KATİLLER ÇETESİ İKİNCİ KİTAP
IZABEL J.A. REDMERSKI Çevirmen: Murat Karlıdağ
BİRİNCİ BÖLÜM
Sarai
Dokuz yıl boyunca isteğim dışında tutulduğum çiftlik evinden kaçalı sekiz ay olmuştu. Özgürdüm. Normal bir hayat yaşıyor, normal insanlarla beraber normal şeyler yapıyordum. Ölmemi isteyen herhangi biri tarafından henüz saldırıya uğramamış, takip veya tehdit edilmemiştim. Çok iyi bir arkadaşım vardı: Dahlia. Hayatımda tanıdığım insanlar arasında bana herkesten çok daha yakın olan, annem gibi biri vardı: Dina Gregory. Ama sahip olduğum bütün bu güzelliklere rağmen bir şey hiç değişmemişti: Hâlâ bir yalanı yaşıyordum. California’da arkadaşlarım vardı örneğin: Charlie, Lea, Alex ve Bri… -pardonBrendi. Eski erkek arkadaşım Matt ağzı bozuk biriydi ve Arizona’ya geri dönme sebebim de kendisiydi. Ayrıldıktan sonra, uzun bir süre beni takip etmişti. Bunu yapmaması için kısıtlama emri çıkartmıştım ama bu onu durdurmamıştı. Altı ay önce beni silahla vurmuştu fakat onu tam olarak göremediğim için bunu kanıtlayamamıştım. Ayrıca onu polise vermekten de çok korkuyordum. Bunlar söylediğim yalanların sadece bir kısmıydı. Tüm bunlar başıma gerçekten gelen şeylerin üstünü örtmek içindi.
Küçük yaşta
kaybolup bir kurşun yarasıyla California’daki bir hastanede ortaya çıkmamın üzerini örten bahanelerdi. Dina’ya, Dahlia’ya veya erkek arkadaşım Erik’e gerçekte neler olduğunu
anlatamazdım: Bir uyuşturucu baronuyla yaşamak için Meksika’ya götürülmüştüm. Kimseye oradan dokuz yıl sonra kaçtığımı ve beni gençliğim boyunca esaret altında tutan adamı öldürdüğümü anlatamazdım. Yani belki birilerine söyleyebilirdim ama bunu yaparsam sadece Victor’u tehlikeye atmış olurdum. Victor… Hayır, hiç kimseye bir tetikçinin kaçmama yardım ettiğini ya da Victor’un bir sürü insanı öldürdüğüne şahit olduğumu, bunların arasında da Los Angeleslı önemli bir iş adamının bulunduğunu açıklayamazdım. Başıma gelen ve gördüğüm onca şeyden sonra hiç kimseye, tek isteğimin o tehlikeli hayata, Victor’a dönmek olduğunu söyleyemezdim. İsmi sürekli dilimin ucundaydı. Bazen, geceleri yatağa uzandığımda adını fısıldıyordum çünkü buna ihtiyacım vardı. Ona ihtiyacım vardı. Onu aklımdan çıkaramıyordum. Denemiştim. Lanet olsun ki denemiştim. Ama ne yaparsam yapayım her günüm onu düşünmekle geçiyordu. Beni izliyor muydu? Onu düşündüğüm kadar o da beni düşünüyor muydu? Hâlâ yaşıyor muydu? Kafamı yastığın altına koyup gözlerimi kapattığım zaman onu görüyordum. Bazen sadece bunu yaparak rahatlayabiliyordum. Eric iki eliyle kalçalarımı sıktı, yüzünü bacaklarımın arasına sokup beni sardı. Kalçalarımı ona doğru ittim, bütün vücudum kaskatı kesilene ve kalçalarım kafasının etrafında titreyene kadar vajinamı âdeta kırbaçlayan diline yavaşça sürttüm. Boşaldığım zaman “Aman Tanrım...” dedim, kollarımı saldım ve akabinde parmaklarımı Eric’in siyah saçlarına doladım. “Tanrım...” Eric’in dudaklarını belimin hemen üstündeki pelvis kemiğinde hissettim. İçimde büyüyen tiksinti yüzünden Eric’e bakmaya utandığım için her zaman yaptığım gibi tavana baktım. Eric harika bir insandı. Seksi, siyah saçlı, mavi gözlü yirmi yedi yaşındaki kibar, çekici, neşeli ve kusursuz sevgilim... Victor Faust’la karşılaşmamış olsam benim için de biçilmiş kaftan olurdu. Ama harap olmuş haldeydim. Alnımda biriken ter damlalarını sildim. Eric de arkaya doğru çekilip yanıma uzandı. “Her zaman bunu yapıyorsun” deyip parmaklarını kaburgalarımın üzerine kaydırdı.
Gıdıklandım, irkilip dönerek ona baktım. Sıcak bir gülümsemeyle elimi tekrar saçlarına geçirdim. “Her zaman ne yapıyorum?” “Şu sessizlik.” Başparmağıyla işaret parmağını yanağıma bastırdı. “Boşalıyorsun ve sonrasında uzun bir süre sessizliğe bürünüyorsun.” Biliyorum ve gerçekten üzgünüm, ama senin gözlerine bakabilmek için önce Victor’un yüzünü aklımdan silmem lazım. Evet, korkunç bir insanım. Beni alnımdan öptü. “Buna toparlanma deniyor,” deyip gülümsedim ve onu parmaklarından öptüm. “Tamamen zararsız. Ama bunu iyiye yormalısın. Çünkü yapman gerekeni yapıyorsun.” Elimi kaburga kemiklerinin üzerine koydum. Gerçekten de işini biliyordu. Yatakta mükemmeldi. Bense hâlâ Victor’a bağlı, hatta bağımlıydım. Her zaman da böyle olacağıma dair içimde bir his vardı. Victor beni tek başıma bırakıp gittikten sonra yeni bir ilişkiye başlamam beş ay sürmüştü. Eric’le markette çalışırken tanışmıştım. Bir poşet cips ve bir enerji içeceği almıştı. Ondan sonra reyonuma haftada iki veya üç kez gelir olmuştu. Elini çıplak karnıma atmaya yeltendi, bense kıyafetlerime uzanırcasına çabucak doğruldum. Dolayısıyla hiçbir şeyden şüphelenmedi. Ne güzel. Kendisine sarılmak istemiyordum ama onu kırmak gibi bir niyetim de yoktu. Ellerini kaldırdı, parmaklarını ensesine götürdü. Yüzüme bakıp şehvetle gülümsedi. Kıyafetlerimi giymeden önce hep bunu yapıyordu. “Sarai?” “Efendim?” Tişörtümü giyip atkuyruğu yaptığım saçlarımı düzelttim. “Kısa süreli olacak biliyorum,” dedi, “ama yarın Dahlia ve seninle beraber Californiya’ya gelmek istiyorum.” Lanet olsun. “İşten izin alamayacağını sanıyordum.” Şortumu giyip parmak arası terliklerimi ayağıma geçirdim. “Gelmek isteyip istemediğimi sorduğunda gerçekten gelecek gibi değildim,” diye cevap verdi, “ama işe yeni biri alındı ve patronum bana izin verdi.”
Kötü haberdi bu. Onu yanımda istemediğim için değildi. Victor’u unutmamış olmama rağmen Eric’i içten içe önemsiyordum ama Californiya’ya etrafı görmek, eğlenmek ya da Rodeo Dr’de günümü gün etmek için gitmiyordum. Bir adamı öldürecektim. Ya da öldürmeye çalışacaktım. Dahlia zaten orada olacaktı. Şimdi bu planı bir kişiden daha mı saklamam gerekecekti yani? “Pek… istekli görünmüyorsun.” dedi Eric. Yüzündeki gülümseme yavaşça soldu. Otuz iki dişimi gösterircesine gülümsedim, ona doğru yürüyüp yatağın ucuna oturdum. “Hayır, hayır, aksine heyecanlıyım. Sadece hazırlıksız yakalandım. Sabah altıda çıkıyoruz. Yani sekiz saat sonra. Eşyalarını hazırladın mı?” Tatlı bir kahkaha attıktan sonra yaklaştı ve beni kendine çekti. Beline yapıştım, bacaklarım yatağın ucundan sarktı. “Şey, gelebileceğimi bu öğleden sonra işten ayrılmadan hemen önce öğrendim. Biliyorum, kötü bir zamanlama ama çantama birkaç şey atacağım, hepsi bu.” Yüzüme düşen saçlarımı arkaya savurdu. “Harika!” diye yalan söyledim; yüzüme aynı derece sahtekâr bir gülümseme yayıldı. “O zaman anlaştık.”
***
Dina benden önce, saat dörtte kalkmıştı. Ben de domuz pastırmasının kokusuna uyandım ve mutfağa geçmeden evvel kendimi banyoya attım. Banyodan çıktığımda masada beni boş bir tabak bekliyordu. “Keşke tatil için başka bir yer seçmiş olsaydın, Sarai,” dedi Dina. Masanın karşı tarafına geçip tabağını doldurmaya başladı. Ben de birkaç parça pastırma alıp kendi tabağıma koydum. “Biliyorum,” dedim, “ama dediğim gibi, eski sevgilimin arkadaşlarımı görmeme engel olmasına izin vermeyeceğim.” Beyazlamaya yüz tutmuş saçlarıyla kafasını sallayıp gülümsedi.
Yalan üstüne yalan söyleyerek bir şekilde sınırı aşmıştım.Victor, kardeşi Niklas beni vurduktan sonra Dina’yı Los Angeles’taki hastaneye getirdiğinde, Dina ne olduğuna dair hiçbir şey bilmiyordu –vurulduğum dışında tabii. Bu konuyu onunla konuşabilmem için birkaç ay geçmesi gerekmişti. Daha doğrusu ona anlatabilecek bir hikâye uydurabilmem için... Eski erkek arkadaş hikâyesini işte böyle uydurmuştum. Oysa sadece gasp edildiğimi söylemeliydim. Tamamen yabancı biri tarafından… Bu, yalanı çok daha sürdürülebilir kılardı. Şimdi Dina, ben Los Angeles’a gidiyorum diye ölümüne korkuyordu - iki aydır da böyleydi. Oraya gideceğimi de ona söylememeliydim belki de. Pastırmayı bitirdim, üzerine yarım porsiyon yumurtayı sütle beraber yedim. Dişlerimi fırçalar fırçalamaz Dahlia’yla Eric geldi. Dahlia “Hadi, yola çıkmalıyız” deyip beni kapıya ittirdi. Kum sarısı saçları yataktan yeni kalkmış gibi karmakarışıktı. Vedalaşmak için Dina’ya sarıldım. “Başımın çaresine bakarım,” dedim, “Merak etme. Onun yaşadığı yerin yakınına bile uğramayacağım.” Aslında var olmayan bir adam hakkında konuştuğum için gözümde farklı biri canlanıyordu. Matt ve şu “arkadaşlarımdan” gerçekte yaşıyor gibi herkese o kadar çok bahsettim ki bilinçaltım onları hakikaten var gibi kabul etmeye başlamıştı. Dina endişeli yüzünde buruk bir gülümsemeyle ellerini dirseğimden çekti. “Oraya vardığında beni arayacak mısın?” Başımla onayladım. “Otel odama girer girmez arayacağım.” Gülümsedi ve Dahlia’nın dışarıda bekleyen arabasına doğru yol almaya başlamadan önce ona bir kere daha sarıldım. Eric çantamı alıp bagaja, ikisinin bavullarının arasına yerleştirip arka koltuklardan birine oturdu. Dahlia sevinç içinde, “Bekle bizi Hollywood!” diye bağırdı. Ben de onun yarısı kadar istekli görünmeye çabaladım. Sabahın körü olması iyi bir şeydi, aksi halde Dahlia durgunluğumun sebebini öğrenmek için beni epey zorlardı. Ellerimi arkada birleştirip esnedim, kafamı koltuğa yasladım. Boynumu ovalayan Eric’in elini hissediyordum.
“Los Angeles’a neden arabayla gitmek istediğine dair hiçbir fikrim yok,” dedi Dahlia. “Uçakla gitsek bu kadar erken kalkmak zorunda kalmazdın. Böyle yorgun ve mızmız olmazdın.” Başım sola düştü. “Mızmızlanmıyorum. Daha tek bir kelime dahi etmedim.” Pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. “Aynen öyle. Konuşmayan Sarai da mızmızlanıyor demektir.” “Bir de toparlanıyordur.” diye araya girdi Eric. Yüzüm kızardı ve elimi kafamın arkasına götürdüm, boynumu meleksi dokunuşlarla okşayan ele hafifçe vurdum. Gözlerimi kapattığımdaysa Eric’in yerinde Victor’u görüyordum. Bunu bilerek yapmıyordum tabii. ***
Dört saatlik yolculuktan sonra Los Angeles’a vardık. Uçakla gidemezdim, çünkü gitsem silahlarımı yanıma alamazdım. Elbette Dahlia’ya bunu söyleyemezdim. Dolayısıyla doğa manzarası eşliğinde yolculuk etmek istediğimi düşünmesini tercih ederdim. Buraya yapmaya geldiğim şeyi halletmek için yedi günüm vardı. Tabii yapabilirsem... Planımı, onu nasıl gerçekleştireceğimi aylarca düşünmüştüm. Bildiğim tek şey Hamburg köşküne girmemin hiçbir şekilde mümkün olmadığıydı. Çünkü oraya girmem bir daveti, Hamburg’un misafirleriyle sosyalleşmeyi ve Arthur Hamburg’un kendisini içeriyordu. Hamburg yüzümü görmüştü. Şey, aslında yüzümden daha fazlasını görmüştü. Fakat Victor’la beraber karısını öldürebilmemiz için onu kandırıp bizi odasına davet etmesini sağlayışımız hiçbir zaman unutmayacağı bir şeydi – en ufak ayrıntısını bile. Uzun, kestane rengi saçlarımla beni odaya girer girmez tanıyabilecek olan Hamburg’un, bu kısa kesilmiş platin sarısı saçlarım ve koyu makyajımla, beni tanıyamayacağını umuyordum.