Sayı 45

Page 1

Ömer AKŞAHAN / Halit PAYZA / Hilmi HAŞAL / Mustafa ŞEFİK / Etem ORUÇ Nevruz UĞUR / Melek GÖZTEPE / Bahri KARADUMAN / Rahim GÜR Orhan GEVREK / Şeyma KOÇ / Örsan Gürkan APLAK / Nail GÜÇ Ufuk KARAMAN / Gökmen SAMBUR / Mehmet ÖZÇATALOĞLU Nurşen KAYGISIZ / Rıza ASLAN / Emrullah AY / Arzu KARADAĞ Hatice ALTUNAY / Mehmet RAYMAN / Güler KALEM / Mutahhar AKSARI Özden Zehra AKPINAR / Yılmaz BOZAN / Josef KILÇIKSIZ


ÖZGEN çorap

Mrk:Akıncılar Mh. Hürriyet Cd. No: 14 ÖDEMİŞ Tel: 0 232 544 95 23 Fax: 0 232 545 56 95

Cağ Kebap Tavuk Döner Kasap Köfte Edirne Yaprak Ciğer Kömürde Izgara Sandaviç Kaşar Eritmeli Çorba Çeşitleri

DÖNER CENTER

Telefon: 0232.543 28 28 - 0554.648 74 70 İnönü Mah. Şehit Salim İzleyen Cad. No:2 ÖDEMİŞ/İZMİR


1

Tmolos Edebiyat

EDEBİYAT ORTAMI

S

izin de başınıza geldi mi bilmem ama bu yazıyı ikinci kez yazmaya oturdum. Bir gece önce yazdığım yazı sanki hokus pokus diyen bir sihirbaz eliyle bilgisayarımdan yok oluverdi! Başa gelen çekilir deyip oturdum yeniden ve tuşlara dokunmaya başladım. Böyle bir giriş yapmayı kim ister? Edebiyat dünyasında benim yaşadığımı yaşayan kendi kuşağımdan birçok kişi olduğunu biliyorum. Ancak bu, yaptığım işlem hatasını affettirmez. İşin doğrusu, edebiyat ortamı denilince akla binbir şey geliveriyor. Yazılacak, anlatılacak pek çok olay, kişi ve onların dayanılmaz karakter yapıları. Yani işin perde arkası da denebilir. Böyle bir dünyaya kendi isteğiyle adım atan biri olarak yaşadıklarım kadar geçmişte yaşananlar da umarım benim gibi sizin de ilginizi çeker. Böyle bir konuyu ele alırken ömrünü Türk edebiyatına adamış Cevdet Kudret ustanın “Kalemin Ucu” adını verdiği kitaba göz atmadan olmaz dedim. Bu kitabı özellikle genç kuşak yazar ve şairlerin okumasını salık veririm. Yazarların en can alıcı sorunlarından biri ne yazık ki, telif sorunu! Telif: Yayınevlerinin yayımladıkları yapıtların yazarlarına yasal olarak ödemeleri gereken ücret. Bu sorun çok eskilerden bugüne değin yeterince çözüme kavuşmamış en temel sorunların başında gelmektedir. Resim, müzik, sinema, tiyatro, velhasıl sanatın her alanında geçerli ortak bir sorun. Cevdet Kudret, “Sanat alanında emeğinin karşılığını almak kim bilir ne güzel şeydir.” derken, sanki hayali cihan değer dercesine, uzak bir düşü anımsatmaya çalışıyor. Sözünün devamında,”Bense, sanat çalışmalarımın hiçbirisinden herhangi bir çıkar sağlayamadım. Edebiyatın proletaryasıyım ben…” (1) bizi yaşadığı acı gerçekle yüzleştiriyor. Peki, durum bugün çok mu farklı? Belki daha da acınası bir hâl aldı. Kendi adıma yıllardır dergilerde ve gazete mutfağında çalışan biri olarak yayımladığım kitapların (Aranıp da bulunmayacak türde olduklarını ima etmiyorum) yayınevlerine yem olmaması için kendim hazırlığına soyunup basımını sağladım. Hani bazı edebiyat dergilerinin kapağında yazar ya, “Para buldukça yayımlanır!”, ben de kaynak temin ettiğim zaman elimde yayımlanmayı bekleyen dosyalarımı kitaplaştırma yoluna gidiyorum. Kitapların da dergilerden farkı yok elbet. Tekin Sönmez ya da Ahmet Miskioğlu değiliz ki, kıyıda köşede babadan atadan kalma bir şeylerle kimseye eyvallah etmeden yola çıkalım! Edebiyat ortamını tâ derinden koklayan, dönen türlü dolapların tanığı biraz da işin içine kendini katacak denli cesur bir kişiliğe sahip Cevdet Kudret eski dilde intihal yeni dilde aşırma ya da çalıntı olaylarına bakın nasıl kapı aralıyor, sözünü ettiğim yapıtta, dönemin önde gelen yazarların birbirlerine kızdıkları zaman kirli çamaşırları ortaya döktüklerini anımsatarak; “Nazım Hikmet, eski dostu Peyami Safa için yazdığı bir yergide, onun, 'Nuvel Literer'in yapraklarında dolaşarak, Cingöz'le birlikte satırları birer birer aparttığını' açıklamıştı; bizim edebiyat alanına girdiğimiz yıl, bir romanın çalma olup olmadığı konusunda açılan yazılı bir tartışmada, Ercüment Ekrem 'Şiir çalanın dili kesilmelidir' anlamındaki bir dizeyi anmış; bunu okuyan Yusuf Ziya, bizlere, 'Öyleyse, Ercüment'i kıyma yapmak gerek' demişti; bunu söyleyen kişinin, I. Dünya Savaşı sırasında bilmem kaç altın karşılığında yazdığı 'Akından Akına' adlı kitabındaki ısmarlama savaş manzumelerinden çoğunun aşırma olduğunu biliyorduk.” (2) durum, tencere dibin kara, seninki benden karadan hiç farkı yok. Kütüphanemde Hayri K. Yetik'in “Ç'alıntı” kitabı var. İnanın açıp bakmak hiç içimden gelmedi. Zorunlu olmadıkça da sayfalarını karıştırma niyetim yok. Biliyorum ki, o kitabı okuduktan sonraki değer yargılarım bugünkünden çok farklı boyuta gelecektir. Gerek kitap gerek dergi yayımcılarının bu tür çalıntı, aşırma savlarıyla sıklıkla karşılaştıkları bilinir. Eğer yayınevi iyi bir editör istihdam ediyorsa, öncelikle gelen dosyalarda bu tür izlerin olup olmadığına dikkat edecektir. Çünkü işin yasal boyutunda hem yayıncının hem de yazarın zarar görme olasılığı vardır. Bir başka noktaya da değinmeden geçemeyeceğim. Günümüzde masaüstü yayımcılık kavramının gelişimine koşut

Ömer AKŞAHAN piyasada o denli yayınevi türedi ve bunun doğal sonucu büyük yayınevlerine erişemeyen ya da dosyasını kabul ettiremeyenler bunlara yönelip kendi olanaklarıyla kitaplarını bastırmaya çalışıyorlar. Piyasada öyleleri var ki, elini verdiğinde kolunu kaptırmamak işten değil. Aylarca oyalayıp, dağıtıma veriyoruz deyip, kaç adet basıldığı da denetlenemeyen bir iş sonucu hastalanıp yatağa düşenleri tanıyorum. Günümüzden bir örnekle durumun nereye evrildiğini anlatayım. Devrek'te yayımlanan Şehir dergisi sahibi ve genel yayın yönetmeni İbrahim Tığ, derginin Eylül-Ekim 2015 tarih ve 87. sayısında Rüştü Onur'un karısına yazdığı mektupları içeren “Benim Şeker Yavrum” adlı kitabının yayın macerasını anlattığı yazıda, L.Ş. adlı arkadaşının hiç hakkı olmadığı kitaba kendi adını Kaynak yayınları sorumlusu Sadık Usta'ya zorla koydurttuğunu öğrenir. Adı geçen kişi, bu konuda açıklama yapmaması yani susması karşılığında jürisinde yer aldığı şiir ödülünü Tığ'a verme garantisi öneriyor! Sayın Tığ, bu ahlaksız teklifi elinin tersiyle itiyor. Bu nasıl sığ bir anlayış, anlayan beri gelsin… Edebiyat ortamının bu denli kirliliği karşısında saf ve tertemiz duygularla yazarlığa soyunanlara söylenecek daha pekçok şey olsa da, durup bir soluk almalı. Özeleştiri yapması istendiğinde Cevdet Kudret'in söylediklerine kulak vermeli. “Benim başkalarından ayrı olduğumu kim söyledi? Aynı toplumun içinde yaşayan kişi, onun koşullarından nasıl kurtulur? Onları yererken, kendimi de birlikte yermiş oldum.” (3)Bu yazıyla ben de kendimi size ihbar ediyorum. Reklamcının dediği gibi, “kirlenmek güzel” mi, ne dersiniz? Dipnotlar (1) Kalemin Ucu, Cevdet Kudret, Deneme, s. 211, Cem Yayınevi, 1. Baskı, 1991, İstanbul. (2)a.g.y., s.212. (3) a.g.y., s.213.

LEVHA kapıda levha “yeni uyaklar kesik uç yazılır!” “uyur / uyanır” gece mermer boşanır ter göbek dünya yunar geçer

bir sana bir bana göz kırpar rüzgâr eler geçer boşver kenti, asılır her gün kapıda levha sen çık hele dağlara Ömer AKŞAHAN

TAŞLI KUYUMCULUK SARRAFİYE M. Mehmet - Mehmet TAŞLI ÖDEMİŞ PTT Yanı Tel: 543 27 34 KİRAZ Cumhuriyet Mah. İnönü Cd. No:13 Tel: 572 32 37 BEYDAĞ Belediye Yanı


2

Tmolos Edebiyat

Halit PAYZA

KARDEŞİME KURŞUN SIKMAM! zmir 'in işgalinden sonra, silâhaltına alınan iki yüze yakın sosyalist/komünist Yunan askeri, Anadolu'nun işgalinin İngiliz emperyalizminin bir oyunu olduğunu söyleyerek, Türk askerlerine “Kardeşime kurşun sıkmam” diyerek savaşmaktan kaçındı. Askeri mahkemede yargılanan iki yüz asker İzmir'de, İnciraltı sahilinde kurşuna dizilerek ölüme mahkûm edildi. Yunan Genelkurmay Başkanlığı bu olayı 'vatana ihanet' ve askerleri de 'vatan haini' ilan etti. Bu konuda çelişik düşünceler ortaya atıldı. Kimi böyle bir olayın gerçek olmadığını, Tuğrul Keskin'in de aralarında bulunan bir grup yazar da gerçek olduğunu öne sürdü. Ben de “Kardeşime Kurşun Sıkmam” adlı bir öyküyü belgelere ve yazılı kaynaklara dayanarak yazdım, Ulusal Bağımsızlık Savaşı sırasında Edirne'nin Yunan işgaline girmesini, Doğu Trakya'da verilen Milli Mücadeleyi öyküleştirdim. Doğu Trakya'nın işgali sırasında da bu komünist askerlerden bazıları savaşmayı istemediler. Benim öykümde İzmir değil, Doğu Trakya -Uzunköprü, İpsala, Yerköy, Şarköy, Kadıköy, Edirne, Tekirdağ, Çorlu, Çatalca, Hayrabolu- cephesi anlatılır. Kısaca öykümün konusundan söz etmek isterim. Daha sonra Yunan Komünist Partisi adını alacak olan Yunanistan Sosyalist Emek Partisi (SEKE) üyesi komünistler Yunan hükümetinin seferberlik ilan etmesinden sonra anakaradan ve Rumeli'den silâhaltına alınırlar. Askerler, trenlerle Anadolu'ya gelirlerken “Biz oraya savaşmaya değil, oradaki Yunan askerlerini yurda getirmeye gidiyoruz! Kahrolsun savaş!” sloganları atarlar. Bu komünist askerler savaş suçlusu olarak İzmir'e gönderilirler. İzmir'de “Vatana ihanet” suçuyla askeri mahkemece kurşuna dizilmelerine karar verilen askerler arasında onlar da vardır. Öykümün kısa özeti bu! Ben Tuğrul Keskin'in Zito i Epanastasis'ından sonra konuyu araştırmaya başlamıştım. Önemli bir düşün ve siyaset adamının kitabında da bunu doğrulayan benzer bir olgu ile karşılaştım. Sonra oturup -elbette kaçınılmaz olarak kurgusal bölümleri de olan- uzun öykümü yazdım. Öykü üzerinde durmayacağım, yayımlanmadı henüz, kimse bilmiyor, ayrıntılara girmeyeceğim. Yayımlandıktan sonra yeniden tartışılabilir. Ulusal Bağımsızlık Savaşı Düvel-i Muazzama'ya karşı verilmiştir ve savaşın asıl suçlusu İngilizlerdir. Sorumlusu, Lloyd George'tur. Öykü kahramanlarımdan biri şunu söyler, İngiliz emperyalizminin oyununu anlamış durumdadır: “Selanik mi tehlikede Barba oğlum, yoksa Yunanistan mı? Hangi vatan için çatışıyor oğullarımız? Anadolu'nun tapusunu üstümüze mi yapacak İngiliz?” Şair Tuğrul Keskin, son kitabı 'Zito i Epanastasis'i (Yaşasın İsyan) öldürülen askerlere ithaf ederek, olayın doğru olduğunu ileri sürdü. Öldürülen askerler için kurşuna dizildikleri yerde tören düzenlendi ve askerler ilk kez İzmir'de anıldı. Star gazetesi yazarı Cemil Koçak ise kurşuna dizilen Yunan askerlerine ilişkin hikâyenin “Günün politik, ideolojik ve hatta psikolojik ihtiyacını bir şekilde karşılayabilecek malzeme yaratabilmek amacıyla yazılmış olabileceğini,” söyledi. Efsane ya da gerçek, bu tartışmanın doğru olabileceğine ilişkin Tuğrul Keskin'in, son kitabı olan 'Zito i Epanastasis-Yaşasın İsyan'dan daha önce yazılmış ve yayımlanmış bir çalışma var. Mihri Belli, Gerilla Anıları kitabında Yunan ordusu içindeki sosyalist/komünist askerlerden biri olan Vasil'den (Ben de Vasil'i çağrıştırması için öykü kahramanıma Vasili adını uygun gördüm) söz eder. Şunları yazar; “Sonunda bizi Ege yöresine sevk ettiler. Orada tümeni bölüp başka tümenlere dağıttılar. Cepheye bu şekilde sevk olunduk. Ben, olabildiğince Türklere ateş etmedim. Ama hiç ateş etmedim de değil. Bazen saldırıya geçip üstüne üstüne geliyorlar insanın. Ateş etmek zorundasın. Can savunması. Cephede yaralandım. Bizi Bursa'daki Yunan Askeri Hastanesi'ne yatırdılar.

İ

O r a d a d a b o ş d u r m a d ı k . Ya r a l ı l a r ı bilinçlendirdik, örgütledik. Baştakilerin niyeti bizi bir an önce iyileştirip cepheye göndermekti. Biz ise bütün yaralı ve hastaların Yunanistan'a gönderilmesini istiyorduk. Komutanlarla aramızda sürtüşmeler oldu. O günlerde Kral Konstantin hastaneyi teftişe gelecek dediler. Ayakta durabilen yaralıları hastane bahçesine çıkardılar. Kaputlarımız sırtımızda. Hemen herkes boş bir konserve kutusunu kaputunun altına gizlemiş, Konstantin'i bekliyoruz. Kralın otomobili uzakta durdu. Konstantin indi, bize doğru yürüyor. Ben kol başındayım. Yeteri kadar yaklaşınca 'Haydi çocuklar!' diye bağırdım. Konserve kutularını hep beraber krala doğru fırlattık. Birkaçı ayağına kadar vardı. Bu hareketimizden bir süre sonra, 'İsteğiniz kabul edildi. Yunanistan'a gideceksiniz,' dendi bize. Mudanya'dan gemiye bindirildik. Gemi Çanakkale'den çıktı, güneye yöneldi. Bir de baktık İzmir körfezinden içeri giriyoruz. Başımıza konan muhafız askerlerinin silahlarını baskınla ele geçirdik. Gemiye hâkim olduk. Kaptanı, rotayı Pire doğrultusuna çevirmeye zorladık. O rotada tam Ege'ye açılmıştık ki Yunan donanması bizi kuşattı. Averof zırhlısı da orada. Top namlularını bize çevirmişler. Görüşmeler başladı. Önerileri şuydu: İzmir'e dönecektik. Orada bizi hastaneye yatıracaklar, ilk fırsatta Yunanistan'a göndereceklerdi. İster istemez kabul ettik. Zaten geminin kömürü tükenmek üzereydi, Pire'ye varamazdık. İzmir'e doğru tornistan ettik. Sözlerini tuttular. Bizi bir süre sonra gerçekten Yunanistan'a gönderdiler.” (s.145-146) Mihri Belli'nin anılarında da görüleceği gibi, Gerilla Anıları'nda yazılanlar Tanyol'u doğrular niteliktedir. Mihri Belli'nin yazdıkları, Tuğrul Keskin'in kitabını adadığı sosyalist/komünist askerler vardır ve savaş suçlusu olarak kurşuna dizilmişlerdir. Dileyen dilediği gibi düşünmekte özgürdür. Mustafa Kemal Atatürk'ün dediği gibi “Savaş, eğer yurt savunması için yapılmıyorsa bir cinayettir!” Bu da benim öykü kahramanımdan olsun; “Lloyd George istiyor diye kardeşime kurşun sıkmam Rena. Pis işleri için kendine başka kurşun askerler bulsun Lloyd George.”

DÜŞME ŞİDDETİ Yıl böyle geçti; ölüm şiddetiyle ağlayan günler, ağlatan günler ne ki umutları siper ettik karanlığa karşı -ama nafilevuruldukça vurulduk, tarih gülmedi hiç kardeşliği vurmayan mızrak mı var bilemedik, hani, nerde? vuruldukca öğreniliyor barış ve hayat dili unutur insan, son deprem hep sıradaki bilinemiyor, ne derinlikte çeken uçurum birilerinin cehennemi, cennet diğerlerine savaş kıyıp geçiyor, kazanıyor can alıcıları -kapkara kan evrenin halisıradışı mevsimler salgını, ürperti tufanı ağaçlar gibi taşlar gibi korkuyoruz zamandan ve zorbadan iniyor cehennem çukurunu bulmayan rüzgâr mı var dilemedik, hani, nerde? düştükçe uzaklaşıyor uçurumun dibi. Hilmi HAŞAL


3

Tmolos Edebiyat

HİLMİ YAVUZ'UN “Tâ Sin Mim” ŞİİRİNE BİR BAKIŞ

1

Şair ve şiiri modernist tanımlama içerisindedir. Postmodernizme ait başka metinlere bağlantılar, alıntı kelimeler, ya da kelimeleri kesip ulayarak bozmalar olsa bile (2. Yeni veya 1960 sonrası deneysel/ anlamdan uzak duran şiire yakın) biz bunu şairin amacı olan tasavvufi öğeleri klasik şiirimiz ile destekleyerek belki de yeni bir çığır açma/izlek bulma çabası olarak görüyoruz. Şiirde anlamı/okuyucu'yu zorlayan kelimeler: fâ ü dâd ü lâm ve leyse fi cübbete. Şiirin başlığı Tâ Sin Mim sözcükleri, Kur'an'da 114 sureden 29'u, anlamlarının ne olduğu konusunda ihtilaflar olan harflerdendir. Bu harflere hurufu mukatta'a (kesik harfler) denilmektedir. Sayın Hilmi Yavuz'un Tâ Sin Mim adlı şiiri 'Hurufi Şiirler' kitabından alınmıştır. Hurufilik, 1386 yılında Fazlullah (Fadlullah) Esterabadi tarafından kurulmuş bir tarikattır. Hulûl inancına yani Tanrı'nın, yarattıklarında meydana çıktığına inanmak olarak açıklanır. Temsilcilerinin büyük çoğunluğunun cezalandırılması ve karşılaştıkları zorluklar sonucu günümüze kadar gelememiştir. Bir takım usul ve kaideleri mevcuttur. Şair bu tarikatın hoş sözlerinden değilse bile Hurûfi divan şairi Seyyid Nesimi'den etkilenmiş olabilir. Şimdi ise, Tâ Sin Mim şiirini detaylı inceleyelim. Tâ Sin Mim (bir): Birinci dizesi “leylaklardan leyla'lara eksi k”, İlkbahar'da değişik renklerde açması ile ünlenmiş leylak, Leyla ile kişileştirilmiş, eksi k ile ikisi arasında pek fark bulmamış ve aynı zamanda 'eksik' demeye getirilerek bir kelimeye iki anlam verebilme başarısında bulunulmuştur. İkinci dize olan “ben harflerden inşâ edildim” Nesimi'nin Hurufi görüşlerinden biridir. Nesimi'ye metinlerarası bağlantı kurulmuş bir dizedir. Üçüncü dize “yaz'dan az'a doğru 'y'a” leylak çiçeğinin açma zamanına vurgu ile yaz'dan 'y' düşümü ile 'az', 'z' düşümü ile “ya bendim ya değildim” diyerek beşinci dize olan 'Tâ Sin Mim' nakaratına varılır. Çoğunlukla Tâ Sin Mim ile bitirilmiş ve bu nakarat ile şiire ulvi bir kimlik kazandırılmıştır. (Tâ: Gaybı, geleceği, bilinmeyeni sen bilemezsin. Sin: Sabırla yaşa, her kötülüğe iyilikle cevap ver, Mim: Bizim hazırladığımız sona sen de kavuşacaksın. Sabırlı ol. Ölüm bir son değil başlangıçtır. Tövbe et. Elbet, geleceksin.) Edebi sanatlara örnek verelim: -leylaklardan leyla'lara eksi k (leylak-leyla: Teşhis/ayrıca Tenasüp) 'Ya ben'dim ya değil'dim''deki “ya” sözcüğü, söze güç kazandırıcı olarak kullanılmış Tekrir'dir. Şiire göksel anlam verme işi risk taşır. Algı ise, genellikle olumludur. Devam edelim. İkinci bölüm, mevsimler-çiçekler Teşbih-i Beliği ile kalbinin temizliğini ifade eder, kalben tüm aşklarını memnun edebileceğini gösterir. Bölüm, yine Tâ Sin Mim sofi (sufi) nakaratıyla bitirilir. Tâ Sin Mim (iki): Tâ Sin Mim harflerini açar. Kalpten kalbe ne görürüz diyerek olası, Hurufiliğin Tanrının, yarattıklarında meydana çıktığına işaret eder. Tâ Sin Mim ile yine bir ara nakarat verir. İkinci kısmın, İkinci bölümüne geçer. Gündüzleri ham olan insanın geceleri din bilgini ya da mezhep mensubu yaşamının sonuna doğru ise 'h+ü+z+ü+n' ile olgunlaşmış sufi (sofi) yani “Allah için kalbini saflaştıran kişi”olur. Son dizede “bir 'ü'çoğala çoğaladır güüüüüz” şiirsel anlamda ölümü tasvir eden güz sözcüğü ile öteki tarafta çoğalacağımızı 'Tâ Sin Mim' nakaratıyla tekrar Sofi'ce bitirir. Edebi sanatlara bir örnek verelim: Bir 'ü' çoğala çoğaladır

Mustafa ŞEFİK

güüüüüz (Tam benzetme), Şair ü'ler ile kelime içi sınırsız aliterasyon yapıyor. Bu, çok az şairin başvurduğu (be Different) farklı bir denemedir. Tâ Sin Mim (üç): Üçüncü kısım yine nakarat (Tâ Sin Mim)Aliterasyon ve istifham, 'karalttaki' kelimesi ile okuyucuyu imgelem karmaşasına sokan iki anlamlılık 've ben bütün gökleri sana döndürdüm.' Cümlesinde ayete metinlerarasılık yapılarak postmodern bir cümle oluşturulmuştur. Tâ Sin Mim (dört): 'lamba gibi yüzlerle tanıştık' Ayrıntılı benzetme, sonra, dolgu amaçlı olduğu düşünülen cümleler ve dördüncü kısmın en son dizesi şiirsel anlamda çok iyi bir şekilde bitiriliyor. 'Aşk mıyız, öyleyse baştan ayağa yara ve bere…' Tâ Sin Mim (beş-altı): Bu iki kısımdan ilkinde şair, gül ve çiçek ikincisinde de şair olarak kendi ile konuşmalarına yer veriyor. Bu dizeler sentaks ve şiir çerçevesi açısından çok iyi olmasına rağmen şiir semantiği olarak algılamaya gerek duyulmayacak bir nevi 'edebi aforizma' denilen felsefi bir türdür. Eksi bir durum olarak, altıncı kısımda, ipek'a' kelimesi birçok şairin kullandığı yorgun bir kelimedir. (Değişik yazılmış olması farklı olmasını sağlamaz.) Tâ Sin Mim (yedi-sekiz): Yedinci kısım yükleme dayalı düz cümleleri, sekizinci kısım ise şiirin doğal veriminin en çok düştüğü dizeler olarak gözümüze çarpıyor. Tâ Sin Mim (dokuz): 'kötülük çiçekleri açtılar; aç yaz' dizesinde ki “kötülük çiçekleri” Charles Baudelaire'in şiir kitabının adıdır. Dolayısıyla ilgili şiir kitabına arametinsel bir bağlantı mevcuttur. Bir başka kişi, kurum veya esere metinsel bağlantı kurmak olumlu mu? Olumsuz mu? Bu tartışmalar yıllardır yapılmasına rağmen herhangi bir sonuç alınamamıştır. En sondaki nakarat (Tâ Sin Mim) öncesi dize 'bakışlardaki kışlar…' takdire şayan bir son oluşturmuştur. Tâ Sin Mim (on): Onuncu kısmın üçüncü dizesinde 'leyse fi cübbete' ile son dize'de 'karlı dağlar cübbeyse' çok iyi kurgulanarak şiir sonlandırılmıştır. Şair, şiirini her zamanki nakaratı olan 'Tâ Sin Mim' ile bitirir. İlk ve son dize arasında bulunan beşinci dize 'o kışa konardı kuşlar' ise takdire şayandır. Sanatlar açısından: '-leyse fi cübbete…', o kışa konardı kuşlar; (kış-kuş tenasüp sanatı), karlı dağlar cübbeyse…(cübbetecübbeyse tenasüp sanatı) 2. Tâ Sin Mim adlı şiirin ana teması: Tasavvuf 'un (özelde Hurufi kelimelerin) şiire gelenekler ölçüsünde ve farklı bir tarz/tat ile uygulanmaya çalışılmasından ibarettir. Çok başarılı bir Tasavvufi modern şiir (Sûfi Modern Şiir) çalışmasıdır. Bu tür şiirlere ben 'Modern Tekke Şiiri' diyorum. Şiirin biçemi (üslup); ağdalı, süslü ve anlaşılmazdır. Her ne kadar bilindik kelime örgüleri ile harf ve sözcük kesme, çıkarma, yeni duyusal bireşimlere yol açmışsa da bazı cümleler düzyazı felsefe okuması düzeyinde kalmıştır. Şiirde biçim belirli olmasa da dağınık da değildir. Şiir'in yazıldığı ortam, dine merak salma veya Hurufi bir duygusal akşamın duygu durumunu yansıtır. Bu tarz şiirler Yunus Emre'den günümüze kadar biçem ve biçim farklılığı olmasına rağmen konu bağlamında değişmemiştir. Tâ Sin Mim, Tasavvufi, gelenekçi düzleme dayalı da olsa modern bir şiir izlenimini çoğunlukla koruyor. Şairin bize ilettiği total semiyoloji “Sanat sanat içindir”.


4

Tmolos Edebiyat

HAYALLER YARIM KALIR

U

zun aşklar koşucusu bir süreçtir yaşam. Ay ışığında gerçeği ararken bitiverir bir an. Dut böceğinin ipek yolundaki macerası gibi kendi kozanı örersin düşünmeden. Bir günebakan, bir heyelan, yanar dağda akan lav, yanında birbirini tetikleyen bir pınar, Karapınar. İnişli çıkışlı yollardan geçerken menzile doğru, sanmayın ki evren gördüğün kadar. Uçsuz bucaksız, akıllara zarar bir muamma… Yaşam bilinmezlerle dolu gizemli bir yolculuk. Bazen zeytinden zeytinin yağını çıkarıp tekrar zeytinin üstüne dökeriz, bazen de ölmüşlerimiz için hayır ederiz. Şarabı şarap yapan şıranın sabrı olmazsa insanda gerçekler düşte kalır, doğmanın denizinde boğuluruz. Bilim dışı düşler bukağı olur ayağımıza. Yıldız taklidi yapan yakamozlar neden iner suya? Yosuna tutunan ışığın nedir derdi? Daha derin ufuklara kulaç atmak mı? Yoksa suya düşen kızgın demir gibi soğumak mı yaşamdan? Sevdanın maya tuttuğu günlerde bir avuç kar gibi erirken damla damla ölümsüzlüğe mektup bırakmak mı? Yaşamı sorgulamak, sorulara yanıt bulmak değil midir? Missisipi nehrinde yaşayan bir böcek varmış, bir günlükmüş yaşamı. Sabah doğup öğleye doğru ölenlere genç gitti, ikindi ölenlere olgun, akşamüstü ölenlere yaşlanmış gözüyle bakarlarmış. Uzun ya da kısa yaşamak göreceli bir kavram. Önemli olan yaşarken neler yaptın? Ölümsüz bir yapıt bırakabildin mi? Söz uçar, yazı kalır, deyip Sümerler gibi bir yazı mı bıraktınız? Yaşama mühür basmaktır yazı bırakmak. Her ölüm erken ölümdür, derler ya, ne denli çalışırsan çalış, ne kadar kazanırsan kazan ölürken bir şeyler eksik kalır, hep yarım kalır düşler. Anadolu sevdalısı biri olarak kendimi bildim bileli yurdumun kültür, üretim ve siyasi yönünden daha varsıllaşması, daha yaşanır bir ülke olması için didindim durdum. Pek çok şey değişti ama hayal etiğim ülke hâlâ gerçekleşmedi. Torunlarımıza gönül rahatlığı içinde bırakacağımız ülke bu değil. 50, 60 yıl önceye göre çok yol aldık, hayal kırıklığı yaşamıyorum; biliyorum ki tüm düşler yarım kalır. Ömürler sadece amaca ulaşmak için harcanmamalı; o amaca doğru atılacak adımlara yardımcı olmak için de harcanmalı. Kültürel, siyasi, ekonomik temel oluşmadan kurguladığın amaca ulaşmak olanaksızdır. Anadolu yaralı bir ülke, yaraların sarılıp iyileşmesi zaman alıyor. Üstelik yaranın kabuğunu sürekli kaşıyanlar da var. Ama ben inanıyorum ki bu yaşlı ülkenin köklerinden yeni fidanlar fışkıracak, olgunlaşan meyveleriyle tüm ülke beslenecek. İnsan yaşlanıp, belli bir yaşa gelince telaşlanmaya başlıyor. Sanki o giderse dünya yıkılacak. Halbuki bu, bir bayrak yarışı, bizim başlattığımız güzel işleri başkaları tamamlayacak. Doğada her şey doğal işleyişi içinde gidiyor, onun öyle bir telaşı yok. Sen yoksan bir eksik oluruz değil, belki iki kişi doldurur yerini. Onlar bilgi ve birikimleriyle sizin hayallerinizi daha kolay gerçekleştirirler belki. Her insanın içinde biraz bencillik var. Sesli dillendirmese de içinden, “ben görmedikten sonra” diyen bir içses mırıldanır. Güneş nasıl doğudan doğuyorsa; ışığa koşan ışık insanlar, bayrak yarışını devam ettirecekler. Doğa, sürekli değişim ve devinim içinde, tam olarak kimse ereğimize ulaştık diyemeyecek. Sonsuzluğa doğru bir koşu bu, benim yapamadığımı başkaları tamamlayacak. Hem benim çok üstünde durup tapındığm şeylerin çok doğru olduğunu da kim söyledi? İçi boş tutkular yüzünden binlerce genci, çoluk çocuğu katletmiyor muyuz savaşlarda?

Etem ORUÇ Önemli olan hoşgörüyü toplumun her kesimine yaymak. Hiç bitkilerin,ağaçların senin yaprağın neden yeşil, çiçeğin neden pembe diye savaştığını gördünüz mü? Ya hayvan dediklerimiz, yılanı, çıyanı, koyunu, keçisi eline silah alıp birbirlerine saldırıyorlar mı? İçgüdüsel doyumları için başka hayvanları yiyenler doğanın işleyişini insan gibi bozmuyorlar. Bir atom bombasıyla binlerce insanı, çoluk çocuğu, toprağın içindeki karıncayı öldüren insanın yanında karın doyurmak için saldıranın adı mı olur. Tüm evrende olduğu gibi insanlar da ölümlü, evrenin devinim içinde sürekli değişiminin bir sonucu bu. Her şey kendi oluşumu içinde doğal sona doğru gidiyor. Bilsen Başaran: “Hiçbirimiz doğru düzgün sevemedik/Ne olduğunu anlayamadık aşkın/Törelerin boyunduruğuna bağlandı bileklerimiz,” dese de insanlar zarar vermediği sürece daha güzel günlere ulaşacak torunlarımız. Biz biraz buruk ya da gülerek ayrılsak da doğal süreçten sonuç değişmeyecek. İlk çağlardan beri dönüşüm içinde sürüyor yaşam. Dertlenmeye gerek yok. Yarın bu günden daha güzel olacak. Biz düne baksak da güneş yarına doğacak. Yarınlar bencilliğini yenmiş, paylaşımcı insanların olacak. Rüzgârın soluklandığı anlarda özlem ateşe dönüşse de yüreğimize ağlamaya, üzülmeye gerek yok. Doğduğum topraklardan koparmayın beni. Her şey başladığı yerde biter.

BUĞDAY

sisin kabuğu kırılıyor duyulur bi sesle gözlerinden denizler geçiyor kadınım yelken ve nilüfer oluyorsun cehennem aydınlığında kıyısız susmalardan bakıyorsun/bakma görme kaçışlarımdaki kendini çağla ey vakit rengârenk kristaller erit kötürüm şenliğime ki yalnızlığım pelür geçirgenliğidir kağıtların sesine kalbimi okşayarak inceltip kıranın acıyı mermerleştirenin elleriyle yaptım zehir içeceğim testiyi balçık uyuyor şimdi sinemin ağır ateşinde sınırlarımın jiletlitelini çekiyorum etimin huysuzluğuna önbilici bir yargıyla mayın döşüyorum kendi yoluma ötekileri yakıyorum öznelliğimin çiçeklerini yakıyorum taştan bir sandukayı tüm gizemiyle bırakıyorum sularına zamanın) avuntum oluyor yanımdaki kırk yıllık uslu ses ateşi ve nilüferi alıyor içimdeki mağmadan uçurumlarda eteğine tutunduğum asma dağı cehennemî susuzlukların serin pınarı bütün yüksekliklerden avucuna düştüğüm yalvaç gelip çöküyor yanıma 'burdayım' diyor 'buğdayım' Nevruz UĞUR


Tmolos Edebiyat

YİTERKEN

P

uslu, gri bir gündü. Griler şehri sarıp sarmalamış, kundaklamış, sıkıca örtmüştü. Şehir, sanki masallardan fırlamış gibiydi. Yarı var, yarı sisler arasında kaybolmuş bir kompozisyon çiziyordu. Islak zemin yaşanılmışlığın izlerini ağır ağır siliyordu. En kuytu köşelere bile sinen viranelik duygusu, şehri çıkmazlara, anlaşılmazlıklara sürüklüyor, gizli bir bilmeceyi çözdürmek istercesine yoruyordu insanın kafasını. Her köşeden nostaljik bir buğu yükseliyor, insanın genzini yakıyordu. Terk edilmişliği oynamaya çalışan şehirle çelişiyordu bu durum. Gittikçe ağırlığını hissettiren gri, oburluğu üstünde, doymak bilmeyen bir iştahla, evleri, ağaçları, insanları içine alıp bütün renkleri umarsızca yutmuştu. Şehir kendinden kaçıyordu âdeta. Aşkını bitirmiş, yılgınlığa düşmüş, kendi paranoyasını yazıyordu biteviye. Rolünü oynamış, bitirip, köşesine çekilmiş, sonunu bekliyordu sanki. Ruhsuz, hissiz, kof bir elbise biçmiş kendine ve üzerine giyivermişti. Kimliğini yitirmiş, yeni bir kimlik arayışına girmiş gibiydi şehir. Sokak aralarında ayazını hissettiren soğuk, ruhunu buz kestirmiş, hissizleştirmiş, hayalet şehri oynattırıyordu... Adı kaybolmuş. Çıkmaz bir doku edinmişti sokak. Üç apartman ötesi yok gibi. Sis ağır bir örtü gibi düşmüş evlerin üzerine. Köşedeki evin birinci katından bir haylidir bir insan silueti süzülüyordu sokağa. Perde açıktı. Pencerenin tam önünde duruyordu. Pencereden dışarıya, donuk bakışları ile bakıyordu. Şehirle birlikte hayat da anlamını yitirmiş gibiydi. Şehir hüzün dokulu duygularını büyük bir şevkle besliyordu. Hasret kaldığı şen duyguları, samimi gülücükleri, şehir bile silmekteydi bugün. Teselli sözlüklerden silinmiş; ayrılık, bir ok gibi saplanmıştı yüreğine. Gâfil avlanmıştı. Şehir bütün yaşanılmışların üzerine körükle gidiyordu. Başı dikti ama gönlü viraneye dönmüş, yıkıntılar arasında kaybolmuştu. Sonbahar vurgunu yemiş güller gibi sararmış, yapraklarını dökmeye durmuştu. Sürgünlere pirim veren yüreği, hep yitik kentlere düşürüyordu yolunu. Aklına daha önce hiç gelmeyen açmazlara salıyordu duygularını. Bilmediği bir biçimde besleniyordu habire. Kaç saattir hiç kıpırdamadan, aynı noktaya takılıp kalmıştı. İnsanı ürküten bir edası vardı. Hayat belirtisi bile vermiyordu. Şehrin grisini yutan gözleri, fümeye çalmıştı çoktan. Acıyla donmak, hüzünle özdeşleşmek bu olsa gerekti. Yüz çizgilerinden hüzün öyküleri akıyor, içinde gizemli bir tarihi barındırıyordu. Kendi ümidini geçmişin sayfalarına gömerken hissettiği acı bütün benliğini sarmıştı. Sevda acısı bu olsa gerekti. Yürek arşivinin, tozlanmış raflarından özene bezene seçtiği, parlattığı o güzel duyguları, bir anda geri yollamıştı. Kışa dönmüş yüreğinde, gençlik yıllarının bahar açan duygularını beslemiş, pervasızca semirmesine izin vermişti. Şimdi, besleyip büyüttüğü duygularını, hızla yazdığı romanını bir anda silivermek, boşluğa düşürmüştü onu. Mekân-zaman duygusunu kaybetmiş, açlık-tokluk hissini yitirmiş, kayıp bir kişiliğe bürünmüştü. Kendini tanıyamıyordu. Sanki biri içindeki ışığı alıvermişti. Dönüp içine baktığında kocaman bir boşluk, doldurulamayacak bir yitirilmişlik duygusu görüyordu. Peşini bırakmayan yosun tutmuş bir ses, kulaklarını tırmalıyordu. Nasıl olmuştu da bu kadar kendini duygularına kaptırmış, gerçeklerden bu kadar kopabilmişti! Ufkunu aydınlık fikirlerle süslemiş, hep güneşli günler düşürmüştü gelecek takvimine. Aklına her şeyin bir anda

5 Melek GÖZTEPE yaşanılmamış gibi olacağını, hiç getirmemişti. Sevgiyi yutarcasına içmek, bütün yıldızları dağarcığında toplamak istemişti. Yandırdığı od, hiç sönmeyecek gibiydi onun için. Közün bir anda küle dönebileceğini hiç düşünmemişti. Belki de böyle düşünmek işine gelmişti. İnce bir dantel gibi ince ince işlediği gelecek düşü o kadar hoştu ki, umutsuzluklara hiç pirim vermemişti. Şimdi başını alıp, göçmen kuşların peşisıra başka iklimlere yol almak istiyordu. Onun hâtıralarının olmadığı, onu anımsatan her şeyden uzak diyarlara kaçmak istiyordu. Aklını oynatacak gibiydi. Gönül toprağında sessizce akan hüzün nehirleri gittikçe aşındırıyordu duygularını. Yaralı kalbine bir tuzak gibiydi bugün şehir. Dinmiyordu, bitmiyordu acısı. Düşündükçe yalpalıyordu sevgi patikalarında. Keşke geçmişe dönebilseydi. Yaşadıklarını hiç yaşanılmamış kılabilseydi. Ne çok isterdi bunu. Dumura uğramış düşüncelerini, başka türlü kurgulayabilseydi keşke. Daha önce “keşkelerle” hiç yaşamamıştı. Yabancıydı bu duruma. O yüzden çözüme nasıl ulaşacağını, böyle bir durumda ne yapacağını bilemiyordu. Duygularının esiri olmuştu. Şimdi onlara hiç ama hiç söz geçiremiyordu. Hiç böyle çaresiz kalmamıştı. Neydi o? Kimdi? Hayatın içinde ne anlam ifade ediyordu? Bu konudaki şüpheleri her an büyüyor, devleşiyordu. Bu umutsuz soru ve düşüncelerin altında gittikçe eziliyordu. Kendini gerçekten çok küçülmüş hissediyordu. Kendine karşı dürüst davranmaya çalışıyor ama nerede hata yaptığı konusunda bir karara varamıyordu. Kendisi kadar O da suçluydu. Saatlerdir kilitlenmiş dudakları aralandı “Suçlusun sen de benim kadar.” diye mırıldandı. Transa geçmiş pozisyonundan sıyrıldı. Kendine bile yabanıllaşmış sesi kendine getirdi onu. Şimdi öksüz kalmış bir çocuk gibi hissediyordu kendini. En sevdiği, hayatını anlamlandıran değerini yitirmişti. Hayatını şöyle bir irdelediğinde annesinden başka kimseyi -O'nun dışında- bu önemli noktaya oturtmadığını hayretle fark ediyordu. Bunu kendisi yapmıştı, kendisi büyütmüştü karşısındakinin hayatındaki yerini. Hayatının her ânını doldurmasına izin vermişti. Ona muhtaç hissediyordu kendini. Bu muhtaçlık duygusu yiyip bitiriyordu onu. Dayanması çok zor geliyordu. Ve en kötüsü onun tüm yaşadıklarından haberi bile yoktu. O bütün her şeyi kendi içinde yaşamıştı ama bitiren kendisi değildi. Güzel duygularını hep o güzel yüz beslemişti, farkında olmadan. Hayatına bir anda girdiği gibi, bir anda da çıkıp gitmişti. “Hoşça kal, ben gidiyorum, taşınıyorum bu şehirden,” demişti. Gidiyordu. O son bakış aklına yerleşmiş, silinmek bilmiyordu. O masumiyet akan, mahzun bakışı özlüyordu. Bakmanın güzelliğini o gözlerde görmüş, öğrenmişti. Çorak yüreğine o bakışla ekmişti sevgi tohumlarını. O bakışla mayalamıştı güzel duygularını. O bakışla beslemişti gelecek adına taşıdığı beklentilerini. Şimdi o yoktu ve kendisinin de olmasının bir anlamı yoktu bu şehirde. Pencerenin önünden ayrıldı. Etrafa dağılmış kıyafetleri apar topar topladı. Dolaptan çıkardığı bir valize tıkıştırdı. Neresi demişti? İli hatırladı, ya semt? Onu gidince de bulabilirdi. Öyle ya cep telefonunu vermişti ona. Arkadaştılar ya! Evet, bu işin başka çözümü yoktu. Burada yaşamaya daha fazla dayanamayacaktı. İlk uçak, olmazsa ilk otobüse yetişmeliydi. O bilmese de onunla aynı şehirde aynı havayı solumayı, uzaktan da olsa arada onu görmeyi başarabilirdi. Bu onu ayakta tutmaya yeterdi. Kapıyı çekti ve çıktı. Gri şehrin, ıslak sokaklarından, yeni umutlarının izini sürerek, şehrin soğuk tablosunda sıcak izler bırakarak yitip gitti.


Tmolos Edebiyat

ROMAN TÜRÜNDE ANA İZLEK, KURGU VE ESTETİK Bahri KARADUMAN

K

Mustafa GÜLDÜRÜR

Tel : 0532 42 47 603 Faks: 0232 54 338 42 guldururfidanligi7@gmail.com Atatürk Mah. Karşıyaka Semti Fatih Cad. No:37 Ödemiş/İzmir

onusu ne olursa olsun düzyazı bir anlatı türü olan roman, temelde kurgusaldır ve bu kurgunun en önemli özelliği zamana dayanması, başka bir söyleyişle tarihsel olmasıdır. Bu tarihsel özellik, insan-toplum-yaşam üçgeni içinde eleştirel gerçekliği de barındırır. Romancı ister bireysel ister toplumsal olsun bu gerçeği bilinçle işlemek, kurguyu o ana izlekte vurgulamak zorundadır. Her yazarın belirli bir dünya görüşü, yaşam felsefesi vardır ve bu görüş, bu düşünce romana mutlaka yansır. Tarihsel gerçeği, işleyeceği konunun özüne sindiren sanatçı, estetik bir amaca da yönelir. Sanatın olmazsa olmazı estetiktir. Estetik düzeyin niteliği yapıtın sanat değerini ortaya koyar. Bu düzey yapıta yeterince yansıtılmamışsa emek, kuru bir anlatımdan öteye gitmez. Romanın egemen estetiğe göre değişebilen yasaları da vardır. Bunlar tanıma dayalı yasalar değildir ve belirli bir sınır yoktur. Bu sınırsızlık yazara çok büyük bir özgürlük alanı kazandırır. Romanın çok yazılan bir tür olması, çok okunması, başka dillere çevrilmesi, kuşaktan kuşağa aktarılması belki de bu yüzdendir. Gerçek sanat yapıtları okuru yüceltir. Ona zenginlikler kazandırır. İyi bir okur, bunun bilincindedir ve doğal olarak seçicidir. Öyle nitelikli yapıtlar vardır ki, bunlardan birini okurken onun dünyasında yaşamaya, kahramanları gibi düşünüp konuşmaya başlarız. Fethi Naci'nin roman türüyle ilgili bir saptamasını çok beğenirim. “Bireysel psişik yaşamı nesnel olarak değerlendirebilen 'psikolojik yazı' gelişmeseydi roman türü doğamazdı,” diyor Fethi Naci. Gerçekten de bireyin iç yaşamının derinliği, anlatıyı sıradanlıktan roman diline ulaştıran önemli bir yapı taşı. Farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde yetişen insanların aynı yapıttan, yüz yıl sonra bile aynı biçimde etkilenmesi sanatın insan için ne denli önemli olduğunu vurgular. Roman dramatik, trajik ya da şiirsel olabilir; ama hiçbir zaman dar anlamda bu ayrımların kalıbında kalmaz. Anlatımdaki sonsuz olanaklar, ele alınan olgunun kaçınılmazlığını vurguladığı için yapıt, kimi zaman akla yakın, kimi zaman akla aykırı, kimi zaman gerçekçi, kimi zaman da gerçeğe karşıt bir görünüm kazanır. Bu iç değişim olanakları kurgusal niteliği hazırlar ve birbirinden farklı yüz binlerce romanı okurla buluşturur. Gerçek göreceli bir kavramdır. Herkesin gerçeği farklı olabilir. Romana bu nedenle “Olağanı olmuş gösterme sanatıdır” denir. Bu türün doğuş nedeni de aslında olayları anlamak, anlatmak gereksinimidir. Anlayışlar, kavrayışlar, beğeniler çok farklıdır, ama roman sanatı klasik değerleri koruyacak; yeni yapıtlarla sürüp gidecek, roman her dönemde okunacak, yazın dünyasındaki yerini hep koruyacaktır.


77

Tmolos Edebiyat

YAZIN YOLLARININ KİRLİ SULARINDA “Altmış sekiz kuşağıydık Şekere hasret somuna düşlü Köyü kente taşıdık kendimiz göçebe Âşık da olduk sevgilerimiz kanser Geçimsiz olduk sonunda. (Devrimciler de Âşık Olurdu” şiirimden.)

G

eçimsiz mi olduk yoksa geçimsiz mi sayıldık? Düşünmemin yaşlılık günlerine düşmesi de düşünülesiydi. Bilsemelerimi, üzüntülerimi, yanlışlarımı/doğrularımı birileriyle paylaşmasam yüreğimde kararıp toprağa karışacak korkusunda düşmesem yazar mıydım? Altmış yıla yaklaşan okuma sevdamın içinde sevdiğim yazarlarla, sanatçılarla, düşünce insanlarıyla duygusal bir bağ kurmayı, iyi bir örnekten örneklemek yanlış mıydı/doğru mu? Yaşadığım günler gösterdi de içimde birikti kirli sular. Yazdığı kitapla ülkenin tabularını kırmanın yanında cezaeviyle de tanışan, omurgasızların kendisinden uzak durduğu korkulan yazara; Muğla-Yerkesik bucağından gözü kara, omurgalı genç bir bayan öğretmen cezaevine mektup yazarak 'Geçmiş olsun!' dileklerini iletir. Teşekkür yazışmalarından sonra doğan örnek evlilikten öğrenmiştik evlilik kurumunu. Duygusal mı gelmişti, onurlu bir duruş muydu da, tüm sanat insanlarının evliliğinin böyle olmasını beklemiştik? Okuduklarımızın suları derinleşip öz yaşam öykülerinin ucunu araladıkça içimde acımsı kara sulaklar birikmeye de başlamıştı. 'Geçimsiz olduk sonunda.' dizelerini yazdığımda daha derinleşememiştim demek ki, dalınacak sular çıkarılıp bakılacak yaşamları görmem gerekiyormuş. Kimsenin özel yaşamını irdeleyip taraflardan birini suçlama ukalalığını yapmak istemem. Sevdiğim yazarın, sanatçının, düşünce insanının evlilik kırılmaları, bozulmaları, dağılmaları, yeniden kurma çabaları içimde derin çentikler açıyor, taraflardan çok çocukların yaralanmış kişiliklerinden derin acılar duyuyorum elimde olmayarak. Bu gereksiz (!) kaygılar 'Yazarın verimliliğini engelliyor mu?' sorusuna takılıp kalıyor. Kırılmalara, dağılmalara, yapıştırmalara, yeniden kurma girişimlerine dayanan yaşanmışlıklar belki çağdışı evlilik anlayışı olarak düşünülecektir. 'Herkes anlaşamadığı kişiyle sancılı bir evliliği sürdürmeye tutsak edilmek zorunda mı?' düşüncesinde olanlar da çoğunluktadır belki. Ben, eşlerden çok çocukların yanındayım. Başlangıcı araştırma gerektiren akağı, Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Mehmet Akif, Nihal Atsız kuşağından alarak kolayca izleyebildiğimiz yaralı evlilikler deresine dökmeye çabalarken, günümüz yazar, sanatçı, düşün insanı sularını izlersek ilginç bulgularla içimiz acırken, değişik düşünme yollarına da dayanıyoruz. Eşi despot, kıskanç, dar çerçeveli yaşamı dayatmasaydı Tevfik Fikret daha mı verimli olurdu; oğlu Haluk'un geleceği değişik boyutlarda mı sürerdi? Yahya Kemal'in rint yaşamı şiirinden daha mı az konuşulurdu? Ülkemiz şiirinin babası Nazım Hikmet ustamız, delicesine sevdalar büyüttüğü kadınlarıyla şiirini de büyütmüş; dayanılmaz hastalık ve cezaevi çilesine dayanak bulabilir miydi? Haklı olduklarını düşünürken, bir de sevdasına tutulmuş kadınların kırılmış duygularını, dağılmış yaşamlarını düşünmek gerekmiyor mu? Verdiği acıları mı, tattırdığı mutlulukları mı ölçü almalıyız? Mehmet Akif çocuklarına böyle bir yaşam mı düşlemişti? Sevdiğim, örnek aldığım öğretmen yazarın eşini de

Rahim GÜR tanırdım. Yazdığım bir mektupla selam gönderdim eşine. Köprülerden değişik sular akmış ki gelen yanıtta “Ben sizin bildiğiniz A… hanım değilim, ikinci eşi İ… hanımım.' dediğinde şaşkına dönmüştüm. Yazar olan ikinci eşin tüm kitaplarını okumayı, tanıtımlar yazmayı görev bilmiştim. Özyaşam öyküsünü yazdığı kitabını okumasam acım büyümeyecekti belki de. İki binli yıllarda kadın-erkek ilişkisini öne çıkaran roman ve öykülerde feminist (!) düşüncelerin öncülerinden olmasının nedenlerini anlarken öç alma duygularının da etkisini düşündüm. İç sızım iki kız çocuğuydu. İkinci yeni kuşağı sanatçılarında daha çok moda olduğunu düşünmeye başlamam boşuna mıydı bilemiyorum? Bir soyadıyla sevdiğim, önemsediğim, okumayı sürdürdüğüm bayan yazarın adı aynı, ayrı soyadlarla yazdığını da ayrımsayınca 'Çocukları var mıydı?' sorusunu çoğalttım. Güllüşah ile başlayan Âşık İhsani yolu, Şah Senem durağında nasıl yaşandı? Âşık İhsani neden üretici gücünü yitirdi? Ünlenmeye başlayan halk aşığımız üç kuruş kazanınca bıyık burup bakışına çalım vererek evdeki eşini boşaması, yeni sevdalar peşine düşmesi şaşılası bir olgu değil mi? Siz o halk ozanının söylediğine inanır mısınız? Eşiyle, çocuklarıyla, yakınlarıyla barışık yaşamayı becerememiş kişinin sözünü önemser misiniz? Yazdığı şiirlerle adı yazın ortamında duyulmaya başlayan öğretmen ozanın, eşi yazın öğretmenini öğrencisiyle aldatıp yeni sevgiliye takılması romantik görünebilir değil mi? Altsanan eşin ozan hakkında tek olumsuz söz söylememesi, iki çocuğuna ana baba olması, anaç kollarında yaşama hazırlaması az bir şairlik midir? Kırılmış çocuklardan birini tanımasam böylesi acı duygular çöker miydi içime? '60, '71, '80, 2002 toplumsal kırılmalarının yazar, sanatçı, düşün insanların özel yaşamlarını filizkıran fırtınalarınca dondurup dağıttığının da bilincindeyim. Yaratılan sindirme, yok etme, dayatmaca göçürmelerin korkusundan dağılan ocakların da en yaralıları çocuklar olmuştur. Ünlü siyaset ve bilim insanı olan kişinin kız kardeşi ile ünlü bir eylem önder gencin evlilik depremi en acınası örneklerden biridir. Tutuklanma korkusundan dağılan evin bedelini ödeyense; dayının annenin, babanın yönlendirmesiyle kırılmış, yaralı bir kız olarak yaşamını romanlaştırarak önümüze çıkınca okuduklarımdan ağlamak zorunda kaldığımı söylemekten utanmayacağım. Dayının siyasal görüşü toplumda yayılamadı, baba sonunda anarşizmi yeğledi, ana acılarıyla yaşamak zorundadır. Kızın yazdıklarını değerlendirmek usumuza düşlemedi daha. Yazdığım yazıyı da yayınlama cesaretini gösterecek bir dergi bulamadım ülkemde. Yazarları, sanatçıları, düşün insanlarını dar kalıplar içinde düşünmemeli, sevdaları da evlilikleri de özgür düşüncenin etkisindedir. Aile ortamının kısıtlamaları üretmelerine sınır, zarar getirir. Özgür olmayan sanatçı üretmez iyimserliğinde kendimize haklılık payı aramaya kalkışalım. Onbir çocuğu, çekilmez bir eşi olan Dostoyevski düşüyor usuma. Mutfakta, dizinde, ev halkının ortasında yazmaya çalışan yazarı anımsıyorum. Ölümsüz yapıtlarını özgür yaşamında, derin sevdalarla ama eşinin anlayışlı yardımlarıyla mı yazdılar? Savaş uçağında, cephede, saldırıda yazanların yüreklerinde sevda titremeleri olmaz mıydı? Dünyamızda ve ülkemizde sanatçı kuşağı var olan yönetime, aksayan düzene karşıt olmakla bilinir, doğrusu da budur. Aydın duruşu siyasal çalkantılı dönemlerde değişik siDevamı sayfa 8'de


8

Tmolos Edebiyat

YAZIN YOLLARININ KİRLİ SULARINDA

Rahim GÜR

Sayfa 8'den

yasal düşüncelerin etkisinde kalmıştır. Kalması da olağandır. Belirli siyasal düşüncenin içinde kendisine yer aramaya çabalayan aydının kendisini izleyenlere, beğenenlere, inananlara iyi örnekler olması da beklentilerimiz arasındadır. Kendisiyle, eşiyle, çocuğuyla, çevresiyle uyum sağlayamamış, evini-evliliğini koruyamamış yazar sosyalist olsa ne yazar, faşist, dinci olsa ne yazar? Söz buraya gelmişken ülkemizin yazarlarının, sanatçılarının, düşün insanlarının kaynağına bakmayı unutmamak, sözümüze de açıklık getirecektir inancındayım. Osmanlı'dan günümüze uzanan süremde yönetimi elinde tutan Oligarşinin (erguvani güçler) sanatı, düşünce insanlığını, aydını da kendi dar çevresinin içine alarak, istediğine göre yaratıp biçimlendirerek, tozunu alıp parlatarak kullanıma sürmüştür. Yazarı yayımcıya pazarlarken de benzeştiği yazarlara bu olanağı sunmuştur. Cumhuriyet dönemi ikinci kaynağı yaratmayı başarmıştır. Anadolu bozkırının zeki çocukları, devletin kıt kanat sunabildiği Köy Enstitülerini, yatılı okulları zorlayarak yazma tutkusunda çimlenmeyi başararak geleneksel yapıyı delerek varlık savaşımına girişmiştir. Yönetim erkinin sıkıntısı kendi isteklerine başkaldıranlarla, kırsaldan gelenlerin direncini kırmaya yönelmiştir. Kırsaldan gelenlerin dayatılan güce karşı ihaneti seçenleri sorun olmamıştır da her iki kanadın omurgalılarının duruşunu içselleştirememiş, sakıncalı görmeye başlamıştır. Oligarşinin yazarları ile taşranın sınıf atlama aymazlığına düşen öbeklerin sergiledikleri özenti yaşam, özenti evlilik ilişkileri yazdıklarımızın özeğini oluşturmaktadır. Oligarşiden gelen aydın geldiği değer yargılarının dışına çıkamaz. Yanlışı/doğrusu ile gördüğünü yaşar da, dayanılmazın özentisi bağışlanası değildir. Özenticilerin açtığı yaraların sularımızın kirletilmesine neden olduğu inancımı kalınca bir çizgiyle vurgulamak istedim. Yanlış konumlarda, yanlış alışkanlıklarda olmanın, yaşamı kolaydan yaşamanın bir sonucu olduğunu düşünürüm. Hangi memeden emdiğimizin bilincinde olmak çok önemlidir. Varoluş kaynağına ihanet etmek ya da etmemek de omurgamızın niteliğini belirtir. Omurgalı insanlar geleceğimizi belirleyecek aydınlık ve aydınlanmacı önderlerimiz olacaktır. Aydınların, yazarların sanatçıların buluşma yerlerinin ünlü kahveler, meyhaneler, birahaneler, çay bahçeleri, sokaklar, parklar olduğunu ballandırılarak anlattıkları anılarından öğrendik. İçkili, dost söyleşili toplantılardan uzak duran yazarların taşralı sayıldıklarını da özendiklerimizden öğrendik. Şiir okumalara, öykü dinlemelere, roman tartışmalarına ayırdığımız sınır zamanın neresindedir eşimiz ve çocuklarımız? Bohem (!) beğenilerimize kaç kadın iyi niyetle dayanca gösterebilir? Geçimsizlikleri öznesi salt dar çevrenli saydığımız kadınlar mı; yoksa kasaba kültüründen kurtulup kentleşemeyen, baba örfünü sürdüren biz aydın(!)lar mıyız? Korktum böylesi toplulukların içinde olmaktan, yazdıklarımı eşime, kızlarıma okumak daha anlamlı geldi nedense. Belki biri yazmaya özenir beklentisinde miydim, bilmem. Asım Bezirci, Behçet Necatigil, Hasan Hüseyin, Fakir Baykurt, yaktığımız, öldürdüğümüz nicelerinin gözünden bakıyorum akağın burgaçlarına. Sevdalanmayı, bohem yaşamayı, özgürce/sorumsuz yaşamı bilmezler miydi? Kimse inanmasa da ben aşkın gerçek anlamını Hasan Hüseyin-Azime Hanım aşkından öğrendim. Örnek aşklarıyla, örnek yuvalarıyla sevenlerine, örnek alanlarına örnek olma

borçlarını ödediklerine inanmanın iç rahatlığını taşıyamazdım. Ağustos sıcağında değerli vekil adayımız Zeynep Altıok'la sarılıp ağlaşmamızın bir anlamı olur muydu? Bu karmaşada evliliklerinden yaralanmış kadın yazarlarımızın, sanatçılarımızın, düşünce insanlarımızın kadın girişimleri içinde etkili olma çabalarını anlamakta güçlük çekmememin nedeni bundandır. Bölgeci, siyasal bölüntü olmayan girişimlerin erkeklerce desteklenmesinin gereğine inanırken; yenidünya düzeninin yoğunlaştırdığı kadın cinayetlerinin kökeninde yüz yıllık aydın sorumluluğunun izlerinin eksikliğini duyuyorum. Eşine, aşına, ocağına uyumsuz sanatçının her yeri sanatçı olsa ne yazar? Yazına özenen, yazma tutkusuna emek veren ardıllarımıza da bir iletim olsun isterim. Yağmurcalı (uçuk yeşil) sevdaların, düşülküsel düşüncelerin, ayağımızı yerden kesen ilişkilerin çok iyi ürünler verdireceğini düşünebilir, getireceği yapay ünlerin ardında havalanabilirsiniz. Dönüp baktığınızda vardığınız ünle, acı saldığınız yaşamların sonuçlarıyla da yüzleşmenin insanca bir duruş olduğunu bilmek zorundasınız. Ünümüzün esintisi kuruttuğumuz yaşamların nedeni olmasın dilerim. Siz de düşünün bir kez. Günümüzde hangi yazarların eşleri, çocukları, torunları kendileri için yazın ödülleri koyup, kültür evleri, dernek, vakıf kurmayı kendine amaç ediniyor? Kaçıncı kadının kaçıncı çocukları nerelerde? Sorumu düşünmeyi yaşam boyu unutmayınız okuma-yazma sevdalı kardeşlerim. “Bindim Tütün Küfesine”nin omurgalılığından, “Tozlu Altın Kafes”in dayatılmış tutsaklığına yaptığım gezintide kadınlarımız, kadın yazarlarımız adına içim acıdı. İşin devrimci akaklarına da us yordum. Marksizm'in, sosyalizmin, komünizmin teorisyenliğine sıvanan ünlülerin yasa dışı yaşamlarına da epeyce öke besledim. ' Arkadaşının eşini ayartandan komünist mi olurmuş?' kırılmamı kimseye söyleyemesem de içimde zift öfke besledim. Çok parlak söylemlere karşın altsanan kadınlarımız adına çooook üşüdüm. Ünlü bir yazar, sanatçı, bilim insanı olmakla, iyi bir insan olmanın yüzleşmesini yaptım şu son günlerde. Çok önemli düşünceleri anladık da, denizlerimizle kadınlarımızı anlayamadık gitti. Sürgit bozkır mı kalacağız bilmem? Yaşam boyu evli kalıp, inanç birliğini, yaşam arkadaşlığını sürdürebilen yazarlarımız çağdaş insanlar değil miydi? Çağdaş kadın yazar olmanın ölçüsünü bilen söylesin de biz de öğrenelim.

SOLMUŞ ÇİÇEKLER OLMADAN ince belli güzel usta işi ince camdan bardakta çay gibi gülümsemeyi içebilsek geçmiş örseleyen acıları cılız akan dereler gibi geçebilsek solmuş çiçekler olmadan karlı dağların yamacında kardelen olsak buzdan sularda yüzer gibi sevişebilsek Orhan GEVREK


9

Tmolos Edebiyat

LİMON ÇİÇEKLERİ

K

armakarışık bir günündeyim, beşinci mevsimin bilinmez bir ayının. Koşturuyorum evimin odaları arasında. Birden lime rengi bir kutu çarpıyor ayağıma. Eğilip alıyorum kutuyu yerden. İçinde, yüzlerce cam parçası... Nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde, elimden kayıyor. Çıplak ayaklarımın üzerine ve etrafına saçılan cam kırıkları... Ayağımda kesikler, açmak için ufacık bir kıpırtımı bekliyorlar. Ne yapacağımı bilemeden, bir süre öylece kalakalıyorum. Hareketsiz ve donuk... Odanın bir köşesine, yapabileceğim en mesafeli atlayışımı yapıyorum sonra. Buna rağmen, her iki ayağımdan da hafif bir kan sızıyor odanın tahta döşemelerine. Ayaklarımı yıkamak için hızla lavaboya yöneliyorum. Oyma taştan küvetin içine girip musluğu açıyorum ve musluktan akan tuzlu su, ayaklarımdaki kesikleri daha çok açıyor, daha çok acıtıyor. Yakıcı ve kavurucu bir acı... Olay yerine yeniden döndüğümde, bir fare ordusunun, zeminin tahta döşemelerine sızmış olan kanımın etrafında bir çember oluşturduğunu görüyorum. Hepsi pür dikkat, yerde parlayan kanımı izliyor. Kırmızılığına hipnoz olmuşçasına... Tarifi imkânsız bir iç bulantısı duyuyorum o an. Tüm kuvvetimle duyuyorum, içimde sızlayan damarlardaki akışı. Onları orada bırakıp, içimde duyduğum acılı dehşetin şiddetinden kaynaklanan bir hızla kapıyı çekerek, dışarı atıyorum kendimi. Asansörün 13. kata gelmesini bekliyorum bir süre. Kapı açılıyor ve asansörün içerisinde bir tabut! Tabutun etrafını saran otlardan güzel bir koku yayılıyor, apartmanın 13. kat koridoruna. Yarı kapalı halde duran tabutun sol köşesinden fırlamış bir kadın bacağı... Porselenden yapılmışçasına... Soluk... Ayağında ters giyilmiş ucu açık bir ayakkabı, biçimsiz kesilmiş tırnaklar, sadece serçe parmağında var olan gök mavi bir oje ve ayağında hiç durmadan sallanan gümüş bir halhal. Bir bıçak! Tabutun hemen yanında! Işıltısından gözlerimi açmakta zorlanıyorum ve anlamlandıramadığım bir nedenden dolayı o bıçağı oradan alma isteği beliriyor kafamda. Bıçağı tam kınından ayırırken, birden kırılıyor. İçimi korkudan başka türlü bir üzüntü kaplıyor. Asansörden vazgeçip, sendeleyerek merdivenlere koşuyorum. Toplu iğne ve turuncu tüylerin saçıldığı merdiven basamaklarından aşağı katlara doğru inerken, duvarda yan devrilmiş halde asılı duran bir resim tablosuna kayıyor gözüm. Tarlasına şeker kamışı eken köylülerin olduğu bir manzara resmi, bu. Ne kadar süre o tablonun önünde durup, izlediğimi ve o şeker kamışının kokusunu içime çektiğimi hatırlamıyorum. Zihnim başka yerlerde dolanıyor gibiydi. Bir zaman sonra, arkamda duran birinin varlığını hissediyorum. Arkamı döner dönmez, korkunç derecede makyajlı birinin şaşı gözlerini, gözlerimde buluyorum ve ıslık çalmaya başlıyor tam da bu esnada. Yüzünün hali, içime bir ürperme veriyor. Ruhumda yarattığı o kötü ve karanlık havaya rağmen, çaldığı ıslık o kadar büyüleyiciydi ki... Büyülenmek istiyorum. Şeker kamışı eken köylüleri izlerken, bu ıslığı dinleyerek büyülenmek... O da ne! Tablo yerinde yok! Hızla dönüp yeniden arkama bakıyorum, o da kaybolmuş. Bir saniyenin binde biri kadar bir zaman zarfında yok olmuştu ve ardında bıraktığı zaman hiç bitmemecesine ağırlaşmıştı. Gözlerime serilen hayretle, yüreğim eriyerek ruhuma karışmıştı ve o büyüleyici ıslığı hâlâ yanımdaydı, duyuyordum, kulaklarımdaydı. Sonra birden ıslık kesildi ve bir deprem sarsıntısı olmaya başladı. Hızla koşarak, kendimi sokağa attım. Bir yıkım meydana gelmemesine rağmen, apartmanın tepesinden ince, beyaz bir duman yükseliyordu. Sokaklar, sessiz ve kimliksiz... İçinde bir tek insanın bile olmadığı, bir eğlence parkının yakınlarından geçiyorum. Bir küçük sokağın başında, limon çiçekleri satan esmer bir kızla karşılaşıyorum. Bukleli saçları ve zümrüt yeşili gözleriyle bana yaklaşıyor o çiçekçi kız. Sepetini koluma takıp, eteklerini savurarak yanımdan uzaklaşıyor sonra. Dudaklarına yerleşen bir ıslıkla uzaklaşıyor... O uzaklaştıkça, ıslığının sesi daha da bir yükseliyor, yakınlaşıyor. Gitgide ona benziyor. Saçları kısalıyor, kısalıyor, kısalıyor ve yok oluyor. Makyajı belirginleşiyor, attığı her bir adımda. Kel siluetine bürünüyor giderek. Gözümün görüş açısından çıkmadan önceki son aşamasında, artık tamamen o oluyor. Bir rüzgâr çıkıyor sonra. Kolumdaki sepetin içindeki limon çiçeklerinin kokusu daha da bir şiddetleniyor. Ruhuma sinen bir koku

Şeyma KOÇ bu. Limon çiçeklerinin üzerine, rüzgârın düşürdüğü birkaç beyaz kirpik... Kirpiklerimin rengi, göz kapaklarımdan ayrılırken, beyaza dönüyor. Sanki beynimin öfkeli bağırışları, gözlerimden dökülüyor. Rüzgâr daha da şiddetleniyor. Yollarda uçuşan albüm yapraklarının ardından koşuyorum. Hatıralarım savruluyor ömrüme. Ömrüm savruluyor sanki... Adımlarım dolanmaya başlıyor koşarken. Biraz önce önünden geçtiğim tek katlı bir direk göçüyor. Penceresi açık, zemin kattaki bir evin perdeleri uçuşurken, masanın üzerindeki lamba fitilinin tamamen yanıp bittiğini görüyorum. Cesaretim kabuklarından soyunarak, çırılçıplak kalıyor. Korkuyorum. Rüzgâr diniyor sonra. Gün yıkılıyor. Güneşin lekelendiğini görüyorum. Bir uçurumun kenarında koyu mor çiçekler açmış bir ılgın ağacının altında buluyorum kendimi. Ağacın hemen yanında kum saati, birkaç tebeşir, kırık bir tarak, ekşi vişnelerle dolu tabaklar ve boş bir yatak... Sıçrayarak uyanıyorum. Düşmüştüm. Gözlerim ağırlaşmıştı ve bir koltukta uyuya kalmıştım. Uykum beni bir rüyaya yolcu etmişti. Zamanı eğip büken zihnime rağmen çalınan parçanın Bach'ın 1027. senfonisi olduğunu anlayabiliyordum. Bir piyano ve viyolonsel resitalindeydim ve düşlerimi ruhuma koyan parça buydu. Karşımda bir ay ışığı, kızım. Melankolinin tüm renklerini yansıtan elbisesi ve ellerinde toplanan ihtirasıyla karşımdaydı. Bir genç kızın dişiliğe uyanışının coşkulu heyecanını taşıyordu elbisesi ve viyolonseli kavrayan elleri ne soyluydu, ruhunun diliyle konuşuyordu! Kızıldı saçları, alabildiğine kızıldı ve çilleri vardı burnunun üstünde. Bir de duru beyaz yanaklarını süsleyen gamzesi. Her ikimizin de taşıdığı kör olasıca o lanet hastalığa rağmen, yüzünün bu saf aydınlığı, karanlığı yırtan ışıltılı gözlerinin zarif bir umuduydu. Mutluydu. Coşkuluydu. Bütün heyecanı üzerindeydi. Göğsünün içinin titreyişini hissedebiliyordum. Sonra... Ellerinin titreyişini duydum. Boğucu bir tedirginlik yaşadım o an. Hatalı çalınan bu son parçanın ritimleriyle inişli çıkışlıydı duygularım ve yakınlaşan birinin hızlanan ayak seslerini duyuyor gibiydim. Kimdi bu gelen? Resital bitmişti. Piyanistle beraber bizleri selamlamak üzere ayağa kalkarken, uzun elbisesinin altından bir anlığına görünen sol ayağındaki gümüş halhal... Tarifsiz bir his uyanmıştı o an içimde. Kalbimin kuvvetli bir elle sıkıldığını hissettim. Yüreğimi sıkıştırıyordu içimdekiler. İçim çekiliyordu. Rollerimizin içine düşmüştük. Gördüğüm rüyanın içinde eriyor gibiydim. Yüzü birdenbire değişti. Zıtlıklara bürünmüş imgelerin damgasını taşıyordu. Karmakarışıktı yüzü. Kalbimin yere düşüp, ürpertici bir şıngırtıyla kırıldığını duydum. Yere yığıldı birden. Yükselen alkışlara karşılık, alçalan bedeni ne hüzünlüydü... İsyan duydum içimde o an. Bağıra çağıra onu söylüyordu içim. Bir süre öylece kalakaldım. Sonra delicesine fırladım yerimden; fakat yalpalayarak yürüyordum. Bağrışmalar yükseliyordu salondan. Oysa ben kalabalığın ıssızlığındaydım. Çenesini tutup yukarı kaldırdım. Bir sükût yapışmıştı dudaklarına... Tuhaf bir ifadesi vardı yüzünün. Mutluluğunu sonsuza kadar savunmak istercesine, bir gülümseme bırakmıştı ağzının kenarında. Tüm isteğime rağmen ağlayamadım o an, çünkü insanı bu fiilinden alıkoyuyordu bu gülüş. Yine de ne denli ağırlaşmıştı yaşamak! Elimde dönüş tarihi belli olmayan bir biletle yalnızlığıma varmıştım. Acılı kalbimi saracak kimsem yoktu. Uyutulması olanaksız gibi görünen bir keder taşıyordu yalnızlığım. Uykusuz ve muharebeli geçmişti geceler önce. Sonra bitmemecesine uzun uykularla ödemiştim uyku borçlarımı. Hayata bir şekilde devam etme gücünü bulmuştum kendimde. Havalar sertleşmişti. Rüzgârlar birbirini kovalıyordu. Dönüşüm için kurduğum yolculuk düşlerimi kendime yorgan yapıp, karanlık ve soğuk gecelerde üstüme çekiyordum. Günlerden bir gün bir rüzgâr gelip, aralanmış pencereden kokusunu bıraktı yatağıma. Gelişi gidişini anımsatıyordu... Limon çiçeklerinin kokusuydu, bu. Yıllar önce kızımın ellerinin hayat verdiği, ufak bir fideden büyüyen, bahçedeki o heybetli ağacın, o limon ağacının, çiçeklerinin kokusuydu bu. İçime çektiğim bir koku, yolculuğuma yakışır bir mevsim...


10

Tmolos Edebiyat

TAVANDA ÜÇ GÜN yaşayan ve yaşamayan'a 1. gün / akşam yarısı / asılma anı. Bu kırıcı bir oyun ipi boğazıma sarıyorum ─ anne. Yavaşça iniyor gözlerin sürgüsü. Geçecek ─ inanıyorum istemsiz kasılma nöbetlerim de. İsyan fitili yakıldı mı! Mezar taşlarında ağlayan yazılar görüyorum. Ertelenmiş günlerin hatırına… Bilinsin ki suçlu gecedir. Urganıma yükledim sırtımda gitgide ağırlaşan bıçakları. --------------Sustu kuşlar bile bu gövde gösterisi sessizliğin.

Sağlık, Hijyen ve Lezzet

ET Kendi Yetiştirdiğimiz Veteriner Hekim Kontrolünde Kestiğimiz % 100 Yerli Dana Etinden Ürünlerimizle Hizmetinizdeyiz.

2. gün / gece üstü / ölü yalnızlığı. Sessizliğe uyandım. Henüz on iki bakire bir gece! Zamanım yok ─ gitmeliyim. Romanlarda yaşamalı insan. … Hepsi benim: bütün tiplerin ve kahramanların artık yalnızlıkları ek olarak sırtımda beton ağırlığı. … uyudu üst kat insanları da. Benim unutulan tek. 3. gün / zamansızlık / . Adım azalıyor. Gökyüzüne asıyorum ipimi: binlerce yıldız… Sayıklıyor hepsi. Adım azalıyor / azaltılıyor adım… Adımı unutuyorum. İnsanlar siliniyor romandan. … Her umutlu dizenin altını çizdim bana kızma anne* Geldiniz mi!

Sipariş Tel: 0232.544 92 83 Anafartalar Mah. Sağlık Cad. No.30/9 (Salı Pazarı Mevkii) ÖDEMİŞ/İZMİR

İnsan teni: ölüm sinmiş. * Yazmayı planladığı ama unuttuğu notu. Ondandır ki tam infaz anı ipe sarılmıştı. Kaslarını kontrol edebilse gülerdi. Örsan Gürkan APLAK


Tmolos Edebiyat

ASILMIŞ AŞKLAR ORMANI'NDAN NOTLAR XIII

Nail GÜÇ

nceden yazarlara hayrandı. Nasıl oluyor da bu kadar kusursuz, sürükleyici hikâyeler yaratabiliyorlardı. Yaratmak. Şimdi farklı düşünüyordu ve yazarlara iğrenerek bakıyordu. Tümü gerçek bir hırsızdı. Hem de en günahkâr hırsız. Onlar, yaşamları çalıyorlardı. Hiçbir yazar yaşanmamış bir hikâye yaratamazdı. Evet, ana hikâyeye istediği rötuşu yapabilirdi. Ama montajda kullandığı tüm parçalar üretilmiş parçalardı. Yazar sadece bu parçaları parlatır, daha önceki montajcıdan farklı bir bütünlük çıkarabilirdi. Yaratmak… Bu cidden çok zordu ve şimdi anlıyordu ki sanat gerçek bir taklitti. Yaşamın, doğanın taklidi. Ve tüm sanatçılar aslında tanrıyı taklit etmenin peşindeydi. Sanatın büyüsü ve sınırsızlığı buradaydı: Yaratmak! Binlerce yıldır hâlâ en büyük hikâyeler tanrının hikâyeleriydi. Yo hayır, yeni yaşamlar, kişiler yaratmaktan söz etmiyordu. Şu kesindi: Yazarların en büyük suçu yaşamları, kişilikleri çalmaktı. Tüm yetenekleri çaldıkları yaşamları ve kişilikleri ustaca gizlemeleriydi. Bundan büyük alçaklık olamazdı. Birinin gözünü, diğerinin yürüyüşünü, bir başkasının sesini çalıp ucubeler montajlamak ne alçakçaydı. Promete de hırsızdı ama o cezasını çekmişti. Oysa şimdi bu hırsızlar birer tanrıya dönüşmüştü. Bu sahte tanrıların çalma iştahı öylesine sonsuz ve acımasızdı ki çocuklarının, annelerinin, babalarının, eşlerinin, sevgililerinin, dostlarının tüm organlarını, ruhlarını çalıp depolarına kaldırmaktan asla çekinmezlerdi. Depo yükünü alınca işin en acımasız tarafı başlardı. Bir sevgili yaratıyorum diye annesinin rengine, kızının kızaran yüzünden yayılan sıcaklığa hiç tanımadığı bir kadının kalçalarını ekleyecek kadar ahlaksız bir süreç. Şunu düşündü: Marketlerde avokado meyvesini görmüştü. Ama avokadonun nasıl bir bitkinin meyvesi olduğunu bilmiyordu. Peki, avokado bitkisini anlatabilir miydi? Kesinlikle görmesi gerekiyordu. Çocukluğunda çileğin ağaçlarda yetiştiğinden kesinlikle emindi. Şimdiyse otsu küçük bir bitki olduğunu görmüştü ve biliyordu. Peki, hangi yazar sevişmeden kahramanlarının sevişmesini anlatabilirdi? İnsan kimle sevişirdi? Eşiyle, sevgilisiyle. O halde anlattığı buydu. Bu nasıl bir alçaklıktı ki bir insan en özel anlarını paylaştığı, en değer verdiği kişiyle yaşadığı her şeyi herkese anlatabiliyordu. Bu yüzden gece olanları zihninde en çok kirayı ödediği kasaya attı. Kasayı kapatırken “Sen beceriksizsin oğlum, aklınca uyanıklık yapıyorsun. O geceyi şu zihninde hâlâ cinselliği çözememişlerin masturbasyon yapacağı zenginlikte anlatamayacağını biliyorsun. Topu yazarlara atıp, üstüne üstlük bir de onları eleştirip kaçıyorsun!” düşüncesi artık gününü berbat etmeye yeterdi.

Ö


12

Tmolos Edebiyat

NAMI GİTMİŞ DERYALARIN ARDINA VATANIMIN BİR UMUDU

Y

eni kuşak, Ahmed Arif'i tek şiir kitabı Hasretinden Prangalar Eskittim kitabı ve daha sonraları yayınlanan Leyla Erbil'e sevdasını anlatan aşk mektupları kitabından (LEYLİM LEYLİM) tanıyor. Ahmed Arif'i, yaşamını anlatan bir biyografiyi okurlara anlatmaya çalışacağım. Ustanın kendi deyimiyle yaşamı aşağıdaki yedi mısralı şiirinde yatar: Vurulsam kaybolsam derim Çırılçıplak bir kavgada, Erkekçe olsun isterim, Dostluk ta düşmanlık ta, Hiçbiri olmaz halbuki, Geçer süngüler namluya, Başlar gece devriyesi jandarmaların… 21 Nisan 1927 Diyarbakır doğumlu. Okuma yazmayı anaokulunda öğrendi. Ortaokulu Urfa'da okudu. İlköğretim öncesi ve İlköğretim dönemi Siverek ve Harran'da geçti. Babası liseyi “Bu çocuk Diyarbakır'da okumaz”dediği için Afyon Lisesi'nde yatılı okudu. Edebiyat dünyasına giriş yıllarıdır o yıllar. Edebiyat hocası Gündüz Akıncı'nın desteği ve Andre Malraux, Dostoyevski, Tolstoy, Gustave Flaubert, Emile Zola, Cahit Külebi, Faruk Nafiz, Behçet Necatigil, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dranas, Nazım Hikmet gibi yazarların kitapları ile tanışmalar hep o yıllara rastlar. 1943 yılları. Seçme Şiirler Demeti dergisi. Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif ve 10 lira telif hakkı. Lise bitiyor. Kendine soruyor usta, ”Sen Ahmet Muhip'ten Cahit Külebi'den daha büyük şair mi olacaksın?” Ve Otuz Üç Kurşun'u yazar. (O zamana kadar bu tarz şiirden örnek olarak yalnızca Attila İlhan'ın Cebbar Oğlu Muhammed'in Türküsü var) Salim Şengil'in desteğiyle şiir yayınlanır. Destansı bir ağıttır 33 Kurşun. Hiçbir yerde yayımlanmayan şiiri elden ele dolaşınca polisin eline geçer ve bir gece alıp götürürler Ahmed Arif'i. Sabaha kadar döverler karakolda. Şiirini kendisine okutmak isterler. Okumayınca bayılıncaya kadar döverler ve bir arsaya öldü diye atarlar. Kendi anlatımından(Canip Yıldırım'a ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mustafa Ekmekçi'ye): ”Aylarca kaldım bu hücrede. İşkenceler giderek dayanılmaz bir hâl almıştı. Bunalıma girdim. Çıldırmak üzereydim. Damarlarımı keserek intihar etmek istedim. Hastaneye kaldırdılar.38 ay cezaevinde kaldıktan sonra 7 Ekim 1954 yılında nihayet tahliye edildim.” “Yıl 1952. Sansaryan Hanı'nın hücreleri. Bir somyanın sığdığı ve otuz santimetre bir boşluk ve duvarlar, duvarlarda kan lekeleri. Ordan Harbiye'ye. 17 gün tabutluk. Duvar nemliydi. Yosun bağlamıştı. Kalbimi korumak için sağ yanımı duvara dayadım. İşte hâlâ çekerim, sağ omzumdaki bu ağrı o tabutluktan kalmadır. Tabutlukta duvara biri “to be or not to be” yazmış. Altına ben de bir şey yazayım dedim. Yazmak değil tabii, kazıdım. Ne yazayım? ”Ya herro ya merro” diye yazdım, bir de altına toplam çizgisi çektim.” Refik Durbaş'la söyleşisinde ”soyluluk” sözcüğünü şöyle anlatır Ahmed Arif:”İsa'nın bir sözü var, diyor ki: ”Sende olanın en iyisini dostuna ver.” Ben bunu okumadan önce babamdan işittim. Babam da şöyle derdi:”Evladım, bir dilim ekmeğin varsa yanık olmayan, daha iyi pişmiş tarafını arkadaşına ver, muhtaç olana ver. Asalet budur.” “Ankara'da beni iki komiser iki polis götürdü. Serçe kadar canım vardı. Boğazımda kanama vardı. Hastaydım. Trenle gidiyoruz. Kompartımanda bir teyzeyle bir amca var. Bu arada psikolojik bir terör var. Polisin biri gazete okuyor, bir yandan da konuşuyor:”Adamın dişinin altına cereyan veriyorlar. Işıklı

Ufuk KARAMAN

odaya bir girdi mi hali dumandır.”Ben hem p o l i s i d i n l i y o r, h e m i ş k e n c e y i düşünüyorum. Bu arada polisler horlamaya başladı. Bunun üzerine o teyze fısıltıyla bana sordu:”Oğlum nedir halin?”Şimdi cevap olarak ne diyeyim. Siyasi desem olmaz, üniversite öğrencisi, o da olmaz. Eylemci desem, sosyalistim desem, tutmayacak. O kadıncağıza bunlar ne ifade edecek? Müthiş bir sıkıntı çektim 5-10 saniye. Birden 'Sevdadır bu teyze,' deyiverdim.” Her mısrası insanın ciğerine işleyen, her mısrası dostuna yarasını gösterir gibi, kalemi güçlü, yüreği güzel insan Ahmed Arif 2 Haziran 1991 yılında aramızdan ayrıldı. Ömrünün 50 yılını şiire adadı. Tek kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim” 30 baskı yapıp 100 binden fazla satış yaptı. Kendi sözleriyle bitireyim yazıyı: ”Ben halkımın mazlum ve gariban bir ozanıyım. Böyle olmak da yüce bir onurdur.” Saygıyla anıyorum… Yararlanılan kaynaklar 1.O Güzel İnsanlar, Zeynep ORAL 2.Kalbim Dinamit Kuyusu, Refik DURBAŞ

ŞEHR-İ AZAP Önce ben geldim şehr-i azap'tan Ellerim kan. Ateşin ve külün ülkesine Kırmızıydı göl Havada barut, havada yivli mermi... Ölüm ve ağıt Ufuk keskin turuncu bir çizgiydi. Bekledim o hırçın tayları ve deli çocukları Kırmızıydı göl Oturduğum yaslı taş lacivert bir yorgunluktu Saf değildi ellerim bir bebeğin küçücük elleri gibi Şehr-i azap'tan kaçmıştım Ateşin ve külün ülkesi Çocuk ve kadın kokuyordu, Gök ağlıyordu, İsa'nın ellerinde tanrı mirası bir tarihe. Havda analar, havada çocuklar, havada çığlık Bekledim o hırçın tayları ve deli çocukları Kırmızıydı göl Dumanlar tütüyordu küllenmiş ölümlerin kokusunda Yer mor sancılarda. Babil'in kalbi yanıyor, Ateş ve yurt, Su Ve Toprak Gök ağlamaklı. Ey karanlık Ey hain pusular yurdu Ey ölüm Ey zulmün kirli elleri Önce çocuklar öldü Önce anneler... Önce toprak... Önce su... Ve Tarih Şehr-i azap'tan kaçmıştım Kırmızıydı göl… Gökmen SAMBUR


13

Tmolos Edebiyat

“ACIYLA, KEDERLE, COŞKUYLA, SEVİNÇLE YAŞIYORUZ GÜNLERİMİZİ!” Mehmet ÖZÇATALOĞLU

A

cının coşkuya, mutluluğun hüzne dönüşüp durduğu günleri yaşıyoruz. Akşam gülerek yatıp sabah ağlayarak kalkmak hiç birimiz için şaşırtıcı değil artık. Ne kendimize, ne komşumuza ne de başkalarına saygımız kalmadı şimdilerde. Oysa bizi “BİZ” yapan değerlerimiz vardı bizim. Geleneklerimiz, yarınlarımıza birer mirastı. Ne olduysa oldu işte. Bir ekmeği ortadan ikiye bölüp paylaşırken, ekmeği bütün bırakıp kendimizi böldük. Ekmek de kimin elinde kalırsa artık… Neyse ki kitaplarımız var. Şiir, roman, öykü var. Yaralarımızı sağaltmasa da sızıyı durduruyor biraz. Edebiyat dünyasının en büyük buluşması yaşandı geçtiğimiz ay İstanbul'da. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı 34. defa kucakladı tüm kitapseverleri. Hem de rekor sayılacak bir ziyaretçi sayısıyla. Bu yıl yaklaşık olarak 558 bin kişi fuarı ziyaret etmiş. Ne mutlu ki böyle bir coşkuya ortak olmuşlar. İstanbul Kitap Fuarı yazar ve okurunu buluşturmanın da ötesinde bir misyona sahiptir. Kitapseverler de bunu bilirler. Yayınevi-yazar, yayınevi-dağıtımcı, illüstratör-yayınevi-yazar buluşmalarına da ortam hazırlar bu fuar. Ayrıca yayınevleri özel sayılabilecek birçok kitabın yayımlanmasını da bu fuara saklarlar. İstanbul'un merkez sayılmasından ötürü ve bununla birlikte katılımcı yazarların bu kentte yaşıyor olmalarından kaynaklı ziyaretçilere sunulan kültürel etkinlik programı da diğer kentlerdeki fuarlardan farklı ve zengin içerikli oluyor. Yani sözün özü edebiyat dünyası dokuz günlük bir coşkuyu doyasıya yaşıyor burada. Ama başta da dediğim gibi acı-coşku, mutluluk-hüzün birbirine karıştı bu yıl. Fuarın son anında yaşanan tatsız bir olaysa yayınevi sahibinin duyarlı ve sorumlu davranmasından dolayı kazasız atlatıldı. Türkiye'nin en büyük ve köklü yayınevlerinden Can Yayınları standında yaşanan tatsız bir olay bu. 13 yaşındaki bir çocuğun hırsızlıkla itham edilmesi ve stand önünde olumsuz davranışlara maruz kalması. Benzer bir olayı daha çok yakın bir zamanda Ağrı'nın Diyadin ilçesine bağlı Taşbasamak Köyü'nde 12 yaşındaki bir kız çocuğu (Ebru Yalçın) okulunda, öğretmenleri tarafından yine kitap hırsızlığı ile itham edilmiş ve sonucunda bu yükü kaldıramayan küçük kız intihar etmişti. İşte burada Can Yayınları sahibi Can Öz devreye girerek tüm sorumluluğu üzerine almış ve olayın daha kötü boyutlara ulaşmasına engel olmuştur. Can Öz'ün açıklamasını anımsayalım: “Tüyap Kitap Fuarı'nda, Can Yayınları standında çok tatsız bir olay yaşandı. 13 yaşında bir çocuk, kitap çaldığı iddiasıyla durduruldu, üzeri arandı ve kitap çalmadığı ortaya çıktıktan sonra çocuğun abisi ve yakınlarıyla gerilimli bir tartışma yaşandı. Çocuğun ağladığı da doğru. Dün olaydan haberdar olduğumdan beridir konunun içyüzünü, ayrıntılarıyla araştırıyorum. Tüyap'ın güvenlik görevlileriyle, olayın şahitleriyle, Can Yayınları standında çalışanlarla ve elbette çocuğun yakınlarıyla ve kendisiyle görüştüm. Sonuç olarak açıklamakla borçluyum ki, bahsedilen olay doğrudur ve hemen hemen kamuoyuna yansıdığı gibi gerçekleşmiştir. Bu konuda sosyal medya üzerinden ve e-posta yoluyla tepki veren okurları çok haklı buluyorum. Ben de tepki verenlerin yerinde olsam, benzer bir tepki verir, hesap sorardım. Şimdi hesap vermekle yükümlüyüm: Bu çocuğu üzen üç çalışanımızla yollarımızı ayırdık. Yine de bu tatsız olayın onlara da ders olmasını, yollarının açık olmasını diliyorum. Fuar personelinin seçimi ve yönetilmesi ile ilgili olarak kısaca şunu söyleyebilirim, bir

daha benzer bir olayın tekrarlanmamasını sağlayacağım. Rencide edilmek bir yana, Can Yayınları standına uğrayan her okurun huzurla yoluna devam etmesi gerekir. Şimdiye kadar bunu sağladığımı düşünüyordum. Son olarak, aslında en önemli konumuz, minik okurun babasıyla ve kardeşiyle görüştüm, her birinden teker teker özür diledim. Kendimi borçlu hissettiğimi, okul masraflarını karşılamaktan, okula kütüphane yapmaya ve daha fazlasına hazır olduğumu söylememe rağmen yapılanların yeterli olduğunu söylediler. Kendilerine anlayışları için teşekkür ediyorum. Seneye hâlâ kabul ediyorlarsa, İstanbul Kitap Fuarı'na birlikte katılacağız ve kendilerine fuarı gezdirecek, kitaplar önereceğim. Küçük okurumuzun kitaptan ve fuardan kopmaması artık benim sorumluluğum.” Böylesi tatsız olayların bir daha yaşanmaması da temennimdir. Uzun süredir dalgalı psikolojilere sahibiz. Hepimiz öyleyiz, biliyorum. Aydınlığa çabuk kavuşmamız, ruh sağlığımızı bozmadan güzel günlere ulaşmamız ve daha neşeli yazılarla tekrar bir araya gelebilmek umudumla yazımı iki dizeyle bitiriyorum. Nazım Usta'yı selamlayarak… “Böylesine sevilecek bu dünya/Yaşadım diyebilmen için…”

GÜN YORGUNU Duvarlara Camlara Kapı kollarına Takılıp kalıyor zaman. Başka bir adı da vardır Sessizliğin Başka bir adı Sensizliğin. Yaşanan anın. Ağır bakışlar donar Kirpiklerde Duvarlar yasında Solmuş çiçeklerin.

Ötelerdeyken Rüzgâr Güneş Ötelerdeyken Yıldızlar ve ay. Bir nefes fazlaymış Bin nefes eksik. Kim kurar ki saati Böyle erken vakte Kim yazar “Kal”dan öte sürgünü Kim söyler Gafilden eksileni. Duvarlara Camlara Kapı kollarına Takılıp kalıyor zaman. Nurşen KAYGISIZ


14

Tmolos Edebiyat

DOKUZA KADAR ON: ÖZDEMİR ASAF (*) “Ölü yaşayanlar

S

yaşayan ölüleri çekemezler.'' Ö.Asaf

ayın Doğan Hızlan'ın hazırladığı bu kitabın “Bir kelimeye bin anlam” bölümünde, ”Eğer şiir aza indirgeme sanatı ise bunun en iyi örnekleri Özdemir Asaf'ın şiirlerindedir.” diyor. Şair bu anlayışını bir sözcüğe bin anlam yükleyerek yapıyor. Ultra şiirinde neyi amaçladığını açıkça görüyoruz. “Bir kelimeye/Bin anlam yüklediğim zaman/Sana sesleneceğim.” İşte Asaf şiirinin özeti; “kelimelerin çağrışım zenginliğini yakalayarak dünyayı tanımak ve tanıtmak.” Kızı Seda Arun'un anlattığı şu anı onun bu özelliğini pekiştiriyor. “Babamın en sevdiği şarkı, sözlerini Şemsi Belli'nin yazdığı “Aşiyan Yolları”dır: “Gönül penceresinden/Ansızın bakıp geçtin/Bir yangının külünü/Yeniden yakıp geçtin.” Kelimelere başka anlamlar yüklemesini sevdiğinden, “Gönül penceresinden/Ansızın bakıp geçtin/ Bir yangının külünden/Yeniden yanıp geçtin” diye okurdu şarkının sözlerini.” Özdemir Asaf şiirlerine bakış genellikle en az sözle anlatımı seçmesi ve bununla ilgili örnekler. “Özgün ve etkileyici bir dil kullandığı şiirlerinde “ikinci kişi” sorununu ele aldı. İkinci kişiye bağlılığını çeşitli yönlerden inceledi, kendi davranışlarını soyutlama yoluyla bir düşünce düzeyine yükselterek çözümlemeye çalıştı. Özellikle son dönem şiirlerinde dize sayısını azaltarak duygu ve zekâ pırıltılarının kaynaştığı kısa şiirler yazdı. Şiirlerinin bir bölümünde toplumla, yaşadığı çağla ve kendisiyle hesaplaşmasının buruk öfkesi gözlemlenir. Bu yaklaşımla yeni taşlama biçimleri üreterek hiciv şiirinin öğelerini ustaca kullandı. İnsan ilişkilerinin toplumsal ve bireysel düzlemlerdeki çelişkilerini “sen-ben” ikileminde yansıttı. Şiirlerinde çok sık kullandığı sevgi, ayrılık, ölüm temaları, son şiirlerinde yerlerini kaçış, umutsuzluk ve tedirginliğe bıraktı.” “Şiirleri genel olarak dörtlük ve ikiliklerden oluşur. Yoğun ve kısa bir söyleyiş özelliği vardır. Düşünce ile duygu yoğunluğuyla beraber, taşlama ve alay şiirine egemen olan etmenlerdir. En çok kullandığı ayrılık, sevgi ve ölüm temaları son dönemde şiirlerinde yerini kaçış ve umutsuzluğun tedirginliğine dönüşmüştür. Onun inandığı şiirde bir anlam ve görüşün yansıtılmasının gerekliliğidir. Geleneksel Türk şiiri ve batı şiirinin harmanlamasıyla son derece zengin bir sanat değeri oluşturmuştur.” Üzerinde pek durulmayan noktalar açısından bakıldığında DOKUZA KADAR ON'da dikkatimi çeken, uyaklar ve Divan edebiyatı nazım şekilleri ile Halk edebiyatı nazım şekillerinin kullanılışıydı. Bilinçli bir kullanıma getirilen katkılar görülüyordu. İZM ve POETİKA şiirlerini bu yönden incelediğimizde: İZM ÜSTÜNE Bir düşün izm'e varmaz, bir sözcüğü dönükse,/Bir anlamı eğikse, bir kavramı soluksa. İnsan zor bir ulustur, kendi evinde yaşar,/Isınmaz neler yoksa bir odası soğuksa. Aydınlanmaz tepeden, kuş bakışı gözlere,/Bir ülke karanlıktır, bir sokağı sönükse. Bir adım aksadı mı, bin adam yuvarlanır;/Bir müzik özgünleşmez bir notası bozuksa. Bir ordu darmadağın olur bilisizlikten;/Delice ya da uslu düşlerle beslendikse. Bir zincir zincir gibi, bir çizgi çizgi gibi/Olmaz, tek bir halkası, bir noktası çürükse. Akıl bir düş değildir, masalı uykuların, /Siste yolunu

Rıza ASLAN bulur, istenen seçiklikse. Toplumsal amaçların somut uydusudur izm;/Kişilere tanınmak istenen kişilikse. POETİKA Yaşadım da yoruldum, bir ağır-işçi gibi /Uyudum da uyandım, binlerce kişi gibi Bana düşünmek vardı, payıma onu aldım /İşledim de işledim bir hüner-işi gibi Horlandı, beğenildi; inandım, alınmadım /Yolun geleceğini çizdim, geçmişi gibi Zor dönemler olmadı-değil, olsundu, oldu,//Ne koştum ne de durdum, kaçak gidişi gibi Bu konuyu burada bırakıyorsam birden, /Olmasın diyedir bir şeyin bitişi gibi. Şu şiirlerdeki uyaklar ikili dizeler, uyak örgüsü ise: aa ba ca da fa ha ka ma. Bu dizilişler gazel ve kaside dizilişi, ikili dizeler de beyit. Konu ve beyit sayısı bir kalıbı kırıyor. Kaside ve gazelin özellikleri açısından baktığımızda yararlandığı ya da attığı özellikler ortaya çıkıyor. Gazel olsa aşk, şarap konularını işlemeli ve 5-15 beyit olmalı, matla, makta… olmalı, kaside olsa övgü şiiridir ve 33-99 beyit olmalı. Diğer özellikler açısından da baktığımızda eski şiiri bilme ancak bu kurallara uygun yazmadığını görüyoruz. Bir yenilik, kuralların dışına çıkma dikkati çekiyor. Uyak örgüsüne, şekle uygunluk, konu ve sınırlamalara karşı çıkış ilk başta dikkati çekenler. Halk edebiyatı nazım şekillerinden yararlanması, dörtlüklerinde düz ve çapraz uyak örgüsünü kullanması da Özdemir Asaf'ın bu edebiyatı da iyi bildiğinin bir göstergesi. ANAHTAR Konuşmak susmanın korkusudur/Ya sus-git, ya konuşgel, ortalarda kalma/Yalan korkaklığın tortusudur/Dürüst kaba ol, eğreti saygılı olma. ...korku a… kal… b… tortu… a ….ol.. b Çapraz uyak ATOM Ne kadar anlatsa, o kadar yarım Kimi orospu deyor, kimisi karım. a Karda bir gelincik, çarşıda bir kayısı b a Yarısını amcası anlayor, yarısını dayısı. b İLGİ Ben korkmayorum sana yönelmekten Bir bağlayan, bir ayıran duyuda, a Seni yinelemekten, seni yenilemekten, a b Senden gelmekten, sana gelmekten. a AŞK Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin a Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin a Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır bir güldürür b Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin a SORULAR şiirinde ise fiilimsilerin kullanımı dikkati çekiyor. SORULAR Bir susmayı bakışlarda seslendiren,/Hüzünlü yangınsal aşka döndüren nedir. Beklemeyi özlemlere süsleyen,/Yalnızlığın kara-ışığını söndüren nedir. Duyan I Isıtan, kulağını kestiren, güneşe baktıran,/Korkusuzluk denizlerinde yüzdüren nedir. Saraylarda çılgın eden, kentlerde tek bırakan,/Direklere astırıp üzdüren nedir. Ne varsa yeryüzünde, ne yoksa/Onunla paylaştıran, böldüren nedir. Her şeyi, ama her şeyi olağan dışında,/Örneğin bir gülü Devamı sayfa 15'te


15

Tmolos Edebiyat

DOKUZA KADAR ON: ÖZDEMİR ASAF (*) Rıza ASLAN Sayfa 15'ten

yeşil gördüren nedir. Gözlere ışıltılı anlamlar bağlayan,/Yasamı ölüme güldüren nedir. Kalabalıklar, kalabalıklar içinden/Kişiyi yüceye sürdüren nedir. Parça-parça büyümüş bir çocukluğu/Olgunluk aşamalarında yaşatırca öldüren nedir... İsim-fiiller mastarlar.. Beklemeyi, susmayı, bakışlarda Sıfat-fiiller ortaçlar… döndüren, süsleyen, söndüren, ısıtan, kestiren, baktıran, yüzdüren, çılgın eden, bırakan, üzdüren, paylaştıran, böldüren, gördüren, bağlayan, güldüren, sürdüren, büyümüş, öldüren. Adlaşmış sıfat fiil. Duyan. Zarf-fiiller,ulaçlar… astırıp, yaşatırca . Toplam 24 fiilimsi… Dikkat çeken fiilimsi kullanımı isim fiillerde mak, -mek kullanılmaması sıfat fiillerde -en,-an, ekiyle yapılanların seçimi oysa bunların dışında şu eklerle de yapılabilirdi.-maz, -mez,-r ,-ası, -esi, -dık, -dik, -ecek, acak… Bence bu bilinçli seçim akışın kesilmemesi ve şiirde ritm sağlama bu aynı zamanda aliterasyon ve asonans işçiliği. Ayrıca gördüren sözcüğü dikkati çekiyor. GÖRMEK fiilinin asıl kullanımını seçiyor şair. Bu fiil dır, -dir, ettirgenlik ekini aldığında yaygın kullanımı gösteren olur. Bir başka bakışla göstermek fiilinin kökünün “gör” olduğu ortaya çıkar. Bu tip değişiklik sadece şu sözcüklerde görülür. 1.GÖTÜRMEK, kökü, git. Oldurganlık eki aldığında “Gittirmek”. Bu sözcüğü götürmek olarak kullanıyoruz… 2.KALKMAK, kökü kalk. Oldurganlık ekini aldığında “kalktırmak”. Bu sözcük de ünsüz düşmesine uğrayarak “k” kaldırmak şeklinde kullanılır. 3.GETİRMEK kökü gel. Oldurganlık ekini aldığında “geldirmek”. Bu sözcüğün kullanımı da getirmek. Özdemir Asaf'ın dil bilincinin bir göstergesi olarak “gördüren” şeklinde kullandığına tanık oluyoruz. Bir başka kullanım da, Olgunluk aşamalarında yaşatırca öldüren nedir? Buradaki “yaşatırca” “yaşatırcasına” yaygın kullanımının dışında kullanılmış. Bu da bilinçli bir seçim. Tüm bu uygulamalar gösteriyor ki Özdemir Asaf iyi bir dilci. Türkçenin inceliklerini, Türk şiirinin tüm dönemlerinin inceliklerini, dünya şiirini iyi bilen bunları şiirinde ustalıkla uygulayan bir şairdir. Akımların, dönemlerin dışında kalmayı becererek “kendine özgü” olmayı yeğlemiştir. Röntgenlerin korunduğu sarı kâğıda hastanede yazdığı son şiir isimsizdir: “Hastanede/Veya/Hapishanede/Hayatını yazma! /Sonunu bir merak eden çıkabilir // Hastanede her gece insan/Birkaç yaşam yitirebilir ya da yaşayabilir /Hapishanede ise her sabah.” ''Bütün renkler hızla kirleniyordu/Birinciliği beyaza verdiler.” demiştin Jüri şiirinde. Şairler hızla kirleniyor. Sen hâlâ beyazsın. Bugüne kadar kirlenmedin öyle de kalacaksın. (*) Doğan Kardeş –Seçme Şiirler 6.Baskı Yapı Kredi Yayınları.

Amerikan Kültür 'de YDS Sınav stratejileri ile sorulara profesyonel yaklaşıyoruz. 12 Kişilik Özel Sınıflarda Yüksek Performanslı Sınav Hazırlık Eğitimi sizleri bekliyor.

k ı l a r A 5 2 n Son Gü


16

Tmolos Edebiyat

RADYO Transistörlü radyoların içlerinde minik insanların yaşadıklarına inandığım bir yaştaydım. Boyum da ancak annemin pilili eteklerine sarılabilecek kadar uzundu. Gulliver'in devler ülkesinde, çevremdeki hiç bir şeyin benim küçük bedenim için yapılmadığı bir sürü eşyanın ve kocaman devlerin arasında yaşıyordum. Çocukluğumda istisnasız bütün evler birer konfeksiyon atölyesi gibi çalışırdı. Annem de bu atölyenin hem patronu hem de işçisiydi. Bütün ev halkı için yılın her dönemi bir şeyler ördüğünü hatırlıyorum. Babam için kışın soğuğunu bertaraf edecek kalın hırkalar, yalın ayak gezmeyi huy edinmiş dedeme renk renk, desen desen patikler, benim için etekler, pijamalar, çoraplar ve daha bir sürü şey… Kendisi için mi? Komik olmayın. Terzi kendi söküğünü dikebilir mi hiç? Daha sonraları insanların, giyecekleri etekleri, süveterleri kocaman lambalar altında aydınlatılmış vitrinlere bakarak seçtiklerini, daracık kabinlerin içinde giyinerek, boy aynaları önünde denediklerini gördüğümde, bir hayli şaşırdığımı anımsıyorum. Ceyda'yı da bir ara dikip elime tutuşturuvermişti. Ceyda kim mi? Annemin benim için diktiği ilk ve tek oyun arkadaşım; yani bir bez bebek. İçine çaput doldurulmuş yumuşacık vücudu, birkaç kat halinde sarı yünden saçları, babamın pantolonundan artan kumaşlardan dikilmiş ve düğme ile bedenine tutturulmuş çivit mavisi bir elbisesi, suluboyayla boyanmış küçücük kırmızı dudakları ve düğmeden yapılmış çipil çipil gözleriyle; dünyanın en mutlu oyuncağıydı Ceyda. Bu devler ülkesinde, ben de bir dev oluncaya kadar geçen sürede, en yakın arkadaşım olarak, gittiğim her yere taşımıştım onu. O gün evimiz hiç ummadığım kadar kalabalıktı. Herkesin beni şapır şupur öptüğünü, yanaklarımı okşadığını, bacaklarıma çimdik atarak ne kadar çabuk büyüdüğümü herkese onaylatmak adına bana hayranlıkla nasıl baktıklarını, hâlâ dün gibi hatırlarım. Bütün gün boyunca yediğim boyalı şekerlerden dilim rengârenk olmuştu. Dilimi herkese çıkartarak, bu renk cümbüşünü göstermem her nedense pek ayıplanmamıştı. Küçük bir hanımefendi olmak zorunda değildim. Aksine hiç tanımadığım bir sürü insan benim ne kadar da şirin bir yavrucak olduğumu söylemiş ve yanağımdan makas almıştı. O gün benim doğum günümdü. Ceyda ise, doğum günü hediyem. Doğum günümde dedem -oturduğu koltuktan hiç kalkmayan o kocaman dev- bile kocaman elleriyle beni belimden kavrayarak kucağına oturtmuş ve bir müddet bu kalabalığı izlememe izin vermişti. Sihirli olduğunu sandığım, radyo denen makineyi bu kadar yüksekten ilk defa görüyordum. Şeffaf bir ekran üzerinde hiç bilmediğim çeşitli kalınlıkta dizilmiş yatay ve dikey şeritler, bunların arasına hiç anlamadığım bir düzende yerleştirilmiş garip işaretler vardı. Aynılarını, okula ilk başladığım gün sınıfın duvarında asılı görecektim. Daha sonra birinci sınıf boyunca elimizdeki plastikten yapılma fasulye ve çubuklardan, bütün bu harf ve rakamları defalarca yapacaktık. İki karış boyumla -ki dedem kalın parmaklarını üzerime doğrultarak hep böyle azarlayan cümleler kurardı- parmak

uçlarımda doğrularak bu yüksekçe sehpanın kenarına çenemi dayar, sihirli olduğuna inandığım sesleri çıkaran makineye bakarak, düşlere dalardım. Bu kocaman transistörlü radyodan çıkan seslerin kaynağı olduğunu düşündüğüm ve benim küçük parmaklarımın bile girmediği dehlizlere Ceyda'yı iyice yaklaştırarak, içindeki minicik insanları görebilmesini umardım. Büyü gibi karmaşık ve bilinemez bir şeydi benim için. Ben büyüdükçe her şey küçüldü ama bu radyo asla… Parlak metal renginde, kenarlarında tırtıkları olan ve yaklaştığınızda tıpkı bir ayna gibi aksinizi gösteren irili ufaklı düğmeleri gördüğünüzde, bütün bu karmaşanın içerisinde zihninizin alıştığı düzen fikri, sizi bir an olsun rahatlatabilirdi. Heyhat! Bu düğmeler dahi tekdüze bir halde değildi. Çoğu farklı büyüklükteydi ve farklı işlevleri vardı. Birbirinin aynı düğmeler yan yana, farklı büyüklükte olan diğerleri ise onlardan biraz daha uzakta, sıra sıra dizilmişlerdi. Bu küçük düğmelere sadece basılabilirdi. Birine basıldığında basılı olan bir diğeri derhal eski halini alıverirdi. Benim için ne kadar sihirli ve karmaşık bir tarafı olsa da, parlak bir ağaçtan mamul bu evladiyelik mobilyanın, bir 'Tık'lık canı vardı. O da dedemin parmaklarının ucundaydı. Dedem radyonun en sağındaki, orta büyüklükte ve üzerinde kırmızı bir leke olan düğmeyi çevirdiğinde 'Tık' diye bir ses çıkar; radyo canlanır ve içindeki minik insanların sesleri işitilirdi. Gene aynı yöne çevirmeye devam edildiğinde salonun içerisini bir cümbüş alır giderdi. Asıl büyük olan düğme ise tam bir karın ağrısıydı. Dedem ne zaman bu kocaman düğmeyi çevirmeye başlasa, yatay şeritlerin üzerindeki beyaz bir plastik parçanın sağa ya da sola gidip geldiği görünürdü. Bu basit mekanizmanın dahi ne kadar karmaşık olduğu, genç bir kız oluncaya kadar zihnimi meşgul etmeye devam edecekti. Dedem bu kocaman düğmeyi, içerideki minik insanların seslerini duyuncaya kadar çevirir, sesler yeterince net duyulmadığında yüzü gölgelenir, iyiden iyiye aksileşirdi. Bütün ailenin evde olduğu mutluluk günlerinde, yurttan sesler korosunun kadınlı erkekli çeşit çeşit seslerinin, saz eserlerinin, şen melodi ve fasılların salonumuzu bir anda ele geçirdiğini anımsıyorum. Evin içinde devinen bütün bedenlerin hareketlerini yavaşlatarak, içinden sesler yankılanan makinenin başına yerleştiklerini hayretler içinde izlerdim. Babam, elini kapkara mürekkebe boyayan resimsiz ve sıkıcı gazetesini bir an için okumayı bırakır ya da okuyormuş gibi yapar; evin reisi olarak bu mutluluğa en az katılan o olurdu. Gene de oturduğu koltuğun meşe kaplamasına parmaklarıyla vurarak ya da bacak bacak üstüne attığında havada kalan ayağında asılı duran terliğini sallayarak, radyodan çıkan melodilere eşik ederdi. Annem sobanın kenarında, bir yer minderinde, çoğu kez elinde bir tığ oyasıyla sonu gelmez bir motifin girdabında kaybolur, bir taraftan da tiz sesiyle şarkıların en sevdiği dörtlüklerini terennüm ederdi. Dedem sadece şarkıların değil; arkası yarınların, akşam ajanslarının, istisnasız bu sihirli kutudan çıkan her türlü sesin gedikli müdavimiydi. Ben ve Ceyda, bacak bacak üstüne atmış halde koltuğuna gömülmüş babamın havada sallanan ayağına


17

Tmolos Edebiyat

Emrullah AY bir ata biniyormuş gibi oturur; harikalar diyarına yolculuğa çıkardık. Babam, ayağı yoruluncaya kadar bu eziyete tahammül eder, masallarda anlatılan yakışıklı prens ve güzel yüzlü prenseslerin yaşadığı harikalar diyarına ulaşmama izin vermeden, gazetesinden başını kaldırarak beni kucağına alırdı. Siyah beyaz bir hayat yaşayan bu uzun boylu adamın, beni kucağına alarak ben ve Ceyda ile oynadığı zamanlarda, göz ucuyla ailesine bakarken yüzünün aldığı ifadenin; asla tasvir edemeyeceğim mutluluğun bir başka çeşidi, meleksi bir masumiyetin cisimleşmiş hali olduğunu düşünürdüm. Böyle anlarda; zaman susar, saatlerin tik takı duyulmaz, mekân önemini yitirirdi. Bu yavaşlık anında Tanrı; ışıklar içinde salonumuzda belirir, her birimizin içinden geçer, kalplerimize mutluluk tohumları ekerek, ikinci bir 'Tık' sesine kadar bizimle bu mutluluğu paylaşırdı. Oysa bütün bu olup biteni, bir tek ben ve Ceyda bilirdik. Radyomuzun içindeki minik insanların artık bizlerle konuşmadığı, karanlık dehlizlerinden hiçbir sesin işitilmediği zamanlar da olurdu. Dedemin iyiden iyiye canının sıkıldığı bu felaket günlerinde annem; radyonun üzerinden aşağıya sarkan, iğne oyasından yapılmış danteli kaldırır, önce nemli bir bezle radyoyu siler sonra farklı bir bezle kurulayarak, Nuri amcaya götürülmesi için hazırlardı. Nuri amca benim gözümde, radyo içinde yaşayan küçücük insanlar hastalandığında, onları iyileştiren iyi kalpli bir doktordu. Dükkânının penceresinde; “NURETTİN ELEKTRONİK – Her marka radyo teyp tamiratı ve bakımı yapılır.” yazısını okuyabilecek yaşa gelene kadar da hep öyle kalacaktı. Asıl isminin Nuri değil, Nurettin olduğunu ve kırk yıllık dost ve ahbaplarının O'nu böyle çağırdıklarını da, gene o zaman öğrenecektim. Gene radyomuzun bozulduğu can sıkıcı günlerden birinde, dedemle Nuri amcaya gittiğimizi hatırlıyorum. Uzun ve gözyaşı dolu çabalarım sonucunda Ceyda da bizimle gelebilmişti. Annemi ikna edebilmek uğruna, kim bilir kaç kez kendimi holdeki mozaik kaplı soğuk betona atmıştım. Onu paltomun sağ cebine yerleştirmiştim. Sol elimle dedemin elini tutarken, sağ elimi de Ceyda'nın düşmesini engellemek için sürekli cebimin içinde tutuyordum. Ceyda halinden memnun gibiydi. Düğme düğme gözleriyle bütün olanlara tanık olacak ve dahası o gün beni çok şaşırtacaktı. İşi olmayanların asla uğramayacağı, çıkmaz bir sokağın girişinde; tonozlu, ince uzun bir dükkândı burası. Bu karanlık mekânı mağara olmaktan çıkaran; girişindeki soluk ve ne zaman silindiği kestirilemeyen camekân ve üzerindeki yazılardan başka bir şey değildi. Evet, kesinlikle bir mağaraydı burası… Envai çeşit elektronik eşyanın, yan yana, üst üste gömüldüğü bir mezarlık… Elimi tutan devin bacaklarına, sımsıkı sarılmıştım. İçeri girmek Ceyda ve benim için ölüm gibi bir şey olacaktı sanki. Tereddüt içindeki bizi dükkânının kapısında gören Nuri amca, ameliyat masasından kalkarak, elinde bir avuç şekerle yanımıza kadar gelmişti. Dedeminki kadar büyük olmasa da, büyük ve kalın elleri vardı. Ceyda'yı kucağıma alarak iki cebime de tepeleme şeker doldurmuştum. Tabii bir tanesini de hemen ağzıma atıvermiştim. Bir dev için pek de büyük olmayan, üzerinde çoğunu ilk defa gördüğüm nesnelerin gelişi güzel yığıldı, karmaşanın mekânıydı bu masa. Masanın köşesinde sarı ışık saçan bir masa lambası vardı. Üzerinde de bu ışığı belirli bir yöne yönlendiren huni şeklideki şapkası… Dükkânın camekânından sızan gün

ışığı dışında bu mağarayı aydınlatan yegâne ışık kaynağı, bu masa lambasıydı. Radyonun içinde yaşayan minicik insanları görememiştim belki. Ama masanın üzerinde, bir karmaşanın ortasındaki cımbızı, çeşitli boyutlardaki kerpetenleri, göz yuvasına kıstırılarak kullanılan birkaç çeşit büyüteci, ellerin ulaşamayacağı derinliklere girebilen ameliyat aletlerini görebilmiştim. Ortalıkta hiç kan yoktu. Belli ki Nuri amca işini oldukça iyi yapıyordu. Dedem ve Nuri amcam koyu bir sohbete dalmıştı. Ceyda'yı kucağıma alıp bu mağarada saklandığına inandığım minik insanları aramaya koyulmuştum. Artık çalışamayacak duruma gelmiş sadece bir kabuktan ibaret antika radyoların arasına, duvarın bir köşesinde çeşitli renk ve boyutlardaki kutuların içine, tozlu metal rafların en kuytu köşelerine baktım. Ortalıkta onlara ait hiç bir şey yoktu. Ne bir ceset, ne de onlara ait bir iz… Arayışımın artık sonuna geldiğini düşündüğüm bir anda; alçak bir sehpanın üzerinde, bu mağarada bulunan radyolardan bile birkaç kat büyük, bir başka makineyle karşılaşmıştım. Sağ alt köşesinde yan yana dizili aynı büyüklükte birkaç düğmesi, kül renginde kocaman bir camı vardı. Radyomuzun üzerindeki türlü şerit ve işaretlerin hiç birini, bu devasa makinede görememiştim. Ceyda'yı her zamanki gibi içindeki minik insanları görebilmesi umuduyla önündeki cama yaslamıştım ki, ağzından şu kelimeler döküldü: “Basit ve güzel”. İlk ve son kez o mağaranın içinde konuştu Ceyda. Büyüyüp, ben de bir dev oluncaya kadar da hiç konuşmadı. Onu, odamın köşesinde bir rafın en üstünde unutunca, ağlamaklı haliyle benimle tekrar konuşmaya çalışmıştı ya da ben öyle sanmıştım. Dedem, “Bırak televizyonla oynamayı Ceyda. Gidiyoruz, hazırlan,” diyene kadar, en çok sevdiğim oyuncağımın tekrar benimle konuşması için yalvardığımı hatırlıyorum. Evet, basit ve güzeldi. Basit ve güzel…

TANRI İYİ BİR RESSAMDIR rüzgâra karşı koşan atların eskimez nalları sisli ormanları masal zamanlarda geçerler kadın ellerinde kelebek besler bir adam vardır ikisine de kırbacı değer akşam olur kapılar kapanır dağlar uslanır at kırbaçsız kadın rüzgârsız göğün yalnızlığı atlara kurdun, kuşun sessizliği kadına kalır Arzu KARADAĞ


18

Tmolos Edebiyat

SARI BAHAR ŞİİR DÖKTÜ/SEZER ŞAİR DİZE DÖKTÜ lüm hızlıdır anında duyulur. Gizi yoktur çıplaktır. Soğuktur. Ansızın yaşanılan yere düştü ardından haberlere düştü ölüm. Bilgisayarı açmamla birlikte bir bir yapraklar düştü önüme. Sennur Sezer aramızdan ayrıldı Yorumlar düştü masaya: Nasıl yani? İki gün önce telefonlaştık diyenler vardı. Bir hafta sonra İzmir'e gelecekti diyen yazarlarımız vardı. Hastaydı, hastalığını belli etmiyor; direniyordu diyenler vardı. Sarı bahar yaprak döküyordu. Ne çok sanatçı sonsuzluğa göçüp gitmişti. Tanışmayı, elini öpüp hoş beş edebilmeyi arzuladığım şair Sezer, sanatın sızılı gövdesinden birdenbire ayrılıvermişti. Avuçlarımızda pat pat düşen son bahar yaprakları bu sefer şiir dökmüştü ekrana. Bilgisayarın ekranına düşen hüzün ve hazan kokulu şiirleri beğenmedim. Onun direncini aradım. 'Sesimi Arıyorum' şiirini aradım, buldum çıkardım yayınladım. Ne yapmaya çalışıyordum? Ölüm ile düello mu? Ölüm böyle bir gerçeklikti birdenbire yok olmayı kabullenemeyen insan soyuna beklemediği anda ağır bir tokat indirirdi. Yok olmasın sesimiz. Yok olmaz sesi bir şairin hele umarsızın, masumun, çilekeş kadının ruhuna değiyorsa dizeleri. 'Ölürse ten ölür. Canlar ölesi değil.' Şiir dirildi. Şiir Sezer'in dilinde yeniden dirildi; o yüzden sevdim şairin yürek tıpırtılarını. Yürek yüreği iyi tanırdı, sezerdi iç bukağılarını. Acıya dokunan dizeler yüreklere dökülüyordu. Gülten Akın, Türkan İldeniz, Sennur Sezer'in şiirlerine dokunmadan geçemezdim. Kadın şairlerimizi sınıflara, dinletilerime taşırdım. Marmaris'te Bir Bahar Akşamı şiir gecesine de taşımıştım 'Sesimi Arıyorum' adlı şiiri. Alışılmış dizgenin dışında şiir okuyordum. Salonun tüm bakışlarını üzerimde hissettim. Bakışlardan süzdüm sonucu. Kimin şiiriydi? Neden popülist bir şair ve popülist şiir okumamıştım? Şiir denilince terazinin sağ kefesine biri, sol kefesine birinin ağırlığı ile oturtulduğu geceye bir Sennur Sezer sığdırmıştım. Behçet Necatigil'in ölümsüz dizelerine sığdırmak istememiş ,”Açılır

Ö

Hatice ALTUNAY

parantez kapanır parantez öldürebilirsiniz,” demek saçmalığına düşmek istememiştim. Yazın dünyasında hak edene hak ettiği değeri vermek istemiştim. Algılara, algısız alıklarla pek işim yoktu. Gülüp geçmiştim. Bazılarına ise, “Yüreğim onu sevdi. Sezdim, direncin şair kalemini,” demiştim. Herkes yüreğinin sesini alabilseydi. Sennur Sezer ile aynı ortamda şiirce söyleşemesem de onun dizelerinden yayılan sıcaklık yüreğimi ısıtmış onun dizelerinden yayılan katışıksız sevgi tüm benliğimi kuşatmıştır. Başta, hayat arkadaşının, yakınlarının, onu sevenlerin ayrıca gönlü ve ufku geniş cümle yitiklerin başı sağ olsun. Sesini arayanlar sağ olsun. Sezer'in ruhu huzurla dolsun. Sesimi Arıyorum Bir ses arıyorum Yeni bir şarki için Çocukların ilk sözcüğü gibi umutla, Sevinçle duyulacak bir ses, Çünkü umutsuzluk yasaktır Don vuran ağaç sürgün verecek, Kaya çatlayacak, tohum yeşerecektir. Ama susmaktan sesimi yitirdim Nasırlaştı dilim. Elim ateşten korkmuyor, Ülkemin bütün kadınları gibi tırnaklarım küt Ateşten sıcak bir tencereyi yanmadan alabilirim Köz basarım yüreğime. Yüreğim nasırlarıyla umudu koruyor, Bir küçük ışıltıyla baharı bekleyen Çekirdek ateşten korkmuyor. Sennur SEZER

AŞK

TROPİKAL BİR DÜŞ

ak denize düşen sayların akşam güneşi ıldır ıldır yanıyor kadınların parmaklarına taktığım yüzükler birer yakamoz halkası

Bir dilbalığı sessizliğindeyim Asılsız rüyalarıma ortak olan Binlerce hüviyetin elinde Avucumda bir tas Hindistan cevizi İçtiğim hayalin de ötesindeyim Ki uzatılan iksirdeki adam kim? Hani o yaşlı bilgenin söyledikleri? Hepsi yalan mı? Esmerliğini sevdiğim Tropikal yüzlü yanık tenli adam nerdesin? Çık gel Soğumadan düşlerim Sihirli sütünde zehir zemberek Büyülü saatlerine aldandığım o ada Ve o adam… Yalanmış meğer Tekrar göreceğim Hindistan cevizi uzatan Tropikal adamı Sihirli sütünde ekşi tadı aşkın Yalanmış meğer

savaş açacağıma yelken açarım mavi sulara bir kelebek kondurmak kadar mutluluk verir defne yaprağına yan yana giden ayla güneşi yakalamak olası hayatta her gün gitsem gelsem bu yollardan içeri düşer umutlarım böğrümü yoklayan sancı dağları alaca tavşanların korkusu taşın içine sığınmış düşlerimi yorumluyor ak oluktan içtiğim bir avuç su Mehmet RAYMAN

Güler KALEM


19

Tmolos Edebiyat

GECE ÇIĞIRTKANLARI

G

ece Çığırtkanları (*), Şenay Eroğlu Aksoy'un ikinci öykü kitabı. Toplam 22 öyküden oluşuyor.

Önce kapaktan söz edeceğim. Gri ve ufuk çizgisine kadar aynı renkte bir deniz. Kürekleri olmayan, bir yere de bağlanmamış kayık. İnsansız. Kıpırtısız, dalgasız, dupduru denizde öylece duruyor. Çıkışı yok! Gökyüzünde bir kurşunilik. Boğucu ve iç karartıcı. Yalnızlık hissi verdi bana. Kitaba adını veren öykü, 12 Eylül öncesi gecelere götürdü beni. Yeni kuşağın yaşamında olmayan bir döneme ayna tutmaya çalışıyor. “eşkal”, “fişleme” sözcükleriyle sezdiriliyor dönemin ruhu. “Küçük barakalarına sığamayacak denli akıl almaz konforla” yetiştirilmiş, büyütülmüş ve beslenmiş faşist çetelerin “gece çığırtkanları”nın betimlemesi bir yerde. Usul usul gelişen bir öykü. “Çukur”, bir tabuyu deşme uğraşısı. “Namus meselesi de saymıyorduk. Değildi de…” ifadeleriyle betimlenen. Gerçeğe ulaşma da denilebilir… O zaman adı niye Çukur? “Balıklar”ın “zarif kıvrılışlarla suda süzülüşlerinde”ki “aynılık” ile çürümeyi eşleştirme, ilginç! Yoksa durağanlık mıdır, çürümenin diğer adı? Tacize uğramış Tülay'ın çocukluğu, “başkalarına kolaylıkla karışmanın”, “sorgusuz sualsiz onların parçası olmanın” adı olan çocukluğun duruluğu, naifliği dillenmiş “Karanlığın Sırrı”nda. “Alıcı Kuş”, kötülüğün kuşudur. Canadır kastı. Sezdirilen “Ben buradaysam burası benim dünyam, bir adım atarsam, orası benim dünyam” bütünlüğüne ulaşmak. “Dost Eli”, “yarısı seyirci, yarısı oyuncu” bir kentten ülkeye/ülkemize doğru bir gönderme midir? “Yaralı Gök”, 12 Eylül döneminin adaletine göndermelerle dolu. Öyle izlenim edindim. Ne acıdır ki, halen sürüyor ülkemizde… Yitirdiklerimizin “Kırkıncı Gün”üne yakılmış bir ağıt! “Islık”, yaşamın işareti midir? Yaşam “rüzgârsız olmaz!” demek, ne demek? Ve benzeri sorular… Kötüye gidişimizin fotoğrafını çekmiş “Yaşlı Porsuk Ağacı”nda Aksoy. Toplumsal çözülmenin anlatımıdır şu satırlar:“Sitelerin çoğunun bahçe kapıları kilitliydi biliyor musunuz? Birkaç tanesini şöyle bir yokladım, açılmıyor. Artık birbirimize verecek hiçbir şeyimiz kalmadı sanırım. Ne güven, ne sevgi. Ya da korkuları öyle abarttık ki, sevinçleri ellerimizle boğuyoruz.” İtirazı olan beri gelsin! Faşizmi duyurtan bir öykü “Kavak İzi.” Ürpertici, korkutucu ve bir o kadar da gerçek! ”Yoksulluğun olmadığı bir dünya” özleminin boğulduğu 12 Eylül yaşatılıyor, “Unut”ulmasın diye! Büyüyerek okuyan kuşakların yaşadıkları kara geceler… ”…gece yarısı kapı önlerine bırakılan notlar, duvarlara koyulan işaretler yüzünden” boşaltılan evler. Ama umut var geleceğe dair. “Mülk Sahibi”nde. Şöyle sesleniliyor geleceğe:“Gittikleri yerden dönecek bizimkiler, eşyalar yıkılacak yüklenirken ki hüzün olmadan, evler boyanacak, yoldan geçerken selamlaşanlar olacak yine, eller en dost kalkışıyla başa uzanacak.” “Kapanmış olan gelincikler açılıverdi yeniden.” Ne güzel! Umudun görsellik kazandığı satırlarda olmak, eyleşmek… “Gelincikler”, bana bunları duyumsattı. “Çınar ve Siz”, çokkültürlü, çok halklı dönemlere bir atıf belki. “Oradaydınız işte; doğduğunuz büyüdüğünüz kentte. Ne yerde toprağa yuvarlanarak belendiğiniz günler geldi

Mutahhar AKSARI aklınıza, ne de komşularınız Yanakos Efendi, Osman dayı ve mahalleyi gülmekten kıran Artin Usta.” “Rüzgâr”, kaçılan “…tehlike dolu sokaklara, bizi bir türlü rahat bırakmayan insanlara” bütün evlerin “bir gün dışarı” olduğu anlara özlemi anlatıyor. “Kızıl kahverengi yapraklı ağaçların taze sürgünleri”nin “çıt çıt” kırılışını duydum. Yitirdiğimiz oğullarımızın acısıyla kavruldum/k. “Göğü yıktılar kızıl kahve yapraklı ağaçların üstüne, ağaçlara sarılmış olanların üstüne” yâni “Gezi”yi savunanlara, doğayı sahiplenenlere… “Uzun ve Yoksul”, onurlu bir gönderme ve geleceğe işaret bir yerde… “Gitmiş olan gelecek” umutlanışının balıkçı Yorgos'ta cisimlenmiş hâlidir “Saklı”da dile gelen… Nazileri anlatıyor “Cebimdeki Çığlık.” Sanki bugünlere gönderme yapmış… Aynı başlayış aynı bitiş acaba “yurtsuz”luğu daha derinden duyumsatmak için mi yeğlenmiş? “Yazmak, az da olsa başka biri olmanın tek yolu” iç sesiyle Ankara-Paris gidip-gelmeleri “Mavi”de dillenen. Veeee Onat Kutlar'a çok güzel ve anlamlı bir sesleniş “Mektup”la… Kapalı ve okuru zorlayan öyküler. Çabalamak gerekiyor. Yeniden yine üstünden bir kez daha geçmek gerek tümcelerin ve satırlardan damıtmak düşünceleri, imgeleri. Aksoy, şöyle bir fırça darbesiyle dokunuvermiş gibi tuvale, piyanonun tuşlarına… Kendini kenara çekip, okurunu izliyor, yok yok dikizliyor gibi geldi yazar. Günümüzün hızlı yaşam trafiğinde ne denli yankı yaratacak okurda? Bilemiyorum, kestiremiyorum açıkçası… (*) Şenay Eroğlu Aksoy, Gece Çığırtkanları, Öykü, Yapı Kredi Yayınları, 1. baskı, İstanbul, Eylül-2015, 88 sayfa.

MAVİM Bir çift göz müdür Mavi mavi bakan Huzur veren yüreğime Sevdama hayatıma dolduğun Dostluk mudur seni bana getiren Hüzün mevsimini beraber aştığım Yüreğimin aynası mıdır seni bana getiren Dost ey dost hep orda ol Bekle yüreğimi yüreğini açtığım anları Bekle bitmeyen sırlarımı Ve bir gün sen de gel ki açayım sana Yuvamı yüreğimi hüznümü Ey dost sevdiğim gözlerle mavi mavi bak Yine anlat yine dinleyeyim seni Ve doğduğun her güne şükredeyim Ve bugün şükrettiğim gibi Özden Zehra AKPINAR


20

Tmolos Edebiyat

HAZANA AĞIT çağrısız gelen çağrılı gidendin mantığın kara trenine binip

BEYRUT DÜŞLERİ

tenin senin olsun diyebildim ancak unutulmaz bir sonbahar konseriydin dokundun her telime biletsiz dinleyicindim selfie yaptım acılarla hastalıkmış aşkta engel tüm hücrelerimle hastayım resim sergisiydi kalbimin galerisinde sözlerin kafayı bulmuş serseriydim bakışlarının kokteylinde iğreti mesajına uyandım -hayatına kaldığın yerden devam et hayat birden iğreti kesti ağaç yontucusunun eline bırakıp kaçtım onurumu sakın ola gurur arama benden artık sanıyorum ki herkes beni dikizliyor başımı öne eğişim bundan titreme nöbetinde kalemim ağzına sağlık iyi çizdin uykularımı

zaman ürperiyor hiç bu kadar uzun susmadın Samiha hiç bu kadar suskunlukla konuşmadı gözlerin hiç bu kadar zamansız yolculuklara götürmedin gözlerimi yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil ki Samiha ben mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadım ki... taşkın suların dağdan çaldığı kara bir çakıl taşıdır yazgımız kekre solukları bir şarap karasıdır derin bir denizin yalnızlığıdır keşke biraz susabilse sular biraz susabilsem bu sis var ya Samiha iklime aldanıp puslu bir sokağa dağılan şarkısı yağmurun unut desem şimdi dünyanın sahipsizliğini mavinin gömüsünde saklı safiri yitik masum sevinçlerini çocukluğumuzun. sana kavuşabilme ihtimalini şafağın kızılına savurduğum düşlerini Beyrut'un unutur musun Samiha unutur musun?

gülümsüyoruz şimdi vaatlerle bir kadeh şarap sinema filmi akşam yemeği daveti sürekli kefenin diğer yanı ağır basıyor oraya koyduğun gözyaşı var birlikte dinlediğimiz şarkı bilmesen de olur iyi geliyor kulak ağrılarıma 103 numaralı belediye otobüsünü bekliyorum durakta her durak sana inecek umuduyla içime bakıyor pencere -yolcu güle güle

sensiz kalmak Cizre'dir Sabra'dır, Şatilla'dır bir anne ölen kızının adını ne çok andı ne çok acı ve ne kadar az isyan vardı ölü bedenlerin saatleri ise hâlâ çalışıyordu Samiha ruhumda ağırlaşan zamanın yüzünde solan hüznü mühleti dolmamıştı henüz günbatımının anımsadım Samiha Güvercin Kayaları'ndan denize batmış kuru kırmızı gülleri gözleri bal koyuluğunda Astart geçti Cebal-Byblos'tan hiç bir acı yıkamadı yüreğimizi

sevişmenin çöplüğünden çıkarıp dansa kaldır ruhumu kısa metrajlı aşk filmimsin mutsuz sonla biten herkesin teni kendine deyip kaba abaya sarındım organsız sevişmeyi kimse bizim kadar bilemez nazik hanımlar ve beyler gazete kupürü bıraktı masama ne çoğaldı içimde cinayetler hadi Shakespeare'den 58. ci soneyi oku çözülsün vuslatın kelepçesi selma ayarlı saatim hüzünleri sıfırlama enstitüsü yarım ağızla gülsen yetecek Yılmaz BOZAN Gönderi Adresi : PK. 24 ÖDEMİŞ / İZMİR Basım Yeri: Efe Ofset Matbaacılık Yay. San. ve Tic. Ltd. Şti. Sertifika No:14866

ABONELİK İÇİN Ömer Akşahan Posta Çeki No: 09562887 Vakıflar Bankası Ödemiş Şubesi Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni: Ömer AKŞAHAN IBAN NO: TR34 0001 5001 5800 7284 2423 63 Yayın Kurulu: Ömer AKŞAHAN - Rahim GÜR Posta İçin Katkı Payı Yurtiçi: 40 TL (Yıllık 12 Sayı) Levent ÇETİNOL - Özay KARA Yurtdışı: 30 Euro (Yıllık 12 Sayı) Hukuk Danışmanları: Av. Özgür AKŞAHAN Av. M. Özer ŞENTÜRK Ödemiş içinde ücretsizdir. Dergide yayımlanan ürünlerin sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzmir Temsilcisi: Eşref KARADAĞ - Mehmet GENÇ Tmolos Dergisi Konsep Medya kuruluşudur. Kocaeli Temsilcisi: Gülseren DELİBAŞ

Almanya Temsilcileri: Dr. Ertekin ÖZCAN - Ali ÖZDEMİR

kızgın bir çölün içinden geçerken bir vaha olduğunu sanıyorum Samiha dağın arka yüzünü merak ediyorum... her ihtişam batan güne dökülür batan gün kızıl kanlı bendire benzer yaralı bir kalbe benzer Sabra'da... ıssız kırların ortasında kendi cumhuriyetini ilan ediyor yalnızlık hiçliğin tüm bilgisi ruhumuzun acıya en açık en gizemli büyüyünce unutursun dedikleri yerde çocukluğumuzun bir bölgesinde gizleniyor Samiha bir kan damlası düşüyor toprağa.

Kapak tasarımı: Büşra Kaya

e-posta: tmolosedebiyat@gmail.com

sanırım tanrı buradan geçti Samiha martı kanadı bir tutam kül namı yürüyor gittiğini bile bile doğan güneşin elbet biter güneşe hasret günler bir sıcaklık ürperir ruhumda seni düşünürken bir tebessüm doluyor gamzelerime bir yıkım mevsimidir üzerime yıkılıyor ne kadar yalnızlık varsa Şattül Arap'ta batan gemidir sensizlik dört yanım yalnızlık limanları dört yanım metal enkazları ve son nefesini veriyor bir miço dar güvertesinde yüreğinin… Josef KILÇIKSIZ


“Vazgeçemeyeceğiniz tat Dereli Yoğurt”

* KABLOLU & KABLOSUZ GÜVENLİK KAMERASI KURULUMU * KABLOLU & KABLOSUZ ALARM SİSTEMİ KURULUMU


Inverter Daiseikai - N3KVR

Toshiba uzaktan kumandanızda Quiet (Sessiz) tuşuna bastığınızda iç ünite son derece düşük olan 20 desibelde çalışmaya başlayacaktır.

KLİMA

0232 599 35 35 0232 545 36 05 0533 720 02 20


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.