Komplike Dergi, Sayı: 3

Page 1

Sosyal Bilimler ve Kültür Dergisi Mayıs 2019

Sayı: 3

ISSN: 2651-2777

Röportaj: Endless Art Taksim • Hack The Fool Ahmet Okkol • Anastasija Nunjan • Aren Merve Atakan • Arzu Gökyolcu • Aslan Şahingöz • Ayşe Hilal Tuztaş • Babür Karbey Vina Begüm Bektöre • Berk Yüksel • Berna Balkaya • Burak Bayülgen • Ceren Filiz • Denef Huvaj • Deniz Antmen • Deniz Hüsrev Derin Koçer • Devrim Ekinci • Fahri Alpyürür • Fidel Alkoç • Gizem Şimşek Kaya • Güney Güneyan • Halil Emre Kocalar • Haluk Berkmen İhsan Güvercin • Josef Kılçıksız • Kerem Topçu • Melih Balçova • Meltem Arıkan • Merve Sagit • Murat Ata • Nalan Kazaz • Oğul Tuna Özge Ersu • Pınar Doğu • Sevan Nişanyan • Şafak Ural • Şeyma Akgöz • Tamer Ertangil • Tamer Çetin • Tanya Avaryan Timur B. Davletov • Tuğçe Gizem Demir • Uğur Kılınç • Vural Yıldırım • Zeki Seskir


YAZARA KAHVE ISMARLA Bağımsız yayıncılığın ve yazarların desteklenmesi amacıyla Türkiye’de ilk kez Komplike Dergi tarafından hayata geçirilen “Yazara Kahve Ismarla” kampanyası aracılığıyla, okuduğunuz yazarlara sembolik olarak belirlenen kahve ücreti bedelleri üzerinden fon sağlayabilir; bağımsız yayıncılık deneyimimize destek olabilirsiniz.

www.shopier.com/komplikedergi


Komplike Medya Grubu

dergi Komplike Medya Grubu Ltd. Şti. adına İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Güney Güneyan Yayın Koordinatörü Selcen Özgen Yazı İşleri Müdürü Devrim Ekinci Görsel Yönetmen Şengül Altınok İllüstratör Ayça Ünüvar • Beril İrman • Damla Kumul • Fatemeh Nazari Fatih Öztürk • Gianluca Constantini • Kadir Nakipler Muhammad Fariz • Tatiana Kirilliova Editör Kerem Topçu Özgün Muti Röportör Nergis Fırtına Leo Xandre Redaktör Aysel Ciğerlioğlu Jülide Güngör Hukuk Danışmanı Av. Aslan Şahingöz Av. Sevde Nur Dönmez Yayın Türü Dijital, Belirsiz Süreli Yayın İletişim editor@komplikedergi.com hukuk@komplikedergi.com reklam@komplikedergi.com

Yasal Uyarı Yayınımız İYAD üyesi olup, Basın Meslek İlkeleri’ne uymaya söz vermiştir. Ayrıca tüm hakkı saklıdır. Yazınsal materyallerin tamamı veya bir bölümü, yazılı izni alınmadan kopyalanamaz, yayımlanamaz, kamuya açık yerlerde gösterilemez, değiştirilemez

KomplikeDergi

KomplikeDergi

KomplikeDergi

www.komplikedergi.com

KomplikeDergi




İllüstrasyon: Kadir Nakipler

Sosyal Kimlik ve Aidiyet Ekseriyeti Deniz Antmen

İnsan, iki ayak üzerinde dik biçimde, dille sözle dolaşan demektir. Yani denilebilir ki insan muhabbetiyle insandır. Muhabbet ise konuşmanın ötesinde “ben” ve “öteki” arasında iki tarafın da tüm varlığıyla kurabileceği bir sevgi ortamını ifade eder. Ancak, kimi zaman dostlarımız sesimizin, gözlerimizin, ellerimizin ulaşamayacağı coğrafyalarda kalır. 2011 yılında Suriye’de başlayıp durdurak bilmeden yayılan karanlık da tam olarak böyle bir yalnızlığa denk düşüyor. 2011 yılında, Suriye’de Arap Baharı’nın doruk noktasına ulaşmasını takiben Özgür Suriye Ordusu’nun kuruluşu, Dostlar Grubu ve Türkiye’nin sürece dahil oluşu, Vekalet savaşı, Irak Şam İslam Devleti ve kimyasal silahlar derken on üç milyondan fazla Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Çoğunluğu Suriyeli kadın ve çocuklardan oluşan üç milyon altı yüz binden fazla insan ile en fazla göç alan ülke ise Türkiye oldu. Bazen, her ne kadar korksam da karanlıktan, yumuyorum gözlerimi ve onu görüyorum: bir baba can hişar, çığlık çığlığa, etrafındaki dehşeti savuştururcasına koşuyor ormanın içinden. Yırtıp geçiyor duvarları, sınırları, bombaları, evsizliği ve Suriye’den Türkiye’ye varıyor. Adını bilmediğim bu varlık “şanslı” olanlardan. Ne kıyıya vurmuş 1095 günlük canı, ne beşini kaybettiği ve birini ta içinde sakındığı bir ana kendi ağırlığını dahi taşıyamayan o botta. Sonra şairin dediği

geliyor aklıma “giden değil, kalandır terk eden”. Ülkesinden göç eden Suriyelilere karşı Türkiye’de yaşayan insanların genel olarak savaş kaçağı gözüyle baktığı az çok bilinen bir gerçek. Ancak bu tutumu etkileyen birçok değişken bulunuyor. Sosyal Kimlik Kuramını (SKK) temel alarak yapılmış çalışmalar gösteriyor ki ulusal kimlik özdeşimi arttıkça yaşanmakta olan krizin sorumlusunun Suriyeli göçmenler olduğu düşüncesi daha da ikna edici geliyor. Yani Türkiyeli bir birey kendisini Türklükle ne kadar tanımlıyorsa Suriyeli göçmenlerin ülkesini terk etmekle korkaklık ettiği düşüncesine o kadar inanıyor. Dış grup üyelerine karşı uzlaşmacı olmayan bir tavrı örgütleyen bu davranışsal eğilim, aslında iç grup üyeleri arasındaki bir aradalığı pekiştirme işlevine sahip. İki yönlü bir biçimde, kişi Suriyelilere karşı negatif tavır sergiledikçe, ait olduğu gruba yani ulusuna karşı daha yoğun ve samimi bir bağ hissediyor. Belirtilen ilişkiden anlaşılacağı üzere gruplar arası çatışma yalnızca var olan kaynakların ya da alanın paylaşılamaması gibi fiziki gerçekliklere dayanmıyor. Yani, evrensel bir şekilde sosyal kimlik üzerinden kurulan ait olma duygusu iki ya da daha fazla grup arasında yalnızca psikolojik dinamiklerle hareket eden bir savaş ortamına önayak

olabiliyor. Aynı bakış açısını destekler şekilde Bütünleşik Tehdit Kuramı (BTK), birbirine karşı negatif önyargı besleyen ve karşılıklı ötekileştirme yaratan grupların, gerçekten var olan bir tehdit unsurundan ziyade algılanan/varsayılan tehdidi temel aldığını öne sürüyor. Örneğin Suriyelilerin ucuz işgücü potansiyelinden ötürü Türkiyeli insanların “iş olanaklarımızı elimizden çalıyorlar” düşüncesi yalnızca bir varsayım olduğu halde Suriyelilere karşı duyulan düşmanlaşmanın da ön sıralarda gelen gerekçelerinden birisini oluşturuyor. İşin aslı, dünya çapında, göçmenler yerli halka karşı rakip olmamanın yanında, artan üretim, serbest meslek ve girişimcilik, artan talep gibi yeni alanlar aracılığıyla iş olanaklarının artmasını sağlıyorlar. Kimimiz ait olduğumuz yere yaslanıp tutumlar sergiliyoruz, kimimiz ise savruluyoruz, ne yapacağımızı bilemiyoruz, çaresiz hissediyoruz. Misal ambulansın içinde öylece boşluğa bakan o çocuk… Gidecek yerimiz olmuyor böyle durumlarda, ait olduğumuz yeri bir insansız hava aracı yakıp geçmiş oluyor arsızca. Ve laf gene dönüp dolaşıp insan olmaya geliyor. İnsan ki o, aslında iki eli olan bir varlıktır, olur ya bir kendini bilmez gelir çelme takar, düşeni tutup kaldırmak için vardır o eller. Çünkü William James’in dediği gibi “biz denizdeki adalar gibiyiz, görünürde ayrı fakat derinlerde bir arada olan”.


İllüstrasyon: Ayça Ünüvar

İdeal Şehir Kurma Planları Melih Balçova

Hindistan’ın birçok açıdan en zengin ve en yeşil şehri olan Chandigarh, ülkenin en kötü günlerinde doğan bir rüya olmuştu. 1947’de İngiltere’den bağımsızlığını alan Hindistan bu süreçte ikiye bölündü ve on dört milyon Hindu, Sih ve Müslüman yerlerinden edildi. Etnik gerginlik ve düşmanlıklar nedeni ile de bir milyona yakın insan hayatını kaybetmişti. Pencap eyaletinde bu bölünme, eski başkent Lahor’un Pakistan sınırları içinde kalması anlamına gelmekteydi. 1949’da Pencap’ın yeni başkenti olarak Chandighar şehrinin kurulmasına karar verildi ve bu barış ile birlikte demokrasi ve bölünmüşlüğü aşmış yeni bir sosyal düzeni temsil eden modern bir model şehir olacaktı. Peki, bu şehir nasıl olmalıydı? Bu şehri kim planlayabilirdi? Hindistan’ın ilk başbakanı Jawaharlal Nehru, İsviçreli Fransız mimar Le Corbusier’den yardım istedi. Ve ideal bir şehir kurmak çok uzun bir zamandır onun da hayal ettiği bir şeydi. Corbusier’in ölümünün 50’nci yılı sebebi ile, geçen Aralık ayında Paris’teki bir galeride, Chandighar’daki binaları ve yaşamı yansıtan fotoğraflar sergilenerek mimarın ideal bir şehir kurma hayalinin gerçekleşip gerçekleşmediği sorusu gündeme getirilmişti. Dünya nüfusunun hızla arttığı ve köyden kente göçün yoğunlaştığı günümüzde bu soru daha büyük önem kazanıyor. Bu koşullarda, mevcut şehirleri mi

geliştirmeli miydi? Yoksa yenilerini mi kurulmalıydı? Ancak tarih başarısızlığa uğramış ideal şehir kurma girişimleri ile dolup taşıyor. İlk şehirlerin nerede, nasıl, ne için kurulduğunu tam olarak bilemiyor olsak da organik bir şekilde büyüdüklerini görüyoruz. Sivil, askeri ve dini heykeller ile süslü şehir merkezleri kurulması kararı alınıp uygulandıktan bir süre sonra burada yaşamın sekteye uğradığı, şehrin yok olup gittiğini gösteren çok örnek mevcut. Örneğin Firavun Akhenaten M.Ö. 1346’da yeni bir başkent kurulması emri verdiğinde kimse bundan heyecan duymamıştı. Amarna yeni bir şehir olmak ile kalmamış, Mısır’ın antik dini kültürünü de rafa kaldırmıştı. Tutankamun’un babası ve Nefertiti’nin kocası olan Akhenaten kendi tek tanrılı dinini yaratmış, eski tanrılara tarihe gömmüştü. Yeni şehrin hızla kurulması kadar bölge halkı için şoke edici bir şey de buydu. Amarna şehri acele ile beş yılda tamamlandı, ama Akhenaten’in ölümü ile eski tanrılar geri geldi, yeni şehir yıkılmaya terk edildi. Üç bin yıl sonra Hindistan’da Moğol imparatoru Ekber Şah başkentini Agra’dan Fatehpur Sikri’ye taşıyarak, Amarna’nın tersine burası özen ile inşa ettirdi. Renkli taşlardan güzel heykeller yapılmıştı, ama buranın tek sorunu ise su

kıtlığıydı. Bütün ihtişamına rağmen bu şehrin başkentliği sadece on beş yıl kadar sürdü. 1585’te Ekber Şah Lahor’a taşındı. Ve şu an binaların çoğu hala ayakta olsa da onun rüya kenti o günden beri bir hayalet şehir olmaktan öteye geçemedi. Venedik Cumhuriyeti 1593’te bir ideal şehir kurmaya karar verdiğinde ne su sıkıntısı vardı ne de dinle ilgili anlaşmazlıklar. Ama Palmanova şehri merkeze açılan geniş caddelerine ve dokuz uçlu yıldız şeklindeki mükemmel görünümüne rağmen başarısızlıkla sonuçlandı. Askerler dışında kimse burada yaşamak istemiyordu. 1611’de çıkarılan bir yasa ile, Venedik’in yetmiş mil kuzeydoğusunda kurulan bu şehre, serbest bırakılan mahkumlar gönderildi. Palmanova bugün hala ayakta; ama bütün geometrik güzelliğine rağmen, ideal bir şehir olmaktan çok merak uyandıran bir yer olarak görülüyor bugün. Bu şehirde eksik olan şey de sıradan halkın, tüccar ve zanaatkârların şehri sahiplenerek buradaki hayatı canlandıramamış olmasıydı. Tüm bu ideal şehir planları genellikle rafa kaldırılmak zorunda kalıyordu. Bunlardan biri de 1666’da Londra’daki büyük yangının ardından Christopher Wren’in Rönesans tarzı yeni bir şehir kurma arzusuydu. Ama tüccarların, bankerlerin ideal şehri beklemeye zamanı yoktu ve planlar çoğu kez olduğu gibi yine rafa kaldırılmaktan öteye geçemedi.


İllüstrasyon: Muhammad Fariz

Aksi İddia Edilemez Sözde Gerçekler Derin Koçer

“Bor’u işlemeyelim diye oluyor bütün bunlar”,“Avrupalı devletler acı çekelim istiyor”,“Siyonist lobi iş başında”,“bütün dünyayı birkaç aile yönetiyor zaten” ve daha niceleri... Tanıdık geliyorlar değil mi? Kısa bir taksi yolculuğunda radyo reklama girince ya da aile arası muhabbet siyaset kıskacına saplanınca bunlara benzer cümlelerle sahneye çıkıyor insanlar. “Komplocu” ilan edildiklerinde ise hep bir cevapları var. Örneğin; bor’un hiçbir zaman değer sağlamamış bir madde olduğunu anlatınca, “batı masalları” oluyor materyal gerçekler. Avrupalıları da Kurtuluş Savaşı’nda denize döktük; öç almak istiyor tabii caniler! Komplo teorilerinin en temel özelliği bu aslında: Aksi kanıtlanamayacak derecede saçma ve herkesin anlayabileceği kadar basitler. İyi ama biz hep, “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diye yetiştirildik değil mi? Yani biri çıkıp ‘’11 Eylül’de Amerika Birleşik Devletleri kendi kendini vurdu!’’ diyorsa, altında bir fokurdama olması gerekir. Oysa hayatımıza duman gibi fiziksel değil. Düşünceler ile ateşsiz de giriyorlar. Dünya üzerinde yaşanan çoğu olay komplikedir ve onları anlayabilecek bir göz yapısına kavuşamamış insanlar için anlaşılmazdırlar. Bu, insanların “en basit açıklama gerçektir” ezberine sığınmalarına sebep oluyor. Kimyacı olmadığı için anlamadığı bor elementini in-

celemek yerine, ülkelerinin gelişememişliğine kılıf uydurmaya çalışıyorlar. Aynısı kim oldukları belirsiz ‘Siyonist lobi’yi her şeyin arkasına sokanlar için de geçerli; ekonomi bilmeyen bir insanın dış saldırılar ile krizi anlamlandırması için de. “İyi insanların başına kötü şeyler gelmez” gibi örtülerin altına saklanmak da kolay. Anlaşılabilir, nahif bir çaba elbette bu. Sonuçta kimse kimyager olmak ya da dünya siyasetinde işlerin nasıl yürüdüğüne dair düşünmek zorunda değil. Herkesin konuşmaya hakkı var elbette; bu aksi ispatlanamaz teorilerin insanı düşünmeye ittiği gerçeğini de göz ardı etmek istemem. Fakat herkesin herkesle eşit derecede ciddiye alındığı bir dünyada, bu akılsız söylemler tehlike oluşturuyor. Örneğin; bir gazetenin köşesinden Yahudilerin dünyayı yönettiğini yazan, sözüne neden güvenmemiz gerektiği hiçbir şekilde belli olmayan bir insanın yüz binlerce kişiye ulaştığını düşünün. Bir kısmının kafasına yatsa bu düşünce, yarın Eminönü’nde Yahudi kovalamayacakları ne malum? Nitekim bir pizzacının bodrum katında demokratların çocuklara taciz ettiğini duyan bir Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı, o pizzacıyı tarayalı birkaç yıl oldu henüz. Dükkânın bodrum katı yoktu!

Aslında yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında güç kazanan bu deli saçması söylemler, daha büyük bir belayla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Amerikalı tarihçi Tom Nichols bunu ‘uzmanlığın ölümü’ olarak tanımlıyor. Yani, sözüne güvenilir ve hesap verebilir kişilerin toplumla bağının tamamen kopması; ne idiği belirsiz kimselerin ise bu boşluğu doldurmaya başlaması. Dünyanın en güçlü koltuğunda oturan adamın, küresel ısınmayı ‘Çin icadı’ zannettiğini unutmamak lazım. Donald Trump’ın, Amerikan toplumundan aldığı oylarla o koltuğa yayılıp McDonald’s yediğini de söylemeli. Aynı toplumun yüzde otuzunun, dünyayı ‘gizli ajandası olan, küresel bir grubun yönettiğine’ inanması da bir sürpriz unsuru değil. İnsanlar, güvendikleri değil anladıkları kişilerin peşinden gidiyorlar artık. Zor sorulara basit cevaplar bekliyor; soru üzerine soru sormak zorunda kalmak istemiyorlar. Donald Trump, Recep Tayyip Erdoğan, Victor Orban gibi liderler demokrasi krizini mi, akıl tutulmasını mı yansıtıyor, emin olamıyorum. Fakat yeterince uzun süre güçlü kalırlarsa, her iki krizi de derinleştirecekleri kesin. Hoş, benim dünyayı yöneten ailelerden birine mensup olup olmadığım da bir soru işareti, değil mi?


İllüstrasyon: Fatemeh Nazari

Edebiyat ve Aidiyet Pınar Doğu

Edebiyat hem herkes için var olması hem kimse için var olmaması yapıtın aidiyeti sorusunun son tahlilde yanıtsız kalmasına yol açar. Edebi metin, alımlayıcıyla buluştuğunda yazarın hegemonyasından çıkar ve okurun mülkü hâline gelir, ancak hâlâ kısmen yazarın tasarrufundadır. Yazar yeni baskıda değişiklikler yapabilir hatta metni bir daha yayımlatmama kararı bile alabilir. Max Brod, Kafka’nın isteğini yerine getirseydi bugün hiçbirimiz yazdıklarını okuma şansına erişemeyecektik. Öyleyse metin, kime aittir? Ya da şöyle sorulabilir: Metin kime daha çok aittir? Okurun metni yorumlama çeşitliliğini göz önünde bulundurursak, yazarın niyetini aşan bir durum söz konusu olduğu su götürmez. Alımlayıcının yorumlama yetisi yatay ve dikey koşullara göre değişkenlik gösterebilir, böylece sayısız matris ortaya çıkar. Öyleyse, okur metni temellük ederek bir bakıma sahipleniyor da! Bu demektir ki, yapıtın mülkiyeti el değiştiriyor. Yazarın metne müdahale hakkı sona ermese bile okurun algısını metin içinde daha fazla yönlendiremeyeceği gayet açık. Hâl böyle olunca, yayımlama sonrası röportaj, tanıtım ve tahlillerin devreye girmesi kaçınılmaz. Okur ile metin arasındaki mesafeyi ayarlamaya az çok etki eden suni yönlendir-

meler ya da dışarıdan müdahaleler yapıtın görece bağımsızlaşmasını sağlar. Edebiyatın gücü de buradan ileri gelir, yapıtın yazarı da alımlayıcıyı da aşmasından. Okuma ile beğeni dengesizliğinin başlıca nedeni metin merkezli okumadan ziyade yazar ve/veya okur merkezli okumanın yaygın olmasıdır. Hirsch yazar merkezli okumayı önceler, Gadamar’e göre ise okur ve metin birlikte anlam üretir. Yorumlama ona göre ufukların kesişmesidir. Rus biçimcileri ya da Fransız yapısalcıları ise bazı bağlamsal farklara sahip olsalar da temelde metnin edebiliğini tahlil etmeyi ilke edinirler. Barthes edebi metinde konuşanın dil olduğunu söyler, yazar kağıttan bir varlıktır ne de olsa. Yorum, yapıtın aidiyetini belirler. Yorum sahibi kim ise, yapıt onundur artık. Yazar kendi metninin hem ilk hem son okurudur. Yapıtın kütüğü kendisindedir nihayetinde. Yazarın ve okurun niyeti bir yana, metnin niyeti tüm yorumların üstündedir. Ampirik yazarı ve ampirik okuru yok sayan metin merkezli okuma edebi metnin asıl değerini ortaya koyar. Metin merkezli okuma zamansız bir okumadır. Umberto Eco da yazarın niyeti ile okurun niyeti

arasındaki diyalektiği incelerken metnin niyetine öncelik verir. Böylece, yapıt, dolayısıyla edebiyat nefes alan, irade sahibi bir canlı haline gelir. Ömrünü kendi belirleyen tek canlı. Yapıt künyesini kendi belirler, yazara ve okura aşırı imtiyaz tanıyan yorum ve eleştiriler bir anda geçersiz hâle gelir ya da başatlığını kaybeder. Yapıtın değerini zamanın belirleyeceğini öne süren kadim inanışı da yerle bir eden metin merkezli okuma, edebiyatın insanüstü bir konuma sahip olduğunu da gösterir, bir türlü esbabı-mucibesi çözülemeyen büyülenmenin köklerini burada aramak gerekir, görünmeyenin gücünde. Edebiyat göstererek değil, gizleyerek güç kazanır. Yapıtın ontolojisi alımlayıcının çok yönlü algısından ya da yazarın anlatım olanaklarından yararlanma yetkinliğinden ziyade, kendi özgül koşullarının kaderiyle belirlenir. Yapıt kaderini kendi yazar. Edebiyatın özerkliği buradan ileri gelir. Edebiyat zamansız itirazın, kararlı direnişin, estetik başkaldırının ötesindedir, ideolojiler üstüdür. Enformasyon aracı değildir. Sağaltıcılığı doğrudan vazife edinmez, değişime katkısı yavaş ama kesindir. İnsan edebiyata aittir, edebiyat ise insana. Hem herkese aittir, hem hiç kimseye ait değildir edebiyat.


İllüstrasyon: Kadir Nakipler

Deli Miyiz Ne? İhsan Güvercin

Tarihin en eski, en büyük, en orijinal ve demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü insan aklının, emeğinin, düşlerinin ve tasarımının en görkemli yapısıdır. Mevcut bulgulara göre tüm ilklerin kök hücresidir. Egemenlerin, “bilimsellik” ve tarih adına geçmişten günümüze dek oluşturup, topluma empoze ettiği, Tarihsel bellek ve toplumsal hafızanın yanlış, yanılgılı olduğunu açığa çıkartıyor. Bilimin doğruları adına geliştirilen tüm düşünce kalıplarını, inanç sistemlerini, sanat, kültür, mitoloji ve evrim tarihini kökünden sarsıyor. Tümünün soy kütüğü ve oluşum haritalarını değiştiriyor.” Urfalıların tarihler boyunca “Xerawreşk” dedikleri, günümüzde ise “Göbeklitepe” olarak isimlendirilen on iki bin yıllık tarihin çıktığı anıtsal yapıları çok merak ediyordum. İnsanın tüylerini diken diken eden tapınakları, Almanya’dan ve Mersin’den katılan arkadaşlarımla görmeye gittik. Antalya-Mersin-Urfa arasındaki yaklaşık bin kilometrelik yolu arabayla kat ettik. Gördüğümüz tarihi kalıntılar, yollarda yediğimiz yemekler, sohbet ettiğimiz yöre İnsanları, Akdeniz sahillerinin büyüleyici güzellikleri, birkaç günlük gezimize harika renkler kattı. Halk müziğine sayısız eserler katmış, ünlü müzisyenler yetiştirmiş, kebabı, tatlısı meşhur olan Urfa’nın tarihi dokuyu hiçe sayan estetik yoksunu apartmanlarını bir kenara koyarsak, her şey harikaydı ancak, geçtiğimiz

köylerde, ilçelerde, illerde pek hoş olmayan, hatta sevimsiz diyebileceğimiz manzaralar da gördük. Malum seçim arifesindeydik. Muhtar azalığından, belediye başkanlığına kadar varan mevkilere kendi çapında aday olan insanlara rastladık yol boyunca. Seçimi kazanma uğruna hem görüntü hem ses kirliliği yaparak seçim kampanyası yürüten politikacılardı bunların çoğu. Ha bire gürültü ediyorlardı. Saçma sapan yazılmış politik söylemleri anonim türkülerin müzikleri üzerine monte etmişler, yetmemiş amatörce de çalıp-çığırmışlar. Olmuş seçim müziği. Partilerini ve kendilerini diğerlerinden üstün gösterme derdine düşen bu politikacılar, akşama kadar hasta-sayrı, çoluk çocuk hesabı yapmadan bu sözde müzikleri insanların kulağına çaka-çaka dolaşıyorlardı. Bununla da yetinmeyip, dağlara, taşlara, ağaçlara, trafik levhalarına, apartman pencerelerine anlamsız sloganlarla süslenmiş, tasarım özürlü plaket ve afişler asmışlardı. Rastgele asılmış olan o afişlerin saçtığı görüntü kirliliğine anlam yüklemeye çalıştık, olmadı. Kulak tacizcisi seçim müziklerine yorumlar yapmaya çalıştık, olmadı. Bazen şehri çıkana kadar yan yana gittik o propaganda yaptıklarını sanan araçlarla. Ne ettikse ne yaptıksa kurtulamadık bu tacizden. Velhasıl nereye vardıysak aynı

manzaraya şahit olduk. “Seçimden sonra görüntü kirliliği temizlenir de ya bu müziğin hali ne olacak?” deyip durduk yol boyu. Seçim müzikleri yaralarımı depreştirince, ister istemez yazım da politik-molitik bir yazıya dönüştü. Birkaç satır daha yazıp bitireyim bari. Müziğin etkisini biliyor adamlar. Biliyor da bu etkili ve İnsanoğlunun kadim dostu olan müziğe ve müzik yapanlara gereken saygıyı göstermiyorlar. Müziğin otantik yapısını ve havasını bozup, sözlerini değiştiriyorlar, politik amaçları uğruna besteciyi, yorumcuyu, söz yazarlarını es geçip, eser hırsızlığı yapıyorlar, bu da yetmiyor, seçim süresince insanların müzik duygularına ve kulak zarlarına tecavüz edip, müziğin ruhunu incitiyorlar. Bu durum da müzik yapmaktan gayri işi ve yeteneği olmayanları pasifleştirip türkü pınarlarının kurumasına etken oluyor. Dillere destan türküler havalandırmış Urfa bile, yanlış politikanın ruhsuzlaştırdığı gidişata ayak uydurmuş olmalı ki, ne müzik dünyasında, ne sıra gecelerinde yeni bir Urfa türküsü duyamıyoruz şu son zamanlarda. Sadece Urfa değil, tüm Anadolu’nun fişi çekilmiş sanki. Yürekleri paralayan, hüznün ve sevincinin dibine vuran yeni bir türkü duyamıyoruz artık. Müzik sektörü kan ağlayan memleketin haline üzülmek, politikacılardan çok bize düşüyor yine. Her yeni seçim günü gelince de bu sanat ve duygu yoksunu politikacıları seçmek için sandık başına gidiyoruz.



Powehi’ye Özel Aslan Şahingöz

İnsan, en gelişmiş canlı sayılan yaratıktır. İnsan var olduğundan bu yana bu tanımın içini fazlasıyla doldurmuştur. Başlarda oldukça yabani bir yaşam sürmüştür. Ancak zamanla yeni şeyler öğrenerek, öğrendiğini uygulayarak ve daha ilerisini hayal ederek sürekli bir gelişim göstermiştir. Bugünkü neticeye ulaşırken de bazı dönüm noktaları olmuştur. Bunlardan birisi elbette tarımın bulunmasıdır. Diğer bir dönüm noktası ise yazının bulunmasıdır. Yazı, belki de tarihin en büyük yeniliğidir. Yazı, insanlık tarihi için bir milattır, yaşanılan günü ve bilgiyi geleceğe aktarmada faydalı bir araç olmuştur. Peki, Sümerlerin aklına bir gün “Suç ve Ceza” adında bir roman yazılabileceği gelmiş midir? O zamanlar yazının tarihteki bu boyutta etkisi bir ihtimal olarak düşünülmüş müdür? Bu türden sorulara verilecek cevap yüksek ihtimal olumsuz olacaktır. İnsan öğrendiğini uygulayarak ve hayal ederek hep bir adım ileri gitmeye çalışmıştır ve gitmiştir. Değişimler insanlık tarihinde çok farklı yeniliklerin anahtarı olmuştur. Değişim yavaş veya hızlı olabilir ama süreklidir. Değişimi bir olgu veya olay kabul etmektense kaçınılmaz gerçek kabul etmek daha doğru olacaktır. Fakat insan değişime direnir. Stephen Hawking zekayı; insanın değişime uyum sağlayabilmesi olarak tanımlamaktadır. Değişime ayak uydurabilmede kişinin kendi beceri

ve yetenekleri büyük oranda etkili olmaktadır. Ayrıca her zaman insan değişime maruz kalmaz. Bazen de değişimi kendisi ortaya çıkartır. İnsanlık günümüzdeki gelişmişlik seviyesine ulaşmak için büyük yenilikler ve değişimler yaşamıştır. Hatta teknolojik ve bilimsel gelişmelerin çok büyük kısmı 19’ncu yüzyıldan sonra gerçekleşmiştir. Bunlar; televizyon ve bilgisayarın ortaya çıkmasından, Ay’a ayak basmaya, Voyager 1 ve Voyager 2’nin güneş sisteminden çıkmasına, Mars’a gözlem aracı gönderilmesine ve bir kara delik fotoğraflamaya kadar örnekleme yapılarak çoğaltılabilir. 5 Eylül 1977 yılında dönüşü olmayan bir yolculuğa başlayan Voyager 1, Satürn’ün halkaları arasındayken gezegenimizin fotoğrafını göndermişti. Bunu Carl Sagan Soluk Mavi Nokta olarak nitelemişti ve “Orası evimiz, orası biziz.” Demişti. Ait olduğumuz yer orasıydı. Tarihte her kim yaşadı ve ne yaşandıysa; hepsi o piksel piksel görüntüdeki mavi toz zerresindeydi. Bu sefer de bizden, ait olduğumuz evimizden M87 galaksisinde yer alan kara delik görüntülenmiştir. Bu kara deliğe Hawaii dilinde “Derin, süslü karanlık oluşum” anlamına gelen “Powehi” adı verilmiştir. Powehi bizden elli beş milyon ışık yılı uzaklıktadır. Powehi, tek teles-

koptan gözlemlense dahi çözünürlük oldukça düşük olacak ve elde edilen görüntü noktadan ibaret olacaktır. Ancak Powehi gözlemlenirken oldukça farklı bir teknik olan interferometri tekniği kullanılarak çözünürlük artırılmıştır. Dünyanın sekiz farklı yerindeki radyoteleskop ile aynı anda aynı noktaya bakılmış ve bu radyoteleskoplardan alınan görüntüler birleştirilmiştir. Aynı zamanda Powehi’nin saat yönünde döndüğü de gözlemlenmiştir. Powehi’ye baktıkça Albert Einstein gözümüzün önünde belirmektedir. Einstein; özel görelilik kuramında, fizik yasalarının eylemsiz konuşlanma sistemlerinde aynı olduğunu söylemiştir. Genel görelilik kuramında ise fizik yasalarının eylemli-eylemsiz tüm sistemlerde aynı olduğunu söylemiştir. Genel görelilik kuramında kütleli nesneler uzayzamanda bir çarpıtma yapmaktadır. Buna uzayzaman bükülmesi denmektedir. Uzayzaman bükülmesi basitçe, dört tarafından tutulmuş çarşafın üzerine ağırca bir cisim atıldığı anki görüntüsüyle tasvir edilmektedir. Einstein, uzayzamanda çok fazla kütlenin küçük hacimlere sıkıştığında uzayzaman çöker ve karadelikler oluşur çıkarımında bulunmuştur. Powehi de bu çıkarımın ispatı mahiyetindedir. Powehi bir bitiş değil esasında bir başlangıç noktasıdır. Bundan sonra insanlık elbette daha öteye gidebilecektir.


Nanomateryal ve Nanoteknoloji Alanları Fidel Alkoç

Taş Devri’nden uzay çağına dek materyaller sanayileşmenin ve dünya genelinde ekonomik büyümenin bel kemiği olduğu tartışması bir gerçek. Bugün de günlük hayatta kullandığımız akıllı telefonlar, bindiğimiz ya da sürdüğümüz araçlar dahil olmak üzere pek çok elektronik ya da mekanik sistemin sorunsuz, güvenli ve uzun ömürlü işlemesi için materyallere fazlası ile bağımlıyız. Nanomateryal alanının genişlemesinin kavramsal temellerini atan çalışma olarak kabul görüyor. O günden bu güne dek daha ileri elektronik ve fotonik akşamların, pillerin ve fotovoltaik cihazların yaratılmasının yolunu açan birçok istisnai nanomateryalin tasarım ve imalatında büyük aşamalar kaydedildi. Saniyede onlarca katrilyon işlem gerçekleştiren süper bilgisayarlar ve angstrom-altı hassasiyete sahip ileri analiz araçlarında kaydedilen son ilerlemeler, birkaç yıl öncesine dek duyulmamış hatta hayal bile edilemeyen yeni işlevsellikler sağlayan nanomateryallerin nano-ölçek tasarımını ve büyük ölçekli uyarlamalarını hızlandırdı. Günümüzde nanomateryal ve nanoteknoloji alanları, geleceğin ne getireceğini ve işlerin nereye doğru gittiğini öngörmenin çok zorlaştığı bir noktaya geldi. Kuşkusuz çok daha üstün performans, verimlilik ve dayanıklılığa sahip yeni cihazları mümkün kılacak materyallerin geliştirilmesinde, küresel girişimlerin bir kılavuz olarak

tamamen benimsenmesi ile araştırma çabaları çok daha hızlanarak devam edecek. Yapay zeka ve giderek dijitalleşen bir dünyada bu yeni materyaller bir enformasyon süper otoyolunun temelini ya da bel kemiğini oluşturabilir. Günlük hayatta bel bağladığımız o dijital cihazların çoğunun artan kapasitesi ve çok yönlülüğü, işlevselliklerini nanomateryal ve nanoteknolojideki yeniliklere borçlu. Gelecek yıllarda fiziksel ve sanal dünya arasındaki bağlantılılık daha da artacak ve bu, sadece kendi aramızdaki bağlantılılığın değil, sürücüsüz otomobil gibi günlük hayatta kullandığımız cihaz ya da sistemlerin bağlantılılığımn hızlanmasını ve iyileşmesini sağlayan daha ileri bir bilgi toplumunun temelini oluşturacak. Milyonlarca yıldır ekolojik yaşamı büyük çeşitlilik barındıran narin bir gezegende yaşıyoruz. Bütün bu yıllar boyunca gezegenimiz, üzerinde yaşayanlara özellikle binlerce yıldır ekolojik dengeyi bozmadan iyiliğinin hediyelerinden faydalanan biz insan türüne gayet cömert davrandı. Ancak 1800’lerin ortasında sanayi devriminin başlamasıyla işler değişti. Giderek mobilleşen ve ileri derecede mekanik yaşam tarzımızı daha da ileriye taşımak için ihtiyaç duyduğumuz kömür ve diğer fosil yakıtların artan kullanımı

korkunç bir bedelle birlikte geldi: C02 salımı ve bunun gezegenimizi saran atmosferde birikmesi... Artan mobilite, sanayi faaliyet ve nüfusla birlikte C02 salımı son yıllarda çok arttı ve en nihayetinde çok konuşulan iklim değişikliğine ya da günümüzün alt üst oluşlarına yol açtı. Dolayısıyla ekosistemin narin dengesinin bozulmasının ve bu gezegendeki bütün canlı türlerinin hayatiyetinin bundan etkilenmesinin suçlusu insan türü... Müsrif yaşam tarzımızı ileri taşıyan modern makinelere bağımlılığımız hiç şüphesiz önümüzdeki yıllarda artmaya devam edecek. Yeni materyal teknolojileri de, enerji dönüşüm ve kullanım sistemlerini daha verimli, dayanıklı ve yeşil hale getirerek ekoloji ve çevre cephesinde bize yardımcı oluyor. Örneğin güneş enerjisi hücreleri, piller ve rüzgar enerjisi gibi diğer yeşil teknolojilerdeki verimlilik artışları büyük ölçüde yeni materyal teknolojilerinin keşfedilmesinden kaynaklanıyor. Enerji ve çevre sürdürülebilirliği neslimizin yeni normu haline gelirken makine işlevselliği, verimliliği ve dayanıklılığını maksimuma çıkarmak için elimizden gelen her çabayı sarf etmeliyiz ve bütün bunlar temelde yeni ve daha sağlam materyallerin geliştirilmesine bağlı. Materyal alanının öncüleri ve gayet yetenekli materyal bilimcileri, mühendisleri ve uzmanları sayesinde sürdürülebilir bir gelecek için sağlam bir yolda ilerlemekteyiz.


İllüstrasyon: Kadir Nakipler

Sınır Kavramı

Doç. Dr. Haluk Berkmen

Bilimde sınır kavramı önemli yer tutar. Bir nesneyi tanımlamak için onu diğer nesnelerden ve çevreden ayırıp yalıtmak ve sınırlamak gerekir. Ancak ne evren ne de insan sınırlanabilir. Evrenin sonlu fakat hudutsuz olduğundan söz ettim. Hudutsuz demek aynı zamanda sınırları belli olmayan ve sınırlandırılması mümkün olmayan demektir. İnsan da evren gibi sonlu fakat hudutsuzdur. M.Ö. 384 ile M.Ö. 322 yılları arasında yaşamış olan Aristoteles nesnelerin on tane kategoriye adını verdiği özelliklerle tanımlanabileceğini ileri sürmüştür. Bu özellikler cevher, nicelik, nitelik, görelik, mekân, zaman, durum, pozisyon, etki ve edilgi. Bu on kategoriden hangileri sınırlı, hangileri sınırsızdır. Nicelik sayısal bir değer olduğundan sınırlıdır. Nitelik renk, koku gibi tanımlı özellikler içerdiğinden sınırlıdır. Görelik özelliği bağımsız olmayıp bir diğer şeye göre tanım içerdiğinden, bu kategorya da sınırlıdır. Keza mekân, zaman, durum ve pozisyon da sınırlı özellikleri tanımlamaya yararlar. Bir nesnenin edilgi olabilmesi için belli bir sınırı olması gerektiğinden, sınırsız olma özelliği içeren sadece iki kategori kalıyor. Bunlar cevher ve etki kategorileridir. Cevher, varlığını devam ettirmek için kendinden başka bir var olana ihtiyacı olmayan, kendi özü ile varlığını sürdüren şey olarak tanımlanabilir. Bu tanımda “şey” anlam olarak nesne olsa da, bir olgu özelliğini taşır. Olgu bir konuyu başlatan, geliştiren, sonuca ulaştıran olayların sıralanmasından oluşan durumdur. Şu halde cevher veya töz, canlı cansız tüm var

olanların başlamasına, gelişmesine ve sonuca ulaşmasına neden olan esas kaynaktır. Cevherin başlangıcından veya sonundan söz edilemez, zira töz bütünsellik içeren bir olgudur. Cevher azalıp çoğalamaz, parçalara ayrılamaz ve karşıtı da yoktur. Şu halde cevher sınırsızdır ve bu yüzden tanımsızdır. Cevhere modern bilim “enerji” diyor. Enerji yok edilemez, yoktan da var edilemez. Enerji daima sabit kalır ama sınırsız olduğundan şekil değiştirir. Mekanik enerji ısı enerjisine, kinetik enerji potansiyel enerjiye dönüşebilir, fakat toplam enerjide azalma veya artma olmaz. Fizik bilimi enerji türlerinden söz etse de enerjinin özünden söz etmez, edemez. Cevher de enerji gibi ne yoktan var olabilir ne de yok olup kaybolabilir. Cevherin sınırlarından söz etmek mümkün değildir. Ancak enerji gibi, cevherin en önemli özelliği etkin olmasıdır. Etki içinse bir tesir veya bir kuvvet olarak beliren olguya etki diyoruz. Etkinin fiziksel olması da gerekli değildir. Bir kişiye söylenen bir söz çok güçlü bir etki yaratabilir. Demek ki etki, birtakım sonuçlar, tepkiler, olaylar ya da görüngüler ortaya çıkarabilmektedir. Gerek doğa olaylarının gerekse insanın etki yaratma kapasitesi vardır. Şu halde etkinin de sınırı yoktur. Fizik biliminde etkiye “momentum” veya “impuls” denir. Ve her iki kavramın da matematik tanımları yapılır. Ancak etki kavramında nesneler arası etkileşimi aşan ruhsal veya tinsel bir

özellik bulunduğundan dolayı “etkinin sınırı yoktur” denebilir. İnsan etki edebilen ve etki altında kalan tinsel bir varlıktır. İnsan etki altında kalıyorsa bir sınırı var demektir. Zira ancak sınırı olan bir nesneye veya canlıya dıştan etki edilebilir. Sınırı olmayan veya sınırı tanımlanamayan bir varlığı etkilemek mümkün değildir. İnsandaki sınırlar zihinsel ve tinseldirler. Bu sınırlar insanların düşünce ufkunu daraltır ve gerçekleri görmesini engeller. Toplumdaki gelenekler, görenekler, örfler ve adetler insanlarda gözle görünmeyen zihinsel sınırlar oluştururlar. Toplum kurallarıyla sınırlanmış ve bir bakıma şartlanıp uyuşmuş bir beyin, düşünüp sorgulama yetisini büyük çapta kaybeder. Böyle bir beyne sahip insan etki tepki yasasına uygun yaşar ve tepkisel davranışlarını “haysiyet” veya “izzet-i nefis” kılıfı ile örter. Oysaki sorgulayan ve eleştiren insan açıktır ve ayıktır. Önemli olan şuurlu bir farkındalık içinde olmak, yaptığımız seçimlerin uzun vadeli etkilerini de hesaplayabilmektir. Farkındalığı yüksek insan, kendi seçimiyle olaya veya duruma cesaretle katılır ve gerekeni anında yapar. Gerekeni anında yapma cesareti olan insan özgürdür. Zira özgürlük, bilincine varılmış bir zorunluluktur. Bu tür bir zorunluluk sorumluluktan kaynaklanır. Sorumlu insan eylemlerinde özgürdür ama aynı derecede ahlaklı davranmaya ve kendini kontrol etmeye de önem verir. Gerçek ahlâk, dış kurallardan kaynaklanmayan, içten gelen, bütünün hayrını düşünen ve sorumluluk içeren ahlâktır.


Tek bir Ĺ&#x;eyi bilmelisin:


İllüstrasyon: Gianluca Costantini

Yabancılaşan İnsanlık Prof. Dr. Şafak Ural

Yabancılaşma kavramının sosyolojik, ekonomik, kültürel ve psikolojik yabancılaşma olarak tanımlanabilecek olan dört farklı boyutu vardır. Ancak bu boyutlar iç içe geçmiş durumda, karmaşık ve girift bir ilişki içindedirler. Karmaşık yapısına rağmen yabancılaşmanın bilimsel açıklamasını da yapmanın mümkün olduğu görüşündeyim. Bilimsel yorumuna geçmeden önce yabancılaşmanın farklı boyutlarını inceleyelim. Belli bir insan grubu kendi ülkelerini terk edip farklı bir ülkeye yerleşmeye gittiklerinde yerli halk tarafından yabancı muamelesi görürler ve sosyal baskılarla karşılaşırlar. Ama yıllar geçip göçmen grup yeni ülkelerinde aile ve iş kurduklarında kendilerini oranın yerlisi gibi görmeye başlarlar ve yabancı olma özelliklerini tedricen kaybederler. Avrupa ülkelerine 1960’lı yıllarda işçi olarak giden Türkler, bugün artık kendilerini oranın yerli halkı olarak kabul etmekte ve yabancı muamelesi de görmemektedirler. Demek ki sosyolojik yabancılaşma sürekli bir olgu olmayıp zamanla yerlileşme durumuna dönüşebilmektedir. Bu dönüşüm sadece insan hareketleriyle sınırlı değildir. Bedenimizde bulunan birçok faydalı bakteri sistemimize dışarıdan yabancı varlıklar olarak girmişler ve zamanla sindirim sistemine sağladıkları faydadan dolayı yerli ve gerekli varlıklara dönüşmüşlerdir. Eğer yeteri kadar geriye bakıp tarihin derinliklerine uzanacak olursak, görürüz ki gerçekten yerli denebilecek toplum çok az sayıdadır. Amerika yerli halkı ola-

rak kabul edilen Kızılderili grupları dahi yeni kıtaya Bering kara köprüsü üzerinden Asya’dan gitmişlerdir. Daha sonraları Avrupa’dan Amerika kıtasına göç edenler de başlangıçta yabancıydılar. Fakat silah güçleri sayesinde yerli halkı dar bir bölgeye sürerek yabancılaştırmışlardır. Sosyolojik yabancılaştırma eyleminde toplumların silah gücü ve bu silah gücünü oluşturan ekonomik gelişmişlik boyutu önemli olmaktadır. Ekonomik gücü elinde bulunduranlar hem yabancılaşmakta hem de yabancılaştırmaktadırlar. Ekonomik güç sadece silah gücü değildir. Medya denen sesli ve yazılı iletişim araçları ile film endüstrisi de ekonomiyle yakından ilişkilidir. İfade özgürlüğünü savunan kapitalist toplumlarda medyanın etkisi ekonomik yabancılaşmaya büyük katkı sağlamaktadır. Örneğin, Hollywood filmlerinin tarihsel değişimine bir göz atacak olursak, bu filmler önce Kızılderilileri, ardından Japonları, ardından Sovyetler Birliğini ve nihayet Müslüman grupları kötü kişiler ve zararlı toplumlar olarak tanıtmış, filmleri seyredenlerin dünya görüşünü etkileyerek sosyal yabancılaşmaya neden olmuştur. Elbette ki bu yabancılaştırmanın kökeninde ekonomik çıkarlar yatmaktadır. Karl Marx, yabancılaşma kavramını işçi sınıfının emeğinden ve kendi üretiminden uzaklaşması olarak yorumlamıştır. Kapitalist toplumlarda işçi/işveren

ayırımı ekonomik yabancılaşmaya ve farklı gelir düzeyleri farklı yaşam tarzlarına yol açmış, toplum içinde kültürel farklılıkların oluşmasına da neden olmuştur. Görüldüğü gibi ekonomik ve kültürel yabancılaşma iç içe geçmiş durumdadır. Kültürü tanımlamak gerekirse, “belli bir coğrafyada yaşayan bir toplumun değer yargılarını oluşturan tüm maddi ve manevi üretimler” kültürü oluşturmaktadır. Kültürün önemli bir öğesi olan din de yabancılaşmaya neden olabilmektedir. Zira dini alet ederek yaratılan yabancılaşma toplumların farklı değerleriyle ve inanç sistemleriyle yakından ilişkilidir. Doğu ile batı kültürü olarak tanımlanabilecek iki farklı dünya görüşünün temelindeki farkı oluşturan, doğu kültüründe maneviyatın, batı kültüründe ise maddiyatın ağır bastığıdır. Günümüzde artık bu iki kültür arasındaki ekonomik ayrımlar büyük çapta kalkmış olsa da inanç sistemi ile yaşam tarzı arasındaki ilişki devam etmekte ve giyim tarzına dahi yansımaktadır. Ülkemizde farklı giyim tarzına sahip insanlar da doğal olarak birbirlerine yabancılaşmaktadır. Kültürel yabancılaşmayı dinlenen müzik türünde dahi görmekteyiz. Varoşlarda yaşayan insanlar çoğunlukla arabesk müziğini dinlerken, güvenlik duvarlarıyla çevrili ve ancak özel izinle girilebilen sitelerde yaşayan zengin insanlar klasik ve hafif batı müziğini dinlemekten hoşlanmaktadırlar. Bu da kültürel yabancılaşmanın ekonomik ya-


bancılaşma ile olan yakın bağına işaret eden diğer bir olgudur. Kapalı bir bölgede yaşamak veya yeni düşüncelere kapalı olmak, yabancılaşmanın farklı fakat benzer durumlarıdır. İnsanların kendilerini toplumdan soyutlamalarında veya birtakım manevi değer yargılarına sarılmalarında savunma içgüdüsünün etkin olduğu görüşündeyim. Savunma içgüdüsünün asıl nedeni, tüm var olan canlı ve cansızların uyum sağladığı enerji korunumu yasasının sonucudur. Şu noktada yabancılaşma olgusuna bilimsel bir yorum getirmeyi uygun görüyorum. Bir nesnenin konumundan dolayı, diğer nesnelere göreceli olarak sahip olduğu enerjiye potansiyel enerji denir. Her var olanda potansiya denen bir durum enerjisi bulunur. Potansiyel kavramına Farabi “bilkuvve” demiş ve bu enerji etkin olduğunda, yani kinetik enerjiye dönüştüğünde “bilfiilhale” dönüştüğünü söylemiştir. Doğada potansiyel ile kinetik enerjinin toplamı korunur. Biri azaldıkça diğeri artar. Ancak bu durum sürtünme gibi enerji kaybına yol açmayan kapalı ortamlar için geçerlidir. Genelde sistemler hareket ettiklerinde sürtünmeden dolayı enerji kaybına uğrarlar. Demek ki, en fazla enerjiyi depolayabilmek için mümkün olduğu kadar az hareket etmekte fayda vardır. Bu da, doğal olarak, izolasyona, kendini koruyup yalıtmaya ve dolayısıyla yabancılaşmaya neden olmaktadır. Savunma mekanizmalarının ve yabancılaşmanın altında yatan ilke, mümkün olduğu kadar az enerji sarf ederek maksimum enerji depolamanın gereksinimidir. Örneğin, yerleşik toplum ile göçebe toplum arasındaki farka bakalım. Yerleşik toplumlar belli bir bölgede sabit kalmış olduklarından iş bölümü yaparak ürettikleri yiyecekleri depolayabilmişlerdir. Böylece iklimin tarıma elverişli olmadığı zamanlarda depoladıkları yiyecekleri tüketerek varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Göçebe toplumlar ise sürekli hareket halinde olduklarından yiyeceklerini depolama şansına sahip değildiler. Ancak taşıyabildikleri kadarını beraberinde götürebildiler. Bu durum onların sürekli yeni yiyecek ortamları aramalarına neden olmuştur. Dolayısıyla enerji depolayamadıklarından yerleşik toplumları ani bir saldırı ile dağıtmış olsalar da zaman geçtikçe organize olan yerleşik toplumlar karşısında yenik düşmüşler ve tarih sahnesinden silinmiştirler. Enerjilerini korumuş olan yerleşik toplumlar çoğalmış, göçebe toplumlar az sayıda ve kenar, köşede kalmışlardır.

İnsan davranışlarını, büyük çapta, enerji korunumu yasasının yönlendirdiğini söyleyebiliriz. Tüm canlı ve cansızların davranışları büyük çapta bu yasaya uygunluk gösterir. Varlığını sürdürmek isteyen insanların en eski dönemlerden bu yana birleşip geniş aileler, klanlar, kabileler, boylar ve zamanla şehir devletleri ile kalabalık uluslar oluşturmuş olmaları bu yasanın sonucudur. Ulusların içinde daha küçük topluluklar oluşturan meslek kuruluşları, loncalar, dernekler, vakıflar, politik partiler ve uluslararası şirketler hep aynı yasanın gereği olarak belirmişlerdir. İnsanların bencil ve çıkarcı oluşlarının, birer ego varlığı olarak servet ve mevki peşinde koşmalarının nedeni de gene bu yasadır. Hatta toplumda az çalışıp kısa yoldan zengin olmak isteyenlerin de bu yasaya uygun davrandıklarını söyleyebiliriz. Bu yasanın ahlak “etik” felsefesindeki yansımasını pragmatizm akımında görüyoruz. Yararcılık olarak da adlandırılan bu görüşe göre, bir durum veya davranış pratikte yarar sağladığı ölçüde doğrudur. Pragmatizm bir felsefi akım olarak 1870’li yıllarda Amerika’da başlamıştır. Pragmatistler için düşünce, problem çözmek ve harekete geçmek için gerekli olan bir alettir. Onlar için faydalı olan ve pratik çıkarlara hizmet eden her şey doğrudur. Ancak bu görüşte mutlak bir doğru olmayıp göreli ve kişiden kişiye değişebilen bir kişisel doğru söz konusudur. Bu tür bir kişisel doğru bakışı, yabancılaşmaya ve sen-ben ayırımına neden olmaktadır. Günümüzde, insanlığın bir bütün oluşturduğu genelde unutuluyor. Şu grubun yararını veya bu milletin çıkarını düşünerek davranmanın savaşlara ve çıkar çatışmalarına neden olduğu apaçık ortadadır. Tüm insanların ortak yararını düşünerek davranmak ve diğer toplumların iç işlerine karışmamak, enerji korunumu yasasının en doğru uygulaması olduğu görüşündeyim. Zira her etkiye karşı zıt bir tepki oluşur ve etki-tepki mekanizması sonuçta yabancılaşmaya güç kazandırmış olur. Sadece hizmet etme hissiyle hareket ederek, hiçbir çıkar hesabı yapmadan eylemde bulunmak doğu kültürlerindeki bilge insanların davranış şekli olmuştur. Zira bir şey yapmak kadar, hiçbir şey yapmamak da geçerli bir seçenektir. Nitekim Japonların “Zazen” dedikleri medi-

tasyon durumu “hiçbir şey yapmadan sadece oturmak” anlamını taşır. Zazen, bedeni sakinleştirerek, zihni sakinleştirerek gereksiz takıntılardan kurtaran, varoluşun esas doğasını anlamaya yardımcı olan bir davranış şeklidir. Varoluşun esas doğasını anlayan insanın psikolojisi güçlü olup, ne yabancılaşır ne de yabancılaştırır. Minimum enerji sarfıyla maksimum yoğunlaşmayı sağlayabilen insana “bilge insan” diyebiliriz. Bilge insan kendi doğasını anlamakla kalmaz, ayrıca her konuda uyumlu ve dengeli davranmayı da başarır. Bilge insan, egonun isteklerine boyun eğmekten ve sen ben ayrımı yapıp yabancılaşmaktan da büyük çapta kurtulur. Doğu mistiklerinin uzun süreler oruç tutmaları, yürürken zihinlerini boşaltarak meditasyon durumuna geçmeleri veya nefes çalışmalarında bulunmaları, hep enerji korunumu yasası ile ilişkilidir. Enerjisini korumayı bilen insan hem daha sağlıklı hem de daha uyumlu olur. Sağlık, denince sadece beden sağlığını kastetmiyorum; aynı zamanda ruh sağlığını ve psikolojik dengeyi de kastediyorum. Psikolojisi sağlıklı olan insanın gereksiz takıntıları ve şişkin egosu yoktur. Dolayısıyla psikolojisi zayıf olanların ve birtakım önyargılarla hareket edenlerin hem yabancılaşmaya hem de yabancılaştırmaya yatkınlıkları oldukça fazladır. Bu gibi durumlar, yabancılaşmanın psikolojik boyutunu da gözler önüne sermektedir. Ayrıca bilge insanın özgüveni de güçlüdür. Zira özgüven sahibi insan hem kendini tanır hem de karşısındakiyle duygudaşlık kurmayı başarır. İnsanlar genelde akıl ve mantıkla ilişki kurarlar. Duygularını bastırmaya ve mümkün olduğu kadar duygusal davranmamaya gayret ederler. Oysaki duygularıyla bağlantı kuranlar kişilerle bütünleşirler ve yabancılaşma hissetmezler. Bize hep “erkek ağlamaz”, “erkek güçlüdür” sözleri aktarılmış ve adeta boş bir özgüven aşılanmıştır. Temelsiz olan bu boş özgüven en ufak sarsıntıda yıkılmış, güvensizlik duygusu yabancılaşmayı da beraberinde getirmiştir. Sonuç olarak, yabancılaşmanın girift yapısının bilimsel bir temele dayandığını da iddia edebiliriz. İnsanın güçlü ve dengeli bir psikolojisi varsa enerji korunumu yasasını hem kendi yararına hem de bütünün yararına uygulayabilir. İnsan sadece akıl ve mantık varlığı değildir. Duygularını bastıran insanlar en ufak bir kriz durumunda ya kaçmayı veya saldırmayı seçmişler ve sonuçta yabancılaşma olgusuna neden olmuşlardır.


İllüstrasyon: Tatiana Kirillova

Hermetik Gelenek ile Ezoterizm Bağlamı Güney Güneyan

15’nci yüzyılın İtalyan hümanist düşünürlerinden Marsilio Ficino’nun Platon ve Plotinus’un yapıtlarıyla ilişki tüm yorumları, 1482 tarihli “Platon İlâhiyatı” adlı yapıtıyla Hermetik metinlerden yapmış olduğu çeviriler, Neoplatonizm veya Yeni Eflatunculuk akımının yeniden canlanmasını sağladı. Bu durumda da Eski Mısır inançlarına ilgiyi bir kez daha ateşlemiş oldu. Marsilio Ficino, Mısırlı, Platoncu, Hıristiyan tavırları arasında bulduğu tarihsel ve maneviyat bazlı ilişkilere dair görüşlerini sunarken, üst düzeyde din ile felsefenin aslında aynı şey olduğunu savunuyordu. Hatta Platon ve İbrani geleneklerinin aynı yüce amaca doğru yol aldıklarını ileri sürdü de diyebiliriz. Ezoterizm de birçok kaynakta “asıl olarak belirli kişilerin içselliği ile sınırlandırılmış felsefi öğretiler olup; herkes tarafından bilinen dışa dönük anlam ve iletiler değil, tam tersine belirli kişilerin aşamalardan geçerek bilmeye hak kazandıklarıdır” diye geçer. Fakat bir diğer anlamı ise içsel, tinsel farkındalığa sebep olan, mistisizm ile eşanlamlı kabul edilen önemli ve kesin bilgilerdir denebilir. Nitekim; ezoterizm geniş, farklı öğreti ve pratik yelpazesine sahip olan bir akımdır. Gizliden gizliye geçmişteki birçok olguda kendini gösterir. Sözcük anlamı ile ezoterik, sıfatının kullanımı Antik Çağ’a kadar uzanıyor. Tabii bu kavrama ilk olarak M.S. 2’nci yüzyılda Samosata von Lukian tarafından yazılan Aristoteles felsefesinin ezoterik ve egzoterik olarak ele alındığı hicivsel eserlerde rastlanıldığını da biliyoruz. Alexandria von Clemens de bu bağlamda ilk olarak gizli tutma kavramı-

nı kullanarak, çok benzer bir anlayış ile Romalı Hippolyt, Pisagor öğrencilerinin arasında egzoterik ile ezoterik olanları birbirinden ayırarak ezoterik olanların daha dar bir çemberde, seçici bir kurul içinde olduğunu ve belirli öğretileri ayrıcalıklı olarak dinlediklerini belirttiğini de bilinir. Yine Antik Çağ’da kullanılan bir başka anlamı da Platon felsefesini ve mistiğini anlamaya yönelik olan içsel bilgidir. Ezoterik kavramı, benzer ya da farklı anlamlarla ilerleyen zamanlarda da yazarlar tarafından kullanılmaya devam edilmekte ısrarcı görünüyor. Tıpkı bugün benim de yaptığım gibi. Günümüzde dahi ezoterizm halen farklı olarak algılanıyor. Farklı şekillerde lanse edilmesi dolayısıyla bilinmeyen daima sır olarak kalmamalıdır da demek zorundayız. Herkesin öğrenebileceği, öğrenme gereği duyacağı içrek bilgiler olarak algılanması gereken bu kavramın başka bir genel karşılığı ise; asıl olan, kendine özgü kesin bilgiler ve bu bilgilere ulaşmayı sağlayan farklı yollardır. Ezoterizm ve ezoterik kavramlarının bilimde iki farklı temel kullanımı var. Bu kavramı din bilimi alışılagelmiş tipolojide tanımlar ve belli yollarla dinsel formda karakterize eder. Genellikle, ezoterizm kavramı ile bağlantılı olan içrek bilgi kavramı din biliminde yer alır. Bununla yakın bağlantılı olarak Henry Corbin ve Carl Gustav Jung tarafından temsil edilen bir geleneğe göre ise ezoterik, dinin daha derini içrek sırlarına işaret etmektedir. Bu nedenle de aynı

dinin örneğin sosyal kurumları veya resmi dogmaları gibi egzoterik boyutlarından ayrışma görülür. Ki bu ayrışmaların olması da çok olağan bir durum. Her iki yaklaşım da her dönemin ve bölgenin çeşitli dinlerinde uygulanabilir. Bu akım veya yönelimlerden ayrı tutulması gereken bir durum ise, özellikle batı kültüründe, belli benzerlikler gösteren ve tarihsel anlamda birbiriyle bağlı belli başlı akımları ezoterik olarak özetlemeye yarayan toplumbilimsel yönelimlerde söz konusu olmaktadır. Bu bağlamda son zamanlarda ortaya çıkan batı ezoterizminden de bahsedilebiliyor. Tarihte ise çağlara göre de ayrıldığını görebiliriz. Bazı yazarlar; Yeni Çağ, Orta Çağ ve eski Antik Yunan Çağ’ı olarak ezoterizm felsefesini gruplandırmışlardır. Bu gruplandırılan tanım ve kullanım alanları tamamen aynı olmasa da özde birbiriyle bağlantılı olduğu görülür. Yeni Çağ’daki bir örneğini rönesans içindeki hermetizm, başka bir deyişle kapalılık akımında görmekteyiz. Bir başka tanım ile müphem felsefe diye bilinen bu yönelimde çok geniş anlamıyla Neo-Platoncu bir bağlam söz konusu olmaktadır. Bu konularda yeterli olmadığımı bilmemden ötürü teorik bilgilere hakimim. Fakat bu olgular içerisinde ise simyacılık, Paracelsusculuk, Gül Haçı tarikatçılığı, Hristiyan Kabala ve teosofi geleneği, Işık tarikatçılığı ve 19’ncu ile 20’nci New-Age hareketine kadar sayısız müphemci akım var olduğunu da biliyoruz. Antik Çağ’dan günümüze kadar gerçekliğini koruyabilmiş olması da bu ezoterik öğretilere günümüzde dahi ilgi duyulmasını sağlıyor.


İllüstrasyon: Fatih Öztürk

Psikozlar ve Nevrozlar Toplumunda Aidiyet Josef Kılçıksız

İnsanın varoluş yolculuğu baştan umutsuz bir yolculuktur, tanrı ile arasındaki bu güven bunalımı nedeniyle sızılı ve acılıdır. Varoluş yolculuğu onu çokça nihilizme sürükler. Güvenin gittikçe daralan alanında insan mesihyanist dinsel kolektiflerde bir nebze olsun soluklanıp aidiyet arıyor. Korku ile güven birbirine ardıllık ilkesiyle bağlı olan iki olgu, birinin olmadığı anda diğeri ortaya çıkıyor. Çağımız bir kuşku ve güvensizlik çağı ve her şey güvensizlik ve kuşkunun evreninde bozulup çürüyor. Martin Heidegger’in felsefi ufkunda insan bir Angst varlığıdır. Angst başka bir deyişle korku, kendini can sıkıntısı, kaygı ve bunaltı şeklinde belli eden güvensizliğin görünüm ve yansımalarından sadece biri. Güvensizlik, kuşku, psikozlar ve nevrozlar toplumunda aidiyet yitimi ve kimlik bunalımları elle tutulur somut kategoriler olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Bu durum sadece devlet denen örgüt şemasının yanlışlığından kaynaklanan bir şey değildir. Varlık; kavgalar, travmalar, hayal kırıklıkları, hastalık, acı ve mutluluktan oluşan sürekli bir akışın alanı. Aidiyet arayışını güven bunalımı nedeniyle giderek yalnızlaşıp yabancılaşan ve umarsızca kendine yeni güven alanları arayan bireyin topluma yeniden eklemlenme girişimi olarak okumak gerekir. İşkence, tecavüz, ensest, aldatı, ayrılık ve ölüm gibi güveninin uzamına ve kişisel mekâna zorla ve vahşice girerek onu büken bir takım olayları yaşamış olan kurbanın aidiyet bunalımı ve tutunamama sorunu bu bakımdan anlaşılabilir bir şeydir.

Sadece tüketim ve arzuların azgın talebini karşılamaya odaklı kapitalist distopya yüzünden toplumsal mekân da dengesiz ve bükülüdür. Diğer bir varlık alanı olarak ethos da kirlenmiş bir alan. Ölüm nedeniyle üstlendiği emanetlere ihanet etmek zorunda bırakılan, güvensizlik nedeniyle kimlik ve aidiyet zincirleri kırılmış öznenin arzu akışkanlığı fena halde kesintiye uğramıştır. Aidiyet arayışı bu travmadan sonra tüm arzu potansiyelini serbest bırakıp onun sınırsız akışkanlığını sağlamaya yönelik bir yanılsamadır. Gelecek kaygılarının yol açtığı derin umutsuzluk vakumunu, benden sonra Nuh tufanı nihilist hazcı eğilimler dolduruyor. Bazı aidiyet biçimleri, sınıf mücadelesi yerine kimlik siyasetlerini öne çıkaran bir anlayışın egzistansiyalist düzlemdeki tezahürleri olarak estetize ediliyor. Kanımca ilerici, devrimci dinamikleri kucaklayan yaşam anlayışı iki önemli düşmanla karşı karşıya: Biri, iktidârın yeniden üretilmesinde işlev yüklenen etnik, cemaatçi, tarikatçı, dinci kaba faşizan aidiyetler, diğeri ise, çöken ve çürüyen kapitalist uygarlığın kaos ortamında türeyen, insanı doğaya, topluma ve kendine yabancılaştırıcı estetize sofistike aidiyetler. Nihilizm, anarşizm, egosantrik tutumlar ve hedonizm bu estetize edilmiş sofistike aidiyetlerin bazıları. Solculuktan, milliyetçiliğe, eşcinsellikten dindarlığa her türden kimlik ve aidiyet artık birer imaja indirgenmiş

olarak karşımıza çıkmakta. Modernitenin paradigması, tüm anlam ve değerleri tüketim üzerinden aynılaştırıp çözerek yerine yenisinin koyulmasını neredeyse olanaksız hale getirmiştir. Kadın-erkek, sağcı-solcu, dindar-laik arasındaki ayrım ve kutuplaşmalar bu kategoriler arasındaki sert pozisyonları daha da tahkim etti. Cinsel, dinsel, etnik, sınıfsal ve ideolojik her türlü kimlik arasındaki geçişkenlik zorlaşmakla birlikte bu aidiyetler giderek birbirlerine daha çok benziyorlar. Politikanın, cinsiyetlerin, ekonominin ve estetiğin benzeştiği ve homolaştığı bir dünya bu. Hepimiz aslında kültürel anlamda eşcinseliz, düşüncelerimiz ve bedenimiz ‘hybrid’ olanaklara kapalı ama ruhumuz melez bir yapıya sahip. Aidiyetlerin insanı özgürleştiren ve yetkinleştiren bir niteliğe sahip olmaları önemli bir ölçüttür. Sömürü, zulüm ve sınıf çelişkileri yerine hazza dayalı sözümona aykırı alt kimlikler ikâme edip onları kutsallaştırarak postmodern ahlak anlayışı meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Tüketim, benmerkezci yaşam şekli, yalnızlık, abartılı cinsel yönelimler, ensest, porno, çocuk yapmamak, kapitalist hazcı sistemin olağan olguları haline gelmişlerdir. Yükselen bir değer olarak tabuları yıkmak, çürümeyi bireysel özgürlüğe saygı adı altında Nietzsche’ci arzu felsefesinin yücelttiği anlık hazın arkasına gizleyerek gölgeliyor. Oysa çürüme ve dağılma Jean Baudrillerd’in içe patlama adını verdiği çarpıcı bir benzetmeyle bir bebek zehirlenmesi niteliği taşıyarak yeni bir boyut kazandı. (...)


İllüstrasyon: Tatiana Kirillova

Yitirilen İstanbul: Değişim ve Yabancılaşma Fahri Alpyürür

Kadim Yunan dünyasının en önemli filozoflarından biri olan Herakleitos’un, belki de en çok alıntılanan “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” sözünü, İstanbul’a yüksek bir noktadan bakarken hatırlarsak, yüzyıllardır söylenegelen bu söz, kulaklarımızda şu şekilde yankılanacaktır: “Aynı şehirde iki defa yaşanılmaz. Herakleitos’un felsefî düşünce sistemindeki temel argüman olarak karşımıza çıkan “her şey akar” ilkesi, ondan geriye kalan bu sözde, kendini göstermektedir. Efesli filozofa göre, kimsenin aynı nehirde iki defa yıkanması mümkün değildir çünkü nehre ikinci girişimizde bizi karşılayan su, birinci girişimizdeki ile aynı olamaz. İmkânsız olmakla birlikte su aynı olsa bile, biz aynı değilizdir artık. Her şey aynı olsa da şayet, zaman değişmiştir. Velhasıl Herakleitos, değişimin mutlaklığını bu şekilde anlatmaktadır bize. Peki M.Ö. 475’te ölen bu filozofun düşüncesini neden çağından yirmi beş asır sonra yeniden anıyoruz? Neden İstanbul’a bakarken Herakleitos’u hatırlıyoruz? Bu sorulara yanıt bulabilmek için meseleyi biraz daha açmak gerekiyor. Kim bilir, belki meseleyi açtığımızda Herakleitos’a değil, onun

bu sözüne atıfta bulunarak “aynı nehirde bir kere yıkanmak bile imkânsızdır” diyen Kratylos’a hak vereceğiz. “Çünkü su, içine girdiğimiz andan itibaren değişmeye başlamaktadır” diyen Kratylos’a… Değişimi kabul etmemek ve onun kötü bir şey olduğunu söylemek, geleneğe körü körüne bağlanmayı, bu bağlanma ise çağdışılığı beraberinde getirir. Bu nedenle eleştirdiğimiz “değişim” fikrini tanımlamamız ve sorunu açık bir şekilde tespit etmemiz gerekir. Eleştirdiğimiz değişim; düzen yerine kargaşayı, estetik yerine görüntü kirliliğini, planlılık yerine kaosu yeğleyen ve tüm bu tercihleri bir süreklilik hâline getirerek şehirleri yaşanılmaz kılan değişimdir. Bu değişim, şehrin sakinlerini önce kendilerine, sonra şehre yabancılaştırır. Her gün otobüs beklenilen otobüs durağının iki-üç ay içerisinde birkaç kez şekil, birkaç kez de yer değiştirmesi, şehir sakininin şehirle arasında kurduğu aidiyet bağını zedeler. Uzun yıllardır şehirdeki sosyalleşmenin merkezi olan meydan ve caddelerin onulmaz bir şekilde değişmesi, şehir sakinini şehirden soğutur. İnsan, yaşa-

dığı şehirde güvende hissetmek ister. Tedirgin yaşamak herkesi olduğu gibi şehirliyi de yıldırır. Bir şehrin kozmopolit bir renkliliğe sahip olması başkadır, tanınmadık ve tekinsiz ögelerle bir bilinmeze dönüşmesi başka… Tarih boyunca hiçbir şehir, günümüz şehirleri kadar hızlı nüfus değişimlerine sahne olmamıştır. İstanbul’un nüfusunun da özellikle son elli yıldır yüksek bir ivme kazanarak arttığı bilinmektedir. Bu durumda şehrin, artan nüfusa yaşam alanı yaratabilmek adına yatay ve dikey olarak genişlemesi, olağandışı bir durum değildir. Ancak bu genişlemenin hızı ve plansızlığı, bize Herakleitos’un sözüne atıf yapmaya ve aynı şehirde iki defa yaşanılmayacağını söylemeye itmektedir. Cumhuriyetin ikinci çeyreğinin İstanbul şehirciliği için “sonun başlangıcı” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Denetimden uzak bir şekilde İstanbul’a gelen göçler, ilk önce şehrin yatay olarak düzensiz bir biçimde genişlemesine sebep olmuştur. Bu yeni yapılaşmalar; su, yol, elektrik, telefon ve benzeri yaşamsal ihtiyaçlardan dolayı, şehirdeki yıkımın da fitilini ateşlemiştir. Genişletilen ve uzatılan yollar, yeni su ve elektrik hatları için yapılan düzensiz ve plansız hatlar, kaçak ve gelişigü-


zel imarlar, artan araç trafiği ve tüm bu sorunlara getirilen faydasız çözümler, İstanbul’u, tarihî ve doğal güzellikleriyle insanları büyülen çehresinden hızla uzaklaştırmıştır. Talihsiz şehir, bu yıkıcı değişimin etkisiyle tarihî dokusuna da yabancılaşmış, şehrin sakinleri ise yaşadıkları yerle hiçbir bağı olmayan insanlara dönüşmüştür. İstanbul’un diğer Avrupa şehirleri gibi tarihî ve modern bölgelerini birlikte ve sorunsuzca yaşatma imkânını yitirdiğini görmek zor değildir. Ancak tüm bunlara rağmen İstanbul, dünyanın en çok ziyaret edilen şehirlerinden biridir. Bu hâliyle bile her yıl, “en çok ziyaret edilen şehirler” listesinde kendine ilk beş şehir içerisinde yer bulan İstanbul’un, tarihî ve kültürel güzelliklerini koruyarak bugüne geldiğini hayal ettiğimizde, İstanbul’un liste başında yer alması ihtimali de oldukça fazladır. Napolyon’un “Eğer dünya tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” sözü, İstanbul’un ulus fark etmeksizin, tüm Avrupa için ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Ancak tek dünya devletinin başkenti olma şerefine nail olabilecek bu şehrin hem beslendiği tarihe hem de mirasçısı olduğu kültüre karşıt olarak, artık sokak çeşmelerinden su bile akmamaktadır. Bugün İstanbul’un boğaz hattı üzerinde çift taraflı yükselen gökdelenler “Dünyaya son bir kez bakmak zorunda kalsaydım, sadece İstanbul’a bakardım” diyen Alphonse de Lamartine’i, isteği şu an gerçekleşse pişman edecek düzeydedir. Neredeyse son altmış yıldır birer birer yitirilen tarihî yapılar, Mimar Sinan eserleri, çarşılar, bedestenler, taş kaldırımlar, konaklar, ara sokaklar, caddeler ve ormanlar bize bir şeyler söylemeye çalışmaktadır. Söylenmeye çalışılan bu şey, isimleri “azınlık” olmasına rağmen artık rastlaşmakta güçlük çekilen insanların, boş kalan kiliselerin ve sinagogların, kaybolan kültürlerin ve komşulukların, tenhalaşmış sokakların ya da adım atılamayan meydanların söylemek isteği şeyle aynıdır. İstanbul yitirilmektedir. Napolyon’a ve Lamartine’e bu sözleri söyleten İstanbul, tarihin tozlu sayfala-

rında kalmaya başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet’in bir dünya şehri kurmak adına, her dinden ve her dilden sakininin, yapısının ve kültürünün korunması için büyük çaba gösterdiği İstanbul, bugün onun bile tanıyamayacağı bir hâldedir. Çünkü şehrin en yüksek noktası artık Galata Kulesi değil, finans gökdelenleridir. Her zaman için, sorunun kaynağı olarak kişileri veya kurumları görüp işin içinden çıkmak ne kadar yanlışsa, sorunu kişilere veya kurumlara değil doğrudan doğruya genel zihniyete yüklemek de aynı şekilde yanlıştır. Çünkü her iki görüş de bu sorun için bir çözüm önerisi sunmanın aksine, sunulacak çözüm önerilerinin de önünü tıkamaktadır. Bu nedenle, her ikisinden de kaçınarak, sorunun üzerine konuştuktan sonra, zihniyet dahil kimseyi suçlamadan, küçük de olsa bir çözüm önerisi sunmak, söylediğimiz onca şeyin, bir durum analizinden ziyade, bir durum tespiti olarak algılanmasını sağlayacaktır. Şehirler ile en çok ilgilenen filozoflardan biridir Benjamin, bu yüzden onun sesine kulak verebiliriz bu sorunu tartışırken. Çoğu zaman Türkçeye “gezen-düşünür” olarak çevrilen “flanör” kavramıyla özdeşleşen bir filozof olan Benjamin, şehri gezen ve bu gezilerini düşünceleriyle süsleyen bir adamın portresini çizer bize. Benjamin’in bu gezileri, aylaklıkla karıştırılmamalıdır. Aylak, bir amaca sahip değildir. Flanör ise toplumun dayattıklarını yapmama amacı güder şehri gezerken. Toplum içerisinde yaşayan, yani düşünmeyi bir inziva etkinliği olarak görmeyen flanör, tüm şehir gezilerinde bilinçli bir şekilde izler şehri sokak sokak, cadde cadde… Benjamin’in tabiriyle flanör “metropol arkeologu”dur. Görevi ise değişimin bıraktığı kalıntılara hayretle bakmaktır… Benjamin, okurlarını her zaman yitirilen şeyler üzerine düşünmeye davet eder. Bir durup düşünmeyi… Belki de çözümü bir durup düşünmek-

tir her şeyin… Şehrin yitirdiklerini düşünmek canını sıkar çünkü onun, can sıkıntısı da şehrin sokaklarında kaybolma hevesini. Bu döngüde gezinir durur öylece. İstanbul, birçok özelliğiyle flanör olmak için her zaman oldukça uygun bir şehir… Dönülmez bir biçimde yitirdikleri de var, biraz çaba sarf etse kurtarabilecekleri de. Yarına dair beslenen umutlara da sahip, bir “gezen-düşünür”ün ihtiyaç duyduğu karamsarlığa da. Ölü sokaklar ve semtler de İstanbul’un içinde, yeni doğan “yaşam alanları” da… Tüm bunların yanında, İstanbul’un derinlerden gelen sesini duyabilecek insanlara ihtiyacımız olduğu aşikâr. Şehrin istediklerini ona verebilecek, veremese bile, bu güce sahip olanlara yol gösterebilecek insanlara… İstanbul, ancak bu şekilde, kaybettiği renklerini geri kazanıp gönüllerdeki birinciliğini gerçeğe de yansıtabilecektir. Şehri bilen, tanıyan, korumayı amaçlayan ve onu geçmişin emaneti bilip geleceğe miras bırakmayı ilke edinen bir görüş, sadece İstanbul için değil aynı sıkıntıyı yaşayan tüm dünya şehirleri için de kurtuluşun reçetesidir. Şehirleri yöneten herkesin, bir durup düşünmesi ve dışarıda gördüklerini vicdanına gerçekten kabul ettirebilmesi gerekmektedir. Şehri sadece sevmekle yetinenlerin elindeyse sadece umut vardır. Ancak umut, hiçbir zaman yitirilmemeli. İstanbul için umut; tüm gün Taksim’in ara sokaklarında dolaşıp Cihangir’e inerek yeni yerler ve insanlar keşfeden, Karaköy’den Eminönü’ne yürürken balıkçıları izleyen, Üsküdar sahilinde Kız Kulesi’nin her açıdan güzel göründüğünü fark eden ya da Ayasofya ile Sultanahmet Camii’ni aynı anda gördüğü yere oturarak, bir bakışına sığdırdığı bu “dünya tarihi” üzerine derin bir düşünceye dalan insanların fikirlerindedir. Belki de bu fikirler, sadece kendilerini dinleyecek bir çift kulak, gösterdiklerini görüp anlayacak bir çift göz ve tüm bunları idrak edecek bir bilinç beklemektedir. Unutmamalı, bir şehir için en büyük yıkım yapılarla gelendir.


İllüstrasyon: Fatih Öztürk

Bedensel Aidiyetin Özgürlüğü Devrim Ekinci

Her canlı organizma türüne özgü rahim evresini tamamlarken ebeveynlerinin adaptasyonlarını tamamladığı, hali hazırda da yaşadığı koşullar içerisine doğar. Doğal seçilim evresinde hayatta kalmayı başarıp, türün ve ailenin üyesi haline geldiği takdirde; ekolojik sistem içerisindeki besin zincirinde tek halkalık yerini alır. Türden türe değişebilen ebeveynler tarafından korunma süresi geride kalır kalmaz, etrafını keşfetmeye başlar. Keşifle birlikte yapmak zorunda olduğu, gözlem ve beslenme ihtiyacı kendisini tanımasına fırsat vermediği için karşısındaki devasa sistemin yetişkinlerini taklit etmeye yönelir. Taklidin kendisini hayata tutuğunun farkına vardığında aynı zamanda çevresindeki canlı çeşitliliği içerisinde kime av, kime avcı olduğunu da öğrenmiş olur. Geniş bir zaman diliminde öğrenmesi gereken bu çok bilinmeyenli denklem kısa sürede çözülür. Fiziksel gücünün yeterliliğini her fırsatta test edip, avına yakın avcısından uzakta yaşamayı tercih etmesi de yerinde bir davranıştır. Güdüsel gereklilikler çizgisinde geliştiği halde oldukça mantıklıdır. Bu bağlamda canlı bedeninin hayatta kalmasını sağlayan denge ve coğrafyaya mutlak bir bağımlılık gelişir. “Mutlak bağımlılık” ibaresi fazlasıyla üzerinde durulması

önem arz eden bir kalıptır. Basit bir örnekleme yapacaksak bu, göçmen kuşların mevsim şartlarının değişmesi sonucu yiyecek ve uygun mevsim normallerinde barınma zorunlulukları nedeniyle Kuzey ve Güney yarım küreleri arasında yer değiştirmesi olmalıdır. Başlayan göç esnasında sakatlanma ve ölüm gibi ciddi risklerin ihtimaller dahilinde olmasının yanı sıra, sürüden kopmak ve benzeri olumsuzluklarında göz ardı edilip varış noktasına ulaşma çabasıyla uçma eyleminin tek başına hayatta kalmaya yetmediğini, bunun yanında ideal koşullarında sağlanmasını gerektiğini göstermekte. Şahsi kanaatimce mevcut metnin konusu olan aidiyeti, bilimsel veriler ışığında irdelemek ve aydınlatmak istiyorsak, bu ibare, parçalara ayrıldığında aynı zamanda bedensel özgürlük olarak da yorumlanabilir. Evrim literatürü ve psikolojik verilerinden bir formül oluşturmak oldukça anlaşılır olacaktır. Eşitliğin sol tarafında bulunan kalıtsal özelikler, güdüsel zorunluluklar, çevresel etkileşim ve de biyolojik yatkınlık toplamından eşitliğin sağ tarafında bedensel aidiyettin özgürlüğü tespit edilir. Peki bedensel aidiyetin özgürlükle ilişkisi nedir?

“Bedenin özgürlüğü” ibaresi telaffuz edildiğinde tahmin ediyorum ki; birçoğumuzun hayalinde eş zamanlı büzüşmüş ve bu baskı sonucu organların iç içe geçmiş tutsak bedenler canlandıracak. Hepimizin ortak kullanım alanlarında ister istemez göz ucuyla gözlemlediği aşırı rahat ve tuhaflık derecesinde tedirgin prototipler vardır. Aynı mekân sınırlarında, aynı türe mensup olan bireylerin, farklı davranış formları sergilemesi bedensel aidiyet ile özgürlük arasındaki ilişkiyi apaçık ortaya koyar. İki prototip için kısa bir gözlem analizi yapacak olursak; gözlemlenenlerin mekân ile olan tanışıklığının başlangıcını göz önünde bulundurarak daha objektif sonuçlara varabiliriz. Tam bu noktada, göz ucuyla gözlemlediğimizi anımsayarak yaptığımız şeyin basit ve yüzeysel olduğunun farkına varmış oluruz. Buna rağmen gözlemlenenlerin tavır ve davranışlarından doğruluk olasılığı gerçeğe yakın tahminlerde bulunabiliriz. Rahat davranan prototip için iki yıllık bir süre zarfını ele alarak başlamamız; mekânın dip bucağını araştırmış olduğunu, sınırlar içerisindeki dinamiğin hızını ve de kendisi için bir tehdit unsurunun bulunup bulunmadığından son derece emin olma durumu, özgür davranabilmesi bedensel aidiyeti oluşturan


en önemli etkendir diyebiliriz. Diğer Etrafınızda sizi yönlendiren, şekilgözlemlenen prototipimiz ise konu- lendirmeye çalışan unsurların muzun asıl kahramanıdır. Mekânla olmadığı saydamlıkta. Yalnızca olan ilişkisi gözlerini dünyaya henüz istediğiniz yöne gitmekle şekilleaçmış bebek kadar tazedir. Eklem- nen “tabula rasa” önündeyken; lerinde gerilmeler ve neredeyse hiç sizin tabelanızın yönü ne olurdu? hareket etmeyen kaskatı kesilmiş Bu safhada da iki farklı inorganlar yetmezmiş gibi, etrafı tav- san prototipi oluşturmak mümşan tedirginliğiyle tarayan gözler... kündür. Her çıt sesine kulak kesip, kendisiyle Yaşamımızın önemli bir kısmıuzaktan yakından ilgili olmayan ak- na tekâmül eden, düşünülmeden siyonu yoğun bir tehdit unsuru olar- geçirilen süre zarfı farkına varılak değerlendirmesi son derece nor- maksızın aidiyet duygusuyla maldir. Baden kadraja fiziksel olarak doludur. Düşünülmeden geçirtutsak ve iç içe geçmiş organları ilen zaman genel olarak insanın formuyla yansımasa da bahsi beklentilerinin gözünde canlangeçen bireyin güdüsel hissiyatı tam ması veya başarı ile başarısıolarak öyledir. Dolayısıyla adapta- zlıklarından ibarettir. Bu durum syon süreci bizi özgürlüğe, özgürlük neticesinde göreceli huzur ve ise bedensel aidiyete götürür. de huzursuzluklar belirir. KopAidiyet ve özgürlüğü tek bir cümle yalama yöntemiyle kitle aidsınırları içerisinde nefes alabilen her iyetlerini tercih etmiş bireyler canlı için bir genellemeden yola çı- gözle görünür ya da enerjisinin karak yorumlamaya çalışmışken, geçişken olmasıyla hissedilir evrim haritasında düşünsel bağlam- derecede boşluk, huzursuzluk da bizim yani insanın katetmiş old- tespit edilemez. Gerek söylemuğu mesafeyi dikkate alarak, özgür lerinden gerekse taklitle edindiği beden aidiyetinin düşünsel aidiyet davranış biçimlerinden yüzeyüzerindeki etkisini de irdelemek sel bir huzuru ön planda tutar. istiyorum. İki yüz bin yıl önce, ilk Çünkü sığınmış oldukları kitlesel atalarımız olarak kabul ettiğimiz kabullerle genişlemiş inanç çatısı homo sapiens’ten günümüze, ka- onlar için hazırlanmış ütüsü asla famızın içinde kurtçuklar gibi dur- bozulmayan bir aidiyet gömleği madan hareket eden, kurgulayan, hediye eder. Dolayısıyla düşünsel yıkan, yakan, öldüren, taklit eden ve aidiyet duygusu değil. İçgüdüsel yaratmaya çalışan şeyin amacının aidiyet gelişir. Bu da bedensel aidiyet ve anlam olduğunu iddia aidiyet anlamına gelir. Yani beediyoruz. densel aidiyet düşünsel aidiyeti Doğadaki sembolik tapınmaların bütünüyle anlamsızlaştırmıştır. ardından, tarihin ve insan oğlunun Diğer prototipimiz ise tabelayarattığı inanç doğmalar girdabı, ların yönünü dikkate almadan tıpkı ilk paragrafta örnek verdiğimiz öncelikle tabiatın iniltisine ve doğada gördüğü türdeşini taklit çatlaklarına kulak kabartıp, bueden canlı gibi kopyalama yön- lunduğu yerin kendiyle alakasını, temiyle, uzun süre zarfında varıl- kendisinin bu yerle olan ilgisması gereken eşikten bihaber hazır ini ve karşılıklı olarak ikisinin bulduğunu tüketerek, hayatının geri aralarındaki ilişkinin ne olduğunu kalanını da üzerinde son kullanım düşünür. tarihi belirtilmediği gibi nerede ve Kendisini bu dinamiğin dışına nasıl imal edildiği de bilinmeyen aldığında her şeyin onsuz ne kamasaldan duvarlarla etrafı örülmüş dar mükemmel ve huzurlu oldiçinde kabustan öte rüyanın uğunun bilincine varır. Ve sormak görülmediği vaatler zincirleriyle mecburiyetinde olduğu bir soru bilekleri ve vicdanlarından, tavanı oluşur. Ben varken fazla yahut gökyüzü görmeyen köhnelerde di- eksik olan nedir? Böylece tabzleri kırık bir aidiyet formunu seçtil- elaya ilk sorusunu yazmış olur. er. Bu bağlamda düşünce kendi Bu soruyla ilk prototipin seçmiş formuna uygun yeri ya da yersizliği olduğu huzurdan geriye kalan seçme şansından mahrum bırakıldı. huzursuzluğu tercih etmek zoKendinizi boşluk diye adlandırdığınız runda kalır. Bu durumu özetleyeaslında bir ismi dahi olmasına lü- bileceğini düşündüğüm bir örnek zum olmayan tarifsizlikte hissedin. şöyle ki; “Istakozlar, kendileri

gelişmesine karşın büyümeyen kabuklarını kendilerini binlerce avcıya av yapma pahasına kırar yenisinin oluşmasını beklerler.” Kısaca bize sunulanı değil, biz kendimiz için ideal olanı gözlem ve keşiflerimizle sağlam temellere dayandırdığımız tercihler yapmalıyız. İkinci prototipimiz bedensel ideal ölçütlere göre düşünsel aidiyetini şekillendirmesi mümkün değildir. Bir kulak kabartmayla ağzından kaçırdığı soru onu yaşadığı çağa ışık tutan tarihteki aynı yolu izlemiş fikir dünyasını incelemeye götürür. Böylesi bir aidiyet ve aidiyetsizlik duygusu herhangi bir kitle gücü hissetmeksizin bütünün parçası olmaya gebedir. Çünkü ıstakoz örneğinde de olduğu gibi hiçbir güven ve sahiplilik sonsuz değildir. Karmaşıklaşan süreçlerde yaşanacak kayıplara rağmen alınması gereken riskin su götürmez kazanımlarının göz ardı edilememesi gerektiği anlaşılmalı. Mevcut olanın yıkılıp yenisinin inşa edilemeyeceğinden korkulmamalıdır. Kabataslak olarak konuya yüzeysel bakan insanların azımsanmayacak çoğunluğu, aidiyeti teslim olmak anlamında algılar ve bu şekilde de algı yaratırlar. Bedensel aidiyet için böylesi bir algı çoğu zaman kabul görülebilir olsa da düşünsel aidiyet asla o kategoride yer almamalı. Sözünü ettiğimiz ütüsü bozulmayan gömleği hediye alan ilk prototipin temsilcisi olduğu kitleler için daha açıklayıcı olan teslimiyettir. Kabuklarını defalarca kırmaktan geri durmayan ikinci prototipimizin ilk adımda karşısında meraklı bir tavırla giriştiği mücadele teslimiyeti kesinlikle reddederek hiç bitmeyen bir yolculuk başlatır. İkinci prototipimizin avantajlı olduğu önemli noktalardan biride araştırmacı kimliğinden ileri gelen ve homo sapiens atalarımızdan yaşadığı çağa kadar kayıt altına alınmış belgeleri inceleyip sorularının üstüne gitmekten korkmayarak keşfedeceği yanıtlarını güncelleyerek, küresel bir çizgide hem kendi aidiyetini hem de kendisini rol model alacak etkileşimde olduğu çevre için etkili olur. Peki insanlar öte bir yaşamın arzusu ile kavrulmamış ve bedenin yok oluşunu benimsemiş olsaydı, aidiyet kavramı insan lügatında yerini hiç almasaydı ne olurdu?


İllüstrasyon: Fatih Öztürk

Aidiyetsizliğimiz Aren Merve Atakan

Parçalanmış varlıklar en iyi, parça parça betimlenirler. Rilke’nin bu hoş dizesinden yola çıkarak; insan ilişkilerini ve insan-nesne etkileşimini irdeleyeceğiz. İlişkilerin duygusal tüketim nesnesine dönüşmesinin sosyolojik izlerini takip edeceğiz. Arkadaşlık, dostluk ve aşk kavramları niçin imajlarla yahut maskelerle gölgelenmektedir? Bu gölgenin kaynağını hiç düşünüyor muyuz? İnsanların birbirini birer heyecan metası veya arzu nesnesine dönüştürmesinin psikolojik uzantıları neler olabilir? Tüm bu yanılsamalar zincirinin içinde herkes kendi labirentinin efendisi olarak ne kadar mutluluğa yakın? Evliliklerin, çocuk sahibi olmanın endüstriyel üretim mekanizmasına dönüşmesinin riskleri kadar bu mekanizmanın dişlisi değil de bizatihi kendisi olduğumuzu fark edecek zamanımız var mıdır? Hayatı algılayış biçimimiz zamanın hızına uyum sağlayarak, günü en verimli şekilde sonlandırmak mıdır? Ben ve başkası arasındaki holizm ile disharmonik yapıları, aidiyet ekseninde düşünecek olduğumuzda kavramlar ve anlamlar günümüzde nasıl karşımıza çıkmaktadır? İnsanın kendisini ve başkasını anlaması hususunda; özellikle Heidegger’in ‘das man’ ve ‘mitsein’ kavramlarını, yine bu noktalarda aydınlatıcı olduğunu düşündüğümüz Levinas’ın başkasına karşı, katışıksız sorumluluğu olarak da pek tabii hatırlayabiliriz. Aidiyetin, günümüz insan ilişkilerindeki anlamını; felsefi düzleminin yanı sıra sosyolojik ve de psikolojik kesişimlerini de gözeterek komplike bir düşünüş çabasıyla boşluklara temas edeceğiz. Analitik bir çağda olasılıklar dünya-

sında yaşadığımız kaçınılmaz bir gerçektir. Parça ve bütün ilişkisini; insan ve nesne birlikteliği dolayısıyla ben’in başka’ya olan yolcuğu bağlamında aidiyet teması eşliğinde düşünmeye çalışacak olursak; hem bir düzen hem de düzensizlik olarak addedilen aşka düşmekteyiz. Aşka düşmekten, aşkı düşünmeye varan bir çizgi de ait olmak? Rilke’nin yukarıda bahsi geçen dizesini hatırlatarak; “Aşkta ben, parça parça dünyaya yerleşir.” Başka bir deyişle aşk, benliğin başkalığıyla benliğiyle hayatta kalması olarak da bizi düşündürebilir. İnsan; bir süreç varoluşuna sahip. Biraz daha yakından baktığımızda süreç, hız, zaman ve değişim… “Hızı korumak vaktiyle şarhoş edici bir macerayken, artık tüketici bir angaryadır.” Akışkanlığın gündelik yaşamımızdaki konumlanışının etkileri neler olabilir? Dört duvarlarla kapalı bir mekan yahut Platon’un o meşhur metaforunda bahsi geçen, zincirlerle bağlı olduğumuz bir mağara… Aidiyetin sanallığı, mağaranın duvarına yansıyan gölgelerden ibaret olamaz mı? Eric Fromm düşüncesindeki anlamıyla sahip olmak, zamana teslimiyeti gerektirir. Bu durumda her şey birer nesne olarak karşımıza çıkmaktadır. Endüstri toplumlarının üretim aşamalarına, süreci yaklaşması makineleri kullanan insanları da aidiyetlikten uzaklaştırarak Heide-

gger’in “onlar” olarak ifade ettiği gündelik yaşamın öznesine olan ‘das man’ alanına itebilir. Birlikte olmaklığımızı ben’in başkasını metalaştırdığı ve sevgiden yoksun bağlılıkların zamanında yaşıyor olabiliriz. Garantici ve denetlenebilir tüketim alışkanlığının ait olmaklığımıza işlemesinin ne sakıncası olabilir ki? Kullan at, hızlı tüket ki, yenisiyle sahip olmaklığını güçlendir çünkü sen tükettiğin kadar varsın sloganlarıyla zaman kafesinden kurtulmak; hiç şüphesiz gözlerimizi kapatarak son bulacaktır. Komplike bir düşünce sistemi beraberinde aidiyetsizliğimizi düşünmek tam da şu an, Bauman ile baş başa getirecektir bizi. İnsan ilişkilerinin sanal yakınlığı ile; birlikte olmaklığımızı arttırmamıza rağmen, kısa ömürlü ve derinlikten yoksun birliktelikler yaşıyoruz. Ben ve başkası arasındaki köprüler daha az çaba ve zamanda kurulur olmuş, fakat aynı ölçüde, bir tuşla temas girişimini sonlandırma yetisini kendimizde bulmakla kalmayıp, Levinas’ın başkası’na karşılıksız sorumluluk etiğinden de aynı hızda uzaklaşmış oluyoruz. Başkasını duygusal tüketim nesnesi olarak gören ben’ler hiç şüphesiz Levinas’ın öznelliğin koşulu olarak önemini vurguladığı başkası’na karşı katışıksız sorumluluk etiğinin bilincinden yoksunlar. Kendimizi başkalık alanında nasıl yansıtıyoruz? Nelere ait, nelere sahip olduğumuz takdirde ben ve biz olabiliyoruz? Bundan ötürüdür ki; “Tüketiciler toplumunda, hokkabazlar başarının cisimleşmiş halidir.” Retorik ve hitabe-


tin; hakiki olanı gölgelediği bir çağda kaçınılmaz olarak bizler, tamamlanmamış ve hatta budanmış, hızı önceleyen sözcük ve cümlelerin düzenli dalgalarına aidiz. Konuşulana değil! Bizler laflara aidiz… Bir tuş kadar yakın siber buluşmalarımız. Ne kadar Ben’e temas ediyor olabilir ki vazgeçilmez bir itki ile bunu devam ettirme çabası sarf ediyoruz? Hem de yitirdiğimizi düşündüğümüz şeylere, özlem duyuşumuza sağır kalacak kadar… Aidiyetin sosyolojik boyutu tam da bu minvalde insan-nesne ilişkisi ve başkasıyla kuracağımız bağda önem kazanıyor. Tüketicilik; bir nesne veya ürünlerin birikiminden ziyade, kullanıldıktan sonra yenilerine yer açmak için bunlardan kurtulmanın gayesiyle ilgilenir. Kullan at perspektifiyle sunulan ürünler ve geri ödeme garantileri, insanın nesneye karşı olan yaklaşımı kadar başkasına da yansıtılacak boyutlarda yayılmış haldedir. Çaba sarf etmeksizin ve riskleri güvence altına alma düşüncesi ekseninde ve denetleyici bir tutum beraberinde anlık tatminler, sevme sanatı olmaktan çıkarak sevme vaadine dönüşmüştür. Hızlı tüketim ve hazırda bulunuş; el altında olma hali Heidegger’in tekniğe ilişkin soruşturmasında da ayrıntılı olarak yer ediyor. Bu el altında oluş hali insanın, nesneye ve doğa karşında sergilediği saldırganlık ileri boyutlarda insanı da insana bir duygusal tüketim nesneyi başka bir ifadeyle meta olarak görmesinin yaşattığı aidiyetsizlik, güvenden yoksun ve umutsuz bir mitsein ile baş başa bırakıyor. Nesne ve insan ilişkisindeki aidiyet ve mahiyet kopuşunu böylelikle Heidegger felsefesinde görmek mümkündür. Artık bir bölgenin bölgeliği, toprağın topraklığı ve tarlanın da tarlalığı hatta bir nehrin bile nehirliği söz konusu olmaktan çıkmıştır. Bundan sebep bölge artık bir kömür havzasına dönüştürülmüştür, toprak bir maden yatağına, nehir de bir hidro-elektirik santraline... Doğadaki her şey hazır olmaya buyrulmuştur. Nesnenin bile nesneliğini yitirdiği bir çağda insanın başkası ile kurduğu bağlılık ve temasların kırılganlığı karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerektiği ise belki de Levinas’ın başkası’nda saklı olabilir. Tüm bu düşünceleri; Richard Baxter’in ifadesiyle güçlendirmek yerinde olacaktır. “Hafif bir pelerin gibi omuza atılacağı” ilişkiler mi sarmış durumda hayatlarımızı? Pelerin misali fırlatılıp atılmasını yeğlediğimiz aidiyetliğe; yumuşak bir okşayış ile mi, yoksa sert bir avuçlamayla mı el uzattığımızı düşünmek elzemdir. Aidiyetimiz ve bağlılığımız ne kadar derinleşir ise karşılaşacağımız riskinde o denli büyük olabileceği yanıl-

gısıyla yaşıyoruz… İnsan ilişkilerinin kırılganlığı; esasen modern akışkan insanın, aşkın kökensel değişimine yaklaşımını da gözler önüne sermektedir. Aşkın olumlu bir güç olarak değerlendirildiği zamanlar olmuştur. Hesiodos’un Theogonia’sında, aşk’ın kaos ve kozmos arasındaki geçişteki önemi güzel bir örnektir. Antik Yunan’a düşünsel yolculuğumuzu uzattığımızda ise üç terim bizleri karşılar. Öncelikle Philia, sevgi olarak karşımıza çıkmaktadır fakat başka türden sevgileri de barındırdığı için genel manada bağlanmayı ifade ederken düşünebiliriz. Yine sevgi olarak Agape ise paylaşmayı esas alan türden bir yardımlaşma ve dostluk anlamı taşımaktadır. Ve son olarak Eros ise cinselliği ve aşkı ifade etmektedir. Das man ve mitsein arasındaki bağlar; aşkın üç halinden yoksun kalışları ile bireylerde oluşabilecek tatminsizlik, güvene duyulan özlem ve de aidiyetsizlik beraberinde umutsuzluğa ve kırılganlığa dönüşebilir. Tüm bu düşüncelerle beraber, sahip olmak ve olmak arasındaki farkları ayrıntılı olarak görebileceğimiz en zengin düşünsel zemine sahip isimlerden olan Fromm; ben ve başkası birlikteliğini aynı zamanda nesnelerle kurduğumuz hususlarını da gözeterek sevmek üzerine düşündürmektedir. Aidiyetliğini, sahip olmaklığı ile doğru orantıda ele alan insan, mülkiyet ve kazanç temellidir. Bunların yarattığı tehlikelerin başında mülkiyete sahip olma arzusunun şiddete yakınlığı ve dolaylı olarak yahut doğrudan başkasına karşı sömürü itkisiyle hareket etme riski taşımaktadır. Örneklerle konuyu güçlendirecek olursak; eşyalar hatta duygular da sahip olunan şeyler olarak ele alınır. Bir işveren “ benim işçim” ve ya “benim doktorum” ifadelerini kullanmaktadır… Sevgimizi, nefretimizi ve hatta sevincimizi dahi ifade ederken sanki elle tutulur maddelerden bahsediyor gibiyiz. Oysa farkına varmalıyız ki bunlar içsel süreçlerimizin toplamıdır. Tam da bu noktada, olmak yüzeysel görüntüleri aşmakla gerçekleşecektir. Tüketim, sahip olma biçimi olarak ileri üretim toplumlarında yer edinmektedir. Modern zamanın tüketicileri ise bu terazinin diğer tarafında yaşadıkları tatminsizlikleri büyütmektedir. Ne de olsa; sahip oldukları ve tükettikleri şeyler dışında, hiçlikten başka hal arz etmekten uzak bir duruş sergilemektedirler. Başka

bir ifadeyle; sahip olduğu kadar olduğu yanılgısıyla kuşananlar, tükettiği nesneleri sembolik olarak yutar. Dolayısıyla benliğinde yaratacağı sembolik etkinin inanç nesnesine dönüşümü söz konusudur. Sahip olduğu şeylerden ibaret insan nihayetinde şeylerin yitimi ile karıştığı takdirde benliğini de yitirebilir ve kim olduğunu bilmekten uzaklaşabilir. Yiyecek ve gıda alışkanlıklarımızın, aidiyet kavramında ben ile başkası ilişkisine nasıl yansıyabileceğini düşündünüz mü hiç? Kolay ulaşılır, el altında tutulur, depolanır ve çaba göstermeksizin sürdürülen bir tüketim ağının, yarattığı insan algısının, kirletilmiş ve güvenden yoksun sularından içmeye hazırsanız başlıyoruz… Beden ve zeka gelişimi yani bilişsel gelişim ve davranışlar, aldığımız besinlerle yakından ilişkilidir. Merkezi sinir sisteminin yalnızca genetik belirleyicilerle kalmayıp çevresel faktörlerden de etkilendiği, modern psikolojinin de üzerinde çalıştığı konulardandır. Beslenme alışkanlığımız bu minvalde çevresel etmenlerden olup genetik yapımız ve beyin gelişimimiz üzerinde öneme sahiptir. Dolayısıyla kişilik gelişimi de bu bağlamlarda etkilenmektedir. Sonuç olarak; ne yersen o’sun… Başka bir deyiş ile; yediğimiz şeyler biyo-psişik yanımızı etkiliyor olabilir. Bundan ötürü Ibn -i Haldun’un bu düşüncesindeki bu hususa ek olarak söylemek istediğimiz esasen ne yediğimiz kadar nasıl yediğimizin de insandaki etkileridir. Kapital düzen çağında tüketim alışkanlığımız; ne yediğimiz ve de besinlere nasıl ulaştığımız bizi etkileyen faktörlerdendir. Değindiğimiz üzere kolay ulaşılır, çabasız ve kullan at merkezli tüketim ağının etkisinde kalan bireylerin başkalarıyla kurdukları ilişki, tükettikleri gıdalar ve onlara ulaşma biçimleri açısından önem arz ediyor. Aşık olmanın; aşka sahip olmak yanılgısı ile sevgiden ve duygudan yoksunluğun, yaratacağı tehlikeleri aidiyet kavramı merkezinde felsefi, sosyolojik ve de psikolojik kesişim noktalarını da ele alarak düşüncemizi canlı kılmaya çalıştık. Sevgide başarısız kalışlarını, ilişkiye girdikleri insan sayısında artış ile yeni tahriklere ulaşma arzusu beraberinde unutmaya çalışanlar elbette tesadüfi olmayacak şekilde sosyo-kültürel değişimlerle biçimlenmiştir. Aidiyetimizi, aidiyetsizliğimizden yola çıkarak anlama çabası gerçekleştirdik. Sevgimiz ve her türden tüketim alışkanlığımız aidiyetimizi belirleyen unsurları taşıyor olabilir. Ne de olsa; ne yersek o’yuz, nasıl seversek öyleyiz…


İllüstrasyon: Tatiana Kirillova

İnsanın Kendi İradesine Ait Olmasına Dair Kerem Topçu

Öz bilincimizin, çağlar boyudur süre gelen kendini tezahür edişi boyunca, ait olma kavramı; çeşitli sebeplerden dolayı yaşantımızda ve kendimizi gerçekleştirme mücadelemizde büyük bir yer tutmuştur. Burada, Karen Horney’i de anarak, “kendimizi gerçekleştirme mücadelemiz” dememin en önemli sebeplerinden birisi, oluşan herhangi bir aidiyet duygusunun; şayet insanın kendi iradesine ait değilse, o iradeye duyulacak daha güçlü bir aidiyetin önünü açacak bir şekilde yıkılacak olmasındandır. Bir takım bağlar o iradenin hizmeti için var iseler, içsel veya dışsal olarak, yani tek veya çift taraflı olarak, kuvvetleneceklerdir. “İnsanın kendi iradesi” derken kast ettiğim olgu ise, bulunduğumuz konumun gerçekliğini veya kendi yaşantımıza ve durumumuza uygunluğu konusunda bizi sezgisel bir şekilde uyaran, Sokrates’in ve Thelemite’lerin “Daimon”, Carl Jung’un “Self” olarak adlandırdığı, Hinduizm’de ise “Atman” olarak kendisine yer bulan ve Alman İdealizmi’ne kadar kendisini taşımış, Hegel’den Schopenhauer’a kadar birçok düşünürü etkilemiş olan, o gizem-

li “öz”dür. Peki, bu gizemli “öz”e duyulacak daha güçlü bir aidiyetin önünü açacak bir şekilde, o iradeye hizmet etmeyecek bağların kopma ve o iradeye hizmet edecek bağların oluşma sebebi nedir? Analitik psikolojiye göre “Self”, boş olan, ona hizmet etmeyen her şeyin dağılıp gitmesi ve kendisine hizmet eden aidiyet duygularının inşa edilmesi ilkesi üzerinden, bilinçdışının sonsuz güçlerini kullanarak hareket eden bir arketiptir ve bu sayede, insanın algıladığı benliğinin, aidiyetleri kimi zaman yıkarak, kimi zaman da yaparak, kendi iradesinin kılınmasını sağlar. Burada, “kendi iradesinin kılınması”ndan kastımın, her zaman günümüz paradigmalarınca, en azından kısa vadede “olumlu” olarak algılanabilecek bir şey olmadığının altını çizmem gerekiyor. Zira, Sokrates, Beşyüzler Meclisi tarafından ölüme mahkûm edilmeden önce, “ne yaptıysa, Daimon’unun iradesini kılmak için yaptığını” söylemişti. Belki de bu iradenin kılınmasının oluşturduğu kelebek etkisi sayesinde kendisinin adını ve

hakikat karşısındaki dürüstlüğünü ve tevazusunu, sonsuza değin hatırlıyor ve elimizden geldiğince onu örnek almaya çalışıyoruz. Öyle ki; kendisinin ölmeden önce Grek sağlık tanrısı Asclepius’a bir horoz kurban ettiğini de hatırlamak gerekir. Adakların, geleneksel olarak, kurtulunan bir durumdan, arzulanan bir duruma geçilirken adandığını göz önünde bulundurursak, Sokrates’in ölümünün dahi, onun kendisini gerçekleştirmesine hizmet ettiğini söylememiz son derece makuldür, zira Atina’nın En Yücesi, Beşyüzler Meclisi tarafından affedilip, hakikate sırt çevirmektense, hakikati, yaşamına sırt çevirmek pahasına kucaklamayı tercih etmiştir. O, burada bize, kendi iradesini takip ettiğini düşündüğüm bir başka Yunan Filozofu olan Herakleitos’u anımsatır. Hafızamızı tazeler isek, Herakleitos’un, ateşlerini izleyebilmek ve düşünmek, kendisini aramak ve bulmak adına, Efes kentinin yöneticiliğini elimizin tersi ile ittiğini hatırlarız ki, onu “Bir zamanlar Efes’i yönetmiş Herakleitos” olarak değil de, “Karanlık Herakleitos” olarak tanıyor oluşumuzun ana sebebi de budur. Sokrates, yaşam


ile olan bağını koparmış fakat bunun karşısında, düşüncelerinden ödün vermeyişine dair bir bağ oluşturarak, Daimon’un yapıcı ve yıkıcı yönünü bize gösterirken, Herakleitos’da aynı paradigmayı, Efes ile olan bağını kopartıp, kendi iç dünyasına yönelik bir bağ oluşturmasıyla göstermiştir. “Bu saydığım, örnek gösterdiğim kişilerin çeyreğinin çeyreği olabilecek kadar kutlu bir kadere sahip olursak, ne mutlu bizlere”, burada, akademik tevazunun gerektirdiği cümle olurdu, amma ve lakin, böyle bir tevazunun ardına saklanarak Herakleitos veya Sokrates’ten kendimize idoller biçmenin de, onların bize vermeye çalıştığı en büyük dersten kalmak anlamına geldiğini düşünmeden edemiyorum zira irademiz, “Atina’nın En Yücesi”nin veya “Ho Skoteinos’’un iradesi değildir. Bizim irademiz, bizim irademizdir ve onun kontrolsüz tutkululuğunu, kendilindenliğini ve yakıcılığını, Herakleitos veya Sokrates için değil, bizim için “zor” olan ve böylelikle derimizi değiştirip, yeniden can bulmamıza sebebiyet verecek seçeneklerini, ideallerin ve arketiplerin güneşli görkemine kurban etmek; her ne kadar çekici ve latif gözükse de onların can alevini söndürecek ve bizi kendi kaderimizden alıkoyacak büyük hatalardan birisidir. İradeniz, sizi çılgınca sevmeye sevk ediyorsa, sevmemek gibi bir seçeneğiniz yoktur. İradeniz sizi bilmeye, öğrenmeye sevk ediyorsa, bilmeli ve öğrenmelisiniz. Gerçeği yaşamın ötesinde aramaya sevk ediyorsa, yaşamın ötesinde aramalı ve onun size koyduğu yasadan başka bir tabu veya kural tanımamalısınız. Ki bu yasa onun kendisini gerçekleştirmesi için yapabileceğiniz her şeyi yapmaktan başka bir şey değildir. Zaten, en beklemediğimiz anda bu bahsedilen durumlara veya başka durumlara dair benliğinizi tüm gücü ile ele geçiren bir duygulanıma kapıldığımızda, durumun kendiliğindenliğine ve bizim için ifade ettiği hakikate

dair bir tam algıya kavuşmak, işten bile değildir. Naçizane fikrimce, eski bilgelerin bize öğretmeye çalıştığı en büyük ders, kendi irademizi takip etmemizdi fakat insanoğlu olarak, hareketlerimizi başkalarını taklit etmek üzerinden kurgulamanın yarattığı konforluluk ve idealizasyonun mutlak getirilerinden birisi olan, vaadedilmiş fakat gerçek oluşuna nadiren rastlanmış bir narsisistik doyumun havuç-sopa dinamiğine öylesine alıştık ki, kader, olabilecek en cilveli tavrı ile bizi bu büyük yanılgının içerisine sürükledi ve bundan ötürü, kendi iç sesimize ve sezgilerimize fazlasıyla yabancı bir konuma indirgendiğimiz, beklentilerin aşırı içselleştirilmesine yönelik bir durumun içerisinde düştük. Haliyle de, idealizasyona fazlasıyla tabi kılınan eylemler, kişinin kendi hikâyesinin kalemini elini almasına köstek oluverdiler. Buna dair biraz üstü kapalı bir örnek vereceğim; çoban olması gerektiğinin farkında olan birisi, çobanlık yapıyorsa, o kişi entelektüellik yapmaması gereken bin entelektüelden daha verimli ve huzurlu bir hayat sürmektedir ki, kendisinin huzuruna ve eylemlerinin kendiliğindenliğine gıpta ile bakabilecek birçok insanı aşağı yukarı hepimizin tanıdığını düşünmekteyim. Aleister Crowley, “Yasa sevgidir, iradenin altındaki sevgi” derken hem evrensel bir sevgi maksimini hem de bireyin de bir bütünün parçası olmasından ötürü, kendisine ve dolayısıyla iradesine yönelik duyduğu sevgiyi kast etmekteydi ki, sevgiyi pratik bir eylem olarak ele alacak olursak, iradesini, dolayısıyla kendisini gerçekleştirmeye hizmet etmeyen, o aidiyet ile hareket etmeyen bir insanın sevgisinin gerçekliğinden şüphe duyarız zira kişinin kendi iradesini dışında bıraktığı bir bütün,

tamamına ermemiştir. Gezegene, ülkelere, ailelere, topluluklara, klanlara veya bir başkasına duyacağımız sevgiyi veya aidiyeti kendi irademize nakşedemediğimiz sürece, bu sevgi ve aidiyet otantiklikten uzaktır ve otantiklikten uzak olan her şey gibi, eninde sonunda, hakikatin kara ışığında yok olup gitmeye mahkum olacaktır. “Otantiklik” vurgusunu özellikle yapmaktayım; tarihimizin ve soy kütüğümüzün en eski ve özgün kurallarına sahip geleneği, kendimizi aramamızdır ve bir başkasının kendisini aramasının kuralları, bir başkasınınkiyle asla örtüşemeyeceği için, tek bir tinin çoğul tezahürleri olarak var olabildiğimizi düşünüyorum ki bu, küçük, önemsiz ve basit türümüzün sahip olabileceği en büyük lütuflardan birisidir. Bu sebeptendir ki olmamız gerektiğine inandığımız kişiden ziyade, olduğumuz kişi olarak davranmamız ve kendimizi buna doğru yönlendirmemiz, duygularımız ile, tutkularımız ile ve kendiliğindenliğimiz ile hareket etmemiz ve bunu yaparken de kendimizi eğitmeyi, bileylemeyi ve tanımayı da elden bırakmama ve tembelliğe kapılmama arasında bir denge kurmamız; bir öğretinin oluşumundan ziyade, mevcut olan tüm öğretilerin temelinin sarsılması olacaktır ki, herkes kendine uygun olan öğretiyi anahatlarıyla algılayacak kadar berrak bir zihne sahip olup, kendi yolculuğunun çağıltısında ve iradesinin sessiz görkeminin içinde, istediği hayatı sürebilsin. Aksi takdirde ise hayatımıza girecek tüm aidiyetlerin, kendi irademize ait olmayışımızın boşluğuna yönelik bir telafi mekanizması hizmeti göreceğini ve haliyle, bizi kendimizden çalacağını düşünüyorum. Ne de olsa, bir gezegene, bir ülkeye, bir topluluğa ve elbette ki, bir sevgiliye duyulacak bir aidiyet, kendimize yönelik bir aidiyeti besliyor ve kucaklıyorsa, bundan daha bütüncül ne olabilir?


Baküs Gizemleri Berk Yüksel

“Baküs” veya “Dionisos” genelde bir bereket ve bitki tanrısı olmakla birlikte, temelde bir şarap tanrısıdır. Dionysos bağ bozumu tanrısı olarak da bilinir. Dionisos şenlikleri dört mevsimde de kutlanmıştır, ama en önemlisi bağ bozumu şenlikleri olmuştur. “Doğuş efsanesine göre on iki Olympos tanrısından biri olan Tanrı Dionisos Zeus ve Semele’nin oğludur ve Zeus’un baldırından doğar.” Roma’da Baküs olarak bilinen şarap tanrısı, eski Yunan’da Dionysos, eski Mısır tanrılarında da Osiris’in karşılığıdır. Baküs, şarabın sarhoş ediciliğini değil, sosyal ve faydalı etkilerini temsil eder. “Sembolü olan asma ağacı gibi ölüp yeniden doğar, haz ve acı arasında iki uçta gider gelir. Medeniyetin destekçisi ve barış aşığıdır.” Bütün efsaneleri bir tek motif üstüne kuruludur: tepki ve direnç. Dionisos kültü, Hıristiyanlık dinini de doğrudan etkilemiştir. “Dionisos’a tapanlar ölmüş ataları, yaşayan nesil ve topluluğun gelecekteki üyeleri arasındaki gizemci birlikteliğin bilincinde yaşarlardı.” “Baküs kültü, genç Baküs’ün on iki Titanca parçalara ayrılması ve öldürülen tanrının Minerva tarafından kalbinin kurtarılıp tekrar dirilmesinin sağlanması alegorisi tarafından biçimlenir. Baküs’ün kalbi rasyonel ruhun ölümsüz merkezidir. Baküs, aşağı dünyanın rasyonel ruhunu temsil eder. Baküs hal; rasyonel ruhun kendini bilme hali içindeki birliğini işaret eder; titan hal ise rasyonel ruhun evrene dağılmış, dolayısıyla kendi özsel birliğine dair bilincini yitirmiş çeşitliliğini gösterir.” Orfeus, Mısır’a gidip inisiye olduktan sonra dönüp kendi dinini öğretirken, Mısırlı ra-

hiplerin yöntemini kullanarak öğretisini var olan inançlar üzerine kurar. Bunun sonucu olarak, Zeus dini ve Dionisos kültü çıkar. “Bu öğretiye göre, tüm tanrıların en büyüğü olan Zeus, tüm evrenin kendisinden var olduğu tanrıdır. Güneş tanrısı olan Apollon, ışıktır ve tanrısal nurdur. Dionisos ise, onun oğlu, yani tezahür etmiş İlahi Kelamdır. İnsanlar, Dionisos’dan birer parçadır. İnisiyeler ise, insanoğlunun Hermes’leridir.” Bilindiği üzere “İman, görünmeyen veya örtülü şeylerin gerçekliğine olan güçlü inanç demektir.” Yüce yaradana inanç, tüm gizem kültlerinin ortak paydasıdır. Kadim sistemlerin çoğu kendinden büyük bir güce bir şekilde inanmayan bir inisiye adayı ile yola çıkmamıştır. İnisiyasyon törenleri müzik ve dans eşliğinde, her zaman ölüm ve yeniden yaşama dönüşün uygulamasıdır. Bu törenlerde çok sayıda aktör rol almaktadır. Bu törenler olası en çarpıcı biçimde canlandırılmıştır. Öğretide inisiye, iki meşale taşırdı, bunlar akıl ve sezgidir. “İnisiye, katılaşmış kavramların kelepçelerinden özgürleşmiştir. Çoğunlukla ilginç etkinliklere sahne olan vaftiz uygulaması, suyla olduğu gibi ateşle de uygulanmıştır.” Gizem topluluklarının toplantıları, birlikte yenilen yemeklere göre adlandırılırdı. Dionisos, Demeter ve İsis kültlerinde bir tür dinsel takvim düzeni bulunmaktaydı. Bu takvim düzenine göre gerçekleştirilen mevsimsel festivaller, bağ bozumu ve tahıl, ekim, hasat zamanı ile yakından bağlantılı olan eski törenlerden miras kalmıştır.

“Baküs gizem okulları’nın erginleme törenlerinde Baküs rolünü aday oynardı. Titanlar kılığındaki rahipler, adayın üzerine oturur, aday sembolik olarak öldürülür, sonra büyük bir sevinçle hayata döndürülürdü. Baküs gizemleri iki dereceye ayrılmıştı ve üç yılda bir düzenlenirdi. İnisiyeler, Baküs için adledilen mersin, sarmaşık bitkilerinden yapılmış bir taç giyerlerdi. O, 25 Aralık’ta bir bakireden doğmuş, insanlığın iyiliği için büyük mucizeler gerçekleştirmiş, muzafferane alayda bir eşeğe binmiş, Titanlar tarafından öldürülmüş, 25 Martta yeniden dirilmiş ve ondan hep kurtarıcı olarak bahsedilmiştir. Baküs, bir tür solar enerji sembolüdür.” Uzun ve yorucu çalışmalardan sonra bir sofra çevresinde bir araya gelinmesinin ve belirli kurallara uyarak hep birlikte yiyip içilmesinin tarihi eski Mısır’a Işığın oğullarına, eski Yunan’a Dionisos işçilerinin şenliklerine kadar uzanır. Bu sofralarda egemen olan etken sevgi ve bilgeliğin birlikteliği ve elbirliği ile çalışmaktır. Dionisos adına düzenlenen şenlikler, topluluk üyelerinin gündelik yaşamın döngüsünün dışına çıkmaları için bir fırsat oluşturmuştur. Daha büyük bir birliğin, dört elementin ve beş duyunun üzerine çıkabilmek, günlük yaşam kargaşasından sıyrılıp kendi aynasında kendini, çevresinde ve doğada evreni görebilmesi için kısa duraklar sunmuştur. Sevgi ve bilgeliğin birlikteliği önemsenmiştir. Kadınlarla erkeklerin birlikte katıldıkları Baküs ayinleri, zamanla şekle takılıp özünü fazla koruyamamıştır; sonraları tarih tekerrür etmiş, Roma tarafından büyük bir tehdit olarak görülmüş ve yasadışı ilân edilmiştir.


kucuradivakfi.org.tr


Fotoğraf: Denef Huvaj

Abhazya: Marushya Denef Huvaj

Abhazya’da çok uzun süredir gitmek istediğim bir yer vardı; Anhua Köyü. Epeyce vakit Sohum’da, köyden tanıdığı olan birilerini aradım ve tabii beni oraya kadar götürebilecek birini de. Sordum soruşturdum, sonunda bir arkadaşım oranın muhtarına ulaştığını söyledi. Adama telefon edip hızlıca “Sana yarın sabah 8’de bir misafir getireceğim. Afon’da buluşalım oradan al,” dedi ve kapattı. “Müsait miymiş bir sorsaydık falan” gibi bir şeyler geveledim. “Tamam, tamam o iş,” deyip gitti. Her iş tamamdı; her iş! Ne sorarsam sorayım “o iş tamam” cevabı alıyordum. Ama süresi biraz uzun sürüyordu bu tamamların. Bu yüzden güven sorunu yaşayan ve konuları geç algılayan biri gibi bir şeyi defalarca sorup, kızgın bakışları üzerime çekiyordum. Karşımdaki kişi kaşlarının altından bakıp, burun deliklerini genişleten derin bir nefes verene kadar da sormaya devam ediyordum. Aslında fotoğrafçılarda olması gereken o hemen ortama sızma rahatlığı yoktur bende. Tedirginimdir. Başka birinin alanını gasp etme korkusu yaşarım hep. Ama bana bir kez izin verildi mi kibar görünümlü bir ısrarla o işin peşine düşerim. Bu buluşmayı da kaçırmamalıydım çünkü bir sonraki gün Abhazya’dan ayrılacak on yedi saatlik bir tren yolculuğuyla Nalchik’e geçecektim. Sabah 6.30’da arkadaşımı aradım, “Beni unutmadın değil mi” diye sordum. “Oy Denef oy!” diye söylendi,

uykulu bir sesle, “Kalkıyorum, kırk dakikaya kapındayım,” dedi ve kapattı. Bir saat sonra kapıdaydı. Ben artık otelin önüne inmiş orada bekliyordum. “Geç kaldın,” dedim. “Nasıl olsa o da geç kalacak,” dedi ve kendi kendine buna epey uzun süre güldü. Daha fazla bir şey diyemedim çünkü benim için bir araç tutmuş, henüz uyanmamış bir şekilde beni gitmek istediğim yere ulaştırmaya çalışıyordu. Şımarıklık etmemeliydim. Ki ben de normalde pek dakik biri değildim ve bu huyumun nerden geldiği de sanki belliydi. Hava serin, bir o kadar da nemliydi. Yanıma sadece fotoğraf makinesini ve lensleri almıştım. Taşıdığım her şey yük oluyordu. Üstüme aldığım her şey yapış yapış ağırlaşıyordu. Sigara da içemiyordum. Hoş karşılanmıyordu çünkü. Belki istesem gizli saklı bir yerlerde içebilirdim de hem yaptığım bir şeyi gizlemek zoruma gidiyordu hem de “o kadar da darda kalmazsın herhalde birkaç saat sigara içmezsen, iradesiz olma” diye içten içe kendime kızıyordum. Henüz uykusu açılmamış olan arkadaşımla tek kelime konuşmadan muhtarla buluşacağımız yere vardık. Yanılmıştı. Muhtar zamanında gelmiş bekliyordu. Selamlaştık. “Misafir sana emanet,” dedi arkadaşım, sonra bana dönüp “Bir şey lazım olursa ararsın beni,” dedi ve

arabaya binip uzaklaştı. Muhtar deri ceket giymiş, kısa boylu, bıyıklı ve oldukça sinirli bir adamdı ve bence beni gezdirmekten pek hoşnut değildi. Kendimi bir yere emanet edilmiş, istenmeyen bir paket gibi hissediyordum. Hiç bozuntuya vermeden gülümseyerek tuhaf askeri jipe bindim. Abhazca, söylenir gibi konuşmaya başladı. “Abhazca anlamıyorum” dedim Rusça, “Ben Adigece biliyorum ve Abhazcaya benzemiyor. “E neyce konuşacağız seninle bütün gün,” dedi yüksek sesle. “Rusça konuşuyoruz ya,” dedim. Doğrular gibi kafasını salladı ve sustu. Daracık bir patika yolda savrularak ilerliyorduk. Arada önümüze otlayan bir inek çıkıyor, onun çekilmesini bekliyorduk. O boşluklarda kısa kısa birbirimizin yüzüne bakıyor, kaçamak bakışlarla birbirimizi inceliyorduk. Bir müddet sonra patikanın sol yanı açık bir uçuruma döndü. Makinemi elime almış video çekmeye çalışıyordum ama o kadar sarsılıyorduk ki sallanan ağaçlar, araba camı, direksiyon, arada kendi ayaklarım görünen flu görüntülerden başka bir şey çekemiyordum. Bana dönüp yüzüme baktı gülerek. “Buradan çok adam geçirdim, hepsi korkudan çocuk gibi bağırdı, sen bağırmıyorsun, korkmadın mı,” dedi. “Çok mutluyum, mutluyken korkmak aklıma gelmiyor,” dedim. Beklenmedik bir kahkaha attı. Kafası arkada, oldukça yüksek ve uzun. “Demek korkmayı unuttun,” diyerek gülmeye devam etti.


Tekrar yüzüme bakıp “İnsan korkmayı unutur mu,” dedi. Sonra bana ufak ufak etrafı anlatmaya başladı. Yüzüme bakmadan kafasını oraya buraya çevirerek hızlıca konuşuyordu. Sürekli yüzüne doğru eğiliyor, anlattıklarından bir şey kaçırmamaya çalışıyordum. Bir tepeye vardığımızda araba durdu. Benden sakındığı yüzünü yüzüme yaklaştırdı, gözlerini açıp “Hay şeytan, bozuldu,” dedi. Arabadan indi, kaputu kaldırdı, bir şeylere baktı, geri geldi, çıktı, tekrar geldi, direksiyonun başına oturdu. Sonra camın önüne tek bir papatya koydu. “Belki bu papatya seni mutlu eder ve korkmayı unutursun, çünkü arabayı boşa alıp tepeden aşağı bırakacağım. Ev hemen şurası,” dedi. “Yürüsek” dedim. “Misafiri yürüttü dedirtmem,” dedi ve yine o beklenmedik kahkahayı atmaya başladı. O esnada sallana sallana yokuştan aşağı inmeye başladık. Evin çitlerine hafifçe çarptık ve durduk. Ufak bir şok haliyle, tek elim hızlıca ceketime gömdüğüm makinemde, diğer elimde papatya, arabadan yavaşça indim. Hâlâ gülüyordu. Ben de gülümsedim, üstümü başımı düzeltip makineyi boynuma astım, papatyayı iç cebime özenle yerleştirdim. “Beni çekecek misin,” dedi. “Müsaade ederseniz çok isterim,” dedim. “Dur silahlarımı çek,” diye koşturarak içeri girdi. Ben de arkasından çimleri yeni biçilmiş mis gibi çimen kokan bahçeye geçtim. Üçgen bir ev vardı karşımda. Epey ufaktı. Kapısının üstünde koç boynuzları asılıydı ve hemen onun üstünde de tatlı ufak bir pencere bana bakıyordu. Bahçede ağaca bağlanmış kahverengi bir at duruyordu. Muhtar silahlarını çıkarmak için içeri girdiğinde ben de ata yaklaştım, biraz sevdim, birkaç fotoğrafını çektim. Ben koyu kahverengi, hafif nemlenmiş yelelerini okşarken muhtar telaşlı bir şekilde duvara yaslı bankın üstüne silahlarını diziyordu. Silahlarının fotoğrafını çektirmek istemesindeki bu heyecana bir türlü anlam veremedim. “Neyi ifade ediyor bu silahlar,” dedim. “Silahı,” dedi anlamsızca bakarak. Önce özenle dizilmiş silahları çektim. Bazen biri hafifçe kayıyor, hemen müdahale edip düzeltiyordu. Sonra onu da silahların yanında çektim. Poz verirken çekmek istemiyordum aslında. Kendi halindeyken yakalamayı daha çok istiyordum. Ama insanlar fotoğraf makinesinin ortamdaki varlığına alışana kadar hep bir poz, bir oyun içinde oluyorlardı. Duruşları dikleşiyordu. Elleriyle kusurlu buldukları yerleri kapatıyorlardı. Birine

fotoğraf makinesiyle yaklaştığınızda neresinden memnun olmadığını hemen anlayabilirsiniz. İçeri çekilen göbekler, elle hafifçe kapanan çenedeki sivilceler, yok edilmeye çalışan gıdılar, bazen gizlenen eller… Bu bende hiç alaycı bir his uyandırmıyor. Aksine tuhaf bir sevgi uyandırıyor, belki de şefkat. Çocuklaşan tedirgin halleri sevimli ve kırılgan bir hal alıyor ve sanki karşımdaki kaç yaşında olursa olsun bu diyaloğun yetişkini ben oluyorum. Uzun uzun memnuniyetsizliklerini izliyorum ve onları en rahat hallerinde ama sakladıklarına da özen göstererek fotoğraflıyorum. Coşkuyla bir şey anlatırken ama en dik hallerinde, göbek kendini ortaya öylece salmamışken. Belki büyük bir sofrada elleri büyükçe bir meyve tabağının arkasında kalmışken. Önemsedikleri şeyleri önemsiyorum. Bu benim için aramızda konuşulmayan küçük bir anlaşma. Muhtar sürekli bıyıklarını düzeltiyordu ve ceketinin sık sık kıvrılan yakasını. Onu bahçesinde bana atının huylarından bahsederken kendi halinde çekmeyi başardım. Vakit geçtikçe bana ısınıyor, yaptığı şeyden keyif almaya başlıyordu. Sanki şımarık bir yabancı bekliyordu ama sık sık attığı kahkahalardan, şakalarından, arada sıvazladığı sırtımdan anladığım kadarıyla beni utangaç ve komik buluyordu. Gözlerini açıp heyecanla bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Gözleri elaydı ve heyecanlandığında sulanıp yeşeriyordu. Yine birden gözleri büyüdü, yeşerdi, çok önemli bir şeyi hatırlamış gibi bir coşkuyla “Seni Marushya’yla tanıştırayım,” dedi. Rusçada yaşlı kadınlara babushka denir. Bundan yola çıkarak bunun yaşlı bir kadın olduğunu anladım. Yaşlı kadınları -sanırım anneanneme olan düşkünlüğümden- bir başka severim. Lekelerle kaplanmış, sıkça kendi kucaklarına saldıkları ellerini, iyice büyümüş ve hafif şeffaflaşmış kulaklarını, buruşmuş şakaklarını, konuşurken artık içeri doğru kıvrılan dudaklarını... Ama en çok genççe birisi onlarla ilgilendiğinde gözlerine oturan o yaşam dolu pırıltıyı ve her cümlelerini kendi kendilerine onaylayıp sonuna ekledikleri tuhaf, utangaç gülüşü. Ben de heyecanlandım. “Evet, nerede,” dedim. “Diğer tarafta, gel,” dedi ve önümden yürümeye başladı. Daha genişçe bir bahçeye geçtik.

Bu bahçe epey gür yabani bitkilerle kaplıydı. Uzun nemli otların paçalarımı ıslattığını hissediyordum. Ve ayaklarım birbirine dolaşmış uzun köklere takıldığı için biraz ağır ilerliyordum. Sağ taraftaki küçük yükseltide beyaz bir at otluyordu. Tam kafasını kaldırıp bana baktığında fotoğrafını çektim. Arka taraftan ise gür bir ormanlık görünüyordu. Biz otların içinde ilerlerken Muhtar, “Marushya” diye bağırmaya başladı. Ben de “Ayıp olmasın, ayağımıza çağırıyoruz, biz gideriz,” dedim utanarak. Yaşlı bir kadını fotoğrafını çekeceğim diye ayağıma çağıracak değildim ya. Bahçenin neredeyse sonuna gelmiştik ve hemen ileride gür ağaçlarla kaplı bir tepe yükseliyordu artık. Adam bir kez daha seslendi. “Marushyaa!” Yüksek otlar ağır ağır sallanmaya başladı. O ormanlık tepelerde ot mu topluyordu kadın? Bizim de bu mevsimde toplayıp yemeğini yaptığımız otu biliyorlar mıydı acaba? Ormanda yaşayan yaşlı bir kadın mıydı yoksa? Belki eski antik inanışlara göre yaşıyordu. Şehirle bağlarını kesmişti. Adam da bu kadar heyecanla söylediğine göre farklı bir şeyi vardı bu kadının. Otlar ağır ağır açılmaya devam ediyor, kadın yaklaşıyordu. O an ortamın büyüsüne kendimi iyice kaptırmış olmalıyım ki Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sindeki havada çarpışan Çerkes ve Abhaz cadıları bile düşündüm. Gerçeklikten hızlıca kopabilirim ve kopmuştum. Uzun değneği elinde, bilge derin gözleriyle yüzümüze dimdik bakacak bir kadının ağır ağır otların arasından çıkışını hayal ediyordum. Nefesimi tutmuş, elimde makine pusuya yatmış bekliyordum. Ufak kulakları gördüm önce. Yaşlı bir kadınınkine benzemiyorlardı. Sonra o yuvarlak kafayı, kahverengi tüylü gövdeyi gördüm. Boz bir ayı ismini söyleyen kişiye doğru ağır ağır geliyordu. “Ama bu kadın değil,” diye kekeledim kısık bir sesle, “Yoo, dişi,” dedi Muhtar. “Annesini vurmuşlar, ben de bunu alıştırdım, yavru daha.” “Yavrusu olan hayvan avlanır mı hiç,” diye söylendi. Ben hiç kıpırdamadan bakıyordum. Sevineyim mi, üzüleyim mi? İsmini öğrenmiş bir boz ayının yavaşça bize doğru geliyor oluşu yaşlı bir kadından daha mı ilginçti, o an karar verememiş, donmuş bakıyordum. “Ee, çekmeyecek misin bizim kızı,” dedi. “Tabii çekeceğim,” dedim hemen kendimi toparlayıp. Muhtar cebinden renkli bir mendil çıkardı, oynamaya başladılar ve çektim...


Fotoğraf: Merve Sagit

Rengin Arasında Gri: Katmandu Merve Sagit

Şu an Filipinler’den kalkan uçağımın Kore’ye gidişini izliyorum. Güneşin bulutları kırdığı maviyle oluşan morlukları ve diğer bu tonları arayışa koyuldum. Normal şartlarda uyur yahut film izlerdim. Bu sefer böyle olmadı. Dedim o zaman, madem bilgisayarı açtın yaz. Size Filipinler’den ve Kore’den tabii ki bahsetmeyeceğim. Bahsetmek istediğim yer Nepal, bilhassa başkenti Katmandu. Hindistan’ın kuzeyinde Tibet’in güney kısmında ve Butan arasında kalan, sizin Everest’i ile tanıdığınız ama daha dokuz büyük dağı olan, odun kokan bu ülkenin UNESCO mirası tapınaklarıyla kaplı şehri Katmandu. Neden mi odun kokuyor? Ülke genel anlamda kışları soğuk ve insanlar akşamları dışarıda ateş yakıyor. Şaka değil, gayet ciddiyim. İnsanlar dışarıda evinin, dükkanının ve tezgahının önünde ateş yakıp oturuyor. Bahsettiğimiz yer bir kasaba yahut köy değil; başkentten, modern şehirden bahsediyoruz. Fakir ülke, sevdiğim ülkelere fakir denmesinden hoşlanmasam da “şimdilerin hippi ülkesi” diyenleri de var. Haklı olabilirler. Etrafı saran tütsü kokuları ve onunla karışan soğuk havanın yadigârı duman kokusu, asla olmayan trafik ışıkları, araçların kendi kurallarını koyduğu ana caddeler, yıkık evler, yıkılmak üzere olan evler ve yeniden yapılanmak için inşaatlar. Katmandu oldukça kaotik ve turist çeken bir şehir. Güvenli denebilir, her yerde polisler geziyor. Yani en azından

güvende hissetmeniz sağlanıyor. Halkın çoğunluğu hava kirliliğinden maske ile dolaşmayı tercih etmiş ve bir kısmı Tibet mültecisi. Ülkedeki en güzel İngilizceyi de onlar konuşuyor normal bir Nepalliye kıyasla. Zaten Nepal’de ilkokul eğitimleri de İngilizce verilmeye başlanmış. Hiç ummadığınız, yol üstünde bir köyde dahi “English School” tabelası ile karşılaşabilirsiniz. Tekrar Tibet göçmenlerine dönecek olursak; Çin’in 20’nci yüzyıl ortalarına doğru gücünü ve baskısını arttırdığı Tibet halkının mülteci olarak sığınma hikâyesinden bahsedeceğim. Bir kısmı Hindistan’a göçmüş ama genel kanı kendilerince Nepal’de daha güvende ve biraz da kızgınlar. Birkaçı ile konuşma fırsatım oldu. Komşu ülkeler dışında başka ülkeye gitmeleri yasak. Bu düşünce bile bana sinirlenmek için yetti. Ayrıca iş olanakları da fazla olmuyor normal bir Nepalliye göre. Belli sınırlamalar getirmişler onlara. Zaten ülkenin maddi durumu oldukça kötüyken bir de o ülkede sığınmacı olarak yaşamanın zorluklarını tahmin etmeye çalışın... Seyahat planımda Hindistan’dan Nepal’e geçtiğim için bu komşu ülkelerin birbirinden nasıl etkilendiklerine de ayrıca tanık oldum. Halkın bir kısmı Çin kesimine benzerken bir kısmı Hint tarafından nasiplenmiş. Genel olarak Hintlerden haz etmiyorlar. Açık konuşmak gere-

kirse Nepallilerin kültür birikimi ve tavırlarını ben de Hindistan’dakilerden daha çok sevdim. Para birimi olarak Hindistan’daki gibi burada da rupi geçerli. Ancak Nepal rupisi. Hint rupisine nazaran yarı yarıya daha az değerli. Hindistan’da içtiğimiz masala çayını da sütlü çay diye kendi üstlerine almaya çalışıyorlar tabii. Bizim, baklava, yoğurt, rakı hikâyelerinden farksız. Olağan komşu ülke sürtüşmeleri... Ülke Hindistan gibi çoğunluğu vejetaryen olan bir ülke değil ama saygı göstermeyi deniyorlar. Yani görünüm öyle. Ülkede yakın tarihe kadar hayvanların katledildiği ve savaş filmlerini aratmayan festivaller düzenleniyormuş. Büyük eylemlerden sonra bu tarz kutlamalar yasaklanmış. Biraz da korku var. Sonuçta ülke geçimini turizmden kazanıyor ve turistik amaçla gelen kesim Budizm inancını benimsemiş kişiler oluyor genellikle. Hal böyle olunca da bu kadar vejetaryenin geldiği şehirde böyle kutlamalar yakışık almıyor. Sokaklarda ise işler değişiyor. Yerlerde, her köşe başlarında pek kasap diyemeyeceğimiz tezgâhlar mevcut. Asla fotoğraf çekemiyorsunuz bu görüntü karşısında. İzin vermiyorlar, kızıyorlar. Hatta bazen azarlayıp, bağırabiliyorlar. Ben de fazlasıyla nasibimi aldım tabii bu durumdan. Zaten başka şehirlerine geçtiğinizde Nepal’in turistlere karşı korkusu artıyor. Et ürünlerini el altından satıyorlar. Tam kış mevsiminde gittiğim için kış


depresyonundan da beklediğim potansiyeli bolca gördüm. Benimle aynı zamanlarda giden arkadaşlarım da bu şekilde minik depresyonlara girmişler. Ülkedeki sokaklarda Sovyet Rusya etkisiyle oluşan evlere benzer komünist bir düzen var. Kısacası, mimarisi de bu şekilde gelişmiş. Yeni yapıların dışında “Old Town” diye adlandıracağımız bir yer var ki; özellikle Thamel bölgesindeki evler ve arkada kalan dükkanlar için bu benzetme geçerli. Aynı düzende sıralı, içeri doğru minik karecikler ve olabildiğine kirli duvarlar, süsten ve albeniden uzak dükkânlar… Çok sayıda turist nüfusu barındırıyor. İnsanlar buraya trekking/hiking için geliyor. Ayrıca Buddha’nın Nepal’de doğmasından kaynaklı, hacı olmaya gelen de çoğunlukta. Bilgi verme kısmını geçtikten sonra biraz da hislerimden bahsetmek istiyorum. Şehre ilk adımımı atmamdan itibaren aldığım haz, bir şeyleri başarıyormuş hissi ile aslında tam da olmadığım birine duyduğum heyecan... Hindular, Budistler, meditasyon yapanlar, trekking’den gelmiş olan ve gidecek olanlar, safranlar, çaylar günde üç öğün yiyeceğim Momo, el yapımı kağıtlar, maskeler, haritalar, bufalo figürleri, Nepal alfabesi, her yolun birbirine benzemesi ve kaybolmalarım... Bu kadar güzel şey arasında kendimi kaybedebilirdim. Keza öyle de oldu. Deprem hattı üzerine kurulu şehirde gün içinde ara ara elektrikler kesiliyor. Çünkü sıklıkla deprem oluyormuş. Şehri gezintiye ilk çıktığımda her yerde mumlar vardı. Tüm mekânlarda, merdiven başlarında olması gözüme çarpmıştı. Bu ambiyans görünürde turistler için yaratılmış gibi dursa da işin aslı deprem olduğu sırlarda elektrik kesildiği için olduğunu anladım. Saflığımın tebessümünü geçersek: 2015 yılında Katmandu, 7,8 büyüklüğünde deprem atlatmış. O güzelim tapınaklar, stupalar yıkılmış. Tekrar ve tekrar yapmışlar. Altı aylık gezim boyunca en depresif olduğum yer ve ülke burasıydı. Sebebi koyu renkli ve sessiz olmasından da olabilir. Fakat burada sessizliğin tanımı, o karmaşanın içinde her şeyin yalnız olma sessizliği de denebilir. Genelde kaos ve karmaşıklık birbirine benzeyen ama safi bireysel birlik içinde olan yerlerde çıkmaz mı? Belki de bunu ben seçmiştim. Böyle bir meditasyon hali içinde iletişimsiz zamanlar geçirdim. Bence Buddha da benim gibiydi. Himalayaların ortasındasın dünyanın en yüksek dağlarına sahipsin, hava da

buz gibi, doğan mükemmel. Peki ne yapacaksın? Düşüneceksin tabii! Burası sayısız düşüncelere dalmak için idealdi. Bu sıralarda Hindistan’daki birikmişliğimle de kendimi bir dövme stüdyosunda buldum. Nepal’de bu konuda çok başarılı sanatçılar var. Genleriyle kaynaşmıştır belki bu estetik, kim bilir. Elime Kali Ma figürü yaptırdım; karanlığın ve kaosun tanrıçası! Sonradan öğrenecektim, bu tanrıça Shiva’dan bile daha saygı duyulan bir formmuş. Elimi alınlarına götürüp dua eden mi istersin, dövmemi görünce göğe bakıp dua eden mi? Nepal’de tanrıçalara tanrılardan daha fazla saygı duyuluyor. Minik de bir itirafta bulunmam gerekirse galiba bu da beni içine çekmiş olabilir. Bir insanın kendini en yalnız hissedebileceği ülke Nepal’dir diyebilirim. Hissettiğim bu dokuyu size temas ettiremesem de Katmandu’yu çok sevdim. Kendimi zerdüşt gibi hissediyordum. Arada halkın içine karışıp tekrar kendi kendime, resim çizerek... Neden resim? Çünkü Budist mantralarını görmeniz gerekiyor. O minyatürler mandalalar, tek tek ellerde işlenmiş, hepsi el yapımı! Tibetli mülteciler işlemiş. Renkler o kadar parlak ki, onu yapan ellere kıyamıyorsunuz. İnce işçilikle yapılmış olduğu çok belli. Hatta bir defasında aynı odada kaldığım Kaliforniyalı bir arkadaş geldiğinin ikinci günü günlüğüne renkli mantar resimleri çizmiş. Bu nasıl olabilir diye düşünüyordu. Öyle bir oluyor ki dünyadaşım. ”Ressam olacağım ben. Kimse beni anlamıyor.” diyerek dolaşıyorsunuz bir kaç hafta. Kendimden biliyorum. “Nepal” denildiğinde aklınıza bayraklar ayrıca gelmeli. Özellikle Katmandu’da her yerde çakra ve dilek bayrakları asıllı. Abarttığımı düşünebilirsiniz, ama abartısız hemen hemen her yerde! Sebebi de dileklerin Buddha’ya ulaşması amaçlanıyor. Bilincimi de alıyor tabii ki bu renkler; çizim dürtümü durduramadım. Akşamları hostele geldiğimde duman solumaktan burnum ve ellerim siyah siyah oluyordu. Köyde yaşıyormuşcasına. En zengini de olsan Katmandu’nun havasında kirleniyor, herkesle eşitleniyorsun. Burada bir tezatlık var tabii. Ülke yüksek dağlar ile çevrili, doğası mükemmel. Peki nasıl bu denli kirli? Sebebi sanayileşme

çabaları ve çarpık kentleşme denebilir. Ne de olsa ülkeye turist çekeceğim derken, büyümek de üretmek de lazım. Etrafta dolaşan sessiz, turuncu Budist talebeler, başını göğe yükselttiğinde bayraklar ve süsler. Şehrin en tepelerinde kurulmuş tapınaklarda seni izleyen Buddha’nın gözleri, o tapınaklardaki hırsız maymunlar, dükkanlarda Tibet mültecilerinin yaptığı gereğinden ucuz, sanat eseri diyebileceğimiz el emeği, kazaklar, bereler, mantralar, minyatürler; her şey bu kadar renkliyken keskin gri ve yıkık binalar, kirli sokaklar ve ürkek Nepal insanı... “Küllerinden doğmak” demek pek basmakalıp olur da gönlüm el vermez. O yüksek dağların arasında lotus gibi açarsın umarım Nepal. Hem de bir gün asla bir daha yıkılmadan! Bu tanrının mı Buddha’nın işi mi pek bilmem de böylesine güzel, doğalından zengin, anaç topraklar insan elinde heba oluyor. İnsan üzülüyor... İnsanların dünyayı değiştirme şansı olsa önce nereden başlardı ki acaba? Ya da siz nereden başlardınız? Düşündüğümde bazen inançlar bir düğüm gibi o toplumu körüklüyor.Gittim ülkeler arasında mistisızmi en yoğun hissettığim ülkelerden biridir Nepal ruhunu başkentin tüm sokaklarında hissettim. Dünyayı değiştirme sansım olsa bunu galiba değiştirmek icin Buddha’ya icinde muzlar, çikolatalar ve Tayland’da ki gibi pembe gazozlar sunup, bir de üstüne tütsü yakıp dünyayı değil de insanı değistirme şansı isterdim .Eğer o kabul etmezse elbet bir tanrı yahut onun kulu ve elçisi kabul edecektir. Arkamı dönüp Kathmandu’daki günlerime bakınca; öncelikle aldığım tüm spor malzemelerinin sahte çıkmasına mı üzülsem, yoksa meditasyon bahanesi ıle kandırılıp paramın alınmaya çalışılmasına mı üzülsem, yada hepsini bir köşeye bırakıp kaybolduğum sokaklarında hem denk geldiğim tanrıça Kali’ye mi sevinsem bilemiyorum. Tekrardan gider miyim? Elbet giderim sevmiştim çünkü. Hatta yanıma da en sevdiğim arkadaslarımı alıp onlara bu karmaşayı tattırırım. Ateşin başına geçip öylece şarkı söyler, Kathmanduluların arasında kayboluruz. Hintli edasıyla yavaş yavaş, huzurlu bir sekilde alışırız. Bazen alışmak çok huzurlu şekillerde olmasa da şehrin akışına kaptırırız. Yoksa kolay mı 60’lı yılların çiçek çocuğu olmak?


Çıplaklaştıkça: Arnaoutchot Meltem Arıkan

Çıplaklığın her zaman şeffaflık olduğuna inanan biri olarak, kendimizi anlamanın yolununda, hep çıplaklıktan geçtiğine inandım. Ruhumuzu soymak istiyorsak, buna bedenimizden başlamamız gerektiğini savundum. Aynada kendimize çırılçıplak bakamıyorsak, kendimize karşı dürüst olmamızın da zor olduğuna inandım. “Kadın Bedeni Soyarsa” adlı romanımda, “Bir kadın kendi kendine soyunabilir mi?” sorusu ekseninde çıplaklığı ele almıştım. Bu romanı yazmadan önce sadece çıplakların girdiği plaj ve spa merkezlerinde bulunmuştum. Ancak hiç bir zaman, çırılçıplak on gün geçirmemiştim; bu yıl Fransa’da Arnaoutchot Natüralistler Kampı’na gidene kadar… Türkiye’de kadınlar kat kat örtülürken, giysileri yüzünden şiddete maruz kalırken, hatta uğradıkları taciz ve tecavüz bile kıyafetleri nedeniyle neredeyse onların suçu haline gelirken, çırılçıplak yaşamak… Çıplaklıkla, tutuculuğa direnmek… Çıplaklığın doğal olduğu bir yerde yaşadıkça; cinsel açlık içinde olanların, cinselliklerinin sorumluluğunu almayanların, cinsellikleri doğallıktan kopmuş sapkın beyinlerin çıplaklıkla cinselliği nasıl birbiriyle karıştırdığını daha net görebiliyor insan. Çıplaklık, yaşayamadığı cinselliğini hayvanlarla, kız ya da erkek çocuklarla, taciz/tecavüzle yaşamayı kendine hak gören sapkınları korkutuyor. Çünkü onlara kim ve ne olduklarını hatırlatıyor. Nasıl kontrolsüz, sapkın ve hastalıklı oldukları… Arnaoutchot, kırk beş hektarlık çam ormanlarıyla kaplı bir tatil köyü. İster oradaki ağaç evlerde, ister küçük villalarda, ister-

seniz de çadırınız veya karavanınızda kalabiliyorsunuz. Aradığınız herşey var; market, balıkçı, haftada bir gün kurulan açık pazarda dahil olmak üzere yok yok! Köyün tek kuralı var, o da çıplak olmak. Ancak tatil köyünde çıplak giremeyeceğiniz bir tek yer mevcut, o da gece on ikiden sonra açılan disko… Günler çıplak geçince, akşamları hava serinlediğinde giyinen insanların kıyafet seçimindeki sadelik dikkat çekici oluyor. Bizdeki tatil köyleri gibi akşamları topuklu ayakkabılar, takıp takıştırmalar, her gece farklı kıyafetler çarpmıyor gözünüze… Belki de çıplaklaştıkça gerçekten sadeleşiyordur insan… Sakin sakin… Bu arada sanmayın ki o tatil köyünde sadece marjinaller var. Tatil köyü tamamen aile odaklı; babaanne, dede, anne, baba, çocuk, torun torba herkes bir arada. Zaten daha önce en az üç kez orada kalmadıysanız, tek başınıza orada kalmanız mümkün değil. Ayrıca daha önce hiç natüralist bir kampta kalmadıysanız, orada kalmak için sizi birilerinin önermesi gerekiyor. Yani kapılarını çalan herkesi içeriye almıyorlar. Mini etek giyen kadından tahrik olanlar, çocuk yaşındaki kızlarla evliliğin tecavüz değil bir hak olduğunu düşünenlerin buraya geldiğini düşünsenize… Herkes çıplak ama kimse kimseyi taciz etmiyor, kimse kimseye tecavüz etmiyor! Etrafınızdaki çıplak insanları gördükçe bedeninizle ilgili algınızın nasıl değiştiğine de şahit oldum. Özellikle bir kadın

olarak hayatınız boyunca bedeninizin nasıl olması ve nasıl gözükmesi konusunda sürekli yaylım ateşinde kaldıktan sonra orada bir anda şapşal bir ördek yavrusu gibi hissediyorsunuz kendinizi. Kadınlar bedenleriyle gayet barışıklar. Tombulu, zayıfı, iri memelisi, küçük memelisi, göbeği sarkmışı, obezi, melezi, beyazı, siyahı herkes hayatından memnun. Kimse kimsenin bedeni ile uğraşmadığı gibi, herkes kendi bedeninin içinde huzurlu. Dev dalgaların köpükleri içinde patlayan kahkahaları duydukça çocuklaşıyorsunuz. Saflaşıyorsunuz. Utanılacak beden duygusunun aslında size zorla dayatıldığını bir kez daha tüm iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Çıplaklık gerçekten tehlikeli oluyor. Çünkü sizin siz olmanızda rolü büyük! Algınız yalınlaştıkça… Size zorla dayatılan “şöyle olmalı” kalıplarından arındıkça, çıplaklaştıkça… Çıplaklık silahlardan daha tehlikeli, çünkü sizin bütün etiketlerinizi elinizden alıveriyor. Öylece kalakalıyorsunuz, herkesle eşitlenmiş. Maskeleriniz, tanımlarınız, rolleriniz; hepsi yok oluyor. Çıplaklaştıkça kim olduğunuz ortaya çıkıyor. Çıplaklaştıkça sapkınlıklarınızı saklayacağınız bez parçalarına sığınamıyorsunuz. Sizi ve ahlaksızlıklarınızı örten… Cinselliğin ve çıplaklığın aynı şey olmadığının bile ayırdında olamayanlar, tabii ki en doğal halimiz olan çıplaklıktan korkuyorlar. Doğallık aynı zamanda açık olmayı da beraberinde getiriyor. Açık oldukça, kırılganlıklarımızı kabullendikçe, korkularından da arınıyor insan. O nedenle de korkutarak yönetmeye alışmışlar; istemezler korkusuz olanları!



İllüstrasyon: Damla Kumul

Aidiyet Kavramı Bağlamında Türkoloji ve Şamanizm Dr. Timur B. Davletov

Arapça kökenli aidiyet sözcüğü için Türk Dil Kurumu’nun çevrimiçi hizmet veren güncel Türkçe sözlüğüne başvurulduğunda “ilişkinlik” tanımıyla karşılaşılmaktadır. Başka kaynaklarda ise “ait olma durumu” gibi açıklamalar da mevcuttur. Bu durumda aidiyeti, bireylerin ya da toplumların kendilerini bir şey ile ilişkili veya bir şeye ait hissetmesi, bir çeşit kendini ilişkilendirme hali olarak da tanımlamak mümkündür. Aidiyet kavramı, toplumsal ilişkilerde göz ardı edilemeyecek bir olgu olması sebebiyle, kültür araştırmalarında da mühim bir yer işgal etmektedir. Elbette bireylerin psikolojik sağlıkları için çevre ile de aidiyet bağı kurmaları gerekmektedir. Nitekim Profesör Doktor Osman Müftüoğlu da yaşam sağlık, mutluluk, yalnızlaşma, yabancılaşma, kaygı hissi gibi yaşam kalitesini etkileyen durumlar bakımından aidiyet duygusunun öneminden bahsetmektedir. Bu yazıda ise aidiyet duygusunun Türkoloji üzerinden kültür ve inançla ilgisi işlenmektedir. Başlamadan belirtilmelidir ki, Türkoloji salt dilbilimsel araştırmalarla sınırlı bir bilim dalı değildir. Bu sebeple söz konusu aidiyet duygusu, Türkoloji araştırmalarını dahi etkileyip yönlendirebilmektedir. Örnek vermek gerekirse, Hıristiyan Türkologlar çoğunlukla gayri Türklerden oluşurken Müslüman Türkologlar

ise genelde Türklerden çıkmaktadır. Bununla birlikte Hıristiyan Türkologlar Şamanizm’i de objektif bir biçimde araştırabilirken, Müslüman Türkologlar geleneksel inançlar söz konusu olduğunda atalarıyla kendi aralarında bir aidiyet duygusu kurmakta zorlanmaktadırlar. Bu duruma sebep olarak Müslüman Türkologların inançsal kaygıları gösterilebilir. Pek tabii Müslüman, Hıristiyan ya da Ateist Türkologlar ifadeleri kullanılırken bu gruplara dâhil araştırmacıların türdeş bir duruşa sahip olduğundan söz etmek güç olacaktır. Sağlıklı bir aidiyet duygusundan bahsedilemediği durumlara bir örnek olarak, Müslüman Türkologların altıncı yüzyılda Köktürkleri ziyaret eden Bizanslı heyetin, karşılama sırasında ateşten geçirilmesini değerlendirmeleri gösterilebilir. Bu araştırmacılar, “ateşe duyulan saygı” gibi yüzeysel bir uygulama kavramı ile açıklamaktadırlar. Hal böyle olunca Sibirya’nın yerlisi Türk halklarında günümüzde bile yaşatılmaya devam eden Şamanizm dininde önemli bir yer tutan ateş kültü de aynı kaygıya sahip araştırmacılar tarafından görmezlikten gelinmiş olmaktadır. Şaman dualarının okun-

duğu ve adakların adandığı Ateş Ana gibi önemli bir inançsal kültür figürü, Türk kültürünün bir değeri, önemli bir ögesi olarak kabul edilmemektedir. Hatta kimi Müslüman Türkologlar eski Türklerin inançsal kültürü ile günümüz Sibiryalı Türklerin Şamanizm’i arasında inançsal devamlılık sürecini koparmaya çalışmakta, bu ikisi arasında “organik bağların” yokluğundan dahi söz edebilmektedirler. Oysaki bu Türkologlar yine gayet iyi bilmektedirler ki, eski Türklerin sekizinci yüzyıl yazıtlarında söz ettikleri Umay günümüzde de, diğer dinlere mensup Türklerden ziyade Şaman olan Sibiryalı Türkler tarafından kutsal bir varlık olarak yaşatılmaktadır. Aynı tespit eski Türk yazıtlarında geçen Erklig, Yer-Sub, Kök Tengri, Yağız Yer gibi kutsal varlıklar için de geçerlidir. Bu yüzden denilebilir ki, günümüz Sibirya Şaman Türklerini Sovyetler döneminde bile yapılmayan bir biçimde eski Türk dönemindeki inançsal kültürden koparmaya çalışmak, aidiyet duygusunun kurulamamasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda Müslüman Türkologların inançsal kültür bakımından eski Türklere, başka bir ifadeyle Semitik inanç sistemlerinden birine mensup olmayan Orta Çağ Türklerine karşı yabancılaşmasından söz etmek yanlış olmayacaktır. Bu noktada konunun daha iyi


anlaşılması için karşılaştırmalı örnekler vermek yerinde olacaktır. Misal olarak, tek Allah’a iman eden günümüz Yunan halkının kendileri ile atalarının inançsal kültürü arasında sağlam bir aidiyet duygusu kurabildikleri görülmektedir. Nitekim Yunan halkı, günümüzde mensup oldukları din tarafından kâfir kabul edilebilecek atalarının çok tanrıcı inançsal kültüründen utanmak bir tarafa, Yunan askeri uçaklarının üzerine Zeus’un adını yazmakta ve resmini çizmektedirler. Benzer biçimde, günümüzde Hıristiyanlığa mensup olan İskandinav kökenli araştırmacıların da Vikingleri ve onların geleneksel inançlarını mercek altına alırken kendileriyle ataları ve kadim kültürleri arasında aidiyet duygusu kurabildikleri anlaşılmaktadır. Dolayısıyla İskandinavlar da çok tanrıcı atalarından ötürü eziklik kompleksine kapılmamakta ve onları olduğu gibi kabul ederek tüm dünyaya tanıtmaktadırlar. Bu yaklaşımlar sayesinde tüm dünyada çok tanrıcı Viking kültürü modası oluşmuş, pagan Viking Tanrılarının adları herkesçe bilinir hale gelmiştir. Öte yandan tek Allah’a iman konusunda hassasiyetiyle tanınan İran’da bile araştırmacılar tek tanrıcı bir inanç sistemi olsa da çok tanrıcı bir ortamla iç içe olan Zerdüştlük ya da Mazdaizm konusunda kendileri ile ataları arasında aidiyet duygusu kurarak araştırmalar ortaya koyabilmektedirler. Örneğin Najiba Ziyayi Azizi, “Zerdüştlüğün Kutsal Kitabı Üzerine Bir Araştırma” adlı doktora tezinde Milattan Önce beşinci yüzyılda İran’da yaşamış çok tanrıcı bir topluluk olan Mağan kabilesinin, tektanrıcı Zerdüştlük dinini çok tanrıcı bir biçimde algılayıp yaşatmış olduklarını aktarmıştır. Görüldüğü gibi dini hassasiyetleriyle tanınan İranlılar bile kendileri ile çok tanrıcı ataları arasında sağlam bir aidiyet duygusu geliştirebilmekte ve eski kültürlerini kasten Semitik inanç sistemlerine benzetmeye çabalamamaktadırlar. Türkoloji ve Şamanizm özelinde aitlik hissinin kurulamamasında Şaman ve Şamanizm gibi kelimelerin Türkçe olmamasını gösteren araştırmacılar da mevcuttur. Ancak Şaman kavramının Türk, Moğol, Tunguz-Mançu, Kore ve Ja-

pon halklarının da dâhil olduğu Altay kültür çevresine ait olduğu bu araştırmacılar tarafından unutulmuş gibi görünmektedir. Oysa bilge/bilen kişi anlamına gelen Şaman kavramı yalnızca Türkçe gibi Altay dillerinden olan Tunguz-Mançuca ile sınırlı kalmamaktadır. Kavram aynı zamanda doğrudan Türk dilleriyle de ilgilidir. Nitekim Şaman kavramındaki şa/sa fiili, Türk kültür çevresinde sağ, sağduyu, ayrıca düşünce ve özlem anlamındaki sağıs/sağış/sağınış gibi kavramlarla motif birliği içerisindedir. Ayrıca belirtilmelidir ki, tanınmış Hakas Türkologlardan Profesör Doktor Viktor Butanayev, Türkçe kam/xam kavramına ek olarak Hakasçada Şaman anlamında bir de saman sözcüğünün varlığından söz etmektedir. Kısaca Müslüman Türkologların inançsal hassasiyetten ötürü görmezlikten gelmeye eğilimli oldukları veya ötekileştirmeye çalıştıkları Şaman kavramı, Altay kültür çevresinden kaynaklanmakta olup dünya bilimsel ve inançsal literatürüne Şamanizm adı altında girmiş ve tüm insan uygarlığına mal olmuştur. Bundan da öte, ister batılı ister doğulu olsun tüm dünyadan pek çok araştırmacı kendi uygarlıklarını, öz kültürlerini veya insanlık medeniyet tarihini Altay kültür çevresi ürünü olan Şaman kavramı üzerinden tanımlamakta, irdelemeye çalışmaktadır. Bu duruma bir örnek olarak, dünya tarih anlayışını altüst eden Göbekli Tepe kazılarına başkanlık yapmış Alman arkeolog Klaus Schmidt’in Türkiye topraklarındaki bu on iki bin yıllık tapınak kompleksinin anlamlandırılabilmesi için Şamanizm terminolojisinden istifade edilmesi gerektiğine ilişkin görüşü gösterilebilir. Bunun yanı sıra “sayıların atası” büyük matematikçi Pythagoras’ın, ünlü şair Orpheus’un ve toprak, su, hava ve ateş gibi dört temel ögeli düşünce sisteminin atası olarak kabul edilen Empedokles’in antik Yunan dünyasının tanınmış Şamanları olup olmadıkları tartışılmaktadır. Arkeologlar tarafından birkaç yıl önce İsrail’in kuzeyinde bir me-

zarda bulunan on iki bin yaşındaki kadının da Yahudi araştırmacılar tarafından Şaman olabileceği tahmin edilmektedir. Bu son örnekte, Semitik dinlerden etkilenen Müslüman Türkologların kendi atalarını Ortadoğu kültürü üzerinden değerlendirmeleri ve Samilerin yaşadığı topraklarda ise araştırmacıların tarih öncesi kadim uygarlıkları Altay kültür çevresine ait Şaman kavramı üzerinden irdelediğini görmek ilginçtir. Güney Fransa’da bulunan Trois Frères mağarasında yaklaşık on beş bin yıllık bir Şaman tasvirinin bulunması ve bu tasvirin batılı araştırmacılarca Freud’tan çok daha eski bir psikanaliz geleneğinin kökleri olarak tartışılması da dikkate değerdir. Güneybatı Almanya’da yer alan mağaralardan birinde ise 1939’da Arslan Kişi adı verilen bir figür bulunmuştur ve hangi cinsiyeti temsil ettiği hala tartışılmaktadır. Otuz beş bin yıllık bu Arslan Kişi’nin aslında bir Şamanı temsil ettiği üzerinde durulması da konumuza bir başka örnektir. Bunun yanı sıra Türkçe kökenli kam ve kamlamak sözcükleri birer Türkizm olarak Slav dillerinden Rusçaya girmiştir. Bu kelime dışında Şaman ayini anlamına gelen başka hiçbir kavramı bulunmayan Rusça dilinde kamlaniye sözcüğü, tüm dünyadan halkların Şamanizm kapsamındaki ayinlerini adlandırmada kullanılmaktadır. Buradan da anlaşılabileceği üzere Altay kültür çevresinden pek çok önemli kavram farklı kültür dairelerine geçebilmiştir. Ek olarak, Rusyalı araştırmacı Yuri Berözkin’in elli beş bin metin taramasına dayanarak yaptığı çalışmaya burada değinilmelidir. Söz konusu araştırmacı, Şamanizm’in hala güçlü olduğu Güney Sibirya’nın kadim dönemlerde Avrupa’yı kültürel olarak Şaman mitolojisi üzerinden etkilediği çıkarımını yapmış ve Avrupa mitolojisini motif olarak etkilemede Güney Sibirya’nın, Ön Asya ve Hindistan’a göre daha önde olduğu sonucuna varmıştır. Yukarıda yer alan örnekler elbette çoğaltılabilir; ancak gerçek şudur ki, Şamanizm ile bir aidiyet duygusu kurulmadığı takdirde Türkoloji araştırmalarının kurgular üzerinden sürdürülmesi kaçınılmaz görülmektedir.


Komün Apartmanları: Komünalka Tamer Ertangil

SSCB çöktü çökmesine ama bazı uygulamaları yer yer devam ediyor. “Komünalka” dedikleri, büyükçe bir daireyi birden fazla aile ya da bireyin paylaşmasına dayanan uygulama St. Petersburg’da hâlâ sürüyormuş. Muhtemelen başka şehirlerde de vardır. Diyelim ki bir evin beş odası varsa, her odada, birbiriyle kan bağı olmayan aileler veya bireyler kalıyor. Mutfak ve banyo ise ortak kullanım alanları. Daha eski olanlar kıdemli sayılıyor ve daha büyük odalar onların oluyor. Eve sonradan gelenler veya yalnız olanlarsa küçük odaları alıyor. Ortak kullanım alanlarına dair katı kurallar koymuşlar. Bulaşığını yıkamayı erteleyemiyorsun mesela. Bugünkü hostelleri andırsa da, komünalka usulü odalarda hostellerde olduğu gibi öyle iki katlı ranzaların olduğu tarzda bir yerleşim yok. Eve girince ayakkabıları çıkartıp terlik giyme kuralı bize yabancı değil; ama eve girince elleri yıkamanın kural olması enteresan geldi açıkçası. Haberi hazırlayan ekibe bile ellerini yıkamalarını söylediler. Örneğin; bir akademisyen yüzlerce kitabıyla bir odada kalırken, yan odada St. Petersburg’a çalışmak üzere gelmiş Özbek bir çift yaşıyor. Bebekli bir çift ise bir başka odada kalıyor. Tuhaftır, bebekli çiftin odasında piyano var. Evi paylaşan bu farklı farklı kişiler arasında bazen ister istemez tartışma çıkıyormuş; ama birlikte yemeğe oturup sohbet ettikleri de oluyormuş. İnternette komünalka konusundaki videoları seyretmek çok zevkli. İnsan “Türkiye’deki metropollerde de böyle bir seçenek olsaydı keşke” diye düşünmeden edemiyor. “Kızıl İnsanın Sonu” adlı kitapta Sovyet

dönemindeki mutfak sohbetlerinden söz edilir. Mutfak ortak kullanım alanı olduğu içindir belki, en içten sohbetler orada yapılırmış. Devletin her yerde hissedildiği dönemlerde bile mutfaklar özgürlük alanıymış. Brejnev’i mi eleştireceksin mesela, hadi gel mutfakta konuşalım. Makanin’in “Underground” adlı müthiş bir romanı var. Kitabın kahramanı komünalkada yaşayan yalnız bir yazar. Sovyetlerin çöküşüyle birlikte, 90’ların ilk yarısında bu evlerde yaşayanların çok cüzi paralara ikna edilip, ikna olmazlarsa mafya tehditiyle evlerden nasıl çıkartıldıklarını anlatıyor. Şartların mecbur kılması da söz konusu tabi. Mesela kimisi “kendime ait bir dairem olsun isterdim” diyor. Buna rağmen, insanların daha ucuz olduğu için, yani bir bakıma mecburen paylaştığı o evlerin kitaplarla dolu olması ve piyano çalmaları filan, ekonomik şartlara rağmen bazı değerlerden ödün vermediklerinin de bir göstergesi. Oscar Wilde demiş ya; “lükslerimi bana verin, ihtiyaçlarım sizin olsun!” diye, o hesap. Fazlaca vahşi bir duygu olabilir ama bazen ekonominin daha daha kötüye gidiyor oluşundan memnuniyet duyduğum oluyor. Sebebine gelince ülkem insanını kişilikli ve uygar olmaya ancak böyle mecburiyetlerle sürükleyebiliriz gibi geldiği için. On beş, yirmi yıl önce sabahın köründe duraklarda yaşlı kadınlar görürdüm. Pek çoğu vakti zamanında eşlerinin “Karımı çalıştırmam!” deyip eve sakladığı hayatlarının uzun bölümünde çalışma hayatı tanımamış

kadınlardı.Çok kızardım o zamanlar o kocalara.Bu kadınlar en enerjik zamanda çalıştırılmayıp, parasızlık diz boyu olunca ev temizliğinden çocuk bakımına kadar fevkalade zor işlere o yaşlarda katlanmak zorunda kalıyorlardı. İnsanları tanımaya devam ettikçe aynı kadınların imkanları olsa kızlarını da aynı kocaları gibi eve saklayacaklarını fark ettim. Eve saklanan kadının kişiliğini geliştirmesi hepimizin takdiridir ki zordur. İmkansız demiyorum ama zordur. Ve biz kadınlar çalışarak daha özgür olduk. Bize öğretilen gerçeklerin dışındaki gerçeklerin farkındalığına dışarıda olarak varabildik. Ekonomi zorlaştıkça insanların/ ailelerin de evleri ortak kullanacağını,gider ortaklığı yapacaklarını sanıyorum. Bizler kabul edelim ki birlikte yaşama kültürüne erişmiş toplum değiliz. Bu zorluklar bize birlikte yaşamayı,ortak alan paylaşma kültürünü de öğretecek. Kendi adıma, ekonominin kötüye gidişi beni çok da sarsmıyor. Yalnız olduğum için gelir gider dengemi kurmam zor olmuyor. Çoluğu çocuğu olanın işi zor! Yalnız avronun hali ortada! Bana “İtalya’yı gezmelisin, harika ülke!” diyen oluyor. “Almayayım!” diyorum. Avro böyle olduğu sürece İtalya mitalya istemem. Yazılanlara da katılıyorum. Tam da bu anlattıklarınız yüzünden kentleşme, göç, sekülerleşme, bireysel hak ve hürriyetlerin önem kazanması kaçınılmaz. Hatta belki abarttığımı düşüneceksiniz, ama saygılı ve mesafeli olmak gibi tutumların yaygınlaşması bile kaçınılmaz. Sıkış tıkış bir arada, pahalı bir hayatı paylaşıyoruz kentlerde. Bu işin sonu mecburen medenileşmek olacak!


Maya Medeniyetinin Yıkımı Anastasija Nunyan

Mayalar ilk yerleşim alanlarını M.Ö. 1000 yıllarında kurmuş, M.S. 600’lü yıllarda ise medeniyetleri doruğa ulaşmıştı. Maya şehirleri Meksika’nın Yucatan yarımadası, Belize ve Guatemala’da yoğunlaşmıştı. Arkeologlar buralarda binlerce yerleşim yeri buldu. Bölgedeki yoğun tropik ormanın derinliklerinde de hala keşfedilmemiş yerler olduğu tahmin ediliyor. İki yüz yıl süren ciddi arkeolojik incelemenin ardından Mayaların sanat ve mimarlık alanında oldukça gelişkin olduğu biliniyor. Piramit ve tapınaklarını gezegenlerin konumuna, matematik ve astronomi bilgilerine dayanarak inşa ettiler. Yazı yazmak içinse Maya hiyeroglifleri olarak da bilinen Mezoamerika alfabesini kullanıyorlardı. Yüzyıllar boyunca devam eden refah ve hakimiyetin ardından 850’li yıllardan itibaren Mayalar görkemli şehirlerini terk etmeye başladı. İki yüz yıl içinde, ufak tefek kalıntıların dışında bu medeniyet çökmüştü artık. Fakat arkeologlar hala bu çöküşün nedeni konusunda anlaşamıyor. Belki de Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi burada da birden fazla neden olabilir. Ancak bazı uzmanlar bu çöküşün biçiminin büyük bir felakete işaret ettiğini belirtiyor. Maya medeniyetinin yıkılması konusunda birçok teori ileri sürülüyor: İşgal, iç savaş, ticaret yollarının çökmesi ve benzeri gibi, ama Orta Amerika’nın o dönemlerdeki iklimine dair ipuçları 1990’larda bir araya getirildiğinde, asıl sorunun bir dönem kendisini gösteren ciddi iklim değişikliğinde yattığı sonucuna varıldı. Bu medeniyetin geliştiği 250-800 yılları arasında bölgenin bol yağış aldığı, mahsulün iyi olduğu, şe-

hirlerin büyüdüğü bilinmekte. İklime dair veriler ise mağara oluşumlarının incelenmesi ile elde ediliyor. Fakat bu göstergeler 820’lerden sonra bölgenin doksan beş yıl süren bir kuraklık dönemine girdiğine işaret ediyor. Kuraklık saptamasının ardından araştırmacılar Mayaların çöküşü ile iklim arasında bağlantı kurdu. Gerçekten de iki dönem örtüşüyordu. Ama Maya kentlerindeki kuraklığa bağlı gerileme çoğu kent için doğru olsa da hepsi açısından geçerli değildi. Güneyde, bugünkü Guatemala ve Belize bölgelerinde çöküş yaşanırken Yucatan bölgesindeki kentler gelişiyordu. Bugün dahi dünyanın Yedi Yeni Harikası’ndan biri olarak kabul edilen Chichen Itza bunlardan biriydi. Araştırmacılar bu kuzey ile güney farkı için çeşitli açıklamalar getirmiş, ama hiçbiri kabul görmemişti. Ancak yeni bir keşif bu sırrı çözmeye yardımcı oldu. Mayalardan yazılı belgeler neredeyse hiç kalmamıştı. Zira, Katolik rahiplerin emri üzerine İspanyollar bunların hepsini yakmıştı. Ama kayalara kazınmış halde takvim kayıtları vardı. Kuzey kentlerinin 9’uncu yüzyıldaki kuraklıktan sağlam çıktığını gösteren de bunlardı. Fakat Aralık’ta yayımlanan bir araştırmada diğer verilerin yanı sıra radyo-karbon tarihleme yöntemine de başvuruldu. Buradan elde edilen bilgiler kuzey şehirlerinin ne zaman yıkıldığına dair daha net bilgi içeriyordu. Daha önce inanılanın tersine kuzey de kuraklıktan etkilenmiş, hatta iki gerileme dönemi yaşamıştı.

Chichen Itza 10’ncu yüzyıl ortalarına kadar canlılığını korumuştu. Ama 1000 ve 1075 dönemi arasında, şehirdeki taş ve kereste işleme işlemlerinin yarıya düştüğünü gösteren veriler ikinci bir gerileme dönemine işaret ediyordu. 11’inci yüzyıldaki bu gerileme de aşırı kuraklığa bağlanmıştı. Ve bu kuraklık son 2000 yılın en kötüsüydü. Kısacası Mayapan şehri gibi 13 ile 15’inci yüzyıla kadar ayakta kalan istisnalar olsa da Maya medeniyet olarak son nefesini 11’inci yüzyılda vermişti. Bütün büyük medeniyetler gibi Mayaların da ekonomik gücü esas olarak tarım ürünlerine bağlıydı. Kuraklık nedeniyle bu ürünler her yıl sınırlanınca Mayalar siyasi gücünü yitirdi ve sonunda toplum çözüldü. Kuraklık nedeniyle azalan kaynakların paylaşımı sorunu, sosyal ve siyasal alanda istikrarsızlığa, şehirler arası çatışmalara ve savaşlara yol açmış olabilir. Başka bir teoriye göre ise Mayaların milyonlarca nüfusu beslemek için yüzlerce kilometrelik sulama kanalları açması, ormanlık alanları tarım amacıyla kesmesi şeklinde çevreye yaptığı müdahalelerin de iklim değişikliğinin etkilerini daha da ağırlaştırmış ve çöküşe katkıda bulunmuş olabilir. Nüfusun büyük ölçüde artmış olması da aynı şekilde kuraklığın ve besin yetersizliğinin etkilerini artırıp, kuraklığa direnci zayıflatmış olabilmekte. 1050’lerden itibaren Mayalar iç kesimlere kurulmuş şehirlerini terk edip Karayip kıyılarına veya farklı su kaynaklarına ulaşmak için yollara düşmüştü. Arkeologlar göl diplerinde buldukları insan kemiklerinin, yağmur duasına çıkmış Mayaların tanrılara sunduğu kurbanlar olduğuna inanıyor.


Labirentteki Adam Ahmet Okkol

Kişi bu dünyaya doğar, bir hayat labirentine girer. Hayat boyunca bu labirentte ilerlerleyen insan; seçimler yaparak, hayatının dönüm noktalarını aşarak, zaman ve acıyla güçlenerek labirentin merkezine biraz daha yaklaşır. Işık yolunu takip edin der bilge Kızılderililer. İlerlemekten korkmayın. Nasılsa en sonunda her şeye geri dönüp bakmak için fırsatınız olacak… Yukarıdaki şekil, Güney Arizona’daki Tohono O’odham ulusunun amblemi olan “I’itoi” yani “Labirentteki Adam” sembolüdür. Kızılderililer için bir tür yaşam ağacı sembolü olan bu figür, labirentten çıkmış bir insanı tasvir eder. Tasarım, çoğunlukla 19’ncu yüzyıla kadar uzanan sepetlerde ve bazen Hopi gümüş işlemeciliği sanatında görülür. Labirentler eski Kızılderili kaya sanatında da ortak motiflerdendi ve benzerlerine eski Yunan’da da rastlanır. Bu simge insanın hayat boyu yolculuğunu temsil eder. Tasarım bir labirent gibi gözükse de, aslında pek çok kıvrımlı ve dönemeçli tek bir yoldan oluşan bir figürdür. Bu dönemeçler hayatta yapılan seçimleri temsil eder. Seçimlerin yol ayrımıyla değil de dönemeçlerle gösterilmesi ilginç olduğu kadar da anlamlıdır çünkü sembol aslında bir tamamlanmışlığı, bütünlüğü vurgular. Yol ayrımı diye bir şey yoktur. Seçimler yapılmıştır ve sadece seçimlerin sonuçlarını yaşamak vardır. Klasik labirentte çıkmaz sokaklar, yanlış seçimler varken Kızılderili labirent sembolünde yanlış seçim diye bir şey yoktur. Her seçim sadece bir dönemeçtir ve hangi dönemeci aşarsan aş, labirentin merkezine biraz daha yaklaşırsın. Merkez siyahtır çünkü yolculuk karanlıktan aydınlığa doğrudur…

Labirentin girişi Se-eh-ha’nın yolu göstermek için beklediği tepededir. Labirentin girişindeki adam doğumu tasvir eder. İnsan labirenti takip ederek bir çok dönüm noktası ve değişimle karşılaşır. Asıl mücadele; insanı labirentte yönlendirebilecek şeylerin farkına varmak ve fiziksel, duygusal, manevi büyümeyi nelerin etkileyebileceğini anlamaktır. İnsan her dönüşte, yaşam döngüsünü anlamak, takdir etmek ve hedeflerine doğru ilerlemek için bilgi, güç ve anlayış kazanır. İnsan labirentin sonuna yaklaşıldığında, karanlık ölüm merkezine ve sonsuz yaşam merkezine ulaşmadan hemen önce küçük bir köşeye çekilir. Burada tövbe eder, arınır ve elde ettiği tüm bilgeliği geriye, labirente yansıtır. O nedenle ışık yoludur labirentin yolu. Son olarak saf ve dünya ile uyumlu bir halde, ölüme ve ebedi hayata kabul edilir. Efsaneye göre eğer bu yol doğayla dengeli bir uyum içinde aşılıyorsa, E-e-thoi’nin beklediği labirentin merkezinde rüyaları, hayalleri ve tutkularıyla karşılaşır insan. Daha sonra onları bir sonraki dünyaya geçirir. Labirentin yolları döngülerden oluştuğu gibi tüm labirent te aslında bir döngüdür. İnsan labirentin henüz başındayken aslında labirentin sonuna, merkezine ulaşmıştır. Önümüzde daha çok yol var dediğimiz anlarda aslında yolun sonu diye bir şey olmadığını, sadece yol olduğunu ve bu yolu anlayışla takdir etmemiz gerektiğini öğütler labirent. Sembol dikkatli incelendiğinde her dönemeç insanı merkezden biraz daha

uzaklaştırıyor, çemberin dışına doğru atıyor gibi görünür. Gerçekten de hayatlarımız boyunca her kritik dönemeçte daha çok düşüyormuşuz gibi hissederiz. “Bunun adının ilerleme olması gerekti ama ben hiç öyle hissetmiyorum, daha da düşüyorum” deriz. Yarattığı his budur. Bu yetmezmiş gibi tekrar geriye döndürür bizi labirent gene şekil dikkatli incelendiğinde… “Aynı şeyleri tekrar ve tekrar yaşıyorum, oysa ben bunu aşmıştım!” deriz bu sefer de… Oysa ışık yolu aynı şekilde takip edildiğinde o aradığımız istediğimiz ölüm ve yeninden doğum döngüsüne kaçınılmaz bir şekilde ulaşıyoruz. Peki neden bu kadar zor? Aslında labirentin merkezi kendi merkezimizdir. Ben kimim? Diye soruyoruz. Merkezimizi, noktamızı, kendimizi, kendimizin de ötesini, hiçliği arıyoruz. Nokta merkez ise hiçlik o merkezi de aşmaktır. O nedenle bunca dönemeç ve yolculuğa ihtiyacımız var. Merkezimizi bulmanın ötesinde onu aşma görevimiz var. Labirent boyunca yönlendirildikten, yol aldıktan sonra artık bir yolun olmadığı bir yere varıyoruz. Haliyle yönlendirecek bir işaretin de olmadığı merkeze… O noktadan sonra salt benliğimiz, kendimiziz. Labirentin bir spirali çağrıştırması tevekkeli değildir, tıpkı bir kara delik gibi bizi içine çeker aslında. Bizi yok etmek için… Başka bir şeye dönüştürmek için… Buna hazır olmak için koca bir ömrü devirmek bile yetmiyor, güneş tanrısı merkezden hemen önce son bir muhasebe alanı veriyor bize. İyice idrak edelim diye… Orada bile merkezden bir geriye dönüş var. Belki de en zorlu dönemecimiz var ama sonrasında mutlak özgürlük var. Merkezde görüşmek üzere…



Fotoğraf: Onur Doğman

Röportaj

Hack The Fool Nergis Fırtına Tantana Records etiketiyle ilk albümleri The Fool’u yayınlayan Hack the Fool, Türkiye’nin rock müzik ortamına başarılı bir giriş yaptı. Vokalde Mert Avcı, davulda Sinan Kutluay ve gitarda Berk Çavdar’dan oluşan grup, yanlarına bas gitarist Zafer Toker’i de alarak üretim süreçlerine devam ediyorlar. Grubun üyeleri Berk Çavdar, Sinan Kutluay ve Mert Avcı ile konuştuk! Hack the Fool nasıl bir araya geldi? Grubunuzun oluşma aşamaları nasıl gelişti? Sinan Kutluay: Mert ile (Avcı) çok uzun zamandır çalıyoruz. “Mosquito” adında bir grubumuz vardı ve ilk konserimizi 2009’da verdik. Yıllarca Grunge ve Punk çaldık. Daha sonra aramıza Berk (Çavdar) katıldı ve bu dönem içerisinde de müzik anlayışımız değişti. Tarzımızı değiştirmişken ismimizi de değiştirmeye karar verdik. Daha özgün bir isim bulmak istedik. Bu arada ben çizim de yapıyorum ve o dönem çizdiğim bazı şeyleri Mert’e gösteriyordum. Çizimlerimde not aldığım kelimeler oluyor ve bunun bir tanesi Mert’in dikkatini çekti. Oraya ‘Hack the Fool’ yazmıştım ve Mert bunun süper bir grup ismi olacağını söyledi. İsmimiz de böyle ortaya çıkmış oldu. Müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Berk Çavdar: Sinan’ın da söylediği gibi ben gruba dahil olmadan önce daha çok Grunge ve Punk yapıyorlardı. Benimle beraber müziğimiz biraz daha Alternatif Rock’a kaydı. Ortada buluşup uzlaştık aslında. Hepimizin dinlediği şeyler değişiyor. Sinan Kutluay: Ama şu an çok daha farklı şeyler de deniyoruz tarz olarak. Aşırı büyük farklılık olmasa da, deneysel şeyler planlıyoruz. İsminizden de yola çıkarak şu anki müzik piyasası ‘aptalları hacklemek’ üzerine diyebiliriz. Yeni dönem popüler müziği ile aranız nasıl?

Mert Avcı: Yeni dönem popüler müziği ile aramız kötü değil bence. Takip edip bir şeyler yakalamaya çalışıyoruz. Hepimizin dinlediği şeyler farklı ama popüler müziğe önyargılı kesinlikle değiliz. Popüler müzik de sonuçta bir üretim sürecinden geçiyor. Popüler olmasının altında yatan sebepler de çok. Bunu ele alıp, analiz edip ona göre bakmak lazım. Güncel şeylerden biz de etkileniyoruz. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte müzik de gelişiyor. Bir yerde de eski usul olmaya devam ediyoruz. Gözlemliyoruz diyebilirim. Sinan Kutluay: Mesela benim elektronik, dup-step çaldığım bir grup var. Yine Berk’in daha elektronik altyapılı bir projesi var. Popüler olan elektronik müziği de takip ediyoruz aslında. Çok hızlı bir üretim süreci var müzikte. Bununla beraber çok da hızlı bir tüketim var. Şarkılarınızı yazarken ve bestelerken nasıl bir süreç işliyor sizin için? Mert Avcı: Bizim için süreç çok yavaş ilerledi. Eksileri de oldu bu sürecin artıları da. Müzik piyasası ile alakalı çok şey öğrendik. Sektörün içinde işlerin nasıl ilerlediğini gördük. Albüm kaydının ne demek olduğunu tamamen öğrenmiş olduk. Albümü kaydetmeye iki yıl önce başladık. Sindire sindire, ara vererek şarkıları kaydettik. Bizim için iyi oldu aslında. Şarkıları Mehmet İncili ile kaydettik. Bazı şarkılarımız beş senelik, Mosquito döneminden. O yüzden, şarkılar arasında tarz farklıları göze çarpıyor.


“Monsters” şarkısında yer alan, “The world is mine, but I still want to go home. All the monsters that I have owned are alone” sözü nasıl ortaya çıktı. Mert Avcı: Sözler bana ait. Hiç böyle soru sorulacağını düşünmemiştim yazarken. Sözler depresif ama aynı zamanda çocuksu bir ruha sahip. Bestelerken de bunu hissettim. Hüzünlü ve dışlanmışlık hissettiriyor bu şarkı. Kendini yabancı hisseden bir karakterin şarkısı gibi. “Monsters” da yatağın altına sakladığımız korkularımız, anksiyetelerimiz, dünyanın yargılayacağı ve hoşuna gitmeyeceği duygularımız gibi. Ne olursa olsun, oraya geri dönmesi ve canavarlarını büyütmesi de diyebilirim. Sahteliğin ve yalanların içinde barınamayıp canavarlarına geri dönmek aslında. Bunu daha önce birkaç müzisyene de sordum. Şarkı sözleriniz neden İngilizce? Kendinizi daha mı iyi ifade ediyorsunuz, yoksa evrensellikle alakalı bir durum mu? Mert Avcı: Aslında kendimizi Türkçe daha iyi ifade edebiliriz ama bu tamamen alışkanlıkla alakalı olan bir durum. Türkçe müzik yapmayı reddediyor değiliz. Alıştığımız şey bu. On iki, on üç yaşlarından beri bu grup planı kafamızda var. O dönemde dinlediğimiz, özendiğimiz müzik grupları hep İngilizce sözlü müzik yapan gruplardı. Onlar gibi de yapmaya çalıştığımız için zamanla ortaya bu çıktı. Zaman içerisinde de bu alışkanlıktan pek kopamadık. Yaptığımız müzik de İngilizce karakterli bir müzik. Ama planlarım yok değil yani bu konuyla alakalı. Sinan Kutluay: Aslında yurtdışına açılmak konusunda Türkçe müzik yapmak daha mantıklı. Çünkü Avrupa’da, Amerika’da zaten İngilizce müzik icra eden birçok sanatçı, grup var. Farklı olan otantik geliyor onlara. Tantana Records ile yollarınız nasıl kesişti? Mert Avcı: Tantana ile tanışmamız aslına “The Ringo Jets” sevgimiz ile oldu. Biz de onlar gibi İngilizce müzik yapıyoruz. Tantana Records, Reha Öztunalı’nın gruba menajerlik yapması ile başlıyor. Daha sonra grubun plak şirketi oluyor. Daha fazla sanatçıyla çalışmak istedikleri için de şirketi büyütüyorlar. Sinan Kutluay: Biz daha yeni albüm kayıtlarına başlarken onlara şarkılarımızı yolluyorduk. Deniz Ağan özellikle bize çok yardımcı oldu bu konuda. Bize hep destek oldu. Halı saha maçı bile yapıyoruz onlarla. Öykündüğünüz, tarzınızı etkileyen birçok grup vardır illaki. En sevdiğiniz müzisyenleri ve grupları merak ediyorum. Berk Çavdar: Benim müzikal karakterimi şekillendiren isim Red Hot Chili Peppers, özellikle John Frusciante. Tabii artık bunlar klasikler arasında benim için. Bu aralar daha çok The Strokes dinliyorum. Onun dışında Kanadalı bir dahi keşfettim: River Tiber. Sinan’ın bana önerdiği BadBadNotGood’u dinliyorum. Ve tabii hepimizin vazgeçilmezi Radiohead… Sinan Kutluay: Radiohead hep dinlerim. Julian Casablancas çok dinledim. Onun dışında Hip-hop çok dinliyorum, Kendrick Lamaar, JJ Doom. Bu aralar Elektronik Müzik dinliyorum çok fazla. Mert Avcı: Berk gibi beni şekillendiren grup kesinlikle Nirvana’dır. Beni enstrüman çalmaya iten gruptur. Şu an

hâlâ Seattle Grunge’ını açıp açıp dinlerim. Güncel olarak baktığımda daha çok Indie Rock dinliyorum. Her’s diye bir grup var onları çok dinledim bu ara. Ve tabii ki Radiohead dinliyorum ben de. Albüm kapağınızdan bahsedelim. Neyi anlatıyor? Sinan Kutluay: Çocukluğumdan beri çizmeyi çok seviyorum. Grafik okuyorum zaten. Görsel fikirlerin uygulamasını da ben yapıyorum o sebeple. Albüm kapağı tarot kartlarından biri olan ‘Fool’dan geliyor. Tarotla yakından ilgilenen bir arkadaşım var hatta ona sordum neyi anlatıyor bu kart diye. Bana cevabı ise, kartın düz veya ters gelmesine göre ‘Fool’ ya uçurumdan aşağıya düşüyor ya da hayallerinin peşinden gidiyor. Bu bizi anlatıyor aslında. Bize dayatılan şey, çalışıp para kazanmamız. Ancak müziğin para ile alakası yok bizim için. Bunun için de bazı fedakarlıklar yapmamız gerekiyor. Albüm kapağında televizyon olmasının sebebi, tanınmak, göz önünde olmak istiyor oluşumuzdan kaynaklanıyor ki bence sanat yapan herkes bunu ister. Bir şekilde o “Fool” orada biziz. Kartı biraz daha moderinize etmiş olduk. Mert Avcı: Televizyon, o uçurumun metaforu aslında. Simgelediği şey o riski alıyor oluşumuz. Güncel bir yorum. Çıkış şarkınız Free Your Mind’ın klibi çok minimal. Fikir sizin miydi yoksa yönetmenin mi? Sinan Kutluay: Aslında klibin o şekilde olması bizim için bir zorunluluk gibiydi. Klibi çok seviyoruz yanlış anlaşılmasın, ancak bize önerilen bir şeydi bu. Bize ‘styling’ olarak Ecem Elitaş yardım ve Elifnaz Öngören. Televizyon konseptini çok fazla kullandık. Berk Çavdar: Bu konuya tüm açık sözlülükle son noktayı getiriyorum. The Strokes’un ‘Reptilians’ şarkısının klibi çok hoşuma gidiyor. Aşırı minimal ve dinamik bir klip. Biz de şarkıyı ön plana çıkarmamız gerektiğini düşündüğümüz için böyle bir şey yapmaya karar verdik. Mert Avcı: Şu an şarkıların hikayeleriyle paralel giden birkaç klip daha planlıyoruz. Yapmak istediğimiz bu aslında. Bu klip bizim için bir çıkış oldu. Tanıtım gibi bir şey. Son olarak gelecek planlarınız nelerdir? Ufukta neler var? Mert Avcı: Evet ufukta konserler var, ama konserden çok şu an diğer albüm hazırlığı içerisine girdik diyebilirim. Yine görsele dayalı klip fikirleri var kafamızda. Berk Çavdar: Tekli mi yoksa albüm mü henüz ona karar vermedik ama yeni şarkılarla uğraşıyoruz. Sinan Kutluay: Menajerimiz İpek Naz Albaş’ın güzel fikirleri var bu konuyla alakalı olarak. Tantana Records’un planları var.


İllüstrasyon: Fatih Öztürk

Müzik Eğitimi Vural Yıldırım

Müzik hakkında genel olarak ortaya sunduğumuz düşüncelerimiz; kendi birikimlerimiz, dünyayı anlama çabamız, insana ve doğaya bakma açımız, tarih ve coğrafyadaki konumumuz ile orantılıdır. Farklı bir ifadeyle müziğin ne olduğuna dair tanımlama ve kavramsallaştırmalar, bizim kişisel düşüncelerimizi ve hayatı kavrama becerimizi ortaya koyar. Müziği tanımlamaya çalışmanın hiç de kolay olmadığı yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur. Çünkü müzik de kültür ve benzeri kavramlar gibi muğlak bir anlam ve kültür merkezli kodlar içerir. Bu kodların çözümünde müziğin içkin yapısını anlamak önemli bir rol oynar. Müziğin kültürel bağlamı aynı zamanda müzik eğitiminin de temelini oluşturur. Eğitim, bireye davranış kazandırma süreci ise, davranış yoluyla kazandırılabilecek alanlardan biri olarak müziği düşünebiliriz. Müzik eğitimi bireyin kendi yaşantısı içinde belirli bir alanda davranış kazanma becerisidir. Bir başka ifadeyle kültürümüzde var olan müziğin davranış yoluyla geliştirilmesidir. Müzik eğitimi bireye müzikal bir davranış, beceri kazandırırken aynı zamanda, bireyin eğitim formasyonu kazanmasına ve eğitimci adayı olmasının önünü açar. Süreç sonunda müzisyen adayı; sanatçı, eğitimci ya da amatör olarak faaliyet gösterebilir. Kültür, eğitimi ve müziği şe-

killendirdiğine göre, müziğin ileriki yaratı sürecindeki içeriğini de belirlemesi söz konusudur. Hangi kültüre ait isek ve/veya hangi kültürden beslenirsek o bağlama uygun müzikal beğeni ve üretim yapmamız kaçınılmazdır. Müzik eğitiminin bir ustalık ve beceri kazandırmasının yansıra müziğin eğlenceye dönük sanat dışı etkinlik olarak algılanması yaygın bir kanıdır. Bu nedenle müziğin ve müzisyenin sınıflandırılması daima gündeme gelmiştir. Nitelikli müzik, eğlence müziği, eğitim müziği vb. gibi… Müzik eğitiminin temelde öğretmen odaklı olması aslında formel eğitimde ve/veya usta ile çırak ilişkisinde bilgiyi aktaran birinin zorunluluğundan kaynaklanır. Kültürleşme yoluyla da öğrenme gerçekleşebilir. Fakat müziğin bireye yönelik davranış kazandırma ediminde öznenin olması şarttır. Müzik eğitimi aynı zamanda sanat eğitimidir. Bazı filozoflar müziği farklı bir kategori ile değerlendirse de müzik, sanatın bir parçasıdır. Eğitimcinin ya da öğretmenin niteliğinin, öğrenciye olan etkisi, süreç sonundaki bireyin gelişiminde açıkça görülür. Özellikle nitelik konusunun vurgulanmasına rağmen aslolan, öğretmenin etkili biçimde öğrenciye olan katkısıdır. Etkili bir öğretmenin eğitim sürecinde planlanan ve

uygulanan hedeflerin öğrenciye olan katkısı sürecin başarısının temelidir. Öğrenci, yani müzisyen adayı planlanan eğitim dâhilinde iyi bir müzisyen, iyi bir dinleyici ya da iyi bir müziksever olarak varlığını sürdürür. Eğitimcinin niteliği dediğimizde sadece sınıf başarısından değil, aynı zamanda çok yönlü ve donanımlı bir modelden söz ettiğimizi belirtmek gerekir. İyi bir model, iyi bir eğitim sürecinde adayın gelişiminde pozitif katkı sağlar. Bu noktada anahtar kavram, iletişimdir. Sağlıklı bir iletişim eğitimde olmazsa olmazların başında gelir. Müzikal iletişim bir yan alan olmasının yanında aynı zamanda pozitif bir süreci ifade eder. Müziğin genel kabul gören diğer yanı da bir dil olmasıdır. Müzik eğitimi elbette ki temel müzik eğitiminin yanı sıra aynı zamanda örgün eğitimde var olan derslerden biri olarak da önemlidir. Sonuçta müzik ile ilgili davranış kazandırma, planlı programlı müzik eğitimi ile mümkündür. Bireye kazandırılacak olan istendik davranış ancak planlı bir müzik eğitimi ve bunun uygulayıcısı olan öğretmen ile gerçekleşir. Öğretmen motivasyon konusunda öncelikli olmasına rağmen aile, çevre ve benzeri faktörler de müzik eğitiminde ikincil derecede önemlidir. Müzik eğitiminin önceliği aynı zamanda onun işlevsel anlamda yararlı olduğu görüşünü de berabe-


rinde getirir. Müzik eğitimi bireyin gelişimine bir nitelik kazandırmanın ötesinde, kişilik gelişimine psişik düzeyde katkı sağlar. Müziği rasyonel değerlendirmenin ötesinde ontolojik bir süreç olarak ele almak ve bu doğrultuda anlamlandırmak gerekir. Bir başka değişle müzik, insana özgü doğallık içeren eylemdir. Müziğin estetik temelli olması; kültürel, bireysel, toplumsal nitelikler taşıması onun belirleyici özelliklerindendir. Bu özellikler nedeniyle, müzik aynı zamanda genel eğitimler içinde bir araç ve eğitim alanı olarak da önemlidir. Müzik eğitimi bireyin sosyal ve fiziksel gelişimine katkı sağladığı gibi aynı zamanda algılama yeteneğini de geliştirir. Satranç, zekâ oyunları, matematik vesaire alanların yanında notaların birbirleriyle olan ilişkisinin kavranma mücadelesi, algı kapılarımızın çerçevesini genişletir. Müzik eğitimi algılama, yorumlama, sentezleme, uyum, paylaşma, kendini ifade edebilme, problem çözme yetenekleri sağlamanın yanında yaratıcılığın gelişmesinin de önünü açar. Bu nedenle müzik toplumsal yapı içinde bireyler açısından ayrı bir öneme sahiptir. Her ebeveyn çocuklarının mutlaka müzik alanıyla ilişki kurması yönünde çabalarda bulunur. Çalgı eğitimine yönelme bunun bir sonucudur. Çalgı eğitimi profesyonel ya da hobi amaçlı olabilir. Fakat sonuçta bu eğitim süreci bireye müzik kültürü ve estetiği kazandırır. Çalgı eğitiminde temel hedef; çalma, dinleme, okuma, anlama ve yeni bilgiler oluşturma olarak tanımlanabilir. Örgün müzik eğitiminde temel hedefleri düşündüğümüzde, tüm sürecin sistematik ve planlı olduğunu kabul etmek zorundayız. Çalgı eğitimi tek boyutlu bir eğitim değildir. İşitme, kuram, çalma gibi becerilerin de içinde yer aldığı çok yönlü ve karmaşık süreci kapsar. Müzik özel bir alan olsa da genel olarak bir sanat edimidir ve bu nedenle estetik, yaratıcılık, tekrarlama gibi kavramlarla ifade edilir. Müzik eğitimi içinde yer alan aday sadece çalgıyı çalmakla kalmaz aynı zamanda, o çalgının sınırları içinde, estetik yaratım becerisini de beraberinde geliştirir. Böylece başlangıçta var olan sınırlı beceri edimleri, zamanla çalgıda ustalaşmaya ve sanatçı olma yolunda mesafe kat etmeye doğru yönelir. Müzik eği-

timi bu noktada, eğlence aracı, meslek edinme sürecini aşarak, sanat ve sanatçı olma hedefine ulaşır. İlk, orta ve lise programlarında yer alan çalgı eğitimi, tıpkı yaygın eğitimde olduğu gibi aslında belirli bir beceri kazanmaya yönelik gibi görünse de sadece müzik beğenisini artırmanın ötesine geçememektedir. Bunun çok değişik nedenleri olsa da nihayetinde belirli ve sınırlı sürede yapılan haftada tek derslik müzik eğitiminden mucizeler beklenmemesi gerekir. Mesleğe yönelik eğitimde ise beklentiler ve beceriler farklılaşır, Bunları başaranlar sanatçı-müzisyen olarak sanat alanında kendilerine yer bulurlar. Çünkü bu tarz bir süreç bireyi müziğin içine çekerek yaşamın parçası olmasını sağlar. Artık onun için müzik sadece sanat alanı değil, aynı zamanda nihai hedeftir. Çalgı eğitiminde temel beceriler; doğru tutuş, vücut pozisyonu, entonasyon, müzikal kültür, toplu çalma becerisi, algılama ve benzeri özellikler söylenebilir. Tüm bu becerilerin çalgıcı adayına kazandırılması zahmetli, zor ve uzun bir süreçtir. Bu süreçte temel kaynak eğitimcidir. Eğitimcinin çalgıcı yetiştirme sürecinde karşılaştığı zorluklar, genelde aynı olsa da eğitimin bireyselliği sorunları farklılaştırır. Eğitimde temel olan eğitimcinin, sorunların üstesinden gelebilmesi donanımlı olması ile mümkündür. Her eğitimci aynı zamanda iyi bir araştırmacı ve uygulayıcıdır. Eğitimde var olan yenilikleri takip etmek, farklı kuramlardan haberdar olmak nitelik açısından önemlidir. Sıradan ve tutucu bir gelenek bağımlılığı eğitimi sürecini zorlaştırarak sonuca giden yolu engelleyebilir. Eğitimcinin donanımlı olması, yeniliklere açık, günceli takip eden, kendini geliştiren, işbirliği yapan, öğrenciyi motive eden özelliklere sahip olması demektir. Tüm bu özelliklerin dışında öğrencinin çevre ve ailesi tarafından desteklenen, motive edilen koşullar içinde eğitimine devam etmesi gelecekteki çalgı eğitimlerinin başarıya ulaşmasında önemli katkılar sağlayacaktır. Müzik eğitimi son nok-

tada ciddi bir süreci kapsayan ve toplumsal yapıda özel bir konuma sahip estetik beğeninin vazgeçilmez parçasıdır. Müzik eğitimini tek boyutlu ve profesyonel düzeyde düşünmek doğru olmaz. Toplumun her kesiminden bireylerin müzik ile tanışması değişik yollarla mümkündür. Bir konsere gitmek, çalgı eğitimi almak, aile içinde müzik ile ilgilenen birinin olması, çevrenin müzik etkinlikleri müzik birey ilişkisi için önemli bir adımdır. Elbette ki burada estetik düzlemde “hangi müzik?” sorusu akla gelebilir. Sorunun tek ve basit bir cevabı olmasa bile, kültürel etmenleri dikkate alarak, müzikten beklentilerimiz bu soruya cevap vermemizi kolaylaştırır. Müzik eğitimi sürecinde bireyin müzikal beğenisinin de değişebileceğini unutmamak gerekir. Sanatta anlamadığımız, kavramadığımız her şey bizi ondan uzaklaştırır. Anlamak, kavramak estetik duygularımızın tetiklenmesine yardımcı olur. Herhangi bir müzikal motifin, eserin bizde bırakacağı duygu, geçmişten edindiğimiz birikimlerimizin de bir sonucu olarak karşımıza çıkar. Locke’un “tabula rasa” söylemine göre hareket edenlerin çocuklarına daha doğmadan beğenilerine göre müzik dinletmeleri de ayrı bir tartışma konusudur. Müziği tanımlamanın zorluğu ona yüklediğimiz anlamlarla orantılıdır. Bu konuda çok değişik görüşler mevcuttur. Müziği tanımlama çabasında ortaya çıkan bakış açıları farklı teorik kalıplara göndermeler içerir. Ruhsal arınma ontolojiye, duyuların dili iletişime, sözel yapının mesajları rasyonaliteye kaynaklık eder. Genel olarak tanımlamada dikkat çeken özelliğin duygulara hitap etmesidir. Müzik her ne kadar duygularla bağlantılı olsa da, doğa ile ilişkisindeki yapısal özellikler onu bilimsel alanla ele almamızı da sağlar. Tüm bu açıklamaların sonucunda müziğin üretim aşamasından tüketimine kadar olan serüveninde niteliğin ön plana çıkmasının eğitim ile olacağını kabul etmemiz gerekir. Müzik eğitimi geleneksel ve formel yollarla olabilir. Nasıl olursa olsun sanat alanlarının geçişkenliği göz önüne alındığında müziğin salt yapısal ve edimsel eğitiminin kısır kaldığını görürüz. Müzik eğitimi; sanatın tüm alanlarıyla ilişkilendirildiğinde başarıya ulaşacaktır.


İllüstrasyon: Beril İrman

Karakter Özelliklerinin ve Yaş Gruplarının Müzik Zevkine Etkisi Begüm Bektöre On iki ya da on üç yaşlarımdayken şarkı listelerimin vazgeçilmezi hard rock ve metal şarkılardan oluşuyordu. Ev içinde yüksek sesle dinlediğim şarkılar, kendimi ifade etmeyi bilemediğim her metrekareyi genişletiyordu. Tabii bu genişleyen duygu haznesi ile nasıl başa çıkacağımı bilmediğim için işler daha da karışıyordu. Şimdi ergenlik dönemime sevgilerimi ve şefkatimi göndermekten başka bir şey elimden gelmiyor. O geçiş dönemini anlamlandırmaya çalışmak halen boyumun ölçüsünden hayli büyük. Bebeklik yıllarından başlasa dahi, kendi seçimlerimizi yapmanın ya da yaptığımızı sanmanın verdiği haz ile gelen kimlik oluşumunda müzik zevkimiz, bireysel zevklerimizden çok daha fazlasını anlatıyor. Aslında kişinin kendini ve çevresini keşfetmesinde müzik sabit bir kararlar mekanizması olmaktan çıkıp tıpkı dil gibi değişen, dönüşen, eğilip bükülen bir ifade biçimi oluveriyor. Müziğin hayatımızdaki rollerine bakarken pek çok kavramsal soru beliriyor akıllarda. Bazı sorular o alanda uzmanlaşan kişilerin aklına daha kolay gelir, cevaplar dinleyiciye uzaktan seslenir. Fakat bazı sorular ise ne kadar bilgi birikimi ve sahadan veri gerektirse de dinleyicide evet tam da öyle olmalı hissi uyandırır; dinleyici kendini özne yerine kolayca koyar. Şu ana dek deneyimlediğim, müzik ve davranış üzerine yapılan araştırmaların beni çok da heyecanlandıran bir yönü bu, müzik

ve hisler söz konusu olunca yapılan araştırmaların sonuçları ile dinleyici “hemencecik” etkileşime geçiyor, köprüler kuruyor. Hemencecik çünkü ben bir araştırma bulgusunu daha paylaşırken dinleyicinin gözlerinde küçük bir ışıldama ve bedeninde hafif bir hareketlenme görüyorum: Neden bahsettiğini biliyorum. Neden bahsettiğini biliyorum çünkü ben de böyle hissediyorum. Bireysel alanımızda biricik olarak yaşadığımız duygularımızı arkadaşlarımıza anlatırken, karşı tarafın cevaben aktardığı genellikle benzer bir olaya değil benzer duygular hissettiği farklı bir olaya odaklanıyor. İşte bu benzer duyguları yaşatan süreçlerde belli müzik türleri, belli şarkılar bizlere ben buradayım diyerek el sallıyor. Bizleri çeşitli “ortaklıklar” altında toplayan bu müzik türlerinin bir kerameti var mı? Belli bir gruba dahil olma, bir grubun üyesi olarak sosyalleşme ve kimlik oluşturma çok küçük yaşlarda başlıyor. Yöneldiğimiz bu grupların temel özelliklerine bakınca, okul öncesi yaşlarda örneğin, aynı dili konuşmak grup içi dayanışma kurmada en baskın ortaklık olarak karşımıza çıkıyor. Tıpkı müzik ve dil arasında görülen nörolojik yapı ve işlev benzerlikleri gibi, çok daha sosyal bir düzlemde, arkadaşlık ilişkilerinde, çocuklar kendileriyle benzer müzik zevklerini paylaşan akranlarını daha “çok” potansiyel arkadaş olarak görüyor.

Belki de ortak müzik zevki düşündüğümüzden çok daha önce koşullanan ve sosyal seçimlerimizde etkili olan bir etmen. Keza flört sürecinde de ortak müzik zevki, özellikle de bunu benden başkası dinlemiyordur zaten illüzyonuna kapıldığımız şarkılarda, kapıları ikişer üçer açan, düşündüğümüzden daha içgüdüsel, daha duyusal bir yakınlığa yol açıyor olabilir. Tabii meraklı zihinler olur da bunu araştırmak isterse, kişilerin karakterlerini tanımlarken dinledikleri müzikleri karakterlerinin ne derece önemli bir parçası olarak gördüklerini kontrol etmeyi göz ardı etmeliler. Sosyal seçimlerimizde salına salına sinsice gelip kendine taht kuran müzik zevkimiz nasıl oluşuyor ve değişiyor? Araştırmacı gazeteci olup Amazon Ormanları’na gitmenin hayalini kurduğum sekiz-dokuz yaşlarımda -ön ergenlik yıllarım kadar yüksek sesli olmasın- hatıra sayılır bir rock müzik sevdam vardı. Ev içinde zıplıyor olmalıyım ki kişisel alanıma oldum olası oldukça saygılı olan anneannem, artık büyüyünce bu rock müziği dinlemeyi bırakırsın, demişti. Amazon fikrinden de pek memnun değildi. Bu yadırganma hoşuma gitmemiş olacak ki, hayır ben hep rock dinleyeceğim, diyerek kızmıştım. Müzik tercihlerini kişisel bir zevk olarak görmeye eğilimli olsak da aslında müzik zevklerimizi bizim için bu kadar biricik ve özel kılan, oluşum sürecinin hem kişisel hem de sosyokültürel etmenlerin etkileşimine çok açık olması. Alınan müzik eğitimi, bir şarkının ne


kadar sık dinlendiği, kişinin içinde bulunduğu gelişim basamakları, kültürel kimlik, yaş grubu ve karakter özellikleri müzik zevkini etkileyen faktörlerden bazıları. Tüm bu faktörlerin birbirini nasıl etkilediğini standardize etmek hayli zor ve bu etkileşimler her birimizi farklı yerlere götürebiliyor. Aynı şarkıyı dinlediğimizde, deneyimlediğimiz duygular birbirinden çok farklı olabiliyor. Dinlediğimiz müziklere verdiğimiz duygusal tepkiler ise müzik zevkimizin bir yansıması olarak görülüyor. Bir müzik türünü ne kadar çok seviyorsak, o kadar güçlü duygular yaşıyoruz dinleme esnasında. Bu noktada iki farklı görüş karşımıza çıkıyor. Kimi araştırmacılar müzik parçalarındaki duyguyu dinleyicinin belirlediğini, kişinin kendi duygu durumunun müzikteki duyguyu nasıl algıladığını etkilediğini düşünüyor. Yani dinleyici, şarkının sesini açıp kısabildiği, şarkıda hissettiği duygulara da kendi karar veriyor. Müzik gerçekten de bu kadar kişisel yorumlara açık mı? Yoksa müzikal karakteristikler kişilerin muhakemelerinin ötesinde daha somut bir mesaj mı iletiyor? Müziğin duygusunu dinleyicinin belirlediği görüşüne karşıt bir grup araştırmacı ise tempo, anlam, armoni, tını gibi müzikal karakteristiklerin belli duyguları yarattığını, dinleyicinin ise müzik içinde hali hazırda bulunan duyguyu tespit ettiğini söylüyor. Yakın zamanda yapılan çalışmalar ise ikinci görüşü daha çok destekler nitelikte. Şarkıların akustik karakterleri bizlere belli duyguların sinyallerini veriyor ve biz bu duyguyu algılayıp daha sonra bu duyguları geçmişte öğrendiklerimiz ve belleğimizdeki anılar ile birleştirip çok daha kişisel bir yorumlama sürecine girebiliyoruz. Fakat şarkıları ilk kez duyduğumuzda, şarkının akustik özelliklerine benzer reaksiyonlar veriyoruz. Müzik zevkleri üzerine kabataslak bir harita oluşturmak istersek, baskın karakter özelliklerimiz müzik zevki adına bize anlamlı tahminlerde bulunma şansı verebiliyor. Karakter özellikleri ve müzik zevki üzerine yapılan kapsamlı araştırmalardan biri, şarkıları müzikal karakteristiklerine göre beş ana gruba ayırıyor. Bu beş ana grup, müzik türleri ve karakter özellikleri arasında ilişkiyi adlandırmamıza yardımcı oluyor. Örneğin kendini daha sofistike ya da entelektüel gören kişiler caz ve klasik müzik dinlemeye daha meyilli iken; kendini daha sakin gören kişiler daha rahatlatıcı ve romantik karakterlere sahip akustik müzikler dinlemeye daha meyilli. Fakat daha anlamlı çıkarımlarda bulunmak için ne yazık ki ka-

rakter özellikleri yeterli gelmiyor. Bu noktada kendi müzik zevklerimizin değişimini anlamlandırmak için yaş grupları bize biraz daha kapsayıcı bir perspektif sunabiliyor. Araştırmanın devamında bu kez yaş grupları ve dinlenilen müzik türleri arasındaki ilişkiye bakılıyor. Sonuçlara göre ergenlikte metal ve punk, erken yetişkinlikte elektronik ve pop, yetişkinlikte R&B, soul ve akustik, orta yaşta caz ve klasik ve daha ileri yaşlarda ise blues, country ve folk müzik baskın olarak dinleniyor. Bu trendleri yorumlarken içinde bulunulan yaş grubunun psikolojik ihtiyaçlarını göz önünde bulunduran araştırmada ergenlikte metal ve punk müzik dinlemek benlik arayışının, erken yetişkinlikte daha popüler müzikler dinlemek çekicilik arayışının, yetişkinlikte daha yumuşak müzikler dinlemek sevgi ve bağlılık arayışının, orta yaşta daha sofistike müzikler dinlemek aile arayışının ve daha ileri yaşlarda dinlenilen daha sakin müzikler ise yine sevgi arayışının ve kayıplar yaşamanın sonuçları olarak yorumlanıyor. Çalışmada öne çıkan diğer sonuçlardan birisi ise yaş gruplarına bakıldığında kişisel müzik tercihleri ergenlik döneminden itibaren rahatça gözlemlenmeye başlıyor. Popüler müzik dinleme eğilimi orta yaşlara gelindiğinde azalıyor, bu eğilim ve başkalarından onay alma isteği arasında benzer trendler gözlemleniyor. Erken yetişkinlik döneminde görülen aşkı bulma isteği, duygusal açıdan pozitif müzikler dinleme eğilimi ile; orta yaşlarda artan daha komplike müzikler dinleme eğilimi, sosyal ve entelektüel birikimi gösterme isteği ile ve ileri yaşlarda daha basit ve sakin müzikler dinleme eğilimi ise aileye verilen önemin artması ve kayıp ve üzüntülerin daha sık deneyimlenmesi ile orantı gösteriyor. Yaş faktörü göz önünde bulundurularak kültürün bu tercihler üzerine etkisini görmek de çok ilginç sonuçlarla bizi karşılaştırabilir tabii. Sunduğu birbirinden çeşitli yorum ile düşündürücü ve keyifli olan bu araştırma yine de popüler müziğe dair beni daha fazla veriye ulaşma isteği ile bıraktı. Çünkü sıklıkla etkileşimde bulunduğumuz müzik türü belli noktalarda davranışlarımızı da dokunuyor ve zamanın popüler kültürü bize kişisel düzeydeki psikolojik ihtiyaçlarımızın tersini de dikte

edebiliyor. Hatta müzik bu psikolojik ihtiyaçlara yardımcı olmak yerine bu ihtiyaçların baskılanmak için de kullanılabiliyor. Müziği hangi amaçlarla kullandığımız belki de müzik zevklerimizin oluşumu ve değişimi üzerine daha aydınlatıcı cevaplar sunabilir. Yine de müzik tercihleri, karakter özellikleri ve yaş grupları gibi çok büyük etmenleri genel bir bakış açısı ile sunup toparlayan bu araştırma, bize kendi müzik yaşam öykümüzü keşfetmede güzel ipuçları veriyor. Müzik tercihleri üzerine olan diğer araştırmalar da bu çalışmanın ana hatlarını destekliyor. Genellikle karakterimizin getirdiği belli ihtiyaçları giderecek doğrultuda müzikler dinlemeyi tercih ediyoruz. Tabii karakter dediğimiz kavramın derya deniz etkileşimleri bize göz kırpıyor. Sadece duygusal değil fizyolojik, sosyal ve bilişsel ihtiyaçlarımız için de müzik dinliyoruz. Peki ya müzik yapmak? Konuştuğum, röportajlarını okuduğum birçok müzisyen, müzik yapmasan ne yapardın sorusuna yine müzik diye cevap veriyor. Müzik yapmaya yönelik o güçlü dürtüyü incelemek bize içinde bulunduğumuz yaş grubu ve karakterimizin sunduğundan daha fazla fikir verebilir mi? Ya da müzisyenlerin müzik yapmaya ayırdıkları emek ve zaman yaşa ve karakterlerine göre nasıl değişir? Müzisyenlere yönelteceğimiz bu sorular yine ergenlik yıllarına götürür belki de bizi. Tüm kimliklerin birbiriyle çatışmaya bayıldığı bu yıllar bizi biz yapan değerler üzerinde ne kadar etkili? Ergenlik dönemi üzerine düşündüğümde hep Camille’in bir şarkısı geliyor aklıma: Home is where it hurts. Kapısı, çatısı, penceresi olmayan bu evde hırsızların çalmaya değer bir şey bulamayacağını söylüyor Camille. Ev içi canınızı acıtmış olsa dahi kim olduğumuzdaki etkisini görmezden gelebilir miyiz? Ben baskın olarak dinlediğim müzikleri düşünce hep bir mekân da geliyor aklıma. Karakterimize ve zamana değinen tüm bu noktalar için benim bir sonraki sorum müzik ile benliğimiz arasındaki mekânsal ilişki üzerine. İhtiyaçlarımıza yanıt vermenin ötesinde müzik bizim için kendi başına bir mekân olabilir mi? Dinlediğimiz müziklerle kendimize bir ev inşa edebilir miyiz? Geçirdiğimiz değişimleri ve müziğin de bu değişimlerle olan etkileşimini de hesaba katarak, tuğladan ya da kerpiçten değil belki ama, sanırım müzikle, sırtımızda taşıyabileceğimiz bir güvenli alan inşa edebiliriz. Sonucu merak edenler için; anneannem: 1, ben: 0.


İllüstrasyon: Beril İrman

Dark Ambient Sinematik Referans Mı, Anlatı Mı, Dil Mi? Burak Bayülgen Dark ambient, ses kirliliğini, gürültüyü, ve de sessizliği bir sinema kadrajının içine yerleştirmek gibi bir çaba sarf etmemelidir. Aksine her ne kadar kimi zaman kendini sinematik olarak adlandırmayı yeğlese de, dark-ambient müziğin bir imgelemi de yoktur. Bu sanat biçimi kendi mikro-anlatısını, arkasına meta-anlatıları almadan ifade etmeyi başarmıştır. Elektronik verilerin hiper-realize ettiği bir düşünce yapısı olan dark ambient müziğin, post-modern sürecin içinde belli başlı bir diğer sanat yapıtının ya da biçiminin içine hapsolmaması gerekir. Neo-klasisizmin içinde kendini yeniden üretebilen dark-ambient’ın daralttığı bir imge dizini bulunmamaktadır;. bu anlatı sabit imgeler diziminin sınırları altında olmamasından ötürü kulak ve göz gibi duyu organlarıyla algılanamaz. Dark-ambient’ın da anlatısının içinde beş duyuya hitap eder gibi görünen ama bu beş duyuyla kavranamayan bir ilkellik yatar. Bu ilkellik post-modernizmin içine ne kadar serpiştirilirse, o kadar da kültleşir. İlkelliğe referans veriş post-modernizmin bir getirisidir ama anlatının kült olmasının sebebi de ilkel ile modern arasındaki hiyerarşinin hem tersine çevrilebilmesinden, hem de özne-nesne arasındaki diyalektikten gelmektedir. Özne-nesne arasındaki diyalektik ise kopya ile orijinal arasında da bir hiyearşinin sentezi ve bu sentezin de anti-tezi olan hiper-realitedir.

Baudrillard’ın Simulacra’sında olduğu üzere, dark-ambient müzik, ne realite, ne de bir kopyadır; hiper-realitedir. Lyotard’ın güneşin patlamasında örneklediği üzere, ölüm insan fikrinin içinde ancak “ölüm” olabilir çünkü güneş patladığında geriye anlatılacak hiçbir şey ve de sözün de kendisi kalmayacaktır. Dark-ambient bu sessizliğin içindeki bir mikro-anlatı olduğundan bu hiper-realiteyi beş duyuyla kavramak mümkün değildir. Özne-nesne arasındaki eğinmeden doğan bir hiper-realite, “ne ise o”dur diyebilen post-modern yorum sürecinin de ötesine geçtiğinden, dark-ambient müziğin realitesi “tür” dinleyicilerine de hitap etmemektedir. Sanat eseri, post-modernizmle beraber dil ile açıklanabilirliliğin yetersiz kalışından ötürü keyfi de, korkuyu da, heyecanı da beraberinde getirir. Post-modern süreçte ise Dünya’nın daha kolay ve ulaşılabilir olduğu düşüncesiyle yola çıkan ve dijitalleşmeyle beraber keskin kavramları yok eden dark-ambient, hiper-realitenin de içinde artık müziksel bir meta-anlatı değildir; bir mikro-anlatıdır. Bu mikro-anlatılar yaşarken deneyimlenemeyecek olan “apokalips” gibi kavramların “tür” müziği sayesinde oldukça sesli ve de coşkulu irdelenmelerine nazaran oldukça uzun süreli bir sessizliği benimsemişlerdir. Bu coşkuyla ve gürültüyle ele alınan kavramlardan

ziyade, dark-ambient küçük parçacıklara odaklanmış, tümden gelip çok küçük partiküllere indirgenmiştir. Arkasına hümanite gibi bir kavramı almak yerine, kendini tamamen bilinçli olarak ifade etmemeyi seçtiğinden ötürü sessizliği tercih etmiş, bu “soundscapes” yoluyla yeni anlatım taktikleri üretildiğinde ise keyif veren bir anlatıya dönüşmüştür. Ama keskin ve sınırları; hatta kodları olan bir dili asla oluşturmamıştır. Halbuki meta-anlatıları çokça irdeleyen tür müziği, hem kendi kodlarını oluşturabilmekte, hem de bu realiteyle kıyaslandığında zıtlıkların hiyerarşisine yer veren bir yapısalcı tutum benimseyebilmektedir ve bu benimsemeden yola çıkarak deneyimlenebilmektedir. Dark-ambient müzik deneyimlenebilecek bir hiper-realite değildir. Ölüm, ancak onu ölüm olarak kabul ettiğimiz zaman ölüm olacaktır. Kıyameti, yok oluşu deneyimleyemediğimiz için bu anlatının akıl yoluyla da kavranabilmesi beklenmemelidir. Bu sanat biçimine dahil olan performansçılarının icra ettikleri anlatı, tıpkı Lyotard’ın ifade ettiği güneş patlamasına benzetilmelidir. Söz, söz olarak da kalmadığında, müzik tamamen tükendiğinde, ölüm kavramının bile yok olduğu bir sona dair sessel bir anlatı... Bu anlatı “ölüm” gibi bir meta-anlatıya da indirgenemez çünkü ölüm de sözle ifade edilebilir; ama söz olmadığında ölümü ifade edebilecek geriye ne kalacak ki?


İllüstrasyon: Beril irman

Amerika’nın Köle Şarkıları Babür Karbey Vina

Sidney Finkelstein, cazı bir Amerikan müziği olarak tanımlar ve Amerika’nın kültürel birikiminin zirvesi olarak görür. Kökleri Afrika’dadır, ancak varoluşu geleneksel Afrika müziğinin batı enstrumanları ile buluşmasıyla mümkün olabilmiştir. 19’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren köylerden kentlere yapılan göçler, bir zamanlar köle müziği olarak bilinen ezgilere kimlik kazandırdı ve popüler bir türe dönüşmesini sağladı. Ancak caz müziğin büyük ölçüde kölelikle şekillendiğini, biçimini ve kavramlarını köleliğin getirdiği yaşam biçimine borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Amerika’nın Köle Şarkıları William Francis Allen, Charles Pickard Ware, Lucy McKim Garrison tarafından hazırlanan “Slave Songs Of United States” en eski caz koleksiyonu olabilir. 1865 yılında yayınlanan bu kitap, plantasyonlarda, tarlalarda ve madenlerde çalışan kölelerin söylediği caz, blues, gospel şarkılarından oluşuyor. Roll Jordan Roll, We Will March Through The Valley gibi bilindik eserleri de bu derlemede görmekteyiz. Koleksiyonda yer alan şarkıların neredeyse tamamı dini temalara sahip. Şarkılar genellikle uhrevi bir kurtuluştan, İncil’deki hikâyelerden ve bunun gibi dini konulardan bahsediyor.Hristiyanlaşmış siyahi köleler ile beyazların kültürel etkileşimde bulunabildikleri nadir alanlardan biri kiliseydi. Afro-Amerikalılar, kilise müziğine kendi yorumlarını katıyorlar, İncil’deki hikâyeleri geleneksel Afrika ezgileriyle anlatıyorlardı. El çırpma, ayakla yere vurma gibi tempo ve ritim hareketleri de bu seremonide yer bulmaktaydı ve danslar her zaman ayinin bir parçasıydı. Diğer yandan, müzik

yalnızca bir ritüel aracı değildi. Charlie Chaplin filmlerinde sıklıkla duyduğumuz –ve genelde Scott Joplin’e ait olan- piyano ritimleri, Afro-Amerikalı kölelerin sahipleriyle alay etmek için icra ettikleri bir dansa dayanıyor. Cakewalk adını verdikleri bu dans, beyaz köle sahiplerinin ince yürüyüşü ve kendini beğenmiş hareketlerinin mizanseni olarak ortaya çıktı. Piyanonun alaycı hareketlere eşlik etmesiyle doğan bu tür, zamanla Avrupa’nın vodvil sahnelerinde yerini aldı ve Ragtime türünün doğmasını sağladı. Amerikan İç Savaşı sona erdiğinde Georgia, Mississippi, Florida gibi eyaletlerden kuzeydeki kentlere göç dalgaları başladı. Nitekim eski köleler ve fakir çiftçiler sanayileşmiş kentlerde bir yaşam umuduna sahipti. Caz bu sayede bir kimlik kazanarak ayrı bir tür hâline gelebildi. Diğer yandan 1960’lı yıllara kadar devam eden ve Afro-Amerikalıların ikinci sınıf insan muamelesi görmelerine sebep olan Jim Crow Yasaları’nın hakim olduğu dönem müziğin biçimini ciddi anlamda etkiledi. İç Savaştan Sonra Askeri bandolarda kullanılan enstrumanların caz müzikte yer edinmesi iç savaştan sonra mümkün oldu. Konfederasyon Ordusu’nun bandosunda kullanılan trompet, trombon, tuba, klarnet, kornet, bas davul gibi üflemeli çalgılar savaştan sonra ucuz malzeme satan dükkanlara düşmeye başladı. Kölelik döneminde yalnızca basit ritimler ile ve enstrümana dönüştürülmüş kaba saba aletler ile icra edilen bu tür, savaştan

sonra bir orkestra müziği hâlini aldı. Nitekim Siyahilerin toplumdan dışlandığı ve beyazlarla aynı mekânları ve aletleri kullanmaktan dâhi men edildiği Jim Crow Yasaları onları gettolarda yaşamaya zorluyordu. Getto koşulları kötü olsa da, kölelikten iyiydi. Siyahiler gettolarda bir araya gelerek danslarını ve müziklerini icra edebiliyorlardı. New Orleans 1900’lü yıllara gelindiğinde, Afrika gelenekleri ve seremonileri New Orleans’ta hâlâ sürdürülüyordu. Woodoo tanrıları yeni bir mezhebin azizleri hâline gelmişti ve Loa adı verilen kutsal ruhlar müzikle onurlandırılıyordu. Daha önce İspanyol ve Fransız egemenliğinde olan bu kent, uzun süre köleciliğin merkezi oldu. Yalnızca Afro Amerikalılar ve Creoller değil Slavlar, İrlandalılar, İngilizler ve Almanlar da bu kente göç etmişlerdi. Nihayetinde caz müziği burada Avrupa ölçüleriyle yeni bir kimlik bulabildi. New Orleans Cazı Afrika ezgileriyle birlikte Avrupa’ya ait müzik ölçülerinin de hakim olduğu bir türdür. Fransız dans müziklerinin ve Avrupa marşlarının ritim ve perküsyonlarının izleri bu müzikte fazlasıyla görülebilir. Nitekim cazın beyazlar tarafından icra edilmeye başlanması ve Avrupa’da tanınması da bu dönemde mümkün olabilmiştir. Cazın doğduğu yerin New Orleans olduğu söylense de, bu yanlış bir yorum. Ancak olgunlaştığı ve Aretha Franklin, Louis Armstrong gibi şarkıcılar tarafından icra edilen formunu aldığı yerin bu kent olduğunu söyleyebiliriz. New Orleans’ın multikültürel havası, cazın kimliğini bulabilmesini ve bir müzik türü olarak literatürde yer edinmesini sağladı.


Kahramanın Psikedelik Yolculuğu: A Saucerful of Secrets Şeyma Akgöz

Pink Floyd albüm sıralaması yapıp, onları bir tarot kartına benzetecek olsaydım, sıralamamın bir numarasında olan “Dark Side Of The Moon”dan önce, sıfır numaraya yerleştirdiğim ve aslında çok sevdiğim “A Saucerful of Secrets” albümü yer alırdı. Bir numaradaki “Dark Side of The Moon” destedeki büyücü kartıysa, sıfır numaraya yerleştirdiğim “A Saucerful of Secrets” ise aptal kartına denk gelir. Bildiğiniz üzere, tarot destesindeki bir numaralı kart ‘büyücü’, sıfır numaralı kart ise ‘aptal’ olarak ifade edilir. Dark Side of the Moon yaratıcılığı ve ustalığı betimlerken, “A Saucerful of Secrets” ise nahifliği, çocuksuluğu, önyargısız ve çoğu zaman şaşkınlıkla hayattaki deneyimi simgeler. Tıpkı albümdeki tüm şarkıları çocuksu ve naif bir şekilde dans ederek dinlediğim tüm şarkılar gibi. Albümün ilk şarkısı olan “Let There Be More Light”, ismi ile güzel bir kontrast oluşan bir tınıya sahip. Aptal’ın çıktığı yolculukta, önünü görebilmesi için ihtiyaç duyduğu hazineyi bize anımsatan parçaya ismindeki ışık temasının aksine, renkleri bilinmeyen bir yere doğru uzanan meraklı bir hava hakim. Özellikle bazı yerlerde fısıltı halini alan vokal; bu rengi birazcık daha vurguluyor ve kendi yolunda ilk adımlarını atmaya başlayan birinin tecrübesizliği ve öğrenmeye olan açıklığını ve başlangıçtaki o berrak zihni bize gösteriyor. İkinci şarkı olan “Remember a Day”de ise, ilk şarkıda aranan hazinenin bulunduğunu, ve böylelikle Aptal’ın attığı adımların hâlâ kaotik olsa da daha özgüvenli ve

eğlenceli, daha keşfetmeye odaklı bir noktaya evrildiğini şarkının melodilerinde görebiliyoruz; hatta ve hatta, şarkının karmaşık ritmi, dengesini henüz bulamamış ama kurma aşamasında olan, bir keşif noktasını arayan bir zihnin merakını anımsatıyor bize. Ve bulunan hazinenin ışıldama vakti gelmiştir artık. “Set the Controls For the Heart of the Sun”; bütün karanlığı ile sizi içerisine çeker ve yolcunun artık bir hazineden ziyade, güneşe ihtiyacı olduğunu bize anımsatır. Gecenin kalbinde kumandalar, siyah örtünün arkasına saklanmış güneşe doğru, onu tekrar doğurtmak için çevriltilmiştir sanki. Bir ritüelin ıssızlığında ilerleyen parçada her enstrüman, her tını ve her ses, sanki yolcunun hazinesinin yetersizliğinde git gide daha fazla ihtiyacının arttığı güneşi doğurtmak için programlanmış gibidir. Güneşin doğumu, kumandaların çalışması ile gerçekleştikten sonra, “Corporal Clegg”de ise neredeyse çocuksuluğa yakın bir sevince, absürt bir mutluluğa kulak veriyoruz. Özellikle de sıra dışı enstrüman kullanımlarında ve yayvan fakat kulağı rahatsız etmeyen, aksine, insanı bir çember içinde dans etmeye davet edercesine ortaya çıkan vokal ve gitar tonlarında görüyoruz. Burada mevzuubahis güneş yakalandıktan sonra Aptal, doğası olan vurdumduymaz meraka ve o dans eden kaygısızlığa geri dönmüş, sizi de kendisine eşlik etmeye davet eden bir halde içine sürüklemektedir.

Albüme ismini veren “A Saucerful of Secrets” ise, bize daha önce dinlediğimiz parçaların çağrışımlarından çok daha farklı bir şey olan; ancak albüme ismini vermekte haklı olan, Aptal’ın karakterinin net özelliklerinden birisini taşıyor. Saf spontanlık, pür bir kaos. Nereden geleceğini tahmin edemediğiniz davul dizilimleri ve o dizilimlerin aksaklığına tamamıyla zıt bir şekilde şarkının girişini oluşturan, koro halinde beliren vokaller. Bütün hepsi tamamıyla doğal bir akışta olan, değişken ve birden fazla rengi bünyesinde taşıyan; her kanala açık, hiç bir deneyime kapalı olmayan bir şarkıda bir araya gelmişler. “See-Saw”da ise, Aptal’a şeklini veren ebedi çocuğun, büyümeye başladığının sinyallerini yavaş yavaş görüyoruz. Şarkının eğlenceli arkaplanı ve egzotik melodileri hâlâ ciddiyetten uzak bir hava verse de arkaplanda oturan melodilerin ağırlaşmış tonu, büyümeye başlamanın, yetişkinliğin sinyallerini de aynı anda bize ileterek parçanın ismi olan See-Saw, yani tahtırevalli kelimesine, başka bir anlam katıyor. Son parça olan “Jugband Blues”da ise bir önceki parçadaki olgun çocukluk durumu devam etmekte; içindeki çocuğu öldürmeden yetişkinliğe adım atan bir bireyin bütünlüğünü ve düalitenin ötesine geçişini gözlemlediğimiz parçada, ağır vokaller ve neşeli enstrüman kullanımları bir arada ilerliyor. Parçanın sonuna doğru ise, perdenin kapandığını vurgulayan bir klasik gitar bizi karşılayarak, Aptal’ın yolculuğunun bir sonraki safhasının belirsizliği için bekletiyor bizi.


Spotify: Herkes için müzik


İllüstrasyon: Fatih Öztürk

Aidiyet Dürtüsü ve İnsan Halleri Arzu Gökyolcu Aidiyet kavramı denildiğinde, zihninizde mutlaka bir şeyler belirir. Mamafih bu kelimenin tarif edilmesi ya da kişiler için ne anlama geldiğinin açıklanması istendiğinde ise bu durum biraz karışık bir hal de alabilir. Kelime anlamıyla; hukuk ve sosyal bilgi terimi olarak açıklamalarını bulabilirsiniz, bu açıklamalar hususunda kafanız karışık ise olayı sadeleştirmek adına aidiyet teriminin sözlüklerdeki açıklamalarını paylaşmak gerekebilir. Ait olma, bağlantısı bulunma, ilişkisi olma, hukuk literatüründe yerini almışken, sosyal bilgiler için kelime, benzer ve biraz daha kendini açar cinste: insanın kendini bir dine, aileye, ulusa yahut bir topluluğa ait hissetmesi durumudur da diyebiliriz. Biraz daha deşince, aidiyet temasının sadece bir kelime olmaktan çok daha derinlere ulaştığını gördüm. İş bir dine ya da bir futbol takımına ait olmaktan Maslow’un gereksinimler skalasına dek uzanıyordu. İşte burada ilgim bir hayli artmıştı bu terime karşı. Aidiyet kişide güven tazeliyordu. Tek başına var olamayan insanlar için hava ve su kadar değerliydi. Elbette insanın kendini bir gruba yahut bir ideolojiye ait hissetmesi kötü bir şey değil ve bir toplumda aidiyet hissetmesine de burun kıvıracak değilim. Çünkü ben de bu topluma ait bir bireyim ve insan olmanın doğasında olan bu aidiyet denen dürtünün aleyhinde büyük laflar söyleyecek bir yetkinliğe sahip olduğumu da düşün-

müyorum; ama yine de ilerleyen tüsünü yapmak gibi. Bu durumların satırlarda birkaç çift lafım olacak çeşitlendirilmesini sizlere bırakıyorum. bu duruma karşı; hoş aidiyet dür- Kalabalıkların öyle büyüleyici, akıl tüsü hakkında negatif konuşmak tutulmasına yol açan tekinsiz halleri yetkinlik midir; o da ayrı mevzu. var ki, aidiyet dürtüsü burada insani Sosyalleşmek için aidiyet te- bir hal olmaktan çıkıyor; tarih öncesi, rimi çok gerekli bir unsur. İn- korkunç tüylü bir yaratığa çevirebilisan sosyal bir varlık olduğuna yor kişiyi. Hatta karşısındakine acıgöre bir yere ait hissetmeden madan yumruk atan kişi, yetinmeyip yaşayabilmesi imkânsız değil kendisine hoş gelmeyen kurbanı herama belli ki pek tatsız bir durum. kesin gözünün önünde tartaklamakla Hayvan haklarını savunan bir kalmayıp, sığındığı yeri ateşe vermek, dernek, bir siyasi partinin üye- o kişi veya kişileri diri diri yakmak liği, bir spor kulübü taraftarlığı için bir tür histeri krizine giriyor. aidiyet dürtüsünü besleyen şey- Onu alkışlayan ve ‘’Vur, vur!’’ diyen lerden sadece bazıları. Örnekler ya da kıstırılmış kurbanları yakmasıçoğaltılabilir lakin şöyle bir şey nı hastalıklı bir tempoyla söyleyen ve de dikkatimi çekmedi değil bu aynı kalabalık gruba ait olanların tıpkı konu hakkında düşünürken. Oku- büyü sözleri gibi tekrar ettiği kelimeduğum bir kitaptan geldi bu dü- lerle transa giriyor. Olay sonrası bu şünce ve tabi son yaşadığımız tarz davranışlar gösterenlerin ifadesi olayların da epeyce etkisi oldu. de bu sözlerimi doğrulamıyor mu? Kalabalıklarla birlikte insanın tek Aidiyet dürtüsü insan denen sosyal başınayken yapamayacağı hat- varlık için gerekli bir dürtü; güven verita aklından bile geçiremeyeceği yor ve Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisindüşünceler bir anda insanın için- de haklı bir yeri var ama bir yerde tehliden çıkan bir canavar gibi peyda keli hallere de kolaylıkla bürünebiliyor. oluveriyor ve eyleme geçiveriyor- Her şeyde özellikle insan ve dürtüleri du. İnsan tek başına yapmaya konusunda sürekli tek kaşını kaldıran cesaret edemeyeceği şeyleri ait benim gibi biri için böyle bir paragraf olduğu kalabalık bir grupla gö- yazmasam kendime ve benim gibi zünü kırpmadan ifa ediyordu ko- düşünenlere haksızlık etmiş olurdum laylıkla. Mesela linç etmek yahut diyerek sözlerimi bitirmek istiyor kendinden olmayanların yaşadığı ve kendini hiçbir şeye, hiçbir gruba yerleri yakıp yıkmak, gücü eline ait hissetmeyenlerle zaman zaman geçirir geçirmez o gruba ait ol- aynı durumda olan milyonlar oldumayanlara kendilerine yapılan ğunu da dip not olarak ekliyorum. zulümlerin aynısını hatta daha kö-


İllüstrasyon: Fatih Öztürk

Aidiyeti Düşünürken Ayşe Hilal Tuztaş

İnsanın dünya üzerinde kendisini keşfetme ve inşa etme süreci, genel bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, ben ve öteki arasında koyduğu sınıra ve kendi kültürünü diğer kültürlerden ayırma becerisine dayanır. Benzerlikler üzerinden kurduğu ilişki ise kendisini bir grup veya topluluğa ait hissetmesine etki eder. Bu oluşum çoğu zaman hayali bir süreç olsa da insanın kendini güvende ve huzurlu hissetmesi için gerekli görünmektedir. Bu kadar hayati ve çok yönlü bir kavramı anlamak ve açıklamak için görüşler öne sürülmüş olsa da kavramların gündelik yaşamda birçok farklı yorumu ve değerlendirme biçimi olduğunu unutmamak gerekir. O halde bir insanı doğumuyla birlikte bir coğrafyaya, bir ülkeye, bir etnik gruba ait kılan yapı içerisinde, ait olmak, ait görülmek ve ait hissetmek arasındaki anlamsal farklılıklar nasıl açıklanabilir? Bu soruyu, Türkiye’nin güneyinde konar-göçer yaşam biçimini sürdüren Sarıkeçili Yörükleri’nin göç sürecinde yaşadığım alan tecrübelerime dayanarak değerlendirmek istiyorum. Konar göçer yaşam biçimi ile temel geçim kaynağı hayvancılık olan ve besledikleri hayvan sürülerinin ihtiyaçlarını karşılamak için yılın belli dönemlerinde tüm aile fertlerinin katılımı ile yaylak/kışlak mahaller arasında göç eden topluluklar kastedilir.

Mersin ve Konya illeri arasında yapılan bu göçlerde Yörükler, atalarının belirlediği rotalar arasında göç ederken her gün bir konak yerinde mola verirler. ‘Konalga’ olarak adlandırılan bu konak yerleri köy sınırları içerisinde yer alan mera alanlarıdır ve bu alanlarda konaklama hakkı köylülerin iznine tabiidir. İzin verilmemesi durumunda Yörüklerin diğer konalga alanına yürümeleri gerekir. 2012 yılından sonra mera düzenlemesi Yörüklere biraz daha serbestlik tanımış gibi görünse de göçün sağlıklı bir seyir sürmesi köylü- yörük ilişkileri ile doğrudan ilintilidir. Bununla birlikte 2012 yılı öncesinde keçilerin ormanlık alanlara girişi yasak olduğu için orman görevlilerinin tespit etmeleri halinde Yörüklerin hayvan sayıları kadar ceza ödemeleri öngörülürdü. Yörükler bulunulan ilin nüfusuna kayıtlı değilse bu ceza iki misline çıkarılırdı. Yörüklerin göç rotaları üzerinde yer alan bazı köyler, Yörüklerin kendi köy sınırlarından geçmelerine engel olmak için dikim sahaları oluşturmakta, Yörükler de kimi alanlarda önceleri dağın etrafını dolaşarak geçtikleri yerlerde dikim alanı olması nedeniyle çoluk çocuk, yaşlı, genç demeden o dağı aşmak durumunda kalmaktadır.

Üzücü olan taraf ise Yörüklerin bu göç rotalarını bazı köylerin kuruluşundan önce de kullanmalarıdır. Yaz kış kara çadırda yaşayan ve sabit bir meskenleri olmayan Yörükler için mesken, Sabahattin Ali’nin bir şiirinde dediği gibi dağlardır. Mülk sahibi olmamayı öngören bir hayat sürdürdükleri için mülkiyet hakkına sahip kişiler tarafından oraya ait olmamakla hatta suç işlemekle itham edilirler. Ama her biri Pierre Nora’nın ifade ettiği biçimde hafıza mekânlarına dönüşen yurt alanları ile Yörüklerin kendilerini o topraklara ait hissetmelerine kimse engel olamaz. Tıpkı sınırlar arasında göç eden göçebelerin sınırın çizilmesi ile birlikte yurt alanlarından mahrum bırakılmalarında yaşadıkları durum gibi. Ait olmak ne kadar etik bir perspektife sahipse, ait hissetmek de o kadar emik bir bakış açısı sunar. Bu durumda aidiyet; mekânın, kimliğin, toplumsal rollerin ötesinde yaşanmışlıklara, deneyime ve hislere dayalıdır denebilir. Belki de bu nedenle bazı insanlar kendilerini dünya vatandaşı olarak hissetmektedir. Aslında önemli olan yaşanılan ortak mekân olarak dünyanın herkes için farklı aidiyet hislerini barındırdığını unutmadan birlikte yaşayabilmenin yolunu bulmak, kişisel haklara saygılı ve birleştirici unsurların ön planda tutulduğu bir hareket alanı yaratmaktır.


İllüstrasyon: Tatiana Kirillova

Aidiyet Sarmalı Tamer Çetin

Tüm canlıların temel amacının hayatta kalmak olduğu bir dünyada, biyolojik donanımı açısından yeterli avantaja sahip olmayan insan, ihtiyaçlarını karşılamak ve önüne çıkan engellerin üstesinden gelebilmek için bir arada kalıp işbirliği yapmış; diğer bir deyişle, sosyal bir organizasyon kurup kendine özgü bir kültür oluşturma yoluna gitmiştir. Bu sayede, hayatta kalmanın ötesinde, çevresini istediği gibi yeniden tasarlayıp düzenlemekle kalmamış, diğer canlıların tümüne hükmetme gücüne de kavuşmuştur. Kısaca doğanın yarattıklarına karşı insanlığın yaptığı ve yarattığı her şey olarak tanımlanabilen kültür, insanın hayatta kalabilmesi ve ihtiyaçlarını karşılayıp zorlukları aşabilmesi için işbirliğinin devamlılığına vurgu yapar. İşte bu işbirliği mekanizmasının çalışmasını sağlayan ana motorlardan birisi de doğuştan itibaren her insana damgalanan ve büyüdükçe çeşitlenip yeni görünümler kazanan aidiyet duygusudur. Biz Bir Aileyiz Dünyaya geldiğinde hayatını devam ettirebilmek için her açıdan başkalarına muhtaç olan insan, ait olduğu toplumda en güçlü bağlarını ailesiyle kurar. Ebeveynler çocuklarının hayatı söz konusu olduğunda kendi hayatlarını tehlikeye

atacak davranışlar sergileyebilirler. Yani, birçok annenin çocuğu için dile getirdiği “Kurban olurum sana,” cümlesinde belli ölçüde bir gerçeklik payı vardır. Elbette çocuk da, kendi üzerinde son derece güçlü etkiler yaratan bu fedakârlığın karşılığını vermek üzere eğitilir. Böylece toplumsal işbirliğinin ve aidiyetin temelleri atılmış olur. İnsan yavrusuyla fedakârlık üzerinden kurulan aidiyet ilişkisi, günlük yaşam alışkanlıkları, adetler, gelenekler, görenekler, örfler, töreler ve diğer sosyal kurallar üzerinden kalıplaştırılır. Bu kalıplar bireyi çoğu zaman farkında olmadan topluma uymaya ve sosyal düzenin devamını sağlamaya yönelik davranışlara yönlendirir. Aile bir yönüyle aidiyet üzerinden toplumsal işbirliği düzeneğinin kurulması ve devam ettirilmesi için örnek bir model oluşturur. Bu açıdan diğer sosyal grupların, kurumların, şirketlerin, üyelerinde aidiyet duygusunu pekiştirmek amacıyla “Biz bir aileyiz” söylemine sıklıkla sarılmaları şaşırtıcı değildir. Öte yandan, aidiyet duygusunun ailede en güçlü haliyle ortaya çıkması aidiyet dengesinin kurulması ve korunması açısından da birçok sonuç doğurur. Aidiyet ilişkileri ve işbirliği düzeninin be-

lirlenmesinde hiyerarşik bir modelin benimsenmesi, küçüğün büyüğe tabi olması, kadının erkeğe itaat etmesi gibi uygulamaların hayata geçirilmesi, ait olan güçsüzün güçlü sahip tarafından sömürülmesinin önünü açar. Bu sömürü, diğer toplumsal katmanlarda hem derinleşir hem de çeşitlenir. İstenen görevleri yerine getirmekte başarısız olan çocukların cezalandırılmasından başlayan bu sömürü düzeni, belirlenen kurallara uymakta direnen kadınlara şiddet uygulanmasına, hatta yaşama haklarının ellerinden alınmasına kadar uzanabilir. Diğer bir deyişle, namus cinayeti kisvesi altında işlenen cinayetlerin yanı sıra, bunalıma giren ya da cinnet getiren baba eşini ve çocuklarını öldürüp intihar etti türünden haberlerin gerisinde yatan neden çoğu zaman aidiyetle ilgili çatışmalardır. Kısaca “Ya benimsin ya kara toprağın” sloganıyla ifade edilen bu sömürü düzeni, aidiyetin belli bir denge ile korunmadığı takdirde nelere yol açabileceğini göstermesi açısından büyük önem taşır. Sadakat ve Liyakat Kişi, ait olmanın sağladığı güven duygusunun karşılığında yaşamın hemen her anında ve alanında söz konusu aidiyete layık olup olmadığı konusunda sınavdan geçirilir. Anaokuluna bile girebilmenin koşulları


vardır. Çocuğun kişisel temizlik becerilerini geliştirmiş olması beklenir. İlkel topluluklarda yetişkinliğe geçiş törenleri, adayların vahşi hayvanların bulunduğu ortamlarda yalnız bırakılmalarından, tehlikeli bir hayvanı öldürüp bir avcı olarak kendilerini kanıtlamalarına, fiziksel acıya katlanma ile ilgili ritüellerden bedensel sakatlamalara kadar geniş bir çeşitlilik gösterir. Bunların uzantıları gelişmiş olduğu söylenen toplumlarda halen kendine yer bulmaktadır. Belli inanç sistemlerindeki sünnet uygulamaları, bazı grupların üyelerinin aynı dövmeyi yaptırması akla gelen ilk örnekler olarak sıralanabilir. Bunun da ötesinde, eğitim hayatında üst basamaklara tırmanmak, hedeflenen mesleğin lisansını alabilmek için yüzlerce sınavı geçmek, çok sayıda mesleki beceri aşamasını tamamlamak gerekir. Bu da yetmez, bu özelliklerin ve becerilerin kaybedilmesi kazanılan hakların kaybedilmesine yol açar. Günlük yaşamda sohbet etmek bile bir yönüyle sınavdır. Sohbetleri sıkıcı olanlar popülerliklerini yitirirler. Yakın ilişkilerimizde, üyesi olduğumuz gruplarla girdiğimiz etkileşimlerde, çalışma ve eğlence hayatımızda hep adı konmamış bir takım değerlendirmelere tabi tutuluruz. Bu değerlendirmeler sonuçta söz konusu aidiyetle ilgili kaderimizi belirler. Orta Çağ’ın kâbusu olarak kabul gören aforoz aslında modern yaşamın birçok aşamasında varlığını devam ettirmekte ve farklı görünümler altında tehdidini sürdürmektedir. Dünyaya ait olduğumuz yerden bakmak bizi bulunduğumuz yerin ufkuyla sınırlar. Bunun sosyal düzlemdeki karşılığı, içinde bulunduğumuz mekân ve zamanın, ait olduğumuz ailenin, sosyal grupların ve bir bütün olarak toplumun düşüncelerimiz, dünya görüşümüz, davranışlarımız, tutum ve önyargılarımız üzerindeki belirleyici etkisidir. Ömürleri boyunca yaşadıkları ormanın dışına çıkmamış bir kabilenin üyeleri dünyanın ormandan ibaret olduğunu düşünebilirler. Güneşten kavrulan Ortadoğu’dan yayılan inanç sistemlerinde cennet ırmakların aktığı gölge serin bir yerken cehennem ateşlerle kaplıdır. Buna karşın Kuzey Avrupa’da yaşayan bazı halkların mitolojilerinde cennet güneşin ısıttığı güzel bir yer

cehennem ise buzlarla kaplı bir yer olarak tasvir edilir. Ait olduğumuz zaman da bizi benzer şekilde etkiler. Elbette her bir yaşam deneyimi kendine özgü ve eşsizdir. Bununla birlikte, her nesil ait olduğu zamanın koşulları ve olanaklarıyla yetişir. Farklı bir şekilde dile getirecek olursak, her dönemin kendi kuşağı üzerinde belirli izler bıraktığını söyleyebiliriz. Örneğin Batı dünyasında, 1925-1945 yılları arasında doğan ve “Sessiz Kuşak” olarak adlandırılan grubun uyumlu, çalışkan, kanaatkâr ve otoriteye saygılı olduğu; 1946-1964arasında doğan “Baby Boomers” kuşağının çalışkan, idealist, işkolik, başarı odaklı bencil olduğu; 1965-1979 arası doğan “X Kuşağı”nın girişimci, bağımsız, rekabetçi, şüpheci olduğu; 1980-2000 arası doğan “Y Kuşağı”nın çoklu görev yapabilen, tatminsiz, özgür, otorite karşıtı olduğu; 2000 yılı ve sonrasında doğan “Z Kuşağı”nın tatminsiz, doğrucu, şeffaf, otorite tanımaz ve tüketici olduğu söylenir. Bu durum aidiyet bağı kurduğumuz her şey için geçerlidir. Bu noktada Tarih, sosyoloji ve iktisat bilimlerinin öncülerinden biri olarak kabul edilen İbn-i Haldun’un ünlü “Coğrafya kaderdir” sözünden yola çıkılarak “Aidiyet kaderdir,” savı ileri sürülebilir. Zincirler ve Zincirleri Kıranlar Aidiyetin zincirleri kalındır. Söz konusu aidiyetin karşıladığı ihtiyaç kişi açısından ne kadar büyük bir öneme sahipse zincirler de o kadar kalınlaşır. İhtiyaçların azalması ya da başka kaynaklardan karşılanması olanağının elde edilmesiyle de zincirler zayıflamaya başlar. Bütün ihtiyaçlarını karşılayan anne babasını yere göğe sığdıramayan bir çocuğun büyüyüp kendi ihtiyaçlarını karşılamaya başlaması ve ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarının peşinden koştururken ebeveynlerine giderek daha az zaman ayırmasının gerisinde bu mekanizma vardır. Yaşam deneyimindeki farklılaşmalar, bilgi, beceri ve uzmanlaşmadaki artış, aidiyet bağlarının zayıflaması ya da

güçlenmesinde etkili olabilir. Futbola ilgi duyanlar büyük kulüplere transfer olan bazı futbolcuların “Çocukluğumdan beri bu kulübü tutuyordum. Artık ait olduğum yerdeyim. Hiçbir şey beni formamdan koparamaz. Ömrüm boyunca burada kalmak istiyorum” gibi açıklamalarına aşinadır. Ancak aynı futbolcu başka bir kulübe transfer olduğunda, “Ben profesyonel bir oyuncuyum. Geleceğimi garanti altına almak zorundayım,” cümlesini çok kolay bir şekilde söyleyebilmektedir. Burada kilit nokta, tüm canlıların temel içgüdüsü olan hayatta kalma ve bu mücadele sırasında en iyi koşulları elde etmeye vurgu yapan, “Geleceğimi garanti almak zorundayım cümlesidir.” İş dünyasına yönelik araştırmalarda kurumsallaşmış büyük şirketlerin alt kademelerinde çalışanların aidiyet duygusunun üst kademelerde çalışanlardan daha kuvvetli olduğu gözlenmiştir. Çünkü alt kademelerde çalışanlar bu şirketlere geleceklerinin teminatı olarak bakarlar ve işsiz kalmaları durumunda başka bir yerde iş bulamayabilecekleri endişesi şirketleri ile gönül bağı kurmalarını kolaylaştırır. Öte yandan uzmanlık alanıyla fark yaratan üst düzey bir yönetici kendisine daha iyi bir gelecek kurabilmek için en iyi şartları sunan şirketler arasından seçim yapma ayrıcalığını elde eder. Diğer taraftan aidiyet üzerinden karşılanan ihtiyaçlar için ödenen bedelin büyüklüğü de kişiyi bağlarından kurtulup daha az maliyetli yeni aidiyet bağları oluşturmaya ya da mümkün olduğu ölçüde kendisiyle yetinmeye itebilir. Sosyal medyada son zamanlarda sıkça paylaşılan, “Çok büyük kalabalıklar gördüm ama içinde bir tek insan görmedim” veya ”Şu nedenlerden dolayı şu, şu özelliklere sahip insanları artık takip etmeyeceğim ve bu tür takipçilerimi sileceğim” gibi mesajlar, “Siz hepiniz ben tek” gibi nakaratların sıkça tekrarlandığı şarkılar bu ayrışmayı dile getirirler. Ait olduğu yerden ayrılıp ufkun ardını görebilenler yeni aidiyet zincirleriyle kuşatabilirler. Ne var ki, insan bir kere harekete geçip yeni ufukların vaat ettiği farklılık ve güzellikleri keşfettiğinde hiçbir zincir onu yerinde tutamaz. Sosyal kültürel değişmenin temel dinamiklerinden biri de budur.


İllüstrasyon: Fatih Öztürk

Akademi ve Aidiyet Halil Emre Kocalar

Son yıllarda hem ülkemizde hem de dünyada lisans ve lisansüstü öğrenci sayısı giderek artmakta, buna bağlı olarak akademinin hacmi de genişlemekte. Akademinin artan nüfusu, beraberinde üretilen bilimsel ürünlerin, oluşumların ve özünde bilgi birikiminin artışında da bir ivmeyi beraberinde getiriyor. Ancak, bu yükselen trende nitelik değeri açısından baktığımızda tablonun oldukça karanlık olduğu ortaya çıkıyor. Örneğin; on binlerce yüksek lisans ve doktora tezi yıllar boyunca bir kez bile okunmadan dijital dünyanın dehlizlerinde yok olurken binlerce araştırma makalesi de bu kervana katılıyor. Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin 2016 yılındaki araştırmasına göre, ülkemizdeki tezlerin 3’te 1’i ağır intihal içeriyor. Dünyada ve özellikle ülkemizde intihal sorunu giderek ayyuka çıkarken intihal sorunundan sıyrılabilmiş üretimlerde de “sahte-pozitif” sonuçlar gündeme gelmekte. 2005 yılında Dr. Ioannidis bu konuda oldukça çarpıcı sonuçlar içeren bir makale yayımladı. Araştırmasına göre, alanyazındaki araştırmaların birçoğu “sahte-pozitif” bulgularla dolu. Bu veriler gösteriyor ki akademi ve buna bağlı olarak bilimsel yayıncılık politikaları nitelik, tekrarlanabilirlik ve şeffaflık gibi büyük sınavlarla karşı karşıya geliyor.

Aslında bu yazımda akademinin neden bir Kurabiye Canavarına dönüştüğünü vurgulamaktan çok, akademinin genç bilim insanlarını nasıl dişlerinin arasında ezdiğine odaklanmak istiyorum. Ünlü çocuk programı Susam Sokağı’ndaki Kurabiye Canavarı, canavar olmasına rağmen tüm sevimliliğiyle toplumun kalbini kazanmıştı. Ancak onun en büyük saplantısı sürekli kurabiye bulma ve tüketme arzusuydu. Akademi de aynı şekilde, bilimsel bilginin kutsallığına inanan birçok öğrencinin içinde bulunmak istediği elit bir cemiyet olsa da son yıllarda birçok genç araştırmacının psikolojik sorunlar yaşamasındaki en etkili faktörlerden birisi haline gelmiştir. The Guardian gazetesinin 2018 yılındaki bir raporuna göre, Birleşik Krallık’ın en saygın üniversitelerindeki üç yüze yakın profesör ve bölüm/laboratuvar yöneticisinin öğrencilerine ve alt kademedeki meslektaşlarına zorbalık yaptığı, onlara karşı saldırgan davranışlar gösterdiği ve kariyerlerini sabotajlama girişiminde bulundukları ortaya çıktı. Başka birçok araştırma bu zorbalık ve mobingin bir sonucu niteliğinde: Nature Dergisi’nde yayınlanan bir rapora göre, lisansüstü öğrencilerinin yüzde

ellinden fazlasının depresyonda olduğu ifade edilirken, bir başka araştırmada doktora öğrencilerindeki stres ve kaygının yaygınlığı, toplum ortalamasından altı kat daha fazla olduğu görülüyor. Ülkemizdeki tablonun da farklı olmadığını söylemek zor olmasa gerek. Ünlü filozof Platon’un ustası olan bir başka ünlü filozof Sokrates, çeşitli sorularla ve fikirlerle gençlerin “aklını karıştırdığı” ve onları “yoldan çıkardığı” gerekçesiyle toplum tarafından öldürülüyordu. Academia kelimesinin kökeni de; işte bu bakış açısına bir başkaldırı olarak özgür düşüncenin, eleştirinin ve aklın öne çıkarıldığı bir mekân olan Platon’un Akademisi’ne dayanıyor. Günümüz akademisi olan üniversitelerin hâlâ o ilk ruhu taşıdığından; aklı, eleştirel düşünmeyi, “gerçek” bilginin peşinden koşmayı arzuladığından emin değilim. Açıkçası, akademiyi daha iyi hale nasıl getirebileceğimiz konusunda da net bir fikrim yok. Ancak korkarım ki bir parçası olduğum Kurabiye Canavarı, “Hakikat” yolunda ilerlemeyi amaç edinmek yerine üretime odaklanmaya ve sadece üretmek için üretmeye devam ettikçe, bir obez olarak bir adım dahi ileriye adım atamayacak hale gelecek ve daha da acısı ardında bıraktığı tüm o kurabiye kırıntıları; akademiyi evi kabul eden, kendini ona ait hisseden en parlak neslin ta kendisi olacaktır.


İllüstrasyon: Fatemeh Nazari

Olumlu Duygulanım Deniz Hüsrev

Duygular bize kim olduğumuzu anlatacak harika bilgi kaynaklarıdır. Günlük hayatlarımızda sıklıkla kullandığımız bir sözcük olduğu için duyguyu iyi tanıdığımız bir kavram olarak düşünürüz. Oysa çoğu insan için duygularını tanımlamak, düşüncelerden ayırmak, ifade etmek ve yönetmek zor bir iştir. Geçmişten gelen popüler bir inanç duygu ve düşünceyi hiyerarşik bir şekilde kıyaslamakta ve düşünmenin önemli, hissetmenin ise zayıflık olduğuna kanaat vermektedir. Günümüzün değişen dünyasında ise bu hiyerarşi tartışması çağ dışıdır. Araştırmalar duygu-beden ve zihnin karmaşık bir etkileşim içinde olduğunu kanıtlamıştır. Bireyler, kurumlar ve toplumlar da artık esenliğimizin artması için duyguları fark etmenin ve yönetmeyi öğrenmenin en az düşüncelerimizi fark etmek ve yönetmek kadar elzem olduğunu anlamıştır. Gardner’ın çığır açan çoklu zekâ kuramı ve duygusal zekâ modellerinin geliştirilmesi de bu algıya destek olmuştur. Hem negatif hem de pozitif olarak adlandırdığımız duygular bizler için işlevseldir ve esenliğimiz için hepsini kucaklamamız değerlidir. Kötü duygu yoktur; duyguyu kabullenmeme ve yönetme konusunda zorluk yaşama vardır. Zira duygularla ilgili geçmiş araştırmaların çoğu negatif duyguları anlamaya odaklanmıştır. Yakın zamanda, pozitif psikoloji araştırmalarının yaygınlaşması ile olumlu duyguların etkileri ile ilgili araştırmalar artmış ve beraberinde esenliği artırma ve sürdürme perspektifini getirmiştir. Günümüzün belirsiz, karmaşık ve değişken

dünyasında esenliğimizi artırma peşinde olmamız ise bir tesadüf değildir. Bireylerin ve toplumların fiziksel ve psikolojik sağlıklarını sürdürülebilir bir şekilde geliştirmeye odaklanan bilim dalı olan pozitif psikoloji alanının önde gelen araştırmacılarından Dr. Barbara Fredrickson duygularla ilgili ‘Pozitif Duygu Genişletme ve İnşa Etme Teorisi’ni geliştirmiştir. Bu teoriye göre olumlu duygulardan birini tecrübe ettiğimizde zihnimiz açılma eğilimine girer ve alışılmışın dışında düşünebilir, düşünme şeklimizi genişlettiğimizde duruma kuşbakışı bakabiliriz. Böylece önümüzdeki konuya ya da soruna alternatif çözümler üretebiliriz. Olumsuz duyguların kısıtlayıcı etkisi olmadığında, zihinsel durumumuz netleşir. Aynı zamanda entelektüel, fiziksel, psikolojik ve sosyal kayzaklarımızı da inşa edebiliriz. Olumlu duyguları deneyimlemenin zihinsel, psikolojik ve bedensel birçok pozitif etkisi bulunmaktadır. Yakın zamanda yapılan araştırmalar kendi tecrübelerinde olumlu duyguları daha fazla deneyimleyen insanların pozitif bilgiye karşı daha dikkatli olduğunu saptamıştır. Duygular konusunda en popüler araştırmalardan bir tanesi olan rahibeler arasında yapılan ömür araştırmasında, pozitif duyguları daha fazla yaşayanların ortalama on yıl daha uzun yaşadığı belirtilmiştir. Berkeley Üniversitesi’nde yapılan ve otuz yıl süren ilginç bir araştırma, üniversite yıllıklarındaki

fotoğraflarında olumlu yüz ifadelerine sahip kız öğrencilerin daha mutlu bir hayat sürdüklerini göstermiştir. Fredrickson’a göre, olumlu duyguların da evrimde önemli bir amacı vardır. Öne sürdüğü model, olumlu duyguların özellikle şu kavramlarına odaklanmaktadır: Neşe, minnettarlık, huzur, ilgi, ümit, gurur, eğlence, ilham, huşu ve sevgi/aşk. Birçok araştırmanın odak noktası olan bu listenin insanların hayatlarını olumlu yönde değiştirdiği gözlemlenmiştir. Bu duyguları deneyimlemenin büyük bir kısmı bunu yapmayı bilinçli olarak seçmekle ilgilidir çünkü araştırmalar duyguların bedeni 45 saniye ila 1 dakika arasında terk ettiğini ve istenilen duyguyu yaratmanın ve sürdürmenin mümkün olduğunu belirtmektedir. Duygu durumunu değiştirmeye yardımcı olan tekniklerden bir tanesi de imgeleme, yani zihinde canlandırmadır. Bu teknikle, yaratılmak istenilen duyguyu yaşatan deneyimi imgeleyerek beyinde pozitif tepkilerin oluşmasını sağlamak ve günlük hayatın stresinden uzaklaşmak mümkündür. Duygumuzu tanımlayabilir, ne anlama geldiğini düşünebilir ve bize nasıl destek olacağı konusunda çalışabiliriz. Hissettiğimiz duyguların farkında değilsek duygusal durumumuzla iletişimde olmamız çok zordur. Yaşamımıza daha fazla esenlik getirmek için çaba harcadığımızda, bu çabanın getirisi daha kalıcı olacaktır. Fredrickson’ın da dediği gibi “Negatif çığlık atar, pozitif fısıldar.” Siz hangisine kulak vereceksiniz?


İllüstrasyon: Tatiana Kirillova

Psikolojide Yaşam Doyumu Doç. Dr. Nalan Kazaz

Derinliği ve inanan insanların duygu, düşünce, tutum ve davranışlarını şekillendirmedeki işlevi açısından dini inançların psikoloji biliminin araştırma konuları arasında yer alması kaçınılmazdır. Özellikle olumlu psikoloji akımı, ortak amaçları insanın mutluluğu ve iyi olması olan din ve psikoloji bilimlerini bir araya getirmesi; dini inanç ve manevi değerleri psikolojinin inceleme alanına sokması bakımından oldukça önemlidir. Dini inanç ve uygulamaları merkezine alarak, hem dini ve hem de psikolojik prensipleri bağdaştırmak suretiyle inanan insanı psikolojik açıdan anlamaya çalışan din psikolojisinin, din ve psikoloji alanlarının bu kaçınılmaz etkileşiminden doğmuş olduğu söylenebilir. Maneviyat ve dini hayat ile insanın psikolojik özellikleri arasındaki ilişki ve etkileşimin incelendiği din psikolojisi alanının, olumlu psikoloji akımının katkısıyla dindarlık ile yaşam memnuniyeti, iyi oluş gibi olumlu sağlık alanlarının ilişkisini daha fazla ele almaya başladığı psikolojinin dine daha olumlu bakmasına aracılık ettiği dikkati çekmektedir. Olumlu psikoloji akımının öncülerinden Martin Seligman insana yaşamı için anlam sağlama ve geleceğe umutla bakma gücü verme açısından dinin önemli bir kaynak olduğunu vurgular. Yaptığı araştırma sonuçlarına dayanarak dindar insanların dindar olmayanlara göre daha mutlu olduğunu ve yaşantıla-

rından daha memnun olduğunu ortaya koymakla beraber dinin, mutlulukla, depresyon yokluğuyla ve felaketler karşısında dayanıklı durmakla karmaşık bir nedensel ilişkisinin olduğunu belirtir. Francis, psikoloji ve din bilimlerini ortak bir paydada buluşturarak din psikolojisi alanına önemli katkılar sağlamıştır. Örneğin, dış kaynaklı ve iç kaynaklı dindarlık özelliklerinin bireylerin yaşamlarında hissettikleri anlamı güçlendirdiğini ve özellikle daha sık dua edenlerin yaşamlarında daha fazla anlam bulduğunu tespit etmiştir. Bunların yanı sıra Francis bu bulgularına ilahî olmayan dinlere mensup kişilerle yaptığı araştırmalarla emprik destek sağlamıştır. Örneğin, Methodist bir örneklem grubunun dini yönelimleri, kişilik özellikleri ve yaşamlarında anlam bulma nitelikleri arasındaki ilişkiyi incelendiği araştırmasında özellikle iç kaynaklı bir dini yönelime sahip bireylerin yaşamlarında daha fazla anlam bulduğunu tespit etmiştir. Hindularla yapmış olduğu bir diğer araştırmasında ise dine karşı takınılan duygulanımsal tavır ile mutluluk arasında olumlu bir ilişki olduğu sonucuna ulaşmıştır. Dinin insanların kendilerini mutlu hissetmelerini ve yaşamlarından memnun olmalarını sağlayan önemli bir faktör ol-

duğu insanların psikolojik olarak iyi hissetmelerini sağladığı başka araştırmacılar tarafından da bulgulanmıştır. Kendine güven duyma, iyimser bir bakış açısı kazanma, vicdanlı, disiplinli, tutarlı ve sabırlı olma ve buna bağlı olarak kendini iyi hissetme gibi olumlu duygulanımsal özelliklerin dindar insanların nitelikleri arasında sınıflandırıldığı daha pek çok çalışmadan bahsedilebilir. Bu açıdan bakıldığında insanların dini ve manevi yaşamlarının bir tezahürü şeklinde kabul edebileceğimiz sevgi, onur, cömertlik, affedicilik, alçakgönüllülük, dürüstlük ve iyilik gibi erdemlerin de mutlulukla ilişkili olduğu söylenebilir. İslamiyet açısından bakıldığında dinin insanların hayatlarını anlamlandırmalarını sağlayan çok güçlü bir olgu olarak insanların iç dünyalarını etkilediği ve onları varoluşsal bir çözümlemeye sevk ettiği vurgulanır. İnanma, yaratıcıya itaat ve ibadet etme, ahlaki davranışlar sergileme ve toplumsal düzeni sağlama yoluyla insan ile yaratıcı arasındaki ilişkiyi düzenleyen dinin insanlara mutlu olmanın yollarını gösteren ilahî bir kanun olduğu İslam bilginleri tarafından da önemle vurgulanmaktadır. İnsanların Tanrı’ya olan inançlarının ve kendilerini dindarlık yönünden algılama düzeylerinin de yaşam doyumlarını etkilediği yapılan birçok araştırmada ortaya konmuştur.


Yaşam Doyumunu Etkileyen Faktörler Öznel iyi oluşun yaşam doyumunun ve birtakım duygusal içeriklerin oluşturduğu ve genel olarak olumlu duygulanımın olumsuz duygulanıma baskın bir durum olduğu daha önce belirtilmişti. Öznel iyi oluşu meydana getiren bu bilişsel-yargısal ve duygusal içeriklerin birçok kişiye özgü ve çevresel faktörün etkisi altında olduğu da üzerinde durulması gereken diğer bir önemli noktadır. Bu nedenle yaşam doyumu üzerinde cinsiyet, yaş, yaşanılan yer, eğitim durumu, medeni durum, meslek ve ekonomik durum gibi demografik özelliklerin etkisine yönelik yaklaşımlar etkendir. Cinsiyet, yaş, eğitim durumu ve gelir düzeyi gibi demografik özellikler belki de araştırmacılar tarafından yaşam doyumu üzerindeki etkileri en çok incelenen faktörlerdir. Alanyazın incelendiğinde demografik özelliklerin bireylerin yaşam doyumu düzeylerinde bir farklılaşma yaratıp yaratmadığına dair çok sayıda araştırma yapılmış olduğu görülür. Bu araştırmalardan bazıları demografik değişkenlerin öznel iyi oluşa ilişkin kişilerarası farklara ait değişimin yaklaşık %8-%15 gibi bir düzeyini açıkladığına işaret ederken; ikizler üzerinde yapılan bazı araştırmaların ise, öznel iyi oluştaki değişimin %50’ye yakınının genetik özellikler ile açıklanabileceğine dikkat çekmiştir. Ancak halen demografik değişkenlerin insanların yaşam doyumlarını ne yönde etkilediğine dair kesin bir bulguya ya da en azından tutarlı sonuçlara ulaşılamamış olduğu görülmektedir. Bu bölümde cinsiyet, yaş, medeni durum, yaşanılan yer, eğitim düzeyi ve gelir düzeyi şeklinde belirlenen demografik özelliklerin yaşam doyumu ile olan ilişki ve etkileşimlerine dair güncel bilgiler üzerinde durulacaktır. Cinsiyet, sosyal bilimlerin önemli bir psiko-sosyal değişkeni olan cinsiyetin, yaşam doyumu üzerindeki etkisine ilişkin yurt içinde ve yurt dışında yapılmış olan araştırmalarda tutarlı sonuçlara ulaşılamadığı görülmektedir. Örneğin, OECD ülkelerinde diğer bazı araştırmalarda olduğu gibi yaşam doyumu düzeyleri açısından kadınlar ve erkekler arasında fark tespit edilememiştir. Batı Avrupa ülkelerinde yaşam doyumu üzerindeki cinsiyet etkisi çok küçük olarak tespit edilmiştir. Yine, Michalos’un otuz ülkeyi kapsayan parantez içerisinde verilen değerler kişilerin yaşam doyumlarını 0 ile 10 arasındaki bir ska-

lada değerlendirmeleri istendiğinde verdikleri puanlardan elde edilen ortalamaları göstermektedir. Üniversite öğrencileri üzerinde yaptığı araştırmasında cinsiyetin yaşam doyumu üzerindeki etkisi oldukça küçük bulunmuştur. Benzer şekilde ise, kadınların erkeklere nazaran olumlu ya da olumsuz duygulara daha açık olduklarını; ancak cinsiyetin kadınlar ile erkekler arasındaki mutluluk düzeyi farkına ilişkin değişiminin yalnızca %1’ini açıkladığını tespit etmişlerdir. Cinsiyetin yaşam doyumu açısından insanlar arasında farklılaşma yaratmadığını ortaya koyan bu bulguların yanı sıra, alanyazında kadınların yaşam doyumu düzeylerinin erkeklere göre daha yüksek olduğunu ya da tam tersi yönde bir ilişkinin olduğunu ortaya koyan araştırmalar da mevcuttur. Bu durum cinsiyetin yaşam doyumu üzerindeki etkisinin başka değişkenlerle birlikte ele alınması gerektiğini düşündürmektedir. Buna göre yaşam doyumu araştırmalarından elde edilen tutarsız bulguların toplumlar arasındaki bu sosyo-psikolojik farklılıklardan kaynaklandığı düşünülebilir. Ayrıca, maskülinite ve feminite şeklinde adlandırılan geleneksel cinsiyet rollerindeki değişimin de yaşam doyumu araştırmalarına yenilik getirdiği söylenebilir. Buna göre, hem erkeklerin hem de kadınların sıcaklık, anlayış ve başkalarını düşünme; örneğin, Oshio’nun yapmış olduğu araştırmada: eşleri ile yaşamayan erkeklerin yaşam doyumlarının düştüğü, kadınların kayınvalide ve kayınpederleri ile yaşadıklarında ya da bu kişilerle yakın ilişkileri olduğunda yaşam doyumlarının düştüğü, arkadaşlarının ve sosyal ilişkilerinin çok olmasının kadınların yaşam doyumlarını güçlendirdiği ancak erkeklerinkine etki etmediği bulgulanmıştır. Humpert’in araştırmasının sonuçları ise, sosyal katılımın erkekler ve kadınlar üzerinde yaşam doyumu açısından farklılık yarattığını ortaya koymuş; spor, sosyal yardım ve ebeveynlik faaliyetlerinin yalnızca kadınların yaşam doyumlarını olumlu yönde etkilediği; erkeklerin ise klasik hobilerden doyum sağladığı görülmüştür.

Duygu ortaklığı/paylaşım ile özgürlük, kendinden emin olma ve kararlılık gibi aracılık/eylemlilik niteliklerine sahip olabilecekleri ifade edilmekte; aracılık/eylemlilik nitelikleri yüksek olan kadın ve erkeklerin bu nitelikleri düşük olan kadın ve erkeklere göre yaşam doyumu düzeylerinin daha yüksek bulunduğuna işaret edilmektedir. Yaş, kuramsal olarak yaşın ilerlemesiyle birlikte sağlık sorunlarında artış, kişi için önem arz eden kişilerin kaybı ve maddi özgürlüğün yitirilmesi gibi olumsuz koşulların ortaya çıkmasıyla birlikte yaşam doyumunda bir azalma olacağı düşünülmektedir. Ancak, yaşın artmasıyla birlikte yaşam doyumunda bir azalma olacağına ve gençliğin mutluluğun istikrarlı bir yordayıcısı olduğuna ilişkin bu fikrin artık geçerliliğini yitirmiş olduğu söylenebilir. Nitekim araştırma bulguları yaşam doyumunun zaman içerisinde azalmadığını, en azından sabit kaldığını ortaya koymakta ve insanların yaşlandıkça yaşam koşullarını tercihlerine göre değiştirmek ya da kişisel tercihlerini içerisinde bulundukları duruma göre yeniden düzenlemek suretiyle, yaşam doyumu düzeyini koruduklarını göstermektedir. Shmotkin, pozitif ve negatif duygulanım gibi yaş ile etkileşime giren ara değişkenlerin kontrol edilmesiyle yaşın yaşam doyumu üzerindeki olumsuz etkisinin ortadan kalkacağını savunmaktadır. Araştırma bulguları, kişilerin beş yıl sonraki yaşam doyumlarını şimdikinden daha yüksek düzeyde değerlendirdiklerini; orta yaşlı yetişkinlerin güncel yaşam doyumu düzeylerine yakın olarak değerlendirdiklerini; yaşlı bireylerin ise, daha düşük düzeyde değerlendirdiklerini ortaya koymuştur. Medeni durumun, evliliğin ruhsal ve fiziksel açılardan insanları olumlu yönde etkilediğine; onları sıkıntılardan koruduğuna ve mutlulukla etkileşim halinde olduğuna dair görüşlerini ortaya koyan pek çok uzman ve araştırmacıdan bahsetmek mümkündür. Yapılan araştırmalar da evli olan kişilerin evli olmayan ya da hayatında bir eşi olmayan kişilere göre yaşam doyumlarının ve mutluluk düzeylerinin genelde daha yüksek olduğunu göstermektedir. Özellikle geniş ölçekli araştırmalardan elde edilen bulgular diğer insanlara göre yaşamlarında daha mutlu olduklarını söyleyenlerin evliler olduğunu ortaya koymaktadır. Genel olarak insanların kentsel yaşama yönelik


memnuniyetsizliklerine işaret edildiği çalışmalarda, kırsal yaşamın şu iki önemli niteliğinin vurgulandığı görülür: ortak ahlaki değerlerin ve yüz yüze iletişimin kurulması sosyal desteğin ve sosyal kontrolün etkin bir şekilde sağlanması. Güvenli bir yerde yaşadıklarını düşünenlerin güvensiz bir yerde yaşadığını düşünenlere nazaran daha mutlu olduklarını ifade etmeleri de araştırmanın önemli bulguları arasında yer almaktadır. Güvenlik algısının yaşam doyumu üzerindeki etkisine benzer şekilde insanların yaşam doyumu düzeylerinin yaşadıkları yerin yaşam koşullarından kültürel özelliklerinden iklimsel koşullarından ve hatta çocukluk döneminde yaşanılan eve olan yakınlığından etkilendiğine dair alanyazında çok çeşitli araştırma sonuçlarına ulaşıldığı görülmektedir. Eğitim düzeyi, güncel teorik yaklaşımlarda genel olarak, bireylerin eğitim seviyesi ile yaşamlarından memnun olmaları arasındaki ilişkinin olumlu yönde olduğuna; ancak bu ilişkinin doğrusal bir ilişki olmadığına işaret edildiği görülmektedir. Özellikle artan eğitim düzeyinin insanların üretkenliğini arttırmak, sağlıklı evlilik ilişkileri, daha iyi iş imkânları, daha fazla kazanç ve daha iyi sağlık koşulları sağlamak gibi insanların yaşam doyumlarını arttırıcı, olumlu yönde ancak dolaylı etkileri olduğu savunulur. Yapılan araştırmalarda eğitimin özellikle düşük gelirli ve fakir ülkelerde yaşayan kişilerin yaşam doyumlarını olumlu yönde etkilediği görülmüştür. Bu anlamda yaşam doyumu ile eğitim düzeyi arasında tespit edilen bu ilişkide aracı rol üstlenen cinsiyet, yaş, sağlık, emeklilik durumu gibi değişkenlerin de araştırmacılar tarafından dikkate alınması gerekmektedir. Benzer şekilde, eğitimin bireyin becerilerini arttırmak, kendine olan saygı ve güvenini geliştirmek, irade gücünü arttırmak, kimlik oluşumunu desteklemek ve toplumdaki yerini güçlendirmek gibi yaşam doyumunu arttırıcı etkilerinin olduğu ve eğitimin insanların genel yaşam doyumları yerine farklı yaşam alanlarındaki etkilerinin incelenmesinin daha güvenilir bulgular sağlayacağı hususunda alan yazında dikkat çekilen diğer bir önemli noktadır. Nitekim, yapılan bazı kapsamlı literatür incelemeleri eğitimsel kazanımların

yetişkenlerin genel yaşam doyumlarına ilişkin değişimin yalnızca %1-3’ünü açıkladığını ortaya koymuştur. Uluslararası düzeyde yapılan geniş ölçekli araştırmalara bakıldığında da eğitimin yaşam doyumunu yüksek düzeyde etkilemediğinin tespit edildiği görülür. Örneğin, OECD ülkeleri genelinde yapılan değerlendirme sonucunda ilkokul mezunu olan kişilerin yaşam doyumlarının 10 üzerinden 6.2 düzeyinde olduğu; yüksek öğretim mezunu kişilerin yaşam doyumlarının ise, 7.2 seviyesinde olduğu görülmüştür. Ülkemizde ise, ilkokul mezunlarının yaşam doyumu ortalaması 4.4 iken bu oranın yüksek öğretim mezunları için 5.8 olduğu bulgulanmıştır. Ayrıca, herhangi bir eğitim almamış grubun mutluluk düzeyinin ilkokul mezunlarından daha yüksek bulunmuş olması ilginç bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Bu durum muhtemelen hiç okula gitmemiş kişilerin eğitimin sağlayacağı fırsatlardan haberdar olmamalarından; eğitim ortamlarından zorunlu olarak ayrılmış olanların ise, yaşadıkları üzüntü ve hayal kırıklığından kaynaklanmaktadır. Gelir düzeyi, insanların maddi kazançları arttıkça kendilerini daha mutlu hissedeceklerine dair genel yargının yanlış olduğu ve bu iki değişken arasında zayıf ve doğrusal olmayan bir ilişkinin olduğu artık pek çok araştırmacı tarafından kabul edilmektedir. Gerek bireysel gerekse toplumsal boyutta incelenen bu ilişkiye dair bulgular, varlıklı insanların, ekonomik durumu nispeten daha kötü olan insanlara kıyasla biraz daha mutlu olduklarını; ancak parayı mutluluklarının yegâne sebebi olarak görmediklerini göstermektedir. Özellikle Amerika, Japonya, Fransa, Almanya, Nijerya, Çin ve Hindistan gibi ekonomik seviyeleri birbirlerinden farklı olan ülkelerde yapılmış olan geniş ölçekli karşılaştımalı araştırmalar, kişi başına düşen gayri safi milli hasıla, ekonomik büyüme ve gelişim hızı gibi faktörlerin insanların yaşam doyumu düzeylerinde belirgin bir artış yaratmadığını ortaya koymaktadır. Boven, yaşam doyumu ile gelir düzeyi arasındaki nedensel olmayan bu ilişkiyi insanların pa-

raya verdikleri değer ve yükledikleri anlam, başka bir ifadeyle insanların materyalistik arayışları açısından değerlendirmiş; materyalistik amaçlar güden kişilerin mutluluk düzeylerinin düşük olduğunu belirtmiştir. Diğer yandan, insanların arzu ettikleri kazanç ile elde ettikleri kazanç arasındaki farkın yaşam doyumu üzerindeki etkisine dikkat çekerek, farkın az olduğu yüksek gelir elde eden kişilerde nevrotik eğilim yoğunluğunun yaşam doyumunda belirleyici rol üstlendiğini bilinmektedir. Beklenenin aksine harcama durumu ile yaşam doyumu arasında olumsuz yönde bir ilişki olduğunu tespit ederek insanların kazandıkları paranın miktarından çok bu parayı ne için kullandıklarının da önem taşıdığını vurgulanmaktadır. Burada sağlık sorunlarını çözmek ya da kredi kartı borçlarını ödemek için kullanılan paranın kişiyi mutlu etmekten ziyade mutsuzluğa sürüklemesi kaçınılmaz görünmektedir. Genel olarak değerlendirildiğinde eğitimin insanların yaşamlarından duydukları memnuniyeti arttırıcı bir etkisinin olduğu sonucuna varılabilir. Ancak bu ilişki ve etkileşimin doğrusal olmadığının; başka bir ifadeyle eğitimin yaşam doyumunu sağlık koşulları, iş imkânları ve kazanç gibi çeşitli faktörleri olumlu yönde etkilemek suretiyle arttırdığının göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Ayrıca, eğitim ve yaşam doyumu arasındaki bu dolaylı ilişkinin bireyin yaşı, cinsiyeti, medeni durumu, ailevi kökeni, beklenti ve arzuları gibi faktörlerin de etkisi altında olduğu bilinmelidir. İnsanların gelir düzeylerinin yüksek olmasının onları bir dereceye kadar mutlu ettiği ancak varlıklı ve zengin olmanın mutluluğun yegâne kaynağı olmadığı görülmektedir. Özetle, insanların yaşam doyumu ve mutluluk düzeylerinde zaman içerisinde görülen dalgalanmalar yaşlanmaktan ziyade, ekonomik, ailevi, kültürel ve psikolojik pek çok unsurun etkisinden kaynaklanabilmektedir. Sonuç olarak, yapılan araştırmalar ve elde edilen bütün bulgular biyolojik cinsiyetin yaşam doyumu üzerinde belirleyici bir etkisinin olmadığını, daha ziyade kültürel özelliklerin ve toplumsal cinsiyet rollerindeki farklılaşmanın insanların mutluluk düzeylerinde etki yarattığını göstermesi açısından önem arz etmektedir.


Üst Düzey Öğrenim İmkanı Standartları değiştiren olağanüstü kurslar şimdi Udemy’de!


İllüstrasyon: Damla Kumul

Sinemada Cinsel Devrimin Kültürel Uzantısı Olarak Erotik Korku Türü Uğur Kılınç Amerikan gotik edebiyatının ilk yazarlarından olan H. P. Lovecraft, “Supernatural Horror In Literature” isimli çalışmasına “İnsanlığın en eski ve en güçlü duygusu korkudur; en eski ve en güçlü korku ise bilinmezliğin korkusudur” vurgusuyla başlar. Korku, insanlığın en eski duygusu olmasının yanında aynı zamanda insanın tarihsel ve toplumsal gelişimiyle de ilişkili olan bir olguyu ifade eder. İnsanın ilkin doğaya karşı olan ölüm içerikli korkuları, asırlar geçtikçe yerini toplum içinde ortaya çıkan yeni korkulara bırakmıştır. Bilinmezlikle beslenen ölüm korkusu Sanayi Devrimi’nden sonra modernleşme maskesini takarak, teknolojik ve bu teknolojinin çevresinde oluşan kentsel korkulara ve daha sonra ise kentsel kitleler içinde doğan yalnızlığın korkusuna bürünmüştür. İnsanın tarihte sözlü anlatılarda, masallarda, destanlarda ve mitolojilerde aktarılan korku duygusu, aynı zamanda sanatın her alanında temsil alanı bulunan bir olgudur. Korku türünün sinema endüstrisinde hem ana akım hem de bağımsız yapımlar için kâr getirdiği bilinmektedir. Korku türünün bu başarısını, her zaman yeni biçimler üretmesiyle, var olan biçimleri çeşitlendirmesiyle veya başka türlerin ögeleriyle birleşip melez anlatılarla yeniden canlanabilme niteliğiyle açıklamak mümkündür. Pek çok alt türe ve biçime evirilen korku, böy-

lece hedef kitlesini genişleterek izleyici sayısının da artmasını sağlamaktadır. İstismar sineması, bahsi geçen alt türlere evirilen türlerden biridir. Eric Schaefer istismar filmlerini döneminin yasaklı olan konularını barındıran, ultra düşük maliyetlerle yapılan, dağıtımı bağımsız şirketler tarafından yapılan, gösterimi ana akımın hâkim olduğu sinema salonları dışındaki bağımsız salonlarda yapılan ve -egemen sinema endüstrisinden farklı olarak- uzunca süre gösterimde kalan filmler olarak izah eder. İstismar türü de tıpkı korku türü gibi, dönemin popüler metalarına ve toplumsal değişimlerine ayak uyduran alt türleri barındırmaktadır. İstismar türünün düşük bütçeye sahip olduğu ve ana akım sinemanın kaygısından uzak biçimlerde yapıldığı için daha cüretkâr alt türlere ayrıldığını söylemek mümkündür. Sözgelimi, cinselliğin istismarıyla ilgilenen erotik-korku türünü tanımlayan “sexploitation” istismar türünün filmlerde cinselliği fazlaca kullanan bir alt türüdür. Cathall Tohill ve Pete Tombs özellikle 1960’lı yıllarda sansürün sınırlarının gerilemeye başlaması, ana akım filmlerdeki çıplaklık ve cinsellik kullanımı, 1970’li yılların ortasında dek süren kültürel hareketler ve toplumsal olaylar

gibi gelişmeler sonucunda Avrupa’da erotik-korku film üretiminde büyük bir patlama yaşandığını öne sürmektedir. Ne var ki sinemada erotizmin sınırını belirlemek çok kolay görünmemektedir. Nitekim erotik ile müstehcen arasındaki muğlak çizgi, sinemada erotizmin tahrik etme gayesiyle estetik kuralların yok olup, cinsellik istismarına dönüştüğü bir hâle gelebilmektedir. En basitinden, bu filmlerde özellikle kadın karakterlerin temsili bariz bir şekilde sorunludur. Dünya sinemasının ticari kolunda kadının filmlerde yer aldığı konum çoğunlukla erotik sömürü ve onun cinsel nesne hâline getirilerek aşağılanmasıdır. Bu noktada istismar sineması kadının cinsel sömürü nesnesi olarak kullanıldığı ve bunun arz-talep gerekçelendirmesiyle meşrulaştırıldığı en bariz alandır. Bernhard ve Seeblen sinemada erotik unsuru incelerken kadının konumunu “femme fatale” ve “vamp” rolleri ile irdeler. Sahip olduğu çekici cazibesi ve güzel görünümüyle erkeği ölüme veya yıkıma sürükleyen bir model olarak “vamp” kavramının “vampir” kelimesiyle olan bağı da ilgi çekicidir. Yazarlar sinemada pek çok örneği bulunan vamp kadın imajının 19’ncu yüzyıl sonları ve 20’nci yüzyıl başlarındaki popülerliğine, dönemin ahlaksal bunalımın yansımalarını gerekçe göstermektedir. Öte yandan egzotik ve fantazmagorik yön-


leriyle ortaya çıkan kadın, toplumun cinsel başarısızlığının, yetersizliğinin ve çelişkilerinin yansımaları olarak da görünmektedir. Aynı zamanda bu durum 19’ncu yüzyıl toplumundaki erkek ve kadınların dişi cinselliğinden korkmasıyla da açıklanabilir. Avrupa sinemasında da kendini gösteren ve popüler bir mitos olan vamp kadının erotik yapısı, dönemin geleneksel ve ahlaki kurallarını yok sayan, bu yönüyle de cinsel bağlamda serbestliği temsil eden bir özelliktedir. İlk örnekleri sinemanın ilk yıllarında sunulan femme fatale temsilleri, erotik korku sinemasında tüm çıplaklığıyla bir arzu nesnesi olarak boy göstermiştir. Klasik femme fatale’in göz yaşlarının yerini kan ve ölümün aldığı erotik korku filmlerinde kadın, kurbanına gerçek anlamda acı ve fiziki işkence yapan bir role bürünmektedir. Bernhard ve Seeblen, Amerikan ve Avrupa sinemasındaki sessiz dönem filmlerinde vamp karakteri incelerken, görünüm ve imaj olarak birbirine benzemelerine rağmen savaş öncesi ve sonrası deneyimlerin iki figürün farkı bakış açılarıyla öne çıktıklarını öne sürmektedir. Sözgelimi, İtalyan sinemasındaki vamp karakteri, “diva” kimliğine dönüşerek egemen sınıfın bir ürünü hâline gelmiştir. Amerikan sinemasında vamp, modern kadının değişen kültürel değerlerini ifade etmektedir. Alman sinemasında ise vamp, şiddet ve yalanı temsil eden erkeğe olan tepkinin bir ürünüdür. Sinema tarihçileri İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa sinemasında erotizmin, dönemin kaotik toplumlarının ve savaş sonrası sefaletin yarattığı sosyal koşullardan bağımsız olmadığına dikkat çekerler. Öte yandan bu filmlerde yer alan erotik atmosfer, sosyal söylemin üzerini örterek, izleyicinin film ile arasına mesafe koymasını engeller. Diğer bir deyişle, savaş sonrası Avrupa sinemasında üretilen erotizm temalı filmler dönemin kaotik toplum yapısı içinde yer almasına rağmen film anlatısında ortaya çıkan erotik atmosfer sebebiyle var olan sosyal koşulların üzerini örtmektedir. Öte yandan Giovanni Scognamillo erotik olanın ölçüsünün ve etkisinin dönemden döneme değiştiğini, modaya uyduğunu veya kendi modasını yarattığını, bu yönüyle de döneme uygun olarak değişen sinemadaki yansılarının daha belirgin olduğunu belirtir. Yazar 1968 yılının, özellikle

Fransa için devrimci anlayışın ve cinsel devrimin simgesi olduğunu öne sürmektedir. Gerçekten de 1960’lı yılların sonundan 1970’lerin ortalarına dek kültürel ve toplumsal boyutta açılımlar yaratan Cinsel Devrim, Avrupa sinemasındaki yansılarıyla dikkat çeker. Petar Mitrics ve Katharine Sarikakis 1950 ile 1970’li yıllar boyunca Avrupa sinemasının auteur sinemayı temsil ettiğini ve auteur sinemanın bu yönüyle temsil ve kimlik kalıplarının sosyal-ulusal, ulusüstü, ve birey içeriklerini yansıttığını belirtmektedir. Nitekim 1968 yılının mayıs ayında Fransa’da yaşanan toplumsal ve siyasal olayların Fransız film kültürünü derinden etkilemesi bu söylemi güçlendirmektedir. Bu dönemde, özellikle 10 milyondan fazla işçinin açlık grevine girmesi ve bunun üniversite öğrencileri tarafından destek görmesiyle büyüyen olaylar bütün çıplaklığıyla filmlere yansımıştır. Alain ve Hekma 1960’lı yıllarda Batı ülkelerinde yaşanan birtakım olayların sonucunda cinsellik ile bağıntılı pek çok söylemin ve imgenin kamusal alana taşınmasına neden olduğunu belirtmektedir. Sözgelimi 1960’ların başında İsveç’te başlayan kürtaj tartışmaları, 1965’te Hollanda’da apolitik, anarşist ancak esprili bir tavır ile genel ahlâkın dışında kalan eylemleri savunan Provo gençlik hareketi, 1967’de İngiltere’de yaşanan ve hippie topluluğunun hareketi olarak bilinen “Aşkın Yazı Hareketi” 1968 Mayıs’ında Paris’te yaşanan gençlik hareketleri ve ayaklanmalar, 1969 yılında New York’taki Stonewall Inn’in eşcinsel özgürlüğünün sembolü hâline gelmesi gibi gelişmeler 1960’lı yılların “Cinsel Devrim” olarak adlandırılmasına sebep olan toplumsal olaylara örnek teşkil etmektedir. 1960’lı yıllar boyunca Cinsel Devrim Dönemi rock and roll müziğin, Woodstock gibi festivallerin, feminizm hareketlerinin, eşcinsel özgürlüğünün, öğrenci isyanlarının, seks shopların ve seks içerikli gösterilerin, çıplaklık özgürlüğünü savunan ve bunu uygulayan kitlelerin ve cinsellik imgeleriyle dolan medya ürünlerinin varlığıyla zenginleşmiştir. Toplumda yaşanan bu olaylar ve

Kaynakça için ulaşınız.

gelişmeler aynı zamanda Batı ülkelerinde kültürel anlamda da bir devrim yaşanmasına sebep olmuştur. Bu dönemde toplumun bazı kitleleri bahsi geçen Cinsel Devrim’i desteklerken, bazı topluluklar ise bu kültürel hareketi toplumu yozlaştırdığı düşüncesiyle eleştirmişlerdir. Alain ve Hekma dönemin Beat Kuşağı olarak bilinen yazarlarının Cinsel Devrim’e katkıları olduğunu ifade eder. Özellikle Fransa’da Sade’in eserlerine gösterilen ilgi, bu ülkedeki cinsellik hareketiyle ilişkilendirilmektedir. İtalya’da ve New York’ta ise Andy Warhol’un The Factory stüdyosu kapsamında ürettiği filmler ile kitleler daha özgürlük yanlısı ve cinsel devrimin örneklerini oluşturacak temsillerle tanışmışlardır. 1968 Mayıs’ından sonra Gilles Deleuze, Feliz Guattari gibi modernist yazarların cinsel arzuların özgürlüğü üzerine çalışmalar yürütmesi ve feminist kuramcıların bu tartışmalara cinsiyet kavramı odağında katılması Cinsel Devrim’in kültürel ve akademik bağlamda zenginleşmesini sağlamıştır. Sonuç olarak 1960’lı yılların sonu bireylerin geçmişteki sıkıntılarından ve kısıtlamalarından kurtulma amacı taşıdığı, cinsel özgürlüğü benimsedikleri, evlilik kavramını cinsellik boyutunda yeniden tartıştıkları, eşcinsellerin ilişkilerini ifade etmekte ve yaşamakta özgürlük elde ettikleri, “sevgi” ve “arzu” kavramlarının önem kazandığı bir Cinsel Devrim dönemi olarak görülmektedir. Çoğunlukla Batı ülkelerini etkileyen geniş çaplı hareketlerin Avrupa istismar sinemasında karşılığını bulmak mümkündür. Özellikle İspanyol yönetmenler José Ramon Larraz ve Jesus Franco ile Fransız yönetmen Jean Rollin Avrupa erotik-korku sinemasının öne çıkan isimleri olarak sinema tarihinde yerlerini almışlardır. Böylece sinema bir kez daha yaşamın gerçeklerine kapılarını açmaya, aynı zamanda benliklerimize sızmaya devam etmektedir. Bu yüzden ötelenen bir alan olmasına rağmen, istismar sinemasının alt türlerinin sınırlarının belirlenmesi ve film incelemeleri aracılığıyla, bu filmlerin ortaya çıktıkları ülkenin ve dönemin konjonktürüyle bağıntısının kurulması önemlidir. Nitekim istismar sinemasının ve bütün alttürlerinin de diğer türler kadar tarihe sahip olduğu ve hâlâ seyircisi olan bir tür olduğu unutulmamalıdır.


İllüstrasyon: Muhammad Fariz

Aidiyet İflasının Türk Korku Filmlerinde İnşası Dr. Gizem Şimşek Kaya

Toplumları bireyler oluşturur, bireyler ise toplumu oluştururken bazı gereksinimleri doğrultusunda birleşirler. Maslow hiyerarşisinde üçüncü sırada yer alan ait olma yani aidiyet bireyin diğer bireyler arasındaki ilişkisinin temelini oluşturur. Birey, ilk iki sırada yer alan fizyolojik ihtiyaçlarını ve güvenlik ihtiyacını gidermesinden sonra ait olma ve sevgi ihtiyacını karşılamak zorundadır. Bu durum da bireyin diğer bireylerle ve toplumla temasının bu bağlamda ilk noktasını oluşturur. Bireyin toplumla ve diğer bireylere temasını sağlayıp, bu ihtiyacını gidermesi sonrasında ise değer ihtiyacı ve son basamak olan kendini gerçekleştirme gelmektedir. Sosyal bir varlık olan insanların bir takımı tutması, bir partiyi desteklemesi, bir ideolojinin peşinden gitmesi ait olma ihtiyacından ileri gelmektedir. Kendisiyle benzer olanlarla beraber olarak kendini bir gruba “ait hissetmesi” sonrasında ise “değerli olduğunu” hissetme ihtiyacı baş gösterecektir. Türk korku sineması 2004 yılında çekilen “Büyü” filmi sonrasında İslami korku kodlarına yönelmiştir. Bu kodlarda baskın gelen korku unsuru ise cin olmuştur. Türk korku filmlerinde insan ile cinin karşı karşıya gelebilmesi için oluşturulan geleneksel senaryo ise büyü uygulaması olmaktadır.

Büyü uygulaması ise paleolitik çağlardan bu yana insanoğlu tarafından “parça-bütün ilişkisi” yani “pars pro toto” üzerinden biçimlendirilmektedir. Parça bütün ilişkisinin prensibi ise parçanın bütüne tesir edeceği inancından beslenmektedir. Bir bireye ait eşya, saç teli, kan, tırnak, fotoğraf gibi nesneler yardımıyla olumlu ya da olumsuz enerjinin bireye ait unsur üzerinden bireye gönderilmesini esas almaktadır. Voodoo’dan Wicca’lara, Havas’tan Budizm’e dek tüm büyüsel inanç sistemlerinde bu temel nokta kullanılmaktadır. Bu bağlamda Türk korku filmlerinde büyüye maruz kalan karakterlerin saç, tırnak, fotoğraf ya da herhangi bir eşyası büyü ritüeli sırasında kullanılmaktadır. Peki aidiyet bu unsurlar üzerinden neden iflas etmektedir? Bir bireye ait saç, tırnak, kan gibi parçalar yakınında olmayan bir karakter tarafından elde edilemez. Aynı şehirde olmayan ya da aynı şehirde olsa dahi ev adresini bilmediğiniz, evine davet üzerine gidemeyeceğiniz bir bireye ait bedenine ait bu tür parçaları almanız olası değildir. Bu da tek bir sorunu gözler önüne serer; bir bireye büyü uygulaması yapacak kişinin bireyin yakınla-

rından olması gerekir. Bireye yakın olmayan, onun evine rahatça girip çıkamayan başka bir birey, büyü uygulaması yapacağı kişinin bedeninin bir parçası olan bu nesnelere ulaşamaz, ulaşması imkânsızdır. Böylelikle büyüye maruz kalan bireyin büyü uygulamasını fark ettiği anda, ait olma ihtiyacı basamağı aşağı düşer. Korunma basamağına inen bireyin kurduğunu sandığı, ait olduğuna inandığı dünyası yerle bir olur. Cin musallatına uğraması durumunda fizyolojik ihtiyaçları da düşer zira cin musallatının belirtileri arasında kusma, nefes darlığı, bedenini kontrol edememe, açlık hissetmeme dolayısıyla da yemek yememe gibi durumlar bulunmaktadır. Dolayısıyla büyüye maruz kalan birey, ihtiyaçlar hiyerarşisinin en alt basamağına değin düşebilir. Bu bağlamda Türk korku filmlerine bakıldığında bir karaktere büyü uygulayan kişilerin bu bedensel parçalara ulaşabilmesi adına yakın akraba, komşu, yakın arkadaş gibi “aidiyet” duygusu taşıdığı yakın çevresinden çıkıyor olması kaçınılmaz ve doğrudur. Bu nedenle Türk korku filmlerinde büyüye maruz kalan karakterler adına seyirciler hep aynı narayı atar: “Sen de mi Brütüs?!”


İllüstrasyon: Fatemeh Nazari

İki Tarafın da Galip Olduğu Yarış: Film Mi, Dizi Mi? Berna Balkaya

Son zamanlarda hangi sohbet ortamına girsem sonunda hep aynı konuya geliniyor: Film mi yoksa dizi mi? Aslında her ikisini de birbiriyle yarıştırmak ne kadar yanlış olsa da hayatımıza giren online platformlar sayesinde dizileri ve filmleri aynı potada eritir olduk. Peki görsel rekabetin arttığı günümüzde hangisi bayrağı en önde taşıyor? Bu, cevabı verilmesi zor bir soru aslında. Her iki alan da kendi izleyicisini yaratarak sadık bir kitleye sahip oldu. Dizi elbette hayatımıza yeni giren bir olgu değil fakat eskiden bu kadar kolay ulaşılabilir değildi diyebiliriz. Bu konuyu da şöyle açabiliriz: Elbette dizileri de her dönemde izledik fakat beş on yıl öncesine gidersek içeriğe ulaşmak günümüzdeki kadar kolay değildi. Sinema elbette içinde resmi, müziği ve fotoğrafı barındıran köklü bir sanat dalı. Günümüze geldiğimizde ise dizilerin de artık sinemadan eksik kalır yanı yok. Teknolojinin gelişimi, internetin yaygınlaşması derken neredeyse her istediğimize evimizden, yerimizden kalkmadan ulaşabilir hale geldik. Kimilerine göre bu gelişim her şeyi hızlandırdığı için bilgiye ulaşılabilirlik açısından çok sağlıklı bulunurken, kimilerine göre ise insanları yalnızlaştırmanın en hızlı yolu olarak görülüyor. Hatta günümüzde şu şekilde bir soru bile ortaya atıldı: “Netflix insanları yalnızlaştırıyor mu?” ya da “Netflix’in insanların evliliğe bakış açısında değişiklikler doğurduğu doğru mu?” gibi. Netflix hayatımıza girdiği anda aslında psikolojide de kendine yer bulmuş gibi görünüyor. Yalnızlık konusunda henüz net bir

fikre sahip olmasam da hızlı tüketim konusunda kesinlikle aynı fikirdeyim diyebilirim. Neredeyse haftanın iki günü yeni yapımları yayına koyan Netflix, maalesef insanları hızlı tüketime itiyor evet. Asıl konumuza dönecek olursak hızlı tüketimden biraz uzaklaşıyoruz ve kendimizi yine aynı kavganın içinde buluyoruz: Film mi yoksa dizi mi? Merak unsuru ve izleyeni ekrana bağlaması açısından son zamanlarda dizilerde bir yükseliş gözlemliyorum. Ki bu çekilen yeni dizilerin birçoğu kalitesi sinemayla eş ya da sinemadan daha iyi olduğu için kendine epey büyük bir kitle edindi. Benim şahsi fikrim her zaman sinemanın pohpohlanmasından yana olsa da dizilerin büyülü dünyasına da karşı koyamıyorum. Tabii ki her zaman savunduğum tek bir konu var diziler hakkında, o da eskiden dizilerin çok daha iyi içeriklere sahip olduğu! Elbette çok güzel işler çıkıyor, hakkını vermek lazım, fakat hiçbiri benim için bir “The Sopranos” ya da “Six Feet Under” ın yerini tutamaz. İşte tam olarak bu noktada şuna geliyoruz; günümüzde hızlı tüketime yönelik yapılan dizilerin içeriği ne kadar yeterli ya da iyi? Tabii ki de çok genel zevklerin yer aldığı bir sektör dizi - film sektörü. Bu konuda geneli ele alarak konuşmak bir yerde doğru değilmiş gibi de geliyor. Fakat genel bir düşünce varsa o da hızlı tüketimin getirdiği çiğ, kullan at ve basit içeriklerin artmış olduğu.

Bu doğrultuda hemen sinema sektöründeki yakın zaman filmlere de bakmak gerekiyor elbette. Festival filmlerinin bile çok hızlı tüketildiği bir dönemde yaşıyoruz. Tam bu noktada online platformlar devreye girmeseydi de sonuç aynı olur muydu diye düşünüyor insan. Muhakkak ki büyük farklılıklar olacaktır ama o başka bir yazının konusu. Dizi ve film karşılaştırmasında bir diğer değinmek istediğim konu da bütçeler elbette. Dizi izleyicisinin artmasıyla birlikte yapımcılar da dizilere daha büyük yatırımlar yapar hale geldiler ve böylece patlayan dizi furyası hız kesmeden büyümeye devam etti. Elbette bu büyüme sinemayı bitirmedi, bitiremez de ama gözle görülür bir şekilde geride bıraktı diyebiliriz. Son zamanlarda herkesin merakla beklediği filmler bile ilk olarak online platformlarda yayınlanıyor. Sinema da sektör olarak yönünü her dönemde popüler olana ya da daha doğru söylemle öncü olana doğru eviriyor. Rüştünü her zaman ıspatlıyor ve bu yarışta da geri kalmaya hiç niyeti yok. Sonuç olarak dizilerin her bölümleri bir sinema filmi gibi çekilse de asla beyaz perdenin yerini tutamıyor. Alışkanlıklar değişiyor, değişmeye de devam edecek. Bu yarış daha ne kadar sürer bilemiyorum. Ya da bu dizi çılgınlığının bir gün sonu gelir mi? Ama bildiğim bir şey varsa sinemanın asla ölmeyen bir sanat olarak yoluna devam edeceği. Sizleri bilmem ama ben sinemanın sadık bir izleyicisi olarak masalarda sinemayı savunmaya devam edeceğim.


Suçluluğun Gençlik ve Yaşlılık Hâlleri: Julieta Murat Ata “Julieta bir Pedro Almodóvar filmi mi?” diye sorabilir seyirciler Julieta’nın seyri boyunca. Filmin ilk birkaç sahnesinde “Bir Almodovar Filmi” ile karşı karşıya olduğunun ayırdına varsa bile, sahneler ilerledikçe bir Almodóvar filminden yer yer uzaklaşmaya başladığına ilişkin güçlü belirtiler ağırlığını hissettirebilir. Tam da bu noktada seyirci, izleme deneyimiyle ilgili ilginç bir karar vermek durumunda kalabilir: Julieta’yı dram türüne ait bir film olarak mı, bir Pedro Almodóvar filmi olarak mı seyredip değerlendirmeli? Bazı yönetmenler vardır ki, filmografileri boyunca itinayla inşa ettikleri tarzları, film dilleri, söylemleri çoktan bir etikete dönüşmüştür ve sınırları belirlenmiş bu sinema evreninden aykırı bir yola sapan örnek, ucundan bucağından o evrenle ortak özellikler bulmak suretiyle sürüye dahil edilmeye çalışılır. Peki, bir aykırı ot çıkıp o sürüye dahil olmazsa? İşte alarm zillerinin çaldığı ve o aykırı örneğin nasıl değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin sorgulamaların başladığı yerdedir kimi seyirci/eleştirmen. Önümüzde Pedro Almodóvar gibi bir çırpıda sinemasının gayet belirgin bir imzaya dönüşmüş köşe taşı noktalarını sayabileceğimiz bir yönetmen var-

sa, o evrenin içi kadar dışıyla da iletişim hâlinde olan Julieta’ya ilişkin kurulacak her cümlem, yönetmenin sinemasının sınırlarını da test etmeye yarayan bir güzergâhı takip edecektir. Almodóvar sineması aynı zamanda bir kadınlar sinemasıdır. Filmografisi boyunca erkekleri baş role yerleştirdiği birkaç film dışında güçlü motivasyonlarla donattığı, tökezlediği hatta düşer gibi olurken dahi ayağa kalkmayı başaran, erkeksiz bir dünyada daha mutlu olacakları aynı çatı altında birleşen farklı farklı hikâyelerde benimsetilmiş olan Almodóvar kadınları arasında, Julieta karakteri nasıl bir yere konuşlanır diye sorarak cevapların peşinden gitmeye çalışalım. Filmin ilk düğümlerinin atıldığı, gerçeküstü ve gizemle flört eden, devamında tutkulu bir aşkın eklemlemdiği tren sahnesi fazlasıyla aşina olduğumuz bir Almodóvar dünyasına adım atılmasını da sağlar. Hayalle gerçek arasındaki bu sahnede vuku bulan intiharın sonucunda, Julieta’nın ruhuna düşen “acaba” soruları ve “suçluluk” duygusu, bir bakıma hikâyenin devamında Julieta’nın çok derin suçluluk denizlerinde yaşam kavgası vermesinin de prologu işlevi gö-

rür sanki. Neredeyse içinden ölüm vakası geçmeyen bir film bulunmayan Almodóvar sinemasında ölüm, birbirinden çok farklı etkiler yaratan iki ayrı yolun ateşleyicisi işlevi görür. Ölüm, olayları birbirine düğümleyen, karakterlerin yollarını kesiştiren muzip bir karambole yol açtığı gibi, kayıp hissi geçmişle hakiki bir yüzleşme aracına da dönüşür. Ve o yüzleşme sonucu geçmişiyle aradaki hesapları kapatıp daha da güçlenerek yoluna devam eden karakterlere rastlanır. Julieta’nın ölüm/kayıp ile verdiği sınavın gidişatı ise temelde diğer Almodóvar karakterlerinden farklılaşır. Bir Almodóvar motifi olan “aldatılmayı kabullenmeyen kadın” öğesi, kadınların hayatlarına ve ilişkilerine dair aldıkları cesurca ve taviz vermez duruşlarını da gösterirken, Julieta’nın aldatılmaya karşı verdiği sert tepki, gelişen olaylar neticesinde çığ gibi büyüyecek bir suçluluk sarmalına kapılmasına neden olur. Almodóvar, karakterlerinin hayata tutunma bağlarının başında gelen tutkuyu sahiplenerek sevdiği erkeğin peşinden bambaşka bir hayat ritmi ve işleyişi olan bir coğrafyaya gitmeyi göze alan Julieta’nın, aldatılma karşısında verdiği tepki de aynı denetimsiz kararlılıktadır. Almodóvar, Julieta’yı ortaya çı-


kan kaza ve intiharda birincil derece sorumlu tutmasa da karakterin özgüvenin yavaş yavaş erimesine ve dengesinin bozulup ağır bir depresyon sürecine girmesine olabildiğince dram yoğun bir duyarlılıkla, Julieta’yı uzunca bir süre kendisine uzanan yardım ellerine duyarsız hâle getirerek yaklaşır. Almodóvar sinemasında psikolojik olarak dip noktasını böylesi savruluşlarla deneyimleyen, normal hayata dönemeyecekmiş görüntüsü çizen, dramın farklı olaylarla bu denli üst üste bindirildiği başka bir karakter olmadığı için, Julieta’nın hem boğuştuğu acılar hem de o yıkımın içinden çıkabilme süreci seyirci gözünde de farklı bir yere konuşlanır. Julieta’nın dağılışında suçluluk duygusunun yanında dış dünya ama özellikle erkeklerle olan ilişkisindeki edilgen, yer yer bağımlı ve kolay yönetilebilen yapısının da etkili olduğu özellikle vurgulanmalı. Hikâyede görüldüğü üzere hayatına dahil olan dört erkek de farklı etkiler bırakır Julieta’nın üzerinde; hepsinin ortak noktası ise Julieta’ya bahşedilen rolün edilgenlik ve zayıflıkla donatılmasıdır. Varlıklarıyla sorun yaratan, yokluklarıyla daha mutlu bir yaşama istemeden de olsa vesile olan erkekler, bu kez yokluklarıyla derin bir savruluşun, hayattaki odak noktasını kaybetmenin baş aktörü olurlar. Kızının kendini terk etmesi sonrasında tamamen dağılan Julieta’yı hiç çıkılmaz zannedilen dip noktasından çekip çıkmasına yardımcı/katalizör olan yine bir erkektir; yıllar sonra hayatına dahil ettiği erkek olan Lorenzo. Bu noktada kızının kaybının ifade ettiği anlamı birincil düzeyde annelik mefhumuyla ilişkilendirebiliriz belki ama kızının, kocasıyla ve geçmişiyle arasındaki bağ olması hasebiyle ikincil düzeyde de olsa erkek yokluğuyla bağlantısı kurulabilir. Zaten anne ve kız arasındaki nihai kopuşun fitilini ateşleyen faktör babayla ilintilidir ve Julieta’nın suçluluk psikolojisini iyiden iyiye yas sürecine evirir. Filmografisi içerisinde sadece “Konuş Onunla”nın mizaha boşluk bırakmaksızın tamamen dramla yoğrulan yalnızlığına, ümide ayrılan enerjinin daha çabuk tükendiği bir yaren oluverir Julieta. Mizaha kapılarını bu denli kapatan bir Almodóvar filminin dram türünün anlatım kalıplarını sahiplendiği, doğru

yerlere yerleştirilmiş zamanlar arası atlamaların dram yoğun film atmosferinde nefeslenme imkânları yarattığı notları da düşülebilir. Kırmızıyı diğer renklerin içerisinde ayrı bir yere koyan Almodóvar, tutkunun açığa çıktığı sahnelerde yine kırmızıya özel bir alan açarken, sinemasında yoğun olarak görmediğimiz pastel tonları da hâkim kılıyor Julieta’nın kendi deyimiyle kapana kısılmak ile özgür olmak arasındaki ruh hâllerini yansıtırken. Ve her zamanki gibi doğa/ coğrafya karakterlerin hayatlarına, davranışlarına büyük etkiler yapan, şekillendiren, metaforik düzlemde bir yansıtıcı olan bir dinamiğe dönüşür. Julieta’nın kentteki ve hırçın bir doğaya sahip sahil kasabasındaki yaşamı arasındaki farklar, kişiliğinde, kararlarında, tepkilerinde de aynı düzlemde etkiler yapar. Mekân ise Julieta’nın geçmişiyle hesaplaşmasında rehabilite edici, geçmişini daha sağlıklı bir gözle yeniden değerlendirmesini sağlayan bir etkiye sahiptir. Birbirine tutunan, aynı ya da farklı yasların acılarını birbirlerinde teskin eden hem dert hem kader ortağı olan kadınlar Almodóvar sinemasının bir başka vazgeçilmezidir. Julieta bu konuda epey duygusal ve zengin bir kadınlar arası dayanışma tablosuyla yönetmenin sinemasının köklerine rücu etmesine katkı sağlıyor. Julieta ile Claudia, kızları aracılığıyla kısmi bir dayanışma içerisine girseler de Julieta’nın asıl olarak Ava ile kurduğu sıkı ve katmanlı bağ sadece onu değil, hikâyeyi de boyutlandırıyor. Almodóvar filmleri itinayla yargılanmayan, suçun üzerine yapışmasına izin verilmeyen karakterler galerisi olduğu için, Julieta ile Ava geçmişlerini suç/ hata çemberinde bitimsiz bir yorgunluğa kurban etmektense geçmişteki ortaklıkları üzerinden bir dostluk inşa ediyorlar. Bu kez olumsuzlanan bir erkek aracılığıyla değil, sevgiyle bağlanılan bir erkeğin yokluğunun geride bıraktığı boşluğu kadınların dayanışması farklı bir ruh birlikteliğinde, farklı bir anlam haritasında anlamlandırmaya çalışıyor. Almodóvar kadınları

o boşluğu doldurma gayretinin beyhudeliğinin ayırdındadır ve yürekleri kanaya kanaya da olsa tam manasıyla olgunlaşarak çıkarlar o buhrandan. Julieta’nın bir kadın olarak hayatta tutunmaya dair imtihanının hemen yanına ‘annelik’ parantezini açarak daha bütünlüklü bir okuma yapabiliriz. Almodóvar sinemasında anneler ve evlatları arasındaki gelgitli ilişki hep aynı sarmalda yeniden kurulur. Babanın yok hükmünde olduğu bu kurmaca dünyalarda, çocuklarıyla sorun yaşayan veya uzun yıllardır ortalarda gözükmeyen annelerle rastlaşırız sürekli olarak. Yüksek Topuklar’ın aralarındaki çekişme ve ego çatışması bitmeyen anne-kızına karşılık, Dönüş’te anneyle kaybından dolayı sağlanamayan uzlaşı hem kardeşine hem kızına iyi bir anne olabilmekle kapatılmaya çalışılır. Ama iki örneğin de nihai olarak gelip dayandıkları nokta anne-kız birlikteliğinin sağlanmasıdır. Julieta’nın kadınlıkla verdiği mücadele ve aldığı yenilgi bir ayağını tökezletirken, evladının kendisini terk etmesi ve bilinmeze karışması kanatlarını kırar ve baş edemeyeceği bir travmaya yol açar. İpleri her daim başkalarının yönetimindeymişçesine hareket eden Julieta’nın hayatına giren erkek her ne kadar yenilenmiş bir Julieta inşa etmiş gibi gözükse de evlatlarıyla yüzleşip helalleşemedikçe annelerin tam manasıyla hayata katılmaları mümkün değildir Almodóvar sinemasında. Yıllar sonra kızından gelen haberle, önemli bir eşikte tercihini, ayağa kalkabilmesinde en büyük desteği veren erkeğinden değil de kızından yana verir. Julieta’nın hayatına sağlıklı bir şekilde devam edebilmesinin yolu kızıyla arasındaki anne-kız ilişkisini yeniden tesis etmek suretiyle gerçekleşecektir. Her ne kadar Julieta’nın kızına doğru yolculuğunun sonrası belirsiz bırakılsa da, kızının mektubunda belirttikleri, anne olduktan ve bir evladını yitirdikten sonra annesinin yaşadıklarıyla empati kurabildiği yönündedir. Almodóvar sinemasında anne kız ilişkilerinde bir kez daha anneler kızlarına doğru yolculuk yaparlar kırılmış olan kucaklaşmalarını onarabilmek için.


Fotoğraf: Endless Art

Röportaj

Endless Art Taksim Nergis Fırtına Açıldığı günden bugüne birçok sanat etkinliğini bünyesinde barındıran Endless Art Taksim, çağdaş sanatın nabzını tutmaya devam ediyor. Elmadağ Caddesi’nde bulunan Endless Art, plastik sanatlar, performans sanatı ve sahne sanatlarına ev sahipliği yapıyor. Bu sanat dalları için ayrılmış mekanların yanı sıra, içerisinde eğitim ve seminerler de düzenlenen Endless Art Taksim’in sanat direktörleri ve aynı zamanda küratörleri olan Miray Aydın ve Buket Bal ile konuştuk.

İlk olarak Endless Art nasıl bir oluşumdur? Nasıl bir konsept benimsemektedir? Miray Aydın: Endless Art Taksim otel olmasının yanı sıra içerisinde sahne, atölye ve galeri alanlarını barındırıyor. Tasarlanmış bir konsept. yirmi dokuz odalı butik bir otel, üç kattan oluşan galeri alanları, sahne ve ayrıca atölye alanıyla sanat odaklı bir mekân. Şu an ikinci sezonunda. İki ay olarak planlanan süreli sergiler ile birlikte, her ay düzenli olarak sahne ve atölye programını da izleyiciye sunmaktayız. Endless Art sanat dünyasında neyi amaçlamaktadır? Miray Aydın: Amacımız her geçen gün şekilleniyor diyebilirim. Temelde sanatı ve sanat eserini, izleyici ve dinleyici ile buluşturmak. Aslına bakarsanız konseptinden de söz ederken hissedilebileceği gibi hareket halinde olan, sürekli devinen bir iş yapıyoruz. Bunu Endless Art’ın bütünü adına söylüyorum. Konaklayanlar ve tüm sanatçılar, konuk ekipler dâhil. Değişim ve dönüşüm sayesinde amaç, dilediğimizce ya da sürprizlerle şekillenebiliyor. Bu İşin doğasında var. Keyif verici de bir durum.

Endless Art açıldığı günden beri birçok sanat et-

kinliğine ev sahibi oldu. Sanatçılar sizden mekân talep ettiklerinde dikkat ettiğiniz hususlar var mıdır? Miray Aydın: Aslında husustan ziyade ortaya konan işin niteliğinden emin olmak, arkasında durabilmek ve izleyici ile buluştuğunda kişinin zihninde buranın algısını, hissini bırakabilmek, seyirciyi bir sonraki etkinliğe getirtebilmek en büyük çabamız. Bu bileşenleri yakalamaya çalışıyoruz. Duvar kiralama ücretlerine karşı olduğunuzu bizzat biliyorum. Bir eserin ‘duvar kiralama ücretini karşılayamadığı’ için sergilenemiyor oluşu ne kadar etik bir davranıştır tartışılır. Ancak, sanat eserinin bu sebeple sanat izleyicisine ulaşamıyor oluşunu nasıl değerlendirirsiniz? Buket Bal: Duvar kiralama ücreti aslında galeriyi yapıldığı alanı maddi açıdan desteklemek olarak görülebilir. Ancak sanatçıların bu sebeple, kiralama ücreti isteyen galeride iş yapamıyor oluşu bir noktada galerinin kaybı. Yine de sanatçılar işlerini sergileyecek ve kiralama ücreti ödemeyecekleri çeşitli platformlar ve başka birçok galeri bulup oralarla iş yapma şansına da sahipler.

Bünyenizde bu zamana kadar ev sahipliği yap-


tığınız önemli isimler var. Bunlardan bir tanesi de Hanefi Yeter. ‘Belleğe Doluşan Tüm Anılar’sergisini Endless Art’a taşımanız nasıl gerçekleşti? Sanıyorum beraber küratörlüğünü yaptığınız ilk sergi olma özelliğini de taşıyor? Buket Bal: Hanefi Yeter çok özel bir insan, kariyerimin ilk işinde onunla çalışmış olmak ise benim için unutulmaz bir hatıra ve bunun yanı sıra yaptığım işi deneyimleme anlamında da çok önemli. Hanefi Yeter, sergi hazırlık süreci boyunca çok yardımcı oldu. Çeşitli eksiklerimiz olmasına rağmen onun hoşgörüsü ve deneyimleriyle çabucak üstesinden geldik. Hanefi Yeter’e kişisel bir sergi yapmış olmaktan ötürü çok şanslı hissediyorum. Bu anlamda ‘’Belleğe Doluşan Tüm Anılar’’ kariyerimin yapı taşlarından diyebilirim. Miray Aydın: Evet ilk sergimiz. Belleğe Doluşan Tüm Anılar adı gibi münhasır. İlk serginin süreci, öğrettikleri, deneyimlerimiz apayrıydı. Özellikle Hanefi Hoca başlı başına bir dolu yaşam barındırıyor. İkimiz de oldukça etkilendik. Bu etkiyle birlikte süreç işledi. Onun hayatı ve kariyeri, bizim ilk deneyimimiz için büyük bir şans oldu. Yakın zamanda geride bıraktığımız “İnşa Edilen Anlam” sergisinde ise Kaan Küley, Cansu Sönmez, Hülya Bakkal, Çağdaş Erçelik ve Vasilisa Chugunova’nın eserleri yer alıyor. Serginin kürasyonunu neye göre şekillendirdiniz? Buket Bal: Sergi ana hatlarıyla zaten ağustos ayından beri kafamızdaydı. Ancak sergi sıralaması ve çalışma süreçleri devreye girince ikinci sergimiz olarak tarihlendirdik. Sergi dahilindeki tüm sanatçılar işlerini yakinen takip ettiğim ve keyifle izlediğim sanatçılardandı. Çağdaş ve Kaan ile bir sergi yapma fikrim zaten vardı. Bu vesileyle Vasilisa, Cansu ve Hülya’da sergiye dahil oldu. Aslında kürasyonu şekillendiren sanatçıya ait olan anlamlar dünyasıydı. Birbirinden farklı bakışlara sahip olan bu beş sanatçıyı oluştukları ve inşa ettikleri anlamlar üzerinden ele almak, böyle bir ortaklık kurmak istedik. Çok güzel bir hazırlık sürecimiz ve açılışımız oldu. Devamında izleyici anlamında da oldukça talep gören bir başka sergimizdi. Sergideki eserler bir ‘yansıma’ metaforu üzerine kuruluydu. Belki eserle adaş olduğum için de olabilir ama Kaan Küley’in ‘Nergis’ isimli eserini gözlemleyebilmek için Narkissos’un nehre baktığı gibi eğilip yansımaya bakmak gerekliydi diye düşünüyorum ki bu eserle izleyici arasında kuvvetli bir bağ oluşturuyor. Peki serginin sizde bıraktığı izlenim nedir? Buket Bal: Sergi benim için ifadesi kuvvetli ve izleyicisiyle arasında kurması gereken bağı kurabilen bir sergi oldu. Beş farklı dünyaya ait anlamların, yine o dünyalardan yola çıkarak bizlerin dünyasında yer edinmesini amaçlamıştık. Sanatçıların kendi anlamlarını var ettikleri eserlere aktardıktan sonra, izleyicinin o esere bakarken kendi anlamını üretmesini ve eserle bir bağ kurmasını amaçlamıştık. Nitekim küratöryal çalışmasını yapmak dışında kendimi serginin bir izleyici olarak konumlandırdığımda, aynı şeyi hissediyorum. ‘’Kendi anlamlarımı üretmek için bu

sergi bana birçok ipucu verdi” diyebiliyorum. Ve bu minvalde birçok feedback aldık. Cansu Sönmez’in eserinin eğlenceli bir hikâyesi var. Hatta performatif bir şey de diyebiliriz aynı zamanda. Bir de sizden dinlemek isteriz. Buket Bal: Cansu günümüz insanının tek tipleşmesine müthiş bir eleştiri getirebilen bir zihne sahip. Yaptığı işler gördüğüm andan beri protestoyu ve kişisel yaşama dair çeşitli eleştirileri barındırıyor. Bildiğin üzere Cansu genel olarak sokakta sürdürüyor çalışmasını. Yani Cansu’nun bir simgesi haline gelen arkaik kafaları İstanbul’un çeşitli semtlerinin sokaklarında görmek mümkün. Sergi açılışında gerçekleşen performansın esas maksadı da steril alanlar olduğunu düşündüğüm galeriyi biraz tehlikeli hale getirmek, seyircinin kafasını karıştırmaktı. Sergi kapsamındaki diğer işler de fikren buna çok yakındı. Galerinin farklı yerlerine yerleştirdiğimiz plakaların üzerine Cansu’nun kafaları yerleştirmesini istedik. Tabii izleyicinin bir performans gerçekleşeceğinden haberi vardı ancak performans içeriğinden haberi yoktu. Cansu’nun alçıyı duvara sürüp üzerine kafa yapıştırması aslında ufak çağlı bir tedirginliğe sebep oldu izleyicide. Tam olarak istediğimiz buydu. Sanat eseri ve izleyici arasındaki mesafeyi daraltmak , bu iki farklı özneyi birbirine yaklaştırabilmek çok önemli.


Endless Art’ta plastik sanatların dışında sahne ve performans sanatları için de alanlar bulunuyor. Hatta Ali Poyrazoğlu ‘Tak Tak Takıntı’yı oynuyor. Ali Poyrazoğlu ile yollarınız nasıl kesişti? Miray Aydın: Mekânın açılışıyla birlikte tiyatro ekiplerini Endless Art’a davet edip, burayı anlattığımız bir süreç yaşadık. İsmi gereği Ali Hoca öne çıkıyor olsa da alternatif diye nitelendirdiğimiz birçok tiyatro ekibine ev sahipliği yapmaktayız. Endless Art’ı anlattığımız süreçte Ali Poyrazoğlu ile tanıştık ve sonrasında da mekâna destekleriyle sahip çıktı. Her ay bir oyunuyla programımıza dâhil oluyor. Tamamla Bizi Ey Aşk ve yine son prodüksiyonu olan Tak Tak Takıntı’nın tüm prova süreçleri sahnemizde gerçekleşti. Bu süreçlerin mekânımızda gerçekleşmesi tiyatro açısından ayrı bir enerji yayıyor.

Bu nasıl gerçekleşiyor? Buket Bal: Aslında ‘’Bireyin inşa ettiği anlamlar dünyasının bozulan bir parçası’’ derken, onu bozan bireyin inşa ettiği anlamlar dünyası da oluyor. Çünkü artık doğayla olan ilişkimiz onun dönüştürücülüğünü ve kapsayıcılığını görmezden gelmek üzerine. Bu da işin rengini değiştiriyor. İnsan artık ona zarar veren üretimler gerçekleştiriyor, doğanın sürekliliğini de bozacak üretimler. Yani özetle doğanın kendini onarmasına izin vermiyor, onu sık sık zor durumda bırakıyoruz. Burada doğa herhangi bir özne olarak da düşünülebilir ya da var olan anlamıyla; kapsayıcı olan, tüm canlıların kapsayıcısı olarak da. Bu da yine izleyiciye kalıyor.

Poyrazoğlu oyunu sahne kullanmadan, seyirciyle beraber oynuyor adeta. Mekânın elverişli olması oyunun ruhunu nasıl değiştiriyor? Miray Aydın: Endless Art’ın içerisinde bulunan öncelikli olarak atölye amaçlı kullandığımız alanımız Ali Hoca’nın bilinçli seçimiydi. Oyun ile kurguladıkları reji ve metin çok açıktı. Bu açıklık mekânla birleşince oyunun seyir zevkini daha da arttırdı. Atölye alanımızın duvarları komple aynalarla örülü, aynalar dahi Tak Tak Takıntı’nın alt metniyle, verilmek istenen önermeyle ayrı bir bütünlük oluşturdu. Meydan sahne fikri her zaman bir adım öndedir benim açımdan.. Poyrazoğlu gibi bir ismin her saniye sizi biraz daha yukarı taşıyan oyunculuğu çok yakınınızda cereyan edince etkilenmemek mümkün değildir.. Mekanın elverişli oluşu, izlenileni daha da etkileyici kılıyor.

İnsan yaşamına bakıldığında bunu bir kelimeye sıkıştıracak olursam “Hayat” bir öğreti alanı. “Öğrenebileceğim yer” hayatın neresinde duruyor? Farklı disiplinlerdeki üretimleri doğadaki çeşitliliğe bir gönderme olarak yorumlayabilir miyiz? Buket Bal: Aslında hayatın neresinde durduğuna herkes kendi hayatına bakarak cevap bulabilir. Benim için hayatımın tam ortasında duruyor mesela. Hem oluşturduğum anlamlar, hem de ona yüklediğim anlam ve çalışma süreçlerimi baz aldığımda. İyi ki de orada. Çeşitlilik göndermesi ise yine size kalmış. İstediğiniz kadar çok anlam üretebilirsiniz. Serginin amaçlarından biri de bu zaten. İzleyicinin de üretime katılmasını sağlamak.

Hali hazırda mayıs ayına kadar sürecek bir sergiye daha ev sahipliği yapıyorsunuz. “Öğrenebileceğim Yer” sergisinin temasını ve içeriğini anlatabilir misiniz? Buket Bal: Evet 6 Mayıs tarihine kadar devam edecek. Doğa ve insan arasındaki her türlü iletişimi ve bu iletişim yöntemlerinde belki de bir sonuç olarak ortaya çıkan ifade yolları, sanat, üretim.. İnsan ve doğa arasındaki her türlü bağı kapsıyor. İnsanın doğaya ait bir parça olmasından, insanın doğaya zarar veren ve onun bir parçası olmak istemiyor gibi sürekli ona karşı takındığı saldırgan tavrına kadar. Tabi daha detaylıca bilgi almak ve üzerine düşünmek için bu bağlamın eserlerle buluşması gerekiyor. Bu sergideki sanatçılar nasıl bir araya geldi? Belirlenen bir tema üzerine mi çalışıldı, yoksa aynı tema üzerinde spontane bir şekilde mi buluştular? Buket Bal: İkisi birlikte gerçekleşti, sanatçılar şekillendikçe kurguladığımız temalardan bazıları elendi, ‘’Öğrenebileceğim Yer’’, doğa-insan ilişkisi üzerine eğildik. Spontane olduğunu söyleyemem. Sergide “doğanın sürekliliğinden” bahsetmek mümkün. Ancak sergide de belirtildiği üzere, “günümüzde doğa bireyin inşa ettiği anlamlar dünyasının bozulan bir parçası.” Yan, doğa sürekli bir halde olmasına rağmen bozulabilen de bir olgu.

Son olarak, sergilerin dışında Endless Art’ta hangi etkinlikler yer alacak? Projelerden bahsedebilir misiniz? Miray Aydın: Artık yavaş yavaş sezon sonuna geldiğimizi söyleyebilirim. Sergilerin yanı sıra sahne programı ve atölye eğitimlerimiz gerçekleşmeye devam edecek. Yaz süresince eğitim ve söyleşiler yapmayı planlamaktayız. Ve tabii yeni sezon hazırlıkları..



İllüstrasyon: Fatih Öztürk

Gitmek ve Ait Olmak Zeki Seskir

İçinde bulunduğumuz son on senenin yükselen ve ülke gündeminin ana noktalarından birisi haline gelen tartışma konusu kutuplaşmaydı. Bunun iç siyasi etmenlerden kaynaklanan, aslında önlenebilir, hatta önlenmesi bir bekâ meselesi olan mühim bir konu olduğu erken dönemde neredeyse herkes tarafından dile getiriliyordu. Sonra yavaş yavaş küresel iklim değişmeye başladı. Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da otoriter rejimlerin yükselmesi, Avrupa Birliği içerisindeki sınıf temelli olan ve de olmayan bölünmeler, Amerika’da yeni sağın Trump üzerinden vücuda gelmesi, bu esnada bizim ülkede görece göz ardı edilse de Çin’de Xi Jinping’in kendisini yarı-imparator pozisyonuna yükselten girişimleri ve daha nicesi. Dünyanın en demokratik ve müreffeh toplumları dâhi ciddi kimlik krizleriyle boğuşuyor. Türkiye ise bu krizi erkenden yakalayıp iç siyasi hamlelerle üretebilmeyi, hatta bir raddeye kadar küresel ölçekte tetiklenmesine katkı sunmayı başarabilmiş bir ülke. Bu krizin ruhunu bir kavram üzerinden açıklamaya çalışacak kadar indirgemeci yaklaşacak olursak da karşımıza çok temel bir kavram çıkıyor, aidiyet. Küreselleşme Temelinde Aidiyetin Kavramsal Zeminleri Modernite döneminde kavramsal çerçeve görece netti, tanımlar keskin sınırlarla belirlenmiş, kimin ne olduğu veya olmadığı yüksek çözünürlüklü lenslerle ortaya konulabilir olarak

kavramsallaştırılmıştı. Bu sürecin bitmesi ve çözünürlüğün düşüp tüm alanın bulanması, üstüne üstlük bu bulanmanın da bakanın baktığı yere göre değişik raddelerde ve düzeylerde olması dönemine ise post-modernite denildi. Kimlik siyaseti temelli hareketlerin küresel yükselişi, hem modernitenin getirdiği sorunlara Nietzsche’ci anlamda bir tepkisel kuvvet hamlesi, hem de Marxist bağlamda modern kapitalizmin kendi zeminini lağvederek dönüştürmesi olarak okunabilir. Sistemler süreklilik adına dinamizme gerek duyarlar ve tarihsel bağlamda bu dinamizm gerektiği yerde zemin değiştirerek sağlanır. Buna dair en etkin yaklaşımlardan birisi Zygmunt Bauman’ın akışkan modernite kavramsallaştırması üzerinden geldi. Modernitenin sonrasına değil farklı bir haline geçiş yaptığımızı savunan Bauman burada esas olanın modern sınırlar içerisinde X olmak değil akışkan olmak olduğunu öne sürüyordu. Yani aslında Hindistan’da üretim yapmaya giden bir Amerikalının kendi üstün kültüründe hamburger önemli bir yer işgal ediyor diye orada da bu davranışını sürdürmeye çalışması küreselleşen dünyada kapitalist üretim ilişkilerinin önünde engeldi. Burjuva ve küçük burjuva eski sabit oturmuş yerel-kültürel değer yargılarını bırakıp küresel ve çok-kültürlü yaklaşımlara geçiş sağlamalıydı.

Bu alanda erken dönem atılımlardan birisi Richard Sennett’in mekânsızlaşan aydınları olarak düşünülebilir. Kendi yuvalarından koparılmış, ancak içinde bulundukları kültüre ve koşullara da gömülememiş, yani yeni evini yuvalaştıramamış bu aydınların sürekli bir bireysel ‘dışarıdaki’lik hâli üzerinden yapılan bu kavramsallaştırma küreselleşme dönemindeki yüksek mobiliteye sahip beyaz yaka işçi sınıfına da uygulanabilir görünmektedir. Mekânsızların iktisadı üzerine kurulmuş küresel üretim ilişkileri sermayenin yeni pazarlara penetrasyonunu olanaklı kılan en güçlü yapılardan biri olarak karşımıza çıkar. Bunun arkasındaki neo-liberal piyasanın en temel argümanlarından birisi ise sermayenin dini, dili, ırkı, milliyeti olmaz ve zaten olmamalıdır görüşüdür. Öbür türlü sermaye ulus devletin çıkar düzleminde bir araca dönüşür, bu da bize iki dünya savaşı ve bir soğuk savaş getirmiştir. Malların serbestçe geçtiği sınırlardan asker geçmez şiarı dünya barışı için küreselleşmeyi öne sürmüştür. Tüm bu düzlemde aidiyet, özellikle de küreselleşmiş üretim ilişkileriyle eklemlenmiş bireyler adına akışkan bir zeminde, mekânsızlığı destekleyen biçimde inşa edilmesi gereken bir kavram olarak karşımıza çıkar. Aileye, vatana, partnere ve hatta firmaya bile değil kendinize ait olmalısınız. Tekil düzlemde kurduğunuz rasyonel iktisadi ilişkiler aracılığıyla bu düzenin


işlerliğini sağlayan akışkan ve çalışkan bireylerden oluşan barış içindeki bir dünya! Yükselen Yeni Sağ Temelinde Aidiyetin Pratik Zeminleri Brexit hem Avrupa Birliği hem de dünya için çok ciddi bir mesajdı, Trump ise bir şok dalgası. Post-komünist ve doğu toplumlarında demokratikleşme ve küreselleşme süreçlerinin getirdiği dönüşüm kültürü ve yeni oluşan toplumsal sınıfların iktisadi değil kültürel zeminlerden filizlendiği fikirleri bir süredir batı akademisinde kabul edilmiş düşüncelerdi. Ancak batı üstüncülüğü bunu her daim bir ‘Şark Problemi’ olarak ele almış, batı medeniyetinin ileri toplumsal/siyasi kurumlarının bu kültürel zeminden doğan sınıflaşmaya/ kümeleşmeye maruz kalmayacağını düşünmüştü. Batı medeniyetinin iki beyin lobundan birisi olan Anglo-Sakson dünyası işte tam da Brexit ve Trump’la bu noktada kabileciliğin yeniden doğan gücüyle tanıştı. Küresel serbest sermaye akışının kolaylaştırılması yönünde atılan finansal regülasyon gevşetmelerin sonucu 2008 krizi oldu. İlk patlayan sektör finansmanın en yoğun ve uzun vadeli risklendiği mortgage sektörü olsa dâhi kriz bir sermaye-finansman ilişkisi kriziydi. Bu ilişkinin düzgün işlemesinin garantörü ve aracısı olan sigortacılık sektörünün olaydaki rolü ise zaten aşikar. Krizin modern kapitalist ilişkiler üzerine inşa edilmiş sektörler ve geçimini onlar üzerinden sürdüren insanlar üzerine etkisi ise acımasız oldu. Küresel üretim ilişkileri üzerine kurulmuş sektörler yeniden inşa edilirken yerel üretim ilişkileri üzerine kurulmuş sektörlerin yitip gitmesi siyasi olarak kabul edilebilir görüldü. Ancak bu, mağdur durumuna düşmüş, kendisinin ve ailesinin geleceği hakkında endişelenen, içine doğup büyüdükleri yuvalarını artık tanınmaz hale gelmiş bulan geniş kitleler yarattı. Bu yıkıcı dönüşümün ardından eski sektörlerin gerektiği yerlerde makineleştirilmeye gidilmesi, prekaryalaşma problemi, demografi krizine Birleşmiş Milletler tarafından olası bir çözüm olarak getirilen yükseltilmiş vasıfsız göç kaynaklı kültürel çatışmalar ve ötesi derken yeni bir siyaset alanı oluştu, kendiliğinden oluşmadığı yerlerdeyse Cambridge Analytica meselesindeki gibi yöntemlerle yaratıldı. Hali hazırda post-komünist, doğu ve Latin Amerika’dakiler gibi öteki ülkelerde küreselleşmeden oluşan zengin-

liğin dağıtımı meselesi üzerinden yaşanan otoriterleşme trendleri de küresel sağın yükselişinde bir kaldıraç görevi oynadı. Dünyanın bir ucundaki terör saldırısını belediye seçimine konu edinen bir politikacının miting gösterisini bir başka politikacının iç siyaset konusu yapması gibi zincirleme ‘sağ’ propaganda araçları rahatça devreye sokulabilir hale geldi. Sağ sağı çekti ve tüm dünya bir otoriterleşme ve içe dönüş trendine girdi. Türkiye’den Gitmek Meselesi Tüm bu küresel siyasetin Türkiye’deki toplumsal aidiyetle alakası ise ilk bakışta çok açık durmuyor olabilir. Ülkeyi terk etmek isteyen seküler modern bireylerin ajandasında yukarıdaki tartışmaların çoğu ilk sıraları çekmiyor veya listeye dahil bile olmuyor gibi görünmekte, ancak bugünkü meselelerin tarihsel gelişimine bakacak olursak aslında dünyadan o kadar da kopuk konularımız olmadığını görmek mümkün. Erken 2000’ler mevcut yönetimin Avrupa Birliği ile yakınlaştığı ve ülkeyi küresel ekonomiye entegre ettiği dönemlerdi. Türkiye yabancı sermayeye kucak açtı, ciddi yatırımlar geldi. Bir entegrasyon hamlesi olarak yurtdışındaki kültürel dönüşümler de bize taşındı, Malatya’dan, Rize’den, Kayseri’den gençler eskiden kemalist elitlere ait olduğu düşünülen okullarda okuyup kendilerini İngilizce bilen, dünyadaki meselelerle içli dışlı bulan bireyler haline geldi. Eskinin yoksul mahallelerinde rezidanslar dikilmeye, Ruşen amcanın oğlu Sedatlar Kanada’da Amerika’da yüksek lisans doktora yapıp dönmeye başladı. Bir yandan da küreselleşmeden kaynaklı oluşan artık değerin dağıtımını ekonomik değil kültürel değerler bağlamında yapan yönetim, bu değerin oluşumunda birincil düzeyde rol oynayan bireysel ve mekânsız aidiyetin tam tersi iç siyaset hamlelerine yöneldi. Bunun BOP temelinde yaratılmak istenen yeni Osmanlıcı etki alanı veya Türkiye’nin içkin siyaset kültürü kodlarının bir yansıması olup olmadığından bağımsız olarak, değerin üretimini olanaklı kılacak kültürel kodlar gittikçe kendilerini ülkenin siyaset mekanizmalarından dışlanmakta buldu. Bunun tepe

noktasıysa Gezi sürecinde örgütsüz örgütlülük olarak kendini dışa vuran tepkiydi, onun ardından bu bireyler aslında üvey evlat olarak bile görülmediklerini fark etti. Bir bireysel-kültürel pozisyonunun bireyin kimliğine içkin olarak tanımlanması zorunlu değildir, bireyler gerektiği takdirde kültürel akışkanlık gösterebilirler, ancak bunun koşullarının yaratılması gerekir. Türkiye’de daha önceden de alışık olduğumuz “ya sev ya terk et” şiârı aslında geniş bir skalada dağılmış olan kültürel bağımlılığı olan bireyleri ya ülkenin iç siyasetinden atmaya ya da daha orta yollu bir noktaya çekmeye yarayan bir politika aracı. Aynı aracın geçtiğimiz seneler içerisinde yönetim tarafından tekrar tekrar kullanılması ve belirli bazı kültürel kodlara sahip bireylerin kendi ülkelerinde yuvada hissedememesi adına girişimlerde bulunulduğu da aşikar. Mekânsızlaştırma hamlelerinin işe yaradığını Türkiye’nin rekor düzeyde verdiği vasıflı çalışan dış göçü sayılarından görmek mümkün. Küresel Düzlemde Gitmek Meselesi Küreselleşme projesine ciddi bir reaktif hamlenin dünya genelinde güç kazandığı ortada. Meselenin yalnızca yerel düzlemde tek bir siyasi figürün veya partinin icraatıymış gibi görülmesi, bu meseleden kaynaklanan problemlerin çözülmesi veya ötelenmesi yolundaki hamleleri zorlaştıran bir yaklaşım. Dünyadaki otoriterleşme sürecinde Türkiye’nin önemli bir rol oynadığını inkar etmek anlamlı değil, bu kabul edilmeli. Öte yandan yeni sağın küresel yükseliş trendine uygun olmayan öneriler ve hamleler geliştirmenin yerel siyasette çalışacağı fikri de saplantı haline getirilmemeli. Akışkan kapitalist pratiklerin gidenlerde yarattığı mekânsızlaşmanın ve kalanlarda zorladığı prekaryalaşmanın hem bu süreçlere maruz kalanlar hem de dışlananlar tarafından tepkilerle karşı karşıya kaldığı da hesaba katılmalı. Kültürel aidiyet aileye, aşirete, kabileye, kavme, ümmete, zümreye, millete, sınıfa veya farklı toplumsal kurgulara olacak şekilde tasarlanabilir. Bireyler bu aidiyet pozisyonları arasında geçiş de yapabilirler. Ancak bu konunun yalnızca yerel etmenlere indirilmemesi ve basit bir iç siyaset davası olarak ele alınmaması gerektiği belki de tüm bu tartışmalardaki zeminsizlikle mücadele için ilk hamle olabilir.


İllüstrasyon: Fatih Öztürk

Doğuştan ve Sonradan Oluşan Kimliklerle Aidiyet Tuğçe Gizem Demir

Aidiyet kavramı birçok alanla ilişkilendirilmiş, buna bağlı olarak farklı tanımlamaları bulunan bir kavramdır. Felsefe ve edebiyat alanlarında yer alış biçimiyle aidiyet, varoluşçuluk akımı ile anılmıştır. Ontolojinin temelini oluşturmakla birlikte, insan ve davranışı ile ilgilenen psikolojinin de başlıca konularındandır. Sosyoloji alanında ise kimlik ve etnisite kavramlarıyla ele alınan aidiyet genellikle göç olgusuyla ilgili çalışmalarda kendini gösterse de son yıllarda post-modernizm etkisi altında “modern kimlikler ve aidiyet biçimleri” şeklinde birçok güncel çalışmada kendini yeniden göstermiştir. Aidiyet kavramını ele alan yazarlardan biri Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” adlı kitabı sosyolojik bakış açısı ile ele alınarak akademik çalışmalara konu olmuştur. Bunun nedeni, yazarın aidiyet kavramını türevli bir biçimde ele alarak kimlik olgusunun içerisinde işlemesidir. Yazarın bakış açısına göre, kimliğin bir üst başlık olarak ele alındığı ve aidiyetlerin kimliğin altındaki alt başlıklar olduğu bakış açısı “Ölümcül Kimlikler” kitabının temel tartışma konusudur. Aidiyetlerin bir kısmının doğuştan, çoğunun ise doğuştan olmadığı vurgusu yapılmaktadır. Bu noktada sosyolojik bir değerlendirmeyle “doğuştan gelen” ve “sonradan oluşturulan aidiyetler” ayrımı yapmak yerinde olacaktır. Bu tür bir ayrım hem kitabın temel tartışma konusunu hem de aidiyet kavramını anlamak için yardımcı olmaktadır.

“Sonradan oluşturulan aidiyetler”in; evlilik, meslek seçimi, hobi, aktiviteler, arkadaşlıklar, yaşanılan çevre, giyim tarzı, yeme-içme alışkanlıkları, tüketim tarzı ve daha fazlası olduğu söylenebilir. Daha çok yaşam tarzını oluşturan faktörler ile ilişkili olan bu kimlikler, kısmi olarak bireyin kendisinin tercih ettiği alanları kapsamaktadır. Çünkü bu faktörlerin oluşmasında aile, kan bağı şartı, etnisite faktörleri etkin değildir. Doğuştan gelen aidiyete ilişkin kimlik faktörleri ise ırk, dil, kan bağı ile oluşan aile ve göreceli olarak cinsiyettir. Yazarın da ayrımını yaptığı üzere aidiyetlerin bir kısmı doğuştan, çoğunluğunun ise sonradan oluştuğu görülmektedir. Birey doğuştan getirdiği aidiyete ilişkin kimlik öğelerini erginliğe eriştiğinde reddederek kendisini tanımlayan yeni kimlik formları oluşturabilir. Ancak bireyin doğuştan sahip olduğu aidiyete ilişkin kimlikler bireyin yaşamının sonuna dek bilgi olarak kendisiyle birlikte varlığını sürdürmektedir. İltica ederek yeni bir vatandaşlığa geçiş yapan birey istediği takdirde yeni bir dil öğrenerek ana dilini kullanmayı reddedebilir, dinini değiştirebilir ve eski soy kütüğüne ihtiyaç duymayabilir. Tüm bu imkânlar gerçekleşirken bireyin içerisinde yetiştiği kültür, kavramsal olarak sosyoloji ve antropolojinin başlıca konularından biri olmasıyla da baskınlığını göstere-

rek bireyin doğumundan itibaren yaşamının her alanında etkisini gösterip hemen her şeye nüfuz etmektedir. Bu noktada kültür ve aidiyet kavramları birbiri içerisinde var olmaktadır. Bireyin hem doğuştan getirdiği aidiyetlere ilişkin kimliklerde hem de sonradan oluşan aidiyetlere ilişkin kimliklerde etkin kavramlardan biri olan kültür, üst kimlik olarak aslında bireyin gerçek-faal kimliğini oluşturmaktadır. Birey sosyal bir varlık olarak içerisinde yetiştiği toplumun kültürünü tanımakta, kültüre ait unsurlardan kendisinde bir parça da olsa barındırmakta ve yansıtmaktadır. Kültüre ait unsurları beğenip beğenmemek veya bireysel olarak içselleştirip içselleştirmemek bireyin kendi vereceği bir karar olduğundan aynı kültür içerisinde ortaya çıkan farklılaşmalar ve çeşitlilikler görülebilmektedir. Bu nedenle çoklu kimliklere vurgu yapan Amin Maalouf’un kitapta bahsettiği bakış açılarından biri olan, bireylerin çoklu aidiyete sahip oldukları bilincine varmalarının toplumda ‘çimento’ görevi görerek nasıl bir toplumsal etkileşimde bulunacaklarını belirlediği yönündedir. Aidiyete, çoklu kimliklere karşı duyulan saygı, hoşgörü ve kabul etmenin yapıcı bir toplum düzeni inşa ederek gelişmeye imkân tanıdığı, bilindiği gibi tam tersinin olduğu durumlarda kaosun, sosyal sorunların ve istikrarsızlığın yaşandığı bir toplum düzeni oluştuğu da bilinmektedir.


İllüstrasyon: Fatih Öztürk

Hiçbir Yerden Gelmiyorum Kendimden Başka Ceren Filiz

Neydi aitlik, ait olmak; ona mı olunmalı, buna mı olunmalı veya bir başkasına mı olunmalı. İnsan insana ait olur muydu? İnsan, varlığını, yaşamını, düşlerini bir ötekinin, ait olduğunun yanına bağlar mıydı; birinin içindeki doldurulamayan eksikliği bir diğeri, tam da kapatılacak şekilde yaratılmışçasına, tam da onun yanında, onunla olmak için doğmuşçasına, tamamlar mıydı? “Sanki tüm hayatım boyunca yanlış melodiyle dans etmiş gibiyim.” demiş Nietzsche. Aidiyet, birine duyulan aitlik, doğru melodiyle dans gibidir, bazen birlikte oluşturulan sessizliğin yarattığı müzik, doğru yanlış her şeyin birbirinde oturmasıdır. Ben sana aitim, sen bana aitsin. Tek başınalığın verdiği korku belki hiçlik, bir başkasıyla yitirilmeye; yuvayı, insanın geldiği, geleceği noktayı, nedenleri bir insanda toplamaya çalışmak yine insanın kendinden kaçması için bir çıkış yolu, dayanaktır. “Hiçbir Yerden Gelmiyorum Kendimden Başka.” Neydi aitlik, ait olmak; insanın bedeni, elleri, saçları, aynaya baktığında gördüğü yüzü, cinsiyeti insanın, kendi kendine ait olması mümkün müydü? İnsanın bedenine ait hissetmemesi; ruhunun yanlış yerde hapsolması, ben ve içimdeki ben birbiriyle örtüşmüyor tabirleri de aynı zamanda göstermez mi aidiyetsizliği? Kadın vücudunda bir erkek, erkek vücudunda bir kadın,

cinsiyetsizliği arayan bir insan, cinsiyetini değiştiren bir insan… Aidiyet, kimliğini bilmektir, ne hissettiğini, neyi istediğini, nasıl yaşamak istediğini bilmektir. Ve bu bilinç doğrultusunda toplumun dogma kural ve kalıplarından ayrışıp ruhunda ve bedeninde özgür olmak, özgürce yaşamaktır. Bu aitliği insan kendi kendine bütünler, en önemlisi de kendi kendinin kabulüdür. Doğru yer, tam da olmak istediğim yer, tam da olunması gereken yer diye nitelendirebileceğimiz olgu bazen ‘tam da olmayı seçtiğim beden ve ben’in örtüşmesi şeklinde yorumlanabilir. Aitlik, insanın kendini benimseyişi, hiçbir etken altında kalmadan kendini buluşudur. “Hiçbir Yerden Gelmiyorum Kendimden Başka.” Neydi aitlik, ait olmak; insan doğduğu topraklara mı aittir, yaşadığı topraklara mı yoksa gezip gördüğü, kaldığı topraklara mı? İnsan bir gruba mı aittir bir millete mi? Ülkesi tekrar ve tekrardan parçalanan, yaşadığı yer olarak göstereceği bir yer olmayan birinin veya Koreli doğma büyüme Kanadalı birinin aidiyetini ne üzerine seçmesi gerekir? Dil mi, din mi, ırk mı? Ne insanın insana benzeyişi ne de insanın insandan ayrılışı gösterir aidiyeti. İnsanın aidiyeti bulduğu yerdir aitliği. Sınıflandırmalar,

önyargılar, ülke, köken belirleyemez; insanın, hangi insanlara, hangi topraklara ait olduğunu. Aidiyet elle gösterilebilecek somut bir olgu değildir, bir hissiyattır. Bazen kalıcı bazen geçicidir; bazen bir parçası olmak bazen de olmamaktır. “Hiçbir Yerden Gelmiyorum Kendimden Başka.” Neydi aitlik, ait olmak; insan çocukluğuna mı aittir, geçmişine, acılarına, travmalarına; geleceğine mi aittir, hayallerine, yapacaklarına. Ev mi aile mi, bütün gün kendi aitliğinden kaçıp huzuru bulduğu insanlar mı yuva mı insanın yeri? Şu an mı, bir hatıra mı, bir şarkı mı, yitirilen bir insana tutunma mı? İnsan dünyaya aittir, tarihe aittir, aldığı izlere, bıraktığı izlere aittir; insan insana aittir, hayalindeki kendine aittir; o ana aittir. Çevresindekiler, objeler, yer, zaman, etrafındaki her şey insanın ait olması için kusursuzca ayarlanmışçasına bütünleşir insan o anla. Bazen o andan çok uzaktadır, varlığından, aitliğinden çok başkadır, yapayalnızdır. Neydi aitlik, ait olmak; kendiydi, duygularıydı, kendi kendinin aidiyetiydi: “Hiçbir Yerden Gelmiyorum Kendimden Başka.”


İllüstrasyon: Kadir Nakipler

Dikkat Gelişimi Tanya Avaryan

Yoğunlaşmaya çalışanlar dikkat eksikliğinin ne kadar zor bir durum olduğunu bilir, ama dikkati arttırmayı sağlayan bazı bilimsel çözümler de yok değil. Yoğunlaşmakta güçlük çekiyor iseniz kısa süreliğine zihninizi dağıtacak başka bir şeye yönelmek en iyi yöntemlerden biri. Birçok meslektaşım, zamanımızın yarıdan fazlasını uğraştığımız işten farklı şeyler düşünerek geçirdiğimizi her fırsatta söylüyor. “O halde zihni dağıtmak beynin daha iyi çalışmasına yardımcı olabilir!” diye de düşünceler doğuyor. Dikkat kaybının da bu anlamda biyolojik kökenleri üzerine yapılan kalıtım, genetik ve beyin görüntüleme araştırmaları bu bozukluğu anlayabilmemiz yönünde önemli katkılar sağlamış olsa da iyi tanımlanmış bir psikiyatrik bozukluk olmasına karşın, gerek sosyal-kültürel itirazlar ve gerekse eklenen psikiyatrik eş tanılar onun iyi anlaşılamayan bir bozukluk olarak kalmasına yol açıyor. Beyne baktığımızda konsantrasyonun neden bozulduğunu anlayabiliriz. Konsantre olmak için beynin bazı bölgeleri arasında iyi bağlantılar kurulması gerekiyor. Beynin ön kısmındaki kıvrımlardan oluşan frontal korteks, dikkat dağıtan şeylere karşı direnmeyi ve daha eğlenceli şeylerle uğraşmaya yönelten doğal içgüdümüzü kontrol etmeyi sağlar. Bu bağlantıları çalışır halde tutmak için özel bir şeyle uğraşmadığımızda beynin aktif olan kısımlarından daha fazla enerji gerekir. Ama kaçınılmaz olarak gün içinde

bu enerji tükenip yorulduğumuzda dikkatimiz dağılıyor, aklımız başka şeylere kaymaya başlıyor. Eğer bu durum zaten yaşanacaksa bunun vaktini en uygun ana ayarlamak neden mümkün olmasın? Psikolog Paul Seli, zihnin dağılması konusunda kasıtlı ve kazara dağılma ayrımı yapıyor. Yapılan işi olumsuz etkileyen işte bu kazara zihin dağılmasıdır. Oysa bu zamanı kendisi belirleyenler daha az zarar görür. Bilerek ve planlayarak zihni dağıtacak bir şeylere yönelmenin yararı olabilmektedir. “Uğraştığınız işle ilgisi olmayan başka bir konuyu düşünün, örneğin kafanıza takılan başka bir sorunu çözmeye çalışın, sonra da asıl işinize dönün!” gibi tavsiyede bulunuyor. Bir konuyu düşünmesi için zihninize izin vermek, hem aklın başka şeylere kayması sırasındaki suçluluk duygusunu, hem de bu kaymaya neden olan ve zihni meşgul eden konuları gidermiş olacaktır. Londra’daki UCL Üniversitesi’nden psikolog Nilli Lavie 1995’te Yükleme Teorisi’ni gündeme getirmişti. Buna göre, beynimizin dış dünyadan alıp işleme koyabileceği bilgi sınırlı iken, bu kapasite dolduğunda beynin dikkat sistemi devreye girerek neye konsantre olacağına karar verir. Lavie’nin deneyleri; temiz, düzenli ve sessiz ortamlardan ziyade, dağınık ve karmaşık ortamlarda çalışmak daha verimli olabi-

lir. Algı bölgeleri tümüyle dolduğunda beynimiz tüm enerjisini en önemli işe yoğunlaştırır. Dikkat dağıtıcı etkenleri devre dışı bırakmaktadır. Ancak bunu uygularken dikkat dağıtıcı doğru faktörleri bulmak ve enerjimizi tüketecek seviyeye çıkmasına izin vermemek önemlidir. Düzenli görsel ve müzikli araçları devreye sokup bu işi kolaylaştırmak için bazı uygulama programları geliştirilmiş olsa da bunlar bilimsel araştırmalarda sınanmış olmadığından bir radyo da aynı işi görebilir. Burada önemli olan şey ise şu; beynin başka yerde stimülasyon aramasına fırsat vermeyecek doğru dengeyi bulmaktır. Çoğu insan neyin daha iyi işe yarayacağını deneme yanılma yolu ile bulabilir, ama dikkat dağıtıcı etkenleri ortadan kaldırmak yorucu olabileceğinden, hafiften başlayarak bu yönteme baş vurulabilir. Ne de olsa konsantrasyon sınırının doksan dakika olduğunu biliyoruz. Bundan sonra on beş dakikalık bir ara vermek gerekiyor. Tüm bunların dışında eğer birkaç saniyelik mini araların bile işe yaradığını gösteren çalışmaların da işe yarıyor olduğunu düşünür iseniz, pencereden dışarı bakmak yerine zihin aritmetiği gibi daha yoğun bir egzersize başvurmak yararlı olabilir. Beyin hakkındaki bilgimiz arttıkça stresin konsantrasyona zarar verdiğini daha net görüyoruz. Bu nedenle sakinleşmek için ara almak, kontrolü yeniden ele geçirmek ve daha verimli olabilmek için de oldukça önemlidir.



İllüstrasyon: Fatih Öztürk

Azadî Meydanı, Şah’ın Eseri Şah’a Karşı Direnişin Sembolü Oğul Tuna Kırk yıl önce Paris’ten havalanan bir uçak, bir ülkenin ve bir halkın kaderini değiştirdi. Haftalardır şehirleri dolduran ve yönetimin uyguladığı şiddet karşısında yılmayan halk, Şah’ı ülkeyi terk etmeye zorlamıştı. Bir “devrim”, sancılı doğumunu gerçekleştirmiş, hayatta kalmanın mücadelesini vermeye başlamıştı. Paris’ten gelen o uçak, 1 Şubat’ta Tahran’a indiğinde Azadî Meydanı’nı dolduran milyonlar, devrime ruhunu üfleyen kişinin ismini telaffuz ediyordu: Humeynî. İran’daki İslam Devrimi’nin 40’ncı yıl dönümü pek çok tartışmayı beraberinde getirdi. Kırkıncı yaşını dolduracak İslam Cumhuriyeti’nin dostu ve düşmanı onlarca ülkenin basını, akademisi, siyaseti Devrim hakkında yazdı. Fakat Devrim’in ana dekorunu, bir nevî “hafıza mekanını” oluşturan Azadî Meydanı perde arkasında kaldı. Halbuki Devrim’den sekiz yıl önce inşa edilen bu devasa meydan ve meydanın ortasında bir heyula gibi yükselen ve aynı isimle anılan kule, 1979’dan beri ülke tarihini ilgilendiren en büyük olaylara ev sahipliği yapıyor. İnşa sebebiyle yüklendiği tarihî anlam bir o kadar da çelişkili. Yine de “Azadî!” diye haykıran ve derdi ne olursa olsun gölgesine sığınan İranlıların zihninde eşsiz bir yer tutuyor. İran’ı 1925’ten beri yöneten Pehlevî Hanedanı’nın son hükümdarı Muhammed Rıza Şah, 1971 yılı arifesinde büyük bir projeye soyunur: “Pers

İmparatorluğu’nun 2500’nci Yılı” ilan edilen 1971, Şah’ın saltanatının görkemini ve İran milliyetçiliğinin gücünü ortaya koyacaktır. Tarihî Persepolis şehrinde kurulan ve servet dökülerek süslenen çadırlarda dünya liderlerinin ağırlanması planlanmıştır. Altı yüz konuk, ünlü Paris restoranı Maxim’s’in menüsüyle doyurulacak; İran’ın tarihî ordularının kostümlerini giyen bin yedi yüz yirmi dört asker geçit töreni düzenleyecektir. Harcanan paranın haddi hesabı yoktur. İran Devleti’nin sürekliliğini ve yüceliğini gözler önüne süren “2500’nci Yıl” etkinliklerinin son ayağı başkent Tahran’dadır. 16 Ekim 1971’de İran’ın bugün hâlâ ikinci en büyük meydanı olan Azadî ve göbeğindeki Kule’nin açılış töreni gerçekleşir. Meydan ve Kule’nin ismi aslen Şahyad olarak konur. Merkezinde Pers Tarihi Müzesi ve Rıza Şah’ın “ilk insan hakları belgesi” olarak övdüğü “Kiros Silindiri” bulunan bu kompleksin içine baba Pehlevî’nin naaşı da defnedilmişti. Muhammed Rıza’nın babası ve Hanedan’ın kurucusu olan Rıza Pehlevî’nin kabri, açılışın ardından törenle yerleştirilmişti. Fakat halk kitlelerinin ziyareti için 14 Ocak 1972 tarihini beklemek gerekecekti. Kompleksin mimarı Hüseyin Emanetî adında yirmi dokuz ya-

şında genç bir mimardı. Devrim’den bir yıl sonra Kanada’ya yerleşen Emanetî’nin projesi, 1966’da düzenlenen ulusal bir müsabakayı kazanmış ve sonunda başkenti taçlandırmıştı. İran, 1960’lı yıllarda, Emanetî’nin ifadesiyle, “mini bir rönesans” yaşıyordu. “Batılılaşma” serüvenini, tıpkı Türkiye gibi, Fransa üzerinden başlatan ve devam ettiren İran’ın sineması, mimarlığı, resmi ve edebiyatı Batı’yı yakından takip ediyordu. Şehbanu Farah Diba, modadan müziğe yaşanan bu dönemi maddî ve manevî olarak destekliyordu. Emanetî de Saray’ın doğrudan yardımıyla ödüllendirilmişti. Meydan, eski Pers ve İslamî mimarî geleneğe uygun olarak geometrik ve dairesel bir yapıda tasarlanmıştı. Klasik edebiyatı süsleyen bahçeler ve çeşmeler, bu geometrik düzenin tamamlayıcı unsurları olarak yerleştirilmişti. Meydan’ın tam ortasında ellli metre yüksekliğindeki Kule yer alıyordu. Kule, Emanetî’nin dokunuşuyla “Sâsânî mimarisinin” bütünlüklü azametine ve inceliğine sahipti. Eski İran’ı dört yüzyıl kadar yöneten bu İmparatorluğun mimariye getirdiği en yeni özellik, Kule’ye de formunu kazandıran, kemerdi. İsfahan’ın ünlü beyaz mermer yataklarından gelen sekiz bin taş blokla inşa edilen Kule, tahminlere göre altı milyon dolara mal olmuştu. “2500’nci Yıl” başlığını taşıyan tantanalı hikâyenin bir o kadar etkileyi-


ci olan, kanlı ve acı dolu arka planı vardı. 1960’lı yılların sonunda İran’da kişi başına düşen gelir 170 doların biraz üstündeydi. Nüfusun %45’i şehirleşmişken geri kalan çoğunluğu köylüler ve göçerler oluşturuyordu. Yıllık enflasyon rakamı %15.7 idi. Ülke ekonomisinin işlemesi yer altı kaynaklarına bağlıydı. Ekonomik durum 1973’teki petrol krizi sonrasında çok daha kötüleşti. Bunun yanında Şah’ın özel polisi olarak görülen SAVAK, ülkedeki tüm muhaliflere karşı bir baskı unsuru olarak sahaya sürülüyordu. Humeynî’nin de içinde bulunduğu ileri gelen muhalif din adamları komşu ülkelerde ya da Avrupa’da sürgündelerdi. Yazarlar ve akademisyenlerden oluşan pek çok entelektüel de ya zorunlu sürgünden nasibini alıyor ya da Ali Şeriatî vakasındaki gibi sürgünde dahî Şah’ın adamlarınca katlediliyordu. İran’ın köklü partilerinden komünist Tudeh büyük baskı altındaydı. 1953’te yaşanan CIA ve MI6 destekli darbenin hatırasını duyan İranlılar için 70’li yıllar çok daha büyük bir patlama noktasını hazırlıyordu. Nitekim “Engelab”ın gelmesi gecikmedi. 1977 yılı Ekim ayı, yani “Şahyad”ın görkemli açılışından altı yıl sonra dindar ve din dışı muhalefet içinde Şah yönetimine karşı ilk direniş başladı. Bir grup entelektüelin düzenlediği şiir gecesinde hükûmet aleyhine yazılanlar okununca toplum nezdinde bir hareketlenme yaşadı. Ali Şeriatî’nin karanlık cinayeti ve üstüne Humeynî’nin oğlu Mustafa’nın aynı günlerde gerçekleşen anî ölümü kıvılcımı alevlendirdi. 1978 yılının Ocak ayında başlayan protesto gösterileri Aralık ayı geldiğinde çığ hâlini almıştı. Sürgündeki Humeynî “Şah artık gitmeli” dediğinde tarihler 16 Ocak 1979’u gösteriyordu. “Sağlık sebepleriyle” ülkeyi terk ettiğini ifade eden Şah’ın yerine 16 gün sonra Paris’ten gelecek bir uçak inecek olan yetmiş yedi yaşınzaki Ruhullah Humeynî dolduracaktı. İran’ın kaderinin gittikçe belirsizleştiği bu dönemin en yakın tanığı Şahyad Meydanı’ydı. 1977 Ekimi’nden beri sokaklardaki Tahranlıların en büyük gövde gösterisi 2 Aralık 1978’de gerçekleşti. Muharrem ayına denk gelen o gün, Meydan’da tahminlere göre iki milyondan fazla insan vardı. Katılımcıların bir kısmının çocuk olduğu ve Tahran’daki camiilerden mollaların zoruyla getirildiği ifade ediliyordu.

Tudeh’li komünistler, Musaddık’ı yad eden milliyetçiler, üniversite öğrencileri, kadınlar, yaşlılar, işçiler, Kürtler, Türkler, Farslar... Bu büyük kalabalığın bir kısmınca seslendirilen ve diğer sesleri bastıran “Allahu ekber” nidaları, bugünkü bağlamdan biraz daha farklı bir sembolizm barındırıyordu: Şah gitmeli, İmam gelmeli. Muharrem protestoları adı verilen gösteriler, o günden sonra, kademeli olarak altı ila dokuz milyon katılımcıyı çekti. Tahminlere göre ülke nüfusunun %10’u Şahyad’da Şah’a ve İmam’a çağrıda bulunuyordu. “Unthinkable Revolution in Iran” isimli eserin yazarı Charles Kurzman’a göre bu rakam inanılmazdı. Kurzman, Fransız ve Bolşevik Devrimleri’nde dahî toplam nüfusun %1’inden azının sokaklarda Devrim çağrısında bulunduğunu ifade ediyor. Azadî’de alev hâlini alan kıvılcım kısa zamanda Tebriz’e, İsfahan’a, Meşhed’e, Kirmanşah’a yayıldı. Yüzyıllardır süren ve son on yıllarda tavan yapan despotizm, tek yumruk olmuş İran halkına karşı dayanamayacaktı. Bu kesindi. Şah gidecekti. Fakat Şah’ın yerine neyin geleceği büyük bir soru işaretiydi. İran Devrimi, Humeynî’nin 1 Şubat 1979’da Tahran’a dönüşüyle İslamî karakterine bürünürken, Meydan da bu değişimden nasibini aldı. Halkın adını en çok zikrettiği kavram, uğrunda çetin mücadeleler verilen ve hasret duyulan şey, Meydan ile Kule’ye ismini de verdi: Azadî. 1979 yılından itibaren Şah’ın adı ve monarşiyi andıran her şey topluca silinirken “Şahyad” da tarih sayfalarında yerini aldı. Fakat özgürlükleri için savaşan İranlıların zihnindeki ve kalbindeki ağırlığını hiçbir zaman kaybetmedi. “Türkü yine o türkü sazlarda tel değişti, yumruk yine o yumruk bir varsa el değişti.” Tarihin İranlılar için en hızlı aktığı 1979 yılının Mart’ında, Humeynî’nin gelişinden bir ay sonra, Tahran sokakları ve Azadî Meydanı bu kez kadınlarla doluydu. 8 Mart 1979’da yüz binden fazla kadın zorunlu örtünme yasasına karşı mollalara sesleniyordu sokaklardan. Yüz binden fazla cesur kadın, “Azadî!” diyerek başkenti inlettiği o günden yirmi

üç gün sonra İran’da İslam Cumhuriyeti kuruldu. Bugün dünyanın en eğitimli kadınları arasında yer alsalar da İranlı kadınlar özgürlüklerinin çok büyük kısmından mahrumlar. Azadî Meydanı ve Tahran sokaklarında 1979’daki gibi büyük bir gösteri henüz organize edemediler; fakat 2017 Aralık ayından bu yana cesurca kendilerini baskılayan yasaları protesto ediyorlar. Şimdilik sayıları çok kalabalık değil. Ama bir baskıcı bir rejimi korkutmaya başladılar. Azadî Meydanı 1979’dan bu yana kolektif hafızada sarsılmaz bir yer edindi. İslamî rejimin düzenlendiği mitinglerden uluslararası gelişmelere yönelik protestolara, zaman zaman filizlenmeye imkan bulan içerdeki hareketlerden küçük çaplı toplantılara dek her buluşma için ilk adres olarak akla Azadî geliyor. Mihrabad Havalimanı’na oldukça yakın ve şehirlerarası otobüs garının komşusu olan Azadî Meydanı, Tahran’a varan turistlerin de ilk gördüğü yapı oluyor. Çevresindeki şehiriçi ve şehirlerarası otobüs duraklarının köhneliği insanları 1970’li yıllara götürebiliyor; fakat bu “geri kalmışlık” ellerinde fotoğraf makineleriyle gezen turistler ve ayfonlarını elden düşürmeyen Tahranlılar için bir nebze de olsa nostalji yaşatıyor. Meydan, tarihî önemiyle beraber bir tarihî miras olarak da kendine pek çok ziyaretçi çekmekte. Şah’ın babasının, Rıza Şah’ın, kabri bugün burada bulunmasa bile; içindeki müze ve tepesindeki gözlem noktası sayesinde ziyaretçilerine İran tarihinin en önemli anlarına tanıklık etme fırsatı sunuyor. Yeşillikler içindeki küçük bahçesi ve havuzu, Tahran’ı zehirleyen hava kirliliğinden bunalanlara az da olsa dinlenme ve soluklanma şansı tanıyor. Akşamları farklı renkte ışıklarla aydınlatılan cephesi fotoğrafçılara harika pozlar çekme şansı veriyor. Tahran şehrinin en tanınmış simgesi olan anıt, her kesimden İranlının ve her telden insanın kendinden bir şey bulabileceği bir yapı. Elli bin metrekarelik bu alan, tarihsel yüküyle beraber günlük hayatın da ayrılmaz bir parçası olmayı başarmış durumda. Belki de bu yüzden, hâlâ Montreal’deki mimarlık bürosunda çalışan 1942 doğumlu mimar Hüseyin Emanetî “Bu anıt bana veya bir başkasına ait değil” diyor. Mütevazı sanatçı eserinin ne ifade ettiğinin gayet farkında: “O, İran’daki insanların bağlılık duyduğu bir şey.”


İllüstrasyon: Özge Ersu

Tarihin Yanılgıları ve Viking Miğferleri Özge Ersu Tarih yanılgılarla doludur. Bu yanlışlıkların ve yanlış anlamaların çoğunun nedeni araştırmamak, sorgulamamak ise kulaktan dolma bilgilerle, kopyala yapıştır mantığı ile akademik alanda ilerlemeye çalışmaktır. Diğer yönden, teknolojinin gelişmesi ile eski buluntular üzerinde yeni çalışmalar yapılmakta, varsa yanlışlar düzeltilmekte, bilgiler yeniden yorumlanmakta ve bunların sonucunda ortaya çıkanlar ise bilimsel ortamlarda paylaşılmaktadır. Tarihi, genelde binlerce parçası olan bir yapboz oyununa benzetirim. Aslında biz önce bu büyük tablonun bir yerinde bir bilgi kümesi oluşturur ve çevresine uygun bulduğumuz bilgi kırıntılarını yerleştirmeye başlarız. Parçalar birbirini tamamladıkça sevinir, yığınımızı geliştirmeye odaklanırız. Mutluyuzdur, çünkü kendi içinde anlam bütünlüğü olan bir birikimi ortaya çıkartmışızdır. Oysa birdenbire dünyanın başka bir yerinden gelen ve doğruluğu reddedilemeyen bir başka bilgi, bir anda kurduğumuz yapıyı bozar, birbirine eklemiş olduğumuz tüm parçaları darmadağınık eder. Sil baştan, gözlerimizde soru işaretleri, sözünü ettiğim yap-bozun parçalarını yeniden alırız elimize. Aslında çok uzağa gitmeye ve bu örneği daha da karmaşık bir biçime sokmaya gerek yok. Yakın tarihte yapılan İstanbul Marmaray kazılarında ortaya çıkartılan antik limandan öğrendiklerimiz, daha da

önemlisi Göbeklitepe’de ortaya çıkan bulguların Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ, daha geniş anlamında Yeni Taş Çağı, yani Cilalı Taş Devri üzerine tüm bildiklerimizi, tüm tarihlemelerimizi alaşağı etmesine ne demeliyiz? Buluntuların rastlantısal sihrine ise hiç girmeyelim. Sene 1940. Bu iki kelimelik cümle çok kısa oldu, o zaman daha uzun bir cümle için derin bir soluk alın şimdi: Güneybatı Fransa’da bir tavşanın peşinden koşturup giden köpeği Robot’yu arkadaşları ile ararken, günümüzde Eski Taş Devri’nin, Üst Paleolitik Çağ’ın adeta mabedi kabul edilen, şimdiye dek bildiklerimizi adeta unutturan, yeniden yazdıran altı yüzün üzerinde el değmemiş mağara resminin yer aldığı on yedi bin yıllık Lascaux Mağarasını bulan on sekiz yaşındaki Marcel Ravidat olmasaydı, belki biz hâlâ o döneme ilişkin yarısı eksik, yarısı yanlış bilgilerle yaşıyor olmaya devam edecektik. Teşbihte hata olmaz. Üstelik şimdi vereceğim örneğin matematiğine çok takılmayın ama, hayalinizde canlandırın: İki ayağı üzerinde duran ilk insanımsı Homo Erectus’tan, yani Hominid’den günümüze kadar olan zamanı yirmi dört saat olarak düşünürsek, yazılı ve daha kesin bilgilere dayanan yakın tarihimiz, bu saat kadranında sadece son on beş dakikaya

karşılık geliyor neredeyse. Tarih şeridimizde günün ve gecenin geri kalanı, yani yirmi üç saat kırk beş dakika ise karanlıkta, ya da daha doğrusu el yordamı ile ilerlemeye çalıştığımız bir kesit, sonuçta... Tarihsel yanılgılarımız üzerine son bir örnek verip, konumuza odaklanalım. Doğruluğu tartışılsa da, Napoleon Bonaparte’ın generallerinden birinin, kaybettiği savaşın sonrasında emir erine ‘Komutanım, çatışmayı kazandık, ordularımız muzaffer, geri dönüyoruz.’ diye mektup yazdırıp, bunu kendisine iletmesini istediği söylenir. Emir eri kendini tutamaz, “Komutanım, birliğimiz darmadağın, nasıl bir zafer ki bu?” diye sorduğunda, yanıt çok ilginçtir: “Oğlum, bu tarih için, kayıtlar için...” Düşünsenize, elimize o savaşa ilişkin tek kanıt olarak sadece o mektup geçseydi, araştırmadan yoksun tarihçiler olarak belki de o savaşı o generale ve o orduya kazandıracaktık. Elbette bu örnekte değindiğim dönem çok uzak değil: Birçok farklı bilgi kaynağı ve çapraz referans bizlere doğruyu gösterecekti ama olası yanılgılar için anlatmayı sevdiğim bir anekdotlardan biri bu. Sözümü fazla uzatmadan, tarihin yüzlerce yanıltıcı örneklerinden birine davet edeyim sizi. “Dünya Turu” konu başlığı altında değişik kuruluş ya da öğretim kurumlarında verdiğim konferansların bir bölümünde, sahnede katılımcıların önüne yaklaşık iki bin yıllık bir başlık


koyuyor ve ne olduğunu soruyorum. Elbette katılımcıların çoğu elimdeki bronz tolganın bir miğfer olduğunu hemen anlıyor. Herkes tarihçi olmak, tarihi bilmek zorunda değil, o nedenle aslında Antik Yunan’da Sparta dönemine ait olan bu miğferin tam olarak hangi kültüre ait olduğunun ayrıntısına çok girmiyorum ama arada bir bilenler, yanıta yaklaşanlar da oluyor. Buraya kadar her şey tamam. Daha sonra, iki yanından iki boynuz çıkan ve yaklaşık bin, bin iki yüz yıl öncesinden bir miğfer çıkartıyorum ortaya. Hemen ekleyeyim, elbette elimde olan bu miğferler o kadar eski değil, kostüm mağazalarından bir kaç yüz liraya aldığım ürünler. Ben daha “Peki, bu nedir?” diye sormadan konferans salonu “Viking Miğferi!” diye inliyor. Evet, tüm katılımcılar doğru yanıtı vermiş olmanın rahatlığı ile arkalarına yaslanıyorlar. Zaten çoğumuzun aklına da böyle bir miğferi görünce açık denizlere küçük ama son derece akıllıca yapılmış tekneleri ile korkmadan çıkan, hatta Amerika kıtasına ilk kez ayak basan, Kuzey coğrafyalarının iri ve korkusuz Vikingleri ya da Avrupa’daki nehirlerden yararlanıp Karadeniz’e inen, yetmezmiş gibi o zamanların Constantinopolis’ini bile kuşatan Uppland Rosslagen’li savaşçılar gelmiyor mu? Aramızda daha normal bir çocukluk geçirmiş olanlar, Vikingler çizgi film serisindeki akıllı velet Vicky’i, başında böyle bir miğfer ile de hatırlamazlar mı zaten? Değerli dostlarım, şimdi sıkı durun, ayakta iseniz oturun. Aslında Vikingler, tarihte hiç bir zaman savaşlarda böyle bir miğfer kullanmamışlardır. Bin iki yüz yıl öncesinden günümüze dek bu coğrafyalarda ortaya çıkartılan buluntularda böyle bir örnek neredeyse yok gibidir. Ele geçen örneklerde karşımıza sadece burnu ve kulakları kapayan, kaplayan düz bir demir, hatta sert ve dayanıklı yalın deri bir başlık tasarımı çıkmaktadır. Bu arada hemen eklemek isterim, “Vikingler” deyip geçmek de olmaz aslında ama bu kelimenin etnik ve antropolojik kökenleri bir başka uzun yazının konusu. Burada bilmemiz gereken, Vikinglerin son derece düzenli ve ayrıntılı bir ölüm sonrası kültürü ve cenaze tören anlayışı olduğundan, mezarların içinden çok iyi korunmuş gündelik eşyalar ve savaş aletleri çıkartılabilmiş olmasıdır. Bu nedenle günümüzde konu üzerine çok daha rahat ve kesin konuşabilmekteyiz.

Bir kere aynı coğrafyadan örnek vermek gerekirse, doğada eşine az rastlanan, hem erkek hem de dişilerin boynuz büyütüp döktüğü Ren geyiklerini ele alalım. Evet, boynuz kavgalarda ve savunmada işe yarar, görüntüsü güzeldir ama bu güzel hayvanları bir de tehlike karşısında sık çalıların arasından sağa sola takılmamaya çalışarak kaçarken canlandırın gözünüzde... Diğer yönden her sene yeniden çıkan, büyüyen ve düşen boynuzların metabolizmaya bindirdiği yükü düşünün. Kolay iş değil ‘boynuzlu olmak’. Yazımın bu noktasında, geyiklerin boynuzlu miğfer ile bağlantısı nedir diye soruyorsunuzdur büyük olasılıkla. Hemen yanıtlayayım, benzerlikler çok aslında. Evet, boynuzlu bir miğfer, o zamanın Avrupa’sında yayılan korku dolu efsaneler eşliğinde düşman üzerinde görsel bir moral çöküntüsü yaratabilirdi öncelikle. Diğer taraftan, biraz fantezi film senaryoları ile, pratikte zor olsa da, bir Viking savaşçısının boynuzlu miğferi ile savaşta boğa gibi kafayı öne eğerek düşmanının bir gözünü çıkarttığını da düşünebilirdik ama, gülümseyerek bu olasılıkları da geçelim. Miğfer dediğiniz hem hafif, hem de darbelere dayanıklı olmalıdır. Görüş açısını engellemeden, boyun dahil baş bölgesindeki yaşamsal bölümlere gelebilecek darbeleri de engelleyecek biçimde tasarlanmış olmalıdır. Üstelik düşmana koz verecek, karşı tarafın elle tutarak baş ya da vücudun hareket yeteneğini engelleyecek çengel, kol ve evet, boynuz gibi çıkıntıları olmamalıdır. Gelin bizler de biraz önceki fanteziye devam edelim: Ya o boynuzlardan biri, düşmanın gözüne girmek yerine, karşı tarafın kalkanına saplanıp kalırsa? Onu bırakın, düşman güçlü elleri ile boynuzlardan birini kavrayıp, sıkıca tutup, kılıcı zavallı Viking’in boynundan şöyle bir sıyırttı diyelim, ne oldu? Kafa gitti, değil mi? Peki, o zaman bu yanlış anlama, bu yanılgı nereden ileri geliyor? Aslında tarihte çok gerilere gitmemize gerek yok. Yaklaşık iki yüz sene önce ilk boynuzlu miğferlerin bazı İskandinav kökenli sanatçıların resim ve illüstrasyonlarında karşımıza çıktığını görüyoruz. Bu-

nun başını da İsveçli ressam, tasarımcı ve illüstratör Gustav Johan August Malmström çekiyor. Başta “Grindslanten” adını verdiği eser olmak üzere 19’ncu yüzyıl yaşamının yanı sıra, Kuzey Mitolojisi ve halk hikâyelerini de resimleyen Malmström’üm bazı çizimlerinde ilk olarak boynuzlu miğferlerle karşılaşıyoruz. Bir de bunun yanı sıra aynı yıllarda, 1870’lerde, Alman besteci Richard Wagner de konusunu Nordik sagalara, efsanelere dayandırdığı, üzerinde neredeyse yirmi altı yıl çalışıp, librettosunu bile kendi yazdığı dört bölümlük “Der Ring des Nibelungen” operasını yayınlıyor. Eh, operanın kostümlerini hazırlayan Carl Emil Doepler de durur mu, artık nasıl bir esinlenme ise, operadaki roller için bol keseden boynuzlu miğferler hazırlıyor. İşte bunların hepsi de bir araya gelince, araştırmacı tarihçilik de bir kenara itilip Viking miğferleri ‘boynuz vermeye’ başlıyor. Son olarak bir kaç noktaya daha değinmek istiyorum: Peki yukarıdaki sanatçılar, müzisyenler ya da kostüm uzmanları nerelerden esinlenmişlerdi? Hiç ateş yoksa duman nereden çıkıyordu? Açıkçası bu etkilenmeyi, eski Yunan ve Roma tarihçilerine dayandırıyorum. Bu yazarların çoğu Kuzeyden gelen istilacıları bu tür miğferler ile tanımlıyordu eserlerinde. Sadece boynuz mu? Kanat, dallar ve başka süslemeler de vardı bu betimlemelerde. Ama durun, tarihsel bir yanlışlığı önleyeyim hemen! Vikinglerin ortaya çıktığı M.S. 700’lerin neredeyse yüz sene öncesinde Kuzey Avrupalı istilacılar, bu modayı terk etmişlerdi aslında. Peki, gerçekten hiç, bir kaç tane bile boynuzlu, kanatlı, dallı ya da süslerle dolu aksesuarlı Viking miğferleri yok muydu, yok mudur? Olmaz mı? Sayıları az da olsa, bu tür buluntular müzelerde sergileniyor ama bunların tamamı törensel ya da görsel amaçlar için. İşte tüm anlattıklarımızı toparladığımızda, siz siz olun, tarihin kolay tuzaklarına da düşmeyin. Ayrıca bir savaşa gittiğinizde miğferiniz hem ergonomik, hem aerodinamik ve hidrodinamik, hem de boynuzsuz “horn-free” olsun. Bu yazımı, bin yıl öncesinin şiir ve atasözü kitabı Hávamál’den aldığım bir satır ile bitirmek istiyorum: “Hayvanlar ölür, arkadaşlarımız ölür, ben de ölüp gideceğim. Ölmeyecek ve geride kalacak olan tek şey yaptıklarımızdır.”


Dil Devrimi Elbette Gerekliydi Sevan Nişanyan “Dil devrimi” denilen şey gerekliydi ve hatta kaçınılmazdı. Aksini hiç savunmadım. Dil devrimini ideolojik saplantılarına kılıf edenleri yerdim, hatta bazen hırpaladım. Dil devriminin teorik temellerini sorguladım. Ama dil devrimine yol açan ihtiyaçları ve onu şekillendiren etkenleri mesela 2006-2008’de Bilgi Üniversitesi’nde verdiğim Türk Dili Tarihi derslerinde nasıl analiz ettiğimi bilen bilir. Söz arasında epey değinmişimdir, ama derli toplu bir makale yazmamış olmam benim hatam. Uzun süre bir Türk Dili Tarihi kitabı yazmaya niyetliydim; makaleyi de oraya sakladım. Kitap ertelenince bu konu da eksik kaldı. Kırk üç yıldır yazdıklarım ortada. Yirmi iki yaşımdan sonra hiçbir zaman bağnaz Öztürkçeci olmadım. Ara sıra Osmanlıca ve Frenkçe usturuplu laflar patlatmayı seviyorum, dilime renk ve heyecan katıyor. Ama söz dağarcığım çoğu zaman Öztürkçe ağırlıklıdır. Normali de budur. İnsanoğlu dilini muhatabına göre seçer. Hitap ettiğin toplumun “kültürlü” sayılan kesimi nece konuşuyorsa sen de o dili konuşursun. Belki ufak nüanslarla birazcık sağa veya sola çekersin. Ama mesela Nurullah Ataç gibi bir yönde ya da Yağmur Atsız gibi öbür yönde fazla ittirirsen egzantrik olursun. Bana uymaz. Dil devriminin gerekçelerini anlatmaya ta 1200’lerden başlamak lazım. Burada o kısmını kısa geçeceğiz. Yoksa makale değil kitap olur, sonu gelmez. Özetleyelim. Osmanlı Devletinde Türkçe yazı dili değildi. Modern öncesi çağın

devletlerinde kural budur, konuşma dili ile yazı dili arasında çoğu zaman bir uçurum vardır. Avrupa’da da öyledir, Çin’de de. Çünkü eski toplumlarda yazı dili umumu ilgilendirmez, küçük bir elitin mesleki tekelidir. Her zaman kutsal ve törensel bir yanı bulunur. Yazı yazmak demek, yönetici kültürün inceliklerine vakıf olmak ve onları diğer elit kişilerin anlayacağı şekilde ifade etmek demektir. O yüzden evinde avam Fransızcası da konuşsan o dille yazı yazmak aklına gelmez, Latince yazarsın. Öbür türlüsünü don gömlek sokağa çıkmak gibi ayıp ve gülünç bir şey sayarsın. Bazı eski kültürlerde yazı dili konuşma dilinin bir türevidir. Konuşma dilinde kullandığın kelimeleri, belki biraz yontup cilalamak şartıyla, yazı dilinde de kullanabilirsin. Bazı kültürlerde hiç alaka yoktur. Persçe konuşur Elamca yazarsın. İtalyancanın kırk türlü lehçesini konuşur ama İtalyancanın bin yıl önce ölmüş çeşidini yazarsın. Selçuklular gibi kim bilir nece, belki Türkçe konuşur ama Farsça yazarsın. 14’ncü yüzyılda Türkçeden yazı dili üretmek için bilinçli ve sistemli bir çaba harcandı. Bir şekilde bu yürümedi. 1420’lere doğru çaba tavsadı, sanırım 1480’lere doğru terk edildi. Onun yerine, Türkçe ile Arapça ve Farsçanın sistemli bir harmanından oluşan yapay bir yazı dili benimsendi. Dikkat buyurun, yazı dilidir. O dili kimse konuşmadı. Türkçe konuşan-

lar gayet fasih, oldukça temiz, bugünkü dilden çok farklı olmayan, bol deyimli, kıvrak bir Türkçe konuştular. Ama çok nadiren Türkçe yazdılar. Eldeki Türkçe yazı örnekleri ya mahkeme tutanağı vesaire gibi avam dilini yansıtan belgelerdir, özel mektuptur, gemici lisanıdır. Ya şakadır, parodidir. Daha ilginci, kadın yazısıdır. Daha daha ilginci, Ermeni ve Rum harfli Türkçedir. Yani: bir elit dili olan, egemen kültürün alameti olan yazı dili değildir. Yazı dili Türkçe değildir. Üç ayrı dilin harmanıdır, elsine-i selasedir. Bugün “Osmanlıca” adını verdiğimiz şey o. Son derece sofistike bir seçkinler dilidir. Düzgün Osmanlıca yazmak ve okuduğunu anlamak için bir yandan Arapça medrese eğitiminin olağanüstü zengin skolastik inceliklerine, diğer yandan klasik Fars edebiyatının olağanüstü zengin imgeler dünyasına hakim olman gerekir. Yapısı gereği azınlık dilidir. Azınlık dili olmakla iftihar eder. 18’nci yüzyıla doğru büsbütün fildişi kulesine kapanır. Mesela Esad Efendinin 1732 tarihli Lehcetül Luğa’sı tipiktir. Arabi ve Farisi’deki gün yüzü görmemiş kelimelerin sözlüğüdür. Amaç nedir? “Herkes anlasın” değil. Tam tersine, “Avam anlamasın, ne lüzümu var.” Klasik Osmanlıca çok güzel bir dildir. Anlayabildiğim kadarına ben bayılırım. “Tazarruname” yazarı Sinan Paşa veya “Tacüttevarih” yazarı Sadeddin Efendi ayarında düz yazı ustasının Türkçeye bir daha gelmediğini düşünürüm. Dünya çapında birinci ligde top koştura-


cak Türk şairi varsa Fuzuli olduğuna inanırım. Ta 21’nci yüzyıl ortasında eski dili inatla kullanmaya devam eden İbnülemin’i Türkiye’de son yüz yılın en iyi yazarı saydığımı defalarca söyledim. Ama başka bir çağın ve başka bir kültürün dili, başka ihtiyaçların eseridir. 21’nci yüzyılda işe yarayacağını düşünen kendini kandırır. Eski Düzenin İflası Birbirine bağlı iki kriz 19’ncu yüzyıl başında eski sistemi yerle bir etmiştir. Birinci kriz Batı ile tanışmadır. Birden fark edilir ki duvarın öbür yanında önceden hiç haberdar olunmayan devasa bir Kaf Dağı vardır. Osmanlı dili bu dağı kavramaktan, ifade etmekten, yorumlamaktan acizdir. O dönemde art arda yayınlanan ıstılahat lugatlerinin ortak konusu işte o heyula gibi dağdır. Tıngır ve Sinapyan’ın 1892 basımı Istılahat Lugati o çabanın zirvesidir. Fizik, kimya, mekanik, tıp, diplomasi, idari bilimler, bankacılık, askeriye, jeoloji, gastronomi, diplomasi, filoloji, edebiyat, müzik, tiyatro, dilbilim... Kırk çeşit alanda, kırk bini aşkın Fransızca terime, kahramanca bir gayretle, Türkçe yani Osmanlıca karşılıklar bulmaya çalışır. Medrese Arapçası ile klasik şiir Farsçasının işlevi o noktada sona ermiştir. Yeni sayfa açılmalıdır. İkinci kriz Batı ile tanışmanın ikizi ve tamamlayıcısı olan modernleşmedir. İdari yapı baştan kurulur. Nüfusu yüz bini bulan bir kamu bürokrasisi oluşturulur. O kadroları yetiştirecek okullar ve onların birbiriyle haberleşme aracı olan gazeteler açılır. Yeni bir yazı dili ihtiyacı o noktada kendini belli eder. Yeni okullardan mezun olan memurlar Esad Efendi’nin esoterik diliyle yazamazlar. Tacüttevarih’in diline Viktor Hügo ya da Haydarpaşa şimendifer tarifesi tercüme edilemez. Çok daha geniş bir kesime hitap eden, okuması kolay, Fransızcadan tercümeye yatkın, noktalama işaretleriyle bölünmüş bir dil lazımdır. Oluşturulur. İki Deney Bir kere değil, ilki olmadı baştan deyip iki kere oluşturulur. Birinci deney “Tanzimat Osmanlıcası” ya da Neo-Osmanlıca dediğimiz yazı dilidir. 1860’lardan 1920’lere dek egemen olmuştur. İkincisi “Öz Türkçe” olmakla övünen Cumhuriyet dönemi yazı dilidir. 1930’larda doğar, sanırım 1980 dolayında oluşum evresini tamamlar. İkisi apayrı siyasi anlayışların ürünüdür. Ancak yapısal özellikleri, sınıfsal temelleri, problemleri, başarıları ve çıkmazları şaşılacak ölçüde benzeşir. İlkinde, gerek duyulan yeni dil Os-

manlıcanın klasik kaynaklarından üretilir. Arapça ve Farsça köklerden, çoğu daha önce işitilmemiş, bir bölümü açıkça uydurma veya galat olan binlerce yeni kelime yaratılır. İlk başta tepkiyle kaşılanır. Basın ve okul kitapları sayesinde yaygınlaşır, 1890’larda Serveti Fünun çevresinde bir ifrat ve cinnet aşamasından geçer, meşrutiyet yıllarında istikrar kazanır. Yapay bir dil midir? Elbette yapaydır. Yapay olmayan yazı dili yoktur. Evde eşinle ya da mahallenin bakkalıyla konuştuğun dilde tıp kitabı ya da kanun metni yazamazsın; kavramlar yetmez. İlaveten, her zaman Eski Osmanlıca kadar abartılı olmasa da her yazı dili bir elit dilidir. Elitin farkını, kültürünü, kolay elde edilmemiş üstünlüğünü sergilemesi gerekir. Yazı dili eski ve köklü ise bu özellikleri göze batmaz, “Ne kültürlü adam, güzel yazıyor” derler. Yeni ise batar “Vay züppe, kendini bir şey sanıyor” diye burun kıvırırlar. Zaman meselesidir. Yeni Osmanlıcanın oturup köklenecek zamanı olmamıştır. Neden Tutmadı? Tutmayışında birkaç sebep iç içedir sanırım. Birincisi ve en önemlisi, Neo-Osmanlıca yazı dili ile özdeşleşmiş olan yönetici sınıfın topyekün itibar kaybıdır. Daha doğru ifade edelim: O sınıftan çok, o sınıfın kendine biçtiği kimliğin ve içinde yetiştiği kurumsal çerçevenin itibar kaybıdır. Sonuçta Cumhuriyet rejimini kuranlar, mesela Sovyetlerdeki gibi alttan veya dışarıdan gelen yeni bir kadro değildi. Abdülhamit dönemi elitlerinin çocukları ve Abdülhamit döneminin elit okullarının mezunlarıydı. Büyük bir siyasi çöküşle sonuçlanan eski kültürel ve kurumsal kimliklerini topyekun reddetme, yeni bir kisveyle “yeniden doğma” sevdasına kapılmışlardı. Eski kisveleri yakıp yok etme ihtiyacının, o aşamada şiddetle kendini hissettirmiş olması doğaldır. İkincisi ve bunun tamamlayıcısı, 1912-13 Balkan Harbinin hemen ertesinde doğan “Anadolu” romantizmidir. Rumeli’nde korkunç bir yenilgiyle karşılaşan Neo-Osmanlı eliti, belki çaresizlikten doğan canhıraş bir tutkuyla, kurtuluşu Anadolu’da aramıştır. Toplumsal gerçeklikle fazla bağı olmayan bir idealizmle Anadolu insanı yüceltilmiştir. Yönetici elitin aslında bihaber olduğu köylü ve kasabalı Türkçesinden yeni bir

kültür dili üretilebileceği fantezisine bel bağlanmıştır. Üçüncü sebep “komşuda var bizde niye yok” sendromudur. Sırasıyla Yunanca, Ermenice ve Arnavutçanın 19’ncu yüzyılda yaşadığı arınma ve milli köklere dönme serüveni genç Türk seçkinlerine emsal oluşturmuştur. Özellikle Ermenicenin reformu dikkatle izlenmiş, o süreçte rol alan kişiler danışman, dil bilimci, sözlük derleyici ve yayıncı sıfatıyla Türk reformuna katkıda bulunmuşlardır. Oysa paralellik yanıltıcıdır. Bir tarafta emperyal kültürün ezici ve öğütücü etkisine karşı benliğini korumaya çalışan azınlık kültürleri vardır. Öbür yanda emperyal kültürün kendisi vardır. Rumun veya Arnavutun Osmanlı/Türk kültürü tarafından yutulması tehlikesi gerçektir. Türkün Osmanlı tarafından yutulması tehlikesi absürt bir düşüncedir. Nihayet dördüncü olarak, 1916’daki Arap isyanından sonra şiddetlense de kökleri Tanzimat yıllarına giden Arap nefreti yeni bir dil arayışında rol oynamış olmalıdır. Osmanlı eliti Batı ile tanıştıkça, belki doğal sayılması gereken bir refleksle, kendini Arap’tan ayırma ihtiyacı hissetmiştir. Arap’ı aşağılamak, 20’nci yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı seçkinlerinin ulusal kimlik tanımının vazgeçilmez bir unsuru olmuştur. Arap gözden düşünce dili de doğal olarak sorgulanmıştır. Bu dört damardan beslenen Neo-osmanlıca karşıtı düşünce 1910 dolayında Türk Ocakları ve Genç Kalemler çevresinde kristalleşir. On yılda ezici bir galibiyet kazanır. Eskinin savunucuları Cumhuriyet yıllarında faydasızca homurdanmaya devam ederler. 1980’lerde Burhan Felek kuşağıyla beraber tarihe karışırlar. Başın Rolü Yeni Türkçe hareketi ne ölçüde Atatürk’ün şahsi vizyonunun ve/veya kaprisinin eseridir? Kişi faktörü rol oynamış olsa da belirleyici olanın bu olduğunu sanmıyorum. Gazi’nin 1932’den itibaren sahneye koyduğu fikirlerin tümü İttihatçı çevrelerde 1910’dan itibaren geliştirilmiş ve kuvvetle savunulmuş görüşlerdir. Cumhur reisinin 1927 tarihli Nutuk’unda kullandığı son derece ağdalı Neo-Osmanlıca, o görüşleri o aşamada henüz benimsemediğini gösterir. 1932’de neyin değiştiğini anlamak için belki 193031’deki rejim krizini daha yakından incelemek ve cumhur reisinin efsanevi pragmatizmini hesaba katmak gerekecektir. Sonuçta uygulamanın biçimi çokça eleştirilmiş ise de Cumhuriyet seçkinleri arasında dildeki yenilenmeye prensip olarak karşı çıkan hemen hiç


kimse olmamıştır. Yönetici zümrenin büyük çoğunluğu reformu hararetle desteklemiştir. Yeni dil, yeni Cumhuriyet elitinin kolektif kimliğinin bir tür simgesi ve alametifarikası olmuştur. Yani kişisel bir tercihten çok kolektif bir irade söz konusudur. Adamı eleştirelim, ama hayali güçler atfetmeyelim. Yenisi Farklı Mı? Yeni Türkçe yazı dili yapay bir dil midir? Elbette yapaydır. Yeni kelimelerin Türkçe halk dilinde varolan birtakım köklerden türetilmiş olması onları daha doğal ya da daha Türkçe yapmaz. Sonuç olarak önerge, tecim, sömürge, saylav, örgüt, düzenek, evren ve benzeri binlercesi Türkçede 1932’den önce var olmayan kelimelerdir; Türkçe bilen birinin bu kelimeleri 1932’den önce doğal yapısal pemütasyonla üretmiş olması ihtimal dahilinde değildir. Türkçe bilen birinin bu kelimeleri mesela takrir, ticaret, müstemleke, mebus, teşkilat, tertibat ya da kainattan daha kolay ya da daha berrak kavradığı da söylenemez. Hangisi öğretilse insanlar onu doğal ve yerli, kolay anlaşılır kabul ederler. Neo-Osmanlıcadan daha mı yapaydır? Değildir. Ama daha az yapay da değildir. Aynı ihtiyaca cevap vermek üzere, aynı kadrolar veya onların mirasçıları tarafından, benzer yöntemle ve benzer süreçlerde üretilmiştir. Sözkonusu ihtiyaç, Batıdan ithal edilen terminoloji “dağına” karşılık üretme zorunluluğuydu. Frenkten öğrendikleri fizik terimi focus/focale karşılığında önce Neo-Osmanlıca mihrak, sonra Yeni-Türkçe odak uydurdular. Metot farklıdır, yapılan işin amacı ve mantığı baki kalır. Bunu daha önce yazdım sanırım, yeni dilin tanımlayıcı özelliği çeviri tadıdır. Yeni Türkçe sözcüklerin Fransızca ve/veya Osmanlıca karşılığını kolayca hatırlayabiliriz, ve hatırladığımız zaman sözcüğü daha iyi anladığımız duygusuna kapılırız. Yeni dil Neo-Osmanlıcadan daha mı halka yakındır? Bunun cevabını verdim, yineleyeyim. Türkçe konuşan reel halkın, mesela yerine örneğin, millet yerine ulus, alim yerine bilgin, televizyon yerine “uzbakaç” deyince daha halk tipi bir dil duygusuna kapılmadığı, aksine belirgin bir elit kibri teşhis ettiği sanırım herkesin malumudur. Cumhuriyet elitleri herhangi bir nedenle halka hitap etmek istedikleri zaman Öztürkçe konuşmazlar, dillerindeki Osmanlı dozunu artırırlar. Öte yandan Yeni Türkçenin mesela Tevfik Fikret veya Namık Kemal Osmanlıcasından daha elitist bir dil olduğu da söylenemez. Sınıfsal tabanları

aşağı yukarı aynıdır; sınıfsal tavır da çok değişmemiştir. Batı medeniyetini Türklere taşımayı ödev edinen Türk yönetici sınıfı, bu işin halk dili ile yapılamayacağının bilincindedir. Türk modernleşmesinin ilk versiyonu ile ikincisi arasındaki temel yapısal fark, ilkinin eski Osmanlı yazı dili ile prensipte bağını korumuş olmasıdır. Eski Osmanlıca kelime hazinesinin büyük bir bölümü Yeni Osmanlıca bir metinde kullanılabilir. Yeni Osmanlıca bilen biri, tıpkı Shakespeare veya Milton okumaya çalışan bir modern İngiliz gibi, biraz zorlanarak da olsa eski dildeki bir metni okuyabilir; onun kültürel referanslarından yararlanabilir; edebi geleneği süregiden bir bütün olarak algılayabilir. Yeni Türkçenin ise geçmişe dönük bir referansı yoktur. Kelime kaynağı olarak kullanılsa da, Eski Asya Türkçesi referans değildir. Yeni Türkçe bilen biri Orhun Yazıtlarını daha kolay okuyamaz. Faraza okusa da o kaynaklardan modern Türk kültürü için kullanışlı malzeme üretemez. Sonuç, fakirleşmedir. Derin kökleri ve rezonansları olmayan, eski söylemlerin anısıyla beslenemeyen, kelime hazinesi ve konu dağarcığı, ifade biçimleri ve üslup seçenekleri son derece dar alana sıkışmış bir dil ortaya çıkmıştır. 20’nci yüzyıl, Türk edebiyatı için ölü bir çağdır. İkinci mesele daha ciddidir. Siyasi zorbalık ve onun kaçınılmaz sonucu olan kolektif aptallaşma ile ilgilidir. Geçmişe yönelik bir eleştiri olarak belki fazla önemsenmeyebilir. Sonuçta tarihte çeşit çeşit zorbalık vardır. Olan olmuş, biten bitmiştir, iyi yönüne bakmak lazım denebilir. Geçmişe mazi demeyi bilmek erdemdir. Ama konu yalnız dünün değil Bugünün konusudur. Geçmiş zorbalığın savunulması ve meşrulaştırılması, bugüne yönelik sonuçlar doğurur. Zorbalığın savunusu kaçınılmaz olarak beraberinde riyayı getirir. Yalanın gerçekmiş gibi sunulmasını, yalanı teşhir etmeye kalkanların susturulmasını, hak duygusunun bastırılmasını gerektirir. Bir bastırma ve susturma mekanizması kurulur; o mekanizmayı işleten ve ondan nemalanan zümre oluşur; o zümrenin kolektif çıkarını koruyacak yapılar inşa edilir. Türkiye’de bu yapıların adı Milli Eğitim ve Üniversitedir. Mücadele edilmesi insanlık görev Maksat geçmişi yargılamak değildir, riyayı teşhir etmektir. Bugünü sorgulamaktır. Özgür ve dürüst dü-

şüncenin sınırlarını büyütmektir. Sorun mu diyeceğiz mesele mi diyeceğiz, mevzu mu konu mu diyeceğiz, tümce mi cümle mi diyeceğiz konusundan çok daha büyük bir meseledir. Üçüncüyü de söyleyeyim eksik kalmasın. Yeni yazı dilini Osmanlıcanın eklektik kaynakları yerine kısaca “Türkçe” adı verilen Eski Türkçeden türetme kararı, dış dünyada o devirde egemen olan düşünce akımlarından bağımsız düşünülemez. Bu akımlara o dönemde kısaca ırkçılık adı verilirdi. Bugün bu kelimeyi kullanmak edebe aykırı bulunsa da terminolojiyi değiştirmek için henüz makul bir sebep ileri sürülememiştir. Kısaca “Türkçe adı verilen” ifadesini kullandım, açıklayayım. Türkçe bildiğimi sanıyorum. Benim bildiğim Türkçede maksat da Türkçedir, ifade de Türkçedir. Fenerbahçe, televizyon, kitap, estağfurullah, patlıcan, devlet, mukabelei bilmisil, hacıyatmaz, siyasi parti, leopar deseni, kuvayi milliye, park ve bahçeler müdürlüğü, pelte, çeyrek porsiyon Adana, Ali, Veli, merhaba, aşk, ve, aşkito Türkçedir. Bana bu çok basit bir gerçekmiş gibi geliyor, size de öyle geleceğinden eminim. Lakin Yeni Türkçenin tasarlayıcıları öyle düşünmezler. Bu sözcüklerin Türkçe olmadığı, buna karşılık Eski Uygurca’da keşfedilen acun, kip ve astın gibi birtakım sözcüklerin Türkçe olduğu kanısını taşırlar. Yazı dilinin prensipte yapay bir oluşum olduğunu döne döne vurguladım. Yeni bir yazı dili gerekiyordu. Bunu ha Acemce’den ha Uygurca’dan türetmişler. Bence en geniş soyutlama düzeyinde arada pek fark yoktur. İstenirse Japonca’dan da türetilebilirdi; üç kuşak sonra yadırgayan kalmazdı. Bu dilin eskisine oranla daha Türkçe, daha yerli ve milli, daha halk diline yakın, daha kolay, daha demokratik ve daha modern olduğunu sananlara gülüp geçmekten başka yapacak bir şey yoktur. Cehalettir; zamanla belki geçer. Yeni dilin ırkçı bir teori üzerine inşa edildiğini anlamayanlara anlatmakta fayda vardır. Belki anlayan olur. Öz Türkçe kullanmayı vatan millete sadakatin ya da Kurucu Ata’ya ibadetin şartı sayan, ve dolayısıyla bu görüşe katılmayanları toplumdan dışlamayı hak bilenler zararlı mahlukattır. Onlara meydan vermemek gerekir. O yüzden sözcük, kalıtımsal ve yanılsama içeren dili kullanmakla, o dilin altındaki teoriyi sorgulamak ve savunucularını bazen hırpalamak arasında ben mantıki bir çelişki göremiyorum.


Kedi, köpek, kuş, tavşan ve diğer pet fotoğrafları için 500.000+ üyemizin paylaştığı 800.000’den fazla fotoğraf. Hemen patileyin ve minik dostlarımıza olan sevginizi gösterin.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.