GİRİŞ
2018 Yazı İki kadın da ellerindeki dergide yazılanlara sanki gençlik iksirinin formülünü okuyormuşçasına dikkat kesilmişti. “O kız için gazinoya ortak olmuş. İnanabiliyor musun? ” dedi siyah saçlı olan, yanındakine. “Evet ya! İkinci sınıf bir pavyon şarkıcısı için düşünmeden para harcıyor adam. Ne buluyorsa artık! Şuna baksana, her yerinden rüküşlük damlıyor! Yok, neymiş, ses sanatçısıymış! Toprak Arslan, onun ilk önce sanatına vurulmuş. Kimi kandırdığını sanıyorsa, salak! Eminim, sanat dediği yatak fantezisidir! Ama magazincilerde asıl kabahat… Yalakalık olsun diye böyleleriyle röportaj yapıyorlar. Onlar da kendilerini nimetten sayıp, böyle gerzek gerzek konuşuyorlar.” Fönle kabartılmış sarı saçlarını tek omzunda toplarken, dergide resmi yayınlanan kadına bakarak dudaklarını buruşturdu.. Saçını boyatmış, fönünü çektirmiş ve güzellik salonundaki işi tamamen bitmişti, ama arkadaşının yanındaki koltuğu işgal etmeye devam ediyor, gitmek bilmiyordu. Yanındaki arkadaşının tepesinde, horozibiği gibi bir balyaj1 öbeği sallanırken, hülyalı gözlerle önündeki dergiyi okumaya devam etti. “Tatlım, sen ne dersen de, kadın iyi iş çıkartmış.” dedi, arkadaşının kadın hakkındaki yorumlarını kaile almadan. Belli ki o tamamen Toprak’ta kilitlenmişti. “Burada, Arslan Holding’in bu senenin en çok kazananlar listesine girdiği yazıyor. Üç sene önce babasından şirketi devraldığında, küçük çaplı bir şirket olan ARSLAN LTD.ŞTİ.,Toprak Arslan’ın yönetimi devralmasından sonra, cirosunu her sene ona katlayarak Türkiye’nin sayılı
1
Balyaj: Saçın belirli kısımlarına uygulanan bir tür boya işlemi. (e.n)
holdinglerinin birine dönüşmüş. Geçen ayki Sümer’lerin açılış kokteylini hatırlıyorsun, değil mi? Hani, sen yurt dışında olduğun için katılamamıştın.” “Evet, ne olmuş ona?” “İşte o gün Toprak Arslan da oraya gelmişti. Görsen, adam rüya gibiydi! Onu en son geçen sene görebilmiştim. Biliyorsun, çok nadir geliyor böyle toplantılara. Ve… Ah, nasıl desem… Adam tam bir ilahtı! ” “Off, ya! Kaçırdım desene!” Esmer olan cevap vermeden önce omzunu silkti. “Pek bir şey kaçırmadın, üzülme. Adam kimseye pas vermiyor çünkü. Tanışmak için elimi uzattım ama görmedi bile!.” “Hadi ya! Hayvan herif!” “Aman, boş ver. Adam sadece bana değil, bütün kadınlara karşı öyleydi zaten. Ama inan bana, bu davranış bile o adamda itici değil, aksine seksi duruyor! Nasıl desem…” Bahsettiği adamın kokusu etrafını sarmış gibi derin bir nefes aldı. “Salona girdiği andan, gözden kaybolduğu ana kadar adama bakakaldım. Feci bir şeydi! Fotoğraflarda göründüğünden çok daha uzun boylu ve geçen seneden bu yana -sanki mümkünmüş gibi- daha da çok vücut yaptığına yemin edebilirim! Ah, hele o omuzları… Beni öldürecekti! Biliyorsun, bir erkekte en sevdiğim şey budur. Seks yaparken onlara tutunmak ve üstünde gidip—” “Öhö!Öhö!” Boynuma doğru yol alan ve kesinlikle utanmayla alakası olmayan kızarıklığımla eş zamanlı gelen öksürüğüm, neyse ki esmer kadının konuşmasını yarıda kesti. Kadın, bana bakarken toplum içinde olduğunu sanki yeni fark etmiş gibi gözlerini kırpıştırdı. Ancak utancı ve bakışmamız sadece iki saniye kadar sürdü. Beni ölçen, biçen ve kaile alınmaya gerek olmadığıma karar verilen bir iki saniye! Dudağının bir kenarı alaycı bir tebessümle kıvrılırken, yeniden konuşmak için arkadaşına döndü.
“Neyse… Yani hangisi daha yakışıklı hâlâ karar veremiyorum, Şuleciğim. Sence ağabeyi mi yoksa o mu daha seksi?” “Ah… İşte bu güzel bir soru. Ben şahsen Can Taker’ı tercih ederim, şekerim. Bilirsin, o dudaklar ve o dil…” Bir anda attıkları kahkahayla güzellik salonu inlerken, elimdeki çantayı kafalarına geçirmemek için deri kumaşı sıktıkça sıktım. Neden kimse şunlara sessiz olmaları gerektiğini söylemiyordu? Bu konuşmadan tek rahatsız olan ben miydim? Gözlerim salonu taradı son bir ümitle. Ama nafile… Diğer müşteriler de bu ikisi gibi gevezelik etmeye daldıkları için, -duvardaki aynalardan gördüğüm kadarıyla- benden başka rahatsız olan hiç kimse yoktu. Aslında, kendimle yaptığım iç hesaplaşmaya kulak asarsam, benden başka hiç kimsenin bu konuşulanlardan yara alacak bir geçmişi de olmadığı açıktı. Çünkü bu sohbetteki acıtan şey sözler değil, maziydi. Kadınların sadece hayal ettiği ama benim bizzat yaşadığım bir mazi… Sanki etrafımdaki oksijen bir anda tükenmiş gibi, derin derin nefes aldım. Saçımla ilgilenen kıza takıldı bakışlarım. Saçlarımı tarıyor, kesim için örtü sarıyordu omuzlarıma. Kızın bir hayalet gibi sessizce ve konuşulanlara en ufak bir ilgi kırıntısı bile göstermeden, işini yaparkenki huzuru kıskanılacak derecedeydi. Konuşulanların ona eski bir sevgiliyi ya da yarayı hatırlatmadığı aşikârdı. Rahatsız bir şekilde kıpırdandım. İki kafadarsa hâlâ konuşmaya devam ediyordu. “Sence bu kızı gerçekten seviyor olabilir mi?” dedi esmer olanı. “Aman sende! Böyle adamlar hiçbir kadını sevemez. Sadece birisini diğerinden daha fazla arzular. Belli ki bu varoş güzeli de ona değişik gelmiş. Ama merak etme, yakında sıkılacaktır.” Baston yutmuş gibi olduğum yerde dikleşirken, tüylerim diken diken oldu. Dayanamayıp Şule isimli kadına yandan bir bakış attım. Benim, Toprak’ın aptal yalanlarına inandığım yaştan daha büyük değildi. Yani, en fazla yirmi beşindeydi. Ama belli ki benim o zaman olduğumdan çok daha zekiydi kız. Toprak
Arslan’ın olayını, daha onunla tanışmadan anlayabilecek kadar zeki! Benim aksime, onun gibi adamların asla âşık olmayacağını bilebilecek, onun vaatlerine kanmayacak kadar zeki… O sırada sarışının tespitlerine esmerden de onay geldi. “Doğru söylüyorsun. Belki, hep aynı tiplerle çıkmaktan bıkmıştır. Malum, iş adamı olmadan önce de çapkındı. Kaç kadınla ilişkiye girdiğini kim bilebilir? Belki de çeşit yapmak, biraz da yaban güllerinin tadına bakmak istemiştir.” dedi, ben daha da kızarırken. Belli ki beyni fındık kadar olduğu şüphe götürmeyen bu seks meraklısı esmerden bile salaktım. Hatta Guinness Rekorlar Kitabı2’na evrendeki en salak kadın olarak başvurabilirdim bile. Kahretsin! Beyaz atlı prenslere ve pembe panjurlu evlere inanan tek salak kadın, bir ben mi kalmıştım bu ülkede sahiden? İki kadının da dergide boy gösteren pavyon şarkıcısına bakışları, kin ve kıskançlık karışımı bir ifadeyle çirkinleşirken, esmer olan hızını alamayıp konuşmaya devam etti. “Hâlbuki bana bir denk gelse, hiç sıkılmaz! Ona, yatakta ömür boyu vazgeçemeyeceği öyle oyunlar gösteririm ki... Of, of, of! Baktıkça ateş basıyor bana kızım!” Elleri yelpaze gibi öne arkaya hareket etti. ‘Boyadandır o ateşin senin boyadan! Kafa derin yandı!’ diyecektim ki nihayet çalışanlardan biri, esmerin yangınını gördü de balyajları çıkartıp, kızıl parıltıları ilaçtan arındırmak için, kadını saç yıkama kabinine doğru uzaklaştırdı. O sırada, saçlarıma ondan başka kimseye dokundurmadığım Cani isimli, salondaki tek erkek çalışan geldi yanıma. Asıl adı Caner’di, ama onu tanıdım tanıyalı herkes ona Cani derdi. “Ne haber, güzellik?” dedi, uzaklaşan iki kıza şöyle bir baktıktan sonra. “İyilik Cani, senden?” “Aynı, gördüğün gibi… Seni rahatsız ettiler değil mi,gevezeler?”Başıyla kızları işaret etti. Toprak ile yaşadıklarımı bilen sayılı kişilerden biriydi Cani. Ve belli ki onun da radarlarına kızların konuşmaları yakalanmıştı. Ne söyleyeceğimi bilemeyerek, sadece omuz silktim. Cani’nin eli hafifçe omzumu okşadı. “Boş ver. Bunlar zengin takımı aşüftesi. Tek bildikleri erkeklerin altına yatmak.” 2
Guinness Rekorlar Kitabı: Her yıl basılan ve hem insanlar hem de doğa etkilerinin sebep olmasıyla ulaşılan, içerisinde şaşırtıcı rekorları barındıran bir kitap.(e.n)
Zorlukla gülümseyerek, “Hı hı,” diye cevapladım, ama ağzımın içi talaşla dolmuş gibi nefessiz kalmıştım aslında. Cani, Toprak Arslan’la bir geçmişimiz olduğunu biliyorsa da detaylardan habersizdi ve bu söylediği, beni teselli etmek yerine daha da çok yaralamıştı sadece. Çünkü içimdeki kadın onu hâlâ umutsuzca kıskanıyordu. Bu sırada Cani dikkatini kesilecek saçlarıma verip, konuyu kapatarak saçlarımla oynayan sihirli elleri, uykuyla gözlerimin kapanmasına neden olacak şekilde uyuşturdu sinirlerimi. Saçlarımla oynanmasını severdim. Özellikle Toprak tarafından… Zihnim yeniden anılara gitti.
Dört sene önce AĞUSTOS 2014 “Kendini benim ellerime bırak, Melis. Söz veriyorum bayılacaksın buna!” “Gerek yok, Toprak. Bir saç kurutma makinesi ver bana, yeter. Eve gittiğimde yıkarım. Gerçekten.” Parmağı dudaklarıma değince söyleyeceğim bütün harfler, teneffüs zilini duyan çocuklar gibi tozpembe bulutlara koşturup yok oldu. “Şşşt. Ama ben istiyorum, minik kuğum. Lütfen…” Yüzümde şapşal bir gülümseme, aklımda hiç de iffetli olmayan hayallerle gözlerine baktım. “Anlaştık mı?” diye sordu bende yarattığı etkiden haberdar bir bakışla. Uysal bir kız gibi salladım başımı. “Harika! Hadi bakalım, otur şuraya.” Beni bir tabureye oturtturdu, arkasını dönüp bir tane havlu çıkarttı dolabından ve ıslanmaması için omuzlarıma örttü. “İşte böyle,” eğilip burnuma küçük bir öpücük kondurdu. “Hadi bakalım. Uçuşa hazır mısın?” Başımı arkaya yaslayıp lavaboya yanaştırdı. Aslında bütün bunlar sakarlığım yüzündendi. Çünkü Toprak ile piknik yapmak için gittiğimiz çayırlık alanda,önce bir çukur bulmuş, sonra da bulmak yetmez tanışmak lazım diyerek, bir de güzelce içine yuvarlanmış ve kendimi rezil etmiştim. Açık olan saçlarım çamur içindeydi ve bir yanım da boydan boya pisliğe bulanmıştı. Utanç içinde kafamı kaldırdığımda, gülen bir surat bulacağıma emin bir halde yüzüne baktım. Ama gördüğüm şey alaycı bir yüz değil, çukura öfkeyle bakan bir Toprak’tı. “Nasıl hissediyorsun?”
Nasıl mı hissediyordum? NA-SIL-MI! Hissediyordum? Elleri, narin bir bebeği okşar gibi saçlarımı yıkarken, gözlerim hipnozdaymış gibi kapandıkça kapandı. Resmen ağlamak istiyordum. Ayağa kalkıp dudaklarına yapışmak istiyordum! Tıpkı, bana dokunduğu gibi ben de ona dokunmak istiyordum… Elleri, sanki… Saç diplerime değil, vücudumdaki en mahrem yerlere dokunuyormuş gibi inledim elimde olmadan. Kafam başına buyruk bir şekilde parmaklarına doğru çekiliyordu adeta. Su saçlarımdan ılık ılık kayarken, elleriyle alın çizgimden kulak diplerime kadar biriken köpükleri okşarcasına yıkıyordu. Nasıl mı hissediyordum? O anda ağlamak istiyordum…
BÖLÜM 1
“Melisçiğim?” “Ne?” “Gözlerini açabilirsin.” Cani’nin kıkırtısıyla doğrularak, başımdaki havluyla birlikte ayağa kalkıp, “Pardon,” diye mırıldandım. “Uykusuz bir geceydi de, dalmışım.” “Ah, dert etme, tatlım. Ellerim sihirlidir.” derken parmaklarını havayı gıdıklar gibi kıpırdattı. “Sen de diğer kurbanlarından birisin sadece.” Esprisine gülmeye çalıştım, ama daha çok ironik bir benzerliği olan bu olayda, Toprak’ın kaç kurbanı olduğuna takılıp kaldım. Yüzümdeki gülümseme zehir içmişim gibi tiksintiyle yer değiştirdi. “Pekâlâ, kat vermemi ister misin?” “Ne? Ah. Lütfen, Cani. Özellikle önleri hareketlendirecek bir kesim yaparsan sevinirim. Bir de ufak ışıltılar istiyorum. Ama o kadar ince olsun ki, işin bittiğinde kendi saç rengim hâlâ ön planda olsun. Anladın, değil mi?” “Elbette, merak etme. Bu güzel saçlarla işim bittiğinde, erkekler gözlerini senden alamayacak, şekerim.” “Erkekler mi?” Küçümseyen bir bakışla, Cani de bir erkek olduğu için adamı boylu boyunca süzdüm. “Allah aşkına, yapacaksan, erkekler için değil, ben daha iyi hissedeyim diye yap şunu, Cani! Sanki dünya erkeklerin etrafında dönüyormuş da, biz de her haltı onlar için yapıyormuşuz gibi!” dedim sinirli sinirli.
Cani, makas parmaklarına takılı bir halde ellerini yukarı kaldırdı. “Tamam, tamam! Sinirlenme hemen. Az önceki mevzuyüzünden hâlâ sinirlerin bozuk senin, belli. Ama sorun yok. Bu sefer ki senin için, tatlım. Sadece senin güzel gözlerin için.” Göz kırpıp yeniden işe koyuldu, ama ben yaptığımdan utanarak, çoktan dudaklarımı ısırmaya başlamıştım. “Özür dilerim, Cani… Ben, sadece—” “Hayır, ben özür dilerim, Melis, ” dedi yumuşak bir sesle, yaptığı işe ara verirken. “Senin diğer kadınlar gibi olmadığını unutuyorum bazen. Ben… Sadece müşterilerin duymak istediklerini söylemeye öyle alıştım ki, senin onlar gibi olmadığını, gururlu olduğunu unutuyorum. Lütfen, sen kusura bakma.” “Teşekkürler, anlayışın için…” Gözlerimden birkaç damla yaş düştü ama hayır, ağlamayacaktım! Toprak yüzünden gözyaşı döktüğüm yılları ardımda bırakalı çok olmuştu ve tekrar dökülmelerine izin vermeyecektim! Bunu kabul etmeliydim. Daha en başta Toprak’la farklı dünyalara ait olduğumuzu kabullenmem ve ondan uzak durmam gerekirdi. O, ağzında altın bir kaşıkla doğmuş ve hayatı boyunca kadınlar tarafından şımartılmış bir züppeydi ne de olsa. Benim daha önce adımımı bile atmadığım yerler de gezip büyümüş, hürmet görmüş, sevilmiş, beğenilmiş ve bir filin bile çekemeyeceği kadar büyük bir egoyla şişirilmiş bir erkekti. Ben ise… Ben ise onun yaşadığı bütün bu hayatı, en fazla filmler de görmüştüm. Her zaman aza kanaat eden ve rıza göstermek zorunda kalan, düşük gelirli ailemle birlikte, yaşama tutunma çabası içerisinde hayat süren biri olmuştum yalnızca. Babam bir köy öğretmeni, annem ise Yunanistan’da doğup büyümüş ve Balkan Göçleri nedeniyle annesiyle beraber Anadolu’ya göç edip, Ege’deki bir köye yerleşen bir hemşireydi. Babamın ilk görev yeri olan bu küçük köyde tanışıp, kısa sürede evlenmişler ve ben dünyaya gelmiştim. Babamın ailesi çok uzun zaman önce ölmüştü. Annemin tarafından ise bir tek anneannem ve dayım kalmıştı. Gerçi dayım, bir Yunanla evli olduğu için Yunanistan’da kalmıştı ama anneannem bizimle yaşıyordu.
Bense, genellikle Yunanca konuşan yıayıám3ile beraber büyümüş ve annemle babam çalıştıkları için, hayatımın yarısını onun sıra dışı eğitim sistemiyle geçirmek durumunda kalmıştım. Sıra dışı diyorum, çünkü onunla konuşabilmek için önce Yunancayı öğrenmem gerekmiş, sonra da –sözde- çok iyi görmeyen gözleri nedeniyle okuyamadığı, eski ve yeni Yunan alfabesiyle yazılan şifa kitaplarını okumak için, Yunanca alfabesini çözmüştüm. Evet, şifa kitapları okuyordum çünkü yıayıám kendi köyünde bir şifacıydı. Yoksul bir kırsalda yaşadıkları için, doktor yerine köyün bütün sorunlarıyla o ilgilenir ve zatürreeden vereme kadar her hastalığı iyi edermiş. Türkiye’ye geldiğindeyse şifalı bitkilerle kendince alternatif tıbba ve ebeliğe de devam etmiş, hatta beni de o doğurtmuş. Anlattığına göre, biz eski Yunan döneminde yaşamış bir kelt soyundan gelmiştik ve bu şifalı eller de ailemizin kadınlarına Şifa Tanrıçası Airmid tarafından verilmişti. O zamandan bu yana, ailedeki bütün kadınların birer şifacı olmasının sebebini belki bu mistik hikâye de destekleyebilirdi aslında, şayet ben olmasaydım tabii. Eh, annemin de bir hemşire olduğunu düşünürsek, sanırım geleneği bozan yalnız ben olmuştum. Yıayıám, -kendi tabiriyle- el vermesi gereken kızı olan annemin, onun metotlarını çağdışı bulması nedeniyle şansını bende denemek istemiş, ama o da olmamıştı maalesef. Ne yapabilirim ki? Tıp konusunda yıayıámı hayal kırıklığına uğratacak kadar beceriksizdim ve netice de beni kendi halime bırakmasıyla sonuçlandı zaten. Ama bu benim için asla bir sıkıntı konusu değildi. Çünkü şu anda Yunancayı çok iyi bilmemi de, üniversitede Eski Yunan Dili ve Edebiyatı okuyarak hayallerimin mesleğini yapmamı da yıayıáma borçluyum. Ah, tabii, bir de şu anda seksen yaşında olmasına rağmen, turp gibi olup bana hâlâ işkence edebilmesine de! Nihayetinde ise, ben çamurlu köy yollarında büyümüş, ailemin küçük bütçesi nedeniyle köylü çocuklarından çok da farklı olmayarak, sadece bayramlarda yeni giysiler görmüş ve oyuncaklarım çoğunlukla anneannemin yaptığı bez bebeklerden olmuştu. Fakirdik, ama babamın da her zaman dediği gibi, ‘saygınlığımız’ çok zengindi. Tıpkı soyadımız gibi: Saygın Ailesi. O köylerde, öğretmen olduğu için herkes babama saygı duyar ve ben de hep diğer çocuklara örnek gösterilmek için, alabildiğine terbiyeli ve çalışkan olmaya çabalardım. Çünkü babamın hayatında sahip olduğu tek zenginliğiydi bu. Fakir de olsak saygındık! Bu saygınlığımızın bana kazandırdığı tek şey ise jimnastik dersleri olmuştu. Babamın, şehirli bir çocuğa verdiği özel derslere karşılık, çocuğun babası da beni kendi özel jimnastik 3
Yıayıá: Yunanca, nine.
salonuna ücretsiz olarak kaydetmişti. İşte daha beş yaşında olduğum o yıllarda keşfedilmişti bendeki cevher. “Melis bu iş için doğmuş, Ömer Bey! Kızınızın mutlaka olimpiyatlara hazırlanmasını sağlamalısınız. Bu iş için ben size sponsor olmaya hazırım.” demişti o iyi kalpli adam. Ve bu sözlerle birlikte ailemi de benim gibi heyecanlandırmış, böylece on dört yaşına kadar ki –yani babamın İstanbul’a tayini çıkana kadar- jimnastik maceram başlamıştı.
Evet, umulduğu gibi büyük bir başarı da kaydetmiştim. Vücudumu ciddi bir disiplinle lastik kızlar gibi her şekle sokabilir, her türlü yükseklikten kemiklerimi kırmadan atlayabilir, havada kimsenin erişemeyeceği kadar yükseğe zıplayarak artistik taklalar atabilir bir haldeydim. Yaşıtlarımdan çok çok ilerideydim, ama maalesef İstanbul bu parlak kariyerime büyük bir darbe olmuştu. Çünkü babamın saygınlığı, maalesef burada jimnastik antrenmanları yapmak için salonlara kayıt parasına yetmemiş, hatta eğitim masraflarımı bile karşılayamamıştı. Ve ben daha ne olduğunu anlamadan, derslerden fırsat bulduğum her anımda part-time işlerde çalışırken bulmuştum kendimi. Olimpiyatlara başvuru yaptığımdaysa, ne yazık ki antrenmansızlık yüzünden ikinci elemeleri bile geçememiştim ve bu büyük düşüm böylece son bulmuştu. O zaman bütün çabalarım boşa çıktığı için üzülmüştüm gerçekten. Ama şimdi… Pek de üzülmüyorum. Jimnastik, benim için profesyonel anlamda son bulmuş olsa da, daimi spor tercihim olarak kaldı çünkü. Özellikle üniversiteye başladığımda, her fırsatta spor akademisinin salonunu kullanarak kendimi yeniden forma sokmayı başardım ve hâlâ buna devam ederim. Bu sebepledir ki birçok insan benim zarif hareketlerimi bir balerine benzetir ve aslında balerinlerle bizim yaptığımız işin benzer olduğunu düşünürsek, çok da yanılmazlar. Tıpkı bunun gibi, hiçbir şey, benim için hediye paketi yapılmış kolay kazançlarla dolu olmadı asla. Neye sahip olmak istediysem, hepsini alın terimle ve tırnaklarımla kazıyarak elde etmek zorunda kaldım. Ve bazılarını başarıp bazılarını kaybettiğimde, kaybetmeyi sindirebilmenin de bir başarı olduğunu öğrendim. Ama bütün bu yaşam mücadelesi içinde, erkekleri tanıma, onlarla flört etme ve ilişki gibi konularda bilgi sahibi olamadım maalesef. Hatta üniversiteyi bitirdiğimde de durum tam olarak buydu.
Aşk, daima ertelenmiş bir düştü benim için. Okuduğum romanlarda, izlediğim filmlerde gördüğüm başka bir gezegendi. Bambaşka bir evrendi. Anlaması karmaşık, çözmesi zordu. Bodyguard4’lık kisvesi altında, kariyerime devam ettiğim o döneme kadar bile. Hiçbir erkeğin bana açılmasına izin vermeyecek kadar uzak durdum onlardan. Ta ki Toprak’la tanışana kadar. Bodyguard olmak ve Toprak’la karşılaşmak… İşte bu, kaderin kesinlikle çirkin bir oyunuydu! Çünkü üniversiteyi bitirip MİT5’e başvuru yaptığımda, aklımda kesinlikle bodyguard’lık yapmak yoktu. Yunanca bilgim seçilmemde aktif bir rol oynamış, jimnastik geçmişim ise mülâkatları rahatlıkla geçmemi sağlamıştı. Ve nihayetinde başvurum kabul edilmiş, kısa sürede İstihbarat Uzman Yardımcısı olarak atamam yapılmıştı. Ancak pasif görevde yer almam ve ifşa olmamak için kimliğimi gizlemem emredilmişti. Bu yüzden teşkilat, eski istihbaratçı olan Ertuğrul Bey’in ajansına yerleştirmişti beni sonunda. Ailem dâhil, kimse asıl mesleğimi ve ne iş yaptığımı bilmeyecekti. Gerçi benim de pek bildiğim söylenemezdi, çünkü ufak tefek istihbarat işleri hariç altı yıldır hiç saha görevine çıkmamıştım ve artık gerçekten bodyguard’lıktan emekli olacağımı düşünmeye başlıyordum. Sonuç olarak, yıllardır ailemi ve çevremdekileri kandırıyor ve uyuyan bir ejder gibi, bana verilen bu pozisyonda o büyük görevin geleceği günü bekliyordum. Toprak’sa, tam bu dönemde hayatıma dâhil olmuştu. Karen ve o, benim en iyi arkadaşlarım ve bu sözde mesleğimdeki tek gerçek dayanaklarımdı. Aslında Karen ve Toprak’ın arkadaşlıkları çocukluklarına kadar dayanıyordu ve onlara katıldığım o ilk iki yıllık dönemde, Toprak Karen’e olan aşkını, bense ona olan aşkımı ilan etmiştim. Biliyorum, tuhaf bir aşk üçgeni… Ama yine de, birbirimize verdiğimiz bu kalp anahtarlarımızla, hiçbirimiz birbirimizin kalbini açamamıştı. Şimdi düşünüyorum da, ne yapabilirdim ki? Daha onu gördüğüm ilk andan itibaren, kalbime bir kor düşmüştü. Ve onunla yakınlaştıkça da, bu kor büyüyüp kalbimi yangın yerine çevirmişti. Ama tabii, o beni fark etmemişti bile. Onca ay, beni bir kadın olarak bile gördüğünü sanmıyorum hatta. Ta ki ona olan aşkımı itiraf edene kadar! Tabii, bu cesur tavrımın sonucu da kaçarak ödüllendirilmişti.
4
Bodyguard: Hayatı tehlikede olan birini, oluşabilecek her türlü tehlikeye karşı korumak için görevlendirilmiş kişi. Bir nevi koruma. (e.n) 5 MİT: Milli İstihbarat Teşkilatı.
Öyle ki, benim onu sevmem ve onun da beni sevmesini istemem, Güneş’in Dünya’nın etrafında dönmesini beklemek kadar kaçıkçaydı. En başından beri hem de. Ama deli gönlüm işte, bir pervane gibi onun etrafında dönmüş, dönmüş ve sonunda ateşiyle yanmaktan kurtulamamıştı. Ta ki Karen’in düğününe kadar... O günden sonra o deli ateş de, bu biçare kelebeğin farkına varmıştı. Evet., Karen ve Toprak arasındaki belirsiz ilişki, Karen’in Toprak’ın sonradan ortaya çıkan ağabeyi olan Can Taker ile evlenmesinin ardından çözüme ulaşmış ve onların düğünden sonra Toprak’la bizim hikâyemiz başlamıştı. Toprak bir ay sonra bana çıkma teklif etmişti.