimarka Sarayı ve etrafında geçen öykü, filmde New York caddelerinde ve “Denmark Corparation” isminde bir şirkette geçmektedir. Hamlet’in babası şirketin sahibidir ve ölmüştür. Şirketin başına Hamlet’in amcası geçmiştir.. Film, New York caddelerinden görüntülerle açılır, hemen ardından, Hamlet’in amcasının ve annesinin düzenlediği bir basın toplantısı sahnesiyle devam eder. Filmin üçüncü dakikasına gelene kadar görülen bu sahneler, neoliberal po-
litikalarla küreselleşen bir ekonomik yapının ve bu yapının şehir hayatına yansımalarının görüntüsü olarak seyircinin zihninde anlam kazanır. Filmin, Aydınlanma Çağı gösterenleriyle bağlantısının olmadığı filmin başında izleyici tarafından sezilir. Filmin mekân ve zamanla ilgili alışılagelmiş beklentileri kırması, Hamlet’i saraydan çıkartıp New York’un merkezinde bir şirketin toplantı odasına yerleştirmesiyle başlar. Claudius, verdiği basın toplantısında “Fortinbras Makes Bid on Denmark Corparation” manşetli bir gazete çıkarır ve basın sözcülerinin karşısında bu gazeteyi yırtar. Hamlet’in orijinal metninde Krallıklar arasındaki toprak rekabeti, 2000 yapımı film uyarlamasında küreselleşen ekonomi yarışında ayakta kalmaya çalışan iki şirketin birbiriyle olan rekabetine dönüşmüştür; Fortinbras, Denmark şirketinden hisse talep etmektedir. Bu sahnede, elçilerle haber gönderen bir Claudius yerine basın yoluyla haber gönderen ve soylular yerine basın sözcülerine açıklama yapan bir Claudius görülmektedir. Dolayısıyla mekân küreselleşen bir bilgi akışının hızla sağlanabildiği bir yirmi birinci yüzyıl atmosferine uyarlanmıştır. Bu doğrultuda Claudius ve Fortinbras arasındaki sermaye bazlı rekabet, tarafların konu hakkındaki açıklamalarını birbirleriyle ve kamuyla hızla paylaşabilmeleriyle sonuçlanır. Burada postmodernizmin getirdiği mekân ve zaman sıkışmasın-
dan bahsedilebilir. Hamlet’in, Keneth Branagh’ın yönettiği, birebir film uyarlamasında iletişim için at arabalarını kullanan elçiler saatte on altı kilometre hızla hareket edebilirken, küreselleşen dünyanın iletişim teknolojilerinden örnekler görülen, Almereyda imzalı 2000 yapımı film uyarlamasında, bu hız aynı gün içinde saatleri hatta dakikaları kapsayan bir sürede gerçekleşmektedir. Dolayısıyla mekân, zaman aracılığıyla daralmış ve siyasi haritalardaki ülke sınırlarını iç içe geçirmiştir. Bu doğrultuda düşünülecek olursa, postmodernizmin mekân ve zaman üzerindeki bu etkisinin, anlatılara, kültürel ve biçimsel olarak etki ettiği yadsınamaz. 2000 yapımı Hamlet uyarlamasında, 17’nci yüzyıl saray atmosferinin 21’nci yüzyıl kozmopolit bir şehir atmosferine taşınmasının, postmodernizmin günlük hayat pratiklerine yansıttığı biçimsel değişikliği gösterdiği söylenebilir. 996 yapımı uyarlama, mekânın ve zamanın Rönesans dönemi dinamikleriyle oluştuğu, taht kavgaları ve toprak savaşlarıyla bir Kraliyet atmosferi yaratmıştır. 2000 yapımı film ise, küreselleşen dünyada görülen bir şehir atmosferi içinde, sermaye sahipliği mücadelesi veren ve kardeşi tarafından öldürülmüş bir iş adamının intikam arayışına yönelir. Aslında bakıldığında, Hamlet, 17’nci yüzyıl atmosferinden çıkıp 2000 yılına gitse de tüm bu başına gelenler; mücadele ettiği konular, harekete geçmekteki kararsızlıkları ve aidiyet hissedemediği sınıf çatışmaları, farklı bir biçimle tekrar karşısına çıkmaktadır.
İllüstrasyon: Tachadon Sakulsittachai
Logan: Yaşlı Kurt Post Apokaliptik Diyarlarda Tuna Tetik
X-Men evreninin en aykırı karakterlerinden birisi olan Wolverine’in sinema macerası 2017 yılında beyazperdede izlediğimiz, James Mangold yönetmenliğindeki Logan filmiyle şimdilik tamamlanmış gözüküyor. Karakteri canlandıran Hugh Jackman ile Wolverine’in birlikteliği on yedi yıl önce çekilen ilk X-Men filmine dayanıyor. Yeni bin yılın başı süper kahramanların sinemadaki hâkimiyetinin ayak seslerini yeni yeni duyduğumuz bir dönemdi. X-Men filmi insanların mutantların varlığından haberdar olduğu bir dünyayı tasvir ediyordu. Film mutantlar ile insanların bir arada ve eşit şartlarda yaşayabileceğine inanmayan Magneto ve bu birlikteliğe dair umudunu asla yitirmeyeceğini hissettiğimiz Charles Xavier’in nam-ı diğer Profesör X’in mücadelesini gözler önüne seriyordu. Ergenlik çağında, genleri içindeki mutojenik elementlerin aktive olduğu fark eden James Howlett, yaşadığı trajedileri geride bırakmak amacıyla geçmişini kendisine hatırlatan her şeye yapığı gibi ismini terk ederek Logan adını alır. Onun için ‘‘James’’ artık yoktur. X-Men ekibi ve ekibin akıl hocası Charles Xavier ile tanıştığında ise ekibe Wolverine olarak katılır. Logan filmi Wolverine’in X-Men ekibini geçirdiği yüksek dozlu bir atak sonrasında yok ettiği bir dünyada geçer. Bu sebepten ötürü karakter artık ona X-Men’i hatırlatan Wolverine ismi yerine Logan adını kullanmaya kendisini mecbur hisseder. Mutantları hem kendi türü içinde
yaşadıkları fikir ayrılıkları hem de insanlar ile girdikleri mücadele yok olmaya sürüklemiştir. Post apokaliptik bir evrende geçen Logan filmi hayatta kalmayı başarabilmiş bir avuç mutantın her şeye rağmen yaşama tutunabilme çabasını anlatır. Logan ile Charles X-Men ekibinin aksine hayatta kalabilmiş iki ihtiyar olarak bu karanlık gelecekte var olabilmiştir. Logan’ın yüzleşmek zorunda kaldığı ‘‘gelecekteki’’ hislerini filmin de ilk yayınlanan fragmanında kullanılan Johnny Cash’in Hurt adlı eseri pek güzel özetler. Logan hâlâ hissedebildiğini görmek için kendisine zarar verir. Artık hissedebildiği tek şey acıdır. Acıya odaklanır. Logan’ın en belirgin mutant özelliklerinden birisi olan kendini iyileştirebilme yetisi gitgide kaybolmakta böylelikle acı ile ilişkisi daha yoğun bir şekilde hissedilmektedir. Bu acı eski ve tanıdık bir acıdır. Logan her zaman sebep olduklarına karşı bir unutma/ unutabilme mücadelesi içindedir. Mutant kimliğiyle olan çatışması da mücadelenin bir eseridir. Farklı kimliklere de bürünse sevdiklerini geride de bıraksa Logan her şeyi hatırlar. Logan için gelecek karanlık da olsa hâlâ oradadır. Hâlâ pençeleri söyleneni değil gerekeni yapar. Yaşlı kurt hâlâ güçlüdür ama artık yorulmuştur. Distopya onu ve mutantları hapsetmiş, yüce X-Men idealleri ve Charles’ın bitmek bilme-
yen umudu son demlerini yaşamaktadır. Logan ile Charles karanlığa teslim bayrağını çekmek üzereyken post apokaliptik diyarların çorak topraklarından tekrar bir umut yeşerir. O umut Laura’dır. Logan’ı Wolverine’e çeviren Weapon X’in gelecekteki bir benzeri olan deney, kobay olarak kullanılan küçük bir kızı Laura’yı- X-23’e dönüştürür. Laura Logan’ın gen haritası kopyalanarak tasarlanmıştır. Laura laboratuvardan kaçarak özgür bir şekilde var olabilme mücadelesi içine girdiğinde yolu Logan ile kesişir. Charles’in dediği gibi Laura ‘‘fazlasıyla Logan’a benzer’’. Laura da ehlileştirilemez, başına buyruk, kendi kararlarını veren, vahşi ama öfkesini bastırmaya çalışan bir karaktere sahiptir. Laura’nın peşine düşen ekip onu tekrar laboratuvara götürebilmek için öncelikle Logan’ı geçmek zorunda olduğunu fark eder. İki ihtiyar tecrübe ettikleri karanlık gelecekle X-Men’e dair her şeyin yok olmadığını hisseder. Evet, hissedebildikleri tek şey acı değildir. Logan’ın Laura’yı güvenli bir bölgeye götürmek için sarf ettiği çaba X-Men ruhunu tekrar gün yüzüne çıkartır. Çünkü Logan ne kadar istese de unutmaz, unutamaz. Laura iki ihtiyar ile çıktığı bu yolda kendisi gibi mutant olan arkadaşlarını da yanına alarak ilerler. İhtiyarlar Laura ve arkadaşlarını distopyanın ütopyaya dönüşebilme ihtimali olan bir geleceğe teslim ederek görevlerini tamamlarlar.
İllüstrasyon: Galya Gubchenko
Andrey Tarkovski: Şiirin Sineması Doğukan Adıgüzel
1917 Bolşevik İhtilali’nden sonra Rus sinemacılara geniş imkânlar tanındı. Özellikle 1920-1930 yılları arasında Sovyet sineması kendisini dünya sahnesinde kabul ettirmiş ve Rus sineması çağının en önemli gösterimlerine sahne olmuştur. Vertov’un Kameralı Adam filmi, Eisentein’in Grev, Potenkin Zırhlısı, Pudovkin’in Ana filmi filmler devrimin propagandasını yapmıştır. Sinemada devrim niteliği taşıyan kurgunun teorik hale gelmesiyle bu dönemin Rus sinemacıları tarafından geliştirilmiştir. Sinema şirketlerinin hızla devletin eline geçmesiyle birlikte Sovyet sineması kendi film stüdyolarını kurmuştur. Sovyetlerin politik anlayışını yansıtan yönetmenler yetiştirilmeye başlanmış bu da sinema üzerine baskı oluşturmalarına olanak tanımıştır. Stalin ve sonrası dönemlerde bir yumuşama olmuşsa da sanatçılar asla bu dönemde bağımsız olamamıştır. İşte Andrey Tarkovski böyle bir dönemde film üretmeye başladı. Filmlerine defalarca kez müdahale edilmesine rağmen o birçok uluslararası ödüle layık görüldü. Dünya çapında büyük bir üne kavuştu. “Görüntü hakikatin suretidir” diyen yönetmen kariyeri boyunca bu hakikatin peşinden türlü engellere rağmen gitmeyi başarmıştır. Şair Babanın Oğlu 4 Nisan 1932’de Sovyet Sosyalist Birliği’nde dünyaya gelen Tarkovski Arapça ve müzik eğitimi aldıktan sonra VGIK Sovyet Film Okulu’na girdi. Burada dönemin önemli yönetmenlerinden olan Mikhail Romm’dan dersler aldı. Andrey
Tarkovski sanat hayatı boyunca her zaman şiirin ve hakikatin peşinden gitmiş, kendisini şiirsel sinema akımının içine dâhil etmiştir. Ünlü şair Arseniy Tarkovski’nin oğlu olması bu durumun sebeplerindendir. Arseniy Tarkovski’nin şiirleri nasıl melankolik, kasvetli ve mistik bir yoğunluğa sahipse AndreyTarkovski sineması da bu mistik havadan nasibini almış, ikisi de kendi ülkelerinde aşırı mistisizmle suçlanmıştır. Entelektüel bir çevrede büyüyen Tarkovski kariyeri boyunca Sovyetler Birliği’nin sansür uygulamalarıyla boğuştu. Tarkovski günlüklerinde Sosyalizm ile ilgili fikirlerini şu şevkilde dile getirir: “Sosyalizmin en yüce fikri makineleşmedir, insanı mekanik bir insana çevirir. Her şey için bir kural vardır. Yani insan kendi elinden alınmıştır, yaşayan ruhu götürülmüştür.” Tarkovski Sovyetlerin maddeci tutumuyla hayatı boyunca çatışma içindeydi. O her zaman insanın ruhsal bir varlık olduğuna inanmıştı. “Yaratandan bağımsız bir sanata inanmıyorum. Tanrısız bir sanata inanmıyorum” der. Yönetmen, 1962 yılında İvan’ın Çocukluğu filmiyle Venedik’te Altın Arslan ödülü alarak uluslararası bir üne kavuştu. Film, II. Dünya Savaşı sırasında casusluk yapan 12 yaşındaki İvan’ın bakış açısından savaşın acımasızlığı anlatılır. Tarkovski’nin filmi bir çocuğun bakış açısından anlatmak istemesinin sebebi “Çocukluk
savaşla en fazla çelişen haldir” diyerek açıklar. Filmin temeli de bu çelişki üzerine kurulmuştur. Savaşın acımasızlığı; mermi sesleri, kopan kollar ya da siperlere düşen bombaları göstererek anlatılmaz. Bunun yerine İvan’ın karşılaştığı “8 kişiyiz… Hiçbirimiz 19 yaşından büyük değiliz… Bir saat içinde kurşuna dizileceğiz… İntikamımızı alın…” yazan duvar yazısıyla, iki ölü beden üzerinde yazan “hoş geldiniz” yazısı ile daha incelikli ve insanın ruhuna yavaş yavaş nüfus edecek detaylarla savaşın yıpratıcılığı gösterilir. İlk bakışta dönemin toplumcu gerçekçi filmlerini andıran İvan’ın Çocukluğu, rüya sahneleri, kullanılan imgeler ve sembollerle tamamen mistik bir muhtevaya sahiptir. Daha ilk uzun metraj filmi olan Tarkovski’nin dış gerçekliği sanatsal malzemeye dönüştürmedeki üstün başarısına şahit oluruz. 1966’da 15’nci yüzyılda yaşamış bir Rus ikona ressamı olan Andrei Rublev’in hayatını konu alan bir film yaptı. Film Cannes Film Festivalinde SSCB’yi temsil etmek için seçilmişti. Fakat Moskova hava alanında uçağın hareket etmesine bir saat kala film uçaktan indirilip yerine Bandarçuk’un filmi “Savaş ve Barış” gönderildi. Merkez komiteye göre film Rus karşıtı, muhalif söylemlerle dolu bir film olduğunu söylemişti. Film tam altı yıl boyunca gösterime sokulmadı. Andrei Rublev filmiyle Batı Ortaçağı’nın değerlendirmesini Rus Ortaçağı üzerinden yapan yönetmen, Rublev’in çektiği acılar, inanç bunalımları, sanatın maksadı gibi sorgulamalarla ilerler. Andrei
Rublev’ın yaşamı hakkında çok az şey biliniyordu. Kaynaklardan edinilen bilgiler ışığında ortaya kurgusal bir senaryo çıktı. Biyografik bir filmden çok, ortaya çıkan iş kişisel bir film olmuştu. Film bilindik kurgu düzenlerinin dışına çıkmış ve bölümlere ayrılmıştır. Bu haliyle her bölüm bir yap-bozun parçası haline gelmiştir. İlk yarım saat boyunca Andei Rublev’in kim olduğunu öğrenemeyiz. Zaten Rublev’in kim olduğunun bir önemi yoktur. O sadece filme ismini vermiştir. Bütün bölümlerin içerisinde Rublev vardır fakat bazen sadece olanları izlemekle yetinir. Olaylar unun üzerinden ve tanıklığıyla anlatılır. Bu durum filmde bir kopukluğa yol açmadığı gibi tam tersine bütünlüklü ve gerçekçi bir Ortaçağ manzarası oluşturur. Andei Rublev filminden sonra Tarkovski, Sovyet yönetiminin bürokratik engellerine takılmış, bu nedenle yirmi beş yıllık kariyerine yedi film sığdırabilmiştir. “Çalışmak istiyorum, fazla bir şey değil. Çalışmak!” diyen Tarkovski’yi bu sansür ve baskılar hiçbir zaman yıldırmaya yetmemiştir. 1972 yılında ise Stanislaw Len’in Solaris romanını sinemaya uyarlar. Bu sefer perdede izlediğimiz Tarkovski usulü bir bilimkurgu olacaktır. Solaris bilince sahip bir okyanus gezegendir ve uzay istasyonunda bulunan insanların zihinleriyle oynar. İnsanların geçmişini, arzularını maddeleştirir. Filmin başkahramanı Chris için yavaş yavaş yanılsamalar gerçeğin yerini almaya başlar. Tarkovski, Solaris’in çekimleri boyunca birçok zorlukla karşılaşır. Bütçe sıkıntıları, SSCB yönetiminin filme uygulamaya çalıştığı sansür, çekim takvimine uyulmaması ve maliyetlerin artması gibi sıkıntılarla uğraşan yönetmen asla pes etmez. Günlüklerinde o günlerden “Kesinlikle yeni bir filme başlamak istiyorum. Solaris’ten bıktım. Aynı Andey Rublov’un bir aşamasında olduğu gibi. Ne yazık ki Rus yönetmenler her filme uzun bir çalışma süreci ayırmaya mahkûmlar” diye bahsetmiştir. Merkez Komite Tarkovski’ye filmde düzeltilmesini istedikleri uzunca bir liste gönderir. Gönderilen listede; Tanrı ve Hristiyanlık kavramlarının filmden çıkarılması, filmin daha basit bir olay örgüsüne sahip olması, kapalı imajlara sahip olmaması gibi oldukça kısıtlayıcı 35 maddelik bir liste dikta edilir. Tarkovski bu isteklerden bazılarını yerine getirse de film bittiğinde “Solaris’imi bitirdim. Andey Rublov’dan daha armonik, daha amaca yönelik ve daha az örtük. Daha zarif ve daha uyumlu” diyecektir. Film, Cannes Film Festivali’nde FIP-
RESCI ödülü ve Jüri Büyük Ödülü’nü de kucaklar. Tarkovski daha sonra komiteye iki senaryo verir fakat bu senaryolar beğenilmez ve Tarkovski’den güncel bir film yapılması istenir. Tarkovski elbette böyle bir şeyi kabul etmez. Kendi ülkesinde görmezden gelinmesine rağmen Avrupa’da oldukça bilinen ve sevilen bir yönetmen olmuştu bile. “Kendi kültürüne tamamıyla yabancısın, onun için hiçbir şey yapmadın, sen bir hiçsin diyorlar, Ama Avrupa’da ya da herhangi bir yerde SSCB’de en iyi yönetmen kim diye sorulduğunda yanıt; Tarkovski. Fakat burada tek kelime edilmiyor. Ben sanki yokum, yaşamıyorum.” Bütün bu zorluklara rağmen, 1975 yılında Tarkovski kendi filmografisi içerisindeki en kişisel filmini çekti: Ayna. Zamanın doğrusal bir düzlemde ilerlemediği, ortada bir hikâyeden çok “an”ların olduğu bir film Ayna. Belki de Tarkovski’nin sık sık bahsettiği görüntüdeki hakikate en çok yaklaştığı film. Ayna, tamamen kişisel olan bir şeyden yola çıkar. Çocukluk, babasının gidişi, anne-oğul ilişkisi… Fakat bu kişisel deneyimler perdeye yansıdığında seyirciyi de kendi kişisel yolculuğuna çıkarır. Her karesiyle farklı çağrışımlar yaratan, estetik açıdan belki de Tarkovski’nin en güçlü işi olan Ayna filminde dış sesten okunan şiirler Tarkovski’nin babasına aittir. Filmin güçlü karelerinin ardından yükselen bu şiirler filmin büyülü yönünü de güçlendirir. Ayna, Cannes Film Festivali, Batı Almanya ve Locarno’ya gönderilmez. Moskova Film Festivalinin misafirlerinden Michelangelo Antonioni, eğer Ayna gösterilmezse hemen festivali terk edeceğini söyler. Bunun üzerine filmi gösterirler. Tarkovski ile devlet arasındaki sorun böylece daha da gün yüzüne çıkar. Ayna filminin yurt dışına satışı yüksek satış fiyatıyla engellenir. Film çok fazla salonda gösterilmediği gibi dağıtımdan da hemen çekilmiştir. “İz Sürücü” filmi de Cannes’a gönderilmez. Filmin Moskova Film Festivali’nde gösterileceği söylenir 1979 yılında İz Sürücü filmini çeken yönetmen henüz film vizyona girmeden önce oyunculuk üzerine bir konuşma yapar. Konuşmanın ardından KGB’ de görevli bir ajan tarafından böyle konuşmalar yapmaması konusunda uyarılır. Parti Komitesi’nin adını saygısızca ağzına
almıştır. Tarkovski artık yurt dışındaki festivallere de katılamıyordur. İtalyanlar Donatello ödülü için Ayna filmini önermiş fakat komite filmi gönderilmesine izin vermemiştir. Tarkovski’den 1980 yılının Mart ayında Sinemacıların sendikasında konuşma yapması istenir. Konuşmasını Engels’den bir alıntıyla bitirir. “Sanatçı kendi görüşlerini ne kadar gizlerse yarattığı sanat yapıtının değeri o kadar artar.” Tarkovski’nin halkı kışkırttığı iddia edilir. Artık üzerindeki baskılar oldukça artmıştır. Bir sene önce gidemediği Cannes’a bu yıl katılabilen İz Sürüsü büyük beğeni toplar ve Jüri Özel Ödülü’nü alır. Fakat artık büyük yönetmen için SSCB defteri kapanmak üzeredir. Baskılar ve Sürgün Tarkovski artık sanatını rahatça icra edememekten, sansürlerden, türlü baskılardan yorulmuştur. 1981 yılında ortak bir proje için İtalya’ya davet edilir. Burada da Mosfilm’in baskılarından kurtulamaz. Mosfilm tarafından ortak proje için vaat edilen para verilmez. SSCB’de çekilecek olan sahneler iptal edilir. Her şeye rağmen film 1983 yılında tamamlanır. Cannes’da gösterilen film büyük bir heyecan yaratır ve festivalden üç ödül ile döner. Bu arada karısının İtalya’ya gitmesine SSCB hükümeti tarafından izin verilmez. Tarkosvki her ne kadar SSCB’yi terk etmiş olsa da hala baskı altında tutulmaya devam etmektedir. 10 Temmuz 1984 Salı günü Milano’da düzenlediği bir basın toplantısında Sovyetler Birliği’ne döndüğü takdirde iş bulamayacağını söyleyerek SSCB’ye dönmeme kararı aldığını açıklar. Ömrünün son iki yılını da çok sevdiği Rusya topraklarında uzakta geçirecektir. Son filmi Kurdan’ı İsviçre’de çeker. 29 Aralık 1986’da Paris’te dört yıllık zorunlu sürgün son bulur ve Tarkovski ölür. Sovyet sinemalarında yasaklanan ünlü filmleri yeniden gösterilmeye başlanır. Ölümünden sonra çalışmalarını, filmlerini kutlamak ve incelemek üzere SSCB’de hem ulusal hem de uluslararası seminerler düzenlenir. Tarkovski filmleri bir anlamda tanrıya yakarıştır. O herhangi bir ideolojinin savunuculuğunu yapmamış ve bu yüzden sanat hayatı boyunca baskı altına alınmıştır. “Bir umudu dile getirmeyen manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur.” diyen büyük sanatçı Tarkovski, geride birçok yönetmeni ve seyirciye derinden etkilemiş yedi film bırakmıştır.
İllüstrasyon: Alpova Avcı
Yeni Nesil Türk Sinemasında Kadının Yeri Berna Balkaya
Clarissa P. Estes’in “Kurtlarla Koşan Kadınlar” adlı kitabı güçlü kadının adeta yol göstericisi niteliğindedir. Son zamanlarda yeni nesil Türk sinemasına göz atmam gerekti. Tabii yeni nesil Türk sineması diyerek bütün bir sinemayı kastetmiyorum. Bu kümede yaptığım senaryo incelemeleri sonucunda sadece romantik komedi filmlerini tartışacağız. İşte bu noktada “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabı bizim yardımcımız olacak. Bu konulara kafa yorarken, geçtiğimiz haftalarda önüme bir araştırma şeması düştü. Hatta birçoğunuzun önüne düşmüş olabilir çünkü bu şema kadının Türk televizyonundaki yerini ve davranış biçimlerini gösteriyordu. Kadının Türk dizi ve filmlerindeki en belirgin rolü ağlamak, çocuk bakmak ve evde oturmak olarak belirlenmişti. Karakter özelliği olarak ise birçok kadın hayalperest ve duygusal olarak gösteriliyordu. İzlediğim ya da izlemek zorunda kaldığım filmlerin birçoğu işte tam da bu tanımlara uygun karakterler yaratmıştı. En sık karşılaştığım şey, fazla akıllı olmayan, dış güzellik açısından alımlı ama çok fazla değil, sakarlık yapan ve sürekli evlilik hayali kuran kadınlar ve böyle kadınlardan hoşlandığı gözümüze sokulan erkek karakterler. Tek hayali sadece zengin ve yakışıklı bir erkekle evlenmek olan kadınlar üzerine yazılmış senaryolar bile var üstelik. Clarisa P. Estes kitabında bir hikâye anlatır: “Kırmızı Ayakkabılar” Bu hikâ-
yeye göre bir zamanlar yaşayan öksüz bir çocuk vardır. Bulduğu bütün kumaş parçalarını biriktirerek kendisine bir çift kırmızı ayakkabı diker. Görünüşleri kaba olsa da onları çok sever. Hikâyeyi elbette uzatmayacağım. Daha sonra bu öksüz kızımız yaşlı bir kadın tarafından evlat edinilir. Çocuğun ayağındaki ayakkabıları beğenmediği için onların yandığını söyleyerek ona yeni bir ayakkabı almak istediğini söyler. Ayakkabıcıya gittiklerinde kız yine bir çift kırmızı ayakkabı beğenir ve onları ayağına geçirir. Fakat bu işte bir terslik vardır. Ayakkabılar sürekli dans etmek ister ve kızı tüketene kadar dans ettirirler. Daha sonra küçük kız bir cellata giderek bu ayakkabılardan kurtulmak için cellattan ayaklarını kesmesini ister. Sonraki hayatına ise sakat olarak devam eder ve bir daha asla kırmızı ayakkabıları arzulamaz. Bu hikâye bize kadın olarak bozulmanın nasıl başladığını ve müdahale etmediğimiz takdirde bizi nasıl felaketlere sürükleyeceğini anlatıyor. İşte bu noktada kadının aşağılandığı, hor görüldüğü ve belirli alana kıstırıldığı durumlarla savaşmak için elimizden geleni yapmazsak toplumun kadınları olarak bu felaketin içinde savrulmamız işten bile değil. Kadının yerinin evi olduğu, çalış-
ma hayatına katkıda bulunduğunda dışlandığı, yasaların asla yanında olmadığı bir ülkede yaşadığımız aşikâr. Üstelik çağımızda genç kadınların ve erkeklerin bütün bilgiyi medya aracılığıyla aldığını düşünürsek durumun vahametini daha iyi kavrayabiliriz. Yakın çevremde örneklerini gördüğüm için söylüyorum ki yukarıda bahsettiğimiz “zengin ve yakışıklı koca” hayaline kapılmış genç kızlarımız var. Üstelik bunları her ne kadar inkâr edilse de yeni nesil “romantik” filmlerden örnek aldıkları gün gibi ortada. Neden güçlü kadın karakterler yaratmak yerine böylesine evine bağlı karakterler yaratılmaya çalışılıyor sorusu ise cevabı aslında çok açık olan bir soru. Bunun için neler yapılmalı sorusuna ise verebilecek bir yanıtım şimdilik yok maalesef. Belki sektörün el değiştirmesi ve kadınlara daha çok yer açması gerekiyordur. Gerçi bütün bu senaryoları erkekler yazıyor değil elbette. Zaten işin en şaşırtıcı yanı da bu; kadın senaristlerin birçoğunun da kadına bu perspektiften bakıyor olması. Belki biraz cesaret tüm sorunları çözer, kim bilir. Son zamanlarda artan aleni erkek şiddetinin de sorumlusu yarı yarıya da olsa bu tarz yapımlardır. Erkeğin yüceltildiği ve kadının ona bağımlı zavallı bir varlık olarak gösterildiği bu gibi yapımların sonu gelmediği müddetçe ne yazık ki örnek alınan davranışlar bunlardan öteye gitmeyecek.
İllüstrasyon: Beril İrman
Mutlak Ötekiliğin Kıskacındaki Varlık Josef Kılçıksız
Nesnelere hiçlik vurdurup geriye yansıyanın fotoğrafını çekiyoruz. Gerçekliğin hiç olmadığı, hiç kurulmamış olduğu noktadan dünyaya doğrulttuğumuz fotoğrafın kadrajı kusursuz bir bakışa olanak tanıyor. Hitlerin Yalta’dan sonra Stalingrad’a saldırısı, çadırında ağırlanıp seçim kampanyasını onun parasıyla kotardıktan sonra Sarkozy’nin Kaddafi’ye saldırması, ailece tatilini Bodrum’da geçirmesinden Şam Emevi camisinde namaza uzanan süreçte aile dostu Esad’ın başına gelenler, mollalara karşı savaşan kahramandan rögarda yakalanan sefil adama uzanan çizgide Saddam’ın trajik hikayesi; buna benzer olaylardan esinlenen bir sanatçı atölyesinde “Juda’nın Öpücüğü“ adlı bir yapıt üzerine çalışmaktadır. Gerçek bir olaya dönüşen düş ürünü bir sanat eseri için yukarıda saydığım olaylar dizininden daha kusursuz bir kutsama töreni düşünülemezdi. Anlayacağınız, ihanetler için kutsama törenleri düzenlenen bir uzatmalı cinayetler çağındayız. Her gün gerçekliğin katli için kusursuz yeni bir cinayet kurgulanıyor. Oysa ki, cinayete kurban giden gerçeklik ile kurguların hayaletinin tekrar tekrar her gün birer yanılsama olarak bize geri döndüğünden haberimiz yok. Katil her defasında olay mahalline geri dönüp öldürdüğü kurbana otopsi yaptırıyor. Gerçeklik ile kurgu arasındaki sınır
çoktan yıkılmış, dolayısıyla inandığımız anlamlar ve değerlere referans olarak verebileceğimiz ne bir gerçeklik ne de bir köken kalmış. Bir şizofren kadar dahi gerçeklikten pay almış değiliz. Kendi küçük yanılsamalar evrenine sıkışıp kalmış, didişip duran, simüle bir gerçeklik içinde yaşayan insanlık ailesi bu derin aymazlığından ne zaman uyanır, bilinmez. Sessiz gölgelerin arasından sıyrılıp ne zaman “adam” olur. Bilinmez. Peki gerçek denen şey ne? Farklı kombinasyonlarla kurulup bozulabilen bir görünüm mü? Gerçek, etrafında onu saran bir hayal gücü olmadan var olabilir mi? Entelektüeller somut çözümlemeler yapmak yerine öngörülerde bulunup çağın falına bakıyorlar. Edebiyatçıların çoğu hayatın metin altına entelektüel yükseklik atfederek metafora, aforizmaya ve imgeye boğuyorlar. Sonra bunun adına şiir, öykü, roman veya yazınsal yapıt diyorlar. Varoluşun sınırında kalmış olmanın verdiği azap verici duyguyu telafi etmek için yazıp çiziyoruz. Oysa sanat dediğimiz şey bir telafi etkinliği değildir. Hele hele dünyayı uzmanlaşmış çeşit çeşit dolayımlarla gösterme eğilimi hiç değildir. Bence bütün sorun, ürünü yapan kişi-
nin, ürünün doğurduğu sonuçlarla ahlaki bağlantısını koparmasıdır. Sanat yapıtı sahibinin entelektüel egosunu tatmin eden bir sofistikasyon aygıtına dönüştü. Bizi ortalama insandan ayırdığı için egomuzu okşayan bu bilgiçliğin aslında bizi tüketen, görmemiz gerekeni gölgeleyip örten tehlikeli bir yanı var. Oysa sanat yapıtının, farklılıkları yok eden kapsamlı şiddeti ve tahakkümü ifşa eden ve sürdürdüğümüz konforlu yaşantılarımızın bayağılığını açığa vuran, içinde yaşadığımız ve gerçek olduğuna sonsuz bir inanç beslediğimiz dünyayı bize yadırgatmak gibi bir işlevi olmalı. Kendilerini çok ciddiye alan birçoklarının, yüzlerine taktıkları maskelerin ardına gizlenen koca bir hiçlikten ibaret olduklarını ortalama zeka ile bilgelik onlara göstermek zorunda. Dünya bir yanılsamalar cenneti ya da cehennemine dönüşüyor. Herkes biletleriyle popcornonu hazır etsin, gösteri başlamak üzere. Karnavala katılan herkesin elinde karanlıkta yanan bir mum var. İnsanlar tökezleyip düşsünler diye birbirlerinin silik mum ışıklarını söndürmeye çalışıyorlar. İnsanlar yabancılıkları, nefretleri, tiksintileri, alerjileri, iğrenmeleri, hayal kırıklıkları, bulantı ve bunaltıları, antipatileri, bıkkınlıkları, soğuklukları ve sevgisizlikleriyle çatışma eksenini sınıflar arası ya da toplumsal do-
kular arası bir perspektiften kopararak, görüntü evreninin kendi iç çatışmasına dönüştürmüş durumdalar. Bedene dair her şey bir nehir gibi sürüklenip gidiyor. Zihnin bütün ürünlerinin rüya, sanrı ve yanılsamalardan ibaret olduğu bu modern çağda, insanın kişiliğine en çok zarar veren şey, bir gösteri izleyerek zaman geçirmektir. Kumarbaz birisine bir daha oynamaması koşuluyla her gün para verirseniz onu mutsuz edersiniz. Bir çoğumuzun derdi kazanmak değil oyun oynamanın keyfidir. Gösteri kendini yeniden yaratıyor ve sanat denen şey imgenin hayata kurduğu bir komploya dönüşüyor. Özne, gerçekliğin ve temsilin iç içe girdiği ve ondan kaçmanın artık neredeyse olanaksızlaştığı bir gösteri toplumunun figüranı olmayı reddetmeli. Kendi içine bakmaktan kaçınmak için modern insan anlamsız bir telaş ve koşuşturmacanın akıntısına ihtiyaç duyar. Ama ister koşuşturmayı ister sakince oturmayı seçelim neredeyse her iki durumda da mutsuz olduğumuz duygusuna kapılıyoruz. Burada asıl sorun koşuşturmanın karşı savı olarak sakince oturmanın ileri sürülmüş olmasıdır. Oysa ki koşuşturmanın gerçek alternatifi, kalbin sav ve düsturlarının egemen olduğu bir dinginlik halidir. Gösteri ve görüntü toplumunun aldatıcı cazibesine ve baştan çıkarmalarına nasıl direnebiliriz? Dürtülerimizi ve eylemlerimizi yönetecek ilkeler edinerek. Nihai sığınağımız sağlam bir kişilik ve vicdan olmalıdır. Tabii bu sağlam kişiliğin bir erdemler bütününden oluşması gerekir. Dürüstlük, şeref, sıkı çalışma, özveri, kanaatkarlık, tutumluluk, şefkat, alçakgönüllülük, sadelik, bağımsızlık, sağgörü ve yüce gönüllülük gibi bir çok erdemi dağılmadan bir arada tutan çimento bence sevgidir. Almak değil vermeye dayanan sevgi insanı kavrayıp bir evren parçacığı gibi içine çeker. Savaş, şiddet ve barbarlık, izlenen haberin verildiği kanalın bir anda değiştirilmesine yani televizyon kumandasına ya da elektriklerin bir anda kesilip televizyonun kapanmasına kadar olan süre kadardır; tüm etkileri ve vahşeti oraya kadardır. Savaşın ve barbarlığın kendisinin değil, adeta yansımalarının bir önemi ve etkisi var. Televizyon, reklam, sinema, moda ve eğlence
endüstrileri yoğun bir biçimde kurgusal bir evreni, simülasyonu, tekrar ve yeniden üretiyor. Gerçek yaşamın bir kenara itildiği bu dünyada, sanal olan simülasyonlar içerisinde dönüp duruyoruz. Peki bu imaj ve sloganların tersine çevrilerek sisteme geri döndürülmesi mümkün mü? Öznenin barbarlık karşısındaki ruhsal değişimi, tepkisi, sözde empatisi, ahlaklılığı ve erdemliliği ekran karşısında gördükleriyle sınırlı. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir. Ahlaklılık ve erdemlilik tüketmekle sınırlı bir tutum. Birincil gereksinimler üzerine kurulu düzen yerini ikincil türden gereksinimlerin tüketimine bırakmış. Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisi maraz bir tüketim çılgınlığı içinde her defasında alt üst edilerek doğrulanmakta. Tüketmek birey için adeta bir zorunluluğa dönüşmüş. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakıyor. Her birey marjinalleşme tehdidi altında tüketmeye hasretmeli, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşı karşıya kalır! Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an güncellemek, giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek, kısacası ana akım modayla birlikte ‘işin içinde olmak’ zorundadır. Anlaşılan bir düşüncenin ciddiye alınması için toplumun arzu akışında yer alması gerekiyor. Kısacası, bencillik ve narsizmin yaygınlaşmasıyla birlikte kolektif eğilim ve niteliklerin kırılıp yayılması yüzünden bir arzu ve haz salgınıyla karşı karşıya kalmış bulunuyoruz. Özne, gerçekliğin hiç yontmadığı, sadece akması için arzunun davet edildiği bir algı biçimi aracılığıyla, arzunun ehlileşmediği düşlerde, gerçeklikle anlaşma kurmaya çalışıyor. Olası bu ilişki oysa ki bükülmüş bir gerçeklik algısını yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Temel itkileri Freudçu cinsellik, ekonomik paradigması sürdürülebilir büyüme, gereksinim fazlası üretim ve tüketim olan bir “phallus toplumundan” söz etmek mümkün.Kemiği, omurgası
olmayan, eğilip bükülebilen, karnal bir hipergerçeklik toplumu. Uygar insan sözümona, arzusunu hazza ulaştırmak gayesiyle, ekonomik sınırlar dahil tüm sınırlarını zorlayan, beklenti ve arzularını en yüksek duvarlara çarptırıp geri dönenlerden duyumsadıklarına göre yaşamını sürdürmeye odaklanmış insandır! Bu “tüketim” tutkuyla kendi kendini yakan ve harcayan kişidir! Oysa özne sahte kendilikler arasında boşuna kendi izini arıyor. Öznenin bir izi, bir gölgesi artık yok. Gerçekleri anlattığını ve gösterdiğini savlayan televizyon ve bilim karşısında izlerini ve gerçekliğini yitirmiş sayısal “ben” ler toplamıyız. Kendi benliğimizi yaşadığımızı sanıyor ve yeni teknolojilerin bize uygun gördüğü role, kimliğe bürünüyoruz. Bu “gerçek kendimiz yanılsamasını” gerçek kabul ediyoruz. Ekranlar, videolar, röportajlar arasında yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı gören ve yalnızca “sunulmuş paket gerçeği” tüketen gölgeleriz. Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz. Bir parantezin içine sıkışmış kelimenin ana değil, yan/alt anlamlarıyız sadece. Kendi varoluşunu ileri sürmek artık olanaklı olmadığından, ne tam var olmayı becerebiliyoruz ne de tam anlamıyla var olmamayı. İlkel düzende beraber avlayan, pişiren, yiyen insanların yerini günümüz modern dünyasında istediğini istediği şekilde yaşayan, harcayan, yok eden bireysel ve bencil insan tipolojine bıraktı. İnce uygar kabuğu içinde o primat adeta bir orji sonrası sarhoşluğu içindedir. Tüketim toplumunun vardığı bu nokta, modernizmin insanlara vaat ettiği ütopyalarda yer alan gerçeklikle örtüşüyor. Ancak tüketmek de modernizmin kendi kendine vaat ettiği ütopyayı yok etme işlevini de başarıyla yerine getiriyor. Tüketim baştan çıkarmanın en ölümcül şekline dönüştü. Aşk ve romantik ütopyalar yerini geri dönülmez biçimde bir baştan çıkarmaya, tek gecelik ilişkilere, pornografinin bayağılığına, gövdelerin tepinmesiyle bedenlerin tüketimine bırakıyor. Fakat bedenlerimizi dahi nasıl kullanacağımızı belirleyen yaygın ve geri dönüşsüz bir iktidar var. Sınıf tabanlı çatışmalar, kimlik eksenli toplumsal hareketlere dönüşüyor. Kimlikler arası geçişkenlik
hiç bu kadar zor olmamıştı. Oysa kimlik dediğimiz şey; kim olduğunu bilmeyen varlığın sahiplenme takıntısıdır. Hiçbir niteliği olmayan bu varoluş etiketi uğruna kanlı savaşlar sürülüyor. Oysa ki, üzerine abartılı anlamlar yüklediğimiz değerler, bağlandığımız kimlik ve aidiyetler mutlak ve ebedi değiller. Sözde bir farklılık ve çoğulculuk söylemi altında yaşadığımızı savlıyoruz. Ne var ki bu çoğulculuk söylemi, aramızdaki farklılıkların ve farklı bir dünya düşünün yitip gidişinin üzerini örten bir maskeden ibarettir. Her geçen gün hayatlarımız daha da sıradanlaşıyor, bayağılaşıyor, aynılaşıyor. Bütüncül bir aynılığa doğru hızla evriliyoruz. İnsanın kolektife doğduğu aynılığın barbarlık olduğunun ayırdına hala varmış değiliz. Televizyon, reklam, sinema, moda ve eğlence endüstrileri yoğun bir biçimde tek tip kurgusal bir evreni, simülasyonu, tekrar ve yeniden üretiyor. Her gün maruz kaldığımız enformasyon bombardımanı, farklı anlam ve değere dair ne varsa silip süpürüyor. Tüm alışkanlıklar, aidiyetler, kimlikler, anlamlar ve çeşitlilik her geçen an biraz daha hız kazanan bir yapıbozumuna uğrayarak aynılaşıyor. Farklı siyasi parti ve görüşlerin gitgide ayırt edilemez hale gelmesi, çoğulculuk söylemi altında gündelik yaşamların dünyanın dört bir yanında birbirine gitgide bu kadar çok benzemesi işte bu yüzdendir. İdeolojilerin ve geçmişte uğruna mücadele edilen türlü kültürel, cinsel veya siyasal kimliklerin anlamını yitirmesinden sonra solculuktan, milliyetçiliğe, eşcinsellikten dindarlığa her türden kimlik ve aidiyet artık birer imaja indirgenmiş olarak karşımıza çıkmakta. Kadın ile erkek, sağcı ile solcu, dindar ile laik arasındaki ayrım ve kutuplaşmalar, bu kategoriler arasındaki sert pozisyonları daha da tahkim etti. Modernitenin paradigması, tüm anlam ve değerleri tüketim üzerinden aynılaştırıp çözerek yerine yenisinin koyulmasını neredeyse olanaksız hale getirmektedir. Cinsel, dinsel, etnik, sınıfsal ve ideolojik her türlü kimlik arasındaki geçişkenlik zorlaşmakla birlikte bu aidiyetler giderek birbirlerine daha çok benziyorlar. Politikanın, cinsiyetlerin, ekonominin ve estetiğin benzeştiği ve homolaştığı bir dünya bu!
Hepimiz aslında kültürel anlamda eşcinseliz; düşüncelerimiz ve bedenimiz hybrid olanaklara kapalı, ruhumuz ama, melez bir yapıya sahip. Mesela sosyal medyayı kendimize bir rahatlık alanı yaratmak için kullanıyoruz ve arkadaşlarımızı sadece bize benzeyenler arasından seçiyoruz. Eşyalar ve görüntüler doygunluğuna erişmiş bir toplum düzeninde her özne, bir simülasyon evreninde karşılık geldiği görüntüsünü doldurmuş olmak adına, sosyal ilişkiler ile üretim tüketim süreçlerine katılıyor. Sadece bize benzeyenleri seviyoruz; benzemeyenleri ise bize benzemeleri koşuluyla seviyoruz ya da onları kendimize benzettikten sonra seviyoruz. İdeolojik hemcinslerimiz ile parti kuruyoruz. Sonrasında kurduğumuz iktidarlar aynı düşünceyi savunan, homojen ve ideolojik olarak steril bir bürokrasiden oluşuyor. Aile içinde çocuklarımızı kendimize benzetiyoruz. Benzemek istemeyenleri evlatlıktan reddediyoruz. Farklılıkları ezmek pahasına ulusal bir kimlik inşa ediyoruz. Bunun dışında kalanları vatan haini olmakla suçluyoruz. İnsanlar her gün tanrının varlığını sorgulatacak zalimlik ve vahşette öldürülüyorlar. Fakat tanrının öldüğünü gizlemeyi kendine şiar edinmiş bir diyanet var. Bu diyanet kendisi gibi düşünmeyenleri ve devlet dinini benimsemeyenleri aforoz ediyor. Okul, yeni gerçekliklerin, yeni olasılıkların ve başka dünyaların önünü aralayan bir yer olmak yerine tek tip insan üreten bir fabrikaya dönüştü. Her dönemin kendine özgü yazınsal bir topografyası ile karakteristik bir metaforu vardır. Örneğin Kafka’da şato, Dostoyevski’de yeraltı, Zola’da maden ocakları, Kerouac’ta yol, Balzac’ta balo salonu ve benzeri gibi. Kanımca çağımızın topografyası alışveriş merkezleri, yüksek duvarlar ve libidodur. Yaşadığımız şehirlerin pek çoğu, uygarlığın ve kültürün dibe çökmesiyle oluşmuş tortu kentleri, klitorik haz merkezleridir. Bu şehirlerde sistemin kodladığından başka türlü yaşamak da mümkün görünmüyor. Bu şehirler, reklam panoları ve dikey
mimarisiyle imaj ve sloganlarıyla ruha biteviye şiddet uygulayan bir iktidar coğrafyası sunuyor. Çünkü şiddet sistemin meşruluk aracı olagelmiştir. Bakmayın siz göğe doğru bolca gökdelenin olmasına. Derine ve batışa doğru bir dikeyliğin şehirleri bunlar. Bir tür derin zamansallık anlamında, yanılsamalar ve mitler biçiminde de olsa kendini hissettiren eski uygarlık kadavralarının ve fosil kültürlerin yaydığı, rögarlarından kötü kokulu sızıntılar yayılan şehirler bunlar. Nefret, tiksinti, alerji, iğrenme, hayal kırıklığı, bulantı, antipati ve bıkkınlık duygularının çekim gücü alanında hangi uygarlıktan söz edeceksiniz? İnsanlar neyi istediklerinden çok neyi istemediklerinden daha eminler. Soğukluk, sevgisizlik, alerji duygusu, nefret, öğrenmeye direnç, intikam, yıkım ve topyekûn red bu tepkisel boşalmaya yönelik paradigmanın bir parçasıdır. İstemiyorum, uzlaşmıyorum, kabul etmiyorum, reddediyorum o halde varım! İnandığımız ideolojilerin sırtını yasladığı üretim, emek, sömürü olgularının iflas ettikleri iddia ediliyor. Fakat bu doğru bir sav değil. Çünkü dönüştürücü güçlerin devrimci enerjileri, psikolojik eksenli, iç çatışmacı bir paradigma tarafından absorbe edildiği için durum böyle görünüyor. Bu dünyanın savaş, şiddet, barbarlık, yoksulluk, açlık, varoluş bunaltısı, intihar, aşk, ihanet, ölüm, ayrılık, kavuşma, üreme cinneti, sömürü, ayrımcılık, ırkçılık, özgürlük, tutsaklık gibi kaçınılmaz zorunlulukları ve gerçekleri var. Dünya çılgın bir seyir aldığına göre, belki biz de dünyaya ilişkin çılgın bir bakış açısı edinerek bu kötücül olgularla baş edebiliriz. Fakat yola hayran birinin, bir yere varması mümkün müdür? Ölüm, devrim ve zaman dışında dünyayı ve hayatı şekillendiren başka kaçınılmazlar var mı? Bizi esir eden şeyleri üreterek özgürlüğe varmamız mümkün mü? Şiir bizi ölümden korur mu? Şiirden ve devrim düşünden daha iyi bir antidepresan var mıdır? Bu kadar imge, yanılsama ve simülasyon tadı veren başka bir şey var mıdır hayatta?
İllüstrasyon: Havva Marta
Normatif Sapmalar Mine Koşal
Sapma ve suç sosyolojisi, kültürel normları, zamanla nasıl değiştiklerini, nasıl uygulandığını ve normlar bozulduğunda bireylerin ve toplumların başına neler geldiğini inceler. Düşünce ve duygulanımında bir miktar endişe, pişmanlık ve yalnızlık kokusunun inceden hissedilmesi. Burada dikkat edilmesi gereken olgu yalnızlıktır. Zira; suç işlemek kişiyi yalnızlaştırır. Suç işlemek, suça dahil olmak herkes için sanıldığı kadar basit değil. Bir suç işleme eşiği bulunur ve insanlar o eşiği aşamaz. İşte aşanlar da toplumun genelinden soyutlanan kimselerdir. Sapma ve sosyal normlar, toplumlar, topluluklar ve zamanlarda farklılık gösterir ve genellikle sosyologlar bu farklılıkların neden mevcut oldukları ve bu farklılıkların bu alanlardaki bireyleri ve grupları nasıl etkilediği ile ilgilenir. Fakat sosyal biliimcilerin işleri zorlaştı. Sosyologlar, sapkınlığı, beklenen kurallara ve normlara aykırı ve uyumsuz davranış olarak tanımlamaktadır. Bunun yanı sıra sapkınlık, uyumsuzluktan daha fazlasıdır. Çünkü sosyal beklentilerden önemli oranda ayrılan davranıştır. Sapma konusuna sosyolojik bakış açısında, onu aynı davranış hakkında sağduyu anlayışımızdan ayıran bir incelik var. Sosyologlar sadece bireysel davranışları değil, sosyal bağlamı da vurgular. Yani sapkınlığa, yalnızca sıradışı bireysel eylemler gibi değil, grup süreçleri, tanımlar ve yargılar açısın-
dan bakılır. Ayrıca tüm davranışların tüm gruplar tarafından benzer şekilde karşılanmadığının farkındadırlar. Bir gruba aykırı olan şey, başka bir gruba aykırı gelmeyebilir. Kuralların ve normların sadece ahlaki ya da bireysel olarak değil, toplumsal olarak koyulduğunu kabul eder. Bu durumda da sapma, yalnızca davranışın kendisinde değil, başkaları tarafından davranışlara karşı verilen toplumsal tepkilerde de yatar. Sapmayı inceleyen sosyologların sordukları soruların çoğu, davranışların taahhüt edildiği toplumsal bağlamla ilgilidir. Kimi durumlarda ise değişim gösterir. Örneğin, intiharın kabul edilebilir bir davranış olduğu koşullar var mı? Ölümcül bir hastalığa karşı intihar eden biri, bir pencereden atlayan umutsuz bir kişiden farklı olarak yargılanır mı? Bu ve bu gibi sorular üzerinde düşünülür ve olması gerekeni, ideal olanı açıklamak için gerekli analizlerin ahlak felsefesi içerisinde yapılması normatif bir çabanın ürünüdür. Sapma ve suç sosyolojisinde, araştırmacıların insanların yasaları veya normları ihlal ettiklerini ve toplumun bu tür fiillere nasıl tepki gösterdiğini incelediği dört temel teorik perspektif vardır. “Klasik Gerilim Teorisi” Amerikan sosyolog Merton tarafından geliştirilmiştir. Bu teoriye göre sapkın davranışların tümü, bütü-
nüyle toplumun kültürel olarak değer verilen hedeflere ulaşması için gerekli araçları sağlamadığı durumlarda bireyin yaşayabileceği gerginliğin sonucudur. Merton, toplum insanları bu şekilde başarısızlığa uğrattığında, insanların bu hedefleri gerçekleştirmek için sapkın veya cezai eylemler başlattığını ileri sürüyor. Bazı sosyologlar ise sapma ve suç çalışmasına “yapısal işlevselci bakış açısı” ile yaklaşır. Sapkınlığın, toplumsal düzenin sağlandığı ve muhafaza edildiği sürecin gerekli bir parçası olduğunu savunurlar. Bu açıdan sapkın davranış, değerleri ve dolayısıyla toplumsal düzeni güçlendiren, üzerinde anlaşmaya varılan kuralların, normların ve tabuların çoğunun hatırlatılmasına hizmet eder. Çatışma teorisi ise sapma ve sosyolojik suç incelemesinin teorik temeli olarak kullanılır. Bu yaklaşım, toplumdaki sosyal, politik, ekonomik ve maddi çatışmaların bir sonucu olarak sapkın davranış ve suçları kapsar. Teori ekonomik eşitsizliğin olduğu bir toplumda hayatta kalabilmek için neden bazı kişilerin ticari suçlara başvurduklarını açıklamak için kullanılabilir. Etiketleme teorisi sapma ve suç çalışanları için önemli bir çerçeve oluşturmaktadır. Bu düşünce okulunu takip eden sosyologlar, insanların ne yaptıklarından ziyade diğer insanların onların davranışlarına atfettikleri anlamları araştırırlar.
İllüstrasyon: Esin Karabenli
Cinsel Tacizin Mekânsızlığı Işıl Bayraktar
2018 Haziran ayında ortaya çıkan olaya göre New York Üniversitesi profesörü Avital Ronell, öğrencisi Nimrod Reitman tarafından yöneltilen cinsel taciz suçlamasından dolayı inceleme altına alındı. Yaz boyu akademisyenler, feministler ve yazarlar bu konuyu tartıştı. Konunun tartışıldığı düzlem daha çok feminist birinin cinsel tacizle suçlanması durumunun nasıl karşılanacağı üzerineydi. New York Times konuyu “What Happens to #Metoo when a Feminist is the Accused?” başlığıyla verdi. Mesele bir de Avital Ronell’in kişiliği, öğrencilerle ilişkileri ve akademik çalışmaları ve alandaki yetkinliği göz önüne alınarak onun bunu yapmayacak bir çizgide oluşu üzerinden tartışıldı. Konu resmin diğer tarafındaki doktora öğrencisinin penceresinden de tartışılsa da onun hakikatte ne yaşamış, ne hissetmiş, nasıl süreçlerden geçmiş olabileceği gerçeği Avital Ronell’in konumu dolayısıyla yine de ikinci planda kaldı. O nedenle bu yazıda meseleye Avital Ronell’in tacizine maruz kaldığını belirten Nimrod Reitman’ın gözünden bakacağım. Doktora yapma sürecinden geçmiş-geçmekte olan ve akademik tacizin binbir yüzüne tanık olan biri olarak Reitman’la kurduğum bağlantı da yazının kişisel boyutu. Reitman’a yönelik eleştiriler onun neden bu tacizi iki sene sonra or-
taya çıkardığı ile ilgiliydi. Aradan geçen zamanla sanki olayın gerçekliği şekil değiştirekmiş gibi değinilerde bulunuldu. Reitman şu anda Harvard’da misafir araştırmacı. Bu olayı New York Üniversitesi’ndeki çalışmalarını tamamladıktan sonra duyuruyor. Peki ya Reitman ne yapabilirdi? Doktorayı tamamen bırakıp kurumla ilişiğini kesebilir ve de bir daha konuyu açmamak üzere görünmez olmayı tercih edebilirdi. O ana kadar Avital Ronell ile yaptığı çalışmaları silerek kendisine bambaşka bir kimlik yaratmayı tercih edebilirdi. Böylelikle istismarcı olduğunu düşündüğü biriyle kendi adını aynı meselelerde görmemeyi seçmiş olurdu. Ama bunların hepsi kendisinin bedel ödemesi demek olurdu. Kendi onurunu düşünerek bunu yapabilirdi ama bunu yapmak kariyerinde müthiş bir boşluk yaratmış olacaktı. Keza doktora öğrencisinin gündemi doktora tezidir, ortaya koymayı tasarladığı doktora çalışmasıdır eğrisiyle doğrusuyla. Ama bunun içine danışman-öğrenci ilişkisini böylesine karmaşıklaştıran bir dinamik girince kendisinin teziyle olan ilişkisinde de ne yapacağına yönelik kafa karışıklığı yaşaması çok ama çok normaldir.
Reitman’ın elli altı sayfalık dava metninde Avital Ronell’in hayatı üzerinde tam anlamıyla bir baskı uyguladığını ve doktora hayatını tehdit ettiğini belirtmiştir. Belki de daha büyük bir şeyle tehdit edilmiştir; mesela okul hayatının tamamen yanacağı, aynı zamanda okuldan sonraki hayatında da engelleneceği ya da iş bulmasının önünün kapatılacağı gibi. Bu dönemdeki dinamikleri ancak Reitman’in aktardığı kadarıyla bilebiliriz. Bu anlamda Reitman’ın bunlar olurken sessiz kalması ve kendi okul hayatındaki çalışmalarını tamamladıktan sonra ortaya çıkarması son derece anlaşılırdır. Bu bazılarınca iddia edildiği gibi Reitman’ın Ronell’e iftira atmış olabileceğine dair delil oluşturacak bir veri değildir. Kendisinin bu anlamda suçlanmaması gerektiğini düşünüyor. Ancak Reitman’la aralarındaki öğrenci-hoca ilişkisinin taşıdığı hiyerarşik dinamikten ve Reitman’ın kariyerinin kendisiyle yapacağı çalışmalarla biçimleneceği ve bu sürecin kontrolünün tamamen kendisinin elinde olduğu gerçeğinden hiç bahsetmiyor. Dolayısıyla kendisinin olumlu ya da olumsuz vermesi ihtimali olan tepkilerinden de hiç bahsedilmiyor. Yani daha önce tam tersinden bahsettiğimiz durum. Reitman’a sinirlenip notunu düşürebilir, tezinin geçerli olmaması için elinden geleni yapabilir ve onun
girebileceği iş alanlarının önünü tıkayabilirdi. Ya da tam tersi şekilde ona öylesine iltimas geçerek sınıfın en birincisi yapabilir, teziyle ödül bile aldırabilir ve önüne pek çok iş fırsatı çıkarabilirdi. Duygularına ya da duygusal ya da cinsel ihtiyaçlarına ya da bir öğrenciye yakınlaşmanın nedenselliği her ne ise bu kadar yenilen bir akademisyen etik duygusunu da yitirebilir ve artık özel hayatının bir parçası yaptığı öğrencisinin akademik hayatını da kendi duygusal gelgitleriyle pekâlâ yönetebilir. Bunun bir öğrencide yaratacağı kırılmayı düşünelim. Reitman tüm bunları bu süreci yaşarken farketmiş olabilir ya da bu sürecin dışına çıktığında okuldan mezun olduğunda anlamış olabilir. Fark etme noktası- kendi çalışmalarının gidişatının olumlu ya da olumsuz Avital Ronell’in elinde olması ve Ronell’in çoktan sadece danışman olarak davranmaktan vazgeçmiş olması ve işin içine duygusallık katması Reitman’da büyük bir yıkım yaratmış olmalıdır. Keza herkes kendi araştırmasını ve kendi çalışmasını ortaya koymak için doktora yapar ve kendi hayat yolunu kendisi çizmek ister. Birincisi bu ne kadar doğrudur bilmiyoruz ancak eğer doğruysa da şunu söyleyebiliriz; bir kişinin mesleği başkalarının mesleki yeterliliklerini onaylama destekleme unsurları da içeriyorsa bu kişinin meslek etiğine aykırı davranması onu bu unsurlardan da ayrıştırabilir mi? Bir doktora öğrencisinin akademik ve mesleki yeterliliğini test edebilen bir profesör elbette referans verme yetisine sahiptir. Fakat burada sorun o referansın içine yazılacakların Avital Ronell’in duygularından ne kadar bağımsız olabileceği sorunudur. Bu nedenle sakıncası vardır. Ronell Reitman’ın gözünde ama aynı zamanda da alanında çok iyi bir akademisyendir. Birincisi, ikincisini elbette gölgeler. Keza Ronell’in zaten oldukça karmaşık olan Reitman’la ilişkisinin duygusal boyutlarından kurtulup tarafsız bir referans mektubu yazmadığı, hatta tam Reitman’ın düşündüğü gibi gireceği bir işi engellediği de biliniyor. Reitman eğer etik değerleri gözetmeyecek olsaydı elli altı sayfalık bir metinle olanı biteni böyle açık yüreklilikle anlatmayı tercih etmezdi. Avital Ronell’in istismarına daha
fazla maruz kalır ve de mesleki anlamda yapmak istediklerini onun aracılığıyla yapardı. Yaşadıklarına da başka bir kılıf bulurdu mesleki hayatında her şeyin yolunda gitmesi için. Oysa Reitman bunu yapmadı. Bunu yapmadığı için de Reitman’ın mezuniyetinden sonra Ronell’den bir şeyler talep ettiği iddialarının doğruluğuna şüpheyle yaklaşılması gerekiyor. Eğer istediyse gerekçelendirmesi yukarıda değindiğimiz gibi olabilir ama bunun kendisiyle çeliştiğini görerek istememe olasılığı daha ağır basıyor. Reitman nihayetinde Avital Ronell’le mesleki anlamda da daha fazla muhatap olmamayı seçerek kendi yolunu çizmeye karar vermiştir. Bu yolda herhangi bir çıkar beklentisinin olmadığını, yalnızca kendisine ait bir çalışma alanı inşa etmek düşüncesinin olduğunu ve bu nedenle de bunun feminist bir akademisyene atılmış bir iftira olmadığını söyleyebiliriz bu açılardan bakınca. Feminist bir akademisyenin bunu nasıl yaptığı yönündeki genel tartışmaya cevap olarak da şu söylenebilir; belki de herkesin zihninde ideal benler vardır, yapılan işler, mesleki tercihler, ideolojik düşünceler tüm bunların hepsi o ideal beni inşa etmek içindir. Ancak yaşamımızın her alanında o ideal bene ulaşamama ihtimalimiz vardır. Yani yaşam aslında ona ulaşma mücadelesinden başka bir şey değildir. O halde Avital Ronell’in yaşattığı bu olay da onun kendi mesleğine ve düşüncelerine aykırı şekilde ortaya koyduğu ve ideal beninden uzaklaştığı davranışlar olarak değerlendirebilir. Kendisinden uzaklaşmışken yeniden yaklaşabileceği nokta belki bu durum Reitman tarafından ortaya çıkarıldığında her şeyi kabul etmek ve itiraf etmek olabilirdi. Ama bu durumun mesleki konumuna zarar vereceğini düşünerek olsa gerek kabul etmek yerine başka bir yöne evriltmeyi tercih ediyor. Doktora öğrencisinin gözüyle baktığım bu meselede tartışılmayan bir yazıya daha değineceğim ki yazarı da yine doktora öğrencisi: Andrea Long Chu. Kendisi de Avital Ronell’in öğ-
rencisi olan bu yazar makalesinde Avital Ronell’in ezilmişliğe karşı olan duruşuyla feminist bir kadın olabileceğini ama asla feminist bir akademisyen olmadığını söylüyor. Makale Avital Ronell’in diğer öğrencileri gözünden de nasıl bir profesör olduğunu anlatıyor ve onun ortaya çıkan istismarına şaşırmadığını belirtiyor diğer öğrencilerine yönelik kötü davranışlarından dolayı. Kendi bölümünün ve Avital Ronell’in kötü davrandığı öğrencilerinin de sessiz kaldığı bir akademik ortamda yazılan bu yazıların akademik ve profesyonel iş hayatının bu kadar kıyısında olan ve referansa ihtiyacı olan kişilerce yazıldığını göz önünde bulundurduğumuzda Avital Ronell’in savunusundan çok daha fazla ikna edici özellik taşıdığını görmek gerekiyor. Bu anlamda Ronell’in hocalığından memnun olduğunu belirten ve dilekçe veren yüz yirmi dokuz öğrenci olmasına rağmen, medyada Andrea Long Chu gibi öğrencilerin belirttiklerinin gerçeği daha çok yansıtma ihtivmalinin göz ardı edilmemesi gerekiyor. Ama elbette bu öz kazancın belirttiği gibi Ronell’le kurulan özel ve kamusal ilişkilerin mesafesindeki farklılıktan ileri geliyor olabilir. Yine de gerçeği ortaya çıkarmak amacı dışında hiçbir öğrencinin kendi profesyonel kariyerini riske atmak pahasına bir akademisyene iftira atmayacağını göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bir şey söyleniyorsa doktora öğrencileri tarafından ve bunu dile getirmek için elli altı sayfalık bir metin yazılabiliyorsa, bunun istismarı ortaya çıkarma niyetinden başka bir şeyi göstermediğini düşünüyorum. Ve bu olayla daha da ortaya çıkan meselenin özü; üniversitelerin her tür mekânla eşit düzeyde cinsel tacize ev sahipliği yaptığıdır. Bu tarz olaylar hep varken görünürlüğünün artırılmasına dikkat çekmek gerekiyor. Reitman’ların sesi daha çok duyulmalı. Keza cinsel tacize karışan kişinin kimliğinin meselelerin örtbas edilmesinde en belirgin unsur olduğu da unutulmamalı. Ronnel olayında bu yapılacakken konunun enine boyuna tartışılması cinsel tacize maruz kalanların sesinin duyulmasına dair en büyük umut kaynaklarından olsa gerek.
İllüstrasyon: Muhammad Fariz
Gelecek Düşmanlığına Yergi Zeki Seskir
Bugün insanlık tarihinin en refah dolu dönemi yaşanıyor. Asgari ücretle çalışan insanlar 1000 yıl öncenin en zengin soylularının dahi ulaşamayacağı kaynaklara sahipler. Pislik kokmayan sokaklar, fare ve böcekle dolu olmayan yataklar, evinizin içinde metal bir borudan siz isteyince akan içilebilir su, sizi yaklaşık üç dört günlük emeğiniz karşılığında yüzlerce kilometre havada uçarak taşıyan dev metal gökyüzü balinaları… Bin yıl öncenin insanı için ütopik bir gerçeklikte yaşıyoruz. Ve her yanımız sorunla kaynıyor. İnsanlığın her daim çevresini sorunsallaştırmak durumunda olduğunu ve tarihin bitebilir bir kavram olmadığını kabul etmeden gelecek hakkında düşünmeye çalışan insanların baskın olduğu entelektüel düşün alanlarının etkilerini bugün toplumsal tartışma ortamının genelinde görmek mümkün. Gelecekçiliğe düşme çekincesiyle kendisini nostaljiciliğe ve gericiliğe mahkûm etmiş düşünür ekolünün domine ettiği sol ve ilericiliğe karşı duyduğu korkudan ötürü düne ve bugüne sarılmışların etkisi altındaki sağ düşünce akımları içinde gelecek neredeyse bir potansiyel alanı olarak dahi yitirilme tehdidiyle karşı karşıya. Küresel demokrasinin tarihin son rejimi olduğunun söylendiği bir ortamda dünyada kitlelerin gittikçe daha otoriter ve faşist rejimler talep eder hale geldiğini görüyoruz. Sermayenin serbest dolaşımı hareketinin beşiği olan kapitalist ülkelerde kısıtlayıcı politikaların,
küreselleşmenin bayrak taşıyanı olması beklenen ülkelerde hızla içe kapanmanın gerçekleştiği bugünlerdeyiz. Böylesi bir ortamda geleceği düşünmek elbette keyif verici bir tecrübe olmayabilir, ancak gerekliliği tam da buradan kaynaklanıyor. Gelecek bir potansiyeller alanıdır, bu nedenle geleceği düşünmek ve belirlemek Lacancı bir yaklaşımla sancılı bir süreçtir. Zira her belirlenim aynı zamanda neredeyse sınırsız bir potansiyelin yitimi anlamına gelmektedir. İleriyi öngörebilmek ve bir ölçüye kadar etkileyebilmek bilimsel düşüncenin temel ayaklarından birisini oluşturur. Belirlenimci bir paradigmada tam kontrol de mümkündür, ancak belirlenimcilik-ötesi yaklaşımlarda işler biraz değişmiştir. Gelecek üzerine gerçekçi düşünme pratiklerini idealizmin tamamlayıcı bir öğesi değil antitezi olarak görme hatası, gerek ideolojik gerekse pratik olarak ciddi bir kayıp yaratıyor. Geleceği zihnen dahi tasvir edemeyenlerin daha iyi yarınları inşa edebileceği fikri gerçekçiliğini gün geçtikçe yitiriyor. 2123 senesindeki kutlamalar için öne sürebildiği vizyon “fener alayı yapmak” olan bürokratların akıl tutulması yaşadığından dem vururken kendi 22’nci yüzyıl vizyonlarını tarla ve fabrika üzerinden inşa etmeyi düşünenleri öngörülü entelektüel bireyler olarak kabul etmek gitgide daha zor hale geliyor.
Bireyler elbette nostaljik yapıda olabilirler, geçmişin bugüne kıyasla sadeliği onlar için ekstra ilgi çekici olabilir. Bir düşünme biçimine sahip olup kullanmayı tercih etmemek ile baştan öğrenmeyi reddetmek ise çok ayrıdır. Gelecek odaklı düşünmeyi tercih etmemek bir seçenektir, ancak gelecek odaklı düşünebilmeyi dahi öğrenmemek toplumsal alana dair ciddiye alınmayı bekleyen herhangi bir birey ya da kurumun benimsememesi gereken bir yöntemdir. Zaman ileriye doğru akar ve Dünya kendi çevresinde her turunu tamamladığında bir sonraki güne uyanmış oluruz. Takvim denilen icat, dünyanın kendi çevresinde ve güneşin çevresinde kaç kere fiziksel eylem yaptığını kullanan antik bir zaman takip etme teknolojisidir. Bu takvimi kullanarak yazdığımız tarih ise insanlığın öznel eseridir, ancak insanlar ve insanlık geçmiş değil gelecek odaklı düşünerek var olabilir. Sobanın sıcak olduğu bilgisini o ya da bu şekilde haiz olmuş bir çocuk elini sobaya değdirdiğinde canı yanacağı öngörüsüyle hayatını bu eylemi gerçekleştirmeden geçirebilir. Dolayısıyla tarihe geri dönmeye çalıştığımız mutlu ve parlak bir portre çizmek amacıyla değil, zamanın akışıyla aynı yönde işlev gösterecek bir pusula ve bilgi hazinesi olarak bakmak bizi ileriye taşıyabilir. Irmağın tersine yüzmeye çalışmayı bırakmak belki de daha aydınlık yarınlara ulaşmak için ilk mantıklı adım olabilir.
İllüstrasyon: Nicolas Raymond
Garbzede Şah ve İran’ın İlk Millî Marşının Hikâyesi Oğul Tuna 19’ncu yüzyılda Avrupa kolonyalizminin odağındaki ülkelerden biri olan İran, komşusu Türkiye’yle karşılıklı etkileşimi koruyarak, “dozajı düşürülmüş” bir modernleşme ve Batılılaşma sürecine adım atmıştı. Bunun sebebi, tıpkı Osmanlılar gibi, İranlıların da savaşlarda Ruslara ve diplomaside İngilizlere mütemadiyen yenik düşmeleriydi. İslamcı, sosyalist ya da milliyetçi, hangi görüşten gelirse gelsin; tüm İranlı tarihçilerin görüş birliği ettiği üzere 1794’ten 1925’e dek egemen olan Kaçar Hanedanı memleketi karanlığa boğmuştu: Kafkaslar, Horasan ve Körfez bölgesi elden çıkmış; ülkedeki yerli üretici Avrupa sanayiine teslim edilmiş; İran’daki tüm değerli işletmeler, bankalar, bakanlıklar ve hatta güvenlik güçleri Batılılara devredilmişti. Bu duruma yol açanların başında gelen Nasıreddin Şah önlem olarak Batı tarzı reformlara başvuruyordu. İlginç bir karaktere sahipti Nasıreddin Şah; Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid karışımı bir monarktı: Reform meraklısıydı fakat kurduğu keyfî idare ve istibdat, İran’ın en önemli ıslahatçılarından Emir-i Kebir’in canına mal olmuştu. Fotoğraf sevdalısıydı, yabancı diller ve şiirle ilgileniyordu; İran’ın ilk modern üniversitesi “Dar’ülFünûn”u kurmuş ancak mollalarla iş birliği içinde farklı din ve siyasî görüşten pek çok İranlıyı katledip ülkeden sürmüştü. Muhafazakârların çağdaşlaşma taraftarı aydınlara taktığı ismi tekrar etmek gerekirse; Nasıreddin Şah, tam da bu anlamda bir “Garbzede” idi. Şeklen “Frenk” ancak kafada “despot Doğulu”.
Nasıreddin Şah, 1873 yılında ilk Avrupa seyahatinin hazırlıklarına koyuldu. Osmanlı Sultanı Abdülaziz’den sonra ilk defa Doğulu bir hükümdar “Frengistan” başkentlerinde ağırlanacaktı. Seyahatin arkasında pek çok ekonomik ve siyasal sebep vardı, tabii; fakat çelişkili biçimde ince zevklere sahip olan Şah’ın “Frenk memleketine” merakı da gezinin itici bir faktörüydü. Bu esnada Batı’daki devlet protokollerine dikkat edildiğinde İran’ın eksiklikleri hemen fark edildi; en önemli noksan da milli marştı. Uygar dünyanın hür ulusları arasında yer alma mücadelesi veren Şah, Dar’ül-Fünûn’daki müzik hocası Mösyö Lomer-i Fransevî’den tören marşı hazırlamasını istedi. “Selâm-ı Şah” ismini taşıyan beste, İran’ın ilk millî marşı olarak tarihe geçti; çünkü 1873’te ve daha sonra 1878 ile 1889’da tekrarlanacak olan Avrupa gezileri sırasında, Nasıreddin’den sonraki iki şahın tahta çıkışında ve özel günlerde bu marş çalınıyordu. Marş ilk olarak 1873’te Paris’te kaydedildi; bugün Fransız Millî Arşivleri’nde yer alan bu kayıtta görüldüğü gibi marşın sözleri yoktu; enstrümantal bir tören müziğiydi. Marş, bestelenmesinden yüz yılı aşkın bir süre sonra, bestekar Siyâvuş Beyzâî tarafından yeniden düzenledi ve şair Bijan Terekî’nin “Genç İran” ya da “Vatanım” ismiyle anılan şiiri ezgiye uyarlandı. Çok daha sonraki bir dönemde ve farklı bir siyasal atmosferde yazılmış
şiir, 19’ncu yüzyılın sonundaki İranlı vatanperverlerin dünyasını gayetle yansıtıyordu. Belki de bu ilginç durum, Oryantalistlerin “Doğu”ya atfettikleri durağanlığı haklı çıkarır. Nasıreddin Şah’ın Avrupa seyahati, yeni yeni gelişen diplomasinin bir parçası olmaktan ziyade Şah’ın turistik gezisi izlenimi vermişti: Dört ayı aşkın bir sürede Rusya, Almanya, Belçika, Fransa, İngiltere, İtalya, İsviçre ve Avusturya’yı ziyaret etmiş; seyahatin son ayağında Gelibolu-İstanbul-Trabzon hattını takip ederek ülkesine dönmüştü. Saltanatının sonlarına doğru reform taleplerini geri çevirip istibdatını ağırlaştıran Nasıreddin Şah, ülkenin demiryolları ve tütün ticaretini yabancılara teslim etmesiyle birlikte modern İran milliyetçiliğinin de temeli olan ünlü 1890 Ayaklanması’na yol açmıştı. İran’ın dört köşesinden farklı renklerden muhalefetle, kabile isyanlarıyla ve dış müdahalelerle mücadele eden Şah, 1896’da Şah Abdülazim Türbesi’ni ziyaret ederken meczup addedilen Mirza Rıza Kirmânî tarafından öldürüldü. Suikast ülke siyasetini sarsmakla beraber İranlılara nefes aldırmıştı. İstanbul’da ve Avrupa’da sürgünde bulunan İranlı aydınlar, ülkede gittikçe yayılan isyan dalgasından da ümitlenerek “Meşrutiyet” hayaliyle ülkeye dönüyorlardı; lâkin Şah’ın oğlu Muzafferiddin’in saltanatı babasınınkinden çok da farklı olmayacaktı. Muzafferiddin Şah ülkesindeki şeklî modernizasyonu devam ettirecekti: İran’daki aydınlar çile çekerken “Selâm-ı Şah” merasimlerde çalmaya devam ediyordu.
İllüstrasyon: Amaury d’Arcangues
Tarih Arenasında Getto Karl Levi
Geniş çaplı bir ağyapı fikrinin ciddiyetle tartışılmaya başlandığı ilk günlerde bu teknolojinin olası kullanım alanlarına dair raporlar hazırlanmıştır. Bu raporları alanının uzmanları, fikirlerini fon sağlayıcı kurumlara beğendirmek amaçlı yazmıştır elbette. Sosyal medya veya Microsoft Office gibi ürünlerin öngörülememiş olmasının ötesinde, e-posta gibi internet yapısının en temel araçlarından birisi dahi bu raporlarda yoktur. Bir teknolojiyi, sosyal akımı veya geleceğe yönelik etki sahibi olabilecek herhangi bir mekanizmayı ortaya sürenler dahi kendi ürünlerinin potansiyellerine bütünüyle hâkim değillerdir. Bugün insanlık tarihinin en refah dolu dönemi yaşanıyor. Asgari ücretle çalışan insanlar 1000 yıl öncenin en zengin soylularının dahi ulaşamayacağı kaynaklara sahipler. Pislik kokmayan sokaklar, fare ve böcekle dolu olmayan yataklar, evinizin içinde metal bir borudan siz isteyince akan içilebilir su, sizi yaklaşık üç dört günlük emeğiniz karşılığında yüzlerce kilometre havada uçarak taşıyan dev metal gökyüzü balinaları… Bin yıl öncenin insanı için ütopik bir gerçeklikte yaşıyoruz, ve her yanımız sorunla kaynıyor! İnsanlığın her daim çevresini sorunsallaştırmak durumunda olduğunu ve tarihin bitebilir bir kavram olmadığını kabul etmeden gelecek hakkında düşünmeye çalışan insanların baskın olduğu entelektüel düşün alanlarının etkilerini bugün toplumsal tartışma ortamının genelinde görmek mümkün.
Gelecekçiliğe düşme çekincesiyle kendisini nostaljiciliğe ve gericiliğe mahkûm etmiş düşünür ekolünün domine ettiği sol ve ilericiliğe karşı duyduğu korkudan ötürü düne ve bugüne sarılmışların etkisi altındaki sağ düşünce akımları içinde gelecek neredeyse bir potansiyel alanı olarak dahi yitirilme tehdidiyle karşı karşıya. Küresel demokrasinin tarihin son rejimi olduğunun söylendiği bir ortamda dünyada kitlelerin gittikçe daha otoriter ve faşist rejimler talep eder hale geldiğini görüyoruz. Sermayenin serbest dolaşımı hareketinin beşiği olan kapitalist ülkelerde kısıtlayıcı politikaların, küreselleşmenin bayrak taşıyanı olması beklenen ülkelerde hızla içe kapanmanın gerçekleştiği bugünlerdeyiz. Böylesi bir ortamda geleceği düşünmek elbette keyif verici bir tecrübe olmayabilir, ancak gerekliliği tam da buradan kaynaklanıyor. Gelecek bir potansiyeller alanıdır, bu nedenle geleceği düşünmek ve ‘belirlemek’ Lacancı bir yaklaşımla sancılı bir süreçtir. Zira her belirlenim aynı zamanda neredeyse sınırsız bir potansiyelin yitimi anlamına gelmektedir. İleriyi öngörebilmek ve bir ölçüye kadar etkileyebilmek bilimsel düşüncenin temel ayaklarından birisini oluşturur. Belirlenimci bir paradigmada tam kontrol de mümkündür, ancak belirlenimcilik-ötesi yaklaşımlarda işler biraz değişmiş-
tir. Artık geleceğe yapabileceğiniz etki olayların olasılık dağılımını etkilemek üzerinden olur. Sonuçlar kümesi içerisinde sizin olmasını istediğiniz sonuçların gerçekleşme ihtimallerini yükseltecek eylemlerde bulunmak, fırsatların oluşacağı zemini hazırlamak elinizde kalan sayılı seçenekler haline gelir. Gelecek bugünden belirlenebilecek bir olgu değildir. Gelecek üzerine gerçekçi düşünme pratiklerini idealizmin tamamlayıcı bir öğesi değil antitezi olarak görme hatası, gerek ideolojik gerekse pratik olarak ciddi bir kayıp yaratıyor. Geleceği zihnen dahi tasvir edemeyenlerin daha iyi yarınları inşa edebileceği fikri gerçekçiliğini gün geçtikçe yitiriyor. 2123 senesindeki kutlamalar için öne sürebildiği vizyon “fener alayı yapmak” olan bürokratların akıl tutulması yaşadığından dem vururken kendi 22’nci yüzyıl vizyonlarını tarla ve fabrika üzerinden inşa etmeyi düşünenleri öngörülü entelektüel bireyler olarak kabul etmek gitgide daha zor hale geliyor. Bireyler elbette nostaljik yapıda olabilirler, geçmişin bugüne kıyasla sadeliği onlar için ekstra ilgi çekici olabilir. Bir düşünme biçimine sahip olup kullanmayı tercih etmemek ile baştan öğrenmeyi reddetmek ise çok ayrıdır. Gelecek odaklı düşünmeyi tercih etmemek bir seçenektir, ancak gelecek odaklı düşünebilmeyi dahi öğrenmemek toplumsal alana dair ciddiye alınmayı bekleyen herhangi bir birey ya da kurumun benimsememesi gereken bir yöntemdir.
Osmanlı Arşiv Belgelerinde Dersim Islahatı Doç. Dr. Candan Badem
Dersim, Kızılbaş Alevi kimliği ve devletten uzak, başına buyruk, içine kapanık yaşam tarzı nedeniyle Osmanlı döneminden beri devlet için itikadının düzeltilmesi ve daire-i medeniyet ve itaate idhali gerekli görülen bir yer oldu. Tanzimat ile birlikte imparatorluğun merkezden uzak diyarlarında merkezi otoriteyi yeniden tesis etme çabasına giren Osmanlı bürokrasisi 1847’de Dersim kazasını kurarak Dersim’de idari bir ıslahata girişti. Bu çalışmada Dersim üzerine çeşitli devlet görevlilerinin layiha ve raporlarında yer alan Dersim ıslahatına dair görüş ve önerileri inceliyoruz. Çalışmamızda birincil kaynaklar yanı sıra konuyla ilişkin yayımlanmış makale ve kitapları da kullanıyoruz. İncelememiz, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Dersim’e yönelik devlet söylemindeki sürekliliği ortaya koymaktadır. Dersim, Osmanlı’dan beri devlet açısından sorunlu bir bölgenin adıdır. Tanzimat döneminden önceki belgelerde Dersim adında bir bölge veya idari birim yoktur. Bölge 16’ncı yüzyılda kurulmuş olan Çemişgezek sancağına ve daha sonra “Çarsancak” adı verilen dört sancağa ve kuzeydoğusunda bulunan Kuziçan kazası itibariyle de Erzurum’a tabidir. 16’ncı yüzyıl başındaki belgelerde, bölgedeki “Desimlu” adında bir aşiretten söz edilmektedir. Araştırmacıların çoğu belgelerde “Désim” yazmasına rağmen bu kelimeyi
nedense “Dersim” şeklinde okumayı tercih etmişlerdir. Oysa Dersim’de yaşayan yaşlı insanlar Dersim adını halen “Désim” şeklinde telaffuz etmektedirler. Tanzimat devrinde merkezileşme çabaları çerçevesinde, 1847 yılında Dersim kazasının kurulması ile birlikte Osmanlı belgelerinde Dersim adı geçmeye başlar. Desim ve Şıh Hasan aşiretlerinin yaşadığı Mazgirt, Kuziçan ve Hozat kazalarından müteşekkil Dersim kaymakamlığına 1847 yılında Mirliva Veli Paşa’nın tayin edilmesiyle beraber, akabinde 1848 yılında Koçgiri, Gercanis, Kemah, Kuruçay kazaları da Dersim’e bağlanarak Dersim Sancağı teşkil edilmiştir. Daha sonra Ovacık, Çemişgezek ve Çarsancak kazaları da bu sancağa bağlanmıştır. Dersim sancağı önce Erzurum daha sonra da Mamuretülaziz vilayetine bağlanmıştır. 1880 yılında Dersim vilayeti kurulmuş ancak vilayetin gelirleri vilayet teşkilatı için yeterli olmadığından 1888’de vilayet lağvedilmiş ve Dersim tekrar sancak statüsüne inmiştir. Bu çalışmanın konusu Dersim sancağı kurulduktan sonra çeşitli devlet adamları tarafından kaleme alınmış olan Dersim’in “ıslahatına” dair layihalar ve benzeri raporlardır. Hemen belirtmek gerekir ki Dersim için ıslahat demek
askeri harekât demekti. Çünkü Dersim ahalisinin çoğu, özellikle daha dağlık yerlerde yaşayan ve yarı göçebe bir hayat süren aşiretler devlete vergi ve asker vermemekte, çevre köyleri yağmalamakta ve yollardan gelip geçenleri soymaktaydı. Dersim, Tanzimat’ın kısmen geç girdiği kısmen de hiç giremediği yerlerden birisidir. Arazisi dağlık, köyleri de küçük ve dağınıktır. Tahrir memurları dağlık köylere girememektedir. Dersim halkı askerlik yapmak da istememektedir. Bu yüzden sancak kurulduktan sonra bile sancağın belli kazalarında kura usulüyle asker alımı yapılamamıştır. 1848 yılı başında on beş Dersimli aşiret reisinin tevkif edilip Vidin’e sürgün edilmesiyle bölgede uzun yıllar sükûnet olmuşsa da devletin bölge üzerinde tam olarak denetim sağlaması mümkün olamamış ve devlet yıllarca aşiretlerin ellerindeki silahları toplamak için uğraşmıştır. 1855 yılında ise sürgündeki reislerin geri gelmesiyle tekrar çevredeki muti ahaliden şikâyetler yükselmeye başlamıştır. Layihalarda Dersim sancağını oluşturan kazalardan Çarsancak ve Çemişgezek halkı “Türk” ve “muti” olarak görülmekte, “asıl Dersim” denilen Mazgirt, Hozat, Ovacık, Pülümür ve Kızılkilisekazaları halkı ise “Kızılbaş ve bedevi”, “Dersimli,” Dersim Ekradı” ve “ahali-i gayr-i mutia” olarak adlandırılmaktadır. Fırka-i Islahiye, 1867 Vilayet-i Umu-
miye Nizamnamesi ve Dersim’e Yansıması: Dersim ıslahatına, ilk başlangıçtan yirmi yıl sonra ikinci defa 1867 yılında teşebbüs edildiği görülmektedir. 1865-70 dönemi, Sultan Abdülaziz’in başta ekonomi olmak üzere birçok alanda ıslahata giriştiği yıllardır. 1866-67 yıllarında kurulan Fırka-i Islahiye tümeni ile Çukurova’daki göçebe veya konar-göçer aşiretlerin yerleşik hayata geçmeleri ve böylece devlete asker ve vergi vermeleri sağlanmıştır. Dersim ıslahat girişimlerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. 1867 tarihli Vilayet-i Umumiye Nizamnamesi ile Çarsancak, Ovacık, Mazgirt ve Kuziçan kazaları Erzurum vilayetinin Erzincan sancağına bağlanmıştı. 1868 tarihli bir raporda, Mercan boğazından geçen postaların soyulduğu, civar karyelerden şikâyetlerin arttığı ve bölgedeki bazı reisler üzerinde yüklüce hazine alacağı biriktiği, bu durumun daha ziyade bölgede görev yapan idarecilerin basiretsizliğinden kaynaklandığı ifade edilmiştir. Erzurum vilayeti meclisinin ortak imzalarıyla 1868’de verilen bir istidada, Dersim’in “şerir rüesadan” temizlenmesi ve rüesanın aileleriyle beraber gelmemek üzere sürgün edilmesi istenilmektedir. Aynı tarihte Ovacık aşiretleri üzerinde üç yıllık ve yedi yüz bin kuruşu aşkın birikmiş hazine alacağı olduğu, vergi tarhının mevcut ağnam sayılmadan ve gıyaben yapıldığı, varidat fazla gösterilerek fukaradan fazla vergi tahsil edildiği fakat bunun da hazineye değil ağaların ellerinde kaldığı şeklinde ifadeler rapora yansımıştır. Dördüncü Ordu-yı Hümayun Müşiri İbrahim Derviş Paşa aynı tarihte verdiği raporda, 1847 senesinde başlanan ıslahatın yetersiz kaldığını ve bu defa daha büyük bir kuvvetle bölgeye bir sefer düzenlenmesi gerektiğine vurgu yapar. İbrahim Derviş Paşa, yıllardır Dersim aşiretleri üzerinde biriken meblağın yüz yükden fazla olduğunu, bunun çoğunun rüesa zimmetinde olduğunu fakat bunların da aslında meteliğe muhtaç olduğunu, tüm malları zapt edilse dahi alacağın belki beşte birini karşılayacağı, dolayısıyla bu meblağın mümkün olan kısmının taksitlendirilerek alınması ve diğerinin af edilmesi gereğini arz etmiştir. Müşir İbrahim Derviş’in en dikkate değer teklifi ise bölgede muzır olan rüesanın elindeki arazilerin, bedeli devletçe verilmek şartı ile halka da-
ğıtılması ve rüesanın da bölgeden uzaklaştırılması olmuştur. Erzurum vilayet meclisinin mazbatası 1870 Mayıs-Temmuz 1870 tarihlerinde Erzurum vilayet meclisi ile Ovacık kaza meclisi Dersim’e yönelik ıslahat çarelerini görüşmüştür. Bu iki meclisin mazbataları, Erzurum valisi ve Dördüncü Ordu müşiri Mustafa Paşa’nın dahiliye nezaretine yazısı ve nihayet Sadrazam Mehmed Emin Ali Paşa’nın Sultan Abdülaziz’e tezkiresi ve Abdülaziz’in cevabından öğrendiğimize göre, “Dersim dağının” ıslahatının ne surette olacağı konusunda Dersim aşiret ağaları vilayet merkezi Erzurum’a çağrılarak kendilerinden ahalinin üzerindeki birikmiş vergi borcunun nasıl tahsil edileceği, asker alma kurasının nasıl icra edileceği ve sair ıslahatın en kolay ne şekilde yapılacağı konusunda malumat alınmıştır. “Dersim dağı” denen bölge Kuziçan, Mazgird ve Ovacık kazalarını içermektedir. Bu kazalardan Ovacık kazasının adı okunamayan kaymakamı ile Kuziçan kaymakamı Hüseyin Bey ve Mazgird kaymakamı Gülabi Ağa’nın da mühürlerini içeren 20 Mayıs 1870 tarihli vilayet meclisi mazbatasına göre, “cebel-i mezkûrun mebde-i ıslahatı olan altmış dört senesinde” yani Dersim ıslahatının başlangıcı olan 1848 yılında yukarıda adı geçen üç kazaya tarh ve taksim olunan ağnam rüsumu, aşar bedeli ve sair verginin miktarı zaman içinde ödenmediği için ve ayrıca ahalinin bir kısmı oraya buraya dağıldığı için birikmiş ve ödenmesi mümkün olmayan bir meblağa ulaşmıştır. Dolayısıyla meclis, bu vergi borcunun bir kısmının af edilerek kalanının taksitlendirilmesini önermektedir. Mazgird ve Ovacık kazalarında üç yıl önce asker alma kurası çekilmiş ancak Mazgird’den üç yıl önceki kurada adları çıkanlar henüz askere alınmamıştır ve önceki yılın kurası ile birlikte alınacak olurlar ise panik yaratacağından dolayı daha sonra alınması önerilmektedir. Ovacık kazasında o zamana değin kura-i şeriyye icra olunamadığı gibi nüfus tahriri de yapılamamıştır. Dolayısıyla kura işi tahrirden sonra yapılmalıdır. Asayiş için kaza merkezlerinde birer tabur asker yeterlidir.
Ovacık kaza meclisinin mazbatasında ise 1847’den beri sayım yapılamadığı için ağnam ve aşar bedellerinin kıyasen ve tahminen fazla ve fahiş olarak tarh olunduğu belirtilmektedir. Mazbatada şu ifade dikkat çekicidir: “Dersim ıtlak olunan mahal birtakım cibal-i müteselsile ve meniadan mürekkeb sengistan ve ekser ahalisi henüz lezzet-i medeniyeti bi-hakkın tatmamış birtakım bi-vayegan olup…”. Buna göre Dersim arazisi dağlık ve taşlık, halkı da medeniyetten nasibini alamamış ilkel birtakım kabilelerden ibarettir. Bu oryantalist söylemin yöre insanına dışarıdan ve düşmanca bakan bürokrat bir kesimin söylemi olduğu görülüyor. Erzincan mutasarrıfı Şefik Bey’in Mart 1910 tarihli layihasında belirtmiş olduğu gibi Hozat, Ovacık, Mazgird ve Kızılkilise kazaları tamamen aşiretlerden oluştuğu halde meclis üyelikleri hemen umumiyetle Çemişgezek’ten, Harput’tan, Eğin’den gelen esnafa münhasır kalmıştır. Halbuki, demektedir Şefik Bey, Kürdler arasında okuryazar ve hükümet memuriyetinde istihdama yarar kimseler nadir olmakla beraber mevcud olduğu halde bunların hiçbiri hükümet kapısına yaklaştırılmamıştır. Dersim’e tayin edilen mülki erkan da bu dışarıdan gelen esnafın etkisi altında kalmıştır. Erzurum’dan gelen mazbatalar ve valinin yazısı sadrazamın onayı ile Sultan Abdülaziz’e sunulmuş ve öneri aynen kabul edilmiştir. Buna göre geçmiş yılların vergileri yeniden düzenlenerek taksitlendirilmiştir. Erzurum Valisinin Islahat Raporları: 1872 1872 tarihli Erzurum valisinin Dersim ıslahatına dair raporunda, iki sene evvel ıslahatın görüşüldüğü, bunun için memurlar tayin edildiği ve 1870’te Dersim ıslahatına karar verildiği, 1872’den itibaren nüfus sayımı ve vergi toplama işine başlandığı fakat başta Mazgirt olmak üzere zorluklarla karşılaşıldığı belirtilmiştir. Valinin şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Aşâirmuhâlif ve zirve-i bedeviyetde bulunup hatta içlerinde setr-i avret edecek kadar kisve ile bile ülfet etmemiş ve ızrâr-ı halk içün yalnız yemin u yesârını kama ve kalkan ve kılıç gibi esliha ile tezyin ederek icrâ-i şekâveti elden bırakmamış vahşi adamlar bulunması hasebiyle bir dereceye kadar muamelât-ı cebriye gösterilmesi..” Bu ifadeler, Dersim insanının fakirlik içinde bulunmasına rağmen
yaşamak için silahlı gezmeyi tercih ettiğine dair önemli ifadelerdir. Vali Bey, Kuziçan kaymakamı Hüseyin Bey ve Mazgirt kaymakamı Gülabi Ağa üzerinden aşiretleri kontrol etme yoluna gitmiş, Hüseyin Bey’e Mir-i Ümeralık rütbesi, Gülabi Ağa’ya da Istabl-ı Amire payeliği verilmesini teklif etmiştir. Mazgirt kazasında aynı tarihte yapılan sayım ve kura sonucu yirmi bir nefer, Ovacık’tan da yirmi nefer askere alınmış, birkaç kişi de gönüllü olarak askere dahil olmuştur. Bu dönemki ıslahat tedbirleri özetle şöyledir; Darboğaz ve Mercan Boğazı yolunun açılması, Mektepler ve meclisler açılması, Vergi toplanması ve askere alım işlemlerinin sağlıklı yapılması ve bunlar için bölgeye askeri sevkiyat yapılması, Bölgedeki nüfuzlu kişilere çeşitli rütbeler verilerek, onar üzerinden ahalinin itaat altına alınması. 1872 yılında Erzurum valisi, “İç Dersim” veya Desimlu denilen Haydaran, Demenan, Karsan, Arili, Alan ve Kureşan gibi aşiret muhtarları ve ileri gelenlerinden, itaat ettiklerine dair imzalı bir taahhütname de almıştır. Fırka-i Islahiye Kumandanı Ferik Fazıl Paşa’nın Layihası 1880 yılına gelindiğinde Fırka-i Islahiye’nin hala mevcut olduğu ve Müşir Derviş Paşa’nın İstanbul’a çağrılmasından sonra fırkanın kumandanı olan Ferik Fazıl Paşa’nın “Dersim’in Ahval-i Umumiyesine Dair” bir layiha hazırlamış olduğu görülüyor. Fazıl Paşa da layihasına Dersim mıntıkasının sınırlarını çizmekle başlamakta ve Mazgird kazasının Pah, Kızılkilise, Koeser, Darboğaz ve Dere nahiyeleri ile Hıran cihetinin bir parçasından ibaret olduğunu yazmaktadır. Burada bir kez daha teyit edildiği üzere Dersim adı aslında o zamanki Dersim sancağının veya bugünkü Tunceli ilinin tamamına değil bir kısmına işaret etmekte iken zamanla daha geniş bir bölgenin adı olmuştur. Fazıl Paşa layihasında Dersimliler için Tanzimat dönemi devlet dilinde çok kullanılan “ekrad-ı bed-nihad” nitelemesini kullanmakta ve etrafa zarar verip yol kesen eşkıya güruhu olarak tanımlamaktadır. Hozat kazasının Ovacık cihetindeki kabilelerin de Dersimli tabiriyle adlandırıldıklarını belirten paşa bunların öteden beri her türlü şikâyete sebep verdiklerini belirtir. Ancak şunu da ekler ki Kiğı ve Palu ve Çarsancak kazalarında da çok sayıda hırsız olduğu
halde Dersimlilerin adı çıkmış olduğu için her vukuat Dersimlilere isnat edilir. Fazıl Paşa o zamana değin Dersim’e yapılmış olan askeri harekâtın başarısız olmasının sebebini kumandanların ya işi geçiştirmiş ya da vurup yakmayı yeterli görmüş olmalarında görür. Asker geri çekilince Dersim eski düzenine devam etmiştir. Paşa ıslah çaresi olarak iki öneri getirmektedir: önemli geçitler ve mevkilerde kışla ve kuleler inşa etmek ve ahaliyle ilişki kurarak onu yavaş yavaş medenileştirmek. Paşa’ya göre Kuziçan kazası ahalisi on altı yıl önce hükümet tanımazken Kaymakam Hüseyin Bey sayesinde hükümete itaat etmiş ve şimdi muntazam olarak vergi ve asker vermektedir. Müşir Derviş Paşa Ovacık kazasını da yoluna koymak üzere iken İstanbul’a çağrılmış ve ardından Hakkâri olayları için fırkadan birçok taburun sevk edilmesi üzerine Ovacık planı ertelenmiştir. Mustafa Naim Paşa’nın Raporu Piyade 14’ncü Livâ Kumandanı, Mustafa Naim bin es-Seyyid Hüseyin imzasıyla hazırlanan bir ıslahat planı, aslında bir askeri harekât planıdır. Erzincan ve Harput istikametinden, beş koldan gelecek olan toplam on iki tabur askerin harekât planını veren bu rapor, Dersim aşiretleri ile ilgili de bazı ayrıntılar vermektedir. Örneğin Çemişgezek ve Çarsancak ahalisinin muti olduğunu, bazı aşiretlerin ise hükümete gelip gittiklerini ama kendi aralarında çatışma yaşadıklarını ve dolayısıyla nim-muti olduklarını, Darboğaz ve Kutuderesi civarındakilerin ise hükümetten uzak olduklarını ve bunların ancak askeri harekât ile yola gelebileceğini belirtmiştir. Mustafa Naim, bölgede okuryazar ve âlim kişilerin yokluğuna vurgu yapıp, bölge insanının okuryazarlığa ve eğitime son derece önem verdiklerini de eklemekte, bu nedenle mektepler inşasına öncelik verilmesini ifade etmektedir. Askeri ıslahat sonrasında asayiş sağlandığında, Çarsancak ve Çemişgezek’in Harput’a, Kuziçan’ın ise Erzincan’a bağlanmasını teklif etmiştir. Mamuretül-Aziz eski Valisi Hasan Hilmi’nin raporu Mamuretül-Aziz vilayeti eski valisi Hasan Hilmi Paşa’nın 26 Ağustos 1890
tarihli raporundaki şu ifadeler dikkat çekicidir: “Aşâirin külliyet-i ağnamına ve mahsûlât-ı öşriye ve mürettebât-ı sâiresine göre varidât-ı livâ yüz bin liraya bâliğ olması lâzım gelir iken beher senenin tahsilâtı yigirmi bin lira mikdârındakalmağla hazinenin hukûk-ı sarihasındanbeşde dört misli dûçâr-ı ziyâ olduktan başka bir de aled-devâmasâkir-i nizâmiye ikamesiyle ve ele geçürilenyigirmi bin lira varidâta mukabil altmış bin lira mesarifât-ı askeriyyeihtiyârıylamuhâfaza-yıasâyiş mecburiyetinde bulunulduğu..Anadoluhavâlisi bir vücûdgibi farz olunsa Dersim kıtʻası da o vücudun ciğerlerinde eski bir çıban gibidir… Askeri harekete maruz kalan Dersimliler dağlara ve ormanlara firar edip saklandıklarından, hareketin yapraksız dönem olan erken bahar veya son baharda yapılması gerekir. Ve muvâfık ve mizâc ve tabiat-ı mahalliyeye vâkıf zevatdan ve memûrin-i mülkiye ve askeriyeden müteşekkil ve vilâyetin vâlîsiyle fırka merkezindeki kumandan dahi dâhil olmak üzere bir heyet-i fevkalade-i ıslâhiye teşkiliyle. Hasan Hilmi devamında şöyle demektedir: “Çünkü Safevilerin o havaliye istilâları hengâmında intişar idüb bu günkü güne kadar hükmünü sürmekde bulunan rafz u ilhad bunların cümlesini öyle bir girivde-i cehl ve dalâl içinde bırakmışdır ki Sünnîler hakkında kemâl-i gayz ve garazı vecâ’ib-i şeair-i mezhebiyeden ve bir şahs-ı Müslîmivahşiyânekatl ve efna ve emval ve eşyasını gasb ve yağma eylemek en büyük mükâfât-ı maneviyeyemüstehak olacak amâl-i hasenedenâdd ve itikadetdikleri ve hatta yedi sekiz sene mukaddem asakir-i nizamiye mülazımlarından genç bir zabiti katl ile ciğerini çıkarubsibâʻ-ı vahşiye gibi ekl eyledikleri Mamûretü’laziz’de bulunduğum esnâdaefvâh-ı umûmiyyedenişidildiği…” 1890 Islahat Komisyonu 1890 yılında yine Dersim ıslahatı hakkında sancağın bağlı olduğu Mamuretülaziz vilayeti meclisi ve valisinden, Dersim sancağı meclisinden, Dördüncü Ordu müşirinden ve fırka kumandanından ve Dersim ıslahatına memur olarak kurulmuş askeri ve mülki memurlardan müteşekkil Heyet-i Islahiye’den gönderilmiş layihalar mevcuttur. Dördüncü Ordu müşirliğinden seraskerlik makamına
gönderilen yazıda beş öneri vardır. Birincisi, Dersim halkını kötülüğe sevk eden ağalar ve seyitler Dersim dışına çıkarılmalıdır ve Dersim’le ilişikleri kesilmelidir. Özellikle şu seyid namındaki eşirranın büsbütün nam ve nişanları mahv edilmelidir. İkincisi, kışın yollar karla kapandığı için ulaşım zorlaşmakta olduğundan Dersim sancağı kaza ve nahiyeleri yakınlıklarına göre Harput, Erzincan ve Tercan’a bağlanmalıdır. Üçüncüsü, jandarma ehil olmayanlardan değil, iffet ve iktidar sahiplerinden seçilmelidir. Dördüncüsü, yollar yapılmalıdır. Beşincisi, Dersim halkının “cehaletini” ortadan kaldıracak okullar açılmalı ve yayılmalıdır. Yedinci Fırka kumandanı da layihasında çeşitli askeri tedbirler yanında şu önerisi dikkat çekicidir: Islahata başlandığında “evvel emirde idare-i örfiyenin ilanıyla müdahale-i adliyenin Dersim’den kaldırılması icab eder.” O da müşir gibi ağalar ve seyitlerin akrabalarıyla birlikte sürgün edilmesini istemektedir. İlaveten bu sürgün edilen ağalardan boş kalan yerlere harici muhacirler yerleştirilmelidir. Mamuretülaziz Vilayeti Raporu 15 Ocak 1894 tarihinde, Mamuretülaziz vilayeti tarafından Dersim Islahatı için ayrıntılı bir rapor hazırlanmıştır. Bu raporda önerilen çözüm önerileri ana hatlarıyla şöyledir; Palu tarafında yapılması düşünülen şose, Pertek ve Hozat’a kadar uzatılarak, Kutu deresi üzerinden Erzurum yolu ile birleştirilmeli, Mamuretülaziz’deki idadi mektebinin yatılıya dönüştürülmesi ve ekradın çocukları için ilkokullar açılması, Dersim içindeki madenlerin ve tuzlaların işletilmesi, Hozat’taki vilayet merkezinin Vanaric’e nakliyle, bütün kazaların orta noktasında vilayetin yeniden teşkili, Dersim bidayet mahkemesinin Arapkir’e nakli, yapılacak olan Kutuderesi, Erzincan yolu üzerindeki eski hanların ve nöbetçi kulelerinin restore edilmesi, bölgedeki asker sayısının arttırılması fakat istihdam edilmiş olan yerel zabitanlardan işe yaramayanların emekliye sevk edilmesi, Darboğaz ve Vanaric’de ikamet edilecek askerden, iki yüz katırlı ve her birisine iki nefer binmek üzere dört yüz neferli bir esterli birliği teşkil edilmesi. Bu öneriler başta güvenlik olmak üzere çeşitli gerekçelerle, seraskerlik tarafından kabul görmemiştir. Şakir Paşa ve Zeki Paşa’nın ra-
porları 1878 Berlin Antlaşması’nın 61’inci maddesi gereğince Osmanlı devleti Ermenilerin meskun oldukları Doğu Anadolu illerinde ıslahat yapmakla yükümlüydü. Bu ıslahata “Anadolu ıslahatı” adı verilmektedir. Anadolu Islahatına memur kılınan Yaver-i Ekrem Müşir Şakir Paşa ile Dördüncü Ordu Kumandanı Mehmet Zeki Paşa tarafından ortak kaleme alınan Dersim ıslahatına yönelik layiha, dört aşamalı bir plan içermektedir. Birinci aşama; Dersim ıslahatının mukavemet görmeden gerçekleşebilmesi için en az yirmi taburluk bir askeri kuvvete ihtiyaç olacağı belirtilmiştir. On tabur piyadenin Mercan Boğazı’ndan Ovacık’a, diğer birliklerin ise Mamuretülaziz ve Çemişgezek’ten hareketle Hozat’a hareket etmesi öngörülmüştür. Bölgenin sarp olması nedeniyle süvari ve sahra topu kullanımı uygun görülmemiştir. İkinci aşama harekat esnasında direniş göstermeyen ahaliye karşı silah kullanılmaması, gösterenlere ise şiddetle cevap verilmesi, harekât neticesinde Çemişgezek ve Mazgirt’in Mamuretülaziz’e raptedilmesi, Hozat, Ovacık ve Kızılkilise’nin ise sıkıyönetim ile idare edilmesi teklif edilmiştir. Bu aşamada Hozat yolunun derhal yapılması ve fukara ahalinin yevmiye karşılığı yol yapımında istihdam edilmesi, kendi rızasıyla itaat eden ahali ve reislere asla kötü muamele yapılmaması, karşı koyan ve teslim olmayanların Yemen ve Trablusgarb’a sürgün edilmesi, bunun için ordu komutanlarına talimat verilmesi ifade edilmiştir. Hareket neticesinde hemen tahrire başlanılması ve 1895 yılına kadar olan asker ve vergi borçlarının af edilmesinin uygun olacağı, bundan böyle alınacak askere alınacakların Hassa 1’nci Ordu-yı Hümayun’da, dolayısı ile daha kalabalık ve merkezi yerde istihdam edilmesiyle medeniyete alıştırılmaları gerektiği de ifade edilmiştir. Üçüncü aşama. Asayiş sağlandıktan sonra bölgedeki asker azaltılmalı ve mevcut asker bir yerde toplanmalıdır. Bundan sonra modern idari binalar inşa edilmeli, çocuklar mektebe alınıp, cazip kılınmak için okuyan ço-
cuklara ekmek ve kıyafet verilmeli, diğer Kürtler içinden Nakşibendi hocalar bu bölgeye gönderilmeli ve tekke kurarak halkı Sünnileştirme faaliyetlerine ağırlık verilmelidir. Fakat bu Nakşibendi hocalarının devlet tarafından gönderildiği öğrenildiği taktirde ters tepeceğinden, bunların görevli olduklarını gizlemeleri ve kendi rızalarıyla buralara geldiklerini halka telkin etmeleri istenilmektedir. Bundan sonra; halkın ziraat ve çalışmaya alıştırılması, fukaraya arazi dağıtılması, gıda ihtiyacını azaltacak patates ve mısır gibi ürünlerin yetiştirilmesi, ormanlardan odun ve kereste kesilip satılması gibi işlere ahalinin teşvik edilmesi gerekmektedir. Vergilerin uygun şekilde tarh ve tahsili ile beraber yol yapımına ağırlık verilmesi de bu aşamada üzerinde durulan bir husustur. Dördüncü aşama; Aşiretler arasındaki husumetin çözüm merciinin hükümet olduğu kendilerine anlatılmalı ve reislerden meclis azalığı ve belediye reisliği görevinde bulunanlar olsa da bunların nahiye müdürlüğüne getirilmemeleri, bunların yerine fukara ahaliden birilerinin seçilmesine dikkat edilmelidir. İşler planlandığı gibi gittiği taktirde Ovacık kazası Erzincan’a, Hozat kazası Mamuretülaziz’e ve Kızılkilise gene yakın bir sancağa raptedilerek, sıkıyönetime son verilmesi teklif edilmiştir. Bu ortak kaleme alınan rapor haricinde, gerek Şakir Paşa’nın gerekse Zeki Paşa’nın tek başına kaleme aldıkları başka raporlar da mevcuttur. Bunlarda özellikle Zeki Paşa, askeri harekâtın geçici sükunet sağlayacağını ama uzun vadede sorunu çözmeyeceğini, eğitime ağırlık verilmesi gerektiğini, önceleri Şia mezhebine yakın olan Dersim Kızılbaşlarının şimdilerde Hıristiyan mezhebi gibi telakki edilme durumuna geldiklerini ifade etmektedir. Şakir Paşa ise vergi alınamayan ve sorunlu bölgenin Hozat’ın kuzeyi, Pah, Ovacık ve Kızılkilise olduğunu, Mazgirt, Çarsancak ve Çemişgezek ile Hozat’ın güneyinin esas Dersim’den olmayıp ahalisinin muti olduğunu ifade etmiştir. Esas Dersim denilen bölgenin ziraata elverişsiz ve ahalisinin fakr-u zaruret içinde olduğu, her iki paşa tarafından dile getirilmiş ve bu nedenle bu bölgeden vergi alınmasının pek de mümkün olamayacağı ifade edilmiştir. 25 Ocak 1898 tarihinde ise Zeki Paşa, Bitlis ve Sason dolayındaki asayiş sorunundan ve
Ermeni meselesi ile Rus tehdidinden dolayı, Dersim’e askeri hareket düzenlenmesinin uygun olmayacağını Sadarete bildirmiştir. Harekâtın şekil ve zamanı konusunda her iki paşa arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmıştır. 1908 Raporları 1907-1908 Dersim isyanı neticesinde yeniden Dersim Islahatı için girişimde bulunulmuş ve daha önce bölgede görev yapmış olan mülki amirlerden raporlar istenmiştir. Dersim mutasarrıfı Hayri Bey de Harput eski valisi Hasan Hilmi gibi aynen “bir mülazımı öldürüp ciğerini yemişler.” demiştir. Hayri Bey Dersim’in Çarsancak kazası ahalisinin Türk, Sünni Kürd ve Ermeni olarak muti olduğunu, Mazgirt kazası ahalisinin Kızılbaş olup kısmen muti olduğunu ve öteki kazalardan Kızılkilise, Ovacık ve merkez nahiyelerinin ahalisinin ise umumen Kızılbaş olup muti olmadıklarını belirtmektedir. Yani kabaca ahalinin üçte biri gayri mutidir. Hayri bendeleri Dersimliler hakkında ayrıca şöyle demektedir: “..zâhiren ve âcilen değerli bir istifâde edilemeyeceği gâlibâ düşünülmüş olmalıdır ki beş yüz seneden berüdâ’ire-i inkıyâda alınmaları ilzâmedilmemişdir… Mukaddimedeki beyânât-ı ubeydânemdenmünfehim olur ki; Dersim Kürdlericehâlet ve dalâletin en alçak derekesinde kalmış kimselerdir.” Meclis-i Mâliye a‘zâsından Musa Celal bin Hakkı şöyle yazmıştır: “Dersimlilerin Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetleri dâhilinde meskûn Şâfi‘iyyü’l-mezhebekrâd ile de ne mevki‘an ve ne de mezheben bir gûneirtibât ve münâsebâtı olmadığından bunlar Anadolu’nun kısm-ı şarkîsi vasatında bir leke nev‘inden olarak mine’l-kadîm şirret ve mazarratlarıyla mevcûdiyet-i şahsiyyelerini muhâfaza ve irâ’e edegelmişlerdir.” 1908 yılında devlet ilk defa aşiretler hakkında çok detaylı bir araştırma yapmış ve tek tek aşiretlerin nüfusu, geçim yolları, devlete ne derece sadık oldukları, ellerindeki eski ve yeni silah miktarları gibi konularda rapor hazırlamıştır. Benzer çalışmalar daha sonra Cumhuriyet hükümetince de yapılacaktı. Mikdad M. Bedirhan’ın Raporu Cizreli Bedirhan Bey sülalesinden gelen ve 1898 yılında Kahire’de ilk Kürtçe gazete olan Kurdistan’ı çıkarmış olan MikdadMidhat Bedir-
han 30 Eylül 1912 tarihinden 26 Şubat 1913 tarihine kadar Dersim sancağı mutasarrıflığı yapmıştır. Mutasarrıflıktan ayrılmadan birkaç gün önce imzalamış olduğu ve Mamuretülaziz vilayetine sunmuş olduğu “layiha-i ıslahiyesi” mevcut layihalar arasında belki de en ilginç olanıdır. Bedirhan layihasında Afrika’nın vahşi kabilelerine benzettiği Dersim halkına devletin medeniyet götürmesi gerektiğini bariz bir Oryantalist söylemle ifade etmektedir. “… Şimdiye kadar bir gune nimet-i temeddün ve maariften ve terbiye-i ictimaiyeden katiyen behredar olamayarak daima bir vahşet ve cehalet içinde ve adeta hilkat-i Adem’in hal-i ibtidailerinde kalmış ve yekdiğerinden çalmak ve çırpmakla temin-i maişeti bir sanat ve adat edinmişlerdir”. Bedirhan, İngilizlerin Sudan’da icra ettikleri tedbirlerin bizim için de nazar-ı dikkate alınacak ve numune-i emsal addolunacak türden olduğunu yazmaktadır. Bedirhan’a göre Dersim Kürtlerini şekavete sevk eden birinci sebep zaruret ve açlık, ikinci sebep de “başlarında bulunan ağaların sevk ve tahrikidir”. Dersimlileri “insanlar sırasına getirmek” için öncelikle meşru ticaret ve kazanç yolları gösterilmeli ve onları çalıştırarak para kazandırmalıdır. Bu iş için de evvel emirde Erzincan-Hozat-Mamüretülaziz yolunun inşa edilmesi gerekir. Bu yolun inşasında binlerce işsiz güçsüz Kürd amele çalışarak günde alacakları yedişer, sekizer kuruşun mahiye teşkil edeceği yekun müddet-i ömründe beş kuruşu bir arada görmeyen o sefillerin nazarında hasıl edeceği azamet ile meşru yoldan çalışma yolunu öğreneceklerdir. Yolun açılması Dersim’i dünyaya bağlayacak, asayişi temin edecek ve Dersimliler için yeni üretim ve ticaret kapıları açacaktır. Sonuç ise; Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadarki sürede Dersim’e ondan fazla askeri harekat yapılmış fakat devlet bunlardan kalıcı bir sonuç elde edememiştir. Osmanlı ricalinin Dersim’e yönelik ıslahat raporlarında Dersim’in ıslahı için birinci madde olarak emniyet ve asayişin temini ikinci olarak da ahalinin geçiminin dü-
zeltilmesi gelmektedir. Dersim ahalisi muti ve gayr-i muti olarak ikiye bölünmekte ve ikinci kısmın asıl Dersim denen Hozat, Ovacık, Pah, Kızılkilise ve Pülümür civarında yaşadığı kaydedilmektedir. Layihalarda eğitim ve misyonerlik de önemli bir yer tutmaktadır ancak bu konudaki tebdirler tam uygulanmamıştır. Protestan misyonerlerin Kızılbaşlar arasında etkili olması ihtimaline karşı bölgeye Sünni/Hanefi ulemadan şahıslar gönderilmiş, ücretsiz Kuran dağıtılmıştır. 2’nci Abdülhamit devrinde devletin Dersim’de açtığı okullarda okuyanlar yine Sünni ahali ve memur çocukları olmuş Alevi veya Kızılbaş çocukları bu okullara gitmemiştir. Bu durumu bu okullardaki öğrenci sayılarının çok düşük olmasından anlıyoruz. Mamuretül-Aziz valisi Hasan Hilmi Paşa’nın 1890 yılında Dersim için kullandığı “çıban” ve “sivilce” benzetmesi Cumhuriyet döneminde de süregiden devlet söyleminin tipik bir motifidir. Dersim raporlarına bakıldığında, genelinde birbirinin mükerreri olan ifade ve beyanlar görülmektedir. Raporların birçoğu civardaki Sünni ahali ve ulemadan alınan malumat üzere yazıldığından birçok önyargı ve yanlış bilgiyi de ihtiva etmektedir. Örneğin 1888 yılında Harput valisi Hasan Hilmi tarafından yazılan raporda, Dersimlilerin yedi-sekiz sene önce bir mülazımı katledip ciğerlerini yedikleri ifade edilirken, aynı ifadelerin yirmi yıl sonra mutasarrıf Hayri tarafından da dile getirildiği görülmekte fakat bu mülazım kim olduğu ve ne zaman nerede katledildiğine dair bilgi verilmemektedir. Bu da asılsız bir şayianın uzun dönem dilden dile dolaştığını göstermektedir. Oysa bölgeye bizzat gidip sorunları yerinde inceleyen mutasarrıf Hüseyin Şükrü gibi şahıslar, bölgedeki çelişkileri iyi görmüş ve sağlıklı çözüm önerileri sunmuştur. Tüm bu süreçte görülmesi gereken en önemli husus, devletin Dersim ahalisi ile doğrudan bağ kurmak yerine hep ağaları ve seyyitleri kullanmaya çalışmış olmasıdır. Bu ağa ve seyyitler devletle işbirliği yaptıkları sürece halka nasıl davrandıkları devlet açısından önemli olmamıştır.
İslâm’ın Kaderi ve İlk Dönem Yaşananlar Aydın Tonga
İslam Peygamberi, ölümünden sonra yakın çevresinde yaşanacak olan felaketleri tahmin etmiş midir acaba? Pek sanmıyorum. En azından geleceği o kadar hunharca yaşanacak bir yarınlar olarak düşünmemiştir. Nihai olarak peygamberliğin son on yılında “iktidar” olan, Mekke’nin ele geçirilmesi ile iktidar gücünü zirveye taşıyan biri; bu “geleceği” öngöremezdi. Belki kendisine düzenlenen “suikast” geleceğe dönük endişelerinin artmasına neden olmuştur ama nihai olarak en yakın çevresinin birbirlerini öldürmek üzere karşı karşıya geleceğini de düşünmemiştir. Bununla birlikte “geleceğin” pek de aydınlık olamayacağı daha Peygamber’in öldüğü gün anlaşılmıştı. Çünkü Peygamber’in öldüğü gün başlamıştı “iktidar” kavgası. Bu kavgaya Peygamber’in yakın çevresinin dahil olmaması düşünülebilir miydi peki? Sonrasında yaşanan gelişmeler bu ihtimali ortadan kaldırmış ve iktidar kavgası en şiddetli hâliyle yaşanmıştı. Bir defa ilk halife seçimi ile başlamıştı bu kavga. Zira Ebubekir’in halife seçilmesini Peygamber’in amcasının oğlu ve damadı Ali ve eşi Fatma kabul etmemişti. Dahası Fatma bu kararını ölümüne değin sürdürmüştü. Ölümünden
önce Ömer’in, Ali’nin evine gelip söylediği iddia edilen sözler, o esnada Fatma’nın yaşadıkları ise ayrı bir travma olsa gerek. Öte yandan Fatma çocuklarının başına gelenlere tanık olsa kim bilir o travmanın boyutu ne olurdu. Osman’ın öldürüldüğü sene Müslümanları bekleyen büyük travma ise Cemel Vakası olarak da bilinen Basra Savaşı’dır. Bu savaşın tarafları, “normal” koşullarda karşı karşıya gelecek, birbirlerini öldürmek üzere savaş meydanında hazır olacak kimseler değildir. Şöyle ki savaşın bir tarafında Ali bin Ebu Talib vardır. Onun İslam dünyasındaki yerini anlatmaya gerek yok. Diğer tarafta ise Peygamber’in halasının oğlu ve dönemin en zenginlerinden Zübeyr bin Avvam, yine ilk Müslümanlardan olan ve zenginliği ile de bilinen Talha bin Ubeydullah ve Peygamber’in eşi Aişe vardır. Burada ayrıca şu notu da eklemek gerekir. Talha ve Zübeyr ilk Müslümanlardandır. Her ikisinin Müslüman olmasına Halife Ebubekir vesile olmuştur. Peygamber’le birlikte Mekkelilere karşı savaşmışlardır. Diğer taraftan özellikle Zübeyr
bin Avvam halifelik seçimlerinde Ali’den yana tavır almıştır. Nitekim Ebubekir ve Osman’ın halife seçilme sürecinde de Zübeyr, Ali’yi desteklemiştir. 656 yılına gelindiğinde ise sanki bütün o “kardeşlik tarihi” bir anda silinmiştir. Müslümanlar daha Osman’ın öldürülme şokunu üzerlerinden atamamışken Basra’da Ali’ye karşı Aişe, Talha ve Zübeyr savaş açmıştır. Üstelik bu savaşa toplamda elli bin kişi katılmıştır. Sonuç mu? Felaket elbette. Aralarında Talha ve Zübeyr’inde olduğu on bin kişi bu savaşta yaşamını kaybetmiştir. “Ümmet birliği” mi? Sizlere ömür diyelim. Ümmet bir defa parçalanınca kırılan cam misali onları toplamak, yeniden birleştirmek mümkün olmayacaktı. 657 yılında vuku bulan Sıffın Savaşı bu durumun en büyük kanıtıdır. O kadar ki sanki daha bir yıl önce Müslümanlar birbirlerini öldürmemiş, anılan harpte on bin can yaşamını kaybetmemiş gibi bu kez harp divanı Suriye sınırlarında Sıffın’da kurulmuştu. Savaşın bir tarafında yine Ali vardı. Çünkü bu kez de Ali’ye karşı Muaviye savaş ilan etmişti. Muaviye bahsi açılmışken ona ayrı bir sayfa açmak gerekir ama Muaviye’yi de yazımızın sınırları dâhilinde anlatmaya çalışalım.
Muaviye iktidarla özdeşleşmiş bir ismi tanımlar aynı zamanda. O kadar ki babası Ebu Süfyan, Uhud’dan itibaren Mekke cephesinin lideridir. Muaviye’nin gençliği Müslümanlara karşı savaşarak geçmiştir. Mekke ele geçirilip ailesi ile birlikte Müslüman olduktan sonrada Muaviye’nin “iktidar” zırhı devam eder. Bir defa ailesiyle birlikte ganimetten bile faz pay alır, sonrasında peygamberliğin idari katipliğini üstlenir. Ayrıca içinde bulunduğu soy olan Ümeyyeoğulları, Peygamber döneminde de gücünü muhafaza eder. Bu arada Muaviye’nin kız kardeşi Ümmü Habibe de İslam Peygamberi ile evlenmiştir. Nihai olarak Halife Ömer döneminde Vali olmuş ve halife Ali dönemine kadar Valiliğini, yıldan yıla güçlenerek sürdürmüştür. Sıffın’a geri dönersek… Eldeki kayıtlara göre iki yüz binden fazla Müslüman dört ay Sıffın’da çarpıştı. Basra savaşı bu felaketin yanında küçük kalıyordu elbette. Düşünün Peygamber’in ölümünün arkasından henüz yirmi beş yıl geçmişken İslam dünyası ortadan ikiye bölünmüş ve birbirlerini yok etmek üzere yüzbinlerle karşı karşıya gelmiştir. Bu savaşta kim neyi temsil ediyordu, savaşın taraflarının özellikleri neydi? Bunlar ayrı bir yazının konusu olduğu için burada değinmeyeceğiz. Biz burada yalnızca olayın vahametini aktarmaya çalışıyoruz. Savaşın bitimini az çok tahmin etmişsinizdir. Kan deryasına dönen topraklar, ölüler, yaralılar; yok oluşa sürüklenen binler, on binler… Bu savaşta kırk beş bini Muaviye askeri olmak üzere tam yetmiş bin insan can verdi. Üstelik Muaviye’nin “hakem” hilesi ile savaşın bir neticesine de ulaşılamadı. Aksine bu savaşta üçüncü bir taraf olarak ortaya çıkan Hariciler, Nehrevan’da binlerce taraftarını kaybetti. Çünkü onlar Sıffın sonrasında kimi sebepleri gerekçe göstererek Ali’ye de isyan etti. İsyan neticesinde de Nehrevan olayı yaşandı. “Ümmet” günden güne dağılıyor, gelecek günden güne kararıyordu artık. Hariciler Muaviye, Ali ve Amr bin As’a suikast düzenleyerek bu karanlığı iyiden
iyiye büyüttüler. Ali bu suikast neticesinde hayatını kaybetti. Onu öldüren Abdurrahman İbn Mülcem adlı bir “Müslümandı.” Üstelik Hariciler, Müslümanlık kabilinden kendinden olmayanları beğenmeyen, dini en doğru temsil eden kesim olarak kendilerini gösteren bir gruptu. Savaş bir defa başlayınca iktidar hırsı bir defa zaferini ilan edince yaşanan kaosun önüne geçmek ne mümkündü. Bu durumu başka türlü izah edemeyiz; eğer ortada dini bir gerekçe yoksa sebep beşeridir. Yani savaşın tek sebebi iktidar, güç, otorite savaşıdır. Devam edelim. Ali’nin öldürülmesi ile hilafete oğlu Hasan geçse de bu uzun sürmedi. Kimi rivayetlere göre Hasan da öldürüldü. Akabinde Muaviye halife oldu ve bu durum ölümüne değin yani yaklaşık yirmi yıl devam etti. Oğlu Yezid’i de ölmeden halife tayin eden Muaviye, savaşın şiddetinin artarak devam edeceğini daha sağlığında duyurmuş oldu. Çünkü Ali taraftarları ile diğer muhalif guruplar Muaviye’nin halifeliğini bile istemezken oğlu Yezid’i nasıl kabul edeceklerdi! Nitekim öyle de oldu. Yezid’in halife seçilmesine Ali bin Ebu Talib’in oğlu Hüseyin ile Zübeyr bin Avvam’ın oğlu Abdullah bin Zübeyrve diğer bazı isimler karşı çıktı. Tam bu dönemde Hüseyin ailesi ve taraftarları ile birlikte Kufe’ye doğru yola çıktı. Irak sınırları içerisindeki Kerbela’ya gelince önleri kesildi ve Hüseyin ailesindeki yetmiş iki kişi ile birlikte katledildi, başı kesildi. Kerbela hadisesi diğer kanlı olaylar gibi oldukça feci manzaralar eşliğinde gerçekleşmiştir. Dileyen o tarihe ayrıca bakabilir. Ben bu noktada sadece şunu söylemek istiyorum. Hüseyin ve ailesini katleden ordunun başında bulunan kişi Ömer bin Sa’d idi. Bu zat Said bin Ebi Vakkas’ın oğludur. Said bin Ebi Vakkas bir rivayete göre “cennetle müjdelenen” on kişi arasında yer almaktadır. Ömer’in
halife adayları arasında yer almaktadır. İşte Ömer bin Sa’d, böyle bir kimsenin oğlu olarak Hüseyin’i öldüren ordunun başında bulunmuş ve hatta bazı kaynaklara göre Hüseyin’e ilk oku o atmıştır. Bu arada ek bir not olarak aktaralım ki Ömer de Hüseyin’in öcünü almak isteyen Muhtar bin Ebi Ubeyde Sakafi tarafından oğlu ile birlikte kafası kesilerek katledilmiştir. Öte yandan Sakafi’yi öldüren de diğer bir muhalif isim olan Abdullah b. Zübery’in askerleri olmuş ve hatta askerler Sakafi’nin eşi ve kızının da kafasını kesmişlerdir. Abdullah bin Zübeyr demişken ona dair de iki çift kelam edelim. Yukarıda da belirttiğimiz gibi babası Zübeyr bin Avvam’dır. Annesi ise Halife Ebubekir’in kızı Esma’dır. Dolayısıyla Peygamber’in eşi Aişe’nin de yeğenidir. Gelelim onun ölümüne giden tarihe: Abdullah bin Zübeyr, Yezid’in halifeliğini kabul etmemiş ve kendi halifeliğini ilan etmiştir. Dahası yaklaşık on yıl boyunca Mısır ve Şam haricindeki yerlerin hâkimiyetini de ele geçirmiştir. Lakin onun da akıbeti kötü olmuş, yetmiş iki yaşındayken Abdülmelik b. Mervan’ın kumandanı Haccac ordusu tarafından öldürülmüş ve sonrasında da başı kesilmiştir. Nihai olarak daha Emevilerin ilk dönemlerinde Mekke iki defa kuşatılmış, Harre Vakası diye de bilinen olayda Medine kuşatma altına alınmış, bir zamanlar Peygamber’e ev sahipliği yapan ve İslam dünyasının başkenti olan bu şehir üç gün boyunca yağmalanmış yüzlerce Kur’an hafızı ve onlarca sahabe ile birlikte binlerce insan da bu kuşatma sonrasında katledilmiştir. Peygamber’in en yakın arkadaşları, aile çevresi, torunları aktardığımız bu tarihte ve sonrasında yaşamını birer birer kaybederken hiç kuşkusuz gelecekte yaşanacak kaosun da haberini veriyordu. Peki, Peygamber bu gerçeği bir biçimde öngörebilseydi ne olurdu, dine ve siyasete dair kararları değişir miydi? Cevabı hiç bilemeyeceğiz ama bu soru bir biçimde zihinlerde yer almalı diye düşünüyorum.
İllüstrasyon: Sebastian Tian
Dinlerin Gelecekle İmtihanı Timur B. Davletov
İnsanlığı sonsuz doğada mevcut bitki ve hayvan âlemlerinden farklı kılan noktanın örgütlü dinler olgusu olduğu ileri sürülebilir. Geçmişten gelen bu inanç sistemleri günümüzde de insanlığı farklı kılmaya ve onun üzerinde etkili olmaya devam etmektedir. Esasında insanın algı, düşünce ve davranışlarını olumlu veya olumsuz anlamda etkileyebilen ve biçimlendirebilen inanç sistemlerinin ilan edildiği şekliyle geliş amaçları insanlığı “daha ileriye götürmek” ile ilgilidir. En azından anons edilen amaçlarının bu olduğuna inanılmakta ya da böyle anlatılmaktadır. Asırlar boyunca dinlerin bu duruşu oldukça güçlü bir itici güç olarak işlev görmekteydi. Bu itici güç sayesinde pek çok inanç sistemi ya da din; kendini diğer sistemlerden üstün görmüş, insanlığı mevcut noktadan daha iyiye götürme konusunda daha çok hak sahibi olduğuna inanmıştır. İnanç sistemleri arasındaki bu rekabet sürecinin günümüzde de devam ettiğini belirtmek gerekmektedir. Pek tabii, dinlerin beşeriyetin toplumsal ve bireysel yaşamının biçimlendirilmesinde birçok
olumlu etkisi de olmuştur. Bu yazıda çeşitli inanç sistemlerinin en az inançsızlık kadar sosyal yaşamın birer gerçekliği olduğu kabulünden hareket edildiğinin anımsatılması yerinde olacaktır. Dolayısıyla bazen sosyal medyada şu veya bu inancın mensuplarının başka inançsal geleneklere dair kullandıkları menfi nitelemeler bu yazı kapsamına alınmamıştır. Nitekim bu yazının amacı da böyle bir üstünlük mücadelesinin oldukça ötesindedir. İnsanlık gelişim sürecinde genellikle üç zaman kavramını kullanır hâle gelmiştir. Bunlar geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanlardır. Bu üçlünün içerisinden dinlerin en güçlü oldukları vakit geçmiş zamandır. Bunu gelecek zamanın takip ettiğinin ifade edilmesi yanlış olmayacaktır. Ancak inanç sistemlerinin başka inanç sistem veya sistemlerini eleştirirken sıkça başvurduğu ve dolayısıyla aslında en zayıf olduğu zaman ise içinde bulunulan zaman, yani şimdiki zamandır. Örneğin, bir putperest eleştirilirken “Şu taptığın ağacın bir gücü varsa şunu yapsın
veya bunu yapsın yapabiliyorsa” gibi ifadeler kullanılabilmektedir. Bu ifadeyi kullanan taraf, kendi temsil ettiği inanç sisteminin daha güçlü olduğu ve karşı tarafın da doğal olarak çürütülmüş olduğu kanısına sahiptir. Oysaki eleştiri yapan taraf, şimdiki zaman zemininde çürüttüğünü düşündüğü taraf ile benzer koşullara tabi olduğunu fark etmemektedir. Bu noktada elbette daha derin incelemeler yapılabilir; ancak bu yazının konusu böyle bir inceleme ortaya koymak olmadığı için esas konuya geçilecektir. Esas konu, dinlerin kendilerini oldukça güçlü hissettikleri gelecek zamanın sınavına tabi tutulmaları ile ilgilidir. Zira zaman aktıkça ve insanlık geliştikçe sosyokültürel ortam da hızla değişmektedir. Bu süreçte yeni sosyal değer ve normlar ortaya çıkmakta, insanların algı ve bilgi dağarcıkları gelişmektedir. Bu nedenle dün kader olarak anlatılabilen veya algılanabilen bir husus, günümüzde mutlak kaderden çıkabilmekte ve dolayısıyla değişebilmektedir. İletişim araçlarının haberlerin yayılmasını son derece hızlandırdığı bu ortamda bil-
ginin gizli ve saklı tutulabileceği alanların da giderek daraldığı tahmin edilebilir. Dolayısıyla insanların eskiden haberdar olmalarının pek mümkün olmadığı konular günümüzde rahatlıkla su yüzüne çıkabilmekte ve geniş kitleler bundan haberdar olabilmektedir. Haberdar olunan bu konular dinle veya dini temsil eden kimselerle ilgiliyse bu kez bu bilgiler eski vakitlerdeki o “cool” havanın sarsılmasına yol açabilmektedir. Bu nedenle günümüzde inanç sistemlerinin asırlarca maharetli bir biçimde kullanmaktan kaçınmadıkları, klasikleşmiş özünü övme tekniğinin yetersiz kalabildiğine tanık olunabilmektedir. Eski dönemlerden beri kullanılan tebliğ yani misyonerlik ve dine çağırma faaliyetleri de bu nedenle günümüzde beklenen sonucu vermeyebilmektedir. İnanç sistemlerinin tapınaklarını canlı tutabilmek için ibadethanelerini sanat ve kültür merkezleri hâline dönüştürmeleri veya gençliği ve çocukları çekebilmek için envaiçeşit hediyeler eşliğinde çeşitli promosyon çalışmalarına başvurmaktan çekinmemeleri belki de bu yüzdendir. Özellikle bilgi dağarcığının genişlemesiyle birlikte ve Batı tarzı sorgulayıcı eğitimin yaygınlaşmasıyla insanlar kendilerini sorgulama kültürü içerisinde bulabilmektedirler. Sorgulama kültürü ise zaman içerisinde uzaklaşmaya veya yabancılaşmaya yol açabilmektedir. Öte yandan bir inanç sisteminin dayanağı yazılı kutsal metin ise bu tarz bir manevra alanının da pek geniş olmadığını ifade etmek mümkündür; çünkü yazı ile söz arasındaki ilişki statik ile dinamik arasındaki fark kadar keskindir. Söz gelişmeye açıkken yazı değişime karşı pek esnek olmayabilmektedir. Hâl böyleyken sosyal, kültürel, ekonomik, teknolojik, siyasal vs. alanlarda hızlı değişim ve gelişimler yaşanırken yazının tüm konularda yanıt verme veya yanıt bulma kaynağı olarak hizmet
vermede çetinlikler yaşayabilmesi olasıdır. Bunun ve daha başka nedenlerin dinlerin gelecekteki varlıkları için bir çeşit imtihan oluşturabileceğini tahmin etmek mümkündür. Hatta deizmin kendi saha sınırlarını giderek genişletmesi süreci günümüzde dahi yaşanmaya başlamıştır. Ateizm de dünya üzerinde hızla yayılan bir inançsızlık veya tanrıtanımazlık sistemidir. Nitekim Onedio Editörü Nihat Bilge’nin 23 Ekim 2018 tarihli “Avrupa Dinden Uzaklaşıyor: Hollanda, Bir Dine Mensup Olmayanların Çoğunluk Olduğu 5’nci Ülke” adlı yazısında Anadolu Ajansı, The Guardian ve birçok haber kaynağına dayanarak yer verilen bilgiler bu açıdan çok dikkat çekicidir. Esasında Batılı ülkelerde dine mensup diyen kitlenin hızla azaldığını ifade etmek mümkündür. Batı olunca da Doğu’dan kaçan herkesin bu coğrafyada huzuru bulmaya çalıştığı da malumdur. Bu nedenle zaman içerisinde etkileşim sonucunda sorgulama kültürünün yüksek olduğu Batılı ülkelerdeki doğuluların da inançsal kimlik veya dinî aidiyet konusundaki durumlarını gözden geçirmeye başlayabileceği tahmin edilebilir. Aynı yazıda The Guardian’a dayanarak verilen bilgilere göre genel nüfusun içinde kendini dinsiz olarak tanımlayan kesimin çoğunlukta olduğu ülkeler; Çek, Estonya, İsveç, Hollanda, İngiltere, Macaristan, Belçika, Fransa, Finlandiya, Danimarka, Norveç, İspanya’dır. Kendini herhangi dine bağlı görmeyenlerin oranının genel nüfusun içerisinde yüzde 50 dolaylarında olduğu ülkelerin ise Rusya, İsviçre, Almanya olduğunu da burada belirtmeden geçmek istememekteyim. Yukarıdaki bilgiler Avrupa’da özellikle 16-29 yaşlar
arası gençliğin dinî aidiyetine yönelik araştırmanın sonuçlarıyla ilgilidir. Kısaca Batı’da gençlik giderek tektanrıcı dinden uzaklaşmakta, bu ise gelecekte genel nüfus içerisinde inançsızlar oranının daha da yükseleceğine şüphesiz ki apaçık işaret etmektedir Ki şu an .zaten Avrupa’da da gençler ibadethaneleri yani tapınakları düzenli olarak ziyaret ettiklerinden söz etmek güçtür. Bu tür belirtilerin ise dinlerin laikleşmesine yol açmakta olduğu düşünülebilir. 2017 yılında çıkan ve 2018’de ikinci baskısını gören Şaman Doğa’nın Şifası Uyanınca adlı kitabımızda da “Şamanizm ve Laiklik” başlığı altında bahsettiğimiz gibi günümüzde yaşanan bu süreç esasında dinlerin laikleşmesi sürecidir. Eskiden bu kavram devlet ile din arasındaki mesafeyi ifade ederken artık bu terim birey ile din arasındaki mesafeyi tanımlar hâle gelmiştir. Bu noktada belirtilmesi gerekmektedir ki mevcut gelişmelerden Şamanizm de muaf değildir. Son olarak dinlerden bir çeşit sihir ya da hokus pokus beklentisi ile ilgili kültür ya da sorunlara getirilecek mutlak bir çözüm formülüne dair inanış azaldıkça insanlar ile dinler arasındaki mesafenin de artacağını düşünmenin mümkün olduğu ifade edilebilir. Bu mesafe artışının sonucunda ise dinlerin giderek daha da laikleşmesi kaçınılmaz görünmektedir. Aynı zamanda dinler gelecekte safları genişletebilmek için günümüzdeki tebliğ, yani misyonerlik politikalarını gözden geçirerek bu konuda yepyeni taktiklere yönelmeleri pek olasıdır. Uzun lafın kısası, yukarıda tüm anlatılanların ışığında geleceğin özellikle sorgulama kültürünün ve ateizmin yaygınlaştığı ortamda tektanrıcı inanç sistemleri için gerçekten de amansız bir imtihan tadında olacağını söyleyebiliriz.
İllüstrasyon: Esin Karabenli
Ateistler Doğaüstüne İnanabilir Mi? Berat M. Seferoğlu
Ateistlerin çoğunun doğaüstü iddialara karşı genel bir şüphecilik taşıdıklarını görüyoruz. Hatta ateizmi tanımlarken buna tanrı ile beraber diğer bütün doğaüstü inançların da reddini dahil eden kişiler hiç de azınlık değil. Ancak bu ne kadar doğru? Bir ateist, doğaüstü iddiaları doğru kabul edemez mi? Örneğin ruhları düşünelim. Bir ateistin ruhlara inanamayacağı neden iddia edilir? Belki de ruhların varlığına kanıt olmadığı ya da karşıt yönde kanıtlar olduğu için var olduklarının ateistlerce kabul edilmemesi gerektiğini düşünüyorsunuz? Bizce bu doğrudur, ancak bu durum ateistlerin ruhlara inanmamasını gerektirmez. Bazı ateistlerin irrasyonel inançları vardır. Ancak bu durum söz konusu irrasyonel inançların ateizmle tutarsızlık gösterdiği anlamına gelmez. Ateistlerin inanamayacağı bir şeyin ateizmle direkt olarak çelişmesi gerekir. Yani sormamız gereken esas soru, doğaüstü fenomenlerin var olması için tanrının var olmasının gerekip gerekmediğidir. Basit bir düşünce deneyi yapalım. Diyelim ki; ezeli bir maddi evren ve bu evrende ezeli ruhlar var. Bu ruhlar kudret ve bilgi olarak yaklaşık insan seviyesindeler. Maddi evrende değişikliklere
neden olabilmekle beraber bir evren yaratamamaktalar. Böyle bir senaryo kendi içinde tutarlı görünmektedir. Üstelik, bu senaryoya göre tanrı diyebileceğimiz herhangi bir varlık da yoktur. Bu evrendeki ruhlar evrenin varlığının ve özelliklerinin nedeni değildir. Oysa tanrı, kendisi haricinde her şeyin var olmasının, varlıklarını sürdürmesinin ve özelliklerinin nedeni olan kişisel bir varlıktır. O zaman diyebiliriz ki ateizm, direkt olarak doğalcılığı gerektirmez, tanrı var olmasa bile doğaüstücülüğün doğru olması mümkün görünmektedir. Bu sonucun anlaşılması çok önemlidir. Çünkü pek çok ateist, tanrının varlığını reddettikten sonra natüralizmi adeta bir paketin içinde gelmişçesine ateizmle beraber kabul ederler. Oysa natüralizmin temellendirilmesi ateizmin dolaylı olarak temellendirilmesini sağlamakla beraber tam tersi geçerli değildir. Yani natüralizm de ayrı olarak temellendirilmeye muhtaçtır. Bu, aynı zamanda teistler açısından da dikkate değer bazı sonuçlar doğurur. Tanrının varlığı lehine en ilginç argümanlardan bazıları,
doğaüstünü kanıtlamaya çalışarak yola çıkar. Ancak ateizmin doğaüstü inançlarla direkt bir çelişkide olmaması durumunda tanrının varlığını kanıtlamak için doğaüstünü kanıtlamanın yeterli olmadığı ortaya çıkar. Teistler, kanıtladıklarını düşündükleri doğaüstü fenomenlerin aynı zamanda teistik bir tanrıya işaret ettiğini de göstermek zorundadırlar. Bu ulaştığımız sonuç, elbette bizlerin ruhlara ve diğer her türden doğaüstü fenomene inandığımız anlamına gelmiyor. Biz sadece ateizmin kapsamının daha doğru bir şekilde belirlenmesini ve natüralizm ile eşdeğer görülmemesini istediğimiz için bu noktayı açıklamak istedik. Natüralizmin mevcut alternatifler içinde hem bilimsel hem de felsefi açıdan en güçlü görüş olduğunu düşünüyoruz. Yani ateizmden daha spesifik bir görüşü savunmaktayız. Teizm ile beraber doğaüstücülüğün her çeşidine karşı çıkıyoruz. Umuyoruz ki bu yazı, ateistlerin çoğuna aslında kabul ettikleri görüşün salt ateizm değil; onun ötesine geçmiş, daha ayrıntılı ontolojik iddialarda bulunan natüralizm olduğunu gösterebilmiştir.
Hotel?